Günahtan Kaçınmanın Mükâfatı

Yüce Allah'ın: "Ve sizi şerefli bir mekâna koyarız" buyruğunda "mekân" anlamına gelen kelimesini Ebû Amr ve Kulelilerin çoğunluğu "mim" harfini ötreli olarak; diye okumuşlardır. Bunun mastar olma ihtimali vardır. Sizleri şerefli bir girdirişle girdiririz demek olur. Mef ul de mahzuf olur. Sizleri cennete şerefli bir girdirişle girdiririz, anlamına gelir. Bu kelimenin me­kân ismi olması da muhtemeldir. O takdirde bu kelime mef ül olur. (Meal­de de böyle yapılmıştır).

Medinelîler İse, bu kelimeyi " harfini üstün olarak okumuşlardır. Bu durumda bunun, mastar olup, takdirî bir fiil ile nasb edilmiş olması da ca­izdir. Takdirî de şöyledir: Biz sizi girdiririz, siz de şerefli bir girişle girersi­niz. Bu takdire ifade delâlet etmektedir. Bu kelimenin ismi mekân olması da mümkündür. O takdirde mefulün bilî olduğu için mansubtur. Yani, biz siz­leri şerefli bir yere girdiririz, o da cennettir.

Ebû Said b. el-Ârabî der ki: Ben, Ebû Dâvûd es-Sicistanî'yi şöyle derken dinledim : Ebû Abdullah Ahmed b. Hanbel'i şöyle derken dinledim: Bütün müslümanlar cennette olacaktır. Ona: Nasıl diye sordu, dedi ki: Aziz ve ce-lil olan Allah: "Size yasaklanan büyük günahlardan kaçınırsanız, (diğer) günahlarınızı mağfiret ederiz ve sizi şerefli bir metana koyarız" diye buyurmaktadır. Bu "şerefli mekândan kasıt, cennettir.

Peygamber (sav) de şöyle buyurmuştur: "Ben şefaatimi, ümmetimden büyük günah sahibi olan kimselere sakladım." Aziz ve celil olan Allah, bü­yük günahların dışında olanları mağfiret ettiğine göre, Peygamber (sav) de büyük günahkârlara şefaatçi olacağına göre, geriye müslümanların üzerin­de hangi günah kalır ki?

İlim adamlarımız derler ki: Ehli sünnete göre büyük günahlar, önceden de geçtiği üzere -ölümden önce- o günahları işlemekten vazgeçenlere mağfiret olunur. Müslüman olup da o günahları işlemeye devam edenlere de, bu gü­nahlar mağfiret olunabilir.

Nitekim, yüce Allah; "Bunun dışında kalanı da dilediğine bağışlar" di­ye buyurmaktadır. Bundan maksat ise, o günahları işlemeye devam ederken ölen kimselerdir. Şayet maksat ölümden önce tevbe edenler olsaydı, şirk ile diğer günahlar arasında ayırım gözetmenin bir anlamı olmazdı. Çünkü şirk­ten dahi (ölümden önce) tevbe eden kimse mağfiret olunur.

İbn Mesud'dan şöyle dediği rivayet edilmektedir: Nisa Sûresl'nde beş âyei-1 kerime vardır ki onlar, benim için bütün dünyadan daha sevimli (ve değerli)'dir. Bunlar da yüce Allah'ın: "Size yasaklanan büyük günahlardan kaçınırsanız" buyruğu; "Şüphesiz Allah kendisine şirk koşulmasını mağ­firet etmez" (en-Nisâ, 4/48) buyruğu; "Kim bir kötülük yapar yahut nefsine zulmeder de..." (en-Nisâ, 4/110) buyruğu; "Şayet (yapılan) bir iyilik olursa onu kat kat artırır" (en-Nisâ, 4/40) buyruğu ile: "Allah'a ve peygamberleri­ne iman edip..." (en-Nisâ, 4/152) buyruğudur.

îbn Abbas da der ki: Nisa Sûresi'nde sekiz âyet-i kerime var. Bunlar, bu üm-mel için güneşin üzerine doğup battığı herşeyden daha hayırlıdır: "Allah si­ze açıkça bildirmek...ister" (en-Nisâ, 4/26); "Allak tevbelerinizi kabul etmek ister" (en-Nisâ, 4/27); "Allah sizden, hafifletmek ister" (en-Nisâ, 4/28); "Si­ze yasaklanan büyük günahlardan kaçınırsanız (diğer) günahlarınızı mağfiret ederiz"; "Şüphesiz AHah, kendisine şirk koşulmasını mağfiret etmez..." (.en-Nisâ, 4/48); "Allah şüphesiz zerre ağırlığı kadar dahi zul­metmez" (cn-Nisâr 4/40); "Kim bir kötülük yapar yahut nefsine zulmeder de sonra Allah'tan mağfiret dilerse..." (en-Nisâ, 4/110); "Eğer şükredip iman ederseniz, Allah size azabı neylesin?" (en-Nisâ, 4/147) [443]
İmam Kurtubi Tefsiri,cilt:5
Devamını Oku »

Şirkin Mertebeleri Hakkındadır

Şunu bil ki, ilim adamlarımız (Allah onlar­dan razı olsun) şöyle demişlerdir; Şirkin üç mertebesi vardır ve hepsi de ha­ramdır. Şirkin esası, ulûhiyeünde Allah'ın ortağının bulunduğuna inanmak­tır. İşte en büyük şirk ve cahiliye şirki budur. Yüce Allah'ın: "Şüphesiz Al­lah, kendisine şirk koşulmasını mağfiret etmez. Ondan başkasını diledi­ğine bağışlar" (en-Nisa, 4/48) Buyruğunda kastedilen şirk de budur.

Bundan hemen bir sonraki mertebe ise, fiilinde yüce Allah'ın ortağı oldu­ğuna inanmaktır. Bu da: Allah'tan başka herhangi bir varlık, bir fiili bağım­sız olarak meydana getirip icad eder, diyenlerin görüşüdür. Böyle bir varlı­ğın ayrıca ilâh olduğuna inanmasa dahi bu bir şirktir. Bu ümmetin mecusileri olarak bilinen Kaderiye gibi. Cibril Hadisinde de görüldüğü gibi, İbn Ömer, bunlardan uzak olduğunu ifade etmiştir.  Bundan sonraki mertebe ise, ibadette Allah'a ortak koşmaktır ki, bu da riyakârlıktır. Riyakârlık ise, yü­ce Allah'ın yalnızca kendisi için yapılmasını emretmiş olduğu İbadetlerden herhangi birisini başkası için yapmak demektir. İşte haram oluşunu beyan et­mek üzere birçok âyet-i kerimelerin ve hadis-i şerifin varid olduğu şirk tü­rü de budur. Bu amelleri iptal eden bir iştir. Ve oldukça gizlidir. Cahil ve an­layışsız olan kimseler bunu bilemezler.

Allah, Haris el-Muhasibî'den razı olsun ki, o bunu, er-Riâye adlı eserinde açıklamıştır. Ve riyanın amelleri bozduğunu da beyan etmiştir. İbn Mâce'nin Sünenînde, Ebu Said b. Ebi Fedale el-Ensarîden -ki ashab-ı ki ramdandır- şöy­le dediğini rivayet etmektedir: Rasulullah buyurdu ki: "Allah kendisinde hiç bir şüphenin bulunmadığı bir gün olan Kıyamet gününde, öncekileri de sonrakileri de toplayıp biraraya getirdiğinde, bir münadi şöyle seselenecektir: Her kim, aziz ve celil olan Allah için yapması gereken amelinde bir baş­kasını ortak koşmuş ise, haydi gitsin o amelinin ecrini Allah'tan başkasının nezdinde arasın. Çünkü şüphesiz Allah, ortaklar arasında, ortaklığa en ihti­yaç olmayandır."  İbn Mâce'de, Ebû Said el-Hudrî'den şöyle dediği riva­yet edilmektedir: Bizler el-Mesih el-Deccal hakkında konuşurken, Rasulul­lah (s.a) yanımıza çıkageldi ve şöyle dedi: "Bence sizin için el-Mesih el-Dec-cal'den daha da korkulması gereken bir şeyi size haber vereyim mi?”. Ebû Said el-Hudrî dedi ki: Evet bildir, Ey Allah'ın Rasulü dedik. Şöyle buyurdu; "O, gizli şirktir; kişi namaza kalkar durur da, bir kişinin kendisine baktığını gördüğünden dolayı namazını süslemesidir."

tbn Mâce'de Şeddad b. Evs'den şöyle dediği rivayet edilmektedir: Rasulullah (sav) buyurdu ki: "Şüphesiz ümmetim için en çok korktuğum şey, Alla­h'a şirk koşmalarıdır. Ben onların güneşe, aya ve puta tapacaklarını söyle­miyorum. Şu kadar var ki, Allah'tan başkası İçin yapacakları ameller ve ita­at edecekleri gizli bir şehvetten (korkuyorum). Bunu ayrıca Tirmizî el-Hakîm (Nevâdirül-Usûl'de) rivayet etmiştir, ileride el-Kehf Sûresi'nin sonlarında (.18/110. âyetin tefsirinde) bu hadis-i şe­rif gelecektir, orada ayrıca gizli şehvetin mahiyeti de açıklanacaktır. İbn Lehîa de, Yezit b. Ebi Habib'den şöyle dediğini rivayet etmektedir: Rasûlullah (sav)'a gizli şehvet hakkında soru soruldu da o da şöyle buyurdu: "Giz­li şehvet, kişinin gelip etrafında oturulmasını sevdiği için öğrenmesidir."

Sehl b. Abdullah et-Tüsteri (r.a) der ki: Riya üç türlüdür. Birincisi, kişinin fiilini aslı itibarı ile Allah'tan başkası için yapması ve bununla beraber' o fi­ilinin Allah için yaptığım bilinmesini istemesidir. Bu bir çeşit münafıklık ve imanda şüpheye düşmektir. İkinci çeşit; Bir işe Allah için başlar, Allah'tan baş­kası da ona muttali oldu mu, bundan sevinir ve gayrete gelir. Böyle bir kim­se tevbe edecek olursa, bütün yaptığını yeniden iade etmelidir.

Üçüncüsü ise, ihlas ile bir amele başlayıp, Allah için o amelini bitirir, bu hali ile o kişi bilinir ve bundan dolayı övülür, o da bu övülmeden huzur du­yarsa, işte yüce Allah'ın yasakladığı riya budur. Sehl der ki: Lukman, oğlu­na şöyle demiş: Riyakârlık, amelinin ecrini dünya yurdunda istemendir. Halbuki, iyi insanların ameli âhiret için olmalıdır. Ona riyanın ilacı nedir di­ye sorulunca, o da ameli gizlemektir dedi. Peki, amel nasıl gizlenilir diye so­rulunca, şöyle dedi; Açıktan yapmakla mükellef tutulduğun amele ancak ih-lâs ile gir (başla). Açığa vurmakla mükellef tutulmadığın şeye de, Allah'tan başka hiçbir kimsenin muttali olmasını isteme-.Yine devamla der ki: İnsan-ların muttali olduğu hiçbir ameli sen amelden sayma. Eyyûb es-Sahüyanî der ki: Ameli dolayısıyla mevkiinin bilinmesini istiyen bir kimse akıllı bir kim­se değildir. Derim ki: Sehl'in: "Bir amele ihlas ile başlayıp..." ifadesi ile ilgi­li olarak şunları söyliyelim: Eğer o kişinin, başkalarının söyledikleri dolayı­sıyla huzur ve sükûn bulup sevinmesi, kalplerinde yer edip bundan dolayı kendisini övmeleri, ona saygı ve ta'zim göstermeleri, iyilikte bulunmaları, onlardan elde etmeyi İstediği mal ve bundan başka birtakım şeylere nail oîmak için olursa, bu yerilen bir şeydir. Çünkü, böyle birisinin kalbi, onların o ame­line muttali olmaları dolayısıyla sevinçle dolup taşmış demektir. Velevki onlar, o amelini yapıp bitirdikten sonra muttali olmuş olsunlar.

Kendisi ameline muttali olmalarım sevmemekle, Allah'ın insanları mutta­li kılmasını sevmekle ve Allah'ın lütfü dolayısıyla sevinmesine gelince; onun bu sevinci Allanın lütfuyla bir itaat olur. Nitekim yüce Allah, şöyle buyurmak­tadır; "De ki, Allah'ın lütfü ve rahmetiyiz ve yalnız bunlarla sevinsinler. Bu onların toplaya geldiklerinden daha hayırlıdır." (Yunus, 10/58). Buna da­ir geniş açıklamalar ve bu açıklamaların tamamlanması, el-Muhasibî'nin er-Riaye adlı eserindedir. Bu bilgilere vakıf olmak isteyenler, oraya baksınlar.

Yine Selıl'e, Peygamber (sav)'ın: "Ben bir ameli gizlice yapıyorum da, ona muttali olunur ve bundan dolayı bu benim hoşuma gider."  Hadisi soru­lunca şu cevabı vermiş: Bunun hoşuna gitmesi Allah'ın açığa vurduğu ame­li dolayısıyla şükretmesi bakımından veya buna benzer bir cihetten dolayı­dır. İşte bu açıklamalar, riyakârlık ve amellerin Allah İçin ihlas ile yapılma­sı gereğine dair yeterli özettir Bakara Sûresi'nde (2/139- âyette) İhlasın ger­çek mahiyeti ile ilgili açıklamalar geçmiş bulunmaktadır. Allah'a hamd olsun.
İmam Kurtubi Tefsiri,cilt:5
Devamını Oku »

Hz. Âdem Yaratılışı ve Bütün İsimlerin Ona Öğretilmesi Hakkında



"Âdem'e bütün isimleri öğretti." buyruğunda "öğretti" kelimesi tarif et­ti, kelimesiyle eş anlamlıdır. Burada ona öğretmek kesin bir şekilde o bil­giyi ona ilham etmek anlamındadır. Bunun bir melek aracılığıyla olma ihti­mali de vardır. Sözkonusu bu melek ise ileride de açıklanacağı üzere Ceb­rail (a.s)'dır.

