Propaganda ve Hakikat

Propaganda ve Hakikat

Propaganda, bir güç ve bir sanattır, bunu itirafa mecburuz. Ama, kim ve hangi düşünür, hangi aklı başında bir bilgin kalkıp da bize propagandanın hakika­tin bir zorunlu unsuru, parçası olduğunu söyleyebilir.

Ey zalim çağ, çağımız, yirminci yüzyıl! Hangi çağ senin kadar hakikatı arka plana atmak için propagan­daya dayanmıştır.

Propaganda, hakikati duyurma olduğu ölçüde meşru kabul edilebilir. Ama bunu aştı mı, bundan öte­ye gitti mi, onu örtme, gözlerden ırak tutma aracı olur.

Kapitalizm, ilân ve reklâmı maliyete sokan ekono­mik sistemin adıdır. Hatta, adeta reklâm, günümüzde maliyetin baş unsuru olmuştur. Komünizm ise, bunu ekonomi şuurlarından da taşırarak bütün alanlara yay­mayı bir ilke yaptı.

Artık bu sistemlere göre, kendi başına bir hakikat yok, propagandayla isteneni hakikat diye kabul ettir­me hakikati vardır!

Yine bu çağda ve bu sistemlerledir ki, propaganda bir bilim dalı olabilmiştir!

Ne ters bir gelişme !Bir kişinin önce yazar olduğunu, romancı olduğunu, şair olduğunu, devlet adamı ol­duğunu kabul ettireceksin, sonra o ne yapıp yapacak, yazar, romancı, şair, devlet adamı olacak !

Evet, çağımızın korkunç inancı: propagandasını yapmayan, yapamayan hakikat, hiçtir, yoktur.

Evet! İşte insanlık bunalımının, çözümü gerçek­ten güç bir çıkmazı daha: hakikat, kendini propagan­da etmeden nasıl var olabilecek?

Sun’i ipek, sun’i cevahir, sun’i gıda ve sun’i düşün­ce, inanç ve ahlâk panayır ve pazarında, propaganda­nın bin renkli yalancı ışıklan altında, hakikat, nasıl ürkmeden boy gösterebilecek? Bir takım ışıklar ki, dünya güzelini acuze ve ucube gösterecektir, bir ta­kım renkler ki akı karaya, karayı aka boy ayacaktır.

Propagandanın ışıkları.. Karanlığın ışıkları.. Bu ışıkta hakikat kendini nasıl gösterebilecek ve o nasıl görülebilecektir?

Saniyeler, dakikalar, hatta yıllar ve yüzyıllar pro­pagandanın olsa da, çağlar, medeniyetler ve ebediyet­ler hakikatindir.

Evet, soru bu kadar çetindir. Tek cevabı var bu­nun: hakikat, işte odur ki, duruşuyla, kendi özündeki mucizeyle propagandayı etkisiz hale getirecek, ve pro­pagandasın bilinip kabul edilecektir.

 

Sezai Karakoç-Sur Yazıları (4)
Devamını Oku »

Düş ve Gerçek

 

Düş ve Gerçek

Nice düşler vardır, gerçeklerden daha gerçektir. Çünkü gerçekler dediğimiz şeyler, gelecek zaman rüz­gârının ufak bir üfürüşüyle savrulup giderler. Düşle­nen nice şeyler de, bin engeli aşarak, pürüzleri aralaya­rak yavaş yavaş kaderlerimize yaklaşır ve gerçekleşir; gerçekleşir gerçekleşmez de temellenir ve kalır.

Nice zalim doktriner düşler uğruna, nice gerçekler hallaç pamuğu gibi atılmış, nice ocaklar sönmüş, nice ülkeler batmış, nice medeniyetler vahşete dönmüştür.

Nice hakikatten emzirilmiş düşler de vardır ki, ilk anda anlaşılmasa ve gerçekleşmemesi için reddin ve direncin kayalarına çarpa çarpa vakitlerden vakit­lere kalsa da, bir gün insanlar çaresizliğin dar boğazın­da onu hatırlarlar ve onun kendileri için tek kurtuluş rüyası olduğunu hatırlarlar.

O düşler rahmanilikle yıkanmış düşlerdir. Çıkardan doğmayan, toplumun ruhundan fışkıran, tarihin maneyî şuuraltından göğeren rüyalardır.

O düşleri toplumun gerçek önderleri, sözleri ve fiil­leriyle anlatmak isterler. Bu düşler ilk anda topluma anlamsız, güncel olmayan, önemsiz gibi gelebilir.

Çünkü: o düşler yorumlamayı gerektirir.

Olaylar yorumlar bu düşleri. Kimi zaman da ne yazık ki, çok acı şekilde yorumlar.

Nice gerçeklere daldığını sanan kişiler, çıkarın pe­şinde koşmaktan başka bir şey düşünemeyenler, her ile­riye ait idealistçe düşleri hayal diye bir kenara itenler, bir gün acı gerçekle karşılaşınca her şeyi anlarlar, ama iş işten geçmiş olur.

