Peygamber bırakın emretmeyi, tavsiyede dahi bulunamaz!


Akıl alır gibi değil! Bir Müslüman düşünün! Hz. Peygamber'in -bırakın haram kılmasını- dini bakımdan bir tavsiyede bulunmasını dahi kabul edemiyor! Bunu dine ilavede bulunmak zannediyor! Böyle bir hadis varsa bu durum onun uydurma olduğunu gösterirmiş! Bu nasıl bir düşünce Allahım! Ümmetin bu sapan fertlerini bu düşünceye ne şevketmiş olabilir? Bu nasıl bir psikolojidir?! Hadîse karşı, Peygamber'in otoritesine karşı bu alerjinin arkaplanında ne var acaba? Eğer tavsiyede dahi bulunamıyorsa Kur'an'ın onu güzel örnek olarak sunması havada kalmaz mı? Kur'an'ın onca emri, Hz. Peygamber'in uygulamasıyla hayat bulmuyor mu? O zaman Peygamber devreden çıkınca Kur'an nasıl uygulanacak ki?! Yoksa Peygamberi aradan çıkarmakla kendi hevamıza, arzularımıza alan mı açmak istiyoruz? Neticede Peygamberi yok etmekle sıranın Kur'an'a da geleceğini, Kur'an'ı da hedefe koymak için sinsice bekleyen pek çok düşmanın olduğunu görmezden mi geliyorlar?

Bu iddiaları pervasızca ortaya atanlar ya Kur'an'ın otoritesinin de tartışmaya açık olacağım anlamayacak kadar ahmaktırlar ya gaflet içindedirler ya da kör birer cahildirler.

İşte ibretlik satırlar: Hadîs: "Hz. Peygamber çocuğa doğumunun yedinci gününde isim konmasını, çocuğun yıkanarak pisliklerden temizlenmesini ve kurban kesilmesini emir buyurdu." (Tirmizi, Edeb 63; Ebu Davud, 2837)

Bu hadisi okuyan, bu hadiste kötü bir şey görmeyebilir. Fakat Kuran'da, çocuğa yedinci günde isim konmasının veya kurban kesilmesinin "emredildiği"ne dair hiçbir şey yoktur. Sorun, hadisteki "emir buyurdu" ifadesindedir; Peygamber'in bu uygulamayı dini bir emre dönüştürmeden, kendi tercihiyle yapmış olması ve tavsiyesi de mümkündür, sonuçta bu uygulamalarda
Kuran'a aykırı bir yön yoktur. Fakat dinde olmayan bir "emri" ve "sevap" kavramını dine ilave ettiği için bu hadis de uydurmadır.İllaki hadisin zararlı bir şey ifade etmesi gerekmez. Hatta hadis iyi bir şeyi dahi "sevap" veya "emir" diye dine sokuyor veya zararlı bir şeyi mekruh yapıyorsa bile, dine ilave getirdiği için hadisin yine uydurma olduğu anlaşılır.

Buna başka yorum yapmıyorum artık!! Bu tam bir dalalet halidir! Böyle diyenler büyük ihtimal din adına pek çok fetva verirler.
Bu şekilde dinde olmayan şeyi dine ilave ederler. Dahası şu düşüncebile -hadi en iyimser bir ifade ile söyliyelim- içtihat değil midir? Öyle ise "Peygamber sevap ifade eden tavsiye emri bile veremez" derken dine bir ilavede bulunulmuş olunmuyor mu? Bu görüşün kesinliği nerden malumdur? Böyle bir görüşün gerçek olduğu yönünde bu insanlara vahiy mi geldi? Gelmediyse bu dine ilave olmayacak mıdır? Kendileri dine ilavede bulunuyor da bunu Allah Resulune çok mu görüyorlar? Evet, böyle bir iddia biraz düşünence şirke kadar gider. Ancak böyle niyet taşınmasa bile çirkin bir bid'at olduğu açıktır..

Prof.Dr.Yavuz Köktaş-Modern Zamanlarda Hadisi Savunmak,syf:287-288
Devamını Oku »

Dini Goldziher'den öğrenmek


Ulemaya, geleneğe, hadise, fıkha, ilmihale ve tefsire nefretle bakan bir nesille karşı karşıyayız. Böyle deyip de bir karamsarlığa yol açmak istemiyorum. Şu bir gerçek ki, neslin bir kısmı böyledir ve bunlar marjinaldir. Vucudu saran kanser hücresi mesabesinde değiller. Aslında iyi huylu ur olarak kaldıkları müddetçe problem de yok. Ancak ur urdur, her an tayakkuzda olunması gerekir. Kur'an'ı, artık nerede, ne zaman, nasıl bilemiyoruz, ama bastırılmış duygularım tatmin aracı haline getiren bir marjinal kuşağın tahrip ve tahrifiyle yüz yüzeyiz.

Bu kuşak ulemaya nefretini kusarken oryantalistlere alabildiğine kredi açmış ve din adına onlardan öğreneceğimiz çok şeyin olduğunu söyleyebilmişlerdir. Yukarıdan beri alıntılar yaptığım, adını anmaktan bile hicap duyduğum, ama mecbur kaldığım, yazarı bile belli olmayan "Kuran'daki Din" adlı kitap bu nefreti gözler önüne seriyor. Önce sadece Kur'an'ın delil olduğu ortaya konulur:

"Din tüm insanların anlaması için mi yoksa sadece üç dört kişinin anlaması için mi indirildi? Peygamberimizin mezhebi var mıydı? Dört halifenin mezhebi neydi? Kuran'da Hanefilik, Şafilik, Şiilik, Vahhabilik şeklinde mezhepler mi var, yoksa tek bir dinden mi bahsediliyor? Kuran dinin rehberi diye kendinden mi bahsediyor, yoksa Buhari'den, Müslim'den, ilmihallerden, Muvatta'dan mı bahsediyor? Kuran ayetlerini inceleyip, bu soruların cevabını bulalım ve Kuran'ın dinin tek kaynağı olarak yeterli olup olmadığını yine Kuran'dan hareketle tespit edelim:

"Biz bu kitabı sana, her şeyin açıklayıcısı, bir doğruya iletici, bir rahmet, Müslümanlara bir müjde olarak indirdik." (Nahl, 89)

Görüldüğü gibi ayette, Kuran'ın her şeyi açıkladığı, bizi doğruya ilettiği söylenmektedir. Kuran dinle ilgili her şeyi açıklıyorsa Buhari ve Müslim diye kaynaklara, ilmihal kitaplarına ne gerek var? Allah dinle ilgili her şeyi Kuran'da açıkladığını söylerken niye hâlâ Hanbeli, Şafi, Hanefi, Caferi, Maliki diye mezhepleri dini kimliğimizin bir parçası olarak kabul ediyoruz? Neden Allah Kuran'da bize Müslüman (İslam olan) diye isim takmışken Sünni, Şii, Hanefi, Şafi diye isimleri kullanıp, Allah'ın bize verdiği ismi yetersiz görüyoruz?"

Herşey açık! Dini geçtim, kültür, medeniyet, ilim, gelenek adına ne varsa hepsine toptan açık bir saldırı var! Bir vatan evladının nasıl ki, atalarına biraz saygısı olması gerekiyorsa, bir müslümanın da kendi ulemasına, kültür ve medeniyetine biraz saygısı olması gerekmiyor mu? Bunların tavırları cumhuriyeti kurup Osmanlıyı toptan reddeden gardorap Kemalistlere benzemiyor mu? Şiayı, vehhabiliği, ve ehl-i sünneti aynı kefeye koyup elmalarla armutları karıştırmıyorlar mı? Ama onlar açısından bu karıştırma değil! Çünkü tarih yok, kültür ve medeniyet yok, hadis ve ashap yok, ulema ve mezhep yok! Velhasıl hiçbir şey yok, sadece ve sadece Kur'an var!

Tarihine, ulemasına, medeniyetine saygısı olmayan bu guruhun -'sadece Kur'an yeter" kuru gürültürüsüne kim inanır, kim kanar acaba? Tahribatı gizlemeye bile gerek duymuyorlar! Şimdi de oryantalistlerden nasıl istifade edileceğini utanmadan şöyle ifade ederler:

"Geleneksel anlayışı savunanlar, sırf Kuran'dan dinini anlayan Müslümanlara kızdıkları gibi, yabancı İslam araştırmacılarının hadislerin güvenilmezliğini ifade etmelerine de kızmaktadırlar. Bu araştırmacıların niyeti ne olursa olsun, bizi ilgilendiren, onların ortaya koyduklarının bilimsel değeridir. Müslüman toplumlarda mevcut olmayan özgür ortama sahip olan bu kişilerin, kimi çalışmalarında, hem ciddi hem de düşünülmesi gereken hususları gündeme getirdikleri bir gerçektir. Onların çalışmalarına objektif bir şekilde yaklaşmalı, hatalarını göstermeli ve ortaya koydukları doğru hususlardan yararlanmalıyız.

Bu araştırmacılardan özellikle Goldziher'in, Schacht'ın, Van Kremer'in, Sprenger'in ve Dozi'nin kitaplarında herkesin yararlanabileceği birçok husus olduğu kanaatindeyiz.

Bunların en ünlüsü Goldziher şöyle der: "Rabbanilerin (Musevi ve Hıristiyan din adamları) sözleri, İncillerden alıntılar, Yunan felsefesinin öğretileri, Fars ve Hind kökenli deyişler ve daha niceleri hadis kanalıyla İslam'a girmiştir. Tüm bunlar doğrudan veya dolaylı olarak İslam kültürünün malı haline gelmiştir. Yine dini kıssalardan büyük bir bölümü İslam'a sızmıştır. Eğer hadislerde kullanılan materyali ve Yahudi din kültürünü incelersek bu İkinciden büyük bölümünün, İslam din kültürüne sızmış olduğunu görürüz." (Goldziher, el-Akide ve'ş-Şeria)

Oysa tâ başlangıçtan itibaren israiliyat konusuna İslam alimleri dikkatleri çekmiştir. Ama anlaşılan bu önemli değil! Önemli olan Goldziher'in dediğidir. Neden? Çünkü Goldziher, hadisin düşmanıdır, alimlerin düşmanıdır. O halde "düşmanımın düşmanı benim dostumdur" mantığı burada devreye giriyor. Keşke dostlarım biraz tanıyabilseydiler! Keşke dostlarının Kur'an'ı nasıl gördüklerini de bir bilseydiler! Onların hadis karşıtılığı, dini uydurmalardan arındırma amacına matuf değil! Tam aksine İslam'ın Kur'an dahil bir uydurmalar dini olduğunu göstermektir. Onların amacı, hadisi devre dışı bırakarak sahih İslam'ı, yani Kur’an'ı ortaya çıkarmak değil, Kur'an'da dahil, hicri 2 asırda oluşan beşerî ürünlerin hepisinin İslam'ı temsil ettiğidir. İslam eşittir bu beşeri ürünlerdir.

Ulemaya su-i zan, kafire hüsn-i zan; muhaddislere güvensizlik; gavura sonsuz güven...

Kur'an, alime saygıdan bahsediyor, Allah'tan en çok korkanların alimler olduğunu vurguluyor. Ama meğer bu alimler oryantalistlermiş! Herhalde Allah'tan en çok korkanlar onlar olduğu için sözleri de bu kadar güvene layık oluyor! Bakalım, huzur-i ilahide bu vebal tartıya nasıl yansıyacak!
Prof.Dr.Yavuz Köktaş-Modern Zamanlarda Hadisi Savunmak,syf:289-292
Devamını Oku »

Iddia:Kur'an Yazılı, Hadîs Değil


Hadîsler de Kur'ân gibi uyulması gereken şeyler olsaydı, onlar da Kur'ân gibi yazılırdı. Hz. Peygamber Kur'an'dan başka şeylerin yazılmasını yasaklamıştır. Bu da uyulması gerekenin Kur'ân olduğunu gösterir."
ilginçtir! Bu örnekte sünnete uymayı reddetmek için hadislerden delil getirilmiştir.

Bu çifte standartlık bir yana Hz. Peygamber'in kendisinden Kur'ân dışında bir şey yazılmasını yasakladığına dair ifadeler doğrudur. Ancak bunun yanında Hz. Peygamber döneminde hadîslerin yazıldığı, Allah Resûlü'nün buna izin verdiği vakıası da dikkate alınmalıdır. Bir delili alıp diğerlerini görmezlikten gelmek İlmî bir tutum olamaz. Mesele bu iki grup delilden birinin tercih edilmesi söz konusu olacaksa, kesinlikle hadîslerin yazıldığına dair hadîsleri tercih etmek gerekecektir. Çünkü bu hadîsler oldukça fazla ve çeşitlidir. Oysa yasak hadîsi bir sahâbiden nakledilmiştir.

Hal böyle olsa da İlmî olan tavır her iki grup hadîsi anlamaya çalışmaktır. Acaba yasak hadîsindeki yasaklık mutlak mıdır? izin verildiğine göre mutlak değildir. O halde yasaktan ne kastedilmiştir?

Bu konuda çeşitli te'vîller ileri sürülmüştür. İzin hadîsleri yasak hadîsini neshetmiştir. Bu durumda Allah Resûlü'nün bir dönem de olsa sözlerini yasakladığı anlamı çıkar ki isabetli değildir. Abdullah b. Amr gibi yazı bilenlere yazma izni vermiştir. Abdullah'ın dışında da yazı yazanlar olmuştur. İzin neden bir kişiye has olsun ki! Aynı anda hem yasağın hem de iznin bir gerekçesi olmalıdır. Büyük ihtimalle Hz. Peygamber Kur'ân sahifeleriyle karışmasın diye sözlerinin Kur'ân sahifelerinin kenarına yazılmasını yasaklamıştır.

