Yeniçeriliğin Kaldırılması

Yeniçeriliin Kaldırılması

Osmanlı’nın askeri yeniliklerinden Yeniçerilerin kaldırılması devlete yeni bir çehre, başarı, nizam getirmiş midir?

Yeniçeriliğin çağdışı kaldığını ifade edenlere göre Yeniçeri ocağı tümden bozulmuştu. Esasında Bektaşiliğe bağlanan ocak dini hüviyetini de yavaş yavaş kaybetmekteydi. Bektaşilik de eski mahiyetini yitirip heterodoks vasfını iyice kuvvetlendir­meye başlamıştı. Yeniçerilik siyasetle iş tutmaya, hükümet dü­şürüp, hükümet kurmaya başlamıştı. Ocak eski mahiyetini yitir­miş, evlenmeler, kışlalardan dışarıda farklı hayatlar yaşanmaya başlamıştı. Kasap, manav, tellak, kahveci gibi işleri Yeniçeriler yapmaya başlamıştı. Yeniçerilerin alışkın olduğu savaş düzeni artık uygulanamazdı. Çünkü eski nizamda erler namaz safında gibi durmazlar, karışık ve istedikleri gibi dağınık şekilde sava­şır, subayların komutları anlaşılmazdı.

Eski düzende bu belki bir avantajdı ama yeni düzende Avrupa orduları arka arkaya saf düzeninde olduklarından çok sık aralıklarla tüfek atışları yapıp arkaya geçebiliyor yeniden tüfeğini doldurabiliyordu. Ancak ye­niçeriler “Bu gâvur tâlimini kabul etmeyiz, keçeye pala, destiye kurşun atarız. Biz kuloğlu kuluz, babadan ve deden yeniçeriyiz, Frenk elbisesi giymeyiz ve hilaf -1 Ocak kıyafete girmeyiz.” (Ak­sun, 2011,105, 205) demekte ısrar etmişlerdi.

Yeniçeriliğin Osmanlı'nın nizamını bozduğunu, Yunanların bu sebeple galip geldiği ve çöküşün daha hızlı geldiğini savu­nanlar daha III. Selim döneminde bile ocağın büyük kahraman­lıklar yaptığını, Avusturya ve Rusya ile yapılan çarpışmalarda bile teslim olmaktansa ölmeyi tercih ettiklerini yazar. Böyle bir ordunun ne kadar problemli bile olsa birkaç küçük neş­terle düzelebilecekken yok edilmesi, Mora, Sırbistan, Boğdan ve Eflak başta olmak üzere Libya ve Cezayir’den Trabzon’a ka­dar bir çok kısmın elden çıkmasına, Mısırlı Kavalalı’ya karşı “kafir silahları”nın koruması altına girmeye yol açmıştı. Dev­let nizamı kanun ve mevzuat değişiklikleriyle uğraşmış ve ül­kede asayiş bozulmuştu.

Yeniçerilik Osmanlı’nın iliklerine kadar işlemiştir. Ocağın kaldırılması Osmanlı devletinin eski döneminin sona ermesine ve modernleşmesine işaret etmiyordu. Devletin tümden yok olacağını gösteriyordu.

Osmanlı sisteminde herkesin yeri belliydi.Askerin birinci görevi savaşmaktı:''Osmanlı tahtına,üzengisini tamir eden bir neferi 'orduya esnaf girmiş!' diye asker saflarından çıkaran padişahlar yerine zevk ve eğlence ile günlerini geçiren sultanlar geçmişti.(Altınay. 2010,12)

Batının İntikamı: Devşirme Sisteminin Çöküşü

Askerin teknik ve taktik bakımdan geri kalması önemli ama asıl önemlisi Yeniçeri ile ilgili sistemin çökmüş olmasıdır. Büyük oranda fetihlere ve toprak kazanımlarına bağlı olarak devşir­melerle kurulan Yeniçeriliğe yeni asker akışı durmuştur. Bıra­kın fetihleri elden toprak gitmesi, Batılıların baskıları nedeniyle devşirme alınamaması nedeniyle sistem zaten çökmüştü. Bu er­ken zamanda görülebilirdi ama çok geç fark edildi, ikame ordu kurulamadı, yenilgiler peşi sıra gelmeye başladı. Askere alma o saatten sonra Anadolu insanının üzerine yüklenmeye başladı. On - onbeş sene süren askerlikler Osmanlı’nın askeri yapısını tümden çökertti. Son Yeniçeriler Vaka - i Hayriye ile ortadan kaldırıldı. Ağır toplar, milletin desteği yenilikçilere desteği ve padişah güderinin Sancak -ı Şerif ile çatışmaya tutuşmaları Yeniçerilerin ellerini kollarını bağladı.

İslam'ın Avrupa’dan çekilmesi, Batı karşısındaki yenilgisi devşirmeliğin çökmesine bağlıdır.Artık Osmanlının asker kaynağı Anadolu’dan devşirilmiş Türk ve Müslümanlardan oluşuyordu. Köylülerden devşirilmiş bir orduya sahip Osmanlı bütün cephelerde yenildi.Lale Devrinden itibaren kapitalizmi, Batının ekonomik sis­temini almaya yeltenen Osmanlı sanayileşmeyi geç fark ettiği için Anadolu köylüsünden işçi sınıfı devşirmeye kalktı. Hiçbiri tutmadı.

Devşirme sistemi öteden beri Hıristiyan Avrupa için menfi bir durum oluşturuyordu. Hıristiyan Batı, devşirmeler ne ka­dar devlette üst düzey yönetici bile olsa bu sınıfı “çoban köpeği gibi görüyorlar, Hıristiyanlara Tanrı’nın bir cezası olarak bakı­yorlardı. (Toynbee, 2000, 46 - 47) Avrupa’nın Osmanlı karşı­sındaki hıncı, dindaşlarının “köle” yapılmasındandı. Batı zihni hiçbir zaman kul sistemini unutmadı, intikam alacağı günleri hesapladı.

“Çökmekte olan ne varsa it” demiş Nietzsche. Osmanlı’nın son dönemi çöküş olduğu için yapılan her türlü adım, reform çöküşe yardım etmiştir. Hiçbir medeniyet, devlet, imparatorluk birden bire ölüvermez. Bir Osmanlı gerçeğinden söz edemeyiz ama İslam varlığından, Anadolu’yu İslâmlaştıran Türk varlığın­dan söz edebiliriz. İbn Haldun’un dediği gibi yenilen medeniyet yenene meyleder. Osmanlı’nın ki meyletmenin ötesine geçmiştir.

Osmanlı’nın çöküşü, Avrupa’da ve dünyada bir Türk varlığı­nın ve nizamının yitirilmesi, kafir ile Müslümanın müsavatı yani eşitliği, denkliği sonucu oluşmuştur. Batı’nın bütün amacı Müs­lümanların nezdinde gayri Müslimlerle aynı seviyede olduklarını göstermek üzerinedir. İnebahtı Deniz Savaşı’nda Osmanlı’nın görünür de başarısızlığı yoktur ancak “Türkler yenilebilir” fikri ve imajı Batı dünyasına cesaret vermiştir. Karlofça antlaşması ise yine görünürde çok büyük kazanımlara sahip olmasa bile Osmanlı çöküşünün, Anadolu’nun İslamlaşmasıyla oluşturul­muş Batı - İslam ayrımının ortadan kalkmasına yol açmıştır. Osmanlı büyük bir devlet değildir artık Karlofça’ya göre. O, çö­küşe kadar sürecek olan büyük devletlerin arasındaki diploma­tik koz haline bu anlaşmayla gelmiştir. Daha kötüsü, Batılılar için asıl kazanım, Osmanlının 1699 yılından sonra Hıristiyan devletlerden “haraç” alamayacak olmasıdır. Osmanlı’nın Türk ve İslam varlığı bu tarihten sonra uluslar arası planda geçerli değildir artık.

Devlet İslam'ın mühim dinamiklerini elinden kaçırdıkça dindarlaşmaya başlamıştı» Nizam-ı Cedit döneminin gavurlaşma algısını kırmak, İslam'ın birleştirici misyonunu kullanmak için padişah camilerde cemaatle namaz kılınmasını, Ramazan oruçlarının tutulmasını emrediyor, uymayanlara cezalar veriyordu. (Gencer, 2008, 230)

İslam artık yaşanan bir hal olmaktan çıkmaya ideolojilerden bir ideoloji olmaya doğru ilerliyordu. Osmanlı İmparatorluğunun modernleşme deneyimi İslam'ın mahiyetini kavramak için çok veciz örneklerden biridir. İslam kendisini yaşamaya çağıranlara sonuna kadar rahmetini açarken en ufak bir uzaklaşmada sırtını çevirebilmektedir. Siyasal veya toplumsal, iktisadi hiç-bir ayrımı da kabul etmez. İktisadi sahadaki gayri İslami tutum siyasal sonuçlar açabilir. Osmanlı modernleşmesi varoluş dinamiklerinin karşısında bir dünya kurulamayacağının en belirgin kanıtıdır. Devlet ne ile kurulmuşsa o şekilde yürür. Karlofça, Pasarofça antlaşmaları, deneyimleri Osmanlı yöneticilerinin akıllarını başlarına getirememiş görünmektedir.

Ercan Yıldırım-Zamanın Ruhuna Karşı,syf;121-125
Devamını Oku »

17.Yüzyılda Osmanlı İmparatorluğunda Dinde Tasviye (Püritanizm)Teşebbüslerine Bir Bakış:''Kadızadeliler Hareketi''

17.Yüzyılda Osmanlı İmparatorluğunda Dinde Tasviye (Püritanizm) Teşebbüslerine Bir Bakış:''Kadızadeliler Hareketi''

I - Kadızadeliler Hareketinin Mahiyeti ve Bunu Hazırlayan Şartlar

Osmanlı İmparatorluğu’nda 17. yüzyılda, IV. Murad devrinin (1623-1640) başlarından IV. Mehmed’in saltanat döneminin (1648-1687) sekizinci yılına kadar olan müddet içinde bir dinde tasfiye (Püritanizm) hareketi meydana gelmiştir ki, buna, İstanbul’da Kadızade Mehmed Efendi adında bir vaizin önayak olması dolayısıyla Kadızadeliler Hareketi denmektedir,

O halde ilk bakışta Kadızadeliler hareketinin İslamiyet’i Hz. Pey­gamber devrindeki asli durumuna döndürme, yani Kuran ve Sünnet dışın­da, sonradan girmiş her türlü unsurlardan (bidat) temizleme maksadına yönelmiş bir tasfiye hareketi mahiyetini taşıdığı intibaı uyanıyor. İslam ta­rihine bakıldığı zaman, bazı dönemlerde benzer hareketlerin ortaya çıktığı­nı görmek zor değildir. Dikkat edilirse bunların hemen hemen daima İs­lam toplumlarının siyasi ve içtimai buhran zamanlarına rastladığı müşahe­de olunur. Bu bir tesadüf değildir. Hemen hemen her zaman, böyle bir buhran geçirmekte olan İslam toplumundaki dini çevrelerden grup bunun sebeplerini dinin aslından uzaklaşmakta görmüş ve kurtuluşun asli şekle dönmekle mümkün olacağını ileri sürerek ortaya atılmıştır.

İslam tarihinde zikre değer en eski ve en önemli dinde tasfiye hare­keti hiç şüphe yok ki, günümüzdeki uzantıları dikkate alındığı takdirde, İbn Teymiye’nin (ö. 1328) Hanbeli mezhebi içinde başlattığı harekettir.(1) 13. yüz­yılda Ortadoğu İslam dünyasında Moğol istilâsının sebep olduğu siyasi ve içtimai buhranın henüz silinmediği bir sırada beliren İbn Teymiye’nin başlattığı “Selefıye" hareketi, 16. yüzyılda Osmanlı İmparatorluğunda Birgivi ekolünü; 17. yüzyılda konumuz olan Kadızadeliler hareketini; 18. yüzyılda Vehhâbîlik hareketini doğurmuştur. 19. yüzyılın sonlarıyla 20. yüzyılın başlarında ise, Cemaleddin-i Afganî (ö. 1897) ve Muhammed Ab-duh (ö. 1905) kanalıyla etkilerini nihayet günümüze ulaştırması bakımın­dan İslam düşünce ve içtimai tarihinin en önemli olaylarından birini teşkil eder.

İşte, Kadızadeliler hareketi de Osmanlı İmparatorluğumun bir ağır buhran devrinde ortaya çıkmıştır. İmparatorluk, kökleri 16. yüzyıla kadar inmekle beraber, asıl 17. yüzyılın başlarında kendini gösteren siyasi, idari, içtimai ve iktisadi bir sarsıntının içine düşmüştü. Avrupa ve İran ile olan sürekli harpler devleti hayli yıpratmış, zaten kötü olan iktisadi durumu büs­bütün kötüleştirmiş; nüfus artışı, çeşitli idari bozukluk ve yolsuzluklar, çı­kan isyanlar mevcut nizamı altüst edecek dereceye gelmişti. II. Osman (1618-1622) ve I. Mustafa (1622-1623) devirleri böyle geçmiş, IV. Murad 1623'te genç bir yaşta tahta geçtiği zaman imparatorluk içerde ve dışarıda pek çok mesele ile karşı karşıya kalmış bulunuyordu. Onun yetki ile idare­yi ele alabilmesi için dokuz yıl geçmesi gerekti. Fakat IV. Murad’ın zorla sağladığı nispi rahatlık dönemi, mevcut meseleleri halletmemiş, ancak tah­ribatını geciktirebilmişti. Nitekim Sultan İbrahim (1640-1648) ve IV. Mehmed (1648-1687) devirlerinde de imparatorluğun buhrandan kurtulamadı­ğı görülüyor.(2)

Söz konusu buhranın tezahürü olan çeşitli sahalardaki bozukluk ve düzensizlikler tabii olarak aydınları ve halkı etkiliyor, devlet adamlanndan, ulemadan, tasavvuf çevrelerinden halka kadar pek çok kimse, olup bitenle­ri anlamaya ve çare bulmaya çalışıyordu. Koçi Bey gibi idare adamları has­talığı daha çok idari ve askeri mahiyette görüyor, çaresini bozulmuş olan es­ki nizamın ve müesseselerin ihyasında buluyor ve bu yolda raporlar kaleme alıyorlardı.(3) Kâtip Çelebi gibi, o devrin yüksek seviyede bir aydını ise mese­leyi daha gerçekçi bir açıdan teşhis edebilmiş ve hastalığın içtimai olduğu­nu düşünerek fikirlerini kaleme almıştı.(4)

Devletin içinde bulunduğu kötü durumu düşünüp sebeplerini yakalamaya çalışan ve kendilerine göre birtakım sonuçlara ulaşanlar arasında ba­zı dinî çevreler de yer alıyordu. Artık eski kuvvet ve canlılığını çoktan kaybe­dip, eskiyi tekrar çerçevesine hapsolmuş medreselerden(5) yetişme vaizlerden teşekkül eden bu çevreler mevcut bozukluğu Kuran ve Sünnet’ten uzaklaşıp bidatlara saplanmaya bağlıyor, çareyi bunları temizlemekte buluyorlardı. Onların fikrince devlet ancak bu sayede kurtulabilirdi. İşte, Kadızade Mehmed Efendi ve onun adını alan zümre bu çevreden çıkmıştır. Ancak onlann bu düşünceleri yeni değildi. Kendilerinden önce Birgivi Mehmed Efendi tarafından daha Kanuni devrinde aynı görüşler savunulmuştu. Bu itibarla Kadızadeliler hareketini iyi anlayabilmek için fikrî alanda onlara öncülük et­miş olan Birgivi Mehmed Efendi’den kısaca bahsetmek gerekir.