Düş ve gerçek üzerine kafa yormuş gerçek aydın­lara sahip olmak, bir toptum için bu türlü sukut-u ha­yallere karşı tek garantidir.

Aydınların düşüncelerini ve bilgilerini, gerçek inanç ve sevgiyle, çıkarsız çileyle yıkamaları onlara toplum hakkında hakikî düşler ve yorumlar ilham eder .

İnsanlığa gerekli olan, denenmesi Maketle bitecek ütopyalar değil, saf gönlün, arı zihnin ve yüce ruhun getirdiği, bağdaştırıp sistemleştirdiği, gerçek bilimin onaylayacağı ve sağlıklı toplum sezgisinin benimseye­ceği, gerçeğin güvencesi düşlerdir.

Yani hakikat ruhuna adanmış erlerin düşleri.

Sezai Karakoç - Sur Yazıları (4)

 
Devamını Oku »

Doğru Olan

 

Doğru Olan

Tabiata baktığımızda, Allah’ın, yaratıklarına soy­larını sürdürmek için adeta eşsiz bir güç bağışladığını görürüz. Yararlı ya da zararlı nice kuş, böcek ve bitki­nin, yaşamak, nesillerini sürdürmek için ne kadar tut­kuyla bir savaş verdiklerine bakınca, bu bağışın, aklı aşan çapını az çok anlamış oluruz. Ne kışın dondurucu soğuğu, ne yazın yakıcı sıcağı, ne fırtına, ne. sel, ne kar, ne bildirleriyle yaptıkları mücadeleler, bu zayıf ya da güçlü bin bir çeşit yaratığın yeryüzünden silinmesine sebep olabiliyor. Ancak tarih çağlan içindedir ki, bazı cinslerin soyunun kesildiğini gözlemliyoruz:

Düşünceler de böyle. Yararlı ya da zararlı düşün­celeri de kökten yok etmek, hemen hemen imkânsızdır. Bu sebepdendir ki, zararlı düşünceyi yok etmekten çok, yararlı olanı geliştirmek, güçlendirmek ve sonucu onun almasını sağlamak, daha etkili bir yol olacaktır. Bir denge sağlamak ye üstünlüğü, doğru, gerçek, iyi ve gü­zel olanın elde etmesine çalışmak, zararlı, kötü, çirkin yalan ve yanlışı karşılayacak ve yenecek denge unsur­larına yardıma olmak, daha tabiî, hilkatin kanunlarına daha uygun, daha olumlu, daha yapıcı ve sonuç ola­rak daha başarılı bir metod olur düşüncesindeyim.

Toplumlunuzun ve medeniyetimizin tarihi baktığımızda, yabancı ye zararlı akımlarla savakta hep di­rekt metodun tercih edildiğini saptıyoruz. Sonuçta ise, nice kötü, çirkin ve yanlışın gelip yerleştiğine ve onca savaşa rağmen adeta ruhlarda ve kurumlarda saltanat kurduğuna şahit olundu ve olunuyor. Oysa, kötü, çir­kin ye yanlışla mücadele için sarf edilen emek, para vs., iyi, güzel ye doğru için sarfedilseydi, daha etkili olurdu sanıyorum. Toplum sağlam oldukça zararlı et­kileri karşılayabilir. Bir bağışıklık kazanır onlara kar­şı. Onlardan büsbütün habersiz olduğu zaman, boş bu­lunduğu bir vakitte, ansızın, sürpriz bir şekilde onla­rın istilâsına uğrayabilir. Onun içindir ki, toplumda ay­dın bir kesim, dünya da olup bitenlerden, düşünce ve sanat akımlarından hep haberdar olmalı ve daha onlar ülkeye ve topluma gelmeden onu karşılayıcı düşünce­ler, akımlar ve kurumlar geliştirilmeli ve kurulmalıdır.

Hep iyiye, hep güzele, hep doğruya bakınız. Hep onlardan yana çıkınız. Hilkatin ak ve olumlu tarafına yatırım yapınız. Korkmayınız, yanlış hiç bir zaman doğrudan daha güçlü değildir. Çirkin de güzelden da­ha etkili olamaz. Yalan, hakikat kadar ömürlü olabilir mi?

Zorluk, yalanın kendini gerçek, çirkinin güzel, yanlışın doğru göstermesinden kaynaklanıyor. Baki’-nin:

Bâtıl hemişe bâtıl ü bihudedir velî

Müşkil budur ki suret-i hakdan zuhur ede

dediği gibi, yanlışın kendini gerçek şeklinde gösterme­sinden aldanış ve yanılgı doğuyor.

İnsana düşen, hep yanlıştan, çirkinden ye kötü­den yakınıp durmak değil, sakince ve kendine güvene­rek/ doğru’yu, güzeli, gerçeği ve iyiyi desteklemektir. Bundan ötesi için korku yoktur. Ezelî kanun işleyecek­tir.