O dönem Kur'ân'ın muhafazasına büyük ihtimam gösteriliyor, her türlü tedbir almıyordu. Belli ki, vahiy kâtipleri veya özel mushafı olanlar yazdıkları Kur'ân sahifelerinin kenarına Hz. Peygamberden duydukları bazı şeyleri hemen not ediyorlardı. Bunun ileride sıkıntılara yol açabileceğini düşünen Allah Resûlü buna mani olmak istemiştir. Bunun dışında dileyen, yazabilen onun sözlerini istediği yere kaydedebilecektir.

Burada konunun üzerinde biraz daha durmamız gerekir. Çünkü bu konu günümüzde istismar edilmekte, bazı Müslümanlar tarafından bile hadislere güveni sarsmak için kullanılmaktadır. Öncelikli şunu ifade edelim ki, hadislere güveni sarsmak için ileri sürülen"Kur'an sadece yazı ile korundu." iddiası modern bir ezberdir, modern bir hurafedir.

Neden mi? Şu sebeplerden:

1. Kıraat ilminin üstadı İbnu'l-Cezerî şöyle der: "Kur'an konusunda Mushaflara yazanlara değil, hafızalarda korunana itimad edilir. Bu, Allah'ın bu ümmete bahşettiği en değerli bir özelliktir. Ehl-i Kitap ise vahyi sadace kitaplarda korumaya çalıştı. Kendi kitaplarını da ezbere değil, yüzüne baka baka okuyorlardı."

Evet, Ehl-i Kitaba "kitap" ehli dendi, yani yazılı kitapları vardı ama kitaplarının yazılı olması onları korumaya yetmedi.

2. Kur’an'ın ilk günden bugüne değişmeksizin korunarak gelmesi tevatür ile ilgilidir. Yani "Kur'an mütevatir olarak günümüze gelmiştir" diyoruz. Tevatür ise yazıyla değil, hafızada korumakla ve olduğu gibi nakletmekle ilgilidir. Tevatürün tanımında "çok sayıda kalabalığın nakletmesi"nden bahsedilir, yazmasından değil.

3. Sadece yazmayı tevatürün şartı olarak görsek acaba sayı arayacak mıyız? Kaç kişi yazarsa tevatür kabul edilecek? Yoksa yazıysa söz konusu olan bir kişi de yeterlidir denilebilecek mi? O zaman bir kişi yeterlisi neden daha fazla kişinin yazmasına ihtiyaç duyuldu? Diğer taraftan bunu kaç kişinin yazdığını Kur’an'dan tespit etmemiz de mümkün değildir. Bunu da ilginçtir, hoşlanmadığımız (!!) rivayetlerden öğrenebiliyoruz. Bu konuda tek tek rivayetlere müracaat ettiğimizde en fazla 40 kişinin vahiy katibi olduğunu tespit edebiliyoruz. Bunların da hepsinin her ayeti yazdığına dair elimizde bilgi yok. Ayrıca bu vahiy katiplerinin tespiti de mütevatir değil, ahaddır. Toplamı belki manevi mütevatir olur. Ancak unutmayalım ki, daha fazla sayıda sahabinin naklettiği mütevatir hadisler kolayca reddedilebilmektedir.

4. Kur’an'ın yazılmasıyla ilgili doğrudan bir ayet yoktur. Sadece Kalem suresindeki "Nûn. Yemin olsun kaleme ve yazdıklarına." ayeti vardır. Bu ayet genel olsa da bundan dolaylı olarak yazının varlığı ortaya çıkar. Ancak ne yazıldığı, ne zaman yazıldığı yine de açık değildir. Yine (hiç beğenmediğimiz, reddettiğimi!) hadislerden Kur'an’ın açık bir şekilde yazıldığını öğreniyoruz. Ancak hadislerde bile Kur'an’ın ne zaman yazılmaya başlandığına dair bir bilgi yoktur. Kalem suresinin nazil olduğu yıla bakarsak en azından o dönemde yazının olduğunu söyleyebiliriz.

5. Yazı Kur’an'ı korumanın önde gelen şartı ise aklını kullanmayı pek sevenlerin her zaman dile getirdikleri "peki bu kadar önemliyse neden Kur'an'da yok?" sorusunu burada sorabiliriz. Kur'an "İyi" ile başlıyor, neden ile başlayıp bütün ihtilaflara son vermedi? Neden "yazma emri doğrudan Kur'an'da yok" da dolaylı olarak yazıdan bahsediliyor? Yoksa Kur'an dışında bir vahiy ile önceden Hz Peygamber'e yazması gerektiği mi bildirildi? Eğer son durum geçerliyse sünnetin vahiy olmasından pek hazzetmeyenler bunu nasıl karşılar acaba?

6. Hz. Peygamber onu ezberlemek için acele ediyordu. (Kıyamet, 16) Allah ise böyle yapmamasını, onu kalbinde toplayıp okunmasını üstüne almıştı. Yazı bu kadar önemli ve korumanın şartı ise Hz Peygamber neden onu ezberlemek için çırpmıyordu? Allah neden sahifelerde değil, kalbinde toplanmasını tekeffül etmişti? Yazı bu kadar şart ise Resulullah neden her Ramazan'da Cebrail ile mukabele ediyordu? Son Ramazan'da neden iki kez mukabele edildi?

7. Resm-i Mushaf ve Hz. Osman'ın bundan çoğalttığı altı nüsha günümüze kadar gelmemiştir. Yazı korumanın önde gelen şartı ise bu nüshaların da korunması gerekmez miydi?

8.0 halde şunu demek zorunda değil miyiz? Ezber asildir, yazı ona yardımcıdır. Bu şekilde Kur'an koruma altına alınmıştır. Yani güven öncelikli olarak ezberedir. Yazıya nasıl güvenilsin ki?! Yazı bilenler az! Yazı araç-gereçleri az! Deriye, kemiğe yazılanlar mı daha güvenilir yoksa hafızaya kazınanlar mı? Tarih boyunca neden hafızlık müessesesi hep oldu da yazı müessesesi hiç gelişmedi?

Bütün bunları o dönemin sosyolojik gerçekliğine dayanarak söylüyoruz. O gün güven ezbere idi, yazı asla tek başına delil olamazdı. Bugün zihnimizi yazının çok gelişmişliği şartlandırmıştır. Bu şartlanmışlıkla tarihe bakıyoruz. Bu da bizi yanıltıyor maalesef!

9. Bir şeyin delil olması yazılmasına bağlı değildir. Onu adil-sikaların nakletmesine bağlıdır. Ortada mesela yalana birlerinin veya duyduğunu anlamakta zorlananların yazdığı bir sahife olsa ona güvenecek miyiz? Sözü yazan adil biri değilse o sözün yazılması bir mana ifade etmez. Meselâ namazı ele alalım. Bütün şartlarıyla birlikte Resûlüllah'ın bunu yazdırdığına dair bir bilgiye sahip değiliz. Şimdi namaz kılmayacak mıyız? Allah Resûlü, "Beni nasıl görüyorsanız öylece kılınız." demiştir. Namaz nesilden nesile böyle aktarılmıştır. Ne olacak şimdi?!

10. İlginç bir durum var. Yahudiler bu iddia sahiplerine şöyle dese: "Kur'an delil olamaz; çünkü gökten yazılı olarak inmedi; delil olsaydı Tevrat gibi yazılı (levhalar halinde) inmesi gerekirdi." Evet, buna nasıl cevap verilecektir?

11. Bu iddia sahipleri Hz. Peygamber'in hadisleri yazma yasağını da görüşlerine delil getirmiştir. Bu yasağın elbette sosyolojik sebepleri vardır. İlgili yerde buna temas ettik. Burada ise şunu vurgulamak istiyoruz: Sırf yazma yasağı hadislerin delil olmadığını gösterseydi, Allah Resulu yazmayı yasaklamak yerine kendi sözlerine uyulmasını yasaklardı. Yani "benim sözlerime uymayın!" derdi iş, olup biterdi. Aksine din adına söylediklerine uyulması gerektiğini ifade etmiştir.

12. İlk dönemleri düşündüğümüzde kitabet de zan ifade eder. Mertebe olarak ezberin altındadır. Bundan dolayı ezberden dinleme yoluyla alman bir hadis yazılı olarak alman bir hadisle çelişme durumunda birincisi tercih edilir. Netice olarak denilebilir ki, Kur'an'ın kat'iyyeti lafzî tevatür yoluyladır, yazıyla değil.

13. Son olarak her şeyde Allah'ın bir muradı, bir hikmeti vardır. Bunu tam anlamıyla kavramakta da zorlanabiliriz. Ehl-i kitabın yazılı sahifeleri olmasına rağmen onları koruyamadılar. Allah dinini insanlarla korur. Demek ki, Allah geçmiş ümmetlerle dinini korumayı murad etmedi. Belki de bunun sebebi son peygamberin henüz gelmeyişi idi. Ama ne olursa olsun Allah, muradını insanlarla gerçekleştiriyordu. Hz. Peygamber'in ümmeti olan ilk nesil sahabe Allah'ın muradının gerçekleşmesi için biçilmiş kaftandı, sanki özel seçilmişlerdi. Arapların ezber durumları da belliydi. Onlar için ezber hiç sorun değildi, hatta en başat özellikleriydi.

İşte bu sahabe Kur'an'ı nasıl korudu ise sünneti de öyle korudu. Ama yazıyla ama ezberle ama yaşayarak, neticede onu korudu. Başlarda hadislerin yazılmama sebebi de aslında Kur'an'ı korumak içindi. Burada "Kur'an delil olduğu için yazıldı, sünnet delil olmadığı için yazılmadı" demek için hiçbir makul gerekçe yoktur. Bunu diyebilmek için tarihe karşı kör ve sağır olmak gerekir. Hadîslerin yazılmaması delil oluşuyla ilgili değil, tamamen sosyolojik sebeplere bağlıdır. O da toplumun ümmi oluşu, yazı bilenlerin azlığı ve yazı gereçlerinin yetersizliğidir. Bu durumda söyler misiniz? Tüm gayretler, himmetler makul olarak neye sarfedilmeliydi?
Kur'an ve sünnet konusunda eşit olarak seferber mi edilmeliydi bu gayretler? Eşit olarak seferber edilecek kadar imkanları var mıydı? Daha Bedir savaşında okuma yazma öğrenme imkanı hasıl olmuştu. O da esirlerden, dikkat edilsin!

Ben şuna eminim ki, böyle bir eşitlik yani yeterli imkan olsaydı, ezbere yardımcı olacak şekilde hepsi kayıt altına alınırdı. Ama takdir edersiniz ki, bu mümkün değildi. İşte böyle bir durumda ne yapılmalıydı? Hükümlerin ve hayatın anası konumundaki Kur'an yazılmalıydı. Sünnette hem çok ayrıntı vardı hem de bizzat Peygamber hayattaydı, ondan sorularak, o görülerek sünnet hayata hakim kılınabilirdi. Nitekim öyle de oldu. Zamanla imkanlar arttı ve çok kısa bir süre içinde sünnet de yazılmaya ve tedvine başlandı.

Prof.Dr.Yavuz Köktaş-Modern Zamanlarda Hadisi Savunmak,syf:388-393
Devamını Oku »

Rasûl-Nebi Ayrımı



Bunlardan biri de "Rasûl-Nebi" ayırımıdır. Buna göre Rasule itaat şarttır, çünkü Rasul korunmuştur, hata yapmaz, söyledikleri bağlayıcıdır. Bağlayıcı olan da tebliğ ettiği Kur'an'dır. Nebi, hata yapar, korunmuş değildir, beşerdir, haram kılamaz, söz ve filleri bağlayıcı değildir, nebiye itaat gerekmez. Nebiler Kur'an'dan hüküm çıkarırken ve uygularken hata edebilirler.

Nebi-Rasul ayrımını günümüze kadar böyle anlayan olmamıştır. Bu; bid'attır, yeni türemiştir. Konuyu "Hz. Muhammed, Hayatı ve Risaleti" adlı çalışmamızda ele aldığım için burada üzerinde uzun uzadıya durmayacağım. Ancak konuyla alakalı bir mesele üzerinde durmak istiyorum.

Rasul-nebi ayrımı yapıp hadisleri devre dışı bırakanlar meseleyi özellikle itaat faktörüne bağlamışlardır. Buna göre Resul itaat mercii, ama nebi değil. Rasulun itaat mercii olması da sadece ve sadece Kur'an'la ilgilidir. Bu durumda "Allah ve Rasulune itaati" emreden ayetlerin nasıl anlaşılacağı problemli hale gelmektedir. Klasik anlayış "ve" bağlacım dikkate alarak (ama sadece "ve" bağlacını değil tabii ki) "Allah ve Rasulunu" hem Allah'a hem de Rasulu'ne itaat şeklinde ayrı ayrı olarak anlamıştır. Bu yeni anlayışa göre Rasule itaat Kur'an dışında olmayacağı için bu kalıpla gelen ayetlerde kastedilen sadece Allah'a itaattir. Çünkü Allah dışında başka bir otorite olamaz. Bu durumda mana şöyle olmalıdır: Allah'ın Rasulu aracılığıyla size bildirdiği vahye, yani Kur'an'a itaat edin.

Böylece Rasulun Kur'an dışındaki söz ve uygulamaları işlevsiz hale gelmektedir.
Ancak bir problem var. Çünkü Nisa,59'da itaat edilecekler Allah, Rasulu ve emir sahipleri olarak sıralanmıştır. Dolayısıyla burada sadece Allah ve Rasulu değil, emir sahiplerine de itaat edileceği anlaşılmaktadır Klasik anlayış için bu, problemli değildir. Çünkü Rasule itaat şarttır, ancak bu itaat Kur'anla mukayyettir. Emir sahiplerine itaat şarttır, bu da Kur'an ve sünnetle mukayyettir.