Bu ayet-i kerimede yer alan Öğretti" kelimesi, "öğretildi" anlamın­da şeklinde de okunmuştur. Ancak birinci okuyuş şekli ileride de gö­rüleceği üzere daha uygundur ve izah edilebilir bir okuyuştur. Sûfi ilim adamları der ki: Hz. Âdem bu isimleri Hakk'ın ona öğretmesi vasıtasıyla öğ­renmiştir. Bu isimleri bellemesini istemiş, ancak Hz. Âdem kendisine verilen emri unutmuştur. Çünkü bu konuda onu kendi nefsiyle başbaşa bırakmıştır. Yüce Allah buna işaret etmek üzere şöyle buyurmaktadır: "Andolsun ki bundan önce biz Adem'e vahyettik (emir verdik) o ise unuttu. Biz onda bir azim (günaha kasıt) bulmadık." (Ta-ha, 20/115)

İbn Ata der ki: Eğer Âdem'e bu isimlerin bilgisi açıklanmamış olsaydı, eş­yanın isimlerini haber vermek hususunda Âdem, meleklerden daha aciz olurdu. Bunun böyle olduğu gayet açıktır.

Hz. Âdem'in künyesi Ebu'l-Beşer (yani insanların atası)dır. Künyesinin "Ebu Muhammed" olduğu da söylenmiştir. Böylelikle o, son peygamber Muhammed (s.a)'ın adı ile künyelenmiş olmaktadır. Bunu es-Süheylî söylemiştir. Hz. Âdem'in cennetteki künyesinin Ebu Muhammed, yeryüzündeki künyesinin de Ebu'l-Beşer olduğu da söylenmiştir.

"Âdem" kelimesinin aslı başta iki hemzelidir. Ancak ikinci hemzeyi yu-muşatfarak uzaOmışlardır. O bakımdan ikinci hemzeyi harekelemek ihtiya­cı duyulduğu takdirde ikinci hemze vav'a dönüştürülür ve bu kelime çoğul yapılmak istendiği takdirde "evâdim" denilir. -Bu açıklamaları el-Ahfeş yap­mıştır.

Bu kelimenin türeyişi hakkında farklı görüşler vardır. Bunun yeryüzü an­lamına gelen dan türediği söylenmiştir. Böylelikle Hz. Âdem'e yaratıldığı asıldan gelen bir isim verilmiş olmaktadır. Bu kelimenin "esmerlik" anlamına gelen "el-udme"den türediği de söylenmiştir. Ancak "el-udrae" kelimesinin anlamı hakkında farklı görüşler ortaya atılmıştır, ed-Dahhak'ın iddiasına göre bunun anlamı esmerlik; en-Nadr'ın açıklamasına gö­re ise beyazlıktır. Âdem (a.s) da beyaz idi. Buna göre bu kelime Arapların beyaz deve hakkında kullandıkları tabirinden alınmış olur. Eğer bu kelime bu kökten gelir ise o takdirde bunun çoğulu "üdm(un)" ve "evâ-dim(un)" şeklinde gelir. Bu kelimenin "edeme"den türemiş olduğu kabul edi­lirse o takdirde "Âdem" kelimesinin çoğulu "Âdemûne" şeklinde gelir.

Derim ki: Doğrusu bu kelimenin "yeryüzü" anlamına gelen  Edîmu'l-ard'den türediğidir. Said b. Cübeyr der ki: Âdem'e bu adın veriliş se­bebi onun yeryüzünden yaratılmış olmasıdır. Ona "insan" denilmesinin se­bebi ise unutkanlığıdır. Bunu İbn Sa'd Tabakat'ında zikretmiştir.

es-Sud-di'nin Ebu Malik ve Ebu Salih'ten, onların İbn Abbas'tan ve Murre el-Hem-dani'den, onun İbn Mes'ud'dan Hz. Âdem'in yaratılış kıssası ile ilgili yaptık­ları nakile göre Abdullah b. Mes'ud şöyle demiştir:

Yüce Allah Cebrail (a.s)'ı oradan bir çamur getirmek üzere yere gönderdi.

Yer dedi ki: Benden birşey eksiltmenden yahut bana çirkin bir iş yapmandan Allah'a sığınıyorum.

Bu­nun üzerine Hz. Cebrail birşey almaksızın geri döndü ve şöyle dedi: Rabbim, o benden Sana sığındı ben de onun sığınmasını kabul ederek ona ilişmedim.

Bu sefer yüce Allah, Mikail'i gönderdi. Aynı şekilde ondan da Allah'a sığın­dı, o da onun bu sığınmasını kabul etti, geri döndü ve Hz. Cebrail'in söyle­dikleri gibi söyledi.

Bu sefer yüce Allah ölüm meleğini gönderdi. Bundan da Allah'a sığınınca ölüm meleği de: Ben de emrini yerine getirmeksizin geri dönmekten Allah'a sığınırım, dedi ve yeryüzünden bir miktar aldı ve karıştırdı. Alacağını tek bir yerden almadı. Kırmızı, beyaz ve siyah topraklardan ayrı ay­rı aldı.

İşte bunun için Âdemoğulları değişik değişik ortaya çıktı. Ve işte o (ma­yası) yeryüzünden alındığından dolayı ona "Âdem" adı verildi. (Ölüm me­leği alacağını aldı) ve onları yüce divana çıkardı.

Şanı yüce Allah, ona: "Sa­na yalvarıp yakardığında yere şefkat etmedin mi?" diye sorunca şu cevabı ver­di: Ben, Senin emrini yerine getirmeyi onun sözlerinden daha gerekli gör­düm.

Bunun üzerine yüce Allah şöyle buyurdu: "Âdem'in çocuklarının can­larını almana sen'uygun bir kimsesin."

Daha sonra (yüce Allah) toprağı ya­pışkan bir çamur haline (tînun lâzib) getirinceye kadar ıslattı. Lâzib ise bir­birine yapışan çamur demektir. Daha sonra kokuncaya kadar bırakıldı.

İşte yüce Allah bu aşama hakkında şöyle buyurmaktadır: "Kokuşmuş çamurdan..." (el-Hicr, 15/26-28, 33)

Daha sonra yüce Allah meleklere şöyle buyurdu: "Mu­hakkak Ben çamurdan bir beşer yaratacağım, onu tamamlayıp içine ruhum­dan üflediğimde onun için secdeye kapanın."(Sâd, 38/71-72)

İblis ona kar­şı büyüklenmesin diye yüce Allah Âdem'i bizzat kendi eliyle yarattı. Yüce Al­lah şöyle buyurmuş gibi oldu: Ben ona karşı büyüklenmediğim halde elle­rimle yarattığıma karşı sen nasıl büyüklenirsin? Yüce Allah Hz. Âdem'i bir in­san şeklinde yarattı. Önce o Cum'a gününün bir bölümünde ve kırk yıl sü­re kadar çamurdan bir ceset halinde idi. Melekler onun yanından geçip de onu gördüklerinde korkuya kapıldılar. Aralarında Hz. Âdem'den en çok korkan İblis idi. Onun yanından geçer, ona vurur ve bu ceset tıpkı testinin ses çıkardığı gibi bir ses çıkartırdı. İşte şanı yüce

Allah'ın şu buyruğu buna işaret etmektedir: "O, insanı testi gibi ses veren kupkuru çamurdan yarat­tı." (er-Rahmân, 55/14) İblis bu sesi işitince de: Sen ne için yaratıldın? diye söyledi. Bu arada ağzından girdi, arkasından çıktı. Bunun üzerine İblis me­leklere şöyle dedi: Bundan korkmayınız, çünkü o ecveftir (içi boştur) ve eğer ben ona musallat edilirsem şüphesiz onu helak ederim.

Denildiğine göre İblis meleklerle birlikte Âdem'in çamurdan suretinin ya­nından geçerken şöyle dermiş: Şu mahlukat arasında benzerini görmediği­niz bu yaratık size üstün kılınıp da ona itaat etmeniz emrolunursa ne yapar­sınız?

Melekler: Rabbimizin emrine itaat ederiz, diye cevap verirlerdi. İblis ken­di içinde gizlice şu kararı verdi: Andolsun o bana üstün kılınacak olursa ona itaat etmeyeceğim ve eğer ben ona üstün kılınırsam onu helak edeceğim.

Hz. Âdem'e ruhun üflenmesinin murad edildiği vakit gelince, yüce Allah melek­lere şöyle dedi: Ben ona kendi ruhumdan üflediğimde onun için secdeye ka­panınız.

Âdem'e ruh üflenince ruh Hz. Âdem'in başından girdi. Aksırmaya başladı, melekler ona: Elhamdülillah de, dediler.

O da elhamdülillah deyin­ce yüce Allah ona: Rabbin sana merhamet buyurdu, dedi. Ruh, Hz. Âdem'in gözlerine girince cennetin meyvelerine baktı. Karnına girince canı yemek çekti. Ruh daha ayaklarına ulaşmadan acele ederek cennetin meyvelerine doğ­ru kalkmak istedi.

İşte yüce Allah'ın şu buyrukları buna işarettir: "İnsan ace­leden yaratıldı." (el-Enbiya, 21/37); "Bunun üzerine meleklerin hepsi ona top­luca secde ettiler, ancak İblis dayattı, secde edenlerle beraber olmak isteme­di." (el-Hicr, 15/30-31) ve devamla Abdullah b. Mes'ud Hz. Âdem'in yaratı­lış kıssasını zikretti.

Tirmizi'nin rivayetine göre Ebu Musa el-Eş'arî şöyle demiştir: Rasulullah (s.a)'ı şöyle buyururken dinledim: "Aziz ve celil olan Allah Âdem'i yerin tü­münden aldığı bir avuç (toprak)dan yarattı. İşte bundan dolayı Âdemoğul-ları yer gibi (değişik renkte) olmuşlardır. Onlardan kimisi kırmızı, kimisi be­yaz, kimisi siyah, kimisi de bunlar arasındadır. Kimisi yumuşak, kimisi sert tabiatlıdır. Kimisi kötü ve kimisi de iyidir." Ebu İsa (et-Tirmizi) der ki: Bu ha-sen -sahih bir hadistir.

İmam Kurtubi Tefsiri,cilt:1
Devamını Oku »

Hz Âdem'i ve İnsanları Meleklerden Üstün Görenler ile Âdem'e SecdeEmrinin Hikmeti

Adem'i ve onun soyundan gelenleri üstün kabul edenler, yüce Allah'ın meleklere: "Âdem'e secde edin" buyruğunu delil gösterir ve şöyle derler: İşte bu, Hz. Âdem'in meleklerden üstün olduğunun delilidir. Buna cevap şudur: "Âdem'e secde edin" buyruğunun anlamı: Âdem'in yüzüne yönelerek bana secde edin, demektir. Bu, yüce Allah'ın şu buyruğunu andırmaktadır: "Güneşin kaymasından dolayı namaz kıl" (el-İsra, 17/78); güneşin kay­ması esnasında namaz kıl, demektir. Yüce Allah'ın şu buyruğu da böyledir: "Ona ruhumdan üflediğim zaman siz derhal onun için secdeye kapanın" (el-Hicr, 15/29; Sad, 38/72); onun yaratılışını tamamladığım ve siz onunla karşı karşıya geldiğiniz vakit Benim için secdeye kapanınız, demektir. Kendisine secde edilen kimsenin, secde edenden daha faziletli olamayacağını, kıbleye yönelerek secdede bulunmayı delil göstererek açıklamış bulunuyoruz.

Eğer: Âdem onlardan daha faziletli değil ise, ona meleklerin secde etme emrinin veriliş hikmeti nedir, diye sorulacak olursa; şu şekilde cevap veri­lir: Meleker teşbih ve takdisleri ile bir parça kendilerini büyük görür gibi olun­ca, Allah, onlara kendisinden başka birisine secde etmeleri emrini verip ken­dilerine muhtaç olmadığını, ibadetlerine ihtiyacı bulunmadığını göstermek istemiştir. Kimi ilim adamı da şöyle demektedir: Melekler Âdem (a.s)'ı kusur­lu buldular, onu küçük gördüler. Halbuki yaratılışının özelliklerini bilmiyor­lardı. Bundan dolayı onun şanını, şerefini yükseltmek üzere ona secde etmek­le emrolundular. Yüce Allah'ın onlara Âdem'e secde etme emrini vermesinin kendilerine: "Muhakkak Ben yeryüzünde bir halife yaratacağım" dedi­ğinde meleklerin: "Orada fesad çıkartacak., bir kimse mi yaratacaksın" de­melerine bir ceza olarak Âdem'e secde etmelerini emretmiş olması da ihti­mal dahilindedir. Şanı yüce Allah, kendilerine bu şekilde hitap edeceği va­kit onların bu şekilde cevap vereceklerini de biliyordu. O bakımdan yüce Al­lah onlara: "Şüphesiz Ben çamurdan bir beşer yaratacağım." (Sa'd, 38/71) ve onu halife kılacağım, ona kendi ruhumdan üflediğim vakit siz de ona sec­deye kapanınız, diye emir buyurdu. Yani, bu sizin şu anda bana söylediği­nize ceza olmak üzere  böyle olacaktır, demektir.

Denilse ki: İbn Abbas, insanların daha faziletli oluşuna şunları delil gös­terir: Şanı yüce Allah, yüce Rasulünün hayatına şu buyruğuyla kasem etmiş­tir: "Hayatın hakkı için onlar gerçekten sarhoşlukları içerisinde şaşkın bir haldedirler." (el-Hicr, 15/72) Diğer taraftan şu buyruğuyla da Hz. Peygam-ber'e Allah'ın azabından yana güvenlik vermiştir: "Ta ki Allah, geçmiş ve ge­lecek günahlarını mağfiret etsin." (el-Feth, 48/2) Buna karşılık meleklere de şöyle buyurmaktadır: "Onlardan her kim: Ben ondan gayrı ilahım, derse Biz onu cehennemle cezalandırırız." (el-Enbiya, 21/29) diye buyurmuştur.