 

Sezai Karakoç - Sur Yazıları (4)
Devamını Oku »

Yüce Sorumluluk

 

Yüce SorumlulukHayatta, çoğu kez, kaçış, beklenenin aksi sonucu  doğurur. Toplum hayatında, sorumlulukları sırtından  atan, sorunları çoğaltmaktan, böylece de her kişinin  de, bizzat kendisinin payına düşecek yükü de arttırmaktan başka bir şey yapmış olmaz.

İnsan sorumluluk yüklenmesini bildiği, sorumlulukları omuzlamaktan kaçınmadığı ve bu sorumlulukları karşılayabildiği ölçüde değerlenir.

Bir toplum, sorumluluğa duyarlı insanların topluluğu olduğu sürece yükselir ve yücelir, sorumluluktan r kaçanlar fazlalaştıkça da düşer, geriler.

Sorumluluk, hayatın som bilinçle dolması demektir.

Umudunu tam yitirmiş olanlar, kaçışta teselli ararlar. Toplumda üstüne düşeni yapmamak için, alda­tıcı ve boş felsefelere sığınırlar. Oysa, görev, bekleyiş içindedir hep. Bu bekleyişe cevap verme uzadıkça, prob­lemler ağırlaşır. Ve belki de kişiler bir fasit dairenin içine yuvarlanırlar. Problem ağırlaştıkça kaçış artar, kaçış arttıkça problem daha da ağırlaşır.

İslâm Medeniyeti Tarihi, bize en ağır şartlarda bi­le seçkin ¡kişilerin nasıl görev üstlendiğini gösteren sa­yışız onur örnekleriyle doludur.

Toplumlunuz, savaşta ve barışta, görevi kutsal bi­len inanmış çocuklarının fedakârlıklarıyla eşsiz tarihi­ni gerçekleştirmesini bilmiş şuurlu bir toplumdu.

Milletimizin özde aynı Millet olduğundan kimse kuşku duymasın. Bir takım dönemlerde ona verilmek istenen görüntülerin yanlış olduğu her zaman ve bugün de ortaya çıkmıştır.

Ona, yeniden kuruluşunda medeniyetinin özüne uygun bir sorumluluk düzeni verilebilirse, o, her za­manki yüksek karakterini göstermesini bilecektir.

Sezai Karakoç - Sur Yazıları (4)

 
Devamını Oku »

İleriyi Görmek İçin

 

İleriyi Görmek İçin

İnsan en yanılan yaratık olduğu gibi, en uzağı gören yaratıktır da. Hayvan da, içgüdüsüyle, şimdiki za­manı ve gerektiği kadar da ileriyi görür ya da öngörür. Ama, akıl, bu içgüdünün direkt doğrultusunu do­lambaçlara çevirdiğinden kimi zaman yanılgıların kay­nağı olur. Kimi zaman da içiçe girmiş düğümleri, kör­düğümleri çözecek kadar (hesaplı ve hünerlidir. Ama öngörü, ya da uzak görüşlülük dendi mi, daha çok, bugün henüz bilimin çevreleyemediği iç dünya bilgi ve deneylerinin sonucunda ulaşılmış, kazanılmış, edi­nilmiş, daha doğrusu bizde olup da uyandırılmış mele­keler söz konusudur. «İlm-i ledün» denilen biliş atmos­feri.

Bu uz görüşlülüğe eriş, biliniyor ki, bambaşka bir eğitimin sonucunda mümkün oluyor. Örneklerden bili­yoruz bunu. İçgüdünün sınırını aşma, aklın takıldığı noktalardan kurtulma, arzuların ve ihtirasların göz- bağlâyıcı etkilerinden sıyrılma, eşya ve çağ handikap ve şokunu savma yetisi, ancak, (kişiliği, üstün bir ideal ve hakikat çilesinde pişirmekle oluşuyor ve ay gibi gün gün büyüyüp dolunay oluyor.

Bu yüzdendir ki, eskiden yönetici kadroları ayrıca bu manevi okullardan da geçiyor ve geçiriliyorlardı. Hatta isteyen herkes.

Toplumlarda, insanlar gibi, birbirine göre, uzak görüşlü olma bakımından farklıdırlar. Manevi değerle­re önem veren toplumlar daha yüce idealler taşıyor ve Tarih sorumluluğunu bu şekilde yükleniyorlar ve ha­fifletiyorlar. Ama nice akıllı gibi gözüken, nice harika­lar doğurmuş toplumların da, ileriyi görmek hasletin­den nice yoksun ve nice mahrum olduğunu görmek, in­sanı şaşırtır ve hüzne boğar.

Bugünün Avrupası, bir de bu gözle görülse.

Sezai Karakoç - Sur Yazıları (4)

 
Devamını Oku »

Düşünce ve Hayat

 

Düşünce ve HayatHayat, düşünce üretir; düşünceden hayat doğar. Bu, bir yaradılış mucizesidir. İnsan hayatla düşünceyi adeta özdeşleştiren, düşüncenin âteşini kuran, hayat düşüncesini yaşayan ve düşüncede hayat arayan var­lık...