Burada bir- biriyle: çelişebilecek bir durum yoktur. Fakat yeni anlayışa göre bu ayet de tevile muhtaçtır. Rasule Kur'an dışında itaat olmayacağına göre emir sahiplerine nasıl itaat olabilir?! Üstelik emir sahipleri de vahiy almamaktadır. Vahiy almadıklarına göre onlara itaatin konusu nedir ki?! İşte onun için bunu yeniden yorumlamak gerekir. Ve bu ayet şöyle yorumlanmıştır: Emir sahipleri müstakil, bağımsız otorite olmaz. Onun için emir sahibine itaat, aslında Kur'an'a itaattir, yani onların Kur'an'dan verdiği emirlere itaattir. Maalesef böyle gereksiz bir yorumla karşı karşıyayız.

Cevap vermeye değer mi bilmiyorum, ama şunlar söylenebilir:

1. Resul de bağımsız bir otorite değildir. Otoritesi Allah ile, Kur'an ile mukayyettir. Onu otorite kılan Allah'tır, ancak bu otoritelik mutlak ve gerçek anlamda otorite demek değildir. Mutlak ve gerçek tek otorite Allah'tır. Aynen emir sahibini de otorite kılan Allah'tır. İtaat, otoriteyi gerektirir.

2. Resul'ın otoritesi, nasıl ki, Kur'an ile sınırlıdır, emir sahiplerinin de otoritesi Kur'an ve sünnet ile sınırlıdır. Kur an ve sünnete aykırı hareket edemezler. Aykırı hareket ettiklerinde itaat edilme vasıflarını kaybederler.

3. Allah, ayette kendine bağlı iki otoriteden bahsediyor. Çünkü itaat olan yerde otorite var demektir. (Mesela demokrasilerde egemenlik halkındır, yani tek otorite halktır; fakat halk bu yetkiyi başka kurumlara verir -ki bu sadece meclistir- o kurumlar da otorite olur. Yukarıdan aşağıya doğru, cumhurbaşkanı, başbakan, bakan, milletvekili, vali vs. otorite olur. Aynı şekilde anayasa, kanun ve yönetmelikler yukarıdan aşağıya doğru otorite olur. Ancak asıl otorite en başta olandır. Onun yetkilendirmesiyle diğerleri de otorite vasfını kazanırlar. Bunun bir teşbih olduğu unutulmamalı) Biz bunu teke irca ediyoruz. Bu, aklen, nassen uygun mudur? Allah, resul ve emir sahipleri denilecek, ama biz sadece Allah kastediliyor diyeceğiz, bu olabilir mi?

Böyle olacaksa beliğ bir kitap olan Kur'an, Allah demekle yetinemez miydi? Diğer taraftan Emir sahiplerinin Kur'an'a göre verdiği hükümleri anlıyoruz, ancak içtihat konusu olan hükümleri ne olacak? Bu hükümlerin Kur’an'a aykırı olmadığını düşünelim. Ama yeni bir mesele ortaya çıktı, ictihad edildi. Otorite tarafından buna uyulması istendi. Ne olacak? "Biz, sadece Kur'an'da bulunan hükümlere uyarız" mı diyeceğiz? itaat etmeyecek miyiz? Oysa emir sahiplerinin Kur'an ve sünnete aykırı olmayan emirlerine uymak farzdır. Yoksa değil mi?! Bu kabul edilirse ardından şu sorunun gelmesi mukadderdir: Emir sahiplerinin Kur'an ve sünnette olmayan, ama onlarla da çelişmeyen görüşlerine uymak şart da Resulullah'ın Kur'an'da olmayan, ama onunla da çelişmeyen emir ve nehiylerine uymak niye şart değil?!

Prof.Dr.Yavuz Köktaş-Modern Zamanlarda Hadisi Savunmak,syf:398-400

Devamını Oku »

Hint Kur'ancılığından sonra Türk Kur'ancılığı


Öyle anlaşılıyor ki, hadis düşmanı kitaplar belli bir çevreden kasıtlı olarak piyasaya sürülüyor. Yukarıda bahis konusu ettiğimiz "Kur'an'daki Din" adlı uyduruk bir kitaptan sonra elimize "Allah'a Öğretilen Din" adlı kepaze bir kitap geçti. Kepaze diyorum, çünkü ilim adına en ufak bir kırıntı bile yok kitapta! (Ha! Hakkını yemeyelim, tek iyi tarafı -Kur'an'daki Din dandik kaynak verirken- hadislerin kaynaklarını adam gibi vermesidir)

Hatta bu kitap "Kur'an'daki Din" kitabının geliştirilmiş hali! Belli ki, aynı çevre bu imalatı yapıyor! Kepazeliği bunda değil tabii! Kepazeliği şurada: Kitap çok açık bir şekilde hadislerin dinde delil olamayacağını söylüyor ve tek kaynak Kur'an diyor! Desin demesine de, insan bunu temellendirirken biraz İlmî kaygı (namus mu demeliyim) duyar! Kitap bir dünya hadisi alt alta koymuş ve çelişik olduklarını söyleyivermiş!

Evet, yapılan sadece bu! Falan hadis filan hadisle çelişmiş! İşte bunlar da en güvenilir kaynaklarda geçiyormuş! Hadîsler hakkında en ufak bir bilgi kırıntısı yok! En ufak bir araştırma yok! Tabu hadisleri umursayan araştırma yapar! Demek ki ve açık ki, hadisler bu çevrenin umurunda değil! Evet, böyle bir kitaptan bazı hususlara değineceğim maalesef! Üzüntüm bu çevreyi muhatap almak zorunda kalışım! Beni buna mecbur edenler içinde yakın dostlar da var elbette! Ama önemli değil! Üzüntüm böyle ama kaygım genç Müslüman nesiller! Bu iş, zehrin vücuttan dışarı atılması adına bir nebze sayılacaksa ondan da bahtiyarlık duyarım.

Sadece şu vereceğim örneklere bakılsa kitabın ne mal olduğu anlaşılır! Ancak aşağıda biraz daha detaya gireceğim.
Meşhurdur, hadislerde Hz. Peygamber'e "en hayırlı amelin hangisi olduğu" sorulur, o da farklı farklı cevap verir. Mesela, bir keresinde Resulullah "Allah yolunda cihada denk bir amel bulamasını" buyurdu.(Buhari,Cihad,1)

Diğer kez aynı soru sorulduğunda "Allah ve Resulüne inanmak, sonra Allah yolunda cihad, sonra da kabul olunmuş hac" şeklinde cevap verdi.(Buhari,İman 18;Hac,4)

Başka bir kez "Vaktinde kılınan namaz, sonra ana-babaya iyilik, sonra da Allah yolunda cihat" buyurdu.(Buhari,Mevakıt,5)

Yine "tanıdık tanımadık herkese yemek yedirmen ve selam vermendir" buyurdu.(Buhari,İman,6-20)

Yine "kıyamı uzun olan" buyurdu.(Ebu Davud,Salat,313) Son olarak "Allah yolunda bir gün nöbet tutmak dünyadan ve dünya üzerindeki her şeyden daha hayırlıdır."(Buhari,Cihad,6,73)

Ayrıca yetimle ilgili bir hadis de "Bir yetime yemek yediren kesin olarak cennetlik midir?" denilerek Kur'an'a aykırı görülmüştür. Hadîs şu: İbn Abbâs (r.a.)'den rivâyete göre, Rasûlullah (s.a.v.) şöyle buyurmuştur: "Her kim Müslümanlar arasında bir yetimi tutar götürür yiyecek ve içeceğine onu ortak ederse Allah onu mutlaka Cennete koyacaktır. Ancak affedilmeyecek bir günah (şirk) işlenmiş ise o başka."( Tirmizî, Birr, 14; Ebû Dâvûd, Edeb, 121.

Üstelik bu hadis şu ayete aykırı görülmüştür: "İnsanlar, denenip sınavdan geçirilmeden, sadece "iman ettik" demekle bırakılacaklarını mı sanıyorlar?" (Ankebut, 2) "Hanginizin davranışça daha iyi olduğunu deneyerek göstermek için ölümü ve hayati yaratan O'dur. O, güçlüdür, çok bağışlayandır." (Mülk, 2)

Evet, ne alakası varsa! Hadîslerdeki maksad da hiç anlaşılmamış!!

Bu hadisler şöyle denilerek çelişik görülmüştür: Peygamberimiz hangisini söylemiş olabilir? Söz konusu rivayetlere bakıldığında Peygamberimiz ile ilgili sanki her gelene o an kafasına göre bir sıralama yapan bir dediği bir dediği ile uyuşmayan biri izlenimi verilmeye çalışılmıştır. Böyle bir şeyin mümkün olmadığı açıktır.

Şimdi buna ne demeli? Bu bir düşünce midir? Oysa düşünce beyinden çıkar. Peki bunlar nerden çıkıyor?! İlkokul sıralarındaki bir çocuğa bile sorsanız hemen bunların cevabım verir. Bu hadisler bize eğitim psikoloji açısından da çok önemli veriler sağlar. Ama nerde o dert!! Evet, burada Hz. Peygamber mesajlarını zaman ve zemine uygun olarak ve muhatabı dikkate alarak vermektedir. Muhatapların ihtiyacı önemlidir. Bir rehber, bir muallim dinin ilkeleri bakımından değil, ama muhatapları açısından elbette ihtiyaçları öncelevecektir.

Burada dinin ilkeleri belirlenmemektedir. Dini ilkeleri bellidir. Cihad farzdır, hac farzdır, ana-babaya iyilik farzdır, ikramda bulunmak sünnettir, selam vermek sünnettir. Mesela cihad yapan, hac yapan birinin ikramda eksikliğini görseniz ne yaparsınız? Onu ikrama teşvik için "yemek yedirmeye" vurgu yaparsınız. Diğer amellerini yapıp insanlardan uzak duran, somurtkan bir müslümana neyi tavsiye edersiniz? "Selamı vermeyi" önerirsiniz. Onun için amellerin fazileti söz konusu olduğunda muhakkak zaman ve muhatap dikkate alınmalıdır Her eğitmen de şüphesiz böyle yapar.
Kaynaklara baktığımızda da benzer cevapların verildiğini görürüz. Hz. Peygamber "İnsanların en hayırlısı kimdir?" şeklinde kendisine sorulan bir soruya "Canıyla ve malıyla cihad edendir" buyurarak cevap vermiştir. (Buhârî, Rikâk, 34.)

İbn Hacer, bu hadîsin "İnsanların elinden ve dilinden emin olduğu kimsedir" hadîsine(Buhârî, İmân, 4,5; Müslim, İmân, 64; Ebû Dâvûd, Cihad, 2.) muarız olmadığını, çünkü buralardaki farklılığın şahıs ve durumlarla ilgili farklılık olduğunu söyler.(ibn Hacer, Feth, XIII, 131.)

Aynî ise, Buhârî hadîsinin "sizin en hayırlınız Kuran'ı öğrenen ve öğreteninizdir" hadîsine(Buhari,Fezailu’l Kur’an,21..) muarız olmadığım söyleyerek İbn Hacerle aynı gerekçeleri ileri sürmüştür.(Ayni,Umde,XIX,41)

Aynî genel olarak "amellerin en faziletlisi" hakkındaki hadîslerin farklı oluş sebeplerini şöyle açıklar:

a- Soranların farklı oluşu
b- Maksatların farklı oluşu
c- Zamanın farklı oluşu
d- Bazı şeylerin bazı şeylere nispetle farklı oluşu.(Bk.Umde,XI,316)

Buharî'nin rivayet ettiği bir hadîse göre "Hangi İslâm daha hayırlı?" şeklindeki soruya Hz. Peygamber "Yemek yedirmek ve bilip bilmediğine selam vermek" şeklinde cevap vermiştir.(Buhari,İman,6) Aynî, Hz. Peygamber'in başka vakitlerde veya durumlarda başka cevaplar verildiğini söyleyerek bu gibi hadîsleri şahıs, zaman ve durum farklılığı şeklindeki genel kaideyle açıklamıştır.(Ayni,Umde,I,157)

İbn Hacer ise, özellikle burada Aynî'nin dediğine benzer şekilde ama konuyu açarak daha sosyolojik bir açıklama yapmayı tercih etmiştir: "Bilhassa bu iki hasletin hadîste zikredilmesi, o zamanda uzlaşma ve kaynaşmaya duyulan ihtiyaçtan kaynaklanmıştır. Buna Hz. Peygamber'in Medine'ye ilk gelişlerinde bu iki haslete teşvikiyle ilgili hadîste delâlet eder." (İbn Hacer, Feth, I, 81.)

Diğer örnek şöyledir: Sol elle yiyip içmek yasaklanmıştır, çünkü şeytanın sol elle yiyip içtiği iddia edilmiştir. (Müslim, Eşribe, 106.)

Başka bir rivayette Peygamberimizin sol elle yememesi için uyardığı kişinin yemeğe devam etmesi sebebiyle o kişiye beddua ettiği ve kişinin sol elini kaldırama hale geldiği iddia edilmiştir. Onu böyle demeye kibri sev- ketmiştir. (Müslim, Eşribe, 107.)

Yoruma göre sol elin sağ elden bir farkı olmadığı açıktır. Bir kimsenin sol elini kullanması sebebiyle de suçlanması kabul edilemez.

Sağın, hayırlı işlere sağdan başlamanın ve sağ eli kullanmanın dinde önemli bir sünnet olduğunu yine ilkokul talebeleri dahil herkes bilir. Ancak bunun hikmetini tam olarak kavrayabilmek mümkün değildir. Bunda bir problem de yoktur. Çünkü bazı şeyleri aklımızla kavrayamıyoruz. Allah, ahirette cennete gireceklere kitaplarını sağından verecektir. Ashabul-yemin olacak o kimseler. Ama niçin sol değil de sağ? En azından bu ayetlerden dolayı sağa hürmet göstermek, hayırlı işleri sağla yapmak, yemeği sağla yemek Allah'ın gösterdiği bu edebe uygun olmaz mı? Mesela bütün partilerin bir amblemi veya bir el işareti vardır. Neden öyle yapıyorsunuz, diye sorgulamaya hakkımız var mı? Bu, bir tercih meselesi değil midir?