Böyle sorana cevabımız şudur: Şanı yüce Allah, bizzat kendi hayatına ka­sem ederek: "Hayatıma andolsun" demediği gibi, meleklerin hayatına da ka­sem etmemiştir. Buna karşılık O, göklere ve yere yemin etmiştir. Bu ise on­ların Arştan ve sekiz cennetten daha üstün ve değerli olduğunun delili de­ğildir. Yine yüce Allah, incire ve zeytine de yemin etmiştir.

Şanı yüce Allah'ın: "Onlardan her kim: Ben ondan gayrı ilahım derse.." buyruğu ise, yüce Allah'ın Peygamberine şu buyruğunu andırmaktadır: "An­dolsun eğer sen şirk koşarsan hiç şüphesiz amelin boşa çıkar ve şüphesiz zi­yan edenlerden olursun" (ez-Zumer, 39/65) Buna göre, İbn Abbas'ın bu açık­lamalarında, (Hz. Âdem'in ve oğullarının meleklere) üstünlüğüne delalet ede­cek ifadeler yoktur. Doğrusunu en iyi bilen Allah'tır.

İmam Kurtubi Tefsiri cilt:1
Devamını Oku »

Meleklerin Âdem'e Secde Şekli

İlim adamları, meleklerin Âdem'e secdelerinin, ibadet mahiyetini taşımadığı üzerinde ittifak etmekle birlikte, secdelerinin keyfiyeti hakında farklı gö­rüşlere sahiptirler. Cumhur der ki: Bu, namazda alışılmış secdede olduğu gi­bi alnı yere koymak şeklinde meleklere verilmiş bir emir idi. Çünkü örfte olsun, şeriatte olsun, secde etmekten açıkça anlaşılan budur. Buna dayanı­larak şöyle denilmiştir: Bu secde, Âdem'e bir ikram ve onun faziletini açık­ça ortaya koyuş, yüce Allah'a da itaat mahiyetinde idi. Hz. Âdem de bu du­rumda bizim için kıblenin konumuna benzer bir konumda idi. Buna göre "Âdeme" ifadesinin anlamı "Âdem'e doğru secde edin" demektir. Nitekim kıb­leye namaz kıldı, denilirken kıbleye doğru namaz kıldı denilmek istenir.

Bir başka kesim de şöyle demiştir: O secde, günümüzde alışılmış olan al­nın yere konulması şeklinde değil idi. Sözü geçen bu secde, kelime olarak dildeki aslî manası üzerinde bırakılmıştır. Bu aslî anlamı ise zillet göstermek ve itaat etmektir. Buna göre "Âdem'e secde edin" buyruğu; "Âdem'e boyun eğip itaat edin, onun faziletini ikrar ve kabul edin" demektir. "Derhal secde ettiler" buyruğu da onlara verilen emri yerine getirdiler, demektir.

Yine şu hususta da farklı görüşler ortaya atılmıştır: Acaba bu şekilde sec­de etmek, Âdem (a.s)'a ait bir özellik mi idi? Buna göre, yüce Allah dışında bütün kainatta ondan başkasına secde caiz olmaz mı demektir, yoksa Hz. Âdem'den sonra da Hz. Yakub zamanına kadar yaratıklara secde etmek ca­iz mi idi? Çünkü yüce Allah şöyle buyurmaktadır: "Babasını ve annesini tah­tın üzerine çıkarttı (oturttu), hepsi de ona secdeye kapandılar" (Yusuf, 12/100) Buna göre acaba yaratıklara secdenin mubah kılındığı son hal bu mu­dur? Çoğunluğun kabul ettiği görüşe göre yaratıklara da secde Rasulullah (s.a)'ın dönemine kadar mubah idi. Ashabı; ağaç ve deve Rasulullah'a sec­de ettiğinde şöyle demişti: Ağaçtan ve ürküp kaçan deveden sana secde et­meye biz daha layıkız. Bunun üzerine Hz. Peygamber şöyle buyurdu: "Alem­lerin Rabbi olan Allah'tan başka hiçbir kimseye secde edilmemelidir.

İbn Mace Sünen'inde, el-Büstî de Sahih'inde Ebû Vakid'in şöyle dediği­ni rivayet etmektedirler: Muaz b. Cebel, Şam'dan gelince Rasulullah (s.a)'ın önünde secdeye kapandı. Bunun üzerine Rasulullah (s.a): "Bu da ne oluyor?" deyince Muaz şöyle dedi: Ey Allah'ın Rasulü, ben Şam'a vardım, baktım ki onlar yüksek kumandanlarına ve büyük din adamlarına secde ediyorlar, ben de bu işi sana yapmak istedim. Hz. Peygamber şöyle buyurdu: "Hayır, böyle birşey yapma, çünkü ben herhangi bir şeyin herhangi bir şeye secde etmesini emredecek olursam, kadına kocasına secde etmesini emrederdim. Kadın kocasının hakkını yerine getirmedikçe Rabbinin hakkını yerine getir­miş olmaz. Hatta deve üzerine vurulan eğere çıkmış olsa dahi kocası yanı­na gelmesini isteyecek olursa ona karşı çıkmamalıdır. Hadisin bu lafzı el-Büstî'ye aittir. Deveye vurulan eyer (el-kateb)ın anlamı şudur: Arapların yanında doğum yapmak için özel sandalye çok az bulunurdu. O bakımdan doğum esnasında hanımlarını bu şekilde develerin üzerine vurulan eyerle­re (el-kateb) oturtur ve taşırlardı. Hadisin Muaz yoluyla gelen rivayetlerinin birisinde de şöyle denilmektedir: Hz. Peygamber insanlara secde etmeyi ya­sakladı ve buna karşılık musafaha yapmayı emretti.

İmam Kurtubi Tefsiri,cilt:1
Devamını Oku »

Cennetten Çıkarılmak Hz. Adem İçin Bir Ceza mıydı?

Yüce Allah'ın Hz. Âdem'i cennetten çıkartması ve onu yeryüzüne indir­mesi bir ceza değildi. Çünkü tevbesini kabul ettikten sonra, yeryüzüne in­dirmiştir. Hz.Âdem'i yeryüzüne indirmesi, ya onu te'dip içindi veya sıkıntı­sını (mihnetini) ağırlaştırmak için idi. Hz. Âdem'in yeryüzüne indirilmesi ve oraya yerleştirilmesi ile ilgili doğru açıklama şekli budur: Bunda yüce Allah'ın ezelî hikmeti açıkça ortaya çıkmıştır. Bu ise, soyundan gelecek olanları şe-riati ile mükellef kılmak, onları sınamak kastı ile, soyunun üremesidir. Bu tek­lif ve sınamaya bağlı olarak, onlar, âhirette ecir veya ceza ile karşı karşıya kalacaklardır. Çünkü cennet ile cehennem teklif yurdu değildirler. O bakım­dan Hz. Âdem'in cennetten indirilişine sebep onun yasak ağaçtan yemesi ol­muştur. Ve Allah, dilediğini yapmak hakkına sahiptir. Diğer taraftan yüce Al­lah: "Muhakkak Ben yeryüzünde bir halife yaratacağım" diye buyurmuştu. İşte bu Hz. Âdem için büyük bir menkıbe (övülecek olay), büyük bir fazi­let ve üstün bir ikramdır. Hz. Âdem'in yeryüzünden yaratıldığına dair işaret de daha önceden geçmişti. Bizim, Hz. Âdem'in yüce Allah tarafından tevbe-sinin kabul edilişinden sonra yeryüzüne indirildiğini söylememizin sebebi ise, ileride de geleceği üzere ikinci olarak "hepiniz oradan inin" (âyet, 38) di­ye buyurulmuş olmasıdır.

İmam Kutubi Tefsiri
Devamını Oku »

Övme ve Tezkiyede Edep

Bu âyet-i kerime ile yüce Allah'ın: "0 halde kendinizi temize çıkarmayın, Övmeyin" (en-Necm, 53/32) âyeti, kişinin kendi diliyle kendisini temize çı­karmaktan, övmekten uzak durmasını asıl temiz ve temizlenmiş olanın fille­ri güzel olup, yüce Allah'ın temize çıkardığı kimse olduğunu bildirmesini ge­rektirmektedir. O halde insanın kendi kendisini temize çıkarıp tezkiye etme­sine itibar olunmaz. Asıl muteber olan, yüce Allah'ın o kimseyi tezkiye et­miş olmasıdır.

Müslim'in Sahihi'nde Muhammed b. Amr b. Ata'dan şöyle dediği rivayet edilmektedir: Ben kızıma Berre (iyilikte bulunan) adını verdim. Ebû Sele-me'nin kızı Zeynep bana dediki: Rasulullalı (sav) bu ismi kullanmayı yasak­lamıştı. Bana Berre adı verilmişti. Rasulullalı (sav) da şöyle buyurmuştu: "Ken­dinizi temize çıkarmayın, övmeyin. Allah, aranızdan kimin iyilik ehli oldu­ğunu en iyi bilendir." Bu sefer ona: Peki bu kıza ne ad verelim? diye sordu­lar. O da: "Ona Zeynep adını veriniz" dîye buyurdu.

Böylelikle Kitap da, Sünnet de, insanın kendi kendisini tezkiye etmesinin yasaklandığına delâlet etmektedir. Şu Mısır diyarında çoğalmış ve yaygınlık kazanmış bulunan ve insanların, tezkiye anlamım veren niteliklerle kendi­lerini nitelendirmeleri de bu türdendir. Meselâ, Zekiyüddin, Muhyiddin ve bu­na benzer sıfatlar ve isimler kullanmaları böyledir. Ancak, bu isimleri taşıyan­ların yaptıkları çirkinlikler çoğalınca, bu niteliklerin asıl anlamlan ile ilgile­ri kalmadı ve hiçbir şey ifade etmez oldular.

Başkasının Tezkiyesi ve Övmesi:

Başkasının bir diğerini tezkiye edip övmesine gelince, Buharî'de Ebu Bekre'den şöyle bir hadis nakledilmektedir: Peygamber (sav)'ın huzurunda bir adamdan sözedildi. Bir kişi de ondan hayırla sozetti. Bunun üzerine Pey­gamber (sav) şöyle buyurdu: "Yazık sana, arkadaşının boynunu kestin -bu­nu defalarca tekrarladı-. Sizden herhangi bir kimse eğer mutlaka (birisini) öve-cekse, o takdirde onun böyle olduğu görüşünde ise, sanırım o şöyle şöyle­dir desin. Onu hesaba çekecek olan Allah'tır Ve Allah'a rağmende kimseyi tezkiyeye kalkışmasın."

Böylelikle Hz. Peygamber, kişide bulunmayan niteliklerle başkasını övme­yi ve bunun sonucunda o kişinin kendisini beğenmesine ve büyüklenmesi-ne sebep teşkil etmeyi yasaklamakta ve gerçekten de kendisinin bu konum­da olduğunu zannedip, bu halin o kişiyi ameli kaybedip daha da faziletli iş­lerde bulunmayı terketmeye itecek noktaya getirmesini yasaklamıştır.

Bundan dolayı Peygamber (sav): "Yazık sana, kardeşinin boynunu kestin" diye buyurmuştur. Bir başka hadiste ise, birisini sahip olmadıkları vasıflar­la nitelendirmeleri üzerine: "Adamın belini kopardınız" diye buyurmuştur

Hz. Peygamberin: "Övenlerin yüzüne toprak saçınız" hadisini ilim adamları buna göre tevil etmişler ve bununla başkalarını yüzlerine karşı hak olmayan surette ve onlarda bulunmayan niteliklerle övenlerin kastedildiği­ni belirtmişlerdir. Onlar böylece, bu övgülerini övdükleri kimseden birşey ye­meye ve-kendisiyle fitneye düşürdükleri bir araç haline gelirmiş olurlar.

Kişiyi gerçekten sahip bulunduğu güzel fiilleri ve övülmeye değer özellik­leri dolayısıyla bu ve benzer işleri yapması İçin, insanları da benzer husus­larda ona uymaları için bir teşvik olmak üzere övmeye gelince, bu şekilde öven kişi (yasaklanan övücü) meddah durumunda değildir. O kişi hakkın­da söylediği güzel sözleriyle, onu övmek durumunda olmamış olsa dahi bu böyledir. Bu da niyetlere bağlı bir şeydir.

Yüce "Allah ise kimin ifsad edici olduğunu, kimin ıslah edici olduğunu en iyi bilendir" (el-Bakara, 2/220). Peygamber (sav) şiirde, hutbelerde, kar­şılıklı konuşmalarda yüzüne karşı övülmüş olduğu halde, bu şekilde öven­lerin yüzüne toprak saçmış da değildtr, bunu emretmiş de değildir. Ebû Ta-lib'in (Hz. Peygamber hakkında söylediği) bu beyitinde olduğu gibi;

"Yüzü suyu hürmetine bulutun yağmuru istenen beyaz tenlidir o. Yetimleri görüp gözeten, dulların sığınağıdır o."

Aynı şekilde, el-Abbas'ın ve Hassan'ın şiirlerinde onu övmeleri de bu ka­bildendir. Yine Kâ'b b. Züheyr de onu övmüştür. Bizzat kendisi de ashabı­nı övmüş ve şöyle buyurmuştun "Sizler tama edilecek şeyler oldu mu sayı­ca azsınız, fakat başkalarını dehşete düşüren şeyler oldu mu da çoğalırsınız".