Düşünce, çok yöne açılma özelliğini taşıyor. Bir yanıyla, cezbeye,bir yanıyla duyguya, sezgiye açılır. İnsan melekelerinin tam orta noktasında duran, hepsi­ne açık, ve hepsinin de biıbiriyle ilgisini sağlayan bir meleke. Eksen meleke, merkez meleke. Ve düşüncenin de merkezinde bilim çekirdeği yer alır. Düşünce, bilimi doğuran ve onun etrafında bir hale gibi duran zihin yemişi.

Düşünce de vahiy gerçekliğinin ışığında hayat bu­lur; ondan doğar, ondan beslenir ve onunla yaşar.

Bu yüzdendir ki, Kur’an-ı Kerim, insanlığı hep dü­şünmeye çağırıyor, düşünceye, çağırıyor.

Düşünce, hayatın seviyesini yükseltir.

Düşünce, iç güdülerin üstüne yükselmemiz için göklerden gelen bir çağrıdır.

Taklitten, düşünceyle kurtuluruz.

Cezbe ye vecd, ancak düşünce temeline dayanınca sağlam olur.

İslâm Medeniyeti, aynı zamanda bir düşünce me­deniyetidir.

Diriliş, düşünceye değer vermemiz, düşünceyi gün­deme getirmemiz demektir.

Olaylar üzerine düşünmek, tarih üzerine düşün­mek, sanat üzerine düşünmek, hayat üzerine düşün­mek, ölüm üzerine düşünmek: yeni insanlık kuşağına düşen görev, bu olacaktır.

Ancak, böylelikledir ki, insanlık bir takım saplan­tılardan kurtulacaktır. Aktüel trajedisini doğuran bü­tün saplantılardan...

Sezai Karakoç - Sur Yazıları (4)

 
Devamını Oku »

Zaman ve İnsan

 

Zaman

Zamanın problemleri hızla eskiyor ve bu problem­lere bağlı kimi tartışmalar, giderek anlamsızlaşıyor, gü­lünçleşiyor, traji-komik bir görünüm alıyor.

Günü geçmiş çözümlere takılıp kalmış olanlarsa, zamanın dışında, olay akışının ötesinde kendi dünya­larında yaşayıp kavruluyorlar. Bu, zamanı aşma, ya da zamanın üstüne çıkma değil, düpedüz zamanın altında kalmahalidir.

Zaman, insanoğlunun soyutlama ve somutlama arasında kurduğu bir köprüden başka bir şey olmasa da, yine kendi üstüne katlanarak, Tarihi oluşturarak, başlı başına bir güç gibi etkisini göstermektedir. Ne kadar inkâr edilirse edilsin, zaman, kimi zaman, bir balyoz gibi iner olayların tepesine, kimi zaman bir yer­de bir bomba gibi patlar, kimi yerde kanatlarına tutu­nup uçtuğumuz bir rüzgâr, bir İlâhî lütuf rüzgarı olur.

Öyleyse, zamanı tanrılaştıranlardan ve onların aşı­rdığından uzak kalmakla birlikte, onu büsbütün yok saymanın felâketini idrak etmek, bir pürüzlü dünyada yaşadığımızı bilmek ve onun sorumluluğunu yüklen­mek zorundayız.

Tarihîn farkında olmak demek, mahkûmu olmak demek değildir.

İslâm dünyasının içine girip bir kaç yüzyıldır bir türlü çıkamadığı bunalımın kökünde, zamanla olan ilişkiyi ayarlama melekesini kaybetmemiz de yatmak­tadır.

Zaman üzerine düşünmemiz, onu süreklice değer­lendirmemiz, o bizi sürüklemeden, bizim onu düzenle­memiz, zamanı bir ihtiras gibi, ruhların tek atılım gü­cü gibi kullananların karşısında bir savunma sorunu­muzdur.

Zaman sorununu, ruhumuzda olduğu kadar, top­lum planında da gündeme getirme, bir Çıkış noktası olabilir, islâmın çağdaş atılımı için.

Zamanın gücünü bir lanet mistisizmi gibi kulla­nanlara karşı bir aşk silâhı yapmak, her aydının ödevi­dir zamanımızda.

Zaman, ne büyünün hammaddesidir, ne de sayaç­ların arkasındaki soyut ekran. Zaman, insan ruhunun eşyaya işlenmesindeki düzenlilik demektir.

Zamanın fethi, uzayın fethinden önemli ve aslın­da o fethin de sebebidir.

Kişinin ve toplumun zamanla olan hesaplaşması, Tarihle olan hesaplaşması, şimdiki zamanın tek garan­tisidir.