Hayırlı işler için Peygamberimiz, Kur'andan mülhem olarak sağı tercih etmişse bunda gocunacak ne olabilir Allah aşkına?! Bütün dünya biliyor ki, Müslümanlar sağ eliyle yer ve içerler. Bu, Müslümanlar arasında standart davranışların oluşması ve bir birlik sağlanması açısından güzel değil mi? O halde bu güzel davranışı dünya kabul etmişken biz neden yıkmaya çalışıyoruz? Allah kıbleyi bu yönde tayin ettiğinde "neden o yön de, diğer yönler değil?" şeklinde sorgulama hakkımız olabilir mi? Biz Müslüman değil miyiz?

Bir kimsenin sol elini kullanması sebebiyle suçlanmasının kabul edilemezliğine gelince Hz. Peygamber, o kimseyi sol elini kullanmadı, diye suçlamamıştır. Rivayette de görüldüğü gibi Resulullah'a karşı kibirlendiği için bedduayı hak etmiştir. Bu kibir, esasen Resulullah'a muhalefettir. Şu ayetler bundan başka bir şeyi mi anlatıyor?

"Kim, kendisine doğru yol gösterildikten sonra Peygambere karşı gelir ve mü'minlerin yolundan başka bir yola uyarsa, onu döndüğü yolda bırakırız ve Cehenneme sokarız." (Nisa, 115)

"Allah'a ve Resulüne eziyet edenler yok mu, Allah onlara dünyada ve ahirette lanet etmiş ve onlar için alçaltıcı bir azab hazırlamıştır." (Ahzab, 57)

"Ey iman edenler! Allah ve Resulünün (emirlerinin) önüne geçmeyin ve Allah'tan korkun. Şüphesiz ki Allah her şeyi hakkıyla işitir, her şeyi hakkıyla bilir. Ey iman edenler! Sesinizi Peygamberin sesinden fazla yükseltmeyin; birbirinize bağırdığınız gibi, ona bağırmayın, yoksa amelleriniz mahvolur gider de farkında bile olmazsınız." (Hucurat, 1-2)

"Allah ve Resulü bir meselede hükmünü verdiği zaman, bir mü'min erkeğin yahut bir mü'min kadının artık işlerinde başka bir yolu seçme hakları yoktur. Kim Allah'a ve Resûlüne isyan ederse, apaçık bir sapıklığa düşmüştür." (Ahzab, 36)

Diğer örnek şöyledir: Gazvân eş-Şâmî'den rivayet edildiğine göre kendisi hac dönüşü Tebûk'e inmiş ve kötürüm bir adamla karşılaşmış. Adam bu durumun sebebini sormuş, o da şöyle cevap vermiş: "Sana bir hadis nakledeceğim, ancak benim sağ olduğumu işittiğin sürece onu kimseye söylemeyeceksin. Peygamber (bir gün) Tebûk'te bir hurma ağacının yarımda konaklamış ve "bu (hurma ağacı) bizim kıble cihetindeki sütremizdir" buyurmuş sonra da (ona doğru) namaza durmuştu. Ben de çocuk halimle koşarak geldim ve Peygamberle, hurma ağacının arasından geçtim. Bunun üzerine Peygamber (s.a.v) de; "O bizim namazımızı kesti Allah da onun izini kessin!" buyurdu. Ben de bugüne kadar (bir daha) ayağa kalkamadım."(Ebu Davud, Salat, 110.)

Yorum şöyle: Peygamberimiz namaz kılarken önünden geçen çocuğa beddua ederek onu kötürüm yapmış olabilir mi? Bu iftiranın kimi kitaplarda mucize olarak sunulması ayrı bir garipliktir. Esasen peygamberimiz bu şekilde kaba ve öfke dolu biri olarak gösteren kişilerin asıl derdi, kendi insan onuruna yaraşmayacak eylemlerine emin hazırlamaktır.

Evet, ben bir şey demeyeceğim sadece hadislere böyle saldırmadan evvel onların sıhhatine bakmamız gerekmez mi? Hadîs sıhhat açısından problemli ise bu kadar ağız yormaya gerek kalmayacaktır. Buna göre hadisin ravilerinden Said ve babası Gazvân'ın kimlikleri kesinlikle bilinmediğinden hadis âlimleri bu hadisin zayıf olduğuna hükmetmişlerdir.

Diğer bir örnek: Malum, meşhur bir hadis vardır. "Melekler, içerisinde köpek ve resim bulunan eve girmez." (Buhari, Libas, 92..)

Aklını kullanmakla övünen bu yazarımız bakın nasıl eleştiriyor: içinde resim ve köpeklerin bulunduğu eve meleklerin girmeyeceğini iddia etmek aynı zamanda evinde resim ve köpek olan kimselerin, evlerinin içindeyken ölmelerinin mümkün olmadığını iddia etmektir. Çünkü ölen kişinin canını almak için melekler görevlendirilmiştir. Hadîste bunların rahmet melekleri olduğuna dair bilgi olmadığına göre tüm melekleri kapsamaktadır.
Bu satırları yazan bir kelama üstelik! Bunlar başkalarını akıllarını kullanmıyor diye eleştirmekle maruf! Akıl böyle mi kullanılır?

Pes doğrusu! Nesine cevap vereceksin, bilemiyorum. Aslında meseleyi kavradığını göstermektedir. Çünkü hadis rahmet ya da en geniş anlamıyla Azrail dışındaki melekleri kapsamaktadır. Ama meleklerden istisna yapmak istemiyor! Niçin? Hadîsi reddetmesi gerekir de onun için! Yazık! Yazarımız müsterih olsun! Şayet evinde resim veya heykel varsa, ben dünyada kaldım diye korkmasın, Azrail onun da canım alacaktır!!

Diğer bir örnek şöyledir: İbn Abbâs şöyle der: "Resûlüllah (sav), sabah namazının iki rekâtlık sünnetinin ilk rekâtında Bakara suresindeki (Allah'a ve bize indirilen şey'e îmân ettik, deyin) âyet-i kerimesini; ikinci rekâtta da (Biz, Allah'a îmân ettik. Şâhid ol ki, biz Müslümanlarız) âyet-i kerimesini okurdu." (Müslim, Salatu'l-müsafirin, 98.)

İbn Abbâs şöyle demiş: "Resûlüllah sabah namazının iki rekât sünnetinde (Biz, Allah'a ve bize indirilene imân ettik; deyin!) âyet-i kerimesi ile Âl-i Imrân süresindeki (Sizinle aramızdaki müsâvî bir kelimeye gelin!) âyetini okurdu." (Müslim, Salatu'l-müsafirin, 99.)

Ebû Hureyre der ki "Resûlüllah (sav) sabah namazının iki rekât sünnetinde (Kâfirûn) ile (İhlâs) sûrelerini okurdu." (Müslim, Salatu'l-müsafirin, 97,)

Bunlar çelişkili rivayetlermiş! Oysa Allah Resulu, sabah namazının sünnetinde bunların hepsini okumuştur! Özellikle Kafirun ve İhlas surelerini daha fazla okuduğuna dair rivayetler göz önüne alınırsa bunları okumanın daha faziletli olduğunu söylemek mümkün olmakla birlikte başka sureler de okunabilir. İbn Abbas rivayetleriyle ilgili bir ihtilaftan bahsedilebilir. Ondan nakleden tabiin aynı olunca acaba ikinci rekatta okunan sure karıştırılmış olabilir mi, diye akla bir soru gelebilir. Bu, mümkün olmakla birlikte aynı tabiinin aynı sahabiden farklı zamanlarda okunan sureleri hatırladıkları da söylenebilir. Nihayetinde bunlar çok da önemli değildir. Önemli olan -Kafirun ve İhlas'ın daha faziletli olduğunu söylemekle birlikte- Fatiha'dan sonra sure okumaktır.

Diğer örnek şöyledir: Aişe şöyle der: "Peygamber, hiçbir ayda Şabândakinden daha çok nafile oruç tutar değildi. Çünkü Peygamber Şabân ayının tamamım oruç tutardı." (Buharî, Savm, 51.)

Şu hadisin de bununla çeliştiğini söylenir. Aişe şöyle der: "Ben Rasûlullah'm Ramazândan başka bir ayın orucunu tamamen tuttuğunu görmedim. Şa'bân ayındaki kadar da kendisinde çok oruçlu olduğu bir ay görmedim." (Buharî, Savm, 51)

Buna göre Hz. Aişe, Hz. Peygamber'in hem Ramaazndan başka tam oruç tutmadığını söylemiş hem de Şaban ayım tamamen oruçlu geçirdiğini ifade etmiş olmaktadır. Oysa yazar metinde tahrif yapmıştır, ilk rivayette "Peygamber Şabân ayının tamamını oruç tutardı" şeklinde tercüme edilen ifade "Peygamber Şabân ayının çoğunu oruç tutardı" olacaktır. Diğer sahabilerin rivayetlerinden de Ramazandan başka en fazla oruç tuttuğu ayın Şaban ayı olduğu anlaşılmaktadır. Dolayısıyla Ramazanı tamamen oruç geçirirdi; Şaban ayında da diğer aylara göre daha fazla oruç tutardı. Onun içindir ki, "üç aylar" dediğimiz olguda kesintisi oruç tutmak değil, az da olsa kesintili oruç tutmak daha faziletlidir. Netice olarak rivayetler tahrif edilmiştir, aralarında çelişki yoktur.

Diğer bir örnek: Ebû Musa (r.a)'dan rivayet edildiğine göre Rasûlullah (s.a.v.) şöyle buyurdu: "Benim şu ümmetim, merhamet edilmiş bir ümmettir. Ona âhirette azâp yoktur. Onun dünyadaki azabı, fitneler, zelzeleler ve bir birlerini öldürmeleridir." (Ebu Davud, Fiten, 7.)

Ebû Umame (r.a.)'den rivâyete göre, şöyle demiştir: Rasûlullah (s.a.v.)'den işittim şöyle diyordu: "Rabbim bana ümmetimden yetmiş bin kişiyi hesap ve azab görmeden Cennete koyacağım vaad etti, aynı zamanda her bin kişiyle birlikte yetmiş bin kişi ve Rabbinin isteyeceği kadarın üç misliyi de vaad etti." (Tirmizî, Sıfatul-kıyame, 13)

Abdullah b. Amr (r.a.)'den rivayete göre, Rasûlullah (s.a.v.) şöyle buyurdu: İsrail oğullan yetmiş iki millete ayrılmışlardı. Ümmetim ise yetmiş üç millete ayrılacaktır. Bunlardan biri hariç hepsi Cehennemde olacaktır. Ashab: “O millet kimdir?" Diye sordular da: Rasûlullah (s.a.v.)'de şöyle buyurdu: "Ben ve ashabım hangi yol üzerinde ise ona tabi olanlardır." (Tirmizi İman, 18. Tirmizi'ye göre hasen-gariptir.)

Bütün bunlar ümmetin ahiretteki durumuyla ilgili çelişik rivayetlerdir! Peki gerçekten öyle midir? Evet, ilk rivayetle ilgili bir tartışma vardır. Bunu iki şekilde anlamak gerekir. Bir; "azap yoktur" yani "ebedi azap yoktur." İki; Buharî, bu rivayetin şefaat hadisleriyle çeliştiğini söyler. Çünkü şefaat hadisleri daha çok ve daha sarihtir. Buna göre ilk rivayet hatalıdır.

İkinci rivayet şefaatle ilgilidir. Allah Kur'an'da herkesin sorguya çekileceğini beyan etmiştir. Bununla birlikte Allah, Kur'an'ın'da hesapsız cennete girilemeyeceğini genel olarak buyurmuş, sonra sünnetle ondan yetmiş bin kişiyi tahsis veya istisna etmiştir. Resulullah "Allah bana va'detti" diyor. Esasen bu şefaatle ilgili bir durumdur. Herkes hesaba çekilecektir. Bazıları konusunda hesaba bile gerek olmadığı yönünde şefaat söz konusu olacaktır. Allah da rahmeti ve de onlara rızası gereği bu insanlar doğrudan cennete sokulacaktır.

Üçüncü rivayete gelince bunu da iki şekilde anlayabiliriz: Bir; cehenneme girecek olanlar Resulullah'ın ve ashabının yolunu terk etmişlerdir. Yani dinden (bu ümmetten) çıkmışlardır. Dolayısıyla cehenneme gireceklerdir. İki; cehenneme girecek olanlar bu ümmettendir, fakat bid'at çıkarmış ve Resulullah ile ashabının yolundan ayrılmışlardır. Bunlar bid'atlerinin vebali oranında cehennemde azap göreceklerdir. Sonunda cennete dahil olacaklardır. Hadîsler böyle anlaşıldığında kanaatimizce sorun kalmayacaktır.

Şimdiden söylemeyelim ki, kitaptaki iddiaların hepsine cevap vermeyeceğim, çünkü bıktırıcı, usandırıcı, anlamsız, can sıkıcı, ilim yok, akıl yok.. Ayrıca başka kitaplarımızda, özellikle Çelişik Hadîsler ve Çözüm Yolları kitabımızda bunları ele aldık…

Prof.Dr.Yavuz Köktaş-Modern Zamanlarda Hadisi Savunmak,syf:331-339
Devamını Oku »

İplerin koptuğu an: Namaz



Şimdi aktaracaklarımıza acaba fikir denilebilir mi? Fikir deni­len şey bu kadar basit, bu kadar delilsiz, bu kadar tarihinden ko­puk olabilir mi? Artık bu iddia dalaletin zirvesini temsil ediyor, diyebiliriz. Bu iddia; iddia edenlerin niyetlerini açık bir şekilde ele veriyor. Hadîse, hadis imamlarına duyulan nefretin tavan yaptığı anlaşılıyor. Bunlara nefret duyuluyor duyulmasına da, üstüne üst­lük, göreceksiniz elin gavuru baş tacı yapılıyor yine. İmamlarımızın, muhaddislerimizin kitapları güvenilir değil, ama göreceksiniz oryantalistin kitabı hem de tek başına tek hüccet olarak öne sürülüyor.