Hz. Peygamberin sahih hadîsteki: "Hıristiyanların Meryemoğîu İsa'yı olma­dık şekilde övdükleri gibi siz de beni övüp ta'zim etmeyiniz. Bunun yerine; Allah'ın kulu ve Rasulü deyiniz" hadisine gelince; bunun da anlamı şudur: Hıristiyanların îsa'y1 sahip olmadığı niteliklerle nitelendirdikleri gibi, siz de beni övmek arzusuyla bende bulunmayan niteliklerle nitelendirmeyiniz. Onlar, böyle yaparak Hz. İsa'yı Allah'ın oğlu diye nîsbet ettiler ve bundan do­layı kâfir oldular ve saptılar. İşte bu, şunu gerektirmektedir: Bir kimse, her­hangi bir işi sınırından yukarıya yükseltip, onda olmadık şekilde haddini, öl­çüsünü aşacak olursa, o haddi aşan günahkâr bir kimsedir. Çünkü böyle bir şey, herhangi bir kimse hakkında caiz olsaydı, elbetteki, bütün insanlar arasında herkesten çok buna Rasulullah (sav'ın) kendisi layık olurdu.

İmam Kurtubi Tefsiri,cilt:5
Devamını Oku »

Fakirlik Ve Zenginlik Faziletleri Hakkında

Kişiyi başkasına muhtaç düşürecek kadar fakirliğin hoşlanılmayan bir şey, azdıran zenginliğin de yerilen bir şey olduğunu, ilim adamları ittifakla kabul etmekle birlikte bu hususta farklı kanaatlere sahiptirler. Kimisi, zen­ginliğin faziletli olduğu kanaatini ileri sürmektedir. Çünkü zenginin hayır yap­ma gücü vardır. Fakirin ise acizliği söz konusudur. Güç ve iktidar sahibi ol­mak ise acizlikten daha faziletlidir. el-Maverdi der ki: Şan ve şeref sevgisi­nin etkisi akında kalanların görüşü budur. Başkaları ise fakirliğin daha fazi­letli olduğu görüşündedir. Çünkü fakir, (lezzeti) terk edicidir. Zengin ise dün­ya ile içli dışlıdır. Dünyanın terki ise, onunla içli dışlı olmaktan daha fazilet­lidir.

Yine el-Maverdi der ki: Bu da esenliği daha çok sevenlerin görüşüdür. Baş­kaları ise, fakirlik sınırından yukarı çıkarak, zenginlik mertebesinin asgari se­viyesine ulaşmak suretiyle iki işin arasında orta yerde olmanın daha fazilet­li olduğu görüşündedir. Böylelikle kişi, her iki durumun da faziletini elde ede­bilir, her iki durumun yerilen hallerinden kendisini kurtarabilir. el-Maverdi der ki: İşte bu mutedillik halinin daha üstün olduğu görüşünde olanların ve: "Bütün işlerin en hayırlısı orta yollu olanıdır" kanaatinde olanların görüşü­dür. Gerçekten de hikmetli şair bunu şu beyiti ile çok güzel bir şekilde di­le getirmiştir:

"Ey zengin olmamaktan ve bir gün gelip arzu edilmeyen bir şeye rağbet duymaktan Allah'a sığınan kişi..."

İmam Kurtubi Tefsiri,cilt:5
Devamını Oku »

Hz. Âdem'in Eşi Hz. Havva

Hz. Âdem'in Eşi Hz. Havva

"Sen zevcenle birlikte" buyruğundaki "zevce" kelimesi, Kur'an-ı Kerim'de "zevç" şeklinde kullanılır. Buna dair açıklamalar daha önceden geçmiştiMüslim'in Sahih'inde yer alan bir hadiste ise "zevce" şeklinde geçmektedir. Bize Abdullah b. Mesleme b. Ka'neb anlattı, dedi ki: Bize Hammad b. Seleme, Sa­bit el-Bünânî'den, o Enes'ten rivayetle dedi ki: Peygamber (s.a) hanımlarından birisi ile birlikte iken yanından bir adam geçti. Hz. Peygamber, o adamı çağır­dı. Yanına gelince şöyle buyurdu: "Ey filan, bu yanımdaki benim filan zevceni­dir." Adam şöyle dedi: Ey Allah'ın Rasulü, ben belki başkası hakkında birşey-ler zannedebilirdim ama senin hakkında asla. Bunun üzerine Rasulullah (s.a) şöyle buyurdu: "Şüphesiz şeytan insanın içinden kanın aktığı gibi akar."

Âdem (a.s)'ın zevcesi Havva (aleyhesselam)dır. Ona bu ismi ilk veren yi­ne Hz. Âdem'dir. Hz. Havva, Hz. Âdem'in kaburga kemiğinden farkına var­maksızın yaratılmıştır. Eğer bundan dolayı bir acı çekmiş olsaydı, hiçbir er­kek hanımına şefkat göstermezdi. Uyandığında: Bu kimdir diye sorulmuş, Hz. Âdem de: Bu bir kadındır, cevabını vermiş. Ona: Adı nedir, diye sorulunca o da: Havva demiş. Niye bir kadındır (imrâe) dedin diye sorulunca o: Çün­kü (kişi anlamına gelen) mer'den alınmadır. Bu sefer: Neden peki Havva adı­nı verdin, diye sorulunca Hayy (diri)den yaratılmıştır. Cevabını vermiş.

Rivayet edildiğine göre ona bu sorulan bilgisinin sınırını ölçmek amacıy­la melekler sormuşlardır. Yine rivayete göre melekler ona: Ey Âdem, sen bu­nu seviyor musun deyince o: Evet demiş. Bu sefer melekler Havva'ya: Ey Hav­va, ya sen bunu seviyor musun diye sorunca Havva ise, Âdem'in kalbinde­ki sevginin katlarca fazlasını kalbinde taşımakla birlikte: Hayır cevabını ver­miş. Derler ki: Eğer bir kadın kocasına olan sevgisini samimi olarak dile ge­tirseydi, şüphesiz ki Havva bunu dile getirirdi. İbn Mes'ud ve İbn Abbas der ki: Hz. Âdem, cennete yerleştirilince, yalnızlıktan sıkıntılı bir halde yürüyüp durdu. Uykuya dalınca Havva, sol tarafından kısa kaburga kemiğinden ya­ratıldı ki, onunla sükûn bulsun ve onunla yalnızlıktan kurtulsun diye. Hz. Âdem uyanıp da onu görünce sen kimsin, diye sormuş, o da: Ben bir kadı­nım, benimle sükûn bulasın diye, senin kaburga kemiklerinden yaratıldım, cevabını vermiş. İşte yüce Allah'ın şu buyruğunun anlamı da budur: "Sizi tek bir candan yaratandır O. Bu candan da onunla sükûn bulsun diye eşini ya­ratmıştır." (el-A'raf, 7/189)

İlim adamları derler ki: İşte bundan dolayı kadında bir eğrilik vardır. Zi­ra kadın eğri olan kaburga kemiğinden yaratılmıştır. Müslim'in Sahih'inde Ebû Hureyre'nin şöyle dediği rivayet edilmektedir: Rasulullah (s.a) buyurdu ki: "Kadın, kaburga kemiğinden yaratılmıştır. -Bir rivayette şu da vardır: Kabur­ga kemiğinin en eğri bölgesi ise, en üst tarafıdır.- O bakımdan kadın sana kar­şı hiçbir zaman aynı şekilde dosdoğru olamaz. Sen ondan istifade edecek olur isen eğriliği ile birlikte ondan istifade edersin. Onu doğrultmaya kalkışırsan onu kırarsın. Onu kırmak ise onu boşamaktır." Şair de buna işaretle şöy­le demektedir:

"O, eğri olan kaburga kemiğidir, sen onu düzeltemezsin Şunu bil ki kaburga kemiklerini düzeltmek onların kırılması demektir. (Kadın) nasıl olur da yiğide karşı hem zayıf hem de iktidar sahibidir? Aynı anda hem güçlü hem güçsüz olması şaşılacak birşey değil midir?" İşte ilim adamları buradan hareket ederek sakal, meme ve küçük abdestini bozmak bakımından eşit şekilde erkek ve kadın alametlerini kendisin­de taşıyan hünsa-i müşkil'in mirasına kaburga kemiklerinin eksikliğini delil gösterirler. Eğer onun kaburga kemiklerinin sayısı kadının kaburga kemik­lerinden eksik olursa, ona erkek payı verilir. -Bu aynı zamanda Hz. Ali'den rivayet edilmiştir.-

El-Camiul Ahkam 1.cilt, İmam Kurtubi
Devamını Oku »

Elhamdülillah Sözünün Manası

Elhamdulillah



Yüce Allah'ın: "el-hamdülillah" buyruğu ile ilgili olarak Cafer es-Sadık'ın şöyle dediği de zikredilmektedir: Şanı yüce Allah'ı kendi zatını nitelendirdi­ği şekilde sıfatlarıyla öven kimse Allah'a hamdetmiş olur. Çünkü "hamd" ke­limesi, "h, m, d" harflerinden meydana gelmiştir. Ha, vahdaniyyetten, mim, mülkten, dal ise deymumiyyetten (devamlılıktan, bekadan) gelmektedir. Yüce Allah'ı vahdaniyeti, deymumiyeti ve mülküyle tanıyıp bilen bir kimse gereği gibi tanımış olur. İşte "el-hamdülillah"ın hakikati de budur.

Şakik b. İbrahim de "el-hamdülillah"in tefsirinde şunları söylemektedir: Al­lah'a hamdetmek üç şekilde olur: Birincisi, Allah sana birşey verdiği takdir­de o şeyi sana kimin verdiğini bilip tanımandır. İkincisi, sana verdiği şeye ra­zı olmandır. Üçüncüsü ise onun ihsan ettiği güç senin vücudunda kalmaya devam ettiği sürece herhangi bir şekilde O'na isyan etmemektir. İşte bunlar hamdetmenin şartlarıdır.

İmam Kurtubi Tefsiri cilt:1
Devamını Oku »

Mevla ve Veli Lafızları Hakkındadır

Yüce Allah'ın: "Mevâlî" lafzı ile ilgili olarak şunu belirtelim ki, mevlâ laf­zı birkaç mana hakkında kullanılan müşterek bir lafındır. Azad edene de, edi­lene de mevlâ adı verilmiştir. el-Mevlâ el-Esteİ ve el-Mevlâ el-Âlâ da denilir. Yardımcı olan kimseye de mevla denilir. Nitekim yüce Allah'ın: "Ve çünkü kâ­firlerin ise mevlası yoktur." (Muhammed, 47/11) buyruğunda olduğu gibi. Am­ca oğluna da mevla denilir, komşuya da mevla denilir. Yüce Allah'ın: "Her-biri için mevâlî (mevlalar) kıldık" buyruğuna gelince, burada maksat asa-be bağlandır. Çünkü Peygamber (sav): "(Alacakları belli olan. mirasçıların al­dıkları) paylardan arta kalan en evla erkek asabeye verilir" buyurmuştur.

İmam Kurtubi Tefsiri,cilt:5
Devamını Oku »

Ululemrin Kimliği

Câbir b. Abdullah ile Mücahid der ki: “Emir sahipleri (ululemr)” denilen kimseler, Kur’ân ve ilim ehli olan kimselerdir. Mâlik (Allahın rahmeti üzeri­ne olsun)in tercihi de budur. ed-Dahhak’ın şu sözü de buna yakındır: Yü­ce Allah bununla, fukahayı ve din alimlerini kastetmektedir. Mücahid’den, bur-da sözü geçenlerin, özel olarak Peygamber (sav)’ın ashabı olduğunu söyledığî nakledilmiştir. İkrime’den ise, bununla özel olarak Ebû Bekir ve Ömer (Allah ikisinden de razı olsun) ‘e işaret olduğunu söylediği nakledilmiştir.

 Süf-yan b. Uyeyne, el-Hakem b. Eban’dan şunu rivayet eder:El-Hakem, İkrime’ye Um veledler, (efendilerinden çocuk sahibi olan cariyelerin durumu hakkın­da soru sormuş, o da: Bu kadınlar hür olurlar demiştir. Bunu neye dayana­rak söylüyorsun deyince, o da, Kur’ân-ı Kerime dayanarak, dedi. Ben: Kur’andaki hangi buyruğa dayanarak? diye sordum. O da şöyle dedi: Yüce Allah: “Allaha İtaat edin, Peygambere de itaat edin, sizden olan emir sa­hiplerine de” diye buyurmaktadır. Ömer de emir sahibi kimselerdendi. O de­miştir ki: (Umveled) bir düşük yapacak dahi olsa azad olur. Bu anlamdaki açıklamalar, etraflı bir şekilde, Haşr Sûresi’nde yüce Allah’ın: “Peygamber si­ze ne verdiyse onu alın ve neyi yasak ettiyse sakının (el-Haşr, 59/7) âyeti­ni açıklarken gelecektir.

 İbn Keysan der ki: Emir sahipleri, insanların işleri­ni düzgün bir şekilde çekip çeviren, akıl ve görüş sahibi kimseler demektir.Derim ki: Bu görüşlerin en sahih olanları birincisi ve ikincisidir. Birinci­sinin sahih olması şundan dolayıdır: Emir, asıl itibariyle onlardan (yönetici­lerden) dir ve hükmetmek yetkisi onlara aittir. Buharî ve Müslim de İbn Ab-bas’tan şöyle dediğini rivayet etmektedirler: “Ey iman edenler, Allah’a ita­at edin. Peygambere de itaat edin, sizden olan emir sahiplerine de” buy­ruğu, Sehmili Abdullah b. Huzafe b. Kays b. Adiyy hakkında nazil olmuştur.