2- Bîrgivi Mehmed Efendi ve Osmanli İmparatorluğu’nda İlk dînde TASFİYE TEŞEBBÜSÜ

Osmanlı İmparatorluğu’nun siyasi ve askeri bakımdan en güçlü ol­duğu fakat içtimai ve iktisadi yönden ilk çözülme alâmetlerinin ortaya çık­maya başladığı Kanuni Sultan Süleyman devrinde (1520-1566) yetişmiş olan Birgivi Mehmed Efendi,(6) Kuran ve Sünnet’in dışında her türlü İslami geleneği reddeden ilk tasfiyeci olarak dikkati çeker.
Onun tasfıyecilik anlayışını, aşağıda belirtileceği üzere, İbn Teymi-ye’nin şekillendirdiği şüphesiz olmakla beraber, Birgivi bu yola durup du­rurken girmemiştir. Osmanlı siyasetinde ve idaresinde gördüğü birtakım yolsuzluklar ve toplum hayatında müşahede ettiği veya onun böyle vasıflan­dırdığı bozulmalar, kendisini derinden etkilemiş görünüyor. Birgivi’nin ya­şadığı devrin, Kanuni’nin şehzadelerinin mücadeleye giriştikleri; çeşitli idari kademelerdeki çoğu devşirme menşeli devlet adamlarının suiistimal­lerde bulundukları; Anadolu’da birbiri peşine isyanların patlak verdiği bir dönem olduğu unutulmamalıdır.(7) Bizce Birgivi bunların üzerinde hasıl et­tiği tesirle, bozulmakta olan nizamın çaresini İbn Teymiye’ninki gibi bir din anlayışında bulmuş olmalıdır.

Kaynaklara bakılırsa, Birgivi’nin, fikirlerine önce kendi inanmış, düşüncelerini çekinmeden söyleyen, iyi niyetli ve samimi bir alim olduğu­nu kabullenmek gerekiyor.8 Onun İstanbul’da, müderris ve padişah hocası­nın himayesinde olduğu halde yükselme imkânlarını bir kenara itip fikirleri uğruna küçük bir taşra kasabası müderrisliği üe yetinmesi bunu acıkca gösteriyor. Aksı takdirde o da, halefi Kadızade Mehmed Efendi ve taraftar­ları gibi, her türlü çareye başvurarak yükselme, servet ve mevki elde etme yollarını zorlayabilirdi.

Birgivi Mehmed Efendinin, bütün hayatı boyunca fikirlerinden en ufak bir taviz vermeden uğraştığını görüyoruz. Hatta o, idare mekanizma­sında gördüğü yolsuzlukları önlemek için veziriazam Sokullu Mehmed Pa­şa ya bile nasihatlerde bulunmuş, ayrıca dinî prensiplerden taviz verdikleri düşüncesiyle devlet hizmetindeki ulemaya da hücum etmiştir.(9) Birgivi, şe­riatı korumanın vazifesi olduğuna samimiyetle inanıyordu. Kâtip Çelebi’nin deyimiyle, ağır bir yük altına girmeyi göze alarak, çeşitli ihtarlarına rağmen Şeyhülislam Ebussuud Efendi’ye iktidarının zirvesinde olduğu bir zamanda karşı çıkmak cesaretini göstermişti.(10) Bu cümleden olarak, nafile ibadetler karşılığında ücret almayı kesinlikle haram ilan ettikten başka, pa­ra ve menkul değerlerin vakfına da yazdığı bir risaleyle itirazda bulunmuş­tu."(11) Ebussuud Efendi Birgivi'nin fikirlerini o zamana kadar yerleşmiş niza­mı bozacağı ve vakıf müessesesini altüst edeceği sebebiyle aynı şekilde red­detmiş ve ağır basarak mücadeleyi kazanmıştı.(12)

Birgivi’nin aksine, şeriatla çatışmayan bidatları (îslami geleneğe mal olmuş örf ve âdetler) tecviz eden Ebussuud Efendinin ona katıldığı tek nokta, tarikatların raks ve semainin caiz olmadığı idi.(13) Gerçekten Birgivi Mehmed Efendi şiddetle tarikatlara karşı çıkıyor, İslamiyet i zedeleyen bidatların çoğunun onlar tarafından ihdas edildiğine inanıyordu. Bu sebeple toplumun şeriatın gerçek çehresinden uzaklaşmasından onları sorumlu tu­tuyordu. Kendisinin bu tutumunun altında, tasavvufa yatkın olmayan mi­zacının da etkisini görmek zor değildir. Nitekim Kâtip Çelebi, Birgivi’nin şeriat ilimlerinde titiz bir “müdekkik” olmasına karşılık, “hikemiyyat'ı sevmeyip eserlerinde bunları inkâr ettiğini belirtmekle bu gerçeği dile getir­mektedir. Aynca o, Birgivi’nin, tarih okumadığı için, tanımadığı örf ve âdet­lere boşu boşuna mukavemet ettiğini bildirmekle de, bu zatin tasfıyecilik anlayışını hangi faktörün yönlendirdiğini göstermiş olmaktadır(14)

Gerçekten Birgivi bütün gücüyle bidatlara savaş ilan ederken, İslammiyet t toplum hayatından ayn düşünmek ve İslam toplumlarının yüzlerce yıllık kültür birikimini bir kalemde silebileceğini sanmak gibi bir hata düşmüş, bunun doğuracağı içtimai sarsıntıları hesap edememiştir. Böylece o, mezhepçe Hanefî olduğu halde, bu tutumuyla îbn Teymiye ekolünü be nimserniştir.

Aslında Birgivi'nin kitap ve risale olarak yazdığı eserler incelendiği zaman, başta îbn Teymiye olmak üzere, talebesi Îbn’ul-Kayyim el-Cevziye (ö. 135o)(15) ve bu ikisinden önce ve sonra yaşamış daha bazı Hanbeli ulema­sının etkileri pek açık bir surette görülür.(16) Bu eserlerinde Birgivi, okuyucu­larına sık sık adı geçenlerin kitaplarım tavsiye etmekte ve kendilerinden na­killerde bulunmaktadır.(17) Bu itibarla Birgivi’nin İslamiyet anlayışının ve özelikle bidatlar meselesindeki tavrının aynıyla îbn Teymiye ekolünü yan­sıttığı söylenebilir.

Her hâlükârda Birgivi Mehmed Efendi eserleriyle 17. yüzyılda Kadızadeliler hareketinin fikrî temellerini hazırlamış ve bir çığır açmış bu­lunuyordu. Öğrencileri hocalarının fikirlerini yayarak belli bir zümre oluş­turmuşlardır ki, Kadızade ve taraftarları işte bu çevre içinden çıkmıştır.



3- Kadizade Mehmed Efendi ve Kadizadeliler hareketinin başlangici

Birgivi ekolü içinden yetişen ve Kadızadeliler hareketinin isim baba­sı olan Kadızade Mehmed Efendi İstanbul vaizlerindendir.(18) Kendisinin bir ara öğrencisi olan, dolayısıyla en yetkili görgü şahidi hüviyetiyle bilgi veren Kâ­tip Çelebi’ye göre, Kadızade tıpkı manevi hocası Birgivi gibi şeri ilimler dışın­da hiç bir ilimle uğraşmamıştı. Bu sebeple de “mâkulât semtini bilmediğin­den” bu sahalara karşı düşmanca tavır takınmıştır. Ancak, sathi ve basit va­azlar ve dersler vermesine rağmen, tesirli konuştuğu, ifadesi düzgün oldu­ğu için etrafına kalabalık bir dinleyici kitlesi toplayabiliyordu.(19)

Kadızade “Mâkulât”a olan düşmanlığını vaaz ve derslerinde de orta­ya koyuyor, halkı bunlarla uğraşmaktan men ediyordu. İşleyeceği konulan daima bu görüşünü destekler mahiyette olanlardan seçiyordu.(20)

Kaynaklar, Kadızade'nin fikrî ve İlmî cephesi hususunda olduğu gi­bi, ahlakı yönü konusunda da müspet değildirler. Rivayete göre o, son de­rece kurnaz ve mevki hırsıyla dolu bir insandı. Vaazlarında memleketin ve devletin geçirmekte olduğu buhranı istismar ederek kendisini şeriatın hâmisi gösteriyordu.(21) Hal böyle olunca, devletin aczinden şaşkın halde bulunan halkın ve bilhassa mutaassıp çevrelerin, Kadızade’nin sözlerinde bir çıkış yolu gördüğü ve kendisini bu yüzden tuttuğu tabii görülmelidir. Böylece Kadızade’nin şöhreti yavaş yavaş yayılmağa başladı, Bu şöhret, 1630'lu yıllarda artık saltanat dizginlerini eline geçirmiş bulunan IV. Murad’ın ku­lağına erişti.
Gerçekten hareket tarzına ve olayların akış istikametine bakılırsa, şöhret, servet ve mevki peşinde koştuğu ve bu maksatla padişahın dikkatini çekmek için uğraştığı muhakkak gibi görünen Kadızade’nin bunun için en uygun zamanı seçtiği anlaşılıyor. Naima’ya göre, “Sultan Murad Hazretleri halkı zabıt ve te’dib için kahvehaneleri yıkdırub duhan İsti'malini men’itmek üz­re yasağ-ı azim idüb mütenebbih olmıyanları zecr ve kati ile tahvîf itdikleri esna­da Kadızâde Efendi vâizların eşheri bulunmağın tarafı şehriyârî canibine medâr- ı intisab olmağiçün duhânm hürmeti husûsini zumincc ictıhad ve delâil-i akliyye ve nakliyye ile îr ad îdüb muğâlata-i bîendâze ile kıbâb-ı feleğe âvâze salmış idi.''(22)

Kadızade'nin bu fetvasına itiraz edenler çıktı ise de o ''hürmeti kat iy-yüsübût olmadığı sûretde ulûl-emrin men'itmesiyle terki lâzım olub memnu olmıyanlar sultan-ı zamana muhalefet sebebiyle vâcıbul-katillerdir.''(23) diye karşı­lık vererek padişaha yaranmak uğruna hayret verici bir sorumsuzluk örne­ği sergiliyordu.

Maamafih Kadızade hedefine ulaştı. IV. Murad, kendi siyaseti doğ­rultusunda, üstelik en gerekli bir zamanda böyle fetvalar veren Kadızade’yi himayesine aldı.(24)Bunun sonucu olarak 1631’de Ayasofya vaizliğine terfi et­tirildi(25) ve daha bir kuvvet ve cesaretle fikirlerini yaymağa, kabul etmeyenle­re sataşmağa başladı.

18 yüzyıl Mevlevi müeliflerinden Sakıb Dede, Kadızade'nin IV. Murad'a yakınlaşmasını başka bir olaya bağlar. Ona göre, Kadızade ilk zaman­larda Molla Gürani Camiinde ''unâm ü nişanı mezkûr ve ma'hûd olmıyan bir vaiz iken'', padişahın gördüğü, fakat kimsenin yorumlayamadığı bir rüyayı yorumlaması üzerine dikkat çekmiştir. Sâkıb Dede gerçekte rüyayı tabir edenin bir Mevlevi dervişi olup Kadızade'nin bunu duyarak kendine malet-tiğini söyler. O tarihten itibaren Kadızade'nin tanınmaya başladığını bildi­ren müellif aynı zamanda Müslümanlar arasında taassup fitnesini de yine onun uyandırdığını sözlerine ekler.(26)

Artık IV. Murad’ın yakını olan Kadızade'nin yapılması gereken ısla­hat hakkında padişaha layiha sunan öteki şahsiyetler gibi, ona bir layiha ver­diği de görülüyor. Tâcu’r-Resâil fi Menâhici'l-Vesâil adını taşıyan bu layiha, haddi zatında Ibn Teymiye'nin devlet idaresinden bahseden es-Siyâsetu’ş- Şer’iyye adlı Arapça bir risalesinin bizzat Kadızade tarafından yapılmış tercü­mesinden başka bir şey değildir.(27) Bu suretle Kadızade 17. yüzyılın ilk yarı­sında Osmanlı împaratorluğu’nda îbn Teymiye'nin fikirlerini yeniden gün­deme getirerek mevcut bozuklukların buna göre ıslahım teklif ediyordu.(28)

Aynı zihniyete mensup bulunmaları dolayısıyla Kadızade de vaktiyle Birgivi’nin yaptığı gibi, tarikat mensuplarına, bu arada özellikle Sema ve Dev­eran meselesi yüzünden Halvetiler ve Mevlevilere şiddetle cephe aldı. Ancak Birgivi’deki fikir samimiyeti, dürüstlük ve İlmî kudretin onda bulunmadığını kaynaklara dayanarak söyleyebiliriz. Nitekim Kadızade İlmî çerçeve içinde ka­larak tarikat mensuplarına muarız olacak yerde, “tahta depenler”, “düdük ça­lanlar” gibi alaycı ve küçük düşürücü sözlerle sataşıyor(29) hatta bazan işi ha­karete kadar vardırıyordu. Böylece o, 12. yüzyılda îmam-ı Gazzâlî’nin (öl.1111) mükemmel bir şekilde uzlaştırdığı şeriat-tarikat çekişmesini, hem de çok na­zik ve tehlikeli bir dönemde, yeniden çatışma haline dönüştürmüş oluyordu.

Kadızade'nin başlattığı bu çatışma ve özellikle Halvetilere yaptığı ağır hücumlar hem öteki tarikat çevrelerinde, hem de tabiatıyla daha çok Halvetiler arasında bir tepki ve mukavemet cephesi oluşturdu.