Bir hadis tâ baştan itibaren mesela 10 hadis kitabında kaydediliyor, ama bu beyefendiler (!) için hiçbir anlamı olmuyor, bir türlü güven duyamıyorlar, ama göreceksiniz İslam'a düşmanlık besleyen oryan­talistin bir kitabı başka hiçbir desteği olmaksızın, en ufak bir zan, şüphe beslemeksizin tek başına dinin kaynağı oluveriyor! Tam bir rezalet! Esasen böyle iddiaları burada ele almaktan, kaale almaktan utanıyorum. Sırf gençliğe zerk edilen bu zehirleri temizleme adına bu satırları kaleme alıyorum.

Önce İslamoğlu ne diyor bakalım: "Düne kadar, eee namazın rekatını kim öğretti; namaz nasıl kılınır onu kim öğretti; işte hadis olmazsa olmaz; ideolojik hadisçiliğin bir de böyle sallaması var, anlatabiliyom mu? Hayır, bu namaz, peygamberden peygambere ne­siller boyu intikal etti; Hz İbrahim'den beri de tüm peygamberler üzerinden Yahudi nesilleri de bu peygamberi uygulamayı nesilden nesile aktardılar; biliyorlardı, yapıyorlardı; bugün iş patladı; internet çıktı, sahtekârlık bozuldu; şimdi Yahudileri kendi ibadethanelerinde namaz kılarken görüyor millet! (Bakara, 83) Allah Beni İsrail'den söz aldı; Beni İsrail namazı kılıyor yani, bunda garip bir şey yok ki!"

Bu anlayışı teyiden başkaları da devreye girmiş, namaz ahka­mının hepsinin Kur'an'da olduğunu söylemiştir. Buna göre namaz ahkamının tamamı elbette ki Allah tarafından tayin edilmiştir ve bunların tamamı Resulullah'a Kur'an ile bildirilmiştir. Resulullah, namazla ilgili Kur'an ahkamını tatbik etmiştir. Dolayısıyla namazın hiçbir rüknü Resulullah tarafından tayin edilmiş veya bu rükünler O'na Kur'an dışı vahiyle bildirilmiş değildir. Namaz rükünlerinin tamamı Kur'an ile bildirilmiştir. Bu nedenle namaz ahkamının ta­mamını Kur'an'da bulmamız mümkündür. Bu ayetlere göre, namazı belli vakitlerde (sabah, öğle, ikindi, akşam ve yatsı) kılmak, namaz öncesinde abdest almak (su yoksa teyemmüm yapmak) veya gere­kiyorsa boy abdesti almak (gusül), namaza niyetle kıbleye (Mescid-i Harama) doğru yönelmek, tekbir getirmek, kıyamda durmak, Kur'an'dan kıraat yapmak, rüku etmek, secdeye kapanmak ve kade-i ahire yapmak Kur'an'm emrettiği şart ve rükünlerdir.

Evet, bir parantez açıp Kur'an'da geçtiği ifade edilen bazı rukunları ele alalım. Namazın vakitlerine değinmeyeceğim. Nihayet Kur'an'daki ifadeler üçe de beşe de muhtemeldir ve sünnet üç ih­timalini sıfırlayarak beş vaktin olduğunu beyan ediyor. Ve sünnet olmadığında namaz vakitlerinin beş olduğunu söylemek asla müm­kün olmayacaktır! Diğerleri niyet, tekbir ve kade-i ahiredir. Şunu hemen ifade edelim ki, namazın önceki ümmetlere de farz kılındığı noktasında hiçbir problem yoktur. Hatta kıyam, ruku, secde, kıraat gibi temel hususlar hepsinde ortaktır. Şimdi örneklere bakalım.

Mesela niyetle kıbleye yönelmek: "Bakara/144: [Ey Peygamber!] Biz senin [belki bir vahiy gelir ümidiyle] yüzünü sık sık göğe çevirip durduğunu görüyoruz. [Artık gönlün rahat olsun]; işte şimdi seni memnun edecek kıbleye yöneltiyoruz. Bundan böyle [namaz kılar­ken] yüzünü Mescid-i Harâm'a [Kâbe'ye] çevir."

Burada kıbleye dönmek açıktır, ancak niyet bu ayetin neresin­de?

Bakara/150: "Evet, nereye gidersen git; yüzünü/yönünü Mescid-i Haram tarafına çevir. [Ey Müminler!] Siz de her nerede olur­sanız olun, yüzünüzü/yönünüzü Mescid-i Haram tarafına çevirin. Böylece şu halkın içinde -hakikati çarpıtmaya şartlanmış olanların sırf inattan dolayı ileri geri konuşmaları hariç- kimsenin kıble husu­sunda size karşı kullanacakları bir delili kalmasın."

Burada da kıbleye dönmek var, ancak niyet yoktur! Niyet için başka nassa gerek vardır. O nerde?!

Tekbir getirmek: İsra/111: "[Ey Peygamber!] "Bütün övgüler, hiçbir çocuk edinmeyen ve hükümranlığında hiçbir ortağı bulunma­yan, acze düşmediği için herhangi bir yardımcıya da muhtaç olma­yan Allah'a mahsustur" de ve [bütün bu kemal sıfatlarıyla muttasıf olan] Rabbinin en yüce olduğunu ilan et. (kebbirhu tekbira)"

Yani tekbir getirerek Allah'ı yücelt! Peki bunun namaza başlar­ken tekbir getirmekle ilgili olduğunu nereden çıkarıyoruz? En ge­nel anlamıyla tekbir Allah'ın büyüklüğünü temaşa ettiğimiz her bir olay için getirilir, diyebiliriz. Namazda tekbir sünnetle sabittir. Şunu söylemek de mümkündür: Allah genel olarak tekbiri buyurmuş; Resulullah da onu hem namaza hem de başka ibadetlere uygulamıştır. İşte bu da sünnetin uygulayarak beyan fonksiyonunu ortaya koyar.

Kade-i ahire: Al-i İmran/191: "Nitekim onlar kâh ayakta iken, kâh oturur vaziyette iken, kâh yatar hâlde iken (kıyamen ve kuûden ve ala cunubihim) Allah'ı anarlar; göklerin ve yerin yaratılışı hak­kında düşünürler ve "Rabbimiz!" derler, "Sen bu kâinatı boş yere yaratmadın. Sen yüceler yücesisin. Bizi cehennem ateşinden muha­faza buyur!"

Bu ayet en genel anlamıyla herhalde Allah'ı zikretmeyi ve kai­natı tefekkür etmeyi vurgulamaktadır. Bu ayetin doğrudan namazla ilgisi yoktur. Şayet namazla ilgisi olsaydı, yan üzere yatmak da na­mazın farz veya rukunlarından biri olurdu. Bütün bunlar maalesef Hz. Peygamberim sünnetinin fonksiyonunu ortadan kaldırmak için yapılan zorlama yorumlardır. Buna neden başvurulduğunu anla­mak mümkün değildir! Hep söylüyoruz; sünnet olmaz ise Kur'an'a kırk takla atlatılarak oradan hükümler çıkarılır ve Kur'an haşa mas­karaya çevrilir. Buna gerek var mıdır?

Şimdi diğer bir konu hakkındaki iddiaları görelim. Rekat sayı­lan hangi ayetle düzenlenmiştir?

'Rekatı, 'rüku' demektir. Namazda 'rüku' yapmayı emreden Kur'an, bunun kaç kez tekrarlanacağını yani namazların rekat sayılarını da elbette ki belirlemiştir. Kur'an'ın rekat sayılarını bildiren ayeti/formülü şudur; "Namazı ikame edin (dosdoğru kılın) ve ze­katı verin ve rükû edenlerle birlikte siz de rükû edin." (Bakara 43)

'Namazlarınızı rüku edenlere tabi olarak kılın' anlamına gelen bu ayet tüm namazların rekat sayılarını belirleyen ve öğreten Kur'ani bir buyruk/formüldür. Hatta bu buyruk, sadece rekat sayılarını de­ğil tüm namaz ahkamının tatbikatını öğreten bir formüldür. Allah Teala, namazların kaç rekat olduğunu ve nasıl kılınacağını mümin­lere böyle bildirmiştir. Kur'an'ın bu amaçla kaynak gösterdiği adres (verdiği link) ümmetin fiili tatbikatıdır. Hedef adres bir metin veya söz değil her gün beş vakit namaz kılan cemaatin canlı uygulaması­dır. Kur'an bize şunu telkin etmiş olur: 'Ey Müminler! Namazların rekat sayılarını mı öğrenmek istiyorsunuz? Camilerdeki cemaate uyarak (rüku edenlerle birlikte rüku ederek) namaz kılın. Böylece otomatik olarak rekat sayılarını öğrenin. Hatta tüm namaz ahkamı­nın tatbikatını, namazların kılınma biçimini de...'

Namazların kılın­ma biçimi asırlar öncesinden günümüze Kur’an'ın bu formülü (üm­metin bu mütevatir tatbikatı) sayesinde intikal etmiştir. Resulullah kaç rekat ve nasıl namaz kıldı ise bu mütevatir intikal sayesinde biz müminler de öyle kılarız. Camilerde cemaatle kılınan farz namaz­lar, hem namazların rekat sayılarını bildiren ve hem de namazların kılınma biçimini bize öğreten mütevatir tatbikattır (sünnet). Bizler, resimli namaz hocası kitaplarına ve/veya hadislere dayanarak değil Kur'an'ın bu ayetine dayanarak yani 'rüku edenlerle birlikte rüku ederek' namazlarımızı eda ederiz. Böylece namazların rekat sayıları dahil kılınma biçimini fiili tatbikatla öğrenmiş oluruz.

Bu durumu şu örnekle izah etmeye çalışalım: Hiçbir İslami bilgisi olmayan bir gayrimüslim bugün Müslüman olsa ve nasıl namaz kılacağını sorsa ona şöyle deriz: "Bir grup mümin beş vakit namazı daima camide topluca kılar, sen de git topluca namaz kılan bu müminleri taklit ederek abdest al ve onlarla birlikte namaza dur, onlar ne yapıyorsa sen de aynısını yaparak onları taklit et (rüku edenlerle birlikte rüku et). Böylece namazı kılmış olursun. Cemaatle kılınan bu namazlarda hiç kıraat yapmasan bile olur. Çünkü kıraati zaten tüm cemaat adına imam yapar. Zamanla bazı ayetleri ezberlersen bilahare sen de tek başına namaz kılabilirsin." Bizim bu önerimizi tatbik eden bir insanın namazı ile namazlarımız arasında rekat sayıları bakımından her hangi bir fark olabilir mi?

Görüyorsunuz, bir gayr-i müslim camiye gittiğinde namazın nasıl kılındığını öğrenmiş olacak. Çünkü rukuya gidenlerle birlikte rukuya gidiniz, ayeti var. Yani bu gayr-i müslim camiye gitmezse namazı öğrenemeyecek mi? "Ben evimde kılmak istiyorum, nasıl namaz kılacağım?" dediğinde biz ona caminin yolunu mu göstere­ceğiz? Hz. Peygamber zamanında her mü'min camiye geldi de na­maz kılmayı öyle mi öğrendi? Peki Hz. Peygamber hangi camide namazı öğrendi? Öyle ya! Önce kendisinin bu namazı öğrenmesi la­zım ki, başkalarına da öğretebilsin! O zaman nerde öğrendi namazı?

Bu ayetin geçtiği Bakara Suresi, medeni bir suredir. Acaba Mek­ke'de "rukuya gidenlerle birlikte rukuya gidiniz" ayeti nazil olmuş muydu? Mekke'de namaz kılındığına göre nasıl kılmıyordu? Bilin­diği kadarıyla Mekke'de cami yoktu, bireysel namaz vardı. Bu du­rumda sahabe namaz kılmayı nasıl öğrendi?

Bunun yaranda şayet ruku edenlerle ruku ederek namazı mütevatir olarak öğreneceksek, namazla ilgili pek çok mesele daha var. İmamlık, cemaat, namaz tamamlama, saf düzeni, ezan vb. Bunları da ruku edenlerle birlikte öğreniyoruz. Bunları kabul edeceksek, sünnetle gelen uygulamayı kabul etmiş olacağız. O halde bu durum mütevatir sünneti kabul ediyoruz anlamına mı geliyor? Mütevatir sünnete evet, haber-i vahide hayır yani. Ancak şu iddiayı dile geti­renler, mütevatir dahi olsa hiçbir şeyin sünnetle tayin edilmediğini söylüyorlar. Onlara göre -yukarıda denildiği gibi- namaz ahkamının hepsi Kur’an'da vardır. Bir tarafta mütevatir uygulamadan namazı öğrenmek; diğer tarafta her şeyin Kur'an'da olması. O zaman karar vermeliler; her şey Kur'an'da var mı? Yoksa Kur'an'ın bazı emirleri­nin nasıl yerine getirileceğini sünnetten de öğreniyor muyuz?

Eğer sünnetten de bir şeyler öğreniyorsak peki biz "Resulullah'a itaat edin" ayetine bakarak Kur'an'da olmayan ahkamı öğrenmek istedi­ğimizde neden hop oturulup hop kalkılıyor? Siz "rukuya gidenlerle rukuya gidin" ayetine bakarak, uygulamaya başvuruyorsunuz ve ahkamı öğreniyorsunuz. Biz "Resule itaat edin" ayetine bakarak ah­kamı öğrendiğimizde size ne oluyor Allah aşkına?! Burada şu örneği versek; ezan mesela; ezanı dinin bir hükmü kabul edebilecek mıyız.?