Tarihe, zaman açısından baktığımızda, ya onu aşı­rı kullananların taşkınlığı, ya hiç kullanmayanların durgunluğu ile karşılaşırız. Ancak, zamanı kullanması­nı bilenlerdir ki, medeniyetler kurmuşlar ve arkaların­da anlan unutturmayacak eserler bırakmışlardır. Za­manın nabzını elinden kaçıranlar ya da zamanı bir sel,bir çığ haline getirip sürüklenenler ise, zamanla olan yarışı yitirmişler ve zamanın gözünde arkeolojik 'mal­zeme olmuşlardır.

İslâm aydınlarının çözeceği çağdaş bilmecelerin, en büyüklerinden, biri de, zaman sim ve zaman bulmaca­sıdır.

Ne tarih ve zaman fobisi, ne de zaman ve tarih  manisi! İnsan için gerekli olan, zamapa bilincidir.

 

Sezai Karakoç - Sur Yazıları (4)

 
Devamını Oku »

Tek-biçimleştirme

Tek-biçimleştirme

Bireylerde, nicelik niteliğe ne kadar üstün gelirse,bireyler, eğer deyim yerindeyse, sadece basit birey durumuna düşmeye o kadar yakın olacaklardır ve böylece birbirlerinden de o kadar çok ayrılmış olacaklardır; kuşkusuzdu, birbirlerinden farklılaşmış olacak­lardır, anlamında değildir, çünkü tamamen niceliksel farklı­laşmanın —ki söz konusu ayrılma budur— tersine, bir de ni­teliksel farklılaşma vardır. Buradaki ayrılma bireyleri, keli­menin en dar anlamıyla, sadece çok sayıda "birimler"  haline koyar ve onların bütününden bir niceliksel çokluk meydana getirir. Uç noktada bu bireyler, her türlü niteliksel belirlenimden yoksun olacaklarından dolayı, ancak fizikçile­rin sözüm ona "atomları"na benzer bir şey olabilirler; işte, bu uç noktaya (la limite) gerçekten hiçbir zaman ulaşılamaz ise de, modern dünyanın gittiği, yöneldiği yön böyledir.

İster in­sanlar söz konusu olsun, ister insanların içinde yaşadıkları nesneler söz konusu olsun, gittikçe her şeyin her yerde tek biçimliliğe(uniformité)indirgenmeye çalışıldığını görebilmek için, insanın sadece etrafına şöyle bir göz atması gerekir, ve şurası son derece açıktır ki, böyle bir sonuç ancak, her türlü nitelik farkını mümkün olduğunca ortadan kaldırarak elde edilebilir. Fakat burada oldukça dikkat edilmesi gereken bir başka husus da şudur: Tuhaf bir yanılsamayla (illusion),kimi­leri bu "tekbiçimleştirme"yi (uniformisation) bir "birleştirme"(unification) sanmaktadırlar, oysaki gerçekte tam tersi bir du­rumu yansıtmaktadır; "farklılaşmanın (séparativité)gittikçe belirginleşen bir yoğunlaşması söz konusu olduğuna göre, bu durum gayet açık gözükebilir. Üstüne basa basa söylüyo­ruz ki, nicelik sadece ayırabilir ve kesinlikle birleştiremez. "Madde"den (matière) kaynaklanan her şey, değişik biçimler altında, parçalar halinde olan "birimler" (unités) arasında, sa­dece çatışma ve uyuşmazlık meydana getirir. Aslında bu di­rimler" gerçek birliğin tam zıt ucunda bulunurlar ya da en azından, artık nitelikle dengesi sağlanamayan bir niceliğin bütün ağırlığıyla tam o zıt uca doğru giderler; fakat bu "tek- biçimleştirme" modern dünyanın çok önemli ve aynı zaman­da yanlış yorumlanmaya çok müsait bir yönünü oluşturmak­tadır.

 

.......

Tekbiçimciliğin mümkün olması için, her tür nitelikten yoksun ve sadece basit sayısal ''birlikler" durumuna indirgenmiş varlık­ların olması öngörülmektedir. İşte bu yüzden böyle bir tekbiçimcilik gerçekten hiçbir zaman gerçekleşemez, fakat onu gerçekleştirmek için yapılan bütün çabalar, özellikle İnsanî alanda, varlıkları kendi niteliklerinden tamamen soyma ve yoksun bırakma sonucunu doğurabilir; böylece onları müm­kün olduğu kadar basit makinelere benzeyen bir şey durumuna getirir,çünkü modern dünyanın tipik bir ürünü olan makinanın,şuana kadar ulaşılabilcek en yüksek derecede niceliğin üzerindeki üstünlüğünü temsil eden şeydir;’’Demokratik’’ ve ‘eşitlikçi’’ görüşler,toplumsal görüş açısından tam olarak işte buna doğru yönelmektedirler; bu görüşlere göre, bütün bireyler kendi aralarında eşittir; bu görüş; bütün bireylerin ne olursa olsun, her şeye eşit şekilde yetenekli ol­maları gerekirmiş gibi saçma bir varsayımı da beraberinde getirmektedir.