4- Tasavvuf çevrelerinin Kadizade’ye karşi çikmasi ve Şeyh Abdülmecîd Sivasi İle olan mücadele

Kadızade'nin bidatlara çatarken, tarikat ayinlerini ve bazı tasavvufi meseleleri diline dolayıp münakaşa konusu yaptığı sıralarda, Şeyh Abdül- mecid Sivasi Efendi de Halvetiler’in ileri gelenlerindendi.(30) O da vaazlarında Kadızade'ye ve fikirlerine hücum etmekte(31) münakaşa konusu olan me­seleleri mutasavvıfların inançları doğrultusunda cevaplandırmaktaydı. Naima bu iki şahıs arasında tartışılan meseleleri şöyle sıralıyor:

1. Akli ilimlerin tahsilinin meşru olup olmadığı,

2. Hızır Aleyhisselam’ın hayatta olup olmadığı,

3-Ezan,Mevlit,Kuran vs’nin makamla okunup okunamayacağı,

4. Sema ve deveranın caiz görülüp görülemeyeceği

5. Tasliye (Hz. Muhammed'e salevat okuma) ve tarziyenin (Sahabeye Radiyallahü anh demenin) icap edip etmediği,

6. Tütün, kahve vs keyif verici maddelerin haram sayılıp sayılmayacağı,

7. Hz. Muhammed’in ebeveyninin iman ile ölüp ölmedikleri,

8. Firavun un imanının makbul olup olmadığı,

9. Muhyiddin-i Arabi'nin kâfir sayılıp sayılmayacağı,

ıo.Yezid’e lanet edilip edilmeyeceği,

11. Hz. Muhammed’in vefatından sonra ortaya çıkan örf, âdet ve geleneklerin terkinin şart olup olmadığı,

12. Kabir ve türbe ziyaretinin caiz görülüp görülmeyeceği,

13. Regaip, Berat ve Kadir gibi mübarek gecelerde cemaatle nafile ibadet yapılıp yapılmayacağı,

14. Büyüklerin el ve eteğini öpmenin, selam verirken eğilmenin doğru olup olmadığı,

15. Emr bi’l-mâruf ve nehy ani'l-münker (iyiliği emredip kötülükten men etmek) meselesi,

16. Rüşvet almanın caiz olup olmadığı.(32)

İlk defa Kadızade Mehmed Efendi tarafından ortaya atılan bu mesele­lere mutasavvıfların tam aksine bizzat kendisi şöyle cevaplar veriyordu: Akli ilimlerin tahsili caiz değildir; Hızır hayatta olamaz; Ezan, mevlit, Kuran vs’yi makamla okumak haramdır; Sema ve deveran haramdır; Hz. Muhammed’in ebeveyni kâfirdir; Firavun’un imanı makbul değildir; Muhyiddin-i Arabi kâ­firdir: Yezid’e lanet vaciptir; Bütün bidatlar istisnasız haramdır; Kabir ve tür­be ziyareti caiz değildir; Cemaatle nafile ibâdet yapılamaz vs. Kadızade’nin bu fetvalarına Şeyh Sivasi de tam tersi istikamette karşılık veriyordu.

Zikredilen konular üzerindeki bu kutuplaşmada şahsi maksatlar söz konusu olduğu gibi, iki şahsın mizaç, meşrep ve meselelere yaklaşım tarzı farklılığının da büyük rolü vardır. Birgivi gibi tasavvufla uyuşamayan bir yaratılış sahibi olan Kadızade sadece şerî naslara itibar ediyor ve onları çok dar bir açıdan yorumluyordu. Kısaca, nazar ve akıl metoduyla hareket ediyordu. Halbuki Şeyh Sivasi bir mutasavvıf olması itibariyle keşf ve müşahede meto­duna itibar ediyor, başka hiçbir şeyi kabule yanaşmıyordu. Her ikisinin me­selelere bu tek taraflı yaklaşımları çatışmanın şiddetlenmesine yol açıyordu.

Kanaatimizce burada üzerinde durulması gereken asıl nokta, söz konusu meselelere Kadızade’nin veya Şeyh Sivasi’nin ne yolda cevap ver­dikleri değil, meselelerin bizzat kendileri, yani mahiyetleri olmalıdır. O dö­nem Müslüman Osmanlı toplumunun üzerinde düşünülmesi ve çare bu­lunması icap eden pek çok hayati meselesi varken, Kadızade’nin çoğu önemsiz ve hatta Hz. Peygamberin ebeveyninin, Firavun’un iman ile ölüp ölmedikleri gibi canlı olmayan meseleleri seçmesi manidardır. Kadızade ni­çin böyle hareket etmiştir? Bu sorunun cevabı bizi Kadızade’nin samimiye­tinden haklı olarak şüpheye düşürecek niteliktedir. Bu itibarla onun asıl ni­yetinin bidatları temizlemek ve bu yolla toplumu selamete ulaştırmak değil, mevki ve şöhret sağlamak olduğu meydana çıkıyor. Emr bi’l-mâruf ve nehy ani ’l-münker meselesi bu niyetin tahakkuku için mahirane tasarlanmış bir meşruiyet aracı olmaktadır. Hatta o, münakaşaları halka kadar indirmek ve taassup duygularını körüklemekle,(33) toplumu içine ittiği kargaşanın ağır so­nuçlarını görmezlikten gelmek gibi büyük bir sorumsuzluk gösterebilmiş­tir. Nitekim Kâtip Çelebi ve Naima hem Kadızade’yi, hem de Şeyh Sivasi’yi bu yüzden ağır bir şekilde itham ederler.(34)

Her hâlükârda, Kadızade ile Şeyh Sivasi’nin bir taraftan vaaz ve ders­lerle fikirlerini halka yaymaya çalıştıkları, bir taraftan da er-Risâletu’l-Kamia lil-Bid'a(35) ve Bidâatu’l-Vâizîn(36)gibi karşılıklı eser ve risalelerle münevver ta­bakayı ve devlet adamlarım etkilemeye çalıştıklarını görüyoruz. İki şahsiye­tin bu sonu gelmeyen mücadelesi bu tarzda bir ömür boyu sürecektir.



5- Kadızade-Şeyh Sivasi Mücadelesi Karşısında Devletin Tavrı ve Mücadelenin Geçici Olarak Sona Erişi

Kadızade ile Şeyh Sivasi arasında giderek ağırlaşan münakaşalar karşısında devlet yetkilililerinin ve özellikle IV. Murad’m tutumu gerçekten dikkate değer. Onun bu münasakalan çok yakından ve bütün teferruatıyla
takip ettiğine şüphe yoktur. Daha önce de belirtildiği gibi, padişah kendi ic­raatına uygun vaazlar, fetvalar veren Kadızade’yi zımnen destekliyordu. Bu­nunla beraber, Şeyh Sivasi'ye de zaman zaman sempati ve yumuşaklık gös­termekten geri kalmadığını kaynaklar kaydediyor.(37) Bunun sebebi bizce açıktır: Çünkü padişah, muhtemelen yakın adamlarının da telkinleriyle, iki taraf arasında dengeyi muhafaza etmenin hem devlet hem de toplum niza­mı açısından daha iyi sonuç vereceğini hesap ediyordu. Kadızade’nin açık­ça ve fiilen desteklenmesi halinde olay karşı tarafın ezilmesiyle sonuçlana­cağından, tasavvuf çevrelerinde bir patlamanın vuku bulmasından ve bu­nun hasıl edeceği tehlikeli sonuçlardan korkuyordu.

Kadızade-Şeyh Sivasi çatışması bu denge siyaseti sayesinde yazılı ve sözlü safhada sürüp giderken, 1635’te henüz 53 yaşında olduğu halde Kadızade vefat etti. Bundan tam dört sene sonra da, 70 yaşmın üstünde iken Şeyh Sivasi öldü.(38) Bu suretle geçici bir müddet için mücadele sona erdi. Fa­kat her iki tarafın fikirlerini benimseyen mutaassıp birer zümre meydana gelmiş, özellikle Kadızade taraftarları geçen bu müddet içinde hayli kuvvet­lenmişlerdi.



6 - Kadızadeliler Hareketinin Genişlemesi ve Fiili Sahaya İntikali

IV. Murad’m 1640’ta ölümü ve yerine kardeşi İbrahim’in tahta geç­mesiyle birlikte, imparatorluğun zecri tedbirlerle kısmen sağlanabilmiş ni­zamı yeniden bozulmaya başladı.(39) İdare mekanizması tekrar muhtelif menfaat grupları arasında nüfuz mücadelesine sahne oluyordu. Bu durum IV. Murad devrinde sırf Kadızade ile Şeyh Sivasi arasında kalması sağlanan mücadelenin, bu defa taraftarları arasında yeniden alevlenmesine ortam hazırladı. Özellikle, Kadızade’den dolayı kaynaklarda Kadızadeliler veya halk arasında 'fakih' kelimesinden bozma Fakılar diye tanınmaya başlayan ve çoğu vaizlerden oluşan taraf ağır hücumlara ve hatta fiili müdahalelere geç­ti. Bunlar, kendileri gibi düşünmeyenleri kâfir ilan edip tarikat mensupla­rına ve bilhassa Halveti ve Mevlevîler’e olan düşmanlıklarını halka da yay- maya giriştiler. Ayrıca sade tarikat mensuplarının değil, onlarla temasta bu­lunup tekkelerine girip Çıkanların da kâfir olduklarını ilan ettiler.(40)Taraftarlarına sürekli tarikat mensuplarını men etmelerini,bunun emr-i bi'l maruf ve nehy ani'l-münker icabı olduğunu telkin ediyorlardı.(41)
Kadızadeliler in tesir ve nüfuz sahalarına almaya çalıştıkları ve bun­da başarıya ulaştıkları ikinci zümre, saray mensupları oldu. Vaazlarını din­lemeye gelen baltacı, kapıcı ve bostancılardan pek çok mutaassıp ve menfaatçiyi devlet nizamındaki bozuklukları istismar ederek etkilediler.(42) Bu etki­lemenin sırf dinî duygulara hitap etmediği, karşılıklı bir menfaat alış veri­şine dayandığı aşağıda görülecektir.

1648’de IV. Mehmed'in henüz çocuk yaşta tahta çıkmasıyla iyice alevlenen saray çevrelerindeki nüfuz ve iktidar mücadelesi Kadızadeliler'in iktisadi yönden güçlenmeleri için gerekli şartlan hazırladı. Bu dö­nemde onların, saraydaki taraftarlarıyla bazı emlak ve vakıfların idaresini yavaş yavaş ellerine geçirdikleri müşahede ediliyor. Ayrıca pek çok dalave­reci ve ihtikârcı tüccar takımının gayri meşru işlerini yine saraydaki adam­ları sayesinde ve tabii büyük rüşvetlerle yoluna koydukları ve bunlardan yüksek gelir sağladıkları bilinmektedir, Kadızadeliler bu yolla bir müddet sonra her meselede devlet işlerine müdahale eder hale geldiler. İstedikle­rini istedikleri zaman istedikleri işe tayin ettirebiliyorlardı.(43) Onların dev­let işlerine bu ölçüde nüfuzları, idare mekanizmasının düştüğü aczi gös­terdiği gibi, atılacak her müspet adımın ve ıslah teşebbüsünün önünde aşılması güç bir engel teşkil ettiklerini de düşündürüyor. Buna karşılık Şeyh Sivasilerin ise bu gibi yolsuzluklara karışmadıklarını Naima özellik­le zikretmektedir.(44) Fakat gerçekte böyle olup olmadığını söyleyecek du­rumda değiliz.



7 -Üstüvânî Mehmed Efendi ve Kadizadelîler hareketinîn Doruk Noktası

Kadızadeliler hareketi IV. Mehmed’in saltanatının ilk yılları boyun­ca böyle bir gelişme ve genişleme kaydederken, bu zümre içinde yeni bir si­manın ortaya çıktığı görülür. Bu sima, vaktiyle memleketi Şam'da bir katil olayına sebep olduğu için kısas korkusuyla İstanbul'a kaçan ve Kadızade Mehmed Efendi ye intisap eden Arap asıllı bir başka Mehmed Efendi idi. Kadızadenin yanında sivrilerek Ayasofya vaizliğine kadar çıkan bu zat va­azlarını sürekli olarak mermer bir sütuna yaslanıp yaptığı için Üstüvânî diye lakaplandırılmış ve zamanla böyle tanınmağa başlamıştı.
Naima’nın ifadesine göre, zahirde şeriatın bütün İnceliklerine uyar, Üstüvânî Efendi bu sayede helvacılar, bostancılar ve Enderun mensupların­dan bir haylisini ders halkasına çekmiş ve bu yolla adını sarayda duyurmuş­tu. Bir müddet sonra kendisinin geleneğe aykırı olarak Hasoda'da vaaz et­mekle vazifelendirildiği ve bu yüzden halk arasında Padişah Şeyhi diye anıl­mağa başladığı görülmüştü.(46) Üstüvânî Efendi gerek sarayda, gerekse halk arasındaki vaazlarında sürekli olarak Kadızade'nin görüşlerini işliyordu.(47)

Kadızadeliler’in bu yeni reisi sarayda kendine iyi bir çevre edindi ve bu kanalla tayin ve azillerde söz sahibi olmağa başladı. Kendi düşünceleri­ne uygun kişilerin, aldığı rüşvetin bir kısmını vererek gerekli yerlere tayin­lerini yaptırıyordu.(48) Bu suretle büyüyen nüfuzundan aldığı kuvvetle tasav­vuf çevrelerine sataşmalarını artırıp halkı da tahrik ediyordu.(49) Bu tahrikler nihayet semeresini verdi ve Kadızadeliler tekkeleri basmak ve ortadan kal­dırmak üzere baskı yaparak Veziriazam Melek Ahmed Paşa'dan izin ve Şeyhülislam Bahayî Efendi'den fetva aldılar. Demirkapı yakınlarındaki Hal­veti tekkesini basıp tahrip etmek için harekete geçtiler. Fakat Samsoncuba-şı Ömer Ağa'nın yerinde müdahalesiyle baskın gerçekleştirilemedi.(50) Eğer başarabilselerdi tekkeyi yıkıp dervişleri öldüreceklerdi. Sonradan durumun vahametini fark eden şeyhülislam pişman olarak verdiği fetvayı iptal etmiş ve Üstüvânî Efendi’yi cezalandırmak niyetiyle aratmışsa da, o çoktan kaçıp saklanmıştı.

Kadızadeliler’le Şeyh Sivasiler arasındaki düşmanlığın bu dereceye varmasında her iki tarafta yer alan kötü niyetli, cahil ve mutaassıp kişilerin büyük rolü olduğu anlaşılıyor. Çünkü bunlar, bir tarafta duydukları sözleri iyice anlamadan ilavelerle değiştirerek öbür tarafa naklediyor, böylece düş­manlığı kızıştırıyorlardı.(51)

İki taraf arasındaki bu mücadele karşısında diğer ulemanın tavrı da düşündürücüdür. Daha kurulduğu devirden beri Osmanlı İmparatorlu­ğunda yüzlerce yıl varlığını yan yana ahenk içinde korumuş, hatta bazen iş­birliği ortaya koyabilmiş tasavvuf mensuplarıyla medreselilerin böyle bir sa­vaş içine düşmesi şüphesiz ilk defa oluyordu. Metot anlayışı ve farkı dolayı­sıyla bu iki kesim arasında zaman zaman anlaşmazlık ve rekabet olmuş ise de, bu hiçbir şekilde bu devirde olduğu gibi tehlikeli bir hal almamıştı.