Hz. Peygamber onu bir serîyeye komutan olarak göndermişti.Ebû Ömer (îbn Abdi’l-Berr) der ki: Abdullah b. Huzafe şakacılığı ile ta­nınan birisi idi. Onun şakalarından birisi de şudur: Rasullallah (sav) onu bir seriyyeye kumandan tayin etmişti. O da komutası altında bulananlara odun toplayıp ateş yakmalarını emretti. Bu ateşi yakınca, ateşin içerisine kendile­rini atmalarını emretti ve onlara: Rasûlulla(sav) size, bana itaat etmenizi em­retmedi mi? dedi ve: “Kim benim emirime itaat ederse bana itaat etmiş olur” demedi mi? Onlar da şu cevabı verdiler: Bizim Allah’a iman etmemizin, Rasûlüne tabi olmamızın tek sebebi ateşten kurtulalım diyedir. Rasûlullalh (sav) onların yaptıklarını tasvip buyurup şöyle dedi; “Yaratıcıya isyanı gerektiren hususlarda hiçbir yaratılmışa itaat yoktur.”Çünkü yüce Allah: “Kendinizi öldürmeyin” (en-Nisa, 4/29.) dîye buyurdu. Bu. isnadı sahili ve meşhur bir hadistir.



İmam Kurtubi Tefsiri,cilt:5
Devamını Oku »

Hastalara Fatiha Suresi Okumak Şifadır

Fatiha_hat1Adamın birisi eş-Şa'bi'ye böğrünün ağrıdığından şikâyette bu­lundu. Ona şu cevabı verdi: Kur'ân'ın  esası olan Fâtihatü'l-Kitab'ı okuma­ya bak. Ben İbn Abbas'ı şöyle derken dinledim: Herşeyin bir esası vardır. Dün­yanın esası Mekke'dir. Çünkü dünya oradan yuvarlaklaştırılmaya başlandı. Se­manın esası Arîbâ denilen yedinci semadır. Arzın esası ise en altta yedinci arz olan Acîbâdır. Cennetlerin esası ise Adn cennetidir. Bu bütün cennetlerin gö­beğidir ve cennet onun üzerinde tesis edilmiştir. Ateşin esası ise cehennem­dir. Bu da ateşin en alt tabakası olan yedinci tabakadır. Diğer bütün tabaka­lar (derekeler) onun üzerinde tesis edilmiştir. İnsanların esası Adem'dir, Peygamberlerin esası Nuh'tur, İsrailoğullarının esası Yakub'tur, kitapların esa­sı Kur'ân'dır, Kur'ân'ın esası Fâtiha'dır, Fâtiha'nın esası Bismillahirrahmânir-rahîm'dir. O bakımdan sen hastalanır veya rahatsızlanırsan Fatiha sûresini oku­maya bak. Şifa bulursun. –

İmam Kurtubi Tefsiri,cilt:1

Devamını Oku »

Salat Nedir ?

Salat, dua ve rahmet anlamlarına gelir. "Allahumme salli ala Muhammed", yani "Allah'ım, Muhammed'e rahmet buyur" ifadesi de buradan gelmekte­dir. Salat ibadet anlamına da gelir. Yüce Allah'ın şu buyruğunda geçen "sa­lat" lafzı böyledir: "Onların Beyti Haram'ın yanındaki ibadetleri ıslık çal­maktan .... başka değildi." (el-Enfal, 8/35) Yine "es-salat" nafile anlamına da gelir. "Ehline namazı emret." (Taha, 20/İ32) buyruğunda olduğu gibi. Sa­lat, teşbih anlamına da gelir. Yüce Allah'ın: "Eğer o gerçekten teşbih eden­lerden olmasaydı" (es-Saffat, 37/143) Yani, musallilerden olmasaydı, anlamı-nadır. Nitekim kuşluk namazını ifade etmek üzere "sübhatü'd-duha" tabiri de buradan gelmektedir. "Seni hamdinle teşbih ederiz." (el-Bakara, 2/30) buy­ruğu ile ilgili olarak "namaz kılarız, salat ederiz" şeklinde de açıklanmıştır.

Salat, okumak anlamına da gelir. Yüce Allah'ın şu buyruğunda bu anla­madır: "Dua yaparken, sesini pek yükseltme ve pek kısma da." (el-İsra, 17/110) Buna göre "salat" lafzı müşterek bir lafızdır. Yine salat içinde namaz kılınan ev anlamına da gelir. Bunu İbn Faris söylemiştir. Salat'ın bu bildiğimiz ibadet için öngörülmüş özel bir isim olduğu da söylenmiştir. Çünkü şanı yüce Allah şeriatsız hiçbir zaman bırakmadığı, namazsız hiçbir şeriat de yoktur. Bu görüşü Ebu Nasr el-Kuşeyri nakletmiştir.

İmam Kurtubi
Devamını Oku »

Ölümün Mahiyeti



Müslim'in, Enes b. Malik yoluyla gelen rivayetine göre, Rasulullah (sav) Bedir'de (müşriklerden) öldürülenleri üç gün terkettikten sonra onların bulundukları yerde ayakta olduğu halde onlara seslenip şöyle dedi: "Ey Ebu Ce-hil b. Hişam, Ey Ümeyye b. Halef, Ey Utbe b. Rabia, Ey Şeybe b. Rabia, Rabbinizin size va'dettiğini gerçek olarak buldunuz değil mi? Şüphesiz ki ben, Rabbimin bana vadettiğinin gerçek olduğunu gördüm."

Hz. Ömer Peygamber (sav)'ın sözünü işitince, Ey Allah'ın Rasulü dedi. Onlar nasıl işitebilirler ve onlar kokmuş leşler haline geldikten sonra nasıl cevap verebilirler?

Hz. Peygamber şöyle buyurdu: "Nefsim elinde olana yemin ederim, sizler benim sözlerimi onlardan daha iyi işitiyor değilsiniz. Şu kadar var ki onlar cevap veremiyorlar."

Daha sonra Hz. Peygamberin emir vermesi üzerine sürüklendiler ve Bedir'deki kuyuya atıldılar.

Hz. Ömer'in "nasıl işitirler?" sözü, adet gereği böyle bir şeyi uzak gördüğünü ifade eder. Peygamber (sav) de ona, onların da tıpkı canlılar gibi işittiklerini söyledi. İşte bu, ölümün katıksız bir yokluk ve bir fena oluştan ibaret olmadığını, aksine ölümün sadece ruhun beden ile ilişkisinin kesilip ondan ayrılması ve ikisi arasına bir engel girerek bir hal değişikliği ve bir dünyadan öbür yurda geçiş olduğunu göstermektedir. Nitekim Rasulullah (sav) şöyle buyurmaktadır: "Şüphesiz ki, ölü kabrine konulup, sahipleri onu bırakıp geriye döndüklerinde muhakkak o, onların ayak seslerini dahi işitir." Bu hadisi de Sahih(i Buhari) rivayet etmiştir.

Yüce Allah'ın: "Onunla ayaklara sebat vermek" buyruğundaki "o" zamiri, önceden de geçtiği üzere, ayakların gömüldüğü yumuşak kumlu vadinin sertleşmesini sağlayan suya aitir. Bu zamirin, kalplerin pekiştirilmesine ait olduğu da söylenmiştir. Buna göre, ayaklara sebat verilmesi, savaş mahallinde ilahi yardım ve zafer verilmesinden ibaret olur.

İmam Kurtubi,El Camiul Ahkamul Kuran,cild:7
Devamını Oku »

Mizân'ın Ve Amellerin Tartılmasının Mahiyeti





Tartıdan kasıt, kutların amellerinin Mizan ile tartılmasıdır. İbn Ömer der ki: O gün kulların amel sahifeleri tartılacaktır. Sahih olan budur. İleride ge­leceği üzere haber de böylece vârid olmuştur.

Şöyle de denilmiştir: Mîzan, kulların amellerinin içinde bulunduğu hitap­tır. Mücahid ise, şöyle açıklamaktadır: Mizan, bizzat hasenatın ve seyyiatın kendileridir. Yine Mücahid'ten, ed-Dahhâk ve el-A'meş'den de şöyle açıkla­dıkları nakledilmiştir: Vezn (tartı) ve mizan (terazi), adaletle hüküm vermek anlamındadır. Burada tartının söz konusu edilmesi örnekleme yoluyladır. Ni­tekim: "Bu, şu ağırlıkta bir sözdür" demek de bu kabildendir. Yani, ona mu­âdil ve ona denk bir sözdür. Ortalıkta bir tartı söz konusu olmasa dahi böy­le denilir. ez-Zeccâc der ki: Böyle bir açıklama dil açısından uygundur. An­cak, daha uygun olan, sahih senedlerde sözü geçen Mizana tabi olmak (ya­ni, amellerin tartılacağını kabul etmek)'dir.

el-Kuşeyrî der ki: ez-Zeccâc gerçekten güzel söylemiştir. Zira, Mizan bu şekilde te'vil edilecek olursa, o takdirde Sırat da gerçek din diye açıklansın, cennet ve cehennem de cesetler müstesna, sadece ruh Sarın karşı karşıya ka­lacağı haller diye açıklansın, şeytan ve cinler de kötü ahlâk, melekler ise övül­meye değer güçler olarak yorumlansın. Oysa, ilk asırda ümmet te'vile sapmaksızın bu ifadelerin zahirini kabul etme gereği üzerinde icma etmişlerdir. Onlar, te'vil yapılamayacağı hususunda icma ettikleri takdirde zahiri alıp ka­bul etmek gerekir ve bu zahir ifadeler, kesin naslar olurlar.

İbn Fûrek der ki: Mu'tezile, "araz olan şeyler bizatihi var olamadıkların­dan dolayı tartılmaları da imkânsızdır" ilkesinden harekette Mizanı inkâr etmişlerdir.

Kelamcılardan kimisi de şöyle demektedir: Yüce Allah, araz olan (son­radan olan, sıfatlar) şeyleri cisimlere dönüştürecek ve Kıyamet gününde on­ları tartıya koyacaktır. Böyle bir açıklama ise bize göre sahih değildir. Sa­hih olan terazilerin üzerinde amellerin yazılı olduğu sahifelerle ağırlaşacağı veya hafif basacağıdır. Bu hususta bunun gerçekleşeceğini ifade eden ha­berler rivayet edilmiştir. Söz konusu rivayette şöyle denilmektedir; "Âdemoğullarından kimisinin mizanında haseneler nerdeyse hafif gelecekken, ora­ya üzerinde lâ ilahe illallah yazılı bir deri parçası konulacak ve o da ağır ba­sacaktır" anlamındaki rivayettir.

Bilindiği gibi bu, içinde amellerin yazıldığı şeylerin tartılması ile alakalı­dır. Bizzat amellerin kendisi ile değil. Şanı yüce Allah da Terazinin her iki ke­fesine de içinde amellerin yazılı olduğu salıifeleri koymak suretiyle diledi­ği takdirde Mizanı hafifletir, dilediği takdirde de ağırlaştırır.

Müslim'in Salıih'indeSafvan b. Muhriz'den şöyle dediği nakledilmektedir: Bir adam İbn Ömer'e şöyle dedi: Sen, Rasulullah (sav)'ın ikili söyleşme (yani kıyamet gününde yüce Allah'ın kulu ile konuşması) hakkında ne duy­dun? O da, ben onu şöyle buyururken dinledim diye cevap verdi: "Kıyamet gününde mü'min, aziz ve celil olan Rabbine, Rabbi onun üzerine örtüsünü ve affını bırakıncaya kadar yakınlaştırılır. Ona günahlarını söyletir. Biliyor mu­sun diye sorar, o da: Evet Rabbim biliyorum, der. (Rabbi) buyurur ki: Dün­yada iken Ben senin bu günahını örtmüş idim. Bugün de onu sana bağışlı­yorum. Sonra da ona hasenatının yazılı olduğu sahife verilir. Kâfirlerle münafıklara ise, herkesin önünde (duyacağı şekilde): İşte bunlar Allah'a karşı yalan uyduranlardır, denilir."(1)

Hz. Peygamberin: "Ona hasenatının yazılı olduğu sahife verilir" ifadesi, amellerin sahifelere yazıldığı ve tartılacağına delildir.

İbnMace de Abdullah b. Amr yoluyla gelen hadiste şöyle dediğini nak­ledesi, amellerin sahifelere yazıldığı ve tartılacağına delildir,demektedir: Rasulullah (sav) buyurdu ki: "Kıyamet gününde, herkesin gözü önünde (duyacağı bir şekilde) ümmetimden bir kişi çağrılacak. Onun karşı­sına her birisi gözün uzanabildiği kadar uzanacak doksan dokuz kayıtlı si­cil yayılacak. Sonra, şanı yüce ve mübarek olan Allah şöyle buyuracak: Bunlardan herhangi bir şeyi inkar ediyor musun?. O, hayır Rabbim diyecek. Yüce Allah soracak: Benim koruyucu yazıcılarım (meleklerim) sana zul­metti mi?.O, hayır diyecek, Sonra şöyle buyuracak: Senin ileri sürecek bir mazeretin var mı? Senin bir hasenen var mı? Adam, korkacak ve: Hayır di­yecek.

Bu sefer yüce Allah şöyle buyuracak. (Durum) sandığın gibi değil. Se­nin Bizim nezdimizde iyiliklerin var. Bugün senin aleyhine zulüm sözkonusu olmaz, denilecek ve ona, üzerinde: "Eşhedü en lâilahe illallah ve enne Muhammeden Abduhu ve Rasulühü" diye yazı bulunan bir belge çıkartılacak. O da, Rabbim bu kâğıt parçacığının bunca sicillere karşılık kıymeti ne ola­bilir ki? diyecek. Yüce Allah: Şüphesiz sana zulmedilmeyecek diye buyura­cak ve bütün o siciller bir kefeye konulacak, (şehadet kelimesinin yazılı ol­duğu) o kâğıt parçası da diğer kefeye konulacak. Bütün o siciller (in bulun­duğu kefe) havaya kalkarken, o kâğıt parçası ağır basacak."(2) Tirmizî de: "Al­lah'ın adına karşı hiç bir şey ağır basmayacak" ziyadesini ekledikten sonra: Hasen, garip bir hadistir, demektedir.(3)

İleride yüce Allah'ın izniyle el-KehfSûresi'nde (18/103-105. âyetler, 3. baş­lıkta) ve el-Enbiya Sûresi'nde (21/47. âyetin tefsirinde) bu hususa dair baş­ka açıklamalar da gelecektir.