Bu öyle bir "eşitlik"ki yukarıda belirttiğimiz nedenlerden dolayı, tabiat bunun bir örneğini sunmamakta­dır, çünkü o zaman bireyler arasında tam bir benzerlikten başka bir şey olmazdı bu eşitlik. Fakat şurası gayet açıktır ki, modem dünyada tersinden en kıymetli "ideallerden birisi olan, bu sözüm ona "eşitlik" adına, tabiatın imkân verdiği ka­darıyla bireyler kendi aralarında gerçekten benzer kılınmaya çalışılmaktadır. Bu da, her şeyden önce herkese aynı eğitimi zorla vermeye kalkışmakla yapılmaktadır.

Her şeye rağmen, bireyler arasındaki yetenek farkını tamamen ortadan kaldır­mak mümkün olamayacağı için, böyle bir eğitimin herkes için tamamen aynı sonuçları vermeyeceği doğaldır. Bununla birlikte şu da bir gerçektir ki, her ne kadar bu eğitim bazı in­sanlara sahip olmadıkları nitelikleri vermeye muktedir değil­se de, buna karşılık, diğer insanlardaki orta düzeyi aşan bü­tün imkânları silip süpürmeye çok elverişlidir. İşte bu yüz­den "eşitleştirme" (nivellement) her zaman aşağıdan yapıl­maktadır ve zaten başka türlü de yapılamaz; çünkü bizzat eşitleştirme sadece aşağıya doğru yani her maddî zuhûrdan daha aşağıda bulunan saf niceliğe doğru giden bir eğilimin ifadesidir. Saf nicelik sadece en ilkel canlı varlıkların işgal et­tiği maddî derecenin altında değil, fakat aynı zamanda çağ­daşlarımızın "ham madde" (matière brute)diye adlandırmayı uygun gördükleri şeyin altında, fakat bununla birlikte duyu­lanınıza gözüktüğüne göre, her tür nitelikten tamamen yok­sun olmaktan uzak olan şeyin altında bulunur.

Modern Batılı zaten kendine bu tür bir eğitimi vermekle yetinmemekte, aynı zamanda bu tür bir eğitimi, maddesel ve zihinsel bütün alışkanlıklarıyla birlikte, başkalarına da zorla benimsetmek istemektedir; bunu da, bütün dünyayı tekbiçimleştirmek amacıyla yapmaktadır; nitekim aynı zamanda sanayi ürünlerini yaymakla dünyanın, dış yönüne varıncaya kadar her şeyini tekbiçimleştirmektedir!

 

Rene Guenon - Niceliğin Egemenliği
Devamını Oku »

Zaman

ZamanHakikat şu ki, zaman hiç değişiklik göstermeden tekdüze bir biçimde akıp giden bir şey değildir;bu yüzden bugün ge­nellikle modern matematikçilerin düşündüğü gibi, zamanı geometrik olarak düz bir çizgiyle temsil etmek, aşırı bir basit­leştire nedeniyle zaman hakkında tamamen yanlış bir fikir verir. Daha ilerde göreceğiz ki, bir şeyi gereğinden çok basit­leştirme eğilimi de modern kafa yapısının te­mel özelliklerinden biridir. Bu da doğal olarak her şeyi niceli­ğe indirgeme eğilimini beraberinde getirmektedir. Zaman kavramının gerçek temsil edilişi, ancak geleneksel çevrimler anlayışı içindeki temsilidir. Kuşkusuz bu anlayış da özü itiba­riyle "nitelik haline gelmiş" zaman anlayışıdır?

 

Rene Guenon - Niceliğin Egemenliği
Devamını Oku »

Hikaye ve Romanlarının Babası Böyle Biri İşte !...

Hikaye ve Romanlarının Babası Böyle Biri İşte !...

Ona bu sıfatı çağdaşları veriyor. Aslında bizim cemiyetle hikâ­ye ve romanın yeri yoktur. Hele romanın çıkışı, daha çok batının etkisi ile olmuştur. Tanzimatla başlayan yabancılaşma hareketi, romanda da kendini göstermiş, kendi öz aile hayatımıza ters dü­şen, doğrudan doğruya "adapte" bir roman türü ortaya çıkmıştır. Kahramanımızın esas veçhesi roman ve hikâyede ortaya çıkıyorsa da biz daha çok fikri ve inanç yapısı üstünde duracağız.

Tanzimatın getirdiği yabancılaşmayı bir ihtiyaç sayarak, me­denî ve İçtimaî hayatta yenilik diye kabul etmiştir. "Avrupa mede­niyetine girip, o medeniyetin içinde yaşayabilmek için Avrupa'nın ihtiyaçlarına göre" bir hayatın kurulması esas gayesi olduğu için, ilk roman denemeleri hep batılı hayan okuyucumuza getiren dene­meler olmuştur.