Kadızadeliler ile Şeyh Sivasiler arasındaki bu mücadeleye, vaizlerin dışında öteki ilmiye mensuplarının katıldıkları malum değildir. Bununla beraber, tasavvuf çevreleriyle ilişkisi olan iki kişi dışında diğer ulemanın Kadızadeliler’e karşı çıkmadıkları ve olanlar karşısında susmayı tercih ettik­leri gözden kaçmıyor. Bu suskunluk ya ulemanın vaziyetin vahametini iyi kavrayamadıklarını, ya da Kadızadeliler’in nüfuz ve baskılarından çekindik­lerini akla getiriyor ki, daha çok bu ikinci ihtimalin varit olduğunu sanıyo­ruz. Aksi takdirde bütün ulemanın Kadızadeliler paralelinde yer aldığını söylemek mümkün değildir.

Kadızadeliler eserleriyle karşı çıkan iki zata gelince, bunların yaptık­ları tek şey, Kadızadeliler’in elkitabı olan, Birgivi’nin Tarikat-ı Muhammedi- ye’sini tenkitten ibaret kalmıştır. Bunlardan Kürt Molla diye tanınan Mehmed Efendi, Kadızadeliler’in şiddetli tepkisini celbetmiş, şeyhülislama mü­racaatla öldürülmesi için fetva istemişler, fakat başaramamışlardır.(52) İkinci­si olan Kefeli Hüseyin Efendi ise Tatar İmam lakabıyla bilinen cesur bir şahsiyettir. Kendisi, Tarikat-ı Muhammediye’deki bir kısım fikirlerin geçer­siz olduğunu eski ulemanın beyanlarına dayanarak göstermeye çalışmış ve mevcut hadislerin pek çoğunun uydurma olduğunu ispatlamıştı. Kefeli Hüseyin Efendi’nin bu eseri, Kadızadeliler’i ilkinden daha çok huzursuz et­miş, şeyhülislamdan bunun da katlini istemişlerdi. Hüseyin Efendi cesaret­le karşı koyarak, Üstüvânî Mehmed Efendi başta olmak üzere Kadızadeli- ler’i açık münazaraya çağırdı. Onlar bu daveti şiddetle reddederek istekleri­ni tekrarladılar ve Şeyhülislam Bahayı Efendi’yi hayli sıkıştırdılar. Bahayî Efendi Kefeli'yi feda etmedi, ama 1653 yılı Ocak ayında topladığı ulema meclisinde eserini imha etmesini ve bir daha böyle teşebbüslerde bulun­mamasını istemek zorunda kaldı.(53)

Zikredilen şu olay, Kadızadeliler’in nüfuzunun kuvvet derecesini gösterdiği nispette, ciddî ilmî tenkitlere dayanamayacak kadar ilmen zayıf olduklarını da ispat eder. Ulemanın, kendilerine karşı ortak bir cephe tesis edecek kadar cesur ve azimkâr olmamaları yüzünden onların bu derece kuvvetlendikleri ve taşkın hale geldikleri de bu suretle meydana çıkıyor. Eğer Kürt Molla ve Tatar îmam yalnız bırakılmayıp desteklenselerdi,Kadızadeliler‘in yıpratılması mümkün olabilecekti.

Görülüyor ki, özellikle ,1640'lardan sonraki dönemde Kadızadelilerin debletin ve ulemanın acizliğinden yararlanıp güçlerinin doruk noktasına eriştiklerini söyleyebiliriz.



8- Köprülü Mehmed Paşa’nin müdahalesi ve Kadızadeliler Hareketinin Sona Ermesi

Üstüvani Mehmed Efendi reisliğindeki Kadızadeliler’in bu güç ve kudretleri meşhur Çınar (Vakvak) Vakası’na (4 Mart 1656) kadar devam et­ti.(54) Bu o ayda kendilerinin pek çok işbirlikçisi ve hâmisi katledildiği için epeyce hırpalandılar. Yeni veziriazam Boynueğri Mehmed Paşa bütün tayin ve azillere bizzat el koyarak Kadızadeliler’i önemli bir idari ve iktisadi güç­ten mahrum etti,(55) Bunun üzerine veziriazam aleyhine kampanya açarak propagandaya başladılar, Aynı sene Venedikliler'in Ege Denizi’ndeki başa­rıları ve bazı adaları ele geçirmeleri kendilerine istedikleri fırsatı temin etti ve veziriazamı azlettirmeğe muvaffak oldular.(56)

Kadızadeliler yeniden eski durumlarına döndükleri inancıyla yeni veziriazam Köprülü Mehmed Paşa’nın işbaşına geldiğinin sekizinci günü ona bir gözdağı vermek ve güçlerini göstermek üzere bir gövde gösterisi dü­zenlediler, Cuma'ya tesadüf eden o gün, Fatih Camii’nde namaz esnasında makamla okuyan müezzinleri dışarı atmak istediler, fakat derhal müdaha­le ve mukabele gördüler. Bu suretle üzücü birtakım olayların çıkması ön­lendi. Ne var ki, hırslarını alamayan Kadızadeliler İstanbul’da ve haricinde ne kadar tekke varsa ortadan kaldırmak ve bu emr bi’l-mâruf ve nehyi’l- anil münker vazifesi için halkı kendilerine yardıma çağırdılar. Niyetleri tekkele­ri yıktıktan sonra şeyh ve dervişleri “tecdid-i iman”a davet etmek, reddeden­leri öldürmekti. Bunu yaptıktan sonra padişaha gidecekler, ne kadar bidat varsa bizzat kaldırmak için izin isteyecekler ve bir başlangıç olmak üzere de camilerdeki birden fazla minareleri yıkacaklardı.(57)

Bu düşüncelerin gerçekleşmesiyle imparatorluğun şu nazik döne­minde doğacak korkunç sonuçları tasavvur eden Köprülü Mehmed Paşa he­nüz olaylar başlamadan gerekli tedbirleri alırken, bir yandan da adamlar gönderip Kadızadeliler’i iknaya çalıştı. Faydası olmayınca, IV. Mehmed’in huzurunda topladığı bir ulema meclisinde “îkaz-ı fitneye bâis olanların ce­zaları tertib olunmak lâzım idiği”ne dair bir fetva aldı. Padişah da suçlula­rın yakalanıp idam edilmesi için emir verdi.(58) Sonunda, başta Üstüvânî Mehmed Efendi olmak üzere, Türk Ahmed ve Divane Mustafa gibi elebaşı vaizler yakalandı; böylece feci olayların önüne geçilmiş oldu. Ancak Köprü­lü suçluları idam yerine Kıbrıs'a sürgüne göndermekle yetindi.(59) Bu, Kadızadeliler hareketinin fiilen sona ermesi demek oluyordu.

9- Sonuç

Kadızadeliler hareketi, ilk bakışta 17. yüzyılda Osmanlı İmparatorluğu’nun buhranlı bir döneminin ortaya çıkardığı dinî bir olay gibi görün­mektedir. Hareketin maksadı, görünüşte dinde bir tasfiyeye gitmek, bu yol­la devleti kurtarmaktır. Bununla beraber yukarıdan beri anlatılan olaylar bir bütün olarak gözden geçirildiğinde, gerçekte köklü bir dinî tasfiyecilikle il­gisi bulunmadığı anlaşılmaktadır. Bu bakımdan Kadızadeliler hareketi, biz­ce, müsait ortamdan faydalanarak, tasfiyeciliğin paravanası ardında bazı di­nî çevrelerin mevcut nüfuz ve iktidar mücadelesine katılması ve bundan menfaat sağlaması şeklinde yorumlanmak gerekir.

Bu hareketin belli bir müddet devletin iç politikasını desteklemek amacıyla IV. Murad tarafından akıllıca kullanıldığı görülüyor. Ancak IV. Murad gibi güçlü bir hükümdarın elinde fazla zararlı olmadan tutulabilen Kadızade-Şeyh Sivasi mücadelesinin IV. Mehmed’in çocukluğu dönemin­de tehlikeli içtimai sonuçlar doğuracak bir dinî buhran şekline dönüştüğü de gözden kaçmamaktadır. Köprülü Mehmed Paşa'nm yerinde ve tam za­manında müdahalesiyle bu buhran sona erdirilmiştir. Ne var ki, Osmanlı İmparatorluğu'nda Kadızadeliler’in din anlayışını paylaşan zümreler daima mevcut bulunmuş, günümüz Türkiye’sinde de bunun uzantılarını görmek mümkün hale gelmiştir.

* Türk Kurumu Araştırmaları, XVII-XXI (1984), s. 208-225

Ahmet Yaşar Ocak- Yeniçağlar Anadolusunda İslamın Ayak İzleri(Osmanlı Dönemi)syf;218-250

Notlar

1-Bu konuda mesala bkz. W. Montgomery Watt, Islamic Philosophy and Theology, Edínbourg 1962, s.159-167: Henri Uoust, Les Schismes dans l’Islam, Paris 1965, s. 266-276: aynı yazar, “Ibn Taymiyya”,el2,Harun Han Şirvanî, İslâm da Siyâsi Düşünce ve İdare, çev: Kemal Kuşçu, İstanbul 1965, s. 115-125.

2- Bütün bu olaylar hakkında toplu bilgi için şuralara bakılabilir; İ. Hakkı Uzunçarşılı, Osmanlı Tarihi. Ankara 1951, III, 228-349, 375-470: Mustafa Akdağ, Anadolu Halkının Dirlik ve Düzenlik Kavgası: Celâli İsyanları, İstanbul 1975, 2- bs; Halil İnalcık, The Ottoman Empire Classical Age, Londra 1973,s. 4 1-52 Stanford j. Shaw, History of The Ottoman Empire and Modem Turkey, Cambridge 1977, I,169-200.

3- Mesela bkz. Koçi Bey Risalesi, İstanbul 1303, Matbaa-i Ebuzziya.

4- Bkz. Kâtip Çelebi, Düstûru'l-Amel li-İslâhi’l Halel, İstanbul 1280 (Aynî Ali Efendi risâlesiyle birlikte). Fakat bu lâyihaların yazarlarının, Osmanlı Devleti'nin ve toplumunun içinde bulunduğu buhranlara günümüzde söylendiği gibi, gelenekçi bir gözle baktıkları bir gerçektir. Onlar, bugün ilerlemiş tarih araştırmalarının belirgin sonuçlan sayesinde bizim kazanabildiğimiz toplu bakış açısına sahip bulunmadıklarından, buhranları dar bir çerçeve içinde ve tek açıdan değerlendirebilmektedirler. Kaldı ki o devirde Avrupa bile Osmanlı İmparatorluğu’nun durumunu teşhis edebilmiş değildi. Dolayısıyla o yazarların eserlerinde ileri sürdükleri çareler de eski nizamın yeniden ih-
yası tarzında olmuş, fakat bu, tabiatıyla sonuç vermemiştir.

5- Kâtip Çelebi biraz aşağıda bahsedilecek olan MîzanuTHakk adındaki risalesinde, XVII. yüzyılda  Osmanlı medreselerinin yetersizliği ve bozukluklarını dile getirmektedir (bkz. s. ıo-ıı).

6- Birgivi Mehmed Efendi 1520 de Balıkesir’de doğmuş ve ilk tahsilini bir müderris olan babasından görmüştür. Sonra kabiliyetinin görülmesiyle babası Ali Efendi tarafından İstanbula gönderilmiş ve tahsilini burada tamamlamıştır. Bir ara tasavvuf mesleğine geçmek niyetiyle Bayrami Melamileri’nden Karamanlı Şeyh Abdurrahman Efendi'ye intisap etmiş, fakat rivayete göre riyazata tahammül ve Vahdet-i Vücud meselesini tasvip edemediği için vazgeçmiştir. Bir müddet İstanbul'da tedris faaliyetinde bulunan ve giderek tasavvufa karşı menfileşen Mehmed Efendi, II. Selim zamanında, muhtemelen, İstanbul’da ve saray çevrelerinde gördüğü ve tasvip etmediği bazı durumlar sebebiyle memleketine dönmek istemiştir. Hemşehrisi ve padişahın hocası Atâullah Efendi’nin Birgi'de yaptırdığı medreseye kendi arzusuyla müderris tayin edilmiş, 1573’te vebadan ölünceye kadar burada dersler ve vaazlar vermiş, fikirlerini yaymaya çalışmıştır. Bu sebeple kendisi Birgivi yahut İmam Birgivi diye anılır. Hakkında geniş bilgi için bkz. Nev'îzâde Atayı, Zeyl-i Şakayık, İstanbul 1269, I,179. Kâtip Çelebi, Mîzânu’I-Hakk fi İhtiyârîl-Ehakk, İstanbul 1306. s. 120-125; Bursah M. Tahir, Osmanlı Müellifleri, İstanbul 1333,1, 2537255; Uzunçarşılı, III, 363; Kasım. Kufralı, “Birgivi”, ÎA. Birgivi Mehmed Efendi’nin hayatı şurada daha geniş olarak ele alınmıştır: Emrullah Yüksel, Les Idées Religieuses et Politiques de Mehmed al-Birkêwî, basılmamış doktora tezi, Paris 1972; ayrıca bkz. Mehmed Şimşek, Les Controverses sur la Bid a en Turquie, basılmamış doktora tezi, Paris 1977, s. 51*54 vd.

7- Bütün bu olaylara dair bkz. Uzunçarşılı, Osmanlı Tarihi, Ankara 1964, 2. bs II, 345-361; İ Hami Danışmend, İzahlı Osmanlı Tarihi Kronolojisi İstanbul 1971, 2. bs., H, 121-328; İnalcık, s. 35-41; Shaw,I, 87-111.

8-Bkz. Kufrab, "Birgivi-, IA. Birgivi'nin muhtelif konulardaki fikirleri hakkında geniş bilgi için bkz.Yüksel, s,90-207, Şimşek, s.51-54

9- Bkz. İnalcık. s. 184. Şüphesiz, sorumluluk altında bulundukları için durumu ve gerçekleri daha iyi görmeleri sebebiyle ona göre hareket etmek zorunda olan devlet hizmetindeki ulemanın,Birgivi tarafından tenkitlere uğraması kaçınılmazdı.

10-Kâtip Çelebi, Mizan. s, 125.

11-Bkn. es-Seyfus'Sârim fi Ademi Cevazi Vakf-in-Nükud ve'd-Derahimt, Süleymaniye (Esad Efendi) ktp,nr. 1581.

12-Kufralı, a.g.m,; Cavid Baysuu, "Ebuasuud Efendi", f,4.; İnalcık, a,ye, Geniş bilgi için 6 nolu notlu zikredilen yerlere başvurulmalıdır.

13-Ebussuud Efendinin, raks ve semanın haram olduğuna dair verdiği fetvalar, tarikat çevrelerinden mukabil risalelerle cevaplandırılıyordu. Bilhassa Mevleviler bu işin içinde durmuşlar, raks ve semanın meşruluğunu savunarak bu münakaşayı ilmi bir seviyede sürdümüşlerdi (bkz, II. Gazi Yurdaydın, “Türkiye’nin dini tarihine umûmi bir bakış" ÎEB, IX (1961), 8. uy).