Kur'an'da yok! Sünnetle sabit ve mütevatir olarak gelmiş! Ezanı ka­bul edersek, dine ilavede bulunmuş olmayacak mıyız? Ezanı red­dedersek, mütevatir bir uygulamayı inkar etmiş olmayacak mıyız?

Bazen ne diyeceğimi bilemiyorum! Ben kalkmış neye cevap ve­riyorum! Namazı nerden öğreniyoruz? Bunu ispat etmeye çalışıyo­ruz. Enerjimizi bu tip şeylere mi harcayacaktık? Ümmetin ihtilafsız hallettiği şeylerle ümmeti yeniden meşgul etmenin bizi rıza-ı ilahi­ye yaklaştıracağını mı zannediyoruz? Yazıklar olsun bize! Namazı bile kendi ideolojilerimize kurban etmişiz! Neden? O kadar sırıtıyor ki, nedeni? Çünkü namaz sünnet savunucularının elinden alınma­sı gerekir. Sünnetin beyanı olarak namaz orada durduğu müddet­çe hadissiz sünnetsiz yapamayacağımız açıktır. O halde ne yapıp yapıp namazı da Kur'an'a bağlayıp Peygamberle sünnetle bağını koparmamız gerekir. Anlayış bu işte! Ancak olmuyor! Bir taraftan namazın bütün ahkamıyla Kur'an'da olduğunu söyleyeceksiniz; ol­mayınca "ruku edenlerle ruku ediniz" diyerek mütevatir sünneti adres göstereceksiniz.

Böylece rekatların Kur'an ile farz kılındığını söylemiş olacaksınız ve böylece ümmetin bütün sorunlarını çözmüş olacaksınız. Yazık! Aklıma gelmişken şunu söylesem; namaz için ca­miye gitmek şart bunlara göre; yani farz. Eğer "ruku edenlerle bir­likte ruku etmemiz" emredilmişse cemaatle namaz farz olmaktadır. Peki bu iddiayı dillendirenler, namazlarım cemaatle mi kılıyorlar? Nitekim İbn Hazm de aynı şekilde düşünmüş ve tek başına namazın geçerli olmadığını söylemiştir.

Şimdi bunlar cemaatle kılmadıkları namazları nasıl değerlendiriyorlar? Şayet şöyle diyorlarsa; biz cami­de namazı öğrendik, artık sonradan ferdî olarak evde de kılabiliriz. İyi de bunu nerden çıkarıyorlar? Ayet ve emir açık. "Ruku edenlerle ruku edin." Öğrendikten sonra evlerinizde kılabilirsiniz, şeklinde bir mana burada yok! Bu manayı verirsek, Kur'an'ı hevamıza uydu­ruyoruz, anlamına gelmez mi? Sırf hadisleri reddetmek için kendi­nizi büyük bir külfetin altına sokuyorsunuz. Sokuyorsunuz sokma­sına da sonra da buna riayet ediyor musunuz onu da bir Allah bilir!

Şu hususu burada ifade etmeliyim: Evet, namaz kadim bir ibadettir. Bütün peygamberlerde bu ibadet vardır. Kur'an, bunun temel rukunlarına değinmiştir. Ancak vakit, rekat ve diğer ayrıntıları Kur'an'da yoktur. Allah Resulu bu kadim ibadeti Yahudileri görerek yahut -olmadı ya!- onların sinagoglarına giderek öğrenmedi. Ceb­rail (a.s), Peygamberimize geldi ve geçmiş ümmetlerde de bulunan bu namazı bugün kıldığımız şekilde vakitlerini ve rekatlarını da tam olarak tayin ederek öğretti. Bir anlamda ehl-i kitapta da olan bu iba­detin aslını-esasını göstermiş oldu. Çünkü ehl-i kitabın bu ibadeti de tahrif etme ihtimalleri yüksekti. Dolayısıyla bunu yahudilere bağla­manın ne manası var Allah aşkına!

Şimdi gelelim bu iddianın daha ileri boyutuna. İslamoğlu'nun kısmen değindiği boyuta. Yahudilerden namazın alınması boyutu­na. Herhalde bunlar ekip olarak çalışıyor. İddia şöyle:

Kur'an'da namaz kılınmasına yönelik bir emir genelde şu şekil­de karşımıza çıkar: "... O namazı kılın ve o zekâtı verin." (Müzzemmil, 20)

"es-Salah" kelimesinin başında gelen "el" takısı, mâ'rifelik (be­lirlilik) ekidir. Muhataplar tarafından zaten bilinmekte olan şeyler için kullanılır. Bu ayeti okuyan başta peygamber olmak üzere tüm müslüman tıpkı oruç örneğinde olduğu gibi "o namazı kılın" derken Allah'ın hangi namazdan bahsettiğini çok iyi anladılar. Ve böylece ehl-i kitab'ın kılmakta olduğu şekliyle namazı kılmaya başladılar. Kudüs'e (Beyt'ul Makdis'e) dönerek namazlarını kılmaları bunun delilidir. Çünkü o zamanlar ehli kitap Kudüs'e dönerek namaz kı­lardı. "O namazı kılın" emri, Kudüs'e doğru dönme emrini de içinde barındırdığı için zaten bilinen bu hususla ilgili bir ayet inmemiştir. Günümüzde Rabbinik Yahudilik'te namaz vakitleri ve rekât dağlımı şu şekildedir:

Brochos, Sabah 2 Rekat

Shacharit, Öğle 4 Rekat

Ashrei, ikindi 4 Rekat

Ma'ariv, Akşam 3 Rekat

Shema, Isha'a 1 Rekat

(Nisiyat Kapayim): Başlarken elleri kaldırmak

('amidah): Kıyam. Eller salınmış vaziyettedir.

(Breikhah): Rükû, her rekâtta bir defa yapılır.

(Qidah): Secde, her rekâtta iki defa yapılır. (Ben ABRAHAM- SON, a.g.e, s. 9-11 Resimler aynı kaynaktan alınmıştır.)

Ehl-i Kitab'ının kıldığı beş vakit namazın bugün bile, yatsı dışın­da, bizim kılmakta olduğumuz namaz ile birebir örtüştüğü açıktır. Yatsı namazındaki farklılığın sebebi ise ayrı bir araştırma konusu olmalıdır.

İddia böyle! Sırayla gidelim:

1-"Salat'taki el takısı, namazın bilindiğini gösterir. Onun için Müslümanların kıldığı namaz ehl-i kitabın kıldığı namazdır. Müslümanlar o dönemde ehl-i kitab'ın kılmakta olduğu şekliyle namazı kılmaya başlamışlar!" Bu iddianın temeli Ben Abrahamson'un kita­bına dayanmaktadır. Bu kitap olmasa böyle bir iddiayı temellendir­mek de mümkün olmayacaktı! Ona aşağıda değineceğiz.

Bir kere salattaki el takısı, evet, namazın bilindiğini gösterir, an­cak bu namaz o dönemdeki ehl-i kitabın namazı değildir. Bu namaz, Kur'an'da peygamberleri döneminde her ümmet için var olduğu malum olan namazdır. Ehl-i kitapta kırıntılar kalmış olabilir. Ayrıca eski ümmetlerde olsa bile namazda birkaç değişikliğin yapılmasına mani hiçbir şey yoktur.

Diğer taraftan Hz. Peygamber, ehl-i kitaptan bu namazı nasıl öğrenmiştir? Mekke'de ehl-i kitap yoktu. Ayrıca yu­karıdaki iddiada Müslümanların ruku edenlerle ruku ederek nama­zı öğrenecekleri geçmekteydi. Burada ise ehl-i kitaptan öğrenerek.(1) Peki Müslümanlar sinagoga, havralara giderek mi namazı öğrendi­ler? Ya da Müslümanlar değil de Hz. Peygamber, "durun, ben bir gideyim, öğreneyim, size anlatırım" mı demiştir? Hz. Peygamber'in böyle bir yolculuğa çıktığı veya bir yahudiyle karşılaşıp ondan namazı öğrendiği bilinmemektedir.

Yine bırakın ehl-i kitabı, müşrik­lerin bile salatadan bahsediliyor. Bu salata Hz. İbrahim'den kalma olduğu söylenebilir. Niye Yahudilere gidiyoruz ki?! Yoksa müşrik­lerin namazında bir problem mi var? Ya da onlar putperest de onun için onların namazına gerek mi yok?! Gerçekten hazır yanıbaşında bu salat varken Hz. Peygamber niçin bu namazı taklid etmek iste­memiş? Varsa yanlışları düzeltebilirdi. Nitekim, cahiliyeden redde­dilenler olduğu gibi tashih edilenler veya aynen baki kılınanlar da vardı. İş çetrefelleşti. Soru şu: Bu kadar saçma sapan bir çetrefelliğe gerek var mı? Namazı Cebrail'den mi öğrenmek daha kolay yoksa ehl-i kitaptan mı? Cebrail'in öğrettiği namazda muhakkak geçmiş ümmetlerde olan temel rukunlar vardır. Ancak bu temel rukunların bile mevcut ehl-i kitapta tahrife uğramadığı ne malum?!

2-O dönemin ehl-i kitabının salat adıyla geçen namazı kıldık­larını nerden biliyoruz? O namaz -şayet namaz ise- tahrife uğramış olamaz mı? Ehl-i kitap çoğu şeyini bozdu, değiştirdi de namazı mı muhafaza etti? Ya da şöyle diyelim: Doğrusuyla yanlışıyla bazı şey­leri muhafaza ettiler. Hz. Peygamber, onların yaptıkları hareketin doğru ve yanlış olduğunu nerden bilecektir? Hani "Kitap nedir, iman nedir?" bilmiyordu. O halde ancak ve ancak Allah ona söy­leyecek de öyle bilecektir. Fakat Allah'ın Kur'an'da salata mevcut, yaşayan ehl-i kitaptan öğrenilebileceğine dair en ufak bir işareti yoktur. Şayet ehl-i kitaptan öğrendiğini söyleyeceksek bile o zaman Kur'an dışı bir vahiyle Hz. Peygamber'in yönlendirildiğini kabul et­mek durumundayız. Aynen kıble olarak Kudus'e dönmekte olduğu gibi. Ama bir taraftan asla Kur'an dışı vahiy olduğunu kabul etme­yeceksiniz, diğer taraftan ise Kur'an'ın emriyle Hz Peygamber'in salatı ehl-i kitaptan öğrendiğini iddia edeceksiniz, Kur'an'da böyle bir emir veya yönlendirme olmadığı halde! Olacak şey değil!

3-Şimdi gelelim esas meseleye. Bir yazar ve bir kitap. Tüm inançlar bu kitaba bağlanmış! Bu kitap neyin nesi? Hiç önemli değil! Kitabın amacı ne? Hiç önemli değil! Yazdıkları doğru mu? Hiç önem­li değil! Bu kitap tek bir kitap ve bunu destekleyen tarihsel ve dinî bir kaynak var mı? Hiç önemli değil! Bu kitap bizim haber-i vahide benziyor, hatta daha beter! Çünkü haber-i vahidlerin senedi var, bu kitabın ise senedi yok, ancak 3000 yıl öncesi bir ibadetten bahsedi­yor! Hiç önemli değil! En azından Tevrat'ta, yoksa Talmud'da böyle bir salata işaret olsa! Yok, ama hiç önemli değil! Bu kitapta bile yatsı namazının rekatı tutmamış. O zaman biraz şüphe etmek gerekmez mi? Hayır, hayır, hiç önemli değil! Ama hadislerde birazcık şüphe olsa elimizin tersiyle itiyorduk! Ama Kur'an zanna uymayı yasaklı­yor diyerek, hadisleri reddediyorduk?

Abrahamson'un kitabında da bir şüphe beliriverdi. Neden buna zan diyerek onu reddetmiyoruz?

Evet, bu kitap değerli meslektaşım Yrd. Doç Dr. Süleyman Tu- ran'ın bana verdiği bilgiye göre İslam'ın yahudilikten devşirildiğini ispatlamak amacıyla yazılmış! Hakikaten yatsı namazı hariç bütün şekilleri, hal ve hareketleri tam olarak uydurulmuş! Yatsı namazı­nın rekatının farklı verilmesi herhalde çok sırıtacağından olmalıdır. Yani olay "bu kadar da olmaz!" dedirtecek cinsten!! Herhalde bu kadar farklılık göze batmaz ve insanlar ciddi anlamda İslam'ın Ya­hudilikten teşekkül ettiğini kabul ederler diye düşünülmüştür.

Mesele şudur: "Tevrat'ta yer alan bilgilere göre, dönemin çev­re kültürlerinde olduğu gibi, eski İsrail toplumunda da ibadetin te­melini kurban kültü oluşturmuş; bilhassa İbrani ataları döneminde ibadet, ferdi tarzda Tanrı'ya sunulan adak, takdime ve dua şeklinde yerine getirilmiştir. Geleneksel Yahudiliğe göre II. Mabed'in Roma­lılar tarafından yıkılmasıyla birlikte (MS 70) Mesih'in ortaya çıkıp Süleyman Mabedi'ni tekrar inşa edeceği ve tüm Tevrat hükümlerini yeniden hayata geçireceği güne kadar, kurban ibadeti askıya alınmış durumdadır. Eski İsrail dininde Mabet, kurban ve kohenlik uygu­laması merkezi konuma sahipken, II. Mabedin yıkılmasıyla birlik­te Yahudi dini hayatı, sinagog, Tevrat ve rabbiler etrafında gelişme göstermiştir. Mabette kohenler aracılığıyla yerine getirilen kurban ibadetinin yerini, sinagoglarda rabbiler eşliğinde icra edilen Tevrat çalışması ve dua (tefila) almıştır.