İstanbul'da doğmasına rağmen babasının hizmeti hasebiyle gittiği İzmir’de bir Fransız mektebine girer. O mektepte Fransız kültürünü alır, dilini öğrenir. Fransız romancılarım çokça okur. Eserlerinden sonradan tercümeye başlar. Artık temel eğitim itiba­riyle Türkiye'deki hayata yabanadır. Tercümeleri gazete ve mec­mualarda neşr edilir ve zamanla tercüme faaliyetine girişir. O dev­rin hastalığı olarak Fransız Edebiyatı'nın tesirinde kalır. Sadece isim ve mahal adlan değişik olacak şekilde, Batı'nın aristokrat hayatına benzer, hayalî aile ve köşk yaşayışlarını romanlarında iş.

"Nevruz", "Ahenk" ve "Hizmet" gazetelerini kurdu. "Servet-i Fünûn" da yazılar yazdı. Bu adla şöhret bulan edebî ekolun önde  gelenlerinden sayıldı. Arapça ve Farsça'nın yanında dört batı dili  bilmesi onun geniş kültür ve düşünce alam içinde hareketini sağladı. Kendi eserleri olduğu için kurdukları edebî ekolü en iyi düşün-ce ve sanat hareketi olarak sundular. Geçmişin edebî ve sanat hayatını red ettiler. Bağdatlı Ruhî ile Füzûlî ve Şeyh Galipten gayri  kimseyi beğenmemişlerdir. Eskileri dil ve düşünce bakımından  dercedip geldiklerinden kendilerinden sonra gelenlere de kendilerini kabul ettirme çabasını gösterdiler. Yerleşmek ve sağlam esasa  oturmak için geçmişi inkâr bu yeni edebiyatçıların tek kurtuluş vesilesi oldu. Zaten bu tür denemeler onlarca başlatılmıştı. Hep yabancı kafası ile düşündükleri için tesirleri İstanbul'un bir bakıma  sosyetik ve azınlık muhitlerinde görüldü. Romanlarında köşk eğlenceleri, meşru olmayan aile tarzları işlenmiştir. Maî ve Siyah,  Aşk-ı Memnu, Kadın Pençesi, Aşkı Beklerken, Hepsinden Acı gibi romanları klâsik aile faciaları ile bezenmiştir.

Romanlarında sosyete dedikoduları, kadın-erkek münasebetIeri, kadın-erkek mürebbî ve mürebbiyeler, musikî hocalarının  çokça yer bulması, onun azınlık mekteplerinde ve batılı romanlar­da gördüklerini bizim cemiyet hayatımızda da olacağı inancına saplanmasına sebeb olmuştur. Bir bakıma aristokrat bir hayat içinde edebî çizgisini tutmuştur. Zenginlerin yaşadığı yerlerde kışlamak, yazları adalarda dinlenmek, edebî mehafîlde sanat olayları ve yazarlarla ülfet temin etmek, hep halktan kopuşun, halktan uzak bir sanat ve edebiyat anlayışının örnekleridir.

Giderek yenilikte karar kılıp yeni edebiyat adı altında kendile­rini şekilden şekile sokanların başında geldi Siyasî veçhesi yanın­da dil, vezin ve edebiyat konularında bir çeşit Türkçülük yaparak "millî hareket" olarak büyük harbin içinde kendini buldu.

Hatıralarını “Kırk Yıl" adı Altında neşredip gerçek hayatta karşı karşıya geldiği siyasi ve edebi esasları kendi zaviyesinden gelecek nesillere aktardı

Onun en çok dikkate şayan olan "Saray ve Ötesi" adlı siyasi görüş ve müşahedeleridir.

Fransızca hocalığı, edebiyat öğretmenliği, batı edebiyatı müderrisliği yanında, Reji müdürlüğü, mabeyn baş kâtibliği, ayan azalığı gibi siyasî makamları da işgal etti. Hele V. Mehmed Re-şad'ın Mabeyn Başkatibiiğl dikkatlerden uzak tutulmamalıdır.lttihatçıların hakimiyet kurup on yıl devleti parmaklan arasında oynatmaları, Mehmed Reşad'ı da istedikleri gibi kullanmaları hatun

getirilirse, Mabeyn Başkatibinin de onlardan olmasını gerektirir.

Nitekim Mabeyn Başkâtibi Halid Ziya'nın da 1905de 39 yaşında: İttihat ve Terakki fırkasına girdiği görülür.

İşte Halid Ziya, romanlarında bizden bir parça bile olmayan hayat sahneleri çizerken, siyasî hayattta müşahede ettiği devlet  idarecilerinin tavır ve tutumlarını kaleminde ele alırken din ve  inanç sisteminde lâik bir batı kafası mantığı içinde bakar idareye  ve hadiselere...

"Mevkiinden emin bir sanatkâr" ve "bir nesir babası" gibi sa­yılmışsa da, o dinde din alimlerinin aldıkları tavrı hiç mi hiç gerek­li görmüyordu.

"Saray ve Ötesi "nde padişahın huzurunda her ramazan ayında verilen dersleri küçümser tarzda, devrin ileri gelen seçkin müderris-âlimlerini kendi düşünce mantığı içinde şöylece tahlil etmesi daha o günlerden itibaren insanımız ve sanatkârımızın dinî kay­naklar hakkında neler vehm ettiğinin açık vakıasıdır.