14-Kâtip Çelebi. Mizan, s. 123.

15-Zikredilen bu mühim şahsiyetler için Elı ve Ela’deki ilgili maddelere bkz.

16- Birgivi yazdığı kitap ve risalelerle bid’atlara karşı hayatı boyunca savaşmayı gaye edinmişti. Kendisine asıl şöhretini sağlayan, Vasiyyetname ile, kısaca Tarikat-ı Muhammediye diye tanınan et -tarikatu'l- Muhammediyyefi’s-Sireti'l-Ahmediyye adlı eserleridir. Bunlardan birincisi, Türkçe bir ilmihal kitabı olup, öteki ise, Birgivi’nin vaaz ve irşadlarındatı bir kısmım ihtiva eden Arapça bir eserdir (bkz. İs­tanbul 1309). Pek çok şerh ve tekmileleri vardır (bkz. Yüksel, s. 90 vb.). Bu eserin Osmanlı din ta­rihindeki yeri oldukça mühimdir. Çünkü hem yazıldığı devirden günümüze kadar çok okunmuş din adamlarının temel müracaat kitaplarından biri olmuş, hem de dolayısıyla halkın din anlayışı­nın şekillenmesinde ve bazı meselelerdeki bir takım görüşlerinin oluşmasında rolü bulunmuştur, Konumuz açısından da ayrı bir önemi vardır; zira Kadızadeliler’in dayandıkları ana kitap vazifesi­ni görmüştür.
Müellifinin tarikatlara karşı olduğunu vurgulayan bir isim taşıyan bu eser, o devir müslüman Osmanlı toplumunun ihtiyacı olan dinî, ahlâkî ve âdabı muaşeretle ilgili pek çok konuyu, meseleyi ele almıştır. Bunlar işlenirken âyet ve hadislerle, eski ulemadan müellifin görüşlerine uygun na­killerle belgelendirilmiştir. Yüzlerce yıl tutulmasının bir sebebi de budur.
17- Osmanlı uleması önceleri, muhtemelen, tahsile gittikleri Mısır ve Suriye gibi ülkelerde; İstan­bul’un fethinden sonra ise herhalde buraya gelen Arap uleması vasıtasıyla Ibn Teymiye ve öğren­cilerinin eserlerini tanımışlardır. Ancak bilhassa 1517'de Mısır’ın zaptından sonra Osmanlı devlet hizmetine alınan Arap alimleri, Ibn Teymiye’nin eserlerini tekrar bazı çevrelerde tanıtmış olmalı­dırlar. İşte, Birgivi de bunlarla temas sonucu bu eserleri tanımış ve ilgi duymuştur. Birgivi’nin eserlerindeki fikirlerin Ibn Teymiye ve öğrencilerinin eserleriyle alâkasına dair Yüksel ve Şim- şek’in zikredilen tezlerine bakılmalıdır. Ayrıca Birgivi’in eserlerinin toplu bir bibliyografyası ve yazma nüshaları için bkz. Atsız, Birgili Mehmet Efendi Bibliyografyası, İstanbul 1966.

18- Bu yüzden Kadızade diye şöhret bulmuş, hatta, Kadırga’da Sokullu Mehmed Paşa Tekkesinin şey­hi Sofyalı Büyükkadızade Mehmed Efendi’den ayırdedilmek için Küçükkadızade denilmiştir. Ken­disi ilk tahsilini memleketinde Birgivi Mehmed Efendi’nin öğrencilerinden gördükten sonra, İs­tanbul’a gelerek Dursunzade Abdullah Efendi’ye mürid olmuştu. Daha sonra Tercüman Yunus Tekkesi Şeyhi Ömer Efendi'nin hizmetine
girdi ise de, tıpkı Birgivi gibi tasavvufla uyuşamıyarak vazgeçti.Tahsilini tamamladıktan sonra bir müddet Aksaray’da Murad Paşa Camii’nde ders vetntiş, d idi;! sonra, Sultanseiim Camii vaizi olmuştur. Ayrıca evinin yanındaki mescidde de dersiamlık yapıyordu (bkz. Katıp Çelebi, Mizan, s, 126-127; aynı yazar, Fezleke, II, 182; krş. Naima, VI,219 Uzunçarşilı, III, 364}.

19- Kâtip Çelebi, Mizan, s. 130-132; Fezleke, a.ye. Yazar onun sık sık vaazlarında aşağıdaki gibi sözler söylediğini naklediyor ki, taassubunun derecesini göstermek bakımından zikre değer:
Kelâmı felsefe fülse değer mi

Ana sarraf-ı keyyis baş eğer mi

Mantıkiler ölür ise gam değil

Zira onlar ehli imandan değil

(Son iki mısra Ebuzziya tab’ında yoktur; O. Şaik Gökyayın neşrin­den alınmıştır),

20- Kâtip Çelebi, Mizan, s.1S1; Fezleke, II, 183.

21- Uzunçarşılı, 111, 364.

22- Naima, VI, 220; Fındıklık Mehmed Ağa, Silâhdar Tarihi, İstanbul 1928,1, 57-

23- Naima, a. ye. Naima, Kadızade’nin bu fetvasından cesaret alan IV. Murad’ın tütün ve kahve içen pek çok kişiyi katlettirmesinden gerçekte onun sorumlu olduğunu, bu yüzden hiçten yere yüzlerce günahsızın kanının döküldüğünü teessürle kaydeder. Ayrıca bkz. Silâhdar Tarihi, a.ye.

24- Naima, VI, 221.

25 Uzunçarşılı, a.ye.

26- Bk, Sefine-i Nefise-i Mevleviyân, Bulak 1283,1, 165.

27 -Bkz. Süleymaniye (Hacı Mahmud) Ktp., nr. 1926. Bunun ve Kadızade’nin diğer eserleri için bkz. Şimşek, §.* 8ı vd.

28- Kadızade sadece Tâcu'r-Resâil'de değil, öteki eserlerinde de ibn Teymıye’nin ve öğrencilerinin eserlerinden bahsetmektedir (krş. Şimşek, s. 95)-

29- Kâtip Çelebi, Mizan, s. 132; Fezleke, II, 183.

30- Abdülmecid Sivasi Efendi, Şeyh Muharrem b. Mehmed Zili adında bir zatın oğludur. Halveti şeyh­lerinden Şemsuddin Ahmed Efendi’nin de hem yeğeni, hem halifesi idi. Görüldüğü gibi bir şeyh ai­lesine mensuptu. İstanbul’a yerleştikten sonra, 1591 tarihinden itibaren kendi adıyla anılan tekkeye şeyh olmuş, 1. Ahmed'in Sultanahmed camiini inşasından sonra buraya vaiz tayin edilmişti. Kendi­sinin bazı risaleleri bulunmakta, aynı zamanda Şeyhî mahlasıyla şiirler de yazmaktaydı. Halk ara­sında kerametleri yayılmıştı (bkz. Kâtip Çelebi, Mizan, s. 126; krş. Naima, 218; Bursalı, 1,120).
31- Kâtip Çelebi, Mizan, s. 132; Fezleke, n, 183. Müellif, Şeyh Sivasi'nin de karşılık olarak Kadızade’yi mülhid ve zındık ilân ettiğini söyler.

32- Naima, VI, 219-220; krş. Uzunçarşılı, 111, 365-366; İnalcık, s. 184. Bu meselelerin ilahiyat açısın­dan münakaşa ve hükümlerine dair bkz. Şimşek, s. 110-225.

33- Kâtip Çelebi ve Naima bu duruma esefle işaret ederler (bkz. Mizan, s. 1327; Naima VI, 221). Ni­tekim Kâtip Çelebi Mizanul Hakk’ı, halkı birbirine körükörüne düşman olmaktan kurtarmak ve itidal yolunu göstermek için yazmıştır. O burada, yukarıda bahis konusu edilen meseleleri birer birer ek almış, eski ulemanın eserlerinden de deliller getirerek uygun cevaplar vermeye çalışmıştır. Müellif aynca. imanların yaratılış itibariyle farklı mizaç ve meşrebde olduklarını;bunun tabii karşılanmasını gerektiğini;dolayısıyla yerleşmiş bir takım  âdet ve örflerden halkı vaz geçtirmenin mümkün olmayacağını kaydeder. Bunların üzerine gidildiği takdirde toplum nizamın sarsılacağını,bu bakımdan Kadızade ve Şeyh Sivasi'nin yollarının yanlış olduğunu da sözlerini ekler.

34- Kâtip Çelebi, Mizan, s. 132, Naima, VI, 219, 221. Her iki yazar da bu şahısların asıl maksatlarının şöhret yapmak için padişahın dikkatini celbetmek olduğunu söylerler.

35- Kadızadenin bıı eseri, Süleymaniye (Serez) Ktp., nr. 3376/12 de bulunmaktadır.

36- Şeyh Siyasi’nin zikredilen eseri için bkz. Süleymaniye (Kılıç Ali Paşa) Ktp., nr. 1032/2.

37- Naima, VI, 221; krş. Uzunçarşılı, III, 366.

38- Kâtip Çelebi, Mizan, s. 126; Naima, VI, 218. Kadızade'nin vefatından iki sene sonra, yani 1637 de,
Sakarya havalisinde Şeyh-i Sakarya namıyla mehdilik iddia ederek ayaklanan bir zatın, dikkate de­ğer olaylara sebep olduğu görülür (bkz. Kâtip Çelebi, Fezleke, s. 195-196; Naima, III, 3i7'319î Uzunçarşılı, III, 206; Danışmend, III, 372-373). Kadızadeliler hareketiyle bu olayın aynı döneme rastla­ması herhalde bir tesadüf eseri olmasa gerektir. Her iki olayın da halkın içinde bulunduğu İçtimaî bunalımla sıkı sıkıya ilgisi muhakkaktır.

39- Bu dönemin iç ve dış olayları için bkz. Uzunçarşılı, III, 228-244; Danişmend. III, 387-411; Shaw, I, 200-206.

40- Naima, VI, 222; krş. Uzunçarşılı, III. 367. Naima, “Gürüh-ı mü'minîn ve muvahhidîn firka firka olıb mecûlis ve mehâfilde kuşe be-kuşe mübâhase ve ğâvğa ve bihude muârazalar ile birbirlerin riisvâ itmek- den hâli değiller idi" demek suretiyle işin fecaat derecesini ortaya koyar. Kâtip Çelebi ise, taassubun bu kadar şiddetlenmesine, akli ilimlerin (o bununla dinî ilimlerin dışındaki bütün sahaları kasde- diyor) ihmalinin sebep olduğunu, bunlar tedris edilmedikçe taassubun kaldınlamıyağını belirt­mektedir (bkz. Mizan, s, 15-17; krş. İnalcık, s. 185).

41- Naima, VI, 222; krş. Uzunçarşılı, III, 367.

42- Naima, VI, 223; krş. Mufassal Osmanlı Tarihi, İstanbul 1960, IV, 2047-2047; Shaw, I, 207,

43 Naima, VI, 222-224, 230. Tarihçi, Kadızadeliler sayesinde pek çok saray mensubunun da bu yol­suz tayinlerden, büyük servetler elde ettiklerini yazar. Ayrıca Kadızadeliler’in şeriata aşın düşkün­lüklerinin tamamen zahirî ve âlet mesabesinde oluşunu, aslında büyük bir ahlâk sukûtu içinde bu­lunduklarını bazı olaylar zikrederek göstermektedir (bkz. VI, 227-228). Benzer olaylardan birisini de Evliya Çelebi zikrederek Naima'nın anlattıklarını doğrular ve onun gibi, Kadızadeliler hakkında menfî düşüncelerini açıklamaktan çekinmez (bkz. Evliya Çelebi Seyahatnamesi, İstanbul 1314, IV, 247-249). Ancak Kadızadeliler’in hepsini aynı gözle görmek de doğru değildir. Aralarında herhal­de yapılan yolsuzlukları tasvip etmeyen ve samimi olarak -yanlış yolda olsa bile- dinî duygularıy­la hareket edenler vardı.

44- Naima, VI, 222.

45- V, 53-54.

46- A.g.e„ V, 54. krş.}. de Hammer, Histoire de l’Empire Ottoman, Paris 1835, 264; Uzunçarşılı, III, 368.

47- Üstüvânî Mehmed Efendi nin vaazlarından bir kısmının metnine Üstüvânî Risalesi adıyla sahip bu­lunuyoruz. Bu risale, adı geçenin öğrencilerinden biri tarafından vaaz metinlerinin bir araya top­lanmasıyla meydana gelmiş olup H.G. Yurdaydın bunu ilk defa bir makalesinde inceleyip tanıt­mıştır (bkz. Üstüvânî Risalesi”, ÎFD, (I962), s. 71-78). Sultana ’l-vâızin olarak tavsif edilen Üstüvanî Efendi nin bu risalesi, bazıları Kadızadeliler ile Şeyh Sivasiler arasında münakaşa edilen ko­nulardan oluşan 50 küsur bab’a ayrılmıştır. Her hüküm, İbn Teymiye’den Birgivi'ye kadar aynı ekolün mensubu ulemanın fikirleriyle desteklenmiştir.

48- Naima, V, 53, 264: Uzunçarşılı, IIIı, 371.

49- Naima, V, 56; krs. Shaw, I, 207.

50- Naima, V, 56-58; krş. Hammer XI, 264-266; Uzunçarşılı, III, 368-369, Olayın tafsilatı için göste­rilen sayfalara bkz.

51- Naima, V, 55. Tarihçi, Kadızadeliler’in elebaşılarından olan vaiz Türk Ahmed ve Divane Mustafa gibi mutaassıp tahrikçilerin faaliyetleri ve garip din anlayışları konusunda ibret verici pasajlar kay­deder, (bkz. "V, 226-227).

52- Kâtip Çelebi, Fezleke, II, 383; Naima, V, 264-269; krş. Uzunçarşılı, III, 370-371. Tarikat-ı Muham mediye’yi tenkit edenler arasında Şeyh Sivasi’nin halifesi ve zamanın ileri gelen Halveti şeyhlerin­den Abdülahad Nuri Efendi de bulunuyordu. Onun da aynı muameleye mâruz kaldığını biliyoruz (Fezleke, n, 383). Kâtip Çelebi’nin şahsî kanaati, yazılan bu tenkitlerden hiç birinin ilmî hüviyete sa­hip olmadıkları merkezindedir. Abdülahad Nuri Efendi’nin, sema’ ve deveranın meşru olduğu ko­nusunda Deverân-ı Sûfiyye (Süleymaniye Hacı Raşid Paşa) Ktp. nr. £7/5) adında bir risalesi vardır.

53- A.g. eserler, a. ye.

54- Bu olay hakkında bkz. Uzunçarşılı, III, 258-299; Danişmend, İÜ, 420-421,

55- A.g.e., III, 421-422; Uzunçarşılı III, 303-205.

