Karakter Sahibi Olmak

Karakter Sahibi Olmak'Düşünen ve hakikati arayan her insanın gayesi, dengeli karakter sahibi olmaya çalışmaktadır. Karakterin, şahsiyetimizin davranışlarımızda gözükmesi olduğunu söyledik. Şahsiyet, istenildiği gibi değiştirilemeyeceğine göre, karakterin de kolayca değiştirilemeyeceği anlaşılır. Ancak insan, kendi karakterini iste­diği anda ve kolaylıkla değiştiremese bile, uzun süre içinde yapılacak metotlu çalışmalarla onu değiştirmek mümkündür. Önce çevremizi ve davranışlarımızı değiştirerek edindiğimiz iyi alışkan­lıklar, bir zaman sonra bizi ideal edindiğimiz karakterin sahibi yapabilir.

Çevremizde yaşayan insanların üzerimizdeki etkilen ve telkinleri bizde yeni alışkanlıklar yaratarak yeni bir karakter yapısını meydana getirebilir. Şunu da bilmelidir ki, herkes için ideal olan dengeli karakter hiçbir zaman doğuştan elde edilmiyor; ancak emekle, kendi irademizin ve kendi hareketlerimizin eseri olarak kazanılabiliyor. İnsan kendini olayların ve hayatın akışına teslim ettikçe sürekli ve sağlam bir karakterin sahibi olamıyor, ancak iç dünyamızı dışımıza ve hür irademizi bizi esir eden ihti­raslara karşı koydukça değişmez ve dengeli bir karakter sahibi olabiliyoruz.

Aklın kontrolünden geçirilen en yüksek duygusal unsurla­rın, kendi hür irademizle yapılan sentezinden meydana gelen şahsiyet, ahlâk diliyle, iyi ve sağlam bir karakter ortaya koyuyor. Kendini kötü ihtiraslarına bırakan ve şahsiyetlerini yapmak için enerji harcamayan insanların bozuk karakter sahibi oldukları da her zaman görülen şeydir. Karakter bozukluğunu hayatta başarıya ulaşmak için silâh olarak kullananların bu hali ise, ahlâk bakımın­dan tam bir yıkımdır. İnsana yakışan, her yerde ve her türlü şart­lar altında, değişmeyip hep aynı kalan kendi gerçek şahsiyetini hareketlerinde yaşatmak ve kendi karakterini kullanmaktır.

Nurettin Topçu,Ahlak
Devamını Oku »

Adalet

AdaletHukukun gayesi,adalettir. Adalet, herkese lâyık olduğunu vermektir. Adalet, ilk bakışta düşüncede eşitlik fikrini doğurur ve bir terazinin kefelerinin denge halinde olması şeklinde tasarlanır. Lâkin her zaman adalet, eşitlikle beraber bulunmaz. Çünkü her­kes aynı şeylere lâyık değildir. Her ferdin lâyık olduğunu ölçen, kendi yetileri ve çalışmasıdır, bu yetilerini kullanmasıdır; yaptığı işin değeri ve çalışması oranında çok şeye lâyıktır, yani haklan artar. Bunlarla beraber bir de ihtiyaçlar, hakkın ölçüsü olmak­tadır. İlâca muhtaç olan bir hastanın, kuvvet şurubuna ihtiyacı olan bir zayıf insanın bunları elde etmeye hakkı vardır; sağlam bir insanınsa hakkı yoktur. Şu halde iki türlü adaletin bulunduğunu görüyoruz. Biri şekle bağlı adalet ki tam ve mutlak eşitlikten iba­rettir. Öbürü ideal adalet ki gayesi, insanın yetileriyle çalışmasını ve bütün ihtiyaçlarını gözönünde tuttuktan sonra bütün bunlarla tam orantı halinde haklarını verebilmektir. İnsanlığın muhtaç olduğu gerçek adalet budur. Bu adaletin gerçekleştirilmesi zor, tam olarak gerçekleştirilmesi ise imkânsızdır. İnsanlığın gayesi, mümkün olduğu kadar bu gayeye yakınlaşmaktır.

İnsanlığın tarihinde, adalet idealinin, ihtirasla arayıcısı olan büyük devlet adamlarının varlığını tanımaktayız. Nûşirevân ile Halife Ömer bunlann başındadır. Her ikisi de adalet uğrunda kendi oğullarını ölüm cezasma çarptırdılar. Halife Ömer'in bütün idare hayatı, adaletin eşsiz örnekleriyle doludur. Birkaçını söyleyelim:

Kudüs şehri İslâm ordusu tarafından kuşatıldıktan sonra Kudüs­lüler, şehri ancak halifeye teslim edeceklerini söylediler. Haber, halifeye bildirildi ve halife, kölesi ve bir devesiyle Kudüs’e gitmek üzere Medine den yola çıktı. Yalnız bir devesi bulunduğun­dan yolda köle ile nöbetleşe deveye biniyorlardı. Kudüs’e gire­cekleri zaman sıra kölede idi. Köle devenin üstünde, halife yerde devenin ipini çekerek şehre girdiler. Bir akşam çalışma yerinde yanına bir adam gelerek görüşmek istediğini söyledi.

Halife kendisine, görüşmenin devlet işi üzerinde mi, yoksa özel mi olduğunu sordu. Adam özel konu üzerinde olduğunu söyleyince halife masanın üstünde yanan devletin mumunu söndürdü ve kendi şahsî malı olan mumu yaktı; ondan sonra adamı dinledi.

Bir Arap çölden Medine’ye gitmekte iken şehrin yakınlarında iki adamın çalıştığını gördü. Bunlardan biri balçık yoğuruyor, öbürü kerpiç kesiyordu; tuğla yapıyorlardı. Arap açtı; çalışanlar­dan yiyecek istedi. Onlarınsa biraz kuru ekmekten başka şeyleri yoktu. Onu verdiler; lâkin bu ekmek, yenemeyecek kadar kuru ve lezzetsizdi. Açlığını onunla gideremeyen adama, biraz daha sab­redip Medine’ye gitmesini ve tarif ettikleri yere giderek durumu anlatmasını, orada kendisine yiyecek vereceklerini söylediler. Yolcu, Medine’de kendisine tarif edilen yeri buldu ve orada bol ve lezzetli yemeklerle kamını doyurdu. Çıkarken gizlice, o güzel yiyeceklerden birazım torbasına attığını garsonlar gördüler. Kendisine, “Bunu yapma, istediğin zaman gel, burada kamım doyurursun”, dediler. Bunun üzerine yolcu, “Kendim için değil, çölde rastladığım zavallı adamlar için alıyorum. Onların yenecek ekmekleri bile yok!” deyince kendisine güldüler ve dediler ki: “Onların biri halife Ömer, biri de Ali’dir. Bu imaret Ömer’indir. Halife maaşlarını buraya bağışlamıştır. Burada fakirlerin kamım doyurur; kendisi de o gördüğün şekilde elinin emeğiyle geçinir”.

Hukukun gayesi olarak adalet kavramının incelenmesi, huku­kun ahlâktan ayrı olmadığını düşündürüyorsa da hukuk ile ahlâk, şu farklarla birbirlerinden ayrılırlar:

1-Ahlâk örf ve âdetler halinde, hukuk ise kanunlarla yaşatılır.

2-Ahlâkın kaideleri yazılı değildir, hukukta yazılı kaideler vardır.

3-Ahlâk teşkilâtlı değildir, hukuk teşkilâtlıdır.

4-Ahlâkî davranışa sürükleyen vicdandır, hukukta ise zorla­yıcı maddî cezalar vardır.

5-Ahlâk, gaye olarak ferdî ruhun en yüksek idealini arar, hukukun gayesi ise toplumun düzenini sağlamaktır.

6-Ahlâk yalnız insanlar arasındaki bağıntıları düzenler, hukukta da esas olan insanlar arasındaki bağıntıları düzenlemek olmakla beraber, bazen hukuk (mirasın bölünmesinde olduğu gibi), insanlarla eşya arasındaki münasebetleri de düzenleyicidir.

Bu ayrılıkların ortaya koyduğu incelikler, hukukla ahlâkın arasına duvar çekmiyor. Ahlâkın vicdanlarda yaşattığı adalet ideali, toplum hayatında ve dışımızda madde alanında, hukuk tarafından gerçekleştirilmektedir.

Nurettin Topçu,Ahlak
Devamını Oku »

Makine Medeniyeti ve Ahlak

Makine Medeniyeti ve Ahlak

Yüzyılımızın medeniyeti makina medeniyetidir. Her gün yaşamayı kolaylaştırıcı yeni araçlar ortaya koyan makine, çalışan insanı kendi şartlarına uydurarak hürriyetini elinden almaktadır. Eskiden küçük sanatlarda bir işçi, yaptığı şeyin bütününü orta­ya koyan bir sanat adamıydı. Kendi başına sanatının sahibi idi. İstediği şartlar altında sanatını yürütüyordu. Bugünün bir fabrika işçisi yalnız başına yaptığı işin bütününü çıkaramamaktadır. Belki ancak bir parçasını çıkarabiliyor. Bir iş düzenini yalnız başına kuramadığı gibi, iş yapan topluluk da buna yetmemektedir. İş yapanlardan başka ve onlardan önce büyük sermayenin varlığı zorunludur.

Bir işin parçalarını aralarında bölen emek sahiplerinin serma­ye sahibi olan işverenlerin emrinde ve onların kurduğu düzenin içinde çalışmaya mecbur olmaları, sosyal adaletsizliğin kaynağı sayılıyor ve çalışanların bir yandan iş karşısında, öbür yandan işverenlere karşı esir durumda olduklarını ileri sürenler görülü­yor. Bu düşünüş sonuç olarak iş hayatında sevgi yerine sürekli boğuşma yaratmaktadır. İnsanlığı yer yer ihtilâllere götüren bu sınıflar ayrılığı, en yıkıcı harplerin de sebebi olma durumundadır. Bu en büyük tehlikeyi ortadan kaldırmak ve milletleri olduğu gibi ter milletin fertlerini de birlikte mutluluğu arayan dost varlıklar Halinde yaşatmak, bir ahlâk devriminin eseri olacaktır. Bunun için de teknolojinin geliştirilmesinde, daha çok kazanç elde etmenin değil, insanlığa daha faydalı olmanın yollarını araştırmak gerek­mektedir. Bu yolda yürürken, hırsların yerine ideallerin geçiril­mesi, bencilliğin yerine sevgi ile hürmet çiçeklerinin aşılanması lâzım geliyor.

Bir devirde insanları hurafeler (yalan inançlar) sürüklüyordu. Geçen yüzyıldan beri aşırı kazanç hırslan onların yerine geçti. Yakın bir gelecekte kurtuluşunu arayan insanlık, bunca yüzyılların ona hazırladığı bilgilerle, sonsuza götürücü ideallerin arkasın­dan koşmalıdır.

Nurettin Topçu,Ahlak
Devamını Oku »

Eski Mebuslardan Ekrem Rize'nin Osmanlı Düşmanlığı

Eski Mebuslardan Ekrem Rize'nin Osmanlı Düşmanlığı...Zira bir Türk imparatorluğunu yıkan düşmanlardan sonra, bunca asırlık kışlaları, okulları, vilayet binaları, tersaneleri, çeşmeleri, türbeleri, sebilleri, resmî binaları, bakanlık binaları başta olmak üzere, bu binaların sanatsal birer tarih belgesi, ait olduğu devrin kültürünün hatırası olan kitâbelerini, tuğralarıyla birlikte kazıtmak gafilliği, başka hiçbir devlet tarihinde görülmemiştir. Ve hatta üzerinde kitâbeler yer alan bu eserler arasında sütun başlıkları, sütun gövdeleri, kaideler, taş küpler, su tekneleri, kurnalar, kapı lünetleri gibi değişik mimari unsurlar da bulunmaktadır.»

Türkiye Büyük Millet Meclisi’nin asker mebuslarından Ekrem Rize, Osmanlı’dan kalan ne kadar millî ve resmî bina var ise, tüm tuğra ve kitâbelerinin kaldırılması için ısrar ederken bunlar hakkında nefretle konuşmayı da ihmal etmemiştir.

Osman Öndeş,Vurun Osmanlıya
Devamını Oku »

Lozan'a Gelince; Bunda Bayram Yapılacak Bir Şey Yoktu!

Lozan'a Gelince; Bunda Bayram Yapılacak Bir Şey Yoktu!Lozan'a Gelince; Bunda Bayram Yapılacak Bir Şey Yoktu!

Başlıktaki bu cümle aynen Ekrem Rize’ye aittir ve şöyle demektedir:
Lozan’a gelince; bunda bayram yapılacak hiçbir şey yoktu!
Ordusu mahvolmuş bir Yunanistan her şeye sahipti. Hatta demiryolumuzun geçtiği topraklan bile bu mağlup Yunanistan elimizden almıştı. Her sene döviz verdiğimiz demiryolumuz Yunan topraklarından geçiyordu ve Yunanistan bir tazminat dahi vermemişti.

Aynı şekilde Güney hududumuz da aleyhimize çizilmişti. Lozan’da Musul Meselesi de müzakere edilmemişti.