Günümüzde de uygulandığı şekliyle sabah, ikindi ve akşam olmak üzere günde üç vakitten oluşan düzenli ibadet, tercihen sinagogda bir kısmı ferdi bir kısmı en azın­dan on kişiden oluşan cemaat (minyan) eşliğinde İbranice okunan dualar halinde icra edilmektedir. Yahudi ibadetinin büyük bir kısmı oturarak ve ayakta yerine getirilmekle birlikte, duanın belli yerle­rinde rukuya benzer bir şekilde ayakta ya da oturarak eğilmek su­retiyle (buna günümüzde görüldüğü gibi kıyamda biraz sallanarak yapılan hareket diyebiliriz) bir nevi yarı secde yapılmaktadır. Tam secde düzenli ibadette yer almayıp bilhassa Mabet döneminde Ke­faret gününde (yom kippur) uygulanmıştır. Günümüzde ise Aşke- naz Ortodokslar tarafından Yeni yıl ve Kefaret günü ibadetlerinde; Karailer tarafından ise düzenli ibadetin bir parçası olarak uygulan­maktadır." (Bk. Salime Leyla Gürkan, Yahudilik, İstanbul: İsam Yayınları, 2015, ss. 192-203.)

Salat denilen ibadet bu bahsedilen duadır ve mevcut, yaşayan Yahudilikte namazın olmadığı anlaşılmaktadır. Belki de namazı da tahrif etmiş, onu bu duaya çevirmişlerdir, Allah bilir! İşte Ben Abra- hamson, İslam'ın Yahudilikten hareketle oluşturulan bir din olduğu iddiasını kanıtlamak üzere yukarıda zikredilen hususları çarpıtarak, yani "namaz bu dua rituelinden alınmıştır" diyerek bir benzetme yoluna gitmektedir. Şimdi bize ne oluyor Allah aşkına?! Hadîse nef­ret duymak için Peygamber size ne yaptı, bu ümmetin alimleri size ne yaptı Allah aşkına?!

Prof.Dr.Yavuz Köktaş-Modern Zamanlarda Hadisi Savunmak,syf:316-326

Dipnot:

(1)- Ehl-i kitap deniliyor, ancak maksat Yahudilerdir. Abrahamson da Yahudilikte bunun olduğunu söylüyor. Mesela neden Hıristiyanlar da böyle bir ibadet yok! Hıristiyanlar Peygamberimizin dönemine daha yakın! Hatta Musa'ya da iman etmiş bir topluluk! Kur'an her peygamberde namaz olduğunu söylediğine göre Hz. Isa da namazı öğretmiş olmalıdır. Ama neden Hıristiyanlar da bu ibadet yok! Muhtemelen namazı ihmal ettiler, unuttular ya da tahrif ettiler. Yahudilerden bu namaz aynıyla (!) geliyor, ama Hıristiyanlar da bırakın aynı olmayı aslı bile yok!
Devamını Oku »

Gel de çık şu işin içinden





Hadîs reddedilirken kullanılan başlık şu:
"Gel de çık şu işin içinden"

Aç tavuk kendini tahıl ambarında zannedermiş! Kafası karmakarışık, ilimden nasibi olmayan bu gürüh da karışıklığı kendinde değil, başkasında görüyormuş!

İşin içinden çıkılmayan (!) hadis hangisidir bakalım:

Hadîs: "Kalbinde hardal tohumu kadar kibir bulunan cennete giremez. Yine kalbinde hardal tohumu kadar iman olan da cehenneme giremez." (Buhari, 81/51)

Kişiyi en ufacık fiilinde cennete gönderen bir sürü hadis vardır. Kişiyi en ufacık bir fiilinde cehenneme gönderen de birçok hadis vardır. Bu tutarsız yaklaşımlar, kimi zaman yukarıdaki örnekte olduğu gibi tek bir hadiste de buluşabilmektedir.

Evet, hadis anlamak için ilmin yanında biraz da zekâya ihtiyaç vardır. Bu hadisi ilkokulda hafif bir İslami eğitim alan çocuk da anlar. Ancak bunun için hadis alerjisi hastalığına yakalanmamak şarttır. Hulasa, hadisin manası şöyledir: "Kalbinde hardal tohumu kadar kibir bulunan bundan tevbe etmezse cezasını çekmeden cennete giremez. Yine kalbinde hardal tohumu kadar iman olan da ebedi olarak cehennemde kalmaz.'' Tabii bütün bunlar esasen kibrin cehennemlik bir amel olduğuna; imanın ise cennete girmenin vizesi olduğuna vurgudur.

Sevabına, hadis görünce işin içinden çıkamayanlara iki örnek de ben vereyim: Hz. Peygamber şöyle buyuruyor: "Mü'min, Allah indindeki azabı bilseydi, (herkes) cennetten ümidini keserdi. Eğer kâfir Allah'ın rahmetini bilse idi, (hiç kimse) cennetten ümidini kesmezdi."(Müslim,Tövbe,23..)

Bu hadis o kadar muhteşem ki, bir hakikat ancak böyle veciz bir şekilde ifade edilebilir. Diğer hadis şöyle: "Sizden bir kimse cennet ehlinin amellerini öyle işler ki, kendisi ile cennet arasında sadece bir arşın mesafe kalır; derken kitabın hükmü ön plana çıkar ve o kimse bu sefer cehennem ehlinin amellerini işlemeye başlar ve cehenneme girer. Yine bir kimse cehennem ehlinin amellerini öyle işler ki, kendisi ile cehennem arasında sadece bir arşın mesafe kalır; derken kitabın hükmü ön plana çıkar ve o kimse cennet ehlinin amellerini işlemeye başlar ve cennete girer." (Nesai hariç diğer Kü- tüb-i Sitte müellifleri bunu nakletmiştir)

Bu hadis de kaderi anlatırken psikolojik saiklerle dikkat çekmesi bakımından tek kelimeyle muhteşem bir hadistir. Ama ne var ki, buna da günümüzde uydurma denilmektedir. Yazık diyorum sadece...

Hadîste şu anlatılıyor: Allah'ın ilmi şaşmaz, şaşırmaz. Kâinatta hiçbir hareket, hiçbir olay Allah'ın ezelî ilmine aykırı bir şekilde vuku bulmaz, bulamaz. Buna göre hadis diyor ki; Allah'ın ilmi, ezelden ebede kadar olan her şeyi kuşatmıştır. Cennetlik ve cehennemlikler de bunun dışında değildir. Allah ezelî ilminde, kimin özgür iradesini yanlış yolda kullanarak cennet yolundan sapacağını ve sonuçta hak ettiği cezayı çekeceğini bilmektedir ve İlahî bilgi asla yanlış çıkmayacaktır. Ve en önemlisi; hadiste ifade edilen "önce cennet sonra da cehennem ehlinin amellerini işleyenler", insanların kendi amellerine güvenip gösterişe, riyaya ve yaptıklarına güvenmeye girmemeleri, rahavete kapılmamaları için verilmiştir. Bu husus çok nadir olan uç bir misaldir. "Önce cehennem ehlinin sonra da cennet ehlinin amellerini işleyenlerde ilgili misal ise, günahkâr olan kimselerin ümitsizliklerine bir ümit kapısını açan, Allah’ın lütuf ve merhametinin genişliğini gösteren bir örnektir. Bu husus çokça vuku bulan bir hadisedir. Evet, bunu anlamak için sadece hadislere bakışta önyargıdan uzak olmak yeterlidir.

Prof.Dr.Yavuz Köktaş-Modern Zamanlarda Hadisi Savunmak,syf:285-287
Devamını Oku »

Hikmet ve Manası

Hikmet ve Manası

Hikmetin mânasına gelince kimileri bu konuda şöyle demiştir: “Hik­met, ilim ve ameldir.”



Kimileri: “Hikmet Kuranın anlaşılmasıdır.” demiştir.



Bazıları da Allah Teâlanın ‘’Dilediğine hikmet verir, hikmet verilene ise pek çok hayır verilmiş demektir.’’âyetinite’vil etmek suretiyle hikmetin nü­büvvet (peygamberlik) olduğunu söylemişlerdir.



Aslında fesadın girmesine izin verilmeyen her hüküm hikmettir. Doğru­luk (sıdk), vefa ve ihlâs şartına bağlı Allah için olan her tâat hikmettir. Allahın bütün fiilleri hikmettir. Çünkü Allah’ın bütün fiilleri O’nun murâd ettiği ve bildiği surette meydana gelmiş ve bunlardan her hangi birinin vuku bulması Allah'ın ilmine ve irâdesine aykırı düşmemiştir.



İnsanlardan kimi de şöyle demiştir: “Hikmetin mânası ilmin mânasındadır. Filan hakimdir (hikmet ehlindendir) denildiğinde, bununla o kimsenin âlim ve fiillerini muhkem (sağlam, hikmetli) yapan kişi olduğu kas­tedilir” Yine “Allah daima hakimdir.” denildiğinde daima âlimdir şeklinde anlaşılır. “Muhkem (işlerini sağlam ve hikmetli yapan) mânasında Allah daima hakimdir.” denildiğinde, bu durumda hikmet Allah’ın fiili sıfatla­rından olur.

İbn Furek - Tasavvuf Istılahları

(Türkiye Yazma Eserler Başkanlığı)
Devamını Oku »

Riya,Şirk,Kendini Beğenme ve Riya ve Nifak Arasındaki Fark



ay2

Haris el-Muhâsibî’ye riyanın aslının (ne olduğu) sorulduğunda o şöyle ' cevap vermiştir: “Riyânın aslı, dünya sevgisinden kaynaklanır.” Bunu biraz daha açıp delilini açıklaması istendiğinde, el-Muhâsibî: “Evet, açıklaya­yım. Kişi dünyayı sevdiğinde dünyada kalmayı ister. Böylece ehl-i dünya­nın yanında şöhreti ister ve murâdını elde etmek için de insanlar yanında görüşlerinin güzel görünmesini ister.” demiştir. “Riyânın mânası nedir?” diye sorulduğunda: “Yaptığı güzel amele karşılık övülmeyi istemektir.” ce­vabını vermiştir. “Riyakârlık yapanın alâmeti nedir?” diye sorulduğunda ise: “Şu üç haslettir: Topluluk içinde dinç» yalnızken tembel olur ve işleri­nin hepsinde insanlar tarafından övülmesini ister” demiştir.

Bazı kimseler tarafından nifak ve riyâ arasındaki farkın ne olduğu sorul­duğunda el-Muhâsibî şöyle demiştir: “Nifak (iki yüzlülük) kişinin kalben inandığının aksini dille söylemesidir. Nifak kelimesi, tünel mânasına gelen nâfıkat kelimesinden alınmıştır. O da iki kapısı olan aktavşan yuvası gibi­dir, birini kapatsan diğerinden kaçar. Münâfık ta böyledir. Münâfık diliyle (imana) girer, kalbiyle (imandan) çıkar. Yağcılık ise bir tür aldatmadır, bu da münafıklığın sıfatıdır.”

Haris el-Muhâsibî’ye riyâ ve kendini beğenme (ucb) arasındaki farkın ne olduğu sorulduğunda o şöyle demiştir: “Kendini beğenmenin sıfatı, amel anında nefsine bakıp başarı, marifet ve desteğin Allah’tan geldiği bilgisini unutarak onu çok (güzel amel olduğunu) görmesidir. Bu durumda olan kimse güzel fiiline karşılık insanların kendisini övmesini ister. Buna delil Allah Teâlâ’nın şu âyet-i kerîmesidir. “Huneyn savaşında size yardım etmişi.Hani çokluğunuz size kendinizi beğendirmişti. ” Bir şeyin çok olmasını iste­me kendini beğenmeden kaynaklanmaktadır.”

“Kendini beğenme hâli kalpten neyle zâil olur?” diye sorulduğunda o şöy­le demiştir; “Allah Teâlâ'nın ameli sende ortaya çıkarmasının, O’nun sana bir hibesi ve nimeti olduğunu bilmendir. Zîrâ Allah Teâlâ seni amele muvaffak eylemek suretiyle daha özel kılmıştır, senin kendi marifetin ve hak edişinle değil. Bunun Allah’ın nimeti olduğunu bildiğin zaman, nimete karşılık nimet verene şükretmek senin üzerine vacip olur. Böylece O’na hüsn-i zan besleyerek şükrünün kabul etmesini ümit edersin, düşmanın ameline engel olmasından ve ameline fesadın katışmasından korkarsın.”

“Kendini beğenme hâlini nefsten defetme hususunda bizi güçlü kılacak o hâlle ilgili biraz daha söylediklerine ilave edebebilir misin?” denildiğinde Haris el-Muhâsibî: “Evet, anlatayım. Senin olan veya senin olmayıp da beğendiğin şeylerden bana bir şey söyle. Eğer (beğenip yaptığın amel) hakkında bu be­nimdir dersen, gayb ilmini iddia etmiş olursun. Bunun senin olduğunu nasıl biliyorsun çünkü kabul edildiğini bilmiyorsun ve olmuş geçmiş bir engelden de emin değilsin. Eğer benim olmayan bir şeyi beğendim, söylersen, o zaman senin olmayan bir şeyi beğenmek akıl için nasıl caiz olabilir?” demiştir.

Şirke gelince o iki kısma ayrılır: Birincisi: Allah Teâlâ’nın şu âyetinde: “Al­lah kendisine ortak koşulmasını elbette bağışlamaz. ” zikrettiği şeydir. Bu da kaderde ve yaratmada Allahla beraber bir ortak olduğuna inanmaktır. Nitekim Kaderiyye ve Mecusiler bu görüştedirler. İkincisi: ibadette ortak koş­maktır. Bu da âyette: “Kim Rabbine kavuşmayı umuyorsa yararlı bir iş yapsın ve Rabbine ibadette kimseyi ortak koymasın’’ Allah Teâlâ’nın zikrettiği husustur. Ayrıca Hz. Peygamberden (s.a.) rivayet edilen bir hadiste O şöyle buyurmaktadır: “Şirk, ümmetimin içinde zifiri karanlık gecede yürüyen karıncanın ayak seslerinden daha gizlidir. ”  Buna örnek olarak kişinin bir yandan amelini gizleyip bir yandan da amelini gizlediğinin bilinmesini istemesi verilebilir.