"Ben beklerdim ki, mukarrirler (ders anlatanlar) Kur'an’ın metninden ayrılmayacak, falan ve (İlân ayetten ilham alarak hitabelerde bulunsunlar. Buna mukabil onlar, hep tesirlerin iz'ana sığmayan açıklamalarım, hususiyle, "Buhar-î-i Şerif di­ye tanınan ve uydurma hadîslere İstinat ederek İsrail ve Hristiyan hurafelerinden intikal eden rivayetlere her türlü mantık ölçülerini aşacak genişlikler veren kitabın İçindekilerini esas tutuyorlardı. Artık onların dilinde İslam Dini peygamberin dininden başka oluyordu. Asıl Muhammed dininin üstünlüğünden, akla yatkınlığından bir şey kalmayarak bu güzel din, efsane şeklinde bir mahiyet almış oluyordu." (Saray ve ötesi, sh: 230)

Halid Ziya'nın bu ifadeleri inanç ve din kültürü bakımından ne derece bir sağlamlığa sahip bulunduğunu göstermektedir. Zira, Kurani Kerimi açıkça tefsir ve izah eden tefsir kitaplarını Hristi-yan ve Yahudi saçmalıkları ile dolu olarak zikr ederken, müslümanların ikinci ana kaynağını teşkil eden hadislerin en sahihleri­nin toplanmış bulunduğu "Buhari-Î Şerif' bu derece dayanaksız, ithamkar bir tarzda "uydurma" hadislerle dolu olduğunu ifade et­mesi bilgi ve kültür yönünden müslümanlara değil, onların dışında olan batılı zihniyetin Avrupa'lı temsilcilerine yakın olduğunu gös­termekledir. Hele saraya kadar yükselen ve o devirde en yüksek si­yasî makamlardan olan a'yan (senato) azdığına yükselmesi inkılaplara zemin hazırlama bakımından, İttihatçıların ne derece hizmet ettiklerinin açık belirtisidir.

Daha büyük devlet yıkılmamış, daha dinî hükümler tatbikten kalkmamış, amma romancımızla yandaşları geriliğin, yerinde saymanın ve çözüm bulamamanın tek sorumlusu imiş gibi din hiz­metlerini göstermeleri nelerle meşgul olduklarını gösterir.

Çöküşü hızlandırmak için ne gelmişse elden yaptılar. Devlet ricali müesseseleri yıktı. İdarî ve mülkî erkân silsileyi bozdu. Maa­rif dışardan idare edilen bir teşkilât haline geldi. Basın ne idüğü be­lirsiz dönme ve mason güçlerin eline geçti. Roman ve edebiyatla uğraşanlar bohem hayatım yaşayarak ünlü batılı romancıların kü­çük putlarını cemiyet içinde dikmeye çalıştılar.

İslâm’da yasak ne varsa onu meşru kılmak için sözle ve yazı ile mücadele verdiler. Namaza,oruca, ibadete ve bütün dinî İçtimaî ve siyasi değerlere karşı tavırlar alıp hem memleketi ve hem de milleti  unsurundan koparıp sonbahar yaprağı gibi batının rüzgârına terk ettiler.

Her sahada olduğu gibi romanda da hep batıyı taklit ettiklerin­den "milli* olma vasfını alabilecek bir tek eser ortaya koyamadı­lar. Halid Ziya da onlardandır. Ve hatta bunların bağında gelir.

Halid Ziya nın romanlarında örnek aldığı cemiyet hayatı onun içinde bulunduğu ve yaşadığı gerçek hayatı aksettirmesi, o devrin yıkılışına önayak olan sınıfın bulunduğu perişan ve acıklı duruma ve dramı anlatır. Bu bakımdan o ve benzeri romana ve hikayeciler somadan gelenlere apaçık zemin hazırladılar ve onların her sahada öncüleri oklular.

Cumhuriyetten sonra Halid Ziya, "Uşaklıgil" soyadını aldı ve roman, hikâye, şiir, makale, tiyatro ve edebiyat üzerine kaleme al­dığı eserleri üzerinde durdu. Yeni bir şekle, yeni bir dil anlayışına ayak uydurmak için eserleri üzerinde düzenlemeler yaptı.

Hakkı Tank (Us), Halid Ziya ile diğer basın mensuplarının el­linci hizmet yılını kutlamak için, toplanan heyette 1942de, Uşaklı­gil için şöyle diyordu:

"Halid Ziya, romana soktuğu hayat ile bize medeni inkılabımızı müjdelemiş sayılmalıdır. Bir ucu Türk irfanının yük­selmesine dokunup da Halid Ziya'nın ihatası dışında kalmış bir mevzu yok."

Jübileden üç yıl sonra, Halid Ziya Uşaklıgil, 79 yaşında hayata gözlerini yumuyordu.

 

Sadık Albayrak - Kemalits Devrin Çakıl Taşları

 

 

 
Devamını Oku »