56- Naima VI, 224.

57- A%.e„ VI, 224-226; Silahdar Tarihi, I, 59; krş. Uzunçarşılı, III, 372-373.

58- A,g. eserler, a. ye.

59- Köprülü Mehmed Paşa’nın bu davranışının, henüz iktidara geldiği bir sırada, fazla ileri giderek Kadızadeliler’i ayaklandırmaktan çekindiği tarzında yorumlanması mümkündür.
Bu yazının hazırlanışı sırasında Kadızadeliler hareketi hakkında Necati öztürk tarafından İngilte­re de bir doktora tezi yapılmış olduğu bilinmekteydi. Ancak yazının baskıya verildiği güne kadar söz konusu bu tezi görmek mümkün olmamıştır.

..........
Devamını Oku »

İstanbulu Mekan Edinen Batılılar





İstanbul 18. ve 19. yüzyıllarda Batılı pek çok alim, sanatkâr ve aske­re ev sahipliği yapmış bir şehir. Bunlardan bir kısmı burada doğmuş, bir kısmı İse son uykularına burada çekilmişlerdir. Bazıları şehre aşık olmuş, defalarca gelerek farklı semtlerde uzun süreli ikamet etmiş, yazdıkları romanlara, şiirlere, çizdikleri tablolara bu şehri taşımışlardır. Bu kişilerin biyografilerinin bir kitabı çok rahatlık­la dolduracağını bildiğimden sadece kişisel olarak ilgimi çeken birkaçını bu satır­lara taşımakla yetineceğim.

Dışı Osmanli içi Fransiz bîr subay:Humbaraci Ahmet Paşa

Yolu Galata Mevlevihanesi’ne düşenler bilir. Mevlevihanenin hamuşanında yani haziresinde girişin hemen sol tarafında en köşede etrafı demir parmaklıklarla çevrili bir mezar yer alır. Söz konusu mezar, hayatı neredeyse bir film senaryosunu andı­ran Humbaraci Ahmet Paşa’ya aittir. Paşanın Fransa’nın Limousin eyaletinden Gala­ta Mevlevihanesi’ne uzanan ilginç hayatına şöyle bir göz atalım. Claude Alexandre Comte de Bonneval adı ile soylu bir ailenin çocuğu olarak dünyaya gelen Ahmet Pa­şa, önce Fransız donanmasında ardından da kara ordusunda eğitim alarak subay oldu. İtalya ve İspanya ile yapılan savaşlarda başarılara imza attı. Ancak bir takım nedenlerden dolayı dönemin kralı olan ve “Güneş Kral” olarak da bilinen 14. Louis ile arası açıldı. Fransa’dan kaçarak ülkesinin can düşmanı olan Avusturya’ya sığın­dı. Burada bir diğer Fransız, Prens Öjen’in hizmetinde çalıştı ve ülkesiyle yapılan savaşlarda Avusturya orduları namına önemli başarılar elde etti. Osmanlılara karşı da kayda değer başarılar kazandı. Ancak 20 yıllık bir hizmet evresinin ardından Prens Öjen ile arası açılınca kendine yeni bir sığınacak ülke arayan de Bonneval’in bu yöndeki talepleri, İspanya ve Lehistan tarafından reddedildi. Bunun üzerine 1729 yılında henüz Lale devrini yaşamakta olan Osmanli topraklarına sığındı. Bir müddet Bosna’da yaşadı ve hatta burada İslam’a geçerek Ahmet adını aldı. Lâkin paşanın Müslümanlığının samimiyet derecesi hala tartışmalıdır. Kendisinin tasav­vufa olan meyli ise bilinmektedir. I. Mahmut’un Patrona İsyanı sonrasında tahta geçmesi ile gerginleşen Osmanlı-Avusturya ilişkilerini akıllıca değerlendiren Ahmet Bey, Osmanlı ordusu için bir dizi ıslahat önerisi sununca İstanbul’a çağrıldı.



Paşalık rütbesi verilerek o sıralar Üsküdar’ın Ayazma semtinde bulunan humbaracıların eğitimi İle görevlendirildi. Paşa’nın işini hakkıyla yaptığı biliniyor. Nitekim 1736-39 yılında Osmanlı ordularının Avusturya karşısında kazandığı başarılarda onun payı büyüktür. Lâkin son dere­ce hırslı kişiliği ile tanınan ve bu nedenle de hizmetine girdiği hemen her devletin üst düzey ricaliyle çatışmaktan geri kalmayan paşa, İs­tanbul’da da rahat durmadı. Bir ara Kastamonu’ya bile sürüldü. Öm­rünün son demlerini bugünkü Beyoğlu’nda Galata Mevlevihanesi’ne yakın bir mevkide bulunan evinde geçirdi. İleri yaşına rağmen Fransa ya da İtalya’ya geçerek faaliyetlerine burada devam etmek azminde olan paşanın fırtınalı yaşamı, 1747’de ölümüyle duruldu. Bu denli fır­tınalı bir ömür yaşayan askerin, kelime anlamı “sessizler evi” olan ve ölüm sonrasındaki huzur ve asudeliğe gönderme yapan Mevlevi ha- muşanında yatması ise son derece ironiktir.



İSTANBUL DOĞUMLU BİR FRANSIZ İHTİLALİ KAHRAMANI:

Andre Chenier

İstanbul dünyaca ünlü pek çok aydın ve yazarı misafir ettiği gibi bazı önemli simalar da bu kozmopolit kentte doğmuşlardır. Galata’da, Bankalar Caddesi’ndeki meşhur Komando merdivenlerini çıkıp sola kıvrıldığınızda ve Avusturya Lisesi’ni geride bırakıp, Ceneviz podesta- larının ikamet ettiği sarayı geçip yolunuza devam ettiğinizde, son de­rece eski fakat bir o kadar da heybetli bir İş hanı İle karşılaşırsınız.

Saint Pierre Hanı adını taşıyan yapı, gerçekten de İstanbul'daki en eski hanlardan bir tanesidir. Bakışlarınızı binanın üzerinde gezdirdiğinizde gözleriniz Fransızca şu İbareye takılır: “André Chenier naquit dans cette maison le 30 Octobre 1762.” Benim gibi Fransızca fukarası İseniz o zaman çevirisini de vererek sizi bir zahmetten kurtarayım: "André Chenier 30 Ekim 1762'de bu evde doğmuştur." Yapıyı gördükten sonra bu sefer de aklınıza şu sual takılacaktır, “iyi de buranın evle ne İlgisi var?” Gerçekten de buranın evle bir ilgisi yok. Hatta yapının tarihte oynamış olduğu en önemli rol, Osmanlı Bankası’nın kurulduğu bina olması. Esasen Levanten kökenli Fransız mimar Alexandre Vallaury tarafından buraya iliştirilen kitabe, eksik malumat taşır. Zira Chenier, bu handa değil, doğumundan kısa bir süre sonra bölgede çıkan yangın neticesinde yok olan Fransız Ticaret Temsilciliği lojmanlarında doğmuştur. Zaten doğumundan 3 yıl kadar sonra da ailesi İstanbul’u terk edip Fransa’ya yerleştiğinden dolayı Saint Piere Hanı’nı hiç görememiştir. Chenier’i şöhrete ulaştıran da zaten Fransa’daki yaşamıdır.



Chenier, aydın bir aileden gelmekte idi ve annesinin Rum kökenli ol­ması nedeniyle de daha çocukluk çağlarından itibaren Helen ve Latin tarihine merak salarak bu devirlere duyduğu özlemi kaleme aldığı şi­irler yazdı. Fransız romantizminin en ünlü simaları arasında kabul edil­mesine neden olan şiirlerinin pek çoğu, ölümünden sonra basıldı. Chenier, ihtilalin gerçekleşmesine hatipliği ve gazetelerde kaleme al­dığı ateşli yazıları ile önemli katkılarda bulundu. Ancak İhtilal sonra­sında yaşanan terör devresinde İdareyi ele geçiren Jakobenleri eleş­tirdiği ve onlarla ters düştüğü İçin hakkında tutuklama emri çıkarıldı. Bir süre saklandıysa da sonunda tutuklanarak Saint Lazare Hapisha-nesi’ne gönderildi. Temmuz 1789’da devrim, en ateşli çocuklarından birini daha yiyecek ve Chenier, giyotinle idam edilecektir. İdam edil­meden önce eliyle alnını göstererek söylediği sözler, genç yazarın dramını da sergiler: “Gelecek kuşaklar İçin bir şey yapamadım. Hal­buki burada bir şeyler vardı.” Kaderin garip bir cilvesidir kİ onun ida­mından sadece iki gün sonra kendisini giyotine gönderen Robespierre liderliğindeki Jakobenler de devrilecektir. Chenier öldüğünde sadece 31 yaşındaydı.

Öğrencilerin Don İzzet Paşası

İstanbul’da sadece uzun süre yaşamakla kalmayıp burada hayata gözlerini yuman Avrupalı sanatçılardan biri de Giuseppe Donizetti ya da öğrencilerinin İfadesi İle Don İzzet Paşa’dır. Müzisyen bir aileden gelen Giuseppe Donizetti, oldukça renkli bir hayat sürmüştür. Donizetti, gençlik yıllarında bando üyesi olarak Napolyon’un ordusunda yer aldı. Hatta onun Elbe adası sürgününde ve son savaşı olan Waterloo’da hazır bulundu. Sonrasında memleketine dönerek Plyemonte ordusunda alay bandosu idareciliği yaptı.

Bu sırada Osmanlı payitahtında da köklü değişimler yaşanıyor, 2. Mahmut kılık kıyafet alanından, eğitim alanına bürokrasiden sosyal yaşama kadar uzanan sahalarda köklü reformlara imza atıyordu. Bu reform sürecinden asırlık mehterhane de etkilenmişti. Yeniçeri Ocağı kaldırıldıktan sonra o günlerin hatırasını yaşatan Mehteran’ın da ilga edilerek yerine modern tarzda bir Mızıka-i Hümayun kurulması için teşebbüslere girişilmişti.



İşte Osmanlı bandosunda hizmet verecek yetenekli ve tecrübeli hoca arayışının devam ettiği günlerde Serasker Hüsrev Paşa, İstanbul’daki Sardunya elçisinden bu konuda yardımcı olmasını İster. Bu talep üzerine Giuseppe Donizetti İstanbul’a gönderilir. Pera semtinde Asmalımescit civarına yerleşen Donlzetti’nin, burada yaşanan yangınlardan dolayı birkaç ev değiştirdiği biliniyor. Nitekim Donizetti ailesinden kalma ve bugün de giriş kapısının üzerinde “Apartament Donizetti” ibaresinin okunabildiği yapı, Asmalımescit’ten Pera Palas’a doğru yürürken sol kolda karşınıza çıkıverir.

Donizetti, İstanbul’a geldiği ilk 4 ay İçinde “Mahmudiye” adını verdiği bir marş kaleme alarak sultanın takdirini kazanmıştır. Dahası bugün de muamma olan bir biçimde söz konusu marş, 1839’da İsveç ordusu tarafından resmi marş olarak kabul edilmiştir. Avrupa’da da çeşitli de­falar basılan marş, Sultan 6. Mehmet Vahdettln’ln saltanatı dönemin­de, resmen Osmanlı milli marşı İlan olunur. Bu beste her ne kadar Sul­tan Mahmut’un İktidarı döneminde milli marş olarak kullanılmışsa da,Donizetti’nin daha sonra tahta çıkan Sultan Abdülmecit İçin kaleme aldığı Mecidiye Marşı ortaya çıkınca İkincisi İlkinin yerini almıştı.

Yaptığı hizmetler sonrasında Donizetti'nln rütbesi 1841'de miralay (al­bay). 1851de de mirlivalığa (tuğgeneral) yükseltildiği gibi hayatının son yıllarında da “paşa" unvanını aldı. Donizetti Paşa, Türk müziğinin önde gelen pek çok İsmine de hocalık yapmıştı. Sultan Abdülmecit, Dürrinigâr Kalfa ve Süleyman Paşa gibi isimler onun yetiştirdiği en önemli öğrencilerdi. Donizetti İstanbul’da başarılarla dolu yaşamını, uzun süredir mücadele etmekte olduğu kalp rahatsızlığına yenik düş­mesi nedeniyle Kırım Savaşı’nın son günlerinde, 12 Şubat 1856’da ta­mamladı. İstiklal Caddesi üzerindeki Santa Marla Kilisesi’nde gerçek­leşen cenaze töreninin ardından Harbiye’deki Nötr Dame de Sion Lise- si'nin hemen bitişiğinde bulunan Saint Esprit Katedrali'ne defnedildi. Bugün de katedralin mahzeninde bulunan lahitinin hemen arkasında şu yazılar okunabilir: “Bergamotu Giuseppe Donizetti, Bonapart’ın askeri, Legion D'Honneur sahibi, Osmanlı askeri müziği eğitmeni, Abdülmecit’in paşası, İstanbul’da 1856’da öldü.” Osmanlı hizmetindeki meşhur Batılılar içerisinde anısı en uzun süre devam eden kişilerden biri olan Donizetti’nin torunları da İstanbul’da ikamet etmeyi sürdürmüşlerdir.

Mazlum ulusların şaîri:Adam MickieWicz

Bazı şairler vardır ki yaşadıkları devirlerde maruz kaldıkları zorbalık, şiirlerine güç olarak yansır. Polonya’nın milli şairi olarak kabul edilen Mickiewicz de şiirlerini böylesi bir dönemde kaleme almıştır. Mickiewicz, 1798 yılında Napolyon savaşlarının süregeldiği bir devirde doğ­muştu. Doğduğunda mensubu olduğu Polonya ulusu özgürlüğün ne ol­duğunu neredeyse unutmuştu. Bu nedenle Polonyalılar, Napolyon’un 1812’de topraklarından geçişini büyük bir coşkuyla karşıladılar. An­cak ertesi yıl Napolyon önce Leipzig’de 2 yıl sonra da Waterloo’da ye­nilince İngiltere, Prusya, Avusturya ve Rusya'dan oluşan koalisyon güçleri Polonya’nın kaderini Viyana Kongresi’nde belirlediler. Galip devletlerin üçünün ortasında yer alan Polonya’nın akıbeti daha baş­tan belliydi. Rusya, Avusturya ve Prusya Polonya’yı kendi aralarında paylaştılar. Bu felaketler devri Mickiewicz’in düşünce yapısının oluşu­munda önemli rol oynadı.

Mickiewicz’in çağdaşları Almanya’da Goethe ve Sebiller, İngiltere’de Lord Byron, Fransa’da Victor Hugo gibi güçlü edipler idi. Bunlar, döne­min ihtilallerle geçen siyasi çalkantılarında romantik ve milliyetçi eserleri ile ihtilalin oluşumuna katkıda bulunan isimlerdi. Mickiewicz de bu ediblerden bir kısmı ile doğrudan görüşmüş ve fikirlerinden et­kilenmiştir. 1817’de daha öğrencilik yıllarında, Polonya bağımsızlık hareketi için bazı örgütlere üye olmuş, 1824te de çarlık hükümeti tarafından tutuklanarak Rusya'ya sürgün edilmişti.