İbn Furek - Tasavvuf Istılahları

(Türkiye Yazma Eserler Başkanlığı)
Devamını Oku »

Fakirlik ve Zenginlik



Fakirlik ve ZenginlikFakirlik ve zenginlik konusuna gelince, Ebû Bekir şöyle der: “Fakirlik üç kısma ayrılır: 1. Mahlûkât olarak Allah Teâlâ’ya muhtaç olmak. 2. Dünya mallarından mülk ve zenginliklerden herhangi bir şeye sahip olmama mâ­nasında fakirlik. 3. Nefis fakirliği ki Hz. Peygamber (s.a.) bundan Allah’a sığınmıştır.”

Fakirlik ve Zenginlik

Sûfilerin üzerinde konuşup faziletine işaret ettikleri fakirliğe gelince; bu konuda Cüneyd-i Bağdadîden rivayet edildiğine göre sadık fakirden ve onun cennete zenginlerden beş yüz sene evvel girmeye ne zaman müstahak olacağından sorulduğunda o şöyle demiştin “Eğer bu fakir, amellerini kalp­ten gelerek, Allah için yapıyor ve Allah’ın hududuna riâyet ediyorsa Nite­kim Allah Teâlâ’nın bir âyet-i kerîmede: “Sadakalarınızı, kendilerini Allah yoluna adamış olan fakirlere veriniz.” buyurduğu gibi bu durum, onun için insanlardan ümidin kesilip Allah’a muhtaç olduğunun açık şekilde tezahür ettiği bir durumdur. Fakir kimse, bu vasıflara sahip olduğunda, cennete zenginlerden beş yüzyıl önce girer ve kıyâmet günü bekleme ve hesâb sıkın­tısından kurtulur.”



Cüneyd-i Bağdadîden rivayet edildiğine göre o şöyle demektedir: “İnsa­nın (hakiki mânada) fakirliği ancak kıyamette ondan daha fakir kimsenin olmayacağını ikrar etmesiyle gerçekleşir.



Zenginlik de fakirlik gibi üç kısma ayrılır: 1, Gönül zenginliği. Bu her­kes tarafından istenilen ve övülen bir durumdur. 2. Mal zenginliği. Bu İh­tilâf konusudur. 3. Allah ile istiğnâ (Allah'tan gayrisinamuhtaç olmama).



Cüneyd-i Bağdadîye: “Allah Teâlaya ihtiyacı olmak (iftikâr) mı yoksa Allah Teâlâ ile istiğna (ihtiyaçsızlık) hâli mi daha mükemmel bir hâldir?” diye sorulunca o şöyle dedi: “Allah’a iftikâr hâli, Allah ile istiğnâ hâlini gerekti­ren bir hâldir. Allah Teâlaya ihtiyacı olma hâli sahih ve doğru olunca Allah  Teâlâ ile istiğnâ kemâle ermiş olur. Şu hâlde “İftikâr mı yoksa gınâ mı daha mükemmeldir?” denilmez. Çünkü bu ikisi, biri diğeri olmadan tamam ol­mayan iki hâldir. Sahih bir iftikârdandır sahih bir gına.”



Yusuf b. Hüseyinpe: “Zenginin alâmetleri nelerdir?” diye suâl edildiğinde o şöyle demiştir: “O’nun zenginliği dünya için değil, din içindir. Böyle bir zenginin ticareti, günah ve düşmanlık üzere yardımlaşan kimselerle değil, ka­zancında takva ve iyilikte yardımlaşan kimselerle hakka mani olmayan şekil­de olmalıdır O’nun kalbi, Allah’ı bırakıp malına taalluk etmez. Ne fakirliğin­den hoşnutsuzluk ne mülküne ünsiyet duyar. Zenginliğinde Allah’a muhtaç olduğu gibi fakirliğinde de Allah ile müstağnidir. İşte bu kimse kurtuluşa eren  ve kurtulan kimselerdendir. Hz. Peygamberden gelen bir haberde zikredildiği gibi bu kimse fakirlerden beş yüz yıl sonra cennete girecektir.'



Ömer b. Osman el-Mekkî’ye zenginlikten sorduklarında o şöyle demiş­tir: “İstiğnan zenginlik ile ise, müstağni olabilmek için zenginliğe muhtaç­sın demektir; istiğnân zenginlik ile değil de Allah ile ise, sen zenginlikten de t gaynsmdan da müstağnîsindir.”



Cüneyd-i Bağdâdî der ki: “Hakkın, gınanın hakikatiyle aziz kıldığı ne­fisten ihtiyaçlar ve zâilolur”



FAKİRLİĞİN ZENGİNLİKTEN DAHA ŞEREFLİ OLMASI




Alimler kanaatkar fakirin şükreden zenginden daha şerefli olduğu hak­kında fikir beyan etmişlerdir. Alimlerin çoğunluğu, kanaatkar Fakirin şük­reden zenginden hâl olarak daha şerefli olduğu görüşüne sahip olmuşlardır.

Bir kısım âlim ise, şükreden zenginin kanaatkar ve sabırlı Fakirden hâl olarak daha şerefli, olduğunu söylemiştir. Buna örnek olarak, Hz. Nuh, Hz. İbra­him, Hz. Mûsâ gibi büyük ve faziletli peygamberlerin zengin olduklarını, peygamberlerin azının Fakir olduğunu zikretmişlerdir. Mesela Hz. Nuh’un gemisi, Hz. İbrahim’in koyunları, Hz. Davut*un askerleri, Hz. Musa’nın  hâzineleri ve Hz. Muhammed’in -salevâtullâhi aleyhim (Allah hepsine rah­met eylesin)- Fedek arazisi vardı.



Bazı kimseler: “Zenginliği, (sahip olunduğunda) şükür ve sabır etmeyi gerektiren bir durumun ona nasip edildiği şeklinde (bir anlayışı) bulduk. An­cak fakirlik böyle olsa da, onda sadece sabretmeyi gerekli kılan bir durum  vardır. Bu noktada fakirlik, Allah’ın huzurunda bulunma ve Allah dışındaki şeylerden kalbi boşaltma noktasında zenginlikle ortak yöne sahiptir. Zengin­lik, Allah Teâlâ’nın onunla beraber şükrü gerekli kıldığı fakirlikte olmayan bir durumdur. Şükür, devamlı şükür etmeyi gerektiren bir nimettir. Sultânın emrine me’mûr kılınan elbet daha hayırlıdır kılınmayandan.” demişlerdir.



Bu hususta bir kimse şöyle demiştir: “Bu (tür) zenginlik mülkün sahi­binin (nasip ettiği) kaynaklar ile elde edilir. Çünkü mülkün sahibi ona kul­larına malını infak hususunda tasarruf ve idare yetkisi vermiş, yeryüzünün hazîneleri onun için sevk edilmiş, bunun için (gerekli olan) kaynaklar ona uzatılmıştır. Bîr taife, bu (durum bazen) mülk sahibinin kapı(sında bulunmakla): ikinci taife, bazen mülk sahibinin kaynaklarıyla; üçüncü taife, bazen mülk sahibine köle olmakla; dördüncü taife ise, bazen de vasıflarıyla yücelttiği mülk sahibinin habibi olmakla elde edilir (demişlerdir).



Böylece onu, sâlih ve acizlere yardım edip dini emirlerin hepsinin kema­le erdirdiği güzel yakînin itirafı kaplar. Bu durumda bazen o, temkin deni­zine dalar, bazen de, isteyen fakirlere mülk sahibinin malını tüketme hakkı olduğunu hatırlatır. Bu fakirlere, dini ikame etmek üzere yardım isteme taleplerine karşı cömert olmayı mülk sahibi mübâh kılmıştır. Bu durum­da zenginle fakir, efkâr (fikirlerde), ezkâr(zikirlerde), kurbiyet (yakınlık), ünsiyet (arkadaşlık), muhâdese (konuşma) ve mücâlese (bir arada oturma) hususunda müşterektir. Bu durumdaki kimse efendisiyle beraber olur ve ö, Allah’ın kullan için mallarını kullanma konusunda muhatap kılındığı şeye bakar. Çünkü Allah Teâlâ Nebi sine (s.a.) zenginlikle iyilikte bulunmuştur:



Allah Teâlâ şöyle buyuruyor: “ Ve seni bir yoksul iken zengin etmedi mi? Müfessirler, âyette geçen ‘ğabile” kelimesinin masdarı olan “iL*Jî” kelimesi­nin fakrmânasında olduğunu söylemişlerdir. Allah Hz. Peygamber i (s.a.) Hz. Hatice’nin malıyla zenginleştirmiştir. Zenginlik Allah’ın sıfatlarındandır. Allah’ı fakir olarak isimlendirmek caiz değildir. Çünkü Allah Teâlâ öv­güsü ve fazileti çok olan sıfatlarla vasfedilir.



Çoğu mütekaddimûn ve müteahhirûn âlimlerden oluşan diğer bazı kimseler ise, sabreden fakirin şükreden zenginden hâl itibariyle daha iyi ko­numda olduğunu, diyerek şu âyeti delil getirmişlerdir: “Şeytan, sizi fakirlik ile korkutur. ” Allah Teâlâ bu âyette, şeytanın kulları fakirlikle korkuttu­ğundan haber veriyor ki şeytanın korkutması ancak onun zenginliğe teşvik etmek suretiyle olur, insanın kendisi şeytana uyarak şeytanın Allah'ın kul­larım fakirlikle korkutup zenginliğe teşvik etmesini tasvip etmek istemesi nasıl olur? Zira Allah fakirleri Kur’ândakiâyetlerde övmektedir.“Allahınnasib ettiği bu ganimet mallan o hicret eden fakirlere aittir ki... "  ‘’Sadakalarınızı, kendilerini Allah yoluna adamış olan fakirlere veriniz.’’



Zenginleri şu âyetlerde yermektedir: "Kınamaya yol, ancak zengin ol­duktan hâlde gen kalmak için senden izin isteyenleredir.’’ "Nihayet, refah ve bolluk içinde olanlarını sıkıntıya uğrattığımızda, bakarsın ki onlar feryadı basarlar. ‘’ "Ne zayıflar üzerine, ne de hastalar üzerine ve ne de harcayacakları bir şey bulamayanlar üzerine bir günah yoktur."



Ayrıca Hz. Peygamber (s.a.) de şöyle buyurmuştur: "Ümmetimin fakir­leri cennete zenginlerinden beş yüz yıl önce ¡girecektir. ”



Rivayet edilir ki, kıyamet günü bir münadi şöyle seslenir: “Benim seçkin kullarım nerede?” Melekler şöyle den “Ey Rabbimiz! Senin seçkin kulların kimlerdir?” Bunun üzerine Allah Teâlâ: “Kanaat edenler ve fakirlik hükmü­ne (kaderine) razı olanlardır.” buyurur.



Allah cömertliği cimriliğe karşı faziletli kılmıştır. Şayet zenginlik fakir­likten üstün olsaydı; cimrilik cömertlikten, eli sıkı olmak eli açık olmaktan ve dünyalık bir şeyi yitirmekten müteessir olan kişi, sabredenden daha üs­tün olurdu. Cimrilik, fazla olan bir şeyi vermeyi men etmektir. Cömertlik İse; fâzla olan şeyin (vererek) noksanlaşmasını istemektir.



Allah malından severek vereni övmüş cimrilik yapanı da zemmetmiştir. "Cimrilik ettikleri şey kıyamet gününde boyunlartna dolanacaktır.” Aynı şekilde Allah kanaat ehlini de övmüştür: "Yüzsüzlükyapıp kimseden bir şey de isteyemezler.’’ Eğer zenginlik fakirlikten üstün olsaydı, isteyen (dilenci) kanaatkardan, bir şeyi talep eden, (ihtiyacından dolayı) fâzla olan şeyi iste­mekten çekinen iffetli kimseden daha üstün olurdu. Çünkü burada iffetli davranan daha fâziletli olan şeyi terk etmiştir.



İlmin cehalete olan faziletinden dolayı ilmi talep edenin sükût eden­den daha faziletli olduğunu görmüyor musun? Dolayısıyla kim dünyaya ve malına aşırı arzu içerisinde olursa, bu durum onun anlayışına göre daha faziletli olması gerekir.



Kim de mal ve dünyaya rağbet göstermezse (zühd), dünyada onun yerien aşağıdadır. Çünkü o en faziletli olan hususta dünyaya rağbet etmeyi (zühdü) tercih etmiştir. Dünyaya karşı gösterilen hırs zemmedilmiş, zühddeki faziletin övülecek husus olduğunda herkes birleşmiştir. Çünkü Hz. Peygamber (s.a.), Ömer Ibn Hattab’a, “RÂzt olmaz mısın (istemez misin) dünya onların ahret bizim olsun? Onlara dünya hayatında dünyanın güzel­likleri acele olarak (hemen) verilmiştir, ” buyurmuştur. Bu hadise göre Hz. Peygamber (s.a.) çokluk (çok şeye sahip olmayı), zenginliği ve bol nimetler elde etmeyi dünyalık amel, "Ahiret bizim olsun, '’sözüyle de azlığı ve fakirliği ahretlik amel olduğuna hükmetmiştir, işte burada ahretin dünyaya karşı üstünlüğü gibi fakirliğinde zenginliğe üstünlüğü vacip/gerekli oldu. Nitekim Hz. Peygamber (s.a.) şöyle buyurmaktadır. "Kim dünyayı severse ahretine zarar verir, kimde ahreti severse dünyasına zarar verir, öyle ise siz bâki olanı fani olana tercih edin.’’





İbn Furek - Tasavvuf Istılahları

(Türkiye Yazma Eserler Başkanlığı)
Devamını Oku »