Millî Mücadele’de Misak-ı Millîye’ye dahil olan Musul Vilayeti’ni Îngilizler, Milli Mücadelemden sonra bir taraftan o zamanki Londra sefirimiz olan Yusuf Kemal Bey’e, İngiliz Orta Şark Petrolleri Şirketi İdare Meclisi Başkanı Lord Imberfort'u göstererek, Musul ilini petroller taksim edilmek şartıyla Türkiye’ye iadeyi teklif ederken (ki, Yusuf Kemal Bey bu önemli teklifi bir raporla ve İngiliz postasına güvenmeyerek Fransa’dan Ankara’ya göndermişti) diğer taraftan, Lozan müzakeresinde de îngilizler, Doğu İşleri Müdürü Mr. Williams ve Lord Edward Grey vasıtasıyla konferansın Genel Kâtibi Reşit Saffet (Atabinen) Bey’e, Baş Murahhas İsmet (İnönü) Bey’e verilmek üzere şöyle bir teklif yapmışlardı: "Musul hariç, petrollerin %49’u bize verilmek ve Kerkük, Erbil, Süleymaniye yani Musul vilayeti bize iade edilmek üzere...” bu teklife rağmen, Türk Başmurahhasının bundan istifade edemediğini gören îngilizler, siyasî bir manevra ile Musul işini ileride görüşmek üzere Lozan Konferansından çıkartarak, onu konferans harici bırakmak başarısını göstermişlerdi. 1925 yıllarına doğru Ankara’ya gönderdikleri Mr. Lyndzie vasıtasıyla Musul meselesini (nasıl olduğu bilinmez) aleyhimize neticelendirmişlerdi.

Londra Sefiri Yusuf Kemal Bey’in Ankara’ya gönderdiği rapor çin Lord Imberfort, Yusuf Kemal Bey’in Londra’dan ayrılmasından sonra sefaret işlerine bakan Hikmet Bayur Bey’e herhangi bir cevabın gelip gelmediğini sorduğunda, hiçbir cevabın gelmediğini öğrenmişti.

Ekrem Rize’nin "Lozan’a gelince; bunda bayram yapılacak hiçbir şey yoktu.” sözünün ardından anlattıkları gerekçelerin tamamı bunlar!

Yine Ekrem Rize, Milli Şef İsmet İnönü’nün bizzat saptadığı mebus adaylarının peşinen mebus olarak atandıklarını belirterek şöyle diyordu:

Muayyen kimselerin rey vermesi bir formaliteden ibaretti. Bu iş seçim değil, bir tayindi. Millî Şef, TBMM sandalyelerine keyfinin istediği kimseleri tayin ediyordu. Bunlar da güya Millî Şefi, cumhurbaşkanı seçiyorlardı.

Millî Şef İnönü’nün huzurunda ayakta dimdik saf tutan Meclis içinde? eski Terakkiperver Partisi ileri gelenlerinden Kâzım Karabekir Paşa (Parti Başkanı), Ali Fuat Paşa, (Sadece Cafer Tayyar Paşa hariç, Çanakkale’de uyguladığı savunma tekniği ile bütün birliklere örnek olan general, bu sahte mebusluğu kabul etmemişti.) Rauf Orbay, Celâl Bayar, Adnan Menderes, eski İttihatçılar’dan Hüseyin Cahid Yalçın, Halil Menteşe, hukukçular, profesörler de bulunuyordu.

Bunların hepsi bu CHP nizamnamesinin Şef e itaat ve bağlılık hükmünü imza ederek bu milletvekilliği mevkiine, Millî Şef’in lütfü ile tayin edilmişlerdi.

Osman Öndeş , Vurun Osmanlı'ya
Devamını Oku »

Okmeydanı Yok meydanı Oldu!

Okmeydanı Yokmeydanı Oldu!

Osmanlı Devri kültür ve tarih mirası eserleri, bilhassa kentsel göçlerin arttığı son yıllarda giderek daha da ağır tahribata  kalmışlardır. Belediyeler yolları onarırken nice Osmanlı Devrin İstanbul çeşmesini recm yaparcasına toprağa gömmüştür. Bu eserler ise hazine arazilerini işgal edenler tarafından dökülen çöplerin altında yok olmuşlardır.

Tophane Müşirliği, Taksim Kışlası gibi nice anıtsal eser, kimi yol geçecek diye, kimi pervasız yöneticilerin kararıyla yıkılıp yok edilmiş, bölünmüştür.

En içler acı örneklerden biri Tophane Müşirliği’nin günümüzdeki halidir. Düşünüldüğünde böylesine bir külliye, Osmanlı İmparatorluğu’nun silah üretim fabrikası olduğundan, günümüze kadar korunması halinde, benzersiz bir müze olarak teşhir edilebileceği görülecekti. Değil mi ki, saat kulesi Salı pazarı Ambarları sınırlarına hapsedilmiş ve senelerce liman işçilerinin helası olarak kullanılmıştır. Halen de perişanlığı sürmektedir.

Osmanlı devrinden kalan ne kadar millî ve resmî kültür ve tarih mirası eser varsa, devlet ilgisizliği ile cehaletin eline düşmüştür. Özellikle İstanbul’un iş göçlerle işgale uğraması yıllarında korunmaya alınmamış, tahrip edilmelerine yöneticiler tarafından aldırış edilmemiştir.

Böyle olduğundan dolayı Fatih Sultan Mehmed’in vakfiyesi olan koskoca Okmeydanı kaçak kondularla kaplanırken, her biri bir tarih ve sanat eseri olan nişan taşları ve menzil taşlan kaçak konduların duvarları içinde kaderlerine terk edilmiş, kimileri kırılıp parçalanmış, kimileri giderek apartmanlaşan konduların balkon duvarına destek olmuş ve koskoca bir tarih yok edilmiştir.

Prof. Dr. Halit Çal, Osmanlı hukuk sistemi içinde Asar-ı Atika Nizamnamelerine kadar taşınmaz eski eserlerle ilgili tek hükmün 9.8.1958 tarihli Ceza Kanunnamesinin 33. maddesi olduğunu işaret eder. Bu maddede: "hayrat-1 şerife ve tezyinat-1 beldeden olan ebnia ve asar-ı mevzuayı hedm ve tahrib veyahud bazı mahalleri kırıp rahnedar edenlerin” cezalandırılacağı hükmü

Prof Dr. Halit Çal'ın mezkûr tebliğinde belirttiği üzere; Osmanlı Devletinin genel çöküşüne paralel olarak vakıf kurallarında da bozulmalar, vakıf gelirlerinde azalmalar olunca, vakıf eserler de harap olmaya başlamıştır. Yüzyılımızın başında Mimar Kemaleddin’in onarım hamlesi nisbî bir ferahlama sağlamışsa da uzun ömürlü olmamış, eserler yok olmaya devam etmiştir. Bu genel çöküşten idareciler de nasibini almışlardır. Gülhane Parkı nın surlarının bir kısmının yıktırılması veya benzerleri çoktur diye Ayasofya’nın yakınındaki Mimar Sinan tarafından yaptırılan hamamın yıktırılması gibi düşünceler ileri sürülmektedir. Onarımları da iyi yaptırılmamaktadır. Muhafaza-i Âbidât Encümen-i Daimîsi nin tespitlerine göre Topkapı Sarayı onarımlarında tahribatta bulunulmuş; mesela kullanılmıyor diye bir hamamın çinileri sökülmüş, sarayın diğer kısımlarında kullanılmıştır.

İstanbul’da bilhassa Cemil Topuzlu Paşa’nın şehreminligi sırasında çok sayıda eski eserin imar hevesiyle yıktırıldığı bilinmektedir.

Tüm bu tahribatlar; yönetimlerin veya halkın sığ kalan kültür düzeylerinden ileri gelmiştir. Hiçbirinde Osmanlı imparatorluğu gibi millî bir maziyi silip atmak gibi bir çağrışım bulunmamaktadır.

Rize Mebusu Ekrem Rize’nin verdiği önerge bu bakımdan diğerlerinden ayrılmakta, millet ve devlet olarak Osmanlı imparatorluğundan oluşan mazimizi kanun çıkartarak, çekiç ve keski darbeleriyle kazıtmaya kadar uzanan bir cüreti gerçekleştirmeye gitmektedir. Zaten bu saldırının sonucu, 1057 sayılı kanun olmuştur.

Cumhuriyetsin ilk yıllarında maruz bulunduğu yokluklar, sıkıntılar yanında, eğitilmiş insan kaynaklarının yetersizliğiOsmanlı Devletinin genel çöküşüne paralel olarak Vâkıf kurallarında da bozulmalar, vakıf gelirlerinde azalmalar olunca, vakıf eaerler de harap olmaya başlamıştır. Yüzyılımızın başında Mimar kemaleddin'in onarım hamlesi nisbî bir ferahlama sağlamışa da uzun ömürlü olmamış, eserler yok olmaya devam etmiştir. Bu genel çöküşten idareciler de nasibini almışlardır. Gülhane Parkı’nm surlarının bir kısmının yıktırılması veya benzerleri çoktur diye Ayasofya’nın yakınındaki Mimar Sinan tarafından yaptırılan hamamın yıktırılması gibi düşünceler ileri sürülmektedir. Ona rinaları da iyi yaptırılmamaktadır. Muhafaza-i Âbidât Encümen-i Daimîsi’nin tespitlerine göre Topkapı Sarayı onarımlarında tahribatta bulunulmuş; mesela kullanılmıyor diye bir hamamın çinileri sökülmüş, sarayın diğer kısımlarında kullanılmıştır.

İstanbul’da bilhassa Cemil Topuzlu Paşa’nın şehremin-ligi sırasında çok sayıda eski eserin imar hevesiyle yıktınldıgı bilinmektedir.

Tüm bu tahribatlar; yönetimlerin veya halkın sığ; kalan kültür düzeylerinden ileri gelmiştir. Hiçbirinde Osmanlı İmparatorluğu gibi milli bir maziyi silip atmak gibi bir çağrışım bulunmamaktadır.
Rize Mebusu Ekrem Rize'nin verdiği önerge bu bakımdan diğerlerinden ayrılmakta, millet ve devlet olarak Osmanlı İmparatorluğundan oluşan mazimizi kanun çıkartarak, çekiç ve keski darbeleriyle kazıtmaya kadar uzanan bir cüreti gerçekleştirmeye gitmektedir. Zaten bu kaldırtnın sonucu, 1057 sayılı kanun olmuştur

Cumhuriyetin ilk yıllarında maruz bulunduğu yokluklar, sıkıntılar yanında, eğitilmiş insan kaynaklarının yetersizliği dikkate alındığında, genç Türkiye’nin nasıl ağır bir mücadele verdiği görülecektir.

Böyle olunca da, bunca zorluklar arasından sıyrılıp, ille de "Osmanlı devrinden kalan millî ve resmî binalardaki tuğraları ve kitâbeleri kaldırın, örtün, yok edin!” diye boy gösteren Ekrem Rize’nin bu kahredici başarısını anlatmaya başlamadan, Türkiye’nin içinde bulunduğu derin yokluklardan sadece birkaç örneği. TBMM Toplantı Tutanaklarından alarak karşılaştırma yapılsın diye nakledeceğim.

Osman Öndeş,Vurun Osmanlı'ya
Devamını Oku »

Tarihi Silmek

Tarihi SilmekProf. Dr. Süleyman Berk de, "Tarihi silmek” ve "İstanbul Açıkhava Hat Müzesi (İstanbul Kitâbelerinden Seçmeler) ” başlıklı makalelerinde şöyle demektedir:
İstanbul’un önemli meydanlarından Beyazıt Meydanı’nda bulunan,eskinin Bâb-ı Seraskerî’si, şimdinin İstanbul Üniversitesi ana giriş kapısı üzerindeki celî sülüs hatla yazılmış, “Dâire-i Umûr-ı Askeriye” (askeri işler dairesi) ve bu yazının iki yanında Feth sûresinin ilk âyetleri, altından geçen binlerce öğrenci ve öğretim üyesini, bütün heybetiyle selâmlamaktadır. Osmanlı’nın önemli hattatı Mehmed Şefik Bey’e (1820-1880)16 ait olan bu anıt yazılar, bir insan boyu olan elifleri ile gerçekten dikkat çekici güzellik ve özelliktedir. Bu yazıların üzeri, 1928’deki harf inkılâbından sonra mermer ile kapatılmış ancak, 1949 yılında kısmî ser- bestlik ortamında, Süheyl Ünver’in delâleti ile Rektör Sıddık Sami Onar tarafından açığa çıkarılmıştır. Sadece, T.C. rumuzunun altında Hattat Abdülfettah Efendi’ye ait Sultan Abdülaziz tuğrası kapalı kalmıştır ki bugün de kapalıdır. Tuğranın ortaya çıkarılması için yapılan birkaç girişim maalesef başarılı olamamıştır. Demek ki, o da vaktini beklemektedir.


Bu âbidevî kapının arka kısmında da Kazasker Mustafa İzzet Efendi’nin (1801- 1876) celî ta‘lik kitâbesi yer almaktadır. Üniversite bahçesinde- ki ünlü Beyazıt Yangın Kulesi’nin giriş kapısı üzerinde Yesârîzâde’nin celî ta‘lik kitâbesi, kimsenin dikkatini çekmiş midir acaba?