Genç Polonyalı Saint Petersburg, Moskova ve Odessa gibi Rusya'nın kültürel merkezlerinde geçen bu devreyi en iyi şekilde değerlendirmiş, Puşkin başta olmak üzere dönemin pek çok aydınıyla temas kurmuştur. Sonrasında Rusya'daki dostlarının da yardımıyla 1829’da Çekoslovakya ve Almanya üzerinden İtalya’ya geçti. Almanya'da Weimar kentinde ünlü şair Goethe ile tanışma şansı buldu. Tüm Avrupa’yı kasıp kavuran 1830 ihtilallerini Mickiewicz, İtalya’da karşıladı. En kanlı çatışmalar bil hassa Polonya'da gerçekleşti ve isyancıları Rus ordusuna karşı en çok motive eden güç onun şiirleriydi. Ancak isyan Rusya tarafından şiddetle bastırıldı. Liberalizm ve işçi hareketlerinin etkisiyle patlak veren 1848 ihtilallerinde de Mickiewicz aktif rol aldı. O sıralarda İtalya’da bulunduğu için Avusturya’ya karşı mücadele eden Garibaldi’nin ordusunu destekledi. Yine burada kaleme aldığı yazılarda despotizm altında inleyen Polonyalı, Alman, Macar ve İtalyanlara birleşme çağrısı yaptı. İhtilaller Almanya ve İtalya'da görece sonuç elde ederken Doğu Avrupa halklarının kaderinde köklü bir değişime yol açmadı.



1853’te Osmanlı ile Rusya arasında çıkan savaş, bir süre sonra İngiltere ve Fransa’nın Osmanlı ile ittifak kurarak Kırım’a saldırması, Mickiewicz’e yeni bir umut ışığı sundu. Eylül 1855’te büyük despotun sonunu daha yakından görmek ve mücadelede daha aktif rol almak için İstanbul'a geldi. Bilindiği üzere Kırım Savaşı’nda 1848 ihtilalleri çerçevesinde ayaklanan ancak özgürlüklerini elde edemeyen Macar ve Polonyalılar da mütte­fik ordular safında yer almışlardı. Mickiewicz’in yapmak istediklerin­den biri de mücadeleye katılan vatandaşlarına dizeleri ile destek ver­mekti. Kendisinin İstanbul’da Saint Lazare Manastırı ile Lüksemburg Oteli’nde bir müddet kaldıktan sonra bugün Kasımpaşa semti sınırla­rı içinde kalan ve 1955’te yani şairin 100. ölüm yıldönümünde müze­ye dönüştürülen üç katlı bir evde kaldığı biliniyor. Burada geçen bir kaç ayın sonunda muhtemelen savaş nedeniyle İstanbul’a yaralı müt­tefik askerler tarafından taşınan koleraya yakalanarak ansızın öldü.

Hayata gözlerini yumduğu üç katlı evin bodrumunda temsili bir meza­rı bulunmaktadır.

İstanbul sevgîsi İçin ordudan atîlan yazar:Claude Farrer

Claude Farrer, isimleri İstanbul’la özdeşleşerek şehrin caddelerine nam olmuş İki Fransız yazardan biridir. Diğeri ise Plerre Loti'dir ki elinizdeki çalışmada onun hakkında ayrı bir yazı yer aldığından kendisi bu makaleye dahil edilmemiştir. Farrer de tıpkı Loti gibi denizcidir. İstanbul’u defalarca ziyaret etmiş ve her ziyaretinde başka mekanlarda ikamet ederek şehri tanıma yoluna gitmiştir. İstanbul’a karşı o denli yoğun duygular beslemiştir ki I. Dünya Savaşı yıllarında kendisi gibi bahriye subayı olan Pierre Loti İle beraber savaş halinde oldukları Osmanlı devletini savunan, Fransa’nın Osmanlı karşısında yer almasını büyük bir tarihi hata olarak niteleyen yazılar kaleme aldığı İçin 1919’da subaylık mesleğinden erken emekliliğe sevk edilmiştir. Bu aslında Farrer’e edebiyatla daha yakından ilgilenme ve daha çok gezme imkanı vermiştir. Yeri gelmişken hemen belirtelim kİ Farrer’in emekli olmadan önce görev yaptığı gemilerden bir tanesi de Çanakkale savaşları sırasında sulara gömülerek batan meşhur Fransız zırhlısı Bouvet’dir.



Farrer’in İstanbul’a ilk gelişi 1902, son gelişiyse 1950’dir. 1903’de ise Pierre Loti’nin idaresinde olan La Vautour gemisi İle İstanbul’a gelmiştir. Farrer, bilhassa I. Dünya Savaşı’nda Osmanlı devleti lehine kaleme aldığı yazılardan ve bunun karşılığında ödediği bedel­den dolayı Türk halkının yoğun sevgisine mazhar olmuştur. Nitekim Fransız hükümeti Milli Mücadele yıllarında onun bu popülaritesinden istifade etmeye çalışmış ve kendisi İstanbul’a gönderilmiştir. Sakar­ya Savaşı’nın kazanıldığı günlerde İstanbul’a gelen yazar, buradan Adapazarı’na geçerek Mustafa Kemal Paşa İle görüşmüş, onun niyet­lerini öğrenmeye çalışmıştır. Esasen bilindiği üzere Fransa, bilhassa Ortadoğu’daki nüfuz alanlarının paylaşımı meselesinden dolayı Ingil­tere ile ters düşmüş ve kamuoyunda da I. Dünya Savaşı’nda toprak­ları Almanlar tarafından harabe haline getirilen Fransa’nın ana kara dışında macera aramaması konusunda bir dizi propaganda faaliyeti­nin sürmesi nedeniyle Anadolu’yu terke hazır bir hale gelmiştir, ilginçtir  ki İstanbul ve Türk aşığı olarak bilinen Farrer'in M. Kemal ve kafasındaki tasanlar hakkındaki düşünceleri pek müspet değildir.

Farrer modernize olmaya başlayan Türkiye'nin şarka mahsus gizemini yitireceğinden endişe eder. Buna rağmen kendisinin çeşitli defalar Ankara ve İstanbul'a gelmeye devam ettiği biliniyor. Yazar bu gezilerdeki gözlemlerini yazılarına ve romanlarına da taşımıştır. Bugün Divanyolu'nda bir cadde, 1935'te Fransız akademisine de seçilmiş olan İstanbul sevdalısı bu yazarın adını taşır.

Sovyet devrimi sürgünü bir büyükadalı:Troçki

1917’de gerçekleşen Rus devrimi tüm dünyada büyük bir heyecana yol açmıştır. İşin ilginci bu devrim Marx’ın öngördüğü gibi işçi sınıfının en kuvvetli olduğu İngiltere, Fransa ya da Almanya gibi bir sanayi ülkesinde değil de Rusya gibi despotik bir tanm ülkesinde gerçekleşmiştir. Devrim sonrasında sosyalistlerin Bolşevik kanadı, daha ılımlı olan Menşevik kanadını tasfiye etmeye kalkmış, bu da Rusya’yı bir iç savaşın içine sürüklemiştir. İç savaş döneminde bilhassa iki isim,Bolşevik hareketin lideri Lenin ile Kızılordu’nun kurucusu ve Lenin’in halefi olarak gösterilen Troçki ön plana çıkmıştır. Lenin’in ardı ardına geçirdiği felçler sonrasında ise iktidar beklenildiği gibi Troçki’nin değil, komünist parti içerisinde ciddi bir yandaş desteği toplamayı başaran Stalin’in eline geçecektir. Troçki’nin Lenin’in bazı eylemlerini tasvip etmemesi ve Stalin’le de bazı konularda çatışması ona sürgün yolunu açacaktır.



1879’da orta halli bir Yahudi ailenin çocuğu olarak Ukrayna’da doğan ve devrimciler safına katılan Troçki, İlk sürgününü bu nedenle 1898’de çarlık rejimince Sibirya’ya sürülerek yaşamıştı. 1928’de önce ülke içinde Alma Ata’ya sürülecek ancak eleştiri ve faaliyetlerine devam edince bir yıl sonra bu kez Sovyet hudutlarının dışında yaşamaya mahkum edilecektir. Sovyet hükümeti, sürgün konusunda Batılı bazı ülkelerle yazışmaya girişmiş lâkin hiçbir ülke bu ateşli devrimciyi kabul etmeye yanaşmamıştı. Sovyetlerin aradığı olumlu yanıt Türkiye’den gelecektir. Türk hükümeti, Troçki’nin ikameti İçin Büyükada’yı tahsis etmiş ve dilediği kadar burada ikamet edebileceğini Sovyet yetkililere bildirmiştir. Türkiye'nin Troçki'yi kabul etmesinde hiç şüphe yok ki onun “Savaş komiserliği" görevinde bulunduğu yıllarda Türk milli davasına silah temini konusunda göstermiş olduğu kolay­lıklar etkili olmuştur. Her ne kadar Bolşevikler bu yardımı, Sovyet devrim ilkelerinin Türkiye'de de tutunacağı umuduyla yapmış olsalar da o yokluk günlerinde gelen destek TBMM İçin hayat İksiri vazifesi görmüştür.

Türkiye tarafından Büyükada’nın tercih edilmesinin en temel nedeni adanın İstanbul'dan uzak olması ve küçük olduğundan dolayı kontro­lünün kolay sağlanması olsa gerek. Talihin garip bir cilvesidir ki ada, aynı zamanda Bizans İmparatorluğu zamanında da sürgün yeri vazife­si görmekteydi. Troçki’nin ikametine Arap İzzet Paşa köşkü olarak da bilinen İlyasko Köşkü tahsis edilir. Köşkün önüne de bir karakol kurulur. Zira Troçki’nin Stalin ya da halihazırda Rusya’daki İç savaşı kaybettikleri için İstanbul’a kaçmak zorunda kalan Beyaz Ruslar ta­rafından bir suikaste maruz kalmasından endişelenilmektedir. Esasen bu endişe tamamen yersiz de değildir. Zira İkamet ettiği köşk 1931’de kundaklanır.

Troçki açısından ada günleri fırtınalı yaşamının en sakin safhaların­dan birisini teşkil eder. Bu devrede “Hayatım” adlı otobiyografisinin yanısıra pek çok yazı kaleme alır. Ayrıca sandalla denize açılarak ba­lık avlamak suretiyle de zihnini dinlendirir. Adada zaman zaman Geor­ge Simenon ve Emil Ludwig gibi edebiyat dünyasının ünlü isimlerince de ziyaret edilen Troçki, 15 Temmuz 1933’de adadan ayrılır. Fransa ve Norveç’in ardından bir süre de Meksika’da yaşayan Troçki, 1940’da burada hayatını kaybedecektir.



Önder Kaya – Fatih’in Müjdelenen Şehri,syf:177-185(Küre yay.)
Devamını Oku »

Modern Avrupa'nın Gelişmesinde Türk Etkisi








Prof.Dr. Halil İNALCIK

Batıda Avrupa merkezli tarih görüşünün yerini gerçek dünya tarihi kavramının almasından bu yana, dünyanın çok önemli bir bölgesinde beşyüz yıldan fazla hüküm süren Osmanlı İmparatorluğu tarihi yeni bir ilgi odağı oluşturuyor. Avrupa tarihindeki Osmanlı imparatorluğunun yeri problemi üzerine Avrupa ve Amerika’da son zamanlarda yapılan bir dizi katkı, bu artan ilginin bir işareti sayılabilir. Esas itibariyle Osmanlı belgelerinden yararlanmamaları nedeniyle yeni çalışmaların bir kısmı belli ön yargılardan arınmamış da olsa, bunlar, yeni düşünceler ve yeni yönelimleri keşfetmişlerdir.

Bu yayınların ışığında şimdi biz, mesela, Osmanlı devletinin Avrupa politikalarındaki kuvvetler dengesinde nasıl önemli bir faktör haline geldiğini konuşabiliyoruz. 1430'dan 1525’e kadar süren İtalya savaşlarının ilk dönemi sırasında bile Osmanlı devleti, İtalyan diplomasisinde önemli bir faktördü. Fr. Babinger ve J. Kissling, İtalyan arşiv materyallerine dayanan çalışmalarında, ve S. Fısher, Pfefferman, Schvvoebel, D. Vaugan konuya daha genel yaklaşımlarında, İtalyan saraylarının Osmanlı Sultanıyla ilişkileri nasıl sürdürdüğünü gösterdiler. Bu tür siyasî ve askerî konular görüşmelerle halledildiği ve asla yazıya geçirilmediği için Batı arşivlerinde konuyla ilgili fazla bir malzeme yoktur Fakat bazen bir Osmanlı askerî müdahalesi gerçekten istenmese bile, gözdağı vermek için gizli bir işbirliği söylentisi kullanılıyordu. Büyük baskı altında kalan İtalyan devletleri son çare olarak Osmanlıyı yardıma çağırma tehdidini kullandılar. 1525’de kralları İmparator tarafından tutsak edilen Fransızlar da fiilen bu İtalyan politikasına başvurdular.

Osmanlılar 1526’da Macaristan’ı işgal etmek ve 1532’de Akdeniz’de İmparatora karşı bir deniz cephesi açmak ıçin bu fırsatı memnuniyetle karşıladı, tıpkı geçmişte Venedik’e karşı İtalya’daki durumdan yararlandıkları gibi. 1480’den itibaren Osman- lılar her zaman İtalya’yı işgal etmeyi düşündüler. Kararlı bir adım için onları tereddüde götüren iki faktör, Papa ve imparator önderliğinde birleşmiş bir Avrupa’nın direniş ihtimali, ve kendi deniz gücünün bir deniz cephesi açma noktasındaki zaafı. Fakat 1537’de Kanuni Sultan Süleyman, harekete geçme zamanının geldiğini düşündü.

Daha 1531 ’de Venedik elçisi, Venedik dükasına şöyle yazıyordu: “Süleyman, ‘Roma’ya, Roma’ya’ diyor ve Sezar lakabı nedeniyle İmparatordan nefret ediyor, çünkü bu kendisinin de Sezar [Kayser-i Rum] diye anılmasına yol açıyor”. 1537 ve 1538’de Osmanlıların Adriyatik kıyılarındaki Venedik kalelerini ve Korfu adasını ele geçirme girişimleri aslında İtalya işgaline bir hazırlıktı. O zaman Fransa Osmanlı’nın müttefikiydi. Korfu kuşatması, Fransız deniz gücü tarafından desteklenmişti. Fakat Kral ve İmparator bütün Avrupa Hıristiyanlığını ilgilendiren büyük tehlikeyi gördü. 1538 Temmuzunda Francis, Charles V ile Aigues-Mortes’de barış yaptı ve dahası, Osmanlılara karşı yapılacak bir sefere katılacağına söz verdi. İki ay sonra Sultan’ın büyük amirali Barbaros, Preveze’de güçlü bir haçlı donanmasını yenmeyi başardı. Daha sonra bu zafer, Fransız ittifakı olmadan faydasız bir hale geldi.