Yüce Allah'ın: "Artık kimlerin terazileri ağır basarsa, işte onlar kurtu­luşa erenlerin tâ kendileridir. Kimin de terazileri hafif gelirse, onlar da âyetlerimize zulmetle geldikleri için kendilerini zarara uğratmış kimseler­dir" buyruğunda geçen; " Terazileri" kelimesi; Terazi keli­mesinin çoğuludur. Aslı ise şeklindedir. "Vav" harfi önceki harf esreli oluduğundan dolayı "ye"ye dönüştürülmüştür.

Şöyle de denilmiştir: Amelde bulunan tek bir kişi için her birisinde bir çe­şit amelinin tartılacağı birden çok mizanlarının (terazilerinin) olması da mümkündür. Her bir kişi için tek bir mizan olması da mümkündür ve bu hu­sus, çoğul lafzı kullanılarak dile getirilmiştir.

Nitekim: Filan kişi Mek­ke'ye katırlar üzerinde yola çıktı, filan kişi Basra'ya gemilerle yola çıktı," de­mek bu kabildendir. Kur'ân-ı Kerim'de de şöyle buyrulmuştur: "Nuh kavmi peygamberleri yalanladı" (eş-Şuara, 26/105); "Ad kavmi peygamberleri ya­lanladı." (eş-Şuara, 26/123) Oysa, (buyruklarla ilgili) iki te'vilden birisine gö­re bunların her birisine gönderilen peygamber bir tane idi.

"Teraziler" kelimesinin aslında mizan kelimesinin değil de -tar­tıları anlamına gelen-; kelimesinin çoğulu olduğu da söylenmiştir. Bu­na göre "el-Mevazin" ile tartıya giren ameller kastedilmiştir. "Kiminde te­razileri hafif gelirse" buyruğu da bunun gibidir.

İbn Abbas da şöyle demektedir: "İyilikler ve kötülükler , dili ve iki kefe­si bulunan bir terazide tartılacaklardır. Mü'min kimseye ameli en güzel şe­kilde getirilecek ve terazinin kefesine bırakılacak. Hasenatı da seyyiâtına (iyi­likleri kötülüklerine) ağır basacaktır. İşte, yüce Allah'ın: "Artık kimlerin te­razileri ağır basarsa, işte onlar kurtuluşa erenlerin tâ kendileridir" buy­ruğunda kastedilen budur. Kâfirin ameli de en çirkin şekilde getirilir, miza­nın kefesine bırakılır. Ve ağırlığı hafif basar, sonunda cehenneme düşer."

İbn Abbas'ın işaret ettiği bu husus, şu söylenenlere yakındır: Şanı yüce Al­lah, kulların amellerinden her bir bölümü bir cevher (öz) olarak yaratır. Bu özler tartılacaktır. Ancak, îbnFürek ve başkaları bunu reddetmiştir. Nakle­dilen rivayette ise şöyle denmektedir: Mü'minin hasenatı hafif geldiğinde, Rasulullah (sav) parmak kadar üzerinde yazı bulunan bir kâğıdı çıkartır ve onu kulun hasenatının bulunduğu terazinin sağ kefesine bırakır.

Böylelikle ha­senat ağır basar. O mü'min kul, Peygamber (sav)'a şöyle der: Anam babam sana feda olsun ne kadar güzel bir yüzün var, ne kadar güzel bir yaratılışın var! Sen kimsin? Şöyle buyurur: "Ben senin peygamberin Muhammed'im." İşte bunlar da senin bana getirmiş olduğun salat ve selamlardır. İşte bunlara en çok ihtiyaç duyduğun bir zamanda onları sana geri ödüyorum." [4]

Bunu, el-Kuşeyrî Tefsir'inde nakletmektedir. Onun da naklettiğine göre, hadiste geçen "bitâka" (üzerinde yazı bulunan küçük bir kâğıt parçası), Mi­sırlıların lehçesinde eşyaların numarasının yazılı olduğu bir parçadır.

îbnMace der ki: Muhammed b. Yahya da der ki: Bitâka, üzerinde yazı bu­lunan küçük bir parça demektir. Mısırlılar bu parçaya bitâka derler. [5) Huzeyfe der ki: Kıyamet gününde Mizanların başında duracak kişi Cebrail (a.s)'dır. Yüce Allah şöyle buyuracaktır: "Ey Cebrail, aralarında amelle­rini taıt ve birindeki hakkı alıp (hak sahibi olan) öbürüne ver." Sonra şöyle dedi: Orada ne altın, ne de gümüş vardır. Eğer zalimin iyilikleri varsa, onun iyiliklerinden alınır, mazluma verilir. Şayet iyilikleri yoksa, mazlumun kötü­lüklerinden alınır, zalime yükletilir. Böylelikle adam üzerinde dağlan andı­ran yükler bulunduğu halde geri döner.[6]

Peygamber (sav)'dan da şöyle buyurduğu rivayet edilmiştir:

Şanı yüce Allah kıyamet gününde "Ey Adem, Mizanın yakınında Kürsi'nin yanına çık git ve çocuklarının amellerinden önüne getirilecek olanlara bak. Her kimin hayrı şerrine bir tane ağırlığı kadar ağır basacak olursa, onun İçin cennet vardır. Kimin de şerri bir tane ağırlığınca hayrından ağır basarsa, ona da cehennem vardır. Tâ ki Sen, Benim zalimden başka hiç bir kimseye azap etmeyeceğimi bilesin."(7)




(1)-Buhârî, Mezâlim 2, Tefsir 11. sı'ıre 4, Edeb 60, Tevhid 36; Müslim, Tevbe 52; İbnMâ-ce, Mukaddime 13; Müsned, [I, 741 105.

(2)Tirmizi, İman 17; İbnMâce, Ziilıd 35; Müsned, II, 213.

(3)-Tirmizi, İman 17.

(4)-Uzunca rivayetin sonlarındaki bir bölüm olarak: Suyûtî, ed-Durru'l-Mensâr, III, 421.

(5)-İbnMâce, Zühd 35.

(6) -Benzeri bir ifadeyi Ebu Hureyre, Peygamber (sav) den hadîs olarak nakletmektedir: Müslim. Birr 59; Tirmizi, Sıfatu'l-Kıyame. 2; Müsned, II, 303, 334, 172.

(7)-İmam Kurtubi, el-Câmiu li-Ahkâmil’l-Kur’an, Buruc Yayınları: 7/280-284.
Devamını Oku »

Salat Nedir?



Salat, dua ve rahmet anlamlarına gelir. "Allahumme salli ala Muhammed", yani "Allah'ım, Muhammed'e rahmet buyur" ifadesi de buradan gelmekte­dir. Salat ibadet anlamına da gelir. Yüce Allah'ın şu buyruğunda geçen "sa­lat" lafzı böyledir: "Onların Beyti Haram'ın yanındaki ibadetleri ıslık çal­maktan .... başka değildi." (el-Enfal, 8/35) Yine "es-salat" nafile anlamına da gelir. "Ehline namazı emret." (Taha, 20/İ32) buyruğunda olduğu gibi. Sa­lat, teşbih anlamına da gelir. Yüce Allah'ın: "Eğer o gerçekten teşbih eden­lerden olmasaydı" (es-Saffat, 37/143) Yani, musallilerden olmasaydı, anlamı-nadır. Nitekim kuşluk namazını ifade etmek üzere "sübhatü'd-duha" tabiri de buradan gelmektedir. "Seni hamdinle teşbih ederiz." (el-Bakara, 2/30) buy­ruğu ile ilgili olarak "namaz kılarız, salat ederiz" şeklinde de açıklanmıştır.

Salat, okumak anlamına da gelir. Yüce Allah'ın şu buyruğunda bu anla­madır: "Dua yaparken, sesini pek yükseltme ve pek kısma da." (el-İsra, 17/110) Buna göre "salat" lafzı müşterek bir lafızdır. Yine salat içinde namaz kılınan ev anlamına da gelir. Bunu İbn Faris söylemiştir. Salat'ın bu bildiğimiz ibadet için öngörülmüş özel bir isim olduğu da söylenmiştir. Çünkü şanı yüce Allah şeriatsız hiçbir zaman bırakmadığı, namazsız hiçbir şeriat de yoktur. Bu görüşü Ebu Nasr el-Kuşeyri nakletmiştir.

İmam Kurtubi
Devamını Oku »

Şefaat Hakkında



Şefaat: "Onun izni ile olmaksızın nezdinde kim şefaat edebilir?" buyruğunda mübteda olarak merfudur. de onun haberidir. O ise ın sıfatıdır. Bedel de kabul edilebilir. Zâid olduğu da kabul edilebilir.

Bu âyet-i kerîmede yüce Allah´ın dilediği kimselere şefaat izni vereceği be­lirtilmektedir. Bunlar ise peygamberler, alimler, mücahidler, melekler ve bunların dışında Allah´ın kendilerine ikramda bulunduğu ve şereflendirdiği kimselerdir. Ayrıca bunlar ancak Allah´ın razı olacağı kimselere şefaat ede­bileceklerdir. Nitekim yüce Allah şöyle buyurmaktadır: "Onlar ancak O´nun razı olacağı kimselere şefaat edebilirler." (el-Enbiya, 21/28)

İbn Atiyye der ki: Zahir olan şu ki: İlim adamları ve salih kimseler cehen­neme varmayan fakat iki mevki arasında (cennet ile cehennem arasında) bu­lunan kimseler veya cehenneme varıp da salih amellerde bulunan kimseler hakkında şefaat edebileceklerdir. Buharî´de de: "Allah´ın görüleceğine dair diğer rivayetler" unvanlı bir bâb´da şöyle denilmektedir: Mü´minler şöy­le derler: Rabbimiz, kardeşlerimiz bizimle birlikte namaz kılıyor, bizimle bir­likte oruç tutuyorlardı. Bu ise yakınlığı olanlar hakkında bir şefaattir. Ni­tekim cennet kapısında yere/yapışıp kalmış küçük çocuğun şefaati de böy­le olacaktır.

Bu tür şefaat ancak akrabaları ve tanıdıkları kimseler hakkında olur. Peygamberler ise iman dışında herhangi bir akrabalık ve tanıma sebebi ol­maksızın, birtakım günahlar sebebiyle asi olan ümmet fertlerinden cehen­neme gitmiş kimseler hakkında şefaat edeceklerdir. Bundan sonra ise rah­metlilerin en merhametlisinin günahlara batmış, hatalara bulanmış ve pey­gamberlerin şefaatlerinin haklarında etkili olmadığı kimselere yapacağı şe­faat kalır. Muhammed (sav)´ın hesabın daha çabuk görülmeye başlanması için yapacağı şefaat ise ona has bir şefaattir.

Derim ki: Müslim, Sahih´inde şefaatin keyfiyetini doyurucu bir şekilde açıklamış bulunmaktadır. Sanki o (İbn Atiyye) -Allah´ın rahmeti üzerine ol­sun- bu bölümü ve şefaat edeceklerin cehenneme girip oradan azabı hak et­miş birtakım kimseleri çıkartacaklarına dair ifadeleri okumamış gibidir. Bu­na göre mü´minlerin iki türlü şefaatlerinin olması uzak değildir: Birisi cehen­neme ulaşmamış kimseler hakkındaki şefaatleri, diğeri ise cehenneme ulaş­mış ve oraya girmiş kimseler hakkındaki şefaatleri. Allah bizi oradan muha­faza buyursun.

Müslim, Ebu Said el-Hudrî yoluyla gelen hadis-i şerifte şunları zikretmek­tedir: "... daha sonra cehennemin üzerine köprü kurulur ve artık şefaat he­lal olur (Köprüden geçecek olanlar) derler ki: Allah´ım esenlik ver, Allah´ım esenlik ver." Ey Allah´ın Rasûlü, köprü dediğin nedir, diye sorulunca şöyle buyurur: "Oldukça kaygan ve kaydırıcıdır. Orada çekip alan kancalar, askı­lar ve es-sa´dân denilen dikencikleri bulunan Necid´de olan bir diken (kan­ca) vardır. Mü´minler (köprünün üzerinden) göz açıp kırpmak gibi, şimşek gibi, rüzgar gibi, kuş gibi, en iyi atlar ve develer gibi (üzerinden) geçerler. Kimisi afiyetle kazasız belasız kurtulur. Kimisi ise yaralı olarak serbest bıra­kılmış olur. Kimisi ise cehennem ateşine yüzüstü yıkılır. Nihayet mü´minler cehennemden kurtulunca nefsim elinde olana yemin ederim ki, kıyamet gü­nünde cehennemde bulunan kardeşleri için mü´minlerden hakkın alınması hususunda Allah´a sizden daha çok yalvarıp yakaracak kimse yoktur.

Der­ler ki: Rabbimiz, bizimle birlikte oruç tutuyor, namaz kılıyor, haccediyorlar­dı. Onlara: Tanıdığınız kimseleri çıkartın, denilir. Bunun üzerine onların su­retleri cehenneme haram kılınır. Cehennemden pek çok kimseyi çıkartırlar. Ateş kimisinin bacaklarının ortasına kadar, kimisinin dizkapaklanna kadar var­mıştır. Sonra şöyle derler: Rabbimiz, orada bize kendisini çıkartmak üzere emrettiğin bir kimse kalmadı. Aziz ve celil olan Allah buyurur ki: Dönünüz kalbinde bir dinar ağırlığı kadar hayır namına bulduğunuz kimseleri de çı­karınız. Yine bunun üzerine pek çok kimseyi çıkarırlar. Sonra da şöyle der­ler: Rabbimiz, bize çıkartmamızı emrettiklerinden herhangi bir kimse bırak­madık. Sonra yine buyurur: Dönünüz, kalbinde hayır adına bir dinarın ya­rısı ağırlığınca bulduğunuz kimseyi çıkartınız. Yine pek çok kimseyi çıkartırlar. Sonra derler ki: Rabbimiz, orada bize emrettiğin kimselerden kimseyi bırakmadık. Sonra yine buyurur: Geri dönünüz, kalbinde hayır namına zer­re ağırlığınca bulduğunuz kimseyi çıkartınız. Yine pek çok kimseyi çıkartır­lar. Sonra derler ki: Kabbimiz, orada hayır diye birşey bırakmadık." 

Ebu Sa-id şöyle dermiş: Eğer bu hadis-i şerifi işittiğim hususunda beni tasdik etmi­yor iseniz, o vakit dilerseniz yüce Allah´ın şu buyruğunu okuyunuz: "Muhak­kak Allah zerre ağırlığı kadar zulmetmez. Eğer bir iyilik olursa onu kat kat artırır ve karşılığında kendi lütfundan büyük bir mükâfat verir." (en-Nisâ, 4/40); "Yüce Allah buyurur ki: Melekler şefaat etti. Peygamberler şefaat et­ti, mü´minler şefaat etti, geriye Erhamü´r-Rahimin´den başka (şefaat edecek) kimse kalmadı. Bunun üzerine cehennemden bir avuç alır ve oradan hayır namına hiç birşey amel etmemiş ve kömüre dönüşmüş bir topluluk çıkar­tır." Ve daha sonra da hadisin geri kalan kısmını zikreder.

Enes´in Peygamber (sav)den rivayet: ettiği hadisi de şöylece zikreder: "... Derim ki: Rabbim, la ilahe illallah diyen kimseler hakkında bana (şefaat için) izin ver. O, bu sana ait değildir, der. İzzetim, kibriyam, azametim ve ceber-rutum hakkı için la ilahe illallah diyen kimseyi mutlaka çıkartacağım."

Ebu Hureyre (r.a) yoluyla gelen hadiste de Hz. Peygamber´in şu buyruk­larını nakleder: ".. nihayet kullar arasında hüküm vermeyi bitirip rahmetiy-le cehennemliklerden çıkarmayı murad ettiğini çıkarmak dileyeceğinde me­leklere: Cehennemden Allah´a hiçbir şeyi şirk koşmayan ve yüce Allah´ın la ilahe illellah diyenler arasından merhamet buyuracağı kimseleri çıkarmala­rını emreder. Melekler bunları cehennemde tanıyacaklardır. Secdenin izlerin­den onları tanıyacaklar. Ateş, Âdemoğlunu secde izleri bulunan yerler hariç yer. Allah ateşe secdenin iz bıraktığı yerleri yemeyi haram kılmıştır." Hadi­si uzun uzadıya kaydeder.

Derim ki: İşte bu hadis-i şerifler mü´minlerin ve başkalarının meselâ, pey­gamberler şefaatinin cehenneme girmiş ve orada yer etmiş kimseler hakkın­da sözkonusu olacağını göstermektedir. Allah bizi onun azabından muhafa­za buyursun. İbn Atiyye´nin: "Cehenneme henüz ulaşmamış., veya ulaşmış da.." şeklindeki sözlerini başka birtakım hadislerden almış olması ihtimali var­dır. Doğrusunu en iyi bilen Allah´tır.

İbn Mace de Sünen´inde Enes b. Malik´ten şöyle dediğini rivayet etmek­tedir: Rasûlullah (sav) buyurdu ki: "Kıyamet günü insanlar -(hadisin ravile-rinden İbn Numeyr ise cennet ehli- demiştir) saflar halinde dizilirler. Cehen­nem halkından birisi bir diğerinin yanından geçer, ona der ki: Ey filan, hani bir gün su istemiştin de ben de sana bir içimlik su vermiştim; hatırlamaz mısın? Buna şefaat eder. Yine bir adam birisinin yanından geçer ve ona: Ha­ni bir gün sana abdest almak üzere yardımcı olduğumu hatırlamıyor musun? der, o da ona şefaatçi olur. 

-İbn Numeyr dedi ki-: Ey filan der, hani bir gün beni şu şu ihtiyaç için gönderdiğini ben de senin o ihtiyacın için gittiğimi ha­tırlamıyor musun der, o da ona şefaat eder." Peygamberimiz Muhammed (sav)´ın şefaatlerine gelince; bunun hakkında farklı görüşler vardır. Bunla­rın üç tane, iki tane olduğu söylendiği gibi beş tane olduğu da söylenmiş­tir. Buna dair açıklamalar yüce Allah´ın izniyle Subhan (İsra) Sûresi´nde (17/79. âyet 3- başlıkta) gelecektir. Ayrıca buna dair açıklamalarımızı "et- Tez­kire" adlı eserimizde yapmış bulunuyoruz. Allah´a hamdolsun.

İmam Kurtubi Tefsiri,cilt:3
Devamını Oku »

Büyük Günahların Mahiyeti ve Buna Dair İslam Alimlerinin Görüşleri



Yüce Allah bu sûrede, büyük günahları yasakladığından dolayı bunlardan sakınmaya karşılık, küçük günahların yükünü hafifleteceği vaadinde bulun­maktadır. Bu ise günahların, büyük ve küçük günahlar olmak üzere iki kıs­ma ayrıldığının delilidir. Tevil ehli (müfessirler) ile fukahâ bu görüştedir.

Yine onlann görüşlerine göre, büyük günahlardan sakınmak şartıyla do­kunmak ve bakmak, bu onun için vacib olduğundan dolayı değil- yüce Al­lah'ın doğru vaadi ve gerçek sözü gereğince - kafi olarak örtülür, affedilir. Bu hususta yapılacak açıklamaların bir benzeri, daha önce Yüce Allah'ın: "Allahın tevbelerini kabul edeceği kimseler..." (en-Nisâ, 4/17) buyruğunu açık­larken yaptığımız açıklamalara benzemektedir. Şanı yüce Allah, büyük gü­nahlardan kaçınmak suretiyle küçük günahları bağışlar.

Şu kadar var ki, büyük günahlardan kaçınmaya bir hususun daha eklen­mesi gerekir. O da farzların yerine getirilmesidir. Müslim, Ebû Hureyre'den şöyle dediğini rivayet etmektedir: Rasulullah (sav) buyurdu ki: "Beş vakit na­maz, cumadan cumaya (kılınan cuma namazı.) ile ramazandan ramazana (tu­tulan oruç) kulun büyük günahlardan kaçınması şartıyla, aradaki küçük gü­nahların bağışlanmasına sebep teşkil eder."

Ebû Hatim el-Bustî de Sahih Müsned'inde Ebû Hureyre ile Ebû Said el-Hud-rîden Rasulullah (sav)m minberinin üzerine oturduktan sonra şöyle buyur­duğunu nakletmektedir: -Üç defa-: "Nefsim elinde olana and ederim ki" de­di, sonra sustu. Herbirimiz başını önüne eğip, Rasulullah (sav) bu yemini do­layısıyla üzüntüyle ağlamaya koyuldu. Sonra şöyle buyurdu: "Beş. vakit na­mazı eda eden, Ramazanı oruç tutan, yedi büyük günahtan uzak duran her bir kula, mutlaka Kıyamet gününde cennetin sekiz kapısı açılır. Hatta o se­vincinden yerinde dahi duramaz". Sonra Hz. Peygamber: "Size yasaklanan büyük günahlardan kaçınırsanız, (diğer) günahlarınızı mağfiret ederiz" âyetini okudu.

Kitab-i Kerimin buyrukları ile, sahih sünnetteki rivayetlerde yer alan, ha­rama bakmak ve buna benzer küçük günahlann, (bu suretle) kesin olarak ba­ğışlanacaklarını İfade eden buyrukları birbirini desteklemektedir. Sünnet-i seniyye de "kaçınmak"dan maksadın, bütün günahlardan bütünüyle kaçınmak olmadığını da açıklamıştır. Doğrusunu en iyi bilen Allahtır.

Usulu'd-Din - Tevhid, Akaid, Kelâm- âlimleri ise şöyle demişlerdir: Büyük günahlardan kaçınmaktan dolayı küçük günahların bağışlanması kafi olarak vacib değildir. Bunun, zann-ı galible, kuvvetli bir umut ile böyle olacağı şek­linde yorumlanır. İlahî meşîetin bu konuda dilediğini yapacağı da sabittir. Bu­na da delil şudur: Eğer bizler, büyük günahlardan kaçınıp, farzları yerine ge­tiren kimseye kesin olarak küçük günahlarının bağışlanacağını, affedilece­ğini söyleyecek olursak, şüphesiz ki bu, hiç bir sorumluluğun kesinlikle söz-konusu olmadığı mubah hükmünde olur. Bu ise, şeriatın kulplarını sökmek demektir. Bize göre küçük günah diye birşey yoktur, el-Kuşeyrî Abdurrahim der ki: Sahih olan şu ki (bütün günahlar) büyüktür. Fakat, onlardan kimisi, kiminden daha büyük ve daha ağırdır. Bunlar arasında herhangi bir ayrıma gitmemekteki hikmet ise, kulun bütün masiyetlerden kaçınmasını sağla­maktır.

Derim ki: Yine bazılarının dediği dediği: Sen günahın küçüklüğüne bak­ma, kime karşı gelip isyan ettiğine bak; sözünde olduğu gibi, bizzat emre mu­halif hareket etmeye bakanlara göre bu bakımdan bütün günahlar büyük olm\ İşte kadı Ebu Bekr b. et-Tayyib'ın sözü de Ebû İshak el-İsferayini( Ebu'l-Me-âli (el-Cuveynî), Ebu'n-Nasr Abdurrahim el-Kuşeyrî ve benzerlerinin söyle­dikleri şu sözleri de bu şekilde açıklanıp anlaşılmalıdır: Kimi günaha küçük günah denilmesinin sebebi, ondan daha büyük olan günaha nisbetledir Me­selâ, küfre nisbetle zinaya küçük günah demek gibi. Zinaya nisbetle de, öpül-mesi haram olan birisini öpmeye küçük günah demek gibi. Bize göre, baş­ka bir günahtan kaçmıldığı için bağışl anılması sözkonusu olan bir günah yok­tur. Aksine, bütün bunlar büyük günahtır ve bu günahları işleyenin -küfür müstesna- işi Allah'ın meşîyetine kalmıştır. Çünkü yüce Allah: "Şüphesiz Al­lah, kendisine şirk koşulmasını mağfiret etmez. Ondan başkasını da dile­diğine bağışlar" (en-Nisâr 4/48) diye buyurmaktadır.

Bunlar, yüce Allah'ın bu buyruğunu, büyük günahlarını tekil olarak şu: "Size yasaklanan büyük günahtan kaçınırsanız" diye okuyanların kıraatini de delil göstermişlerdir. Büyük günah ise, şirktir. De­vamla derler ki: "Günahlar şeklindeki çoğul kıraate göre ise maksat, küfrün çeşitli türleridir. İşte bu konudaki hükme kaytt getiren bu âyet-i kerimeye bu alanda mutlak olarak vârid olmuş bütün buyruklar red olunur. (Onun ışığın­da anlaşılır). İşte yüce Allah'ın: "Ondan başkasını dilediğine bağışlar" buy­ruğu bu kaydı getirmektedir. Bunlar Müslim'in ve diğerlerinin Ebû Umâme'den rivayet edilen Rasülullah'ın şu buyruğunu delil gösterirler: "Her kim, sağ eliy­le müslüman bir şahsın hakkını kesip alırsa, Allah, cehennemi ona vacib kı­lar ve cenneti ona haram kılar". Bir adam ona şöyle dedi: Ey Allah'ın Rasûlü, ya basit bir şey olsa dahi mi? Hz. Peygamber şöyle buyurdu: "İsterse erâk (mis­vak) ağacından bir çubuk olsun."

Görüldüğü gibi, çokça günah hakkında ağır tehditler sözkonusu olduğu gibi, basit ve önemsiz görülen şeyler hakkında da tehditler varid olmuştur. İbn Abbas der ki: Büyük günah, yüce Allah'ın (Kur-an'ı Kerim'in") sonunda cehennem azabı, yahut gazap, lanet veya azap ile sona erdirdiği her günah -ür, İbn Mes'ud da der ki: Büyük günahlar, yüce Allah'ın, bu sûrede 33- âyet-i kerimenin sonuna kadar yasakladığı günahlardır. Bunu doğrulayan, yüce Allah'ın: "Size yasaklanan büyük günahlardan kaçınırsanız..." buyruğudur.

Tavus der ki: İbn Abbas'a büyük günahlar yedi tane midir? diye sorulmuş, o: Hayır yetmiş olma ihtimali daha yakındır. Said b. Cübeyr de der ki: Bir adam İbn Abbas'a: Büyük günahlar yedi tane inidir? diye sormuş, o da: Ha­yır, yediyüz olması yecti olmasından daha yakın bir ihtimaldir. Şu kadar var ki, istiğfar ile beraber büyük günah (in günahı) kalmaz, ısrar ile küçük gü­nah (küçük günah olarak) kalmaz.

İbn Mes'ud'dan da şöyle dediği rivayet edilmiştir: Büyük günahlar dört ta­nedir Allah'ın lütuf ve inayetinden ümit kesmek Allah'ın rahmetinden ümit kesmek, Allah'ın mekrinden emin olmak ve Allah'a şirk koşmak. Bunların bü­yüklüğüne de Kur-an'ı Kerimin buyrukları delildir.

İbn Ömer'den de bunların şu dokuz günah oldukları rivayet edilmiştir: Haksız yere canı öldürmek, faiz yemek, yetim malını yemek, suçsuz iffetli ka­dına zina iftirasında bulunmak, yalan şahitlik yapmak, anne-baba haklarına riâyet etmemek, savaştan kaçmak büyücülük yapmak ve Beyt-i Haram'da İl­li ad (zulüm) yapmak.

İlim adamlarına göre şunlar da büyük günahlar arasında sayılır: Kumar, hır­sızlık, içki içmek, selef-i saliha sövmek, hakimlerin haktan uzaklaşıp hevâ-ya tabi olmaları, yalan yere yemin etmek, Allah'ın rahmetinden ümit kesmek, kişinin kendi anne-babasına -birisine sövmesi üzerine onun da anne-baba­sına sövmesi suretiyle- sövmesi, yeryüzünde fesad çıkarmak uğrunda koşuş­mak ve buna benzer Kur-an'ı Kerimde ve hadis İmamlarının rivayet ettikle­ri hadis-i şeriflerde beyan edildiğine göre, sayıp dökülmesi pek çok olan gü­nahlar. Müslim'de "Kûabü'1-İman" adını verdiği bölümde, bu büyük günah­lardan pek çoğunu zikreder.

Bu husustaki rivayetlerin farklılığı dolayısıyla, ilim adamları bunların sa­yıp dökümü hususunda farklı görüşlere sahiptir. Konu ile ilgili benim görü­şüm de şudur: Bu hususta münhasıran bu kadardır, demek maksadı güdül­memiş, pek çok sahih ve hasen hadis gelmiştir. Fakat, zarannın çokluğuna nisbetle elbetteki, bunların kimjsi kimisinden daha büyüktür. Şirk bütün bu günahların en büyüğüdür. Yüce Allah'ın bu husustaki açık nassı dolayısıy­la şirk bağışlanmaz.

Bundan sonra İse Allah'ın rahmetinden ümit kesmek gelir. Çünkü Al­lah'ın rahmetinden ümit kesmek, Kur-an'ı Kerimî yalanlamaktır. Zira sözü hak­kın tâ kendisi olan yüce Allah şöyle buyurmaktadır: "'Rahmetim, herşeyi ku­şatmıştır." (el-Ârâfr 7/156) Allah'ın rahmetinden ümit kesen ise, kendisine mağfiret olunmayacağım söylemekle, geniş olan bir şeyi daraltmış olur. Ta­bii bu, onun böyle olacağına inanması halinde sözkonusu olur.

İşte bundan dolayı yüce Allah şöyle buyurmaktadır: "Çünkü kâfirler top­luluğundan başkası Allah'ın rahmetinden ümit kesmez." (Yusuf, 12/87) Bun-dan sonra, Allah'ın rahmet edeceğinden yana ümit kesmek: (el-Kunût) ge­lir, Yüce Allah şöyle buyurmaktadır: "RahMinin rahmetinden sapıklardan başka kim ümit kesebilir ki" (el-Hicr, 15/56). Bundan sonra Allahin mekrinden yana kendisini emin görüp, masiyetde dizginden boşalıp aşırıya gitmesi ve amelsin olarak Allah'ın rahmetine bel bağlaması gelir. Yüce Allah, bu konuda da şöyle buyurmaktadır: "Allah'ın mekrinden, hüsranda olan topluluktan başkası emin olamaz" (el-Âraf, 7/99). Bir başka yerde de şöyle buyurülmaktadır: "İşte sizin Rabbiniz hak­kındaki bu zannınızdır sizi helake götüren. Bunun sonunda siz, hüsrana uğ­rayanlardan oldunuz." (Fussilet, 41/23)

Daha sonra haksızca adam öldürmek günahı gelir. Çünkü, bununla can­lar yok edilir, varlık imha edilir.

Lut kavminin ilişkisinde ise? neslin kesilmesi sözkonusudur. Zina ile suların karışması dolayısıyla nesebler karışır. İçki içmekle, teklifin temel sebebi oLan aklın giderilmesi sözkonusudur. Namaz ve ezanın terkedilmesiyle, İslâm şeâirinin açığa çıkarılması terke­dilmiş olur.

Yalan şahidlikte ise, başkalarının haram olan kanları, namusları, malları he­lal kılınmış olur.

Ve buna benzer zararları açıkça ortada olan diğer günahlar... İşte şeriatın ağır ceza tehdidinde bulunduğu yahut da sözünü ettiğimiz şekilde varlık âle­minde zararının büyük olduğunu ifade ettiği her bir günah, büyük bir günah­tır. Bunun dışında kalanlar ise küçük günahlardır, işte bu açıklama bu hu­susta sağlam bir ölçü ve bir kıstas ortaya koymaktadır. Doğrusunu en iyi bi­len Allah'tır.

İmam Kurtubi Tefsiri,cilt:5

Devamını Oku »

Kâfirlerin Dünya Hayatındaki İyiliklerinin Ahirette Karşılığı Yoktur

Kâfirlerin Dünya Hayatındaki İyiliklerinin Ahirette Karşılığı Yoktur

Kâfirin işleri, eğer akrabalık bağlarını gözetmek, yoksulun ihtiyacını kar­şılamak, darda kalmış olanın sıkıntısını gidermek gibi iyilik türlerinden olur­sa, bunların sevabım almaz ve ahirette bunlardan faydalanmaz. Şu kadar var ki, bu iyilikleri karşılığında ona dünyada ihsanda bulunulur. Bunun delili ise Müslim'in Âişe (r.anha')'dan şöyle dediğine dair rivayetidir: Ey Allah'ın Rasûlü, dedim. İbn Cud'an, cahiliye döneminde akrabalık bağını gözetir, yoksu­la yemek yedirirdi. Bunun kendisine bir faydası olacak mı? Peygamber şöyle buyurdu: "Bunun kendisine faydası olmayacak. Çünkü o, birgün olsun: Rabbim, din (kıyamet) günü günahımı bana bağışla dememiştir."[1]

 

Enes (r.a)'dan da şöyle dediği rivayet edilmiştir Rasûlullah (sav) buyur­du ki: "Şüphesiz Allah hiçbir mü'mine (mükâfatı eksik verilmek suretiyle) bir iyiliğinde dahi zulmetmez. Dünyada da onun karşılığı ona verilir. Ahirette de ondan dolayı ona mükâfat verilir. Kâfire gelince o, dünyada Allah için yap­mış olduğu İyilikler karşılığında ona yemek yedirilir (ihsanda bulunulur). Nihayet âhirete gittiğinde, onun karşılığını görebileceği herhangi bir iyiliği kalmamış olur,"[2] İşte bu, (bu hususta) açık bir nastır.

 

Diğer taraftan şöyle de denilmiştir: Acaba bu doğru vaad gereğince, kâfi­rin, bu dünya hayatında iyiliklerine karşılık yedirilip ona bağışta bulunması muhakkak ve kaçınılmaz bir şey midir? Yoksa bu, şanı yüce Allah'ın: "... Biz de burada dilediğimize dileyeceğimiz şeyi çabucak veririz" (el-İsra, 17/18) buy­ruğunda sözü geçen Allah'ın dileği (meşîeti) ile mi kayıtlıdır? İkincisi bu hu­sustaki iki görüşün sahih olanıdır. Doğrusunu en iyi bilen Allah'tır.

 

Kâfirin yaptığına "hasene: güzellik, iyilik" denilmesi ise, kâfirin bu husustaki zanni dolayısıyladır. Yoksa onun Allah'a yakınlaşmak üzere yapacağı her­hangi bir ameli sahih değildir. Çünkü Allah'a yakınlaştırıcı amelin sahih ol­masının şartı olan iman bulunmamaktadır. Ya da buna "hasene" deniliş sebebi, mü'minin hasenesine şekil itibariyle benzediğinden dolayıdır. Görül­düğü gibi bu hususta da iki görüş vardır.[3]

 

Müslüman Olmadan Önce İyilik Yapanın İyiliklerinin Durumu:

 

Denilse ki; Müslim'de, Hakîm b. Hizâm'dan Rasûlullah (sav)'a şöyle de­diği rivayet edilmektedir: Ey Allah'ın Rasûlü, ben cahiliye döneminde iken ibadet kastıyla verdiğim sadaka yahut köle azad etmek veya akrabalık bağını gözetmek gibi bir takım hususlarda (benim için) ecir var mıdır, ne dersin? diye sorunca, Rasûlullah (sav) da şöyle buyurmuştun "Sen, geçmişinde yap­mış olduğun hayırlar üzere İslâm'a girdin."[4]

 

Buna şu cevabı veririz: Hz. Peygamberin: "Sen, geçmişte yaptığın hayırlar üzere İslama girdin" ifadesi konu ile ilgili aslî delillerin zahirine uygun de­ğildir. Çünkü kâfirin yüce Allah'a yakınlaşmak kastı ile yapacağı ibadetler sa­hih olamaz ki bu İtaati dolayısıyla sevap alması sözkonusu olsun. Çünkü Al­lah'a yakınlaşmak kastıyla itaatte bulunacak kimsenin kendisine yakınlaşmak istediği yüce Zatı bilip tanıması şarttır. Böyle bir şart bulunmayacak olursa, şarta bağlı olarak öngörülen hususun sıhhati de sözkonusu olamaz. Buna gö­re hadisteki mana şöyle olur: Eğer sen cahiliye döneminde güzel bir takım huylar kazanmış isen, bu huyların İslâmda da sana güzel alışkanlıklar kazandırmıştır. Çünkü Hakîm (r.a) altmışı cahiliye döneminde, altmışı da müslü-man olmak üzere yüzyirmi yıl yaşamıştı. Cahiliye döneminde yüz köle azad etmiş, yüz kişiyi de deve sırtında taşımış İdi. İslâm'da da aynı işleri yaptı. Bu, açıkça anlaşılan bir husustur.

 

Şöyle de açıklanmıştır: Kâfir iken işlemiş olduğu günahları müslüman ol­mak suretiyle düştüğü gibi, müslüman olması dolayısıyla (müşrik iken) yap­tıklarına karşılık Allah'ın onu mükâfatlandırması Allah'ın lütfu keremi açısından uzak bir İhtimal olarak görülemez. Asıl mükâfatını görmeyecek kişi, müslüman da olmayan, tevbe de etmeyen ve kâfir olarak ölen kişidir. Hadi­sin zarihinden anlaşılan da budur, yüce Allah'ın izniyle sahih olan görüş de bu olmalıdır. Daha önce yapmış olduğu hayırlardan sonra müslüman olup da müslüman olarak ölen kimsenin önceden yapmış olduğu hayırların mükâfatını, almaması ile ilgili olarak iman şartının bulunmadığını söylemek, hiç­bir şekilde değişmesi sözkonusu olmayan akli bir şart değildir. Şanı yüce Al­lah güzel bir şekilde İslâm'a bağlanan bir kimsenin (müslüman olmadan ön­ceki) amelini boşa çıkarmayacak kadar kerimdir. Nitekim, el-Harbî de bu ha­disi bu anlamda yorumlayarak şöyle demiştir: "Sen, geçmişte yaptıkların üzere müslüman oldun." Yani, bundan önce işlemiş oluduğun hayırlı amellerinin mükâfatı sana verilecektir. Nitekim bir kimseye: Sen bin dirhem üzere İslâm'a girdin, denileceği vakit, o bin dirhemi kendi payına eline geçirmiş ol­mak üzere İslâm'a girdiği anlaşılır. Doğrusunu en iyi bilen Allah'tır.[5]

 

Ebu Talib'in Özel Durumu:

 

Denilse ki: Müslim, Hz. Abbas'tan şöyle dediğini rivayet etmektedir: Ey Allah'ın Rasûlü dedim, Ebu Talib seni korur, sana yardımcı olurdu. Bunun ona faydası oldu mu? Hz. Peygamber: "Evet" diye buyurdu. "Ben onu her tara­fını kaplayan bir şekilde ateş içerisinde buldum da onu topuklarına kadar ate­şin ulaştığı bir yere çıkardım."[6]

 

Buna şöyle denilir: Kâfirin işlemiş olduğu hayırlar sebebiyle azabının bir bölümünün hafifletilmesi uzak bir ihtimal değildir. Ancak bu, Ebu Talib hak­kında varid olduğu şekilde ayrıca bir şefaatte bulunulmasını da gerektirmek­tedir. Kur'an-ı Kerim: "Artık şefaat edenlerin şefaati onlara fayda vermez" (el-Müddesir, 74/48) buyruğu ile onun dışındakilerin durumu hakkında haber ver­mektedir. Yine kâfirler hakkında: "Bizim bir şefaatçimiz yoktur ve candan, hiç­bir dostumuz da" (eş-Şuara, 26/100-101) diyecekleri de bize haber veril­mektedir. Müslim de, Ebu Said el-Hudrî'den şöyle dediğini rivayet etmekte­dir: Rasûlullah (say)'ın huzurunda amcası Ebu Talib sözkonusu edilince şöy­le buyurdu: "Kıyamet gününde belki benim şefaatimin ona bir faydası olur da bu sebepten ötürü topuklarına kadar ulaşacak bir ateşe konulur ve bundan beyni kaynar."[7] Hz. Abbas'ın rivayet ettiği hadiste de: "... ve eğer ben olma­saydım hiç şüphesiz ateşin en aşağı basamağında olurdu" dediği de kayde­dilmektedir.[8] Yüce Allah'ın: "Çünkü siz, fâsıklık eden bir kavim oldunuz" kâfirler oldunuz, demektir.[9]

--------------

[1] Müslim, İman 365; Müsned, VI, 93.

 

[2] Müslim, Sifâtu'l-Münafikın 56; Müsned, III, 123, 283.

 

[3] İmam Kurtubi, el-Camiu li- Ahkami’l-Kur’an, Buruc Yayınları: 8/258-259.

 

[4] Buhârî, Zekât .24, Buyu' 100, Itk 12, Edeb 16; Müslim, İman 194, 195; Müsned, III, 402.

 

[5] İmam Kurtubi, el-Camiu li- Ahkami’l-Kur’an, Buruc Yayınları: 8/259-260.

 

[6] Müslim, İman 358.

 

[7] Buharî, Menakıbu'l-Ensâr 40; Müslim, îman 360; Müsned, III, 50, 55.

 

[8] Buhari, Menakbu'l-Ensâr 40T Edeb 115; Müslim, İman 357; Müsned, I, 206, 210.

 

[9] İmam Kurtubi, el-Camiu li- Ahkami’l-Kur’an, Buruc Yayınları: 8/260.
Devamını Oku »