Beyazıt Camii’nin, meydana bakan kapıları üzerinde bulunan celî sülüs yazıları II. Bayezid döneminden günümüze gelebilmiş nâdir yazı örnekleridir. Caminin tak kapısı ile birlikte bu yazıları ünlü hattat Şeyh Hamdullah Efendi yazmıştır. Yalnız, kütüphane tarafında bulunan avlu kapısının dış kısmındaki celî sülüs yazı çok sonraları 1212’de (1797) Hattat Mustafa b. Mehmed tarafından yazılmıştır. Bu kitâbenin sol üst kısmında “Kebehû Mustafa b. Mehmed min telâmîzi Yamak Sâlih Efendi” şeklinde imza bulunmaktadır. Beyazıt Camii’nin kıble cihetinde bulunan hazîrenin, Çarşıkapı Meydanı’na bakan kısmında, duvara bitişik çeşmenin üzerinde Hattat Macit Ayral’ın celî sülüsle yazdığı, “Biz her şeyi sudan yarattık” mealindeki Enbiyâ sûresinin 30. âyeti, artık suyu akmayan çeşmenin insanlara mâna akıtan tek kaynağı olmuştur. Beyazıt’ta, Sahaflar Çarşısı’ndan çıkınca Kapalı Çarşı giriş kapısı üzerinde Hattat Sâmi imzalı, celî ta‘lik “el-Kâsibü habîbullah” (Çalışıp kazanan Allah’ın sevgili kuludur) yazısına göz atmamak mümkün müdür? Aynı çarşının Nuruosmaniye Kapısı üzerindeki kitâbe ve Osmanlı arması da mutlaka görülmesi gereken eserlerdendir. Buradaki celî ta‘lik kitâbe de Hattat Sâmi’nindir.


Çarşıkapı Meydanı’nın biraz ilerisinde, Çorlulu Ali Paşa Medresesi kapısı üzerinde mermere mahkûk, Türk ta‘lik yazısının önemli ismi Durmuşzâde Ahmed Efendi’ye (ö. 1129/ 1717)18 ait celî ta‘lik kitâbe, medresenin hazîresinde bulunan eski mezar taşı kitâbeleri ile uzanacak bir himmet eli beklemektedir

Osman Öndeş,Vurun Osmanlı'ya
Devamını Oku »

Tuğraları değil tarihi kazıdık

Tuğraları değil tarihi kazıdıkMurat Uçar Aksiyon dergisinde yer alan "Tuğraları Değil Tarihi Kazıdık” başlıklı makalesinde tarihimize yönelen bu saldırıyı su ifadelerle anlatıyor:

Bir süre önce Ecyad Kalesi'nin yıkılması üzerine resmi ve sivil kesimlerden yükselen tepkiler, tarihe mal olmuş yadigârları sahiplenmemiz konusunda olumlu işaretler veriyor. Ancak bu sahiplenmeyi kendi sınırlarımız içinde ne kadar gerçekleştirdik? Osmanlıdan kalan tuğra ve kitabeler bu konuda ilginç bir örnek.

Altı asır boyunca ayakta kalan Osmanlı Devleti, tarih sahnesinden çekilirken, geride üç kıtaya yayılmış oldukça geniş bir kültürel miras bıraktı. Ancak bulundukları bölgenin kültürüne ayrı bir değer katan bu eserler, Osmanlı yıkıldıktan sonra sahipsiz kaldı. Tükiye sınırları dışındaki Osmanlı kültürel mirası, bakımsızlık ya da Türk—İslam düşmanlığı nedeniyle yıkılırken, sınırlarımız içindeki eserlerin de iyi durumda olduğunu söylemek mümkün değil.

Kısa bir süre önce Suudi Arabistan yönetiminin Mekke'deki Ecyad Kalesi'ni yıkması, diğer ülkelerin Osmanlı eserlerine bakış açısını ortaya koymuştu. Oldukça geniş bir coğrafyaya yayılan Osmanlı kültürel mirası Balkanlar'da da korunamadı. Sovyet Sosyalist Cumhuriyetler Birliği'nin (SSCB) etkisindeki Balkan ülkeleri, komünizm süresince Türk—İslam eserlerine hoşgörüyle bakmadılar. SSCB'nin yıkılmasından sonra ise bu bölgedeki Osmanlı camilerinin bazıları 'orijinal halleri kiliseydi' gerekçesiyle kiliseye çevrildi.

Osmanlı'nın doğal mirasçısı Türkiye, kendi sınırları dışındaki eserlere cılız bir sesle dahi olsa sahip çıkmaya çalışırken, acaba sınırlarımız içindeki eserlere yeterince sahip çıkabildik mi? Bu soruya olumlu cevap vermek ne yazık ki mümkün değil. Bizden önce gelenlerin hatırasını taşıyan Türkiye'de geçmişe karşı takındığımız bu olumsuz tavırla ilgili ilginç bir de örnek var. 1927 yılında Türkiye Büyük Millet Meclisi tarafından kabul edilen, Türkiye Cumhuriyeti Dahilinde Bulunan Mebani—i Resmiye—i Milliye Üzerinde Tuğra ve Methiyelerin Kaldırılması'na dair 1057 nolu kanuna göre, tarihi binaların üzerindeki Osmanlı tuğralarının (arma) ve kitabelerinin sökülmesi ya da gizlenmesi kararlaştırıldı.

Halen yürürlükte olan kanun aslında resmi daireler üzerine yeni kurulan cumhuriyetin mührünün vurulmasını amaçlıyordu ve eski dönemden kalan kitabe ve tuğraların sanat değeri olanlarının müzeye kaldırılmalarını ya da zarar verilmeden üzerinin örtülmesini istiyordu. Kanun bu haliyle kendi içinde tutarlı görülebilir. Ancak uygulamada pek de öyle olmadı; her biri usta hattatların elinden çıkma, kıymetlerini maddi ölçülerle tespit etmek mümkün olmayan sayısız tuğra ve kitabe taş ustalarının çekiç ve keskilerine teslim edildi.

Rakım'ın nice tuğrası, Yesarizade'nin nice talik kitabesi kazınarak ortadan kaldırıldı.Kanun uyarınca kültür varlığı ve tarihin yadigârı olarak müzeye kaldırılması gereken sanat eserleri tarihten silindi. Eski binaların, çeşmelerin üzerinde sıklıkla rastladığımız kazınmış kitabe ve tuğra zeminleri, hep o dönemden kalma. Bu şekilde ortadan kaldırılan tuğraların en meşhurlarından birisi İstanbul Üniversitesi'nin Beyazıt'ta bulunan ünlü kapısının üzerindeki Osmanlı tuğrası. Şevki Bey'in bir şaheseri olan fetih ayetlerini ve 'Dâire—i Umur—ı Askeriye' yazısını tamamlayan bu tuğranın nerede olduğu bilinmiyor. Şimdi yerinde sonradan monte edilmiş T.C. yazısı bulunuyor.

Bu uygulamanın kurbanlarından biri de İstanbul—Taksim'deki Galatasaray Lisesi'nin kapısında bulunan muhteşem Osmanlı tuğrası. Yerinden sökülen orjinal tuğranın nerede ya da kimin koleksiyonunda olduğu bilinmiyor. Paha biçilmez bu tuğranın yerinde şimdi, rahmetli Ziyad Ebuzziya'nın girişimleriyle yapılan taklit bir tuğra bulunuyor.

Türkiye'nin sayılı hat ve sanat tarihi uzmanlarından Uğur Derman'a göre kaybolan simgelerin en önemlisi, Sultan Reşat tarafından Eyüp Sultan Semti'nde yaptırılan mektebin kapısındaki kitabe. Osmanlı Devletinin ünlü hattatlarından Hattat Vasfi tarafından yapılan kitabe, halen yürürlükte olan bu kanun bahane edilerek söküldü. Sökülen bu kitabenin de diğerleri gibi nerede olduğu bilinmiyor.

Uğur Derman hocaya göre, böyle bir uygulamanın benzerini başka bir ülkede bulmak güç.
"Dünyada bizden başka ülkelerde de yeni cumhuriyetler kurulmuş" diyen Derman, "Ama Ruslar, Dostoyeski'yi okumaktan vazgeçmemişler. Geçmişleriyle bağlarını bu kadar koparmamışlar" şeklinde konuşuyor.

Osmanlının hakimiyet mührü

Peki hakklarında sökülmelerine dair kanun çıkarılan bu simgeler ne ifade ediyor? Tuğra,tarihi kaynaklarda; ferman, menşur ve benzeri belgelerle padişahların nişan ya da alâmetleri olarak kullanılan işaretlere verilen isim olarak açıklanıyor. Bir tür imza, damga hatta Avrupa'da yaygın olarak kullanılan 'arma' yı karşılıyor.

Doç. Dr. Said Öztürk'e göre tuğra her ne kadar Osmanlı kültürü ile bütünleşse de, bilindiğinin aksine ilk olarak Selçuklular döneminde kullanılmaya başlanmış. Yani Osmanlı icadı değil. Ancak, tuğranın sanatsal değer kazanması Osmanlı ile olmuş. Öztürk, hepsi birbirine benzese de her Osmanlı padişahının ayrı ayrı tuğralarının olduğunu belirtiyor. Fatih Sultan Mehmet döneminde az da olsa bir standarda giren tuğraya zaman içinde biraz ululuk, biraz da kutsallık vasfı kazandırılmış.

Batılı tarihçiler ise tuğranın doğuşunu, biraz da Osmanlı Devletini küçümseme aracı olarak kullanıyorlar. Bu tezi savunan tarihçilere göre, cahil ve okuma—yazma bilmeyen Osmanlı padişahı Sultan I. Murat, bir uluslararası anlaşmaya, avucunu mürekkebe batırıp 'pençesi'ni vurarak imza atmış. Tuğra da bundan alınan ilhamdan sonra doğmuş.

Osmanlı tarihi konusunda hazırladığı esere Türkiye'de oldukça rağbet edilen, 19. yüzyılın ilk yarısının ünlü oryantalistlerinden Hammer de çalışmasında bu yanlışı tekrarlamış.
Ancak bu teze önce 1890'larda Ahmet Midhat karşı çıkmış; sonra da Profesör Fuat Köprülü Sultan Orhan zamanında tuğranın kullanılmış olduğunu bundan yetmiş yıl önce belgeleyerek yalanlamış.

Şu an armamız yok

Cumhuriyetin ilk yıllarında Türkiye'nin kendi armasını yapmak için girişimler olmuş. Ancak bir türlü hayata geçirilemeyen bu proje kapsamında, 1927 yılında Milli Eğitim Bakanlığı tarafından bir yarışma açılmış. Bir çok eserin katıldığı yarışmada Namık İsmail'in arması birincilik almış. Diğer tüm armalar gibi kalkan içerisinde bulunan armanın zemini kırmızıymış. Merkezinde Türk Bayrağını temsil eden ay yıldızın bulunduğu armanın alt kısmında Oğuz menkıbesini simgeleyen bir kurt resmi bulunuyormuş. Kurdun ayaklarının altında ise eski bir Türk silahı 'harbe' bulunuyormuş. Kalkanın altında bulunan İstiklal Madalyası ise harbi ve bunun neticesini muhafaza etmeyi simgeliyormuş. Başak ve meşe yapraklarıyla sarılı armanın ortasında ise Türkiye Cumhuriyeti'ni simgeleyen T.C harfleri varmış. Ancak Mustafa Kemal Atatürk'ün de çok istediği bu arma bir türlü resmi şekle
sokulamadı.

Osman Öndeş,Vurun Osmanlıya
Devamını Oku »

Hergün Binlerce Turistin Ziyaret Ettiği Kapalı Çarşı’nın Kitabesini Bile Yok Ettiler! |

Hergün Binlerce Turistin Ziyaret Ettiği Kapalı Çarşı’nın Kitabesini Bile Yok Ettiler! |Kapalıçarşı’nın temeli 1461 yılında atılmıştır. Dünyadaki en eski ve en büyük kapalı çarşılardan biri olarak devam etmektedir. Bayezıd istikâmetindeki kapısının üstünde "El-kâsib Habibullah” kitâbesi ve Sultan ikinci Abdülhamid Han’ın tuğrası, Nuruosmaniye Camii istikametindeki kapısının üstünde de yine bir kitâbe ve Osmanlı Devleti’nin arması mevcuttur. Sâmi Efendi’nin Kapalıçarşı’nın Sahaflar ve Nuruosmaniye kapılarındaki tâlik tamir kitâbeleri enâfisden eserlerdir. Prof. Uğur Derman’ın naklettiği üzere, vaktiyle kitâbeler kazındığından dolayı, hattat Necmeddin Okyay, elindeki eski kalıbı vererek aslına uygun biçimde yeniden taşçı Yusuf Küçükçavuş tarafından yapılmış ve yerine yerleştirilmiştir. Bu kitâbenin yapılışındaki güçlükler için 2. Bölüm’ün 3. dipnotuna bakılabilir. Ancak Osmanlı devlet arması çok ağır biçimde tahrip edildiğinden, böylesine yüksek sanat isteyen bir mermer çalışmasını yapacak bir usta bulunamamış ve öylece bırakılmıştır. Bunları tahrip etmek, yerlerinden sökmek, hangi hastalıklı zihnin eseri olmuştur?

Osman Öndeş,Vurun Osmanlı'ya
Devamını Oku »

Osman Yüksel Serdengeçti - Bir Nesli Nasıl Mahvettiler

Osman Yüksel Serdengeçti - Bir Nesli Nasıl MahvettilerKara Gâvur

Üç yaşına yeni basmıştın ki, Anadolu yeni bir kıyama ‘ hazırlanıyor, cepheden dönenler, tekrar cepheye sevk olunuyordu. Sen masumane soruyordun:

-     Ana, bu amcalar nereye gidiyor?

Cepheye yavrucuğum, gâvurları gırmaya..

-     Ana, gâvurlar da kim, nasıl adam bunlar?

-     Hep kötülük yaparlar yavrum; onlar bize benzemez­ler. Allaha, Peygambere inanmazlar!... Babam da şehit eden o herifler. Baksana kahrolasılar yine üzerimize çullandılar. Bu amcalar onlarla dövüşmeye gidiyor. Gâvurlar. şapkalı herifler...

Ana ne şapkası, nasıl şey bu?

Anacığın bir türlü bunu tarif edemedi. Nemli gözlerle harmanı yerinde toplanan askerlere bakıyordu. Sen yine soruyordun.

Ana, gâvur dediğin kapkara bir şey mi?

Evet yavrum!...

Gâvurun Şapkası

O zamandan beri ne zaman bir gâvur kelimesi duysan, İçine kapkara bir şey çöker! İsli pisli kapkara bir şey!...Fakat senin aklın şapkaya takılmıştı; çocukluk bu ya.

Mütemadiyen onu soruyordun:

Ana şapka, şapka!...

Anan kızar gibi oldu. Ne bileyim yavrucuğum, gâvurla­rın başlarına geçirdikleri şeymiş!..Benim bir amcam var­dı; o anlatırdı; askere gittiğinde görmüş. Abdest alınan le­ğeni göstererek: "İşte buna benzer bir şeymiş!"

Çocuk muhayyilende, babanı şehit eden gâvurlar iyi­ce teşekkül etmiş, canlanmıştı. Leğen gibi, kapkara şap­kaları olan adamlar... Gâvurlar...

Harman yerine giderken hep bunları düşünüyordun. Anan, elinden tutmuş seni oraya götürüyordu. Aman ne de kalabalıktı burası... Anan gibi kadınlar, senin gibi ço­cuklar, amcalar, dayılar, babalar hep burada toplanmıştı. Herkes susuyor, önde sarıklı bir adam, hoca efendi, yük­sek sesle cemaate bir şeyler söylüyordu. O da anan gibi gâvurlardiyordu; farz, vacip, cihat, cennet, cehennem, şe­hit, gazi, vatan, millet, ırz, namus kelimelerini sık sık tek­rarlıyor, halk kollarını göklere kaldırmış "âmin!" diyordu. Sanki her "âmin!" deyişte bir sürü gâvur ölüyordu!... O ka­dar kuvvetli ve içtendi bu dualar!

Şehadete Yolculuk

Anan ağlıyordu, sen ağlıyordun. Âmin! Âmin! Âmin! Yer­ler gökler âmin sedaları, yarabbi yarabbi! nidalarıyla dol­muştu... Sonra birdenbire bir karışıklık oldu. Herkes birbi- riyle sarmaş dolaş oluyor, helâlleşiyorlardı. Yukarı mahalle­den bir kadıncağız oğlunun boynuna sarılmış, bırakmıyor­du. Herkes bu ana ile oğula bakıyordu. Öteki askerler hayli uzaklaşmışlardı. Oğulcuk, anasının ellerinden öperek:

"Hakkını helâl et şefkatli ana.

Canım feda olsun öksüz vatana."

dedi, gitti.

Gittiler!...Bir daha geri dönmediler. Vatan öksüz, ço­cuklar yetim, analar dul kalmıştı!... Harman yerinde ağla­mayan kalmadı. Kalabalık, askerleri nemli gözlerle bir müddet daha takip etti. Nihayet askerler görünmez oldu­lar!... Bu memleketin bu toprağın çocukları, bu memleket için bu topraklar için can vermeye» kan vermeye gidiyor lardı..O günleri hiç unutmadın değil mi? Dualar... Âminleri, askerleri,sarılanları ağlayanları... Anacığınla birlikte evinize dönmüştünüz. Eviniz bom­boştu! Yalnız sizin ev değil, bütün evler, yollar, sokaklar bomboştu!

Memleket baştan başa bir dullar, yetimler memleketi oluvermişti !...

Dünkü gibi hatırlıyorsun değil mi? Bir gün anan yine namaz kılıyordu, vatanın selâmeti için dualar ediyor, sen de minicik «avuçlarını sonsuzluğa doğru açmış, ince titre korkulu seslerle "âmin!" diyordun. Bu dualar, yalvarmalar o milli falakalı, babanın üzerine yürüyen ogavurları hatırlatıyordu. Anan henüz secdeden kalkmamıştı ki,sen kollarına atıldın! Anacığının boynuna aarılarak,yüzünden gözünden öptün. "Ana babamı öldüren gâvurları ben öldüreceğim'’ dedin! Anan gözleri yaşararak gülümsedi:

"Büyü da yavrum, büyü de inşallah.*

Güzel İzmir, Güzel Aydın

Cephelerden kara haberler geliyordu. Yunanlılar İzmir’i işgal etmişlerdi, düşman ilerliyordu. Bu haberleri Kâtip Haşan Efendi cerideden okumuştu. Gidenlerden bir haber yoktu. Her yeri matem kaplamıştı. O sıralardaki ortalığa şöyle yanık bir türkü yayılmıştı:

Dogma güneş yasımız var,

O it haber ver diyar diyar,

Türk'ün kolları bağlandı,

İzmir'i ondan aldılar.

Aydın Aydın güzel Aydın.

Ah bir kerre kurtulaydın.

Karalar mı giydi bu yaz.

Yeşil duvaklı bağların.

Kargalara mesken olmaz.

Bülbül yuvası dağların.

Aydın Aydın güzel Aydın,

Keşke yanıp yıkılaydın.

Bunu mektep çocukları söylüyordu. Bu şarkı ağızlardan ağızlara, bu yas, gönüllerden gönüllere, diyarlardan diyarlara dolaşıyordu:

Doğma güneş yasımız var,

git haber ver diyar diyar!.

Artık sen de büyümüş, altı yaşına girmiştin. Bir sabah  anan seni giydirdi kuşattı; mahalle mektebine götürdü."Eti senin, kemiği benim" diye hocaya teslim etti. Bu hoca efendi harman yerinde gördüğün hocaya benziyor, bu da düşmandan bahsediyor, küffarın hâk ile yeksân olması için Cenabı Hakk'a dualar ediyor, size de“Amin" demenizi söylüyordu.

Nihayet dualar kabul olundu; rüyalar hakikat oldu .Cephelerden sevinçli haberler geliyordu. Türküler, şarkılar. havalar değişivermişti:

İnönü dağlarımla çiçikler açar Altın gülmüş ordu ateşler saçar.

Bozulmuş düşmanlar yel gibi kaçar

Yaşa Mustafa Kemal Paşa yaşa ismin yazılacak mücevher,yaşa

Ölenler dirilmiş, gidenler gelmiş gibi herkes sevinç içindeydi. Anan şükrediyordu. "Bu günleri bize gösteren Rabbime binlerce şükür" diyor, secdelere kapanıyordu.

Sen yerinde bir türlü duramıyor, anacığına sualler soruyordun !...

-    Ana bu Kemal Paşa da kim?

-    Evvel Allah’ın, sonra baban gibi yiğitlerin yardımıy­la memleketi, gâvurlarınelinden kurtardı; anası atası nur içinde yatsın! O şapkalı herifleri denize doktu...

-   Ana gidenler hep gelecekmiş! Babam da gelecek mi? Anacığın senin bu sualine ağlayışlıbir gülüşle cevap verdi: Hayır oğlum. Baban cennete gitti. Şehit oldu. Peygam­berimiz Hz. Muhammed "Şehitler cennette benim yanımdadır" buyurmuş; onun mertebesi, yeri çok yüksek. Zaten sağ­lığında rahmetli, Peygamberimizin bu hadisini tekrar eder "Bir şehit olsam, ah hir şehit olsam" der dururdu, işte mura­dına erdi. Allah şefaatinden mahrum etmesin yavrum.

Sen susuyordun. Yutkundun, yutkundun! Bir şey diye­medin! İçinden kendi kendine ; "Herkesin babası gele­cek, benim babam... Benim babam cennette imiş. Cen­net...’' Cennet, deyince yüzün gülüyor, gözlerinin önünde san, pembe, yeşil rengârenk bir âlem, sonsuzluğa doğru akıp gidiyordu. "Cennet, babam cennette. Cennet çok gü­zel. Ama ne yazık ki babam burada değil, yanılmada de­ğil, babam gelmeyecek!..."

Ana Mustafa Kemal Paşa da Cennette mi?

. - Hayır oğlum, o bizim başımızda, dünyada - Cennet dünyadan değil mi? O kadar akıllı, büyük adam dünyada ne duruyor, Cennete neden gitmiyor?

…………………………………….

Kimi derdi ki, "Bu adamlar bir oğlan çocuğunu kesmişler, kazanda kaynatırlarken zaptiyeler tarafından yakalanmışlar."

Bir başkası, "Hadi giz sen de, bunlar beş vakit namazını kılan insanlar öyle şey yapmazlar."

Bir diğeri "Kemal Paşanın kanununa karşı gelmişler, isyan etmişler."

Ötekisi "Şapka giymeyiz diye tutturmuşlar, onun için sürmüşler, bu adamcağızları buraya, bizim herifler nasıl giyecekler bilmem ki. Sen bilirsin yarabbi!.Gördün mü  sen başımıza bir geleni!..."

Böyle konuşmalar oluyor, haberler yayılıyordu. Anacığın belki de bu dedikoduların tesiri ile "Sus yavrum sus, sonra bizi asarlar" diyordu. Halk korku, merak ve teces­süsle karışık bir şaşkınlık içindeydi.

Gâvur Muallim

Sen istemeye istemeye, çekine çekine mektebe devam ediyordun. Bir gün muallim bey, size dönerek "Çocuklar

Allah var mı söyleyin, bakayım?!" dedi. Çocuklar şimdiye kadar duymadıkları, düşünmedikleri bu sual karşısında şaşkına döndüler. Belki de korkularından ses çıkarmadılar. Fakat sen duramadın!..."Var!" diye bağırıvermiştin...  Muallim bey güldü. "Böyle bir şey yok çocuklar. Bunlar kocakarı masalı, yalan..." dedi...

Talebelerin şaşkınlığı büsbütün artmıştı. Masal, ya­lan!...Şimdi masallardaki devleri düşünüyorlardı. Acaba "Allah" dedikleri böyle bir şey olmasın!... Muallim tekrar söze başladı: "Çocuklar!" dedi." Şimdi hep bir ağızdan Al­lahımbize şeker ver! diyebağıracaksınız. Çocuklar hep bir ağızdan bağırdılar:

"Allahım bize şeker ver!"

Hiçbir cevap veren olmadı!...

"Muallim Bey bize şeker ver " diye bağırdılar:

Muallim Bey sırıtarakarkasını döndü, sakladığı yerden bir mikdar şeker çıkardı,çocuklara birer ikişer dağıttı.

Çocuklar şaşkın, ürkek nazarlarla muallime bakı yorlardı. Kimse olup bitenlerin manasını anlamamıştı.Bütünsınıfı derin bir sükût kaplamıştı. Şekerleri, kimisıranın altına attı, kimi içine koydu. Herkes işin sonu nereye varaoakdiye düşünürken muallimin sesi tekrar yükseldi: “Görüyorsunuz ya çocuklar, Allah yok... Olsaydı beni gördüğünüz gibi onu da görürdünüz! Şeker istediniz, bağırdınız! Duymadı, getirmedi, vermedi! Olsaydı, duyar, gelir, getirir verirdi. Bak benden istediniz getirdim, verdim!... Çünkü ben varım, siz varsınız. Veren de biziz. alan da. Sonra, muzaffer bir eda ile güldü: "Öyle değil mi?" Sen tam o sırada elinde terden yapış yapışolan şekeri adamın yüzüne fırlattın "Sen gâvursun" diye bağırdın!... Muallim seni tokatladı, kulağından tutup dışarı attı. Sen ağlayarak evine gidiyordun. "Bu adam anar mm anlattığı, babamı öldüren gâvurlardan olacak. Ba­şında şapkası var. Üstelik Allah’ı da inkâr ediyor. Hani,onları biz denize dökmüştük. Bunlar nereden çıkıp gel­diler? " diyor, ağlıyordun!...

Şapkalı Kurtarıcı

Bir gün sonraki derste, muallim kara tahtaya tıpkı kendisi gibi şapkalı bir adam resmi astı. "İşte bizim Alla­hımız. bunu gözümüzle görüyor, elimizle tutuyoruz. Bu, bizi kurtaran, yoktan var eden Mustafa Kemal!..." diyor­du!.., Sen iyice bakıyordun." Hayır, bu anamın anlattığı, yatağımın baş ucuna astığım Kemal Paşa değil. O başka. Hem o Allah değil ki, Allahın paşası. Tıpkı bizim gibi in­san!... Allah olur mu hiç?" Mütemadiyen kafamdan bu ve buna benzer düşünceler geçiyor, bağırmak istiyor, bağı­ramıyor, yutkunup duruyordun. Daha evvel yediğin toka­dın acısını hâlâ unutmamıştın... Sonra mualliminiz kara tahtaya, son kelimeleri, "Yaratan kurtaranlarla biten bir manzume yazdı. Çocuklara: "Hepiniz bunu Fatiha gibi ezberleyeceksiniz, sonra karışmam ha..." dedi.

Bir Bayram Günü

Bir bayram günüydü.Yeni bayramlardan biri.Sizi harman yerine topladılar.Sıra sıra dizdiler.Küçük küçük kağıtlar, bayraklar ve yeşil dallarla süslenmiş yüksekçe bir yere, paltosunun arkası koyun kuyruğuna benzeyen bir adam çıktı. Evvelâ adam 5 dakika sııkût edeceğiz dedi; tam 5 dakika zaptiye gibi "hazır ol!” vaziyetinde durdu. Sonra yırtılırcasına haykırmaya başladı: "Padişahlar, ha­inler, zalimler." Böyle bir şeyler söylüyor, hiddetinden nutuk verdiği yer sallanıyor, arkasındaki kuyruk gibi şey de inip kalkıyordu. Bize dönerek : Bu vatanı o yarattı, si­zi o yarattı. Biz yarattık; o. biz. O... Mütemadiyen "O" “Biz" deyip duruyordu.

Sen düşünüyordun; "Eyi amma vatanı bu adamlar mı yarattı? Eskiden vatan yok muydu? Bu dağları, bu taşlan bunlar mı yarattı? Hani ya ölmemişler, yaralanmamış­lar? Vatanı kurtaran babam, babam değil mi?"

Dört beş sene evvel aynı yerde okunan duaları, cephe­ye giden askerleri, analarının babalarının boynuna sarılanları hatırlıyordun. Hani onlar, nereye gitti? Vatanı kurtaran onlar değil mi? Onlardan kimse yok? Bu adamlar da kim, nereden çıktı bunlar? diyordun?...

Akşam mektebin salonunda bir müsamere verilecek­ti. Buraya herkes davetli idi. Sen de gittin. Arkadaşların­dan çokları müsamereye iştirak ediyorlardı... Muallim seni nedense almamıştı. Bakalım, neler olacaktı? Her­kes merakla bekliyordu. Nihayet perde açıldı. Bir köşede göbekli, kaim boyunlu bir hoca minderin üzerinde otur­muş, sallana sallan a bir şeyler okuyordu. Elinde meşin kaplı bir kitap vardı, Kur’an-ı Kerim’di galiba. Hem oku­yor, hem de arada sırada geyiriyor, her geyirişinde "es­tağfurullah!" diyordu. Hocanın hemen başının üzerinde bir falaka, diğer köşede de çerçeve içinde âyetyazılı bir levha  asılıduruyordu. Derken odayı pejmürde kıyafetli, burnu sümüklü bir sürü çocuk doldurdu. Çocuklar ezile büzüle hoca efendinin karşısında diz çöktüler. Hoca gâh kitaba, gâh öfkeli öfkeli çocuklara bakıyordu. Sık sık geyiriyor; hemen arkasından basıyordu: "Estağfurullah*!! O kadar kerih, o kadar iğrenç vaziyetler alıyordu ki ada­ma bakıp da tiksinti duymamanın imkânı yoktu. (Tabi­atıyla bütün bunlar Müslümanlığı ve onu temsil edenle­ri tezyif, tahkir etmek, halkın gözünden düşürmek için ustaca tertip edilmiş oyunlardı.)

 Eski Mektep-Yeni Mektep                                                                          

Aradan çok geçmeden içeriye genç, çarşaflı peçeli bir kadın girdi. Bu kadın değil, erkekti; amma mahsus-tan kadın kıyafetine girmişti. Gitti, hocanın elini öptü,dizçöktü. Hoca göğsünü açmasını işaret etti. O da iliklerini çözdü. Hoca efendi diviti, kamış kalemi çıkardı,kadına yanaştı; bir besmele çekti; kalemle göğsüne yazı yazmaya başladı. Yazıyor, olmadı, deyip diliyle yalıyor, tekrar yazıyor, ağzından. Siftah Bismillâh kelimeleri dökülüyordu. Derken, setre pantolonlu bir bey de arkasın­da maiyeti, içeriye girdiler. Adam, "Bu ne rezalet!...” di­ye bir tehdit savurdu. Çocuklar, hoca, hep birden ayağa kalktılar. "Dışarı!" emrini verdi. Sonra rahle üzerindeki kitabı alıp yere fırlattı. Bastonu ile köşede asılı levhayı kırdı. Falakayı indirdi. Onun yerine Kemal Paşanın bir resmini ve "Cumhuriyetçiyiz, Halkçıyız, Lâikiz, İnkılâp­çıyız, Devletçiyiz, Milliyetçiyiz" yazılı bir levha astı. Sizi de dışarı çıkardı.

Hocayı da zaptiyeler sürüklediler götürdüler. Çok geç­meden pejmürde kıyafetli çocukların yerine, beyaz yakalı, temiz giyimli bir sürü çocuk içeri girdi. Bunlar aynı çocuklardı. Bu çocuklar hep bir ağızdan: "Türküm, Doğruyum, Çalışkanım" tekerlemesini söylediler. Perde indi ve müsamere böyle bitti.

Eski Mektep-Yeni Mektep müsameresi. Sen ömründe böyle pis pis geyiren, âdeta geviş getiren hoca görmemiş­tin. Bunu nereden bulmuşlardı. Ne iğrenç adamdı bu. Bu hoca harman yerinde halkı cihada davet eden, dualar okuyaıthoca efendiye hiç mi hiç benzemiyordu.

O günlerde kasabada Kur'an-ı Kerim’i yere atmışlar, yırtmışlar gibi dedikodular alıp yürüyordu. İhtiyarlar "Al­lahımne günlere kaldık!.diyorlar, gizli, hararetli hara­retli konuşuyorlardı.

Büyüklere göre Deccal ya çıkmış ya çıkacaktı. Olup bi­tenler hayra yorulacak şeyler değildi. Her gün MuhiddiniArabi gibi İslâm büyüklerinin kitabı açılır, "elif," "lâm," "mim" gibi rumuzlardan istihraçlar yoluyla neticelere va­rılır, günün hâdiseleri bu saviyeden mütalâa olunurdu.

Ak sakallı bir ihtiyar, hem ağlıyor, hem söylüyordu. Ben. diyordu, "Üç oğlumu bunun için mi şehit verdim?

Şehit evlâtlarının çocuklarının gözleri önünde, babalarının uğrunda can verdiği, son nefesinde elinden, dllin-den düşürmediği. Kur’an-1 Kerim’i yerlere, ayaklar altı­na atsınlar ha!...Kendileri neye inanırlarsa inansınlar, nasıl yaşarlarsa yaşasınlar, fakat bizim dinimize, kitabımiza, işimize karışmasınlar" diye sızlanıyor, bir taraftan da torunlarına "Dışarı bakın oğul kimse olmasın... Son..." diyordu. "Sonra" nın sonu gelmiyor, onun yerine gözlerinden yaşlar geliyordu..

 Müsamere hâdisesi vicdanları öylesine sarsmış, gö­nülleri öylesine kırmıştı ki... Yalnız bu kasabada değil, memleketin her köşesinde buna benzer hâdiseler oluyor­du. Herkes şaşkınlık içinde idi. Her gün. her an âdeta ye­ni bir felâket bekleniyordu.

Kaymak Tabağı

Artık sen bir hayli büyümüştün. Anan yemedi içme­di, dişinden tırnağından artırdığı birkaç kuruşu "Oğ­lum okusun, adam olsun" diye tahsilin için ayırdı; seni  yakınınızdabulunan bir şehre, orta mektebe gönderdi. Bu şehir senin için yepyeni bir âlemdi. Caddeler, dük­kânlar, meydanlar, mektep, arkadaşlar... Pansiyon ha­yatı. Senden daha büyük arkadaşlarının açık-saçık ko­kuşmaları. Şimdiye kadar duymadığın şeyler. Bunları hem korku, hem merakla dinliyor, acayip acayip şeyler düşünüyordun... Şimdiye kadar nefsinden, cinsiyetin­den habersiz, anacığının yanında bir kuzu gibi büyü­müştün. Şimdi bu muhit, arkadaşlar, hemen her gün yatağa yatar yatmaz birbirinden daha cıvık, gıcıklayıcı hikâyeler. Henüz maddî değilse bile manevî bekâretini tozuyordu.

Bir gün arkadaşlarından biri "Kaymak Tabağı" isimli müstehcen bir kitap ele geçirmişti. Çocuklar yiyecek gibi bu kitabı elinde tutan arkadaşın etrafında itişe kakışa toplanmışlanmışlardı.

-  Oku ulan!...

-  ineklik yapma be!...

-  Ağzımın suyu aktı!...

Vay anam kaymak tabağı.

Har kafadan bir ses çıkıyordu.

Kaymak Tabağı okunmaya başlıyor: Aman Allahım. Apaçık…Girdi çıktı edebiyatı. Tenasül uzuvlarının boyuna bosuna, derinliğine varıncaya kadar. Kitap okundukça ço­cuklar bir elimi ceplerinde birbirleri üzerine yığılırcasına daha beter sıklaşıyorlar, okunanları yutar gibi nefes nefese dinliyorlardı Han karşıdan bunlara merakla bakıyor, okunanların bazılarını duyuyordun. Amma arkadaşların hemen hepsi Kaymak Tabağı'nı Adeta ezberlemişler, bal­landıra ballandıra teneffüslerde, yatakhanede, şurada bu­rada anlatıyorlardı. Hatta akça pakça etli toplu bir kız tale­beye Kayma  Tabağı ismini vermişlerdi. Çocuklar kızın an kasından, "Kaymak, ne hoş olur ko..." diye bağırıyorlardı.

Mektep 19 Mayıs şenliklerine hazırlanıyordu. Hemen her gün mektebin önündeki sahada provalar yapılıyordu. Kız erkek bir arada... Bu, çocuklar için bulunmaz bir fır­sat, doyulmaz bir seyirdi. Mektebin ileri gelen başarılı kızlarını kendi aralarında paylaşmışlar, kızların asıl isimleri âdeta unutulmuş, "benimki" "seninki" "onunki" oluvermişti. Kaymak Tabağı'nı aralarında bölüşememişlerdi. Ona herkes sahip çıkıyordu.

Çıplaklar Bayramı 

19 Mayıs günü. İçleri bayıltan bir sıcak vardı. Bahar, gençlik. Çırılçıplak soyunmuş, açık tarafları kapalı taraf­larından fazla yeni gençlik! Yeşil çimenler üzerine seril­mişti. Cimnastik gösterileri yapacaklardı. Başta vali ol­mak üzere hükümet adamlarının hepsi vardı. Gençler bir arkaya, bir öne, bir sağa, bir sola, defalarca eğildiler, bü­küldüler, gerilediler. Herkes tarafından görüldüler, alkış­landılar. Bugün kim bilir kaç yüz genç içini çekti. Kim bi­lir daha neler neler çekti.

Kenarda durmak, bu şeylerden iğrenmekle beraber, bu hava az çok seni de içine almış, çocukluğun o pembe, masum havasını ifsat etmişti. Kaymak tabakları, şehvet sahneleri, arkadaşların sululukları, anlatanlar, anlatılanlar!... Hepsi feci şeylerdi...

Osmanlı 'ya Sövgü

Orta mektepte, size Yurt Bilgisi dersine giren şişmanca göbekli, apalapal yürüyen. Kıbrıslı bir adam, vardı. Yaşı bir hayli ilerlemesine rağmen, talebelerin içine karışır, millî bayram olarak kabul olunan günlerde nutuklar çeker, "Yaşımın ilerlemesine bakmayın, ben de sızdenim; Cumhuriyet neslindenim" derdi!... Talebeler alkışladıkça bu tüyleri dökülmüş, göbekli adam daha da gençleşir, kü­çülür küçülür giderdi. İşte bu akşam da 19 Mayıs'ın şere­fine bir müsamere verilecek mutlaka, o çıkacak inkılâptan,Cumhuriyetten bahsedecekti. Liseye felsefe dersine giden bu göbekli muallimi tanımayan yoktu. Hemen bü­tün bayramlarda meydana bu çıkar, her sene aynı şeyleri söyler, aynı alkışları toplardı. Bu gün de öyle. "Cumhuri­yet" dedi, "medeniyet" dedi, "memleket" dedi, "yetlerin ’ üzerine zevkle öyle basarak net ve sert telâffuz ediyordu ki âdeta kendi sesine hayran, kendi sesinden kuvvet alı­yordu. Halka hitaben "Artık padişahlık, halifelik devri bitmiştir. Kendilerini yeryüzünde Allah’ın gölgesi sanan bu adamlar, alçak Hanedan düşmanla iş birliği yapmış, sonra kaçıp gitmiştir. Hem Allah cisim değildir derler.hemde biz Allah’ın gölgesiyiz derler; böyle mantıksız seyolur mu hiç? Bir şeyin gölgesi olabilmesi için o şeyin ci­sim olması lâzım. Her şeyin gölgesi kendine benzer. Al­lah’ın gölgesi de padişahlarmış. Bak sen şu işe!" Felsefe hocası, felsefeyi siyasete âlet ediyordu.

Salonda gülüşmeler oldu. Kendilerini Allah sanan bu alçak adamlar... Bizi kurtaran Atamız... O en büyük insan, o en büyük varlık... Yaratıcı o. Köhne zihniyetleri yıktı, örümcekli kafaları parçaladı. Modern, asri. Kant -Kont daha bir sürü şeyler söyledi. Fakat halk bunlardan fazla gir şey anlamadı. Ama yine de alkışladı. Arkasından müsamera. Yine eski devre atıp tuttular. Din adamlarını tez­yif, terzil eden sahneler gösterdiler.

Göbekli Hatip 

19 Mayısın ertesi günü size Yurt Bilgisi dersi vardı... Anlaşılan göbekli nutukçu mualliminiz müsamerede çek­tiği nutkun hızını alamamış, içinde daha birçok şeyler

kalmışolcak ki bir nutuk edası ve sedası ile inkılâptan, köhne fikirlerden bahsetmeye başladı. "Halkın karşısın­da fasla açılamadım, ne de olsa onlar cahil. Siz inkılâp ço­cukları. Atatürk neslisiniz... Ben de kafa, ruh bakımından sizin gibiyim. Memleketi düşmanlardan temizledik. Memleketten düşmanları kovduk. Fakat vazifemiz bitme­miştir arkadaşlar. Kovduğumuz o düşmanlardan da beter düşmanımız var: Taassup ve cehalet kaynağı, Allah fikri­dir. Meselâ Kıble dedikleri nedir? Kabe dedikleri nedir? M uslumunlar hacca gittikleri zaman Kâbe'yi tavaf eder­ler. Kâbe bir kara taştan ibarettir. Müslümanlar, namaz kılanlar bu taşa doğru yönelirler. Hicaza gidenler bu ta-şın etrafını çepeçevre kuşatırlar, namazlarını öyle kılar­lar. Taşı kaldırın, namazdakiler yüz yüze gelirler. Şu hâl­de insanlar, insanlara taparlar!... Bunu doğrudan doğru­ya yapamazlar. İşte böyle bir taşın, bir perdenin arkasına gizlenirler. Sonra Tevfik Fikret’ten:

Beşerin böyle dalâletleri var.

Putunu kendi yapar, kendi tapar

gibi, imanları, vicdanları sarsıcı, yıkıcı şiirler okudu. Sı­nıfta çıt yoktu. Herkes yarı hayran, yan şaşkın bir hâlde idi... Bu Yurt Bilgisi muallimi ne yaman, ne zeki adamdı. Şüphesiz çok derindi. Onun bildiğini kimse bilemez, an­lattığı şeyleri kimse anlatamazdı. Amma bu adam herke­si rahatsız ediyordu. Bir nevi gönül ve kafa rahatsızlığı veriyordu insana.

Şimdi kalplerde, zihinlerde yerleşen, sevilen, tutulan bir kuvvet kayboluyor, âdeta her yer ve her şey boşalıyor, tutunulacak, sevilecek, kendisine bağlanılacak hiçbir şey kalmıyordu. Boşluk, boşluk, ebedî boşluk!... İnsanın yaşa­yabilmesi için her şeye inanması, tutulması gerekirdi. Ço­cuklar işte bu boşluktan korkuyorlardı. Kimsede itiraz et­meye, sual sormaya mecal yoktu. Hakikaten de doğru, ma­kûl diyorlardı içlerinden çocuklar. "Kara taşı, Kabe’yi kal­dırın insanlar yüz yüze gelirler, şu hâlde insanlar insanla­ra taparlar." Yurt Bilgisi muallimi bunu kaç defa tekrar et­mişti. İlk mektepteki "şeker" seni pek aldatmamıştı amma bu öyle değildi. Adam doğru söylüyordu. Fakat sen ve ar­kadaşlarınız çok sevdiğiniz birisini, çocukluk arkadaşınızı kaybetmiş gibiydin is. O gecelerin gündüzlerin sahibi, seven, acıyan, duyan, duyuran Ulu Tanrı'nın yerine şimdi kapkara bir taş oturmuştu. Hatta muallim bir aralık. Peygamber hakkında, "Hz. Muhammed de putperestti, bu ta­şın kutsiyetine inanmıştı. Kabe’deki bütün puttan devirdi ği hâlde ona ilişmedi" demişti. Bu sözlerle de ismi geçin­ce kalplerinizin daha şiddetle attığı Hz. Muhammede kar­şı olan sevginiz sarsılmaya başlamıştı.

Selânikli Tarihçi

Selânikli tarih muallimi daha ileri giderek. Peygambe­ri dokuz karı almakla, şehvetperestlikle itham etmiş, hac meselesinde de Muhammed "Baldın çıplak hemşerilerinin geçimini temin için yapmıştır bunu... Hacca gitmek Islamın şartları arasına bu düşünce ile girmiştir" demişti Böylece aile ile mektep, babalarla çocuklar, nesiller arasına nifaklar sokuluyor, uçurumlar açılıyor, bu uçu­rum gittikçe korkunç bir hâl alıyordu.

Hâlbuki Kıble, Müslümanların bir noktaya yönelme­si, fikirde, imanda, amelde, gayede birliği gösteriyor, ibadette, Müslümanlar arasındaki intizamı ve ahengi te­min ediyordu. Karataş bir sembol, mukaddes bir işaret­ten ibarettir. Fakat o zaman siz öyle şeyleri düşünecek seviyede değildiniz...

Çok evlenme meselesine gelince Hz. Muhammed bütün gençliğini yaşlı bir kadın olan Hz. Hatice ile geçirmiştir. El­li üç yaşına kadar bu kadınla iktifa etmişti. Hz. Hatice ölün­ce! siyasî ve dinî birçok sebeplerle olmuştu bu evlenmeler.

İki gün sonra tarih dersinde buna benzer diğer bir hâ­dise oldu. Mavi gözlü, san saçlı, Selânikli olduğu söyle­nen o tarih hocası. Bu adam sizi Allahın günü “Aptallar, geri kafalılar, öküzler! Zaten Anadolu’dan adam çıkmaz ki. Atatürk olmasa hepiniz Şâirdiniz, köle olacaktınız“ gibi sözlerle azarlar, kötülerdi.

O günkü dersiniz İslâm tarihi idi. Hz. Muhammed‘den,İslâmîyetten, Kur’an-ı Kerim den bahsediyordu. Amma nasıl! Bu, Yurt Bilgisi hocasından da beterdi.

Mevzu Kuran, Cebrail, Vahiy meselesine gelince,adam şöyle bir hikâye anlattı: "Bir gün hocanın biri ab-dest alıyordu. Yanına yaklaştım. Merhaba Hoca Efendidedim. Mukabele etti. Hocam sana bir şey soracağım :

“ Allah mekândan, zamandan münezzeh değil mi?

-   Hay hay, elbette. Ona ne şüphel

- Peki, Allah’la Peygamber arasında Cebrail’in gelip gittiğini. Peygambere Allah’ın emir ve nehiylerini getirdi- ğini söylüyorsunuz değil mi?

Zaman meselesine gelince: Her gelen giden, olan-biten bir zaman içinde cereyan eder. Bu hâdisenin de bir zaman içinde cereyan etmesi lâzım. Şu hâle göre, Allahın zama­nın, mekânın dışında, üstünde, dinî tabiriyle "zamandan mekândan münezzeh" olmaması lâzım "deyince, hoca efendi gazaba geldi" Neuzübillâh!... Şimdi bir kan çıkacak!" dedi, hemen camiye girdi. Tarih muallimi gülüyor, "Bu hâ­dise üç-beş sene evvel cereyan etmişti" diyordu.

Adam "Ç" ve "Ş" harflerini "J" gibi telâffuz ediyordu. Onun için herifin adını siz (üj - bej) koymuştunuz. Amma onun size koyduğu daha müthiş bir şeydi. Âdeta kalbini­ze bir bomba yerleştirmişti. Hakikaten de "öyle" diyordu­nuz. Cebrail gelip gittiğine göre, Allah da bir yerde, bir yeri olması lâzım. Böyle diyor, böyle düşünüyordunuz.

Tarih muallimi, felsefe dersi verir gibi boyuna bu türlü şeylerden bahsediyordu. Gözünüzle görmediğiniz, elinizle tutmadığınız şeylere inanmayınız çocuklar. Bir de böyle ak­lınızın almadığı şeylere. Tecrübe ve akıl... Esas bu. Bu tür­lü geri fikirleri artık kirli çamaşırlar gibi bir köşeye atınız. Masal ve hurafe devri geçmiştir. Müspet ilim, müspet.

İnkılâpçı Aklı 

Siz o zaman nasıl bilirdiniz ki müspet düşünüş bu de­ğildir. Bir dakika sonra ne olacağını bilemeyen akıl, böy­le şeyleri kavramaktan âcizdir... Akıl, mutlak hakikati kavramaktan çok uzaktır. Bu gün aklın hakikate erme bakımından kifayetsizliği, âcizliği garp filozofları tarafın­dan da kabul edilmiştir. 19. asrın müfrit pozitivizmi yıkıl­mıştır. Yeni yeni ilmi, felsefî büyük sistemler kurulmuş, bu yeni hamleler, bizim çok eskiden bildiğimiz İslâm mu­tasavvıfları tarafından en güzel bir şekilde sistemleştirilmiş. «öylenmiş, yaşanmış. Kur’an hakikatlerine doğru yol almaktadır. Garpta 60-70 yıl evvel modası geçen, çürü yen her şey. moda, fikir, sanat cereyanları 60-70-yıl sonra bizde yeni bir şeymiş gibi benimsenir,yayılır.Voltairenin,Ogüst Kontların, Emile Zola ve benzerlerinin dinsiz. Allahsız, ateist, naturalist felsefeleri, sanatta Tevfik Fikret, felsefe ve içtimaiyatta Abdullah Cevdet, fikir hareketlerinde Hüseyin Cahitlerin tercümeleri, telif, şiir ve ma­kaleleriyle Türk münevverleri arasında yayılmış, her ye­niden. her değişiklikten ümit bekleyenler bunların etra­fında toplanmışlardı, işte garbın yeni buluşlarını, yeni hamlelerini takip etmeyen, sadece din, iman, maneviyat düşmanı düşünürlerin fikirlerini, ebedi hakikatlermiş gi­bi kabul eden bu "Kadrocular "Akliselimcilerin müspet ilimciler, sonradan inkılâpçılar kadrosu hâline gelmişti. İşte felsefe ve tarih hocası, münevverlere has bir fikir im­tiyazı gibi tanınan bu "tabiatlıların yetiştirmelerindendi. "Allah yarattı, Allah yaptı" diyeoek yerde, "tabiat yarattı, tabiat yaptı" diyen, "Allah" yerine "tabiat" kelimesini ko­yuvermekle her şeyi hallettiklerini, müspet düşündükle­rini zanneden, bir inkılâp sarhoşluğu, mistisizmi, bir ih­tilâl sadizmi ve yıkıcılığı içinde kıvranan bu adamlar eskiden kalma ne varsa, iyi olsun kötü olsun, yanlış olsun doğru olsun, hepsini silip süpürmek, yeni bir dünya ya­ratmak sevdasında idiler.

Her şeyden ve herkesten şüphe. Amma kendi söyle­diklerinden asla şüphe etmeye kimsenin hakkı yok! Şüp­he ettiğiniz takdirde inkılâp düşmanı, yobaz olursunuz. Yalnız gözünle gördüğüne inanacaksın! Aklın ermediği her şeyi inkâr edeceksin! Tam hayvanca bir idrak, daha doğrusu idraksizlik. Öyle ya. Zavallı koyun, kurt gelince­ye, gözleriyle kurdu görünceye kadar kurdun varlığından habersiz».Gözüngörmediği, aklın ermediği ha... Göz nere­ye kadar görür, akıl nereye kadar erer?!...

Mevlâna der ki:

"Ben kapkara bir topraktım, öldüm! Yemyeşil bir çimen oldum, öldüm! Oynayıp sıçrayan bir hayvan oldum, öldüm! Düşünen, konuşan, inanan bir varlık, bir insan oldum, öldüm! Gidiş bu gidiş olduktan sonra ölümden niye korkayım.

Her varlık kendisinden üstün bir varlığa inkılâp etmek onun hizmetine girmekte.Toprak çimene, çimen hayvana,hayvan insana. Ve nihayet bütün yollar Allah’a doğru. Kainat nizamının kuruluşu böyle. Hakikat böyle.

Hiçbir varlık Allah’tan başka sabit değil; değişiyor: Kendi kendinde kalmıyor, yerinde saymıyor!... İnkılâpçıların bunu anlamaması bizzat inkılap fikrine zıt. "İnsanların insanlara tapması", insan denilen varlığın yerinde sayması demek. İnsanı, varlıkların son tekâmülü diye kabul edenler, oradan Allah’a yol vermeyenler, hem yaradılışa, hem tekâmüle aykırı bir gidiştedirler. Böylece onlar çık­maza girmişlerdir.

Önce Allah Korkusunu Yok Ettiler 

Sen bunları o zaman mülâhaza edecek durumda değil­din. Yapılan bu telkinler gönlünü, kafanı boşaltıyor, "yal­nız gözünle gördüğüne inanacaksın" gibi sözler ufkunu daraltıyor, içerden boşalıyor, dışardan sıkıştırılıyordun!... Aksi gibi her gün karşına yeni yeni hâdiseler çıkıyor, kendi ruhunla, kalbinle geliştirmeye, yapmaya çalıştığın iman duvarlarını yıkıyordu. İşte bir hâdise daha:

Bugün dersiniz Tabiiye (Biyoloji). Kara tahtanın yanın­da köşede bir insan iskeleti duruyordu. Mualliminiz bu iskelet üzerinde ders verirdi. İçeriye, dershaneye henüz yeni giriyordunuz ki arkadaşlarından biri, sana iskeleti göstererek "Bak işte baban Cennetten çıkmış gelmiş" de­di. Sen öylesine sarsıldın, çarpıldın ki az kalsın düşüp ba­yılacaktın. Hâlbuki her zaman bu ve buna benzer şakalar yapılırdı. Nedense bugünkü sana çok dokunmuştu. Bir is­kelet. Baban. Millî Mücadele. Gaziler, şehitler. Cennet, ebediyet... Bir anda yeniden mahvolmuştun. Kafandaki yanlış ve karışıklık şimdi bütün ruhuna, benliğine sira­yet etmişti. Çıplak ve korkunç hakikat, iskelet işte karşın­da idi. Bu iskelet:

"Beni Cennette mi sanıyordun, ananın ve mahalle mektebindeki hocanın masallarına hâlâ inanıyor musun" der gibi sana sırıtıyordu. Yurt Bilgisi ve tarih derslerinde söylenenler imanını altüst etmiş, ümitlerini kırmış, hâlâ babanı Cennette sanıyor. O bize şefaat edecekmiş. Vah yazık! Karşımdaki şu iskelet, şu kemik babam değilse de, babam da işte, böyle bir şey. Cennet varmış, Allah yok ki Cennet olsun. İnsanları ne güzel de aldatmışlar. "Muhammed düşmanlarım mahvetmek için taraftarlarına Cennet­ler vadetmiş. emlineitaat etmeyenleri Cehennemle kor kutmuş, onları buna inandırmış. Onlar da durup dinlen­meden dünyanın bir tarafından öbür tarafına kıl inç sallarmışlar. Çünkü Peygamber. "Cennet, kılıçların gölgesi al­tındadır* demiş. Bu iman onlardan Türklere geçmiş, böylece zamanınım kadar gelmiş " Tarih mualliminin geçen dersteki bu sözlerini de hatırlıyor, karanlık bir boşluğa doğru sürükleniyordun.

"Demek babam bu hâle geldi; bundan ibaret. Harman yerinde toplananların, o gidip de gelmeyenlerin sonu bu. Bir avuç kemik ve gübre. O farzlar, sünnetler, Cennetler, şehitler, gaziler... Demek bu.. Netice bu’...”

"Yalnız gözünle gördüğün, elinle tuttuğun şeye inana­caksın* demişti muallimin.

Bunlar kuruntu, hayal’ Fakat vatan var. millet var. Bunları gözümle görüyorum, bunlar için yaşanmaya değmez mi? Belki. Fakat, ben öldükten sonra vatan, millet. Kaldı ki Yurt Bilgisi hocasının en çok sevdiği Tevfik Fikret:“Milletimnev'-i beşer, vatanım rû-yi zemin" demiş.

_ (Yani ben millet tanımam... Her insan benim milletim­izden... Vatanım da her yer demek istiyor.)

Ruh, ebediyet!...Kısaca, Allah olmadıktan sonra bunlar neye ya rar? Ben öldükten sonra kurtardığım vatandan, milletten haberim olmayacak. Hiçbir şey duymayacağım. Hiç-birşey hissetmeyeceğim. Yarabbi ne feci!... Ben öldükten sonra vatan, millet!..Hâlbuki dinimizde, cenaze.

mezara konduktan sonra oradan uzaklaşanların ayak seslerinibile duyarmış! Anam böyle derdi. Bizim mahalle mektebindeki hoca da aynı şeyi söylerdi. "Peygamber  böylesöylemiş, böyle buyurmuş" diye içli içli anlatırlar­dı bize. O korkularla, ümitlerle. Cennetlerle, mükâfat ve mücezatlarladolu âlemin ne oldu şimdi? Ölünün ayak seslerinizi duyması, ziyaretine gittiğiniz yakınlarınızın mezarlarının başına geldiğinizi  hissetmeleri. Bütün bunları duyduğun, bunlara inandığın zaman ne kadar sevinmiştin!... "Demek ki bizim için ölüm yok, sadece yer değiştirmek var. Şimdi yerin üstündeyiz.Yarınaltında." diyordun. İslâmiyet ıne kadar canlı,haat ve ümitlerle dolu bir din; ölmez bir prensipti.

Hayat bir nefesten ibaret. Bu nefes çıktığı an. Bir yığın gübreyiz. Allah'ı, ebediyeti bir anlık nefese, bir yığın gübreye tercih edenlerin gafleti, dalâleti işte sahte ınkılapçıların marifeti!... Neslimizi mahvedenler bunlardır.

Seni ve senin gibileri çocuğum. Senin gibileri.

"Biz bize taparız... Demek ki Allah yok. İler yerde hasır-nâzır olan, her şeyi gören bilen Allah yok!... O hâlde ben istediğimi yapabilirim. Kim görecek benim yaptıklarımı..." Kafanda böyle düşünceler... Birgün mektepten kaçtın; yanında da mektepten kaçmayı âdeta âdet hâline getirmiş hergele H... de vardı. O, bakkaldan bir şişe rakı aldı. Şehirden bir hayli uzaklaştınız. Bir ağacın dibine uzandınız. İçin korku, tereddüt, tecessüslerle doluydu. Şişenin dibine hergele H... bir tane vurdu, ortalığa köpü­rerek kokusundan hoşlanmadığın o nesne yayıldı. Sana şişeyi uzattı. Sen olan oldu, her şeyin sonuna kadar var­malı dercesine, çok sevdiğin bir şeyi devirircesine rakıyı

devirdin, sonra kendin de devrildin.. Ayıldığın zaman arkadaşın "Ulan, diyordu, sen anandan doğma sarhoşmuşsun, bir yudum olsun bana bırakmadın Bunun başlangıcı böyle olursa sonunu Allah bilir."

- Allah mı bilir?

- Allah yok ki

- Sen iyice sapıttın ulan!

- Allah mı bilir?

Bu cümleyi bir daha tekrar ettin yıkıldın. Az sonra güneş batıyordu. Sen hâlâ kendine gelememiştin. Sonra bir istifra, bir istifra... Leş gibi. Aklın bir parça başına gelir gibi oldu... Bak diyordun, bu zıkkımı mide bile kabul etmiyor, isyan ediyor çıkarıyor, kafanı, kalbini karıştıran fikirleri. Yurt Bilgisi ve Tarih muallimlerinin fikirlerini  böylekusup çıkaramıyordun. Onlar İliklerine, ciğerlerine, kafana işliyor, tahribatına devam ediyordu.

Bu düşüncelerle şehre dönerken yanınızdan geçen bir kadına evvelâ arkadaşın sonra sen söz attınız. Kadın dehşetli sinirlendi. "Terbiyesizler, mektep kaçakları, ben size gösteririm" dedi. Hızlı hızlı yürüdü gitti. Bir ihtiyar da değ­neğine dayana dayana gidiyordu, içinizde öyle menfi, yıkı­cı şeyler kaynaşıyordu ki, önünüze geleni yakıp yıkmak is­tiyordunuz. "Hey ulan moruk çekil karşımızdan" diye bir nara attınız. Zavallı ihtiyara da çattınız! İhtiyar döndü bak­tı: "Vah!... Vah!... Daha ikisi de sübyan, Allah ıslah eyleye!..." dedi. "Bizim zamanımızda," "Biz bunlar gibiyken" ile başla­yan cümlelerle kendi kendine konuşmaya başladı.

Rüzgâr Eken Fırtına Biçer 

Eve döndüğün zaman kendini karyolaya öyle bir attın ki boş bir çuval gibi yığıldın kaldın. Hakikaten iyice bo­şalmış. koflaşmıştın. Bu öylesine kahredici bir boşluk ve kofluktu ki seni yiyor yutuyor, daha da doymuyordu. Her yer, her şey bomboştu. Bastığın toprak kayıyor, baktığın gök sallanıyor, el uzattığın her dal kırılıyor, düşüyordu!

Allah yok ha!

Her şey yalan ha!

O hâlde bu dünyada benim işim ne? İçinde kaynayan duygular, sevgiler, korkunç bir boşluğa çarpıyor, bütün varlığını parça parça ediyordu. Artık kendini kelimenin tam manasıyla bırakıvermiştin. Âdeta insiyaklarınla yaşı­yordun. Gün geçtikçe kötü kötü huylar ediniyordun. Pan­siyonlar, bu kontrolsüz, başıboş bırakılmış yatakhaneler, hakikatte birer batakhanedir. Hemen her gece çocuklar yataklarına girince, iç gıcıklayıcı türlü hikâyeler anlatırlar; karyola gıcırdatırlardı. Yataklarının baş ucuna çıplak artist fotoğrafları asarlar "öldüm bittim" gibi iç çekişlerle  neler neler çekerlerdi!... Hakikaten buradaki genç çocuklar, daha hayata doğmadan ölüp bitiyorlardı. Gözlerinin altı morarmış, benizleri sararmış, elleri titrek bu genç in­sanların çektiğini kimse bilmezdi. Bu ölçüsüz cinsî israf­lardan sonra ruhlara çöken gam, kasavet, yeis, o kendi kendine kızmalar, herkesten ve her şeyden bıkma, nefret, bedbinlik, pis bulaşık bir madde esareti altında ruhun se­faleti! Bu yıkılış ve sefaleti hazırlayan, teşvik ve tahrik eden bütün sahneler içimizde, etrafımızda!... Sinemalar, tiyatrolar, gazeteler, mecmualar, şenlikler, kaldırımlar, çıplak kadınlar. Hemen her köşe başında dudak dudağa, kucak kucağa film reklâmları... Şehvet panayırları... Her Yerde,herşeyde o çikolataların içine varıncaya kadar o. Çıplak kadın. Şehvet, şehvet, şehvet…Sonraher şey maddedir, hayat şevkten ibarettir' diyen kitaplar, makaleler, öğretmenler, felsefeleri...

Bir gün, gece geç vakit pansiyonda büyük bir gurultu oldu. Bağrışmalar, konuşmalar... Ne var. ne oluyoruz demeden mesele anlaşıldı...Çocuklardan birinin Paris'te ağabeyle! varmış. Üniversitede... Küçük kardeşine oradan bir düzine açık saçık kadın fotoğrafları göndermiş. Öylesine fotoğraflar ki insan bakmaya hayâ. eder... Tam 18 türlü cinsi münasebet şekli. Çocukların hemen hepsi bunu, yarın imtihana girecekleri derslerinden daha iyi ezberlemişlerdi; noktasına, virgülüne varıncaya kadar!... Cebinde cinsi münasebetleri canlandıran kartpostallar bulunan arkadaşlarını yatırmışlar, koynunda taşıdığı fo­toğrafları zorla almaya kalkmışlardı. İşte bu gürültü bundan kopmuştu!... Paris’te ağabeyisi olan bu genç talebe, bazen istemeyenlere dahi bu resimleri zorla gösterir, ba­zen de işte böyle göstermem, vermem diye tutturur, bu kartpostalları kız kardeşi, karısı imiş gibi sonuna kadar muhafazaya çalışırdı... Talebelerin gözünde Paris hep bu  türlü münasebetlerin cereyan ettiği yerdi!... Şu liseyi bi­tirseler bir kolayını bulup Paris'e kapağı atacaklar, ”A’dan başlayıp "Z"den çıkacaklardı.

"Rüzgâr eken fırtına biçer", böyle bir cemiyetten bun­dan başka ne beklenebilirdi?!

İşte sen, Mili! Mücadele'nin, mukaddes duyguların, na­mazların niyazların, ebediyetlerin çocuğu, şehit yavrusu, işte sen böyle bir hava içinde yaşamaya mahkûmdun!...

…………….

Yırtılan Çarşaflar 

Bir gün yemekten sonra anan sana içli içli, dertli dert­li bir şeyler anlatmaya başlamıştı. "Ah oğlum sen gideli neler oldu" diyordu. Bizim buraya bir kaymakam gönder­mişler. Neydi onun adı? Dur bakayım adı batsın, aklıma gelmedi. Tıpkı küçükken sizin mektebe gelen şapkalı he­rifler gibi. Din, iman, ırz düşmanının biri. İşte bu devri­lesi, yaşamayası, karının kızın çarşaflarını yırtmaya kalkmasın mı? Yürüyüşünden, gidişinden hoşlandığı ka­dınların, genç kızların çarşaflarını kendi eliyle, hoşlan­madıklarının, bizim gibi kocakarıların örtülerini jandar-malara yırttırdı. Sorma başımıza gelenleri. Alçağın derdi çarşaflan kaldırmak değil, başka... Söyletme beni oğ­lum. H.Ö’lerin kızının çarşafını, kaymakam hem de ken­di eliyle üç yolun ortasında yırtmaya kalkmasın mı? Kız-cağız düşüp bayılmış. Utanmaz herif, "ne de güzel yüzün Ivarmış" diye bu hengâmede kahkah gülmesin mi? Ge-çenlerde tarladan eve dönüyordum. Önüme jandarma  karakolundan zebellâ gibi iki herif çıkmasın mı? "Oğlum  ben şehit haremiyim; dokunmayın bana. Bunu düşmanlarımız yapmadı" dedimse de kim dinler. "Kadın, çarşaf yasak! Emir aldık" diye üzerime çullandılar, çarşafımı didik didik ettiler. Rahmetli baban bu günleri görseydi!... Ne günlere kaldık yarabbi!... Gökten taş yağmadığına  şükredelim" diyordu. Anan sana boyuna içini döküyor,derdini anlatıyor, senden bir hareket, bir şeyler bekliyordu. Fakat sen hep susuyor koyunun kaval dinlediği gibi dinliyor, içinden "çarşafta ne imiş, çıkarın atın ne olacakmış sanki. Ananızdan çarşafla mı doğdunuz" diyordun!. Kadıncağızın derdi bir değildi ki. Herif gitmiş, yerine bir başkası gelmiş Bu. yaşlıcabir zatmış. Çarşaflara falan dokunmamış amma, bu da mezarlığı park yapacağım diye tutturmuş. Mezarları dümdüz etmiş. Karşı gelmek isteyenleri müdeiumumla - müdde-i umumî diyecek - anlaşarak tevkif ettirmiş. Hatta Müftü Efendiyi bile!... Ramazanda top da attırmamış!... Sabahlan ezan da okumayacaksın diye müezzini tehdit etmiş. Beyefendi uyuyamıyormuş!...

....

Ya şimdi ne oldu? Neler oluyor!... Cümlemizi sen ıslah eyle yarabbi!...”

Daha neler neler. Falan öğretmen falan yerde 11 yaşın­da bir kız talebenin ırzına geçmiş. Bu ırz düşmanım evve­lâ tevkif etmişler sonra bırakıvermişler... Anan boyuna söylüyordu...

Artık memleketi, evini, ananı, eskisi gibi sevmiyor­dun. Burada hâlâ eski hava esiyordu. Bir an evvel tatilin bitmesini dört gözle bekliyordun. Hem bu yıl liseye geç­miştin; yeni yeni muallimler, arkadaşlar, senin için ne de olsa bir tecessüs mevzuu idi.

Kaybolan Terbiye 

Mektepler açıldı. Muallimlerinizin ekserisikadınlardı. Hem de genç, güzel kadınlar. Çocuklar şimdiden şu daha güzel, bu daha cilveli diye münakaşaya başlamış­lardı. Biraz sonra Tabiiye dersine gireceklerdi. Tabiiye muallimi de çok kıyak kadındı ha. İşte onun dersinden bir sahne;

Bugün sınıfta bambaşka bir hava esiyordu, ön sıralar da oturan talebelerin bazıları arkadaki boş sıralara geçti­ler. Bütün gözler kapıya dikilmişti. Tabiiye muallimi M. Hanım bekleniyordu. M. Hanım hem güzel, hem de ede­bi, terbiyesi yerinde bir kadındı; fakat ne çare!...Çocuklar duramıyorlardı işte. O sınıfa girer girmez, hatta daha girmeden herkese bir hâl oluyordu. Kaynaşmalar, ahlar, of­lar. Arka sıralara çekilmeler.

Bugün derste M. Hanım nebatlarda çoğalmadan bahsediyordu. Çiçeklerdeki erkek ve dişi uzuvlardan. Tahtaya renkli tebeşirle çiçeklerin resimlerini yapıyor. polen tozlarının erkek tohumların, dişi uzuvların Üzerine nasıl konduğunu izah ediyordu. "İşte" diyordu. "Polen dişi uzuv üzerine konar, tohumun dişi uzva temasıyla orada sulanma husule gelir, dişi uzuv şişer ve tohumu içine alır". Daha "alır" kelimesini söylemeden arkalardan "ah" diye bir feryat yükseldi. Tabiiyecinin elin­den tebeşir düştü. Sonra "kimdir o münasebetsizadam?!" diye bağırdı. Koca sınıfta ses yok. Eller yavaş yavaş pantolonların ceplerinden çıktı. Muallim hanım şöyle bir dolaşıverseydi talebelerin çoğunu suçüstü ya­kalayacaktı. Dolaşmadı, fazla arayıp sormadı da Yavaş ça yerine oturdu. Bütün sınıf ona bakıyordu; o önüne. Başından vurulmuşa dönmüştü. Zil çalar çalmaz uzun adımlarla hızlı hızlı yürüyüp gitti. Tabiiyeci çıkar çıkmaz sınıfta bir gürültüdür koptu. Herkes avazının çıktı­ğı kadar bağırıyordu. "Kimdi ulan o hergele?" "Kapıları kapayın, muayene var!" diğer bir ses, "Vallahi bu muaye­nede şu üç ahbap çavuşlardan başka herkes çürüğe çı­kar!" Üç ahbap çavuş dedikleri Molla Güranî ile onun it kafasında diğer iki arkadaşı idi.

Edepsizlik Salgını

Yeni Tarih mualliminiz de öyle genç ve güzel bil kızdı I fakülteyi henüz bitirmişti. İlk hocalığını sizde yapıyor-du, aynı zamanda size Coğrafya derslerine de giriyordu.

İkinci ders Coğrafya idi. Mevsim bahardı. Pencerelerden  sınıfa tatlı bir ışık dökülüyordu. Kimsenin ders yapmaya,ders dinlemeye niyeti yoktu. Herkes şimdiden coğrafyacıyı hayal etmeye başlamıştı.

Geliyor!... İşte geliyor sesleri yükseldi. Genç öğret­men sınıfa girer girmez sınıf elektriklenivermişti. Göz­ler daha çok parlamış, nefesler sıklaşmış, ön sıralardan arka sıralara doğru bir kaynaşmadır başlamıştı, öğret­men hanım yeşil bir entari giymişti. Ne de yakışmıştı kâfire. Sıraların önünde, yeni sürmüş uzun ince bir dal gibi sallanıyordu. Muhabbet havası ön sıralardan arka sıralara doğru gittikçe artıyordu. Hele arka sıralar!...

Orası bir âlemdi! ikisenelikler, yaşını başına almışlar,tiryakiler. ‘Eyvallah abi* cinainden olan gedikliler hep arkada toplanırlardı.

Hoca hanım, karşıya yeşil bir harita asmıştı, oradan bir şeyler anlatıyordu. Dünyanın muhtelif yerlerindeki, girinti-çıkıntılardan, körfez ve limanlardan bahsediyordu.

Fakat çocukların aklı bambaşka şeylerde idi. Dünyanın falan yerindeki girintiden-çıkıntıdan onlara ne! Onların düşündüğü girinti-çıkıntı malûm... Hoca hanım ha­ritaya doğru dönünce fırsattan istifade "Bu kadar da ince giyilir mi canım, tül gibi" öteki, "Yok canım gül gibi", "Karşımızda sallanıp duran yemyeşil canlı bir dünya,yaşaşayan dünya dururken duvardaki ölü yeşil haritaya kim bakar?!" gibi lâflarla fısıldaşıp birbirlerini gıcıklayıp du­ruyorlardı.

Nihayet ders bitti, amma dersin bitmesiyle edepsizlik bitti mi? Ne gezer, coğrafyacıya harita demişlerdi ya. Be­nim gemi şu körfeze girdi! Senin gemi şu limanda demir­ledi. Liman sıcak mıydı, değil miydi, daha bu misillü bir sürü edepsizce lâflar.

Şer Çocukları

Ya Kimya hocanız : E. Hanım sarışın, kısa boylu, geçkin bir kadındı. Yürürken yuvarlanıyor sanırdınız. Yaşının bir hayli ilerlemesine rağmen güzel ve genç gö­rünmeye çok özenirdi. Bir kerre saçları her gün ondüleli idi. Başındaki her tel, her kıvrıntı, her gün emir al­mışlar gibi aynı yeri ve şekli muhafaza ederdi. Dudak­ları dalak yemiş gibi kızıl, yüzü un ambarına düşmüş­çesine pudralı idi. Yüzünün kırışıklıklarına pudralar birikirdi. Yakışıklı çocuklara biter, bayılır, tutuluverirdi. Çocukların sıralarının yanında durur, sürtünür, oyalanır bir şeyler olurdu. Bazen ders vermez, masaya dirseklerini dayar, başını iki avucunun içine alır, gözü­ne yakışıklı çocuklardan birini kestirir, dalar giderdi. Fakat bu bakış, sevdiklerine doğru akış tek taraflı idi. (Bazı kimyevî hâdiselerde, kimya muadelelerinde oldu­ğu gibi) iki taraflı - ric’î değildi. Kimya hocamız bu aşk oyununda, bu kaynaşmada "iyot" gibi açıkta kalırdı. Bu hâlinden, dolayı ona talebeler bazen acırlar, bazen de kısarlardı. Çocukların manzarayı çaktığını anlayınca, masanın üzerine kapanır, oradan tarassuta daha gizli bir şekilde devam ederdi. Günahları boynuna, bazı tale­belerin evine gelip gittiklerini de söyleyenler vardı. Hatta bu dedikodular muallimlerden bazılarına kadar aksetmiş, onlardan biri de "Kafa işlesin de, belden aşa­ğısı ne olursa olsun" demişti.

İnsanı "belden aşağısı ve belden yukarısı" diye ikiye ayıran bu komünist görüş, daha o zamandan itibaren yayılmaya başlamıştı. Bel­den aşağısı, belden yukarısı. Hâlbuki insan gerek mad­de, gerek ruh yapısı bakımından bir bütünlük arz eder. Bunun altı üstü, aşağısı yukarısı yoktur. Her ne çeşit­ten olursa olsun her harekette beşerî varlığımız iştirak hâlindedir. Sözde ilim, asrîlik, modernlik, inkılâpçılık perdesi arkasında oynanan bu oyunlar, serdedilen bu fikirler, yapılan bu telkinler hakikatte ruh gibi, iman gibi, şeref, haysiyet gibi, bütün İnsanî varlığımızı, seci­yemizi aşağılara doğru çeken, menfi, yıkıcı propagan­dalardı. Sık sık tekâmülden bahseden bu insanlar, te­kâmülü ters tarafından anlıyorlar; sırasıyla cemadattan, nebatattan, hayvanattan insana doğru yükselecek yerde insanı, insanlığı hayvana, hayvanlığa doğru çeki-yorlardı!... Alt yapının, bel aşağısının felsefesini, fikri- | yatını yapıyor, ellerine teslim edilen genç çocuklara hakikat diye müspet ilim diye, bunları telkin ediyorlar­dı. Her fırsatta alabildiğine din, iman, mukaddesat, ta­rih, mazi düşmanlığı yapıyorlar, gençliğe zamanın kör vs sağır, şer kuvvetlerini ebedî hakikatlermiş gibi tak­dim ediyorlardı. Çocuklar mektebe gidiyor, çocuklar mektebi bitiriyor, gençler ortaokullara - liselere de­vam ediyorlar, hayata hazırlanıyorlardı ama, hangi ha­yata?! Niçin, nasıl, nereye? İşte bu suallerin cevabı yoktu!... İnsanın hayvani maddî varlığını aşan, her sual cevapsız kalmaya mahkûmdu. "İnsanlar insanlara, in­sanlar menfaate, insanlar maddeye tapıyorlardı." Haki­kat bundan ibaretti. Böylece nâmütenahiye giden, Al­lah'a giden, ebediyete giden her yol kapanmış, insan, hayvani, behimi varlığı, ihtirasları, insiyakları içinde tepinip duruyor, tepindikçe, saplandığı bataklığa daha beter batıyordu.

Allahı ayakkabının içine kadar sokan, korkunç bir  sükut.

Artık sen kollarını göklere kaldıramıyor, hep aşağılara indiriyor, hep aşağılarla, aşağılık şeylerle meşgul olu­yordun. Hele bir an süren bedenî zevklerden sonraki düşüşlerin, bitişlerin, tükenişlerin, pis kirli yataklara seri­lişlerin... Her gün aynı hayatın tekrarı!... Yemek masası ile 100 numara arasında geçen bir hayat. Sabah akşam, gece gündüz ve her şey dümdüz.. Basit, yavan.. Bayat. Or­tada başka bir şey yoktu.

Mazi, tarih, cinayetlerle dolu "Kanlı bir harabe". Allah bir vehim... Ruh bir kuruntu. Ebediyet bir seraptı. O hâl­de sen neye bağlanacak, niçin, kimin için yaşayacak­tın?!...

Dünyada her şey yalandı; herkes yalan söylüyor, in­sanlar. devletler birbirini kandırıyordu. Hayat, mücade­le gibi şeyler de senin için manasızdı. Akıbeti ölüm ol­duktan sonra ve ölümle her şey bitecek olduktan son­ra... Tabiiye dersinde köşede duran iskelet gözlerinin önünden gitmiyordu. İşte dünyada hakikat olan bir şey varsa bu iskeletti. "Liseyi bitirip de ne olacak sanki... Hadi bitti!" Eh sonra... Üniversite... O da bitti; ondan sonra... Hayat, mayat. Bunlar bayat lâflardı. Hayata atıl­ma. Herkes bunu söylüyordu. Hayata atılma... Sen ha­yattan çoktan atılmıştın!. Hayatla, cemiyetle, diğer in­sanlarla arandaki bağ çözülüyor, her şeye nefretle bakı­yor, her şeyden nefret ediyordun!... Hatta kendi kendin­den bile... Kendi kendinle de bir türlü geçinemiyordun... Kendini, benliğini aşan, bütün kuvvetler, kıymet­ler yıkılmış, iman kaynakları kurumuş, sen kendi ken­dinle, kendi nefsinle ortada tek başına kalmış, bırak­mıştın! Duyduklarına inanmıyor, gözünle gördüklerin­den dahi şüpheye düşüyor, görmediğin âlemi inkâr edi­yordun!... Her attığın adımı tekrar geri alıyor, verdiğin her karardan hemen vazgeçiyordun!.

Uğrunda bunca kan dökülen topraktan nefret ediyor, göklere, geceleyin yıldızlara bakıyordun. Yanıp sönen, göz kırpan yıldızlar alay ediyorlarmış gibi geliyordu sa­na... Yiyip yutan, atıp tutan, alıp götüren, çürütüp bitiren yerler... İnsanlarla alay eden mağrur, yüksek, erişilmez gökler... Bu ikisi ortasında sen!... Şaşkın, harap, bî­tap!... Ne yapacağını, nereye gideceğini bilmiyordun!... Nice nice ihtirasların çarpıştığı, menfaatlerin kaynaştı­ğı, hayat!...

İnsanlar... Birbirini atlatan, aldatan, çekiştiren yiyip yutan insanlar... Kalp kapılarının, gök kapılarının, Al­lah'a giden bütün yolların, servetlerle, şöhretlerle, şeh­vetlerle, menfaatlerle kapandığı bir cemiyette sen ne ya­pabilirdin çocuğum, ne yapabilirdin?

 
Devamını Oku »