Vurgulamaya çalıştığım şey, Osmanlılar İtalyan savaşlarının ikinci döneminde aktif bir unsur haline geldiler ve öyle bir an geldi ki İtalya için mücadele eden Batılılar, kuvvetler dengesinin Sultan lehine kaybedildiğini gördüler. Burada, Osmanlıların Fransa ittifakının değerini tamamen takdir ettiklerini ve Kralı finansal olarak da desteklediklerini ilave etmek gerekiyor. 1533’de Padişah Francis’e, Charles V’e karşı İngiltere ve Almanya prensleriyle koalisyon kurmasını sağlamak için toplam yüzbin altın gönderdi. İki yıl sonra Fransa Kralı Padışah’dan bir milyon düka altını ek talepte bulundu. Daha sonra 1555’de Fransa Kralı II. Henry, paraya sıkışınca, Fransa’da faizi yüzde 12 ile 16 arasında değişen borçlanma bonosu çıkardı ve o zaman aralarında paşaların da bulunduğu pek çok Türk bu borçlanmaya para yatırmayı kârlı buldu. Kral, Sultan’ın Yahudi vergi mültezimi Joseph Nasi’den [Yusuf Nasi] 150.000 scudo borç aldı. Kendi payına Fransa kralı, Avrupa’daki Habsburg üstünlüğünü kontrol altına alan esas güç olarak Osmanlı ittifakının öneminin çok iyi farkındaydı. 1532’de I. Francis, Venedik büyükelçisine, Osmanlı İmparatorluğunu, Avrupa devletlerinin Charles V’e karşı devamlı varlığını garanti eden yegane güç olarak gördüğünü açıkladı.

Kısacası Osmanlı İmparatorluğunun 16. yüzyılda Avrupa’daki kuvvet dengesinde ve sonuç olarak Batı’daki ulus-devletlerin yükselişinde önemli bir rol oynadığı söylenebilir. Bu rolün 1580’den sonraki dönemde İngiliz ve Hollandalıların aldığı Os-manlı destek ve teşvikinde devam ettiği görülür ki o zaman bu uluslar Habsburgların üstünlük girişimlerine karşı Avrupa direnişinin öncüleri olduklarını kanıtlamışlardır.

Onaltıncı ve onyedinci yüzyıllarda Protestan ve Kalvinistlerin desteklenmesi, Avrupa’daki Osmanlı politikasının temel prensiplerinden birisiydi. Daha 1552’de Sultan Süleyman Almanya’daki Protestan prensleri Papa ve İmparatora karşı kışkırtmaya çalıştı. Onlara gönderdiği mektupta, kendisinin bir sefer başlatmak üzere olduğunu, Almanya’ya girdiği zaman kendilerinin bir zarar görmeyeceğine yemin ettiğini söylüyordu. Melanchton, sonuçta Sultan’ın bir memuru olan İstanbul Patriği ile doğrudan temas halindeydi. Daha sonra, Aşağı Ülkelerdeki ve İspanya’ya bağlı diğer topraklardaki Lüteryan prenslere gönderdiği bir mektupta Padişah askeri yardım teklif etti ve onları kendine yakın gördü, çünkü onlar putlara tapmıyor, tek Tanrıya inanıyor ve Papa ve İmparatora karşı savaşıyorlardı. Osmanlı hakimiyeti altında Macaristan ve Transilvanya’da serbestçe Kalvinizm propagandası yapılıyordu ki bu ülkeler onyedinci yüzyılda Kalvinist ve Unitarionların kalesi haline geldi. Habsburglar üzerindeki Osmanlı baskısının Avrupa’da Protestanlığın yayılmasında önemli bir faktör olduğu gerçeği, oldukça inandırıcı bir argümandır.

Ayrıca işaret edilmelidir ki Doğu Avrupa politikalarındaki büyük bir güç olarak, o zaman bölgede hakimiyet kurmaya ve pekiştirmeye çalışan Jagellonlara ve Altın Ordu’ya karşı Moskova- Kırım ittifakım desteklemek suretiyle Osmanlılar, Moskova’nın yükselişine katkıda bulunmuştur. Osmanlılar onaltıncı yüzyıl ortalarında Moskova’nın üstünlük ve yayılmasının, Karadeniz ve Kafkasya’daki çıkarları açısından oluşturduğu tehlikeyi gördükleri zaman ise iş işten geçmişti.

Bu noktada daha ayrıntılı bir şekilde Osmanlı İmparatorluğu'nun Avrupa ile olan ekonomik ilişkilerine geçmek istiyorum.

Osmanlı ekonomisinden bahsederken, Osmanlı hakim sınıfının üretici sınıflara karşı tavrını ve geneldeki ekonomi politikası problemini gözden kaçırmamak gerekir.

Her şeyden önce Osmanlı devletinin Avrupa-Asya steplerinde modelleri bulunan göçebe imparatorluklardan birisi olmadığı vurgulanmalıdır. O, bütün o yaşlanmış idari prensipleri ve kurumlarıyla tipik bir Orta Doğu imparatorluğuydu. Öncelikle hakimiyeti altındaki yerleşik nüfusun korunması ve onların tarımsal ve ticari çıkarlarının geliştirilmesiyle ilgileniyordu. Bu politikanın esas itibariyle ekonomik zihniyete değil, devletin İmansal sonuçlarına dayandığı ilave edilmelidir. Onüçüncü yüzyılda Osmanlı sınır boyu nüfusunda göçebe unsurlar belli bir rol oynamış da olsa, Osmanlı devleti kısa zamanda, bir Ortadoğu devletinin temel yapısına sahip tipik bir İslâmî sultanlık haline geldi.

Hukuk düzeni ve hareket tarzı bu noktada hiçbir kuşkuya yer bırakmaz. Mesela biliyoruz ki, Osmanlı devletinin onbeşinci ve onaltıncı yüzyıllarda yapmak zorunda kaldığı en uzun ıç çatışma, devletin yerleşik nüfusun çıkarlarına uyarak İç Anadolu’daki Uzun-Yayla ve Fırat’tan Batı Anadolu’ya uzanan Toros sıradağları göçebelerim kontrol altına alma girişiminden kaynaklanmıştır.

Osmanlı imparatorluğunun ekonomik sistemi ve temel ekonomik prensipleri, kendisinden önce antik zamanlardan beri gelen Ortadoğu imparatorluklarındaki geleneksel devlet ve toplum görüşünden alınmıştır. Bu prensipler, yöneticilerin davranış ve politikalarını belirlediğinden, büyük ölçüde pratik bir öneme sahipti.

İslam devletinde, önceki Ortadoğu devletlerinde olduğu gibi, bütün toplum katmanları ve bütün zenginlik kaynakları, hükümdarın gücünü koruma ve artırma yükümlülüğü altındaydı. Bu nedenle, bütün siyasî ve sosyal kurumlar ve her çeşit ekonomik faaliyet, bu hedefe ulaşmak için devlet tarafından düzenleniyordu. Toplumun iki ana gruba ayrıldığı kabul ediliyordu- hükümdarın otoritesini temsil edenler (yöneticiler, askerler, din adamları) ve sıradan teb’a, yani reaya. İlk gruba mensup olanlar üretimle ilgilenmiyor ve vergi vermiyordu, ikinci gruptakiler ise üretenler ve vergi ödeyenlerdi. Devletin önem verdiği temel özellik, her bireyin kendi sınıfında kalmasıydı; bu, siyasi-sosyal düzen ve uyumun temel gereği kabul ediliyordu.

Orta Doğu devletleri, vergi gelirlerini artırmak için ekonomik faaliyetleri geliştirmenin ve reayanın bütün sınıflarında mümkün olan en büyük üretim artışını sağlamanın gereğini kabul ediyordu. Ekili toprakların kanallar açmak suretiyle artırılması, yollar, köprüler ve kervansaraylar inşa etmek ve yolcuların güvenliğini sağlamak suretiyle de farklı bölgeler arasındaki ticaretin geliştirilmesi gerektiği öneriliyordu.

Üreticiler sınıfının kendi içinde, toprağı işleyenler ve sanat erbabı, tüccarlardan farklı bir hukuk nizamnamesine tabiydi; ilk grubun üretim metotları ve kâr marjları sıkı bir devlet kontrolü altındaydı, çünkü bu toplum görüşüne göre bunlar, hayatın temel ihtiyaçlarım üreten ve bu nedenle yaptığı işler sosyal ve siyasî düzenin korunmasıyla en yakından ilgili sınıflardı. Bu yüzden, bir köylü veya bir sanat erbabının üretim metodunu serbestçe değiştirmesi tasvip edilmiyordu; faaliyetlerine sadece devlet tarafından ortaya konan kuralların sınırları çerçevesinde izin veriliyordu. Orta Doğu toplumunda, sermayedar olmaya izin veren şartları serbestçe taşıyanlar sadece tüccarlardı. “Tüccar”, bu bağlamda, bölgeler arası ticaretle veya uzak diyarlardan ithal edilmiş malların satışı işiyle uğraşan büyük iş adamı demektir. Şehirlerde kendileri tarafından üretilmiş malları satan ve bu malları ikinci elde satan ticaret erbabı “tüccar” kategorisinin dışında kalır. Tüccar sınıfı, hisbe nizamnamelerine, yani çarşıda makul pazarlığı sağlayan dinî hukuk (fıkıh) kurallarına tabi değildi.

Osmanlılarda şehzadeler için yazılan bir nasihat kitabında, onbeşinci yüzyılın ikinci yarısında kaleme alman Sinan Paşa’nın Maarı/name’sinde, hükümdara şu tavsiyelerde bulunulur:

Ülkendeki tüccarlara iyi davran; her zaman onları kolla; kimsenin onlara zarar vermesine izin verme; kimsenin onların düzenini bozmasına izin verme çünkü onların ticaretiyle memleket zenginleşir, ve onların malları sayesinde dünyada ucuzluk yayı-lır; onlar aracılığıyla Sultanın yüce şöhreti çevredeki ülkelere taşınır ve onlar tarafından ülkenin zenginliği artar.

Osmanlı mahkemeleri tarafından yayınlanmış devlet belgelerine bakarken insan, yönetimin her zaman en fazla yukarıda özetlenen prensiplerin uygulanmasıyla ilgilendiği gerçeğini şaşkınlıkla fark eder.

Osmanlı hükümetinin ticareti geliştirmeye ve tüccar sınıfının çıkarlarını korumaya gösterdiği ilgi, ifadesini çeşitli şekillerde buluyordu.

Padişahların yabancılara kapitülasyonları ıhsan etmesinin esas amacı, ticareti teşvik etmekti. Şurası vurgulanmalıdır ki, bir kapitülasyon asla karşılıklı anlaşmaya dayanan bir belge sayılmıyordu ve Padişah’ın imtiyaz ihsanı olma karakterini, aynı imtiyazları Habsburglara ve Rusya’ya vermek zorunda kaldıkları on- sekızinci yüzyıla kadar korudu. Bu fiilî değişimden önce, Padişah, karşı tarafın dostluk sözünü bozması halinde tek taraflı olarak karar verme otoritesini elinde tutuyor ve kapitülasyon geçerliğini kaybediyordu.

Padişah tarafından ihsan edilen bir imtiyaz olma özelliği kabul edilmekle beraber kapitülasyon yine de belli siyasî, finansal ve ekonomik beklentilerle veriliyordu. Belirleyici faktörler genellikle Hıristiyan dünyadan bir müttefik kazanma fırsatı, yün kıyafet, kalay, çelik ve kâğıt gibi az bulunan malları elde etmek ve imparatorluk hâzinesinin esas nakit para kaynağı olan gümrük gelirlerini artırmak idi.

Bazen iddia edildiği gibi Osmanlı imparatorluğu ekonomik olarak kendine yeten bir yapıya sahip değildi. Mesela Batı gümüşünü ithal etmek ekonomi ve finans açısından hayati önem taşıyordu. Bunun ithalatı vergi muafiyetiyle teşvik ediliyordu ve altının daha ucuz olduğu Doğu ülkelerine akışını engellemek için önlemler almıyordu. Avrupalılar, Osmanlıların Doğu Akdenizde kendi ticaretlerine bağımlı olduğunu çok iyi biliyorlardı ve kapitülasyonlardaki özel bir imtiyaz için pazarlık yapmak zorunda kaldıklarında en büyük silahları Osmanlı limanlarını boykot edeceklerine dair tehdit savurmalarıydı.

1516 ile 1550 arasında Arap ülkelerinin ilhakıyla birlikte Osmanlı imparatorluğunun ekonomik tarihinde yeni bir devir başladı ki böylece Osmanlı, fiilen Akdeniz ve Hint Okyanusu arasındaki ticaret yollarının kontrolünü eline geçiriyordu. Onaltıncı yüzyıl boyunca Ortadoğu’nun Hindistan ve Güneydoğu Asya’dan direkt olarak baharat almaya devam etmesi herkesin bildiği bir gerçektir. Osmanlı kayıtlarına göre, 1562’de sadece Mekke’den Şam’a taşman baharatlara uygulanan gümrük vergisinin miktarı 110 bin altın dukadır. İşin dikkat edilmesi gereken ilginç yanı şudur ki, orada ithal edilen baharatlar daha kuzeye gitmek üzere gemilere yüklemek amacıyla Bursa ve İstanbul’a gidiyordu. İlginç bir örnek vermek gerekirse, 1547’de yünlü kumaş satan ve büyük miktarlarda baharat alan bir Macar tüccarını Bursa’da görüyoruz.

Bu dönemde Batıda yeni yükselen ulus-devletler Fransa, İngiltere ve Hollanda, Osmanlı İmparatorluğunda ticaret imtiyazı elde etmeyi en fazla arzu eden ülkeler oldu. Doğu Akdeniz’in, eskiden olduğu gibi ekonomik kalkınma için en fazla gelecek vadeden bölge olduğu inancı vardı. 1550'lerde o zaman Avrupa’daki baharat ticaretini kontrol eden Marrano’lu Mendes ailesinin yerleşmek için Osmanlı başkentine gelmesi sadece dinî temellere dayanmıyordu.

Doğu Akdeniz’deki Venedik hakimiyetine karşı Osmanlılar her zaman rakip uluslara olumlu baktı, önce Cenevizlilere, sonra Raguzalılara ve onbeşinci yüzyılda Floransalılara.

Batılı uluslar arasında Fransızlar ilk ilerlemeyi, Yavuz Sultan Selim’in 1517’de Memlûk kapitülasyonlarını yenilemesinden sonra Suriye ve Mısır’da sağladı. Fakat Doğu Akdeniz’de gerçekten Venediklilerin yerini almaya başlamaları 1570-73’dekı Osmanlı