Merzifonlu Vezir Camisinin Fuhuş Yeri Yapılması

Merzifonlu Vezir Camisinin Fuhuş Yeri Yapılması-Sirkeci tren istasyonu giriş kapısındaki Merzifonlu Camisi 1927 yılında satılarak cami olma özelliği ortadan kalktı.
-Sirkeci Camisinde mimari değişiklik yapanlar önce minareyi yıktılar sonra da kubbeyi-Sirkeci sazevi adıyla içkili, dönsöz gösterileri yapılan bir fuhuş ve eğlence merkezine dönüştürüldü.
-1980’li yıllarda çevre esnafının Turgut Özal’dan “yeniden cami olarak yapılması” istekleri olumlu karşılandı ve Merzifonlu camisi yeni baştan yapıldı.

Adana’dan Haziran 2010’un son günlerinde tatilimi geçirmek üzere gerçekleştirdiğim gezinin belki de belleğimde unutulmayan en önemli olayı İstanbul Sirkeci tren istasyonu girişinde bulunan Vezir Merzifonlu Kara Mustafa Paşa camisinde gördüğüm çelişkilerin fotoğraflarını çekmem ve çarpıcı bilgilere ulaşmam idi.

Sıcak bir yaz gününde Zeytinburnu istasyonunda banliyö treni ile başlayan yolculuğumun son durağı Sirkeci istasyonunu oldu. Vakit öğle üzeri idi. Caminin yepyeni hali ilk dikkatimi çeken husus idi. Cami içinde Semerkant TV’nin elemanları kamera ve diğer çekim cihazlarını hazırlamışlar, karşılarında bulunan yetkili kişiyi konuşturuyorlardı. Adı geçen kişi ise Büyükşehir belediyesinden Koç Kütüphanesi Müdürü idi. Ve onun ağzından çıkan şu sözler çok ilginç idi. “1927 yılında kiraya verilen tarihi Merzifonlu camisi, sonraki yıllarda ibadet etme özelliğini kaybetmiş. Ve camiyi elinde tutan şahıslar önce minaresini yıkmışlar ve daha sonra da sazevi-pavyon olarak kullanılmış. 1980’li yıllarda zamanın Cumhurbaşkanı Turgut Özal’ı ziyaret eden çevre esnafları tarihi caminin yeniden yaptırılması ricasında bulunmuşlar. Turgut Özel, Belediye Başkanı Bedrettin Dalan’a cami arsasının temizlenerek yeniden aslına uygun olarak yapılması görevini verdi. Ve Merzifonlu camisi Osmanlı mimari tarzında yenilenmiş hali ile yapıldı”.

Caminin en son hali ile fotoğraflarını çektim. En son yapımı esnasında giriş kapısı üzerine yerleştirilen Osmanlıca kitabesini de çözümledim. Bakınız neler yazıyordu: “Oldukta Merzifonlu vezir cami-i küşad Şad oldu ehli belde-i ve ervahı müslimin İhya edildi tarzı kadim üzere bittamam Tarihi geldi. Böylece hayratı mü’minin, sene 1408” Bu sözlerin sade Türkçe ile anlamı ise şöyle idi: Vezir Merzifonlu’nun camisi yeniden yapıldı. Belde müslümanlarının ruhu şad oldu. Yeni tarz ile tamamen yenilendi. Tarihi geldi müminlerin hayır eserinin, sene hicri 1408”. Öncelikle hicri 1408 yılının karşılığını buldum: 1987 yılına karşılık geliyordu. Kitabenin hicri tarih şifresinin çözülmesi bilgileri, gerçekten de aynı caminin 1980’li yıllarda dönemin Cumhurbaşkanı Turgut Özal’ın yakın desteği ile yeniden cami haline getirilmesi görüşlerini doğruluyordu.

SİRKECİ SAZEVİNDEKİ NAĞMELERİ HATIRLADIM

1972 yılında gitmiştim İstanbul’a, Üniversite eğitimi için. İstanbul Üniversitesi Edebiyat Fakültesi Tarih bölümünde öğrenci olduğum o yıllarda yolum sık sık Sirkeci’ye de uğrardı. Tren istasyonunun köşesindeki Sirkeci Sazevi vardı. Anadolu’dan İstanbul’a ilk kez gelen veya içki içerek dansöz seyretmek isteyenlerin buluşma yeri idi. Çıplak bedenleri ile klarnet ve saz eşliğinde çıplak vaziyette gerdan kırarak oynamaya başlayan dansözlere karşı nara atan, elindeki içki kadehi ile kendinden geçen insanların gürültülerini hatırladım. “Burada sazevi vardır, kadınlar da keyfimize göredir” görüşünde olan insanların uğrak yeri idi, Sirkeci Sazevi. O yıllarda hiç düşünmemiştim adı geçen saz evi’nin bir zamanlar cami olduğunu.

MERZİFONLU CAMİSİNİ SATANLAR, YIKANLAR VE SAZEVİ YAPANLAR

İstanbul’un kültür tarihi ile ilgili yaptığım araştırmalar sonucu adı geçen Cami’yi 1683 yılında II. Viyana kuşatmasını gerçekleştiren ve Osmanlı ordusunun ağır bir yenilgi alması üzerine askeri başarısızlığının bedeli olara idam edilen Başvezir Merzifonlu Kara Mustafa Paşa’nın kendi servetini ortaya koyarak yaptırdığı bir cami idi. Osmanlı başkentine adım atanların buluşma yeri olduğu Eminönü ve Sirkeci yöresine gelenler adı geçen camide ibadetlerini yapmışlar, Merzifonlu Vezir’e de hayır duasında bulunmuşlardı.

Ancak her ne hikmetse 1927 yılında çıkarılan camilere düzen verme kanunu çerçevesinde lüzumsuz olarak görülen cami dönemin yöneticileri tarafından satılmıştı. Satın alanlar da daha sonra 1940’lı yıllardan itibaren bir zamanlar cami olan binanın mimari görünümünü değiştirmişler, önce minaresini yıkmışlar ve iç salon kısmında da değişiklik yapmışlardı. Cami’de bu değişikliklerin olduğu yılarda İstanbul Müftülüğü, Valilik veya Hükümetten bu olmaya en ufak bir müdahale olmamıştı. Biraz da İstanbul’un tarihi kartpostallarına baktığımda Sirkeci istasyonunun yanı başında birkaç cami birden görünüyordu. Diğer camilerde yıkılmıştı. Sirkeci tren istasyonunu gereksiz pisliklerden temizlediklerini düşünen “durumdan vazife çıkaranlar” elleri titremeden camileri ve bu arada vezir Merzifonlu camisini de yıkmışlardı. Allahın evi olan bir camiyi yıkan veya satan kişi Allahın nezdinde kıyamete kadar rahat yüzü göremeyecek olan din düşmanı idi. Merzifonlu Vezir camisinin son yüzyılda yaşadıklarını öğrendikten sonra: Sadece bu cami mi bu olayı yaşadı, yoksa İstanbul ve Anadolu’nun her yerinde de benzer olaylar oldu mu? Sorularının cevaplarını aramaya başladım.

Merzifonlu camisinin yeniden yapım planı giriş kısmı Bu satırları yazarken şu sözler kulaklarımı çınlattı: “Zulüm ile abad olanın akibeti berbad olur”

Cezmi Yurtsever

Devamını Oku »

Kemalistlerin Ağa Babası İngiliz Ajanı Çıktı

Kemalistlerin Ağa Babası İngiliz Ajanı Çıktı
Ulusalcı-Kemalist çevreler tarafından ‘Türkçülüğün kurucularından’ ve ‘Türk dostu’ olarak tanıtılan Musevi asıllı Armin Hermann Vambery’in Siyonizm’in ilk casusu olduğu ve İngilizler adına ajanlık yaptığı ortaya çıktı. 1870 yılında Budapeşte Üniversitesi’nde Türkoloji kürsüsünü kuran ve 1910 yılında kurulan Turan Cemiyeti’nin Onursal Başkanı olan Vambery, Osmanlı toprakları Filistin’de bir Yahudi devleti kurmak için çalışan Theodor Herzl’i Sultan II. Abdülhamit ile görüştüren kişi olduğu da belirlendi.Ulusalcı-Kemalist çevrelerde ‘Türklerin dostu’ olarak tanınan ve tanıtılan Musevi asıllı Armin Hermann Vambery’in, yüklü miktarda para karşılığında İngilizler için Orta Asya’da casusluk yaptığı ve Yahudiler için Filistin’de toprak isteyen Siyonizm’in ideologu Theodor Herzl’i Sultan II. Abdülhamit ile görüştüren kişi olduğu ortaya çıktı.

KEMALİST ÇEVRELERCE ‘TÜRK MİLLİYETÇİSİ’ OLARAK TANITILIYOR

Kemalist çevrelerce dünyada ilk ‘Türk Derneği’ni Budapeşte’de açtığı ve Budapeşte’deki üniversitede Türkoloji kürsüsünü kurduğu için ‘Türk dostu’, ‘Türk milliyetçisi’ olarak lanse edilen ünlü oryantalist Armin Hermann Vambery ile ilgili çarpıcı gerçekleri Türkiye’de ilk kez habervaktim.com açıklıyor. Şimdiye kadar ulusalcı-Kemalist çevrenin ‘Türk dostu’ diyerek sahip çıktığı ve aynı zamanda 1910′da kurulan Turan Cemiyeti’nin Onursal Başkanı Vambery’le ilgili bilinmeyenleri, Eski MOSSAD Direktörü ve İsrail Ulusal Güvenlik Kurulu Sekreteri Efraim Halevy’in Londra’da bir sinagogda açıkladı.

MOSSAD DİREKTÖRÜ: SİYONİZM’İN İLK CASUSU

Halevy, 8 Kasım 2009 tarihinde Londra’daki Hamsptead Sinagog’unda İsrail istihbarat tarihi üzerine yaptığı konuşmada “Siyoizm’in İlk Casusu” diye tanımladığı Vambery ile ilgili çarpıcı açıklamalarda bulundu. Konuşmasının bir kısmı National Post’ta da yayınlanan Halevy, İsrail istihbarat tarihinin 19. yüzyıla kadar geriye gittiğini belirterek, Siyonizm’in kurucusu Theodor Herzl ve Siyonizm’in ilk casusu diye tanımladığı Armin Vambery’in İstanbul’daki buluşmaları üzerine ilginç bilgiler verdi.

SULTAN ABDÜLHAMİT’LE GÖRÜŞMEYİ O AYARLADI

Halevy’e göre, Filistin’de bir Yahudi devleti kurulması için Sultan Abdülhamit’le görüşmek isteyen ancak bir türlü saraya girmeyi başaramayan Theodor Herlz, Osmanlı paşalarının güvenini kazanmış olan Macar Yahudisi Armin Vambery’e gitti. Yüklü miktarda para karşılığında Vambery, saraydaki tanıdıklarının da yardımıyla Herzl’i Sultan Abdülhamit ile görüştürdü. Sultan Abdülhamit’e Osmanlı İmparatorluğu’nun tüm borçlarını ödemesi karşılığında Filistin’i isteyen Herlz, istediğini alamayarak geri dönmüştü.

‘TÜRK’ OLUP SADRAZAM’A SEKRETER OLDU

Herlz’i Sultan Abdülhamit’le görüştüren Vambery’in hayat hikayesi hakkında bilgi veren eski MOSSAD Direktörü Havely göre, kadın terzisinde çırak olarak işe başlayan Vambrey, okula gitmek için bulduğu destek sayesinde 16 yaşına geldiğinde 10 dil konuşabiliyordu. 20 yaşına geldiğinde Osmanlıca’yı çok iyi konuşabilen ve Osmanlı kültürüne hakim olan Vambery İstanbul’a hareket etti ve kısa bir süre sonra ‘Türk’ olup, bir Osmanlı generaline (Sadrazam Keçecizade Mehmet Fuat Paşa) sekreter oldu. Keçecizade Mehmet Fuat Paşa, Osmanlı döneminin en ünlü Masonlarından biri olarak tanınıyor.

KENDİSİNİ SÜNNİ DERVİŞİ OLARAK TANITTI

İstanbul’da kısa süre içerisinde Osmanlı İmparatorluğu içerisinde konuşulan 20 dile ve lehçeye hakim olan Vambery, Türkçe-Almanca sözlüğü de yazdı. Halevy, Vambery’in Osmanlı İmparatorluğu’nda bulunduğu sırada kendisini Sünni bir derviş olarak tanıttığını ve daha önce hiçbir Avrupalı’nın çıkmadığı gezilere çıktığını söyledi. Halevy’e göre, Mekke’den gelen bir grup hacı kafilesine katılan Vambery İran, Buhara ve Semerkant’ı gezdi ve ardından 1864′te “Orta Asya’ya Seyahatler” isimli bir kitap yazdı.

DÖRT KEZ DİN DEĞİŞTİRDİ, İNGİLİZLERE CASUSLUK YAPTI

Orta Asya seyahatinden döndükten ve kitabını yayınladıktan sonra Vambery Budapeşte Üniversitesi’nde Doğu Dilleri Profesörü olarak atandı ve burada 40 yıl boyunca araştırmalar yaptı. İsrail istihbaratı MOSSAD’ın Vambery’in yolunda gittiğini söyleyen Halevy, Vambery ile ilgili şimdiye kadar bilinmeyen bir gerçeği de açıklamış oldu. Vambery’in dört kez din değiştirdiğini ve akademik çalışmalarıyla eş zamanlı olarak hem Osmanlı hem de İngiliz istihbaratı görevlerini yürüttüğünü söyleyen Halevy, Vambery’in sadece İngilizlere istihbarat sağlamakla kalmadığını aynı zamanda Rusların Orta Asya’daki İngiliz menfaatlerine yönelik tehdidine karşı çalışmalar yaptığını belirtti.

HERZL’İ SULTAN’LA GÖRÜŞTÜRDÜ YÜKLÜ MİKTARDA PARA ALDI

Vambery’in bilgi toplayan ve onları anında kullanıma sokan bir ajan prototipi olduğunu kaydeden Halevy, Vambery’nin ikili oynayan bir casus değil, farklı konularda farklı hareket eden biri olduğunu kaydetti. Halevy’e göre Siyonizm’in kurucusu Theodor Herzl’i Sultan 2. Abdülhamit ile görüştüren kişi de Vambery’ydi. Herlz, Vambery’e Sultan Abdülhamit ile görüştürmesi için yardım istediğinde, Vambery yardımı için yüklü miktarda bir para alıyor. Vambery’in Sultan Abdülhamit ile görüştürdüğü Theodor Herlz istediğini alamadı.

MOSSAD’IN ROL MODELİ

Vambrey’in gelecek nesiller için bir model olduğunu belirten Halevy, Vambery’in genellikle hedef seçtiklerinin dinindenmiş gibi kendisini gösterdiğini ve bu şekilde onların güven ve saygısını kazandığını söyledi. Havely, Vambery’in, kendisinin yolunda giden istihbaratçılardan farkını şöyle açıkladı: “O, onun (Vambery) yolunda gidenlerden bir konuda ayrıldı. Genellikle desteklediği hiçbir davaya gerçekte sadık olmadı. Onun tek davası, olabildiğinde para toplayabilmekti.”

(Mehmet Nedim Aslan, www.habervaktim.com, 12-2009)

Devamını Oku »

İzmir Suikastı Bahanesiyle Suçsuz Yere Asılanlar

İzmir Suikastı Bahanesiyle Suçsuz Yere Asılanlar

İzmir Suikasti bahanesi ile tevkif edilenlerden Kazım Karabekir, Cafer Tayar (Eğilmez), Ali Fuad (Cebesoy) ve Refet Bele ordunun baskısı neticesi beraat edecek, ama TCF (Terakkiperver Cumhuriyet Fırkası) milletvekillerinden altısı idam edilecekti:

(1) İzmit Mebusu Şükrü
(2) Saruhan Mebusu Abidin
(3) Eskişehir Mebusu Albay Arif
(4) İstanbul Mebusu İsmail Canbolat
(5) Sivas Mebusu Halis Turgut
(6) Erzurum Mebusu Rüştü Paşa

İstiklal Mahkemelerinde muhakeme edilenler içerisinde, Maliye Nazırı Cavid Bey ve arkadaşları da vardı. Bunlar İttihadcı idi. Suikastla bir münasebetleri olduğu ispatlanamadığı halde asılmışlardı. Bir ansiklopedide bu mesele hakkında şunlar yazılı:

Davanın Ankara safhasında ise, 'Kara Çete' diye anılan esbak Maliye Nazırı Cavid Bey ve arkadaşları yargılanmışlar; suikastla doğrudan ilişkileri kanıtlanmaksızın, geçmişin hesabı ve geleceğin endişesi ile içlerinden dördü asılmışlardır. (Cavid Beyden baska, Dr. Nazım, Ardahan Mebusu Hilmi ve Nail Beyler). Eski Başvekil Rauf (Orbay) Bey de gıyabında (o esnada yurt dışında bulunmaktaydı) on yıl kalebentliğe mahkum edilmiştir.

Cumhuriyet Dönemi Türkiye Ansiklopedisi, cild 4, sahife 943
Devamını Oku »

Cemil Meriç ve Osmanlı



"Maziye dönmek veya kaybolan bir çağı diriltmek abesle iştigal olur. Bence, Devlet-i Aliyye’nin kuruluşundan Tanzimat’a kadar geçen her asır muhteşem ve göğüs kabartıcıdır. Bir kitap ve kelime medeniyeti değil, bir iman ve aksiyon medeniyeti yaratmışız. İnsan haysiyetini yücelten, adalet ülküsünü gerçekleştiren büyük bir medeniyetHiçbir ‘izm’in erişmediği ve erişemeyeceği bir rüya. İnsanın ve insanlığın altın çağı."
(7 Temmuz 1974 tarihli yazısından)

"Osmanlı akından akına koşan bir mücahitler ordusuDağınıklığı içinde yekpare, alacalığı içinde mütecanis. Medeniyetin yalnız yaratıcısı değil, taşıyıcısı da. Kahramanların sözle kaybedecek zamanları yok. Fatihler için tek mukaddes kelam vardır: Kelam-ı Kadim. Ötesi eğlence… Satranç gibi, cirit gibi… Ötesi, yani edebiyat. Milletler de ihtiyarladıkça gevezeleşir. Hamlenin yerini belagat alır, hayatın yerini söz. Genç bir toplulukta, yaşayan bir toplulukta, tezatlarını kâh kılı, kâh imanla halleden bir toplulukta laf ebeliğine ne lüzum var?"
(16 Haziran 1974 tarihli yazısından)

"Osmanlı birçok unsurların mesut bir terkibi. Orta Asya’dan getirdiği biyolojik vasıflar: bir başbuğ etrafında toplanmak, gözünü daldan budaktan esirgememek, bir kelimeyle bir çok göçebe medeniyetlerinde ortak olan: asabiyet. Bu temel seciye İslamiyet’le kaynaşınca büyük bir medeniyetin mimarı oldu. Osmanlı bu medeniyeti kurarken kendi kendini de inşa ediyordu. Tanzimat’a kadar gerek İslam’dan önceki, gerek İslam’dan sonraki Türk insanının farikaları:
1-Fedakârlık
2-Devletle birleşme


Âdeta uzvî bir kaynaşmaydı bu. Devletle din, dinle millet tek varlık halindeydi."
(15 Aralık 1974 tarihli yazısından)"Avrupa’nın telkinleriyle hudutsuz hakaretlere ve iftiralara hedef olan o muhteşem medeniyeti tanımak, tanıtmak ve benimsemek her dürüst insanın –her dürüst Türk’ün demek istiyorum- vazifesi değil mi?"
(Mart 1975'de bir derginin kendisiyle yaptığı röportajdan)

*Vaha Dergisi'nin Bahar 2008 sayısından derlenmiştir.

Devamını Oku »

DİVAN EDEBİYATINDA ROMAN

Divan Edebiyatı’nda roman yok. Niçin olsun?

Batı’nın ilk romanlarından biri "Topal şeytan". Kahraman, evlerin damını açar, bizi yatak odalarına sokar. Roman başlangıcından itibaren bir ifşâdır. Osmanlı’nın ne yaraları vardır, ne yaralarını teshir etmek hastalığı. Hikayeleri ya bir cengâveri ebedîleştirir, ya "hisse alınacak bir kıssa”dır.

Roman’ın burjuvaziyle doğduğunu söylerler. Burjuvazi Avrupa’nın imtiyazı, daha doğrusu yüz karası. Bir kelimeyle roman, başka bir dünyanın, başka bir ruh ikliminin, başka bir toplumun eseri. Daha zavallı bir dünya, daha dişi bir manevi iklim, daha geveze bir toplum.

Başka bir tabirle, bu edebi nevi bir buhranın, bir uyuşmazlığın, reelle ideal arasındaki bir nispetsizliğin çocuğu. İçtimâî bir sıhhatsizlik, hiç değilse bir tedirginlik alâmeti. Sınıf kavgalarıyla sahneye çıkışı bundan. İnanan bir toplumda, pürüzleri yok etmiş bir toplumda, hayalî çözüm yolları aramaya ihtiyaç duymayan bir toplumda romanın ne işi var?

Osmanlı, Osmanlı kaldıkça Batı romanı’nı anlayamazdı. Önce uzun bir temessül, daha doğrusu tesemmüm merhalesinden geçecek, iktisadi ve içtimai müesseseleriyle değişecekti.

Medeniyet can çekişiyor. Gök bomboş, hayat abes; roman bu kalpsiz dünyanın insanını bütünüyle sahneye koymak iddiasında. Bütünü, yani çarpık insiyakları, hayvanca iştihaları, çılgın arzuları veya arzusuzlukları ile. Aşk da -Tanrı gibi- öldüğüne göre, cinsiyet tek değer. Bezirgan hayasızlığın üstüne bir sal attı: cinsi bunalım. Sade, kütüphanelerin şeref misafiri, sadizm abesin ikiz kardeşi.

Bu Ülke -Cemil Meriç - s. 120..
Devamını Oku »

Müstağrip

Tanzimat sonrası Türk aydınına en çok yakışan sıfat: Müstağrip. Edebiyatımız bir gölge-edebiyat; düşüncemiz bir gölge-düşünce. Üç edebî nevi itibarda: Taklit, intihal ve tercüme. Ama zirvelerin hiçbirini tanımıyorduk. Avrupa’yı Avrupa yapan düşünce fatihleriyle temasımız yasaktı. Haşet Kitabevi’nden ibaretti Avrupamız, girdapları olmayan bir kıta, tezatsız ve tek boyutlu; bir kartpostal Avrupa’sı. Coğrafyamızda tek kıta vardı, kafamızda tek yarımküre. Türkçe konuşan birer Fransızdık.”

 

MÜSTAĞRİP

Cetlerimiz Avrupa’yı ehlileştireceklerini ummuşlardı. Namık Kemâl  bir fetih hülyasıdır.... Asya’nın akl-ı pîrânesi’yle  Avrupa’nın bikr-i fikrini evlendirmek. Bir cihangirâne ihtiras, yerini rezil bir zevkperestliğe  bıraktı. Genç Batı’nın her nazına, her cilvesine katlanan ihtiyar birer âşık olduk.

Avam anlayamaz bizi diyorduk; avam, yani kendi insanımız, tarihin ve edebiyatın dışındadır, kendini kader’e hapsetmiş. Yükselen bir medeniyet için kurşun işlemez bir zırh olan kader inancı, çöken bir toplum için yüklerin en ağırıdır. Yığını kavganın, yani hayatın dışına iten bu teslimiyetin kaynağı tevekkül  değil, tereddidir Ve... kaçıyorduk.




Bu Ülke, İletişim  Yayınları İstanbul 1996.s.137
Devamını Oku »

Hepimiz Suç Ortağıyız

Hepimiz Suç Ortağıyız

Proküst’ün yatağı. Bu habis  harfler şuurun gırtlağına dişlerini geçiren birer sülükAtını senatör yapan Caligula  insan haysiyetine bu hebbenneka eşkıya çetesinden çok daha hürmetkârBir demokrasi düşünün ki, kendisine aydın payesi verilen şamar oğlanları alfabenin harfleri hakkında konuşmak hakkından mahrum.Sözde laik bir cumhuriyette en kenef , en âdi mefhum ve nesneler mukaddesLatin alfabesi kuduz bir köpek gibi dile musallat  edildiÜniversite o zamanki ve bu zamanki üniversite şuur ve haysiyetinden iğdiş edildiğinin farkında değil. Bir alay çizmeli sarhoş, memleketin gönlü ve göğsü üzerinde tepindiler.C

Hepimiz suç ortağıyız. Yıllarca uyutulduk.Kitaplar deccalı  tanrı gösterdilerBütün şereflerimizden utanır olduk.  Ne hürriyet, ne kalkınma, ne maddede zafer, ne manada fetih. Rezil bir tahrip. Her güzeli, her şerefi, her mukaddesi.Hiçbir müstemleke, kıymetlerinin âdet bezinden daha hakir görüldüğünü bu zavallı memleket kadar ürpermeden, isyan etmeden müşahade etmek bedbahtlığına uğramamıştır. Radyomuz kasaba kerhanelerine utanç verecek hırıltı ve zırıltılarla dolu. Türkçe her gün katlediliyor. Ya zavallı musikimiz?

Jurnal C. I. İletişim Yayınları. s.399

 
Devamını Oku »

Doğu Despotizmi

Doğu Despotizmi

Montesquieu, Doğu despotizminden söz eder. Düşünmez ki despotizmin alası, perestişkarı olduğu İngiltere’de ve tebaasi bulunduğu Fransa’dadır. Ne beyzadelerin dillere destan zulümlerini, ne isim hanesi açık tevkif emirnamelerini hatırlat Bu şaşkın toprak ağasının hakkımızdaki türrehatı sadece gülünçtür: “Türkler dünyanın en çirkin insanları idi. Karıları da kendileri gibi kaknemdi. Rum dilberlerini görünce akılları başlarından gitti. Başladılar kız kaçırmaya. Zaten ezelden beri hayduttular” v.s. “Türkler eşek olacak öbür dünyada. Yahu dileri sırtlarında cehenneme taşıyacaklar. Bütün kavimlerin en cahili… Türkiye’de tebaanın servetine, hayatına, haysiyetine kimse aldırış etmez. Anlaşmazlıklar çabucak karara bağlanır. Şöyle ki: Paşa davacıları dinler, sonra falakaya yatırır herifleri, bir ala döver ve böylece davayı neticelendirir.” v.s.

Bizi bu kadar tanır Montesquieu. Batı yazarlarında ciddiyet ve dürüstlük aramayacak kadar Batı irfanının aşinası olanlar için bu hükümlerin tek orijinal tarafı terbiyesizliktir.

Kanunların Ruhu” müellifi, ülkesinin 1. François’dan beri çok sıkı münasebet halinde bulunduğu Osmanlı İmpaorluğu’nu bu kadar tanırsa, Hinti, Çin’i, İran’ı ne kadar tanır? Ne garipdir ki bu hayalperest ve hayasız yazarın Doğu’ya izafe ettiği despotizm birçok Batılı yazar tarafından münakaşasız benimsenir. Wittfogel* Sovyetler’e çatmak için Doğu despotizmi bayrağını omuzlar; bizim köksüz ve ufuksuz aydınlarımız da tarihimizi karalamak için Montesquieu’nün coğrafi kaderciliğine sığınırlar.

Bu Ülke. İletişim Yayınları 1996. s.192.
Devamını Oku »

KELÂM, BÜTÜNÜYLE HAYSİYETTİR ''Cemil Meriç''

İlk kitap: hafıza. Şaman veya rahip , yazının icadından sonra da imtiyazlarını titizce korur, fetihlerini uzun zaman yazıya dökmez, nesilden nesile sözle aktarır; sözle, yani nazımla. Sırlar, harflere tevdi edildiği zaman bile sokağın dili kullanılmaz. İlâhiler manzum, büyüler manzum, destanlar manzum. Şairler yoğurmuş dili, düşünceyi şairler uysallaştırmış. Beşiğinde Tanrıların dilini konuşmuş insan. Nazım en olgun meyvelerini verdikten sonra nesir  doğmuş. Hantal, ürkek, acemi bir nesir.

Nazım, imkânlarını araştıran düşünce: hatalarını bağışlatmak için musikinin yardımına muhtaç; musikinin, yani  veznin, kafiyenin. Nazım, ifadenin çocukluğu: sevimli ve serkeş  Nesir, bütün nazımları kucaklayan bir orkestra: girift ve kâmil. Kur’an mensurdur: Yedi Askı şairlerini secdeye kapandıran bir nesir.

Büyük nâzımların çoğu, nesirde de büyüktürler: Namık Kemâl  ve Hâşim gibi. Ama istisnası bol kâide bu: hecenin en usta şairi Rıza Tevfik , nesirlerinde ne kadar derbeder, ne kadar yavan. Genç nâsirler , nazımın tezhibinden geçseler şüphesiz ki üslupları daha derli toplu, daha tannan , daha ölçülü olurdu. Heyhat ki, nazımperdazlığın  tiryakilik gibi  tehlikeleri de var. Bazen, bütün dikkatini, bütün hünerini nazımda tüketiyor sanatçı; mısra “haysiyet”i oluyor, cümle “haysiyet”sizliği.Oysa kelam bütünüyle haysiyettir.

Bugünkü “düz yazı”nın ne edebiyatla münasebeti var, ne haysiyetle: bed, cıvık, yüzsüz. Kelimeler, ibarenin içinde, tımarhaneden fırlayan akıl hastaları gibi koşuşuyor. Hepsinin sırtında aynı urba , bakışlarında aynı manasızlık. Nesir yok artık. Nazım var mı ki?

Bu Ülke. İletişim Yayınları İstanbul 1996 s.82.
Devamını Oku »

Bir İmparatorluğun Anatomisi

Bir İmparatorluğun Anatomisi


Kaçanlar: "Boğuluyoruz", diyorlar... "Memleket bir zelzele arefesinde. Gitmek, kaderin hatalarını düzeltmektir. Cangıldan şehire, kasırgadan limana, kaostan tarihe kaçış."
Yükseliş devrinde aydın, toplumun herhangi bir ferdidir: zevkleri ile, zilletleri ile, mukaddesleri ile. Ne imtiyazı var­dır, ne imtiyaz peşindedir.Tanzimat, Babıâli'nin* Avrupalılaşması. Bürokrasi, halk­ları da, saraydan da kopar. Aydın da bürokrattır, hem de çok nazlı, çok hassas, çok herçâî bir bürokrat.



"Hâkim ideoloji, hâkim sınıfın ideolojisi" diyor kitap. Osmanlı ülkesinde hâkim sınıf, Fransız veya İngiliz burju­vazisi. Sarayın direnişi azaldıkça kapitalizm, taarruzunu yoğunlaştırır: keşişler, mektepler, mürebbiyeler, mason locala­rı... Osmanlı Bankası,* nişanlar, sefaret baloları ve Beyoğlu'nu zevk panayırına çeviren şuh aktrisler.Aydın, batan bir gemidedir. Ufukta rüyaların en muhteşe­mi: Avrupa. Servetin, şöhretin, şehvetin daveti. Azgın iştihaları vardı intelijansiyanın ve bu masal hazineleri kendisi­ni bekliyordu. Avrupalı dostları lütufkârdılar. Karşılık ola­rak biraz "ihanet" istiyorlardı sadece.

Halk oynanan oyunu seziyordu, insiyaklarıyla. Ve maziye sığınıyordu; maziye, yani hatıralarına, mukaddeslerine. Tek ümidi kalmıştı: saray. Ve saray çatırdıyordu.



Aydın için padişah, kendisini dünya zevklerinden ayıran bir hâil idi. Padişah olmasa, Avrupa'nın emrinde ve Avru­pa'nın inâyetiyle kendisi yönetecekti devleti. Hürriyetçiydi, terakkiciydi, medeniyetçiydi. Halkı savaşa hazırlamak mı? Hangi halkı? Ne savaşı? Kime karşı savaş?Bu ülke - Cemil MERİÇ

Devamını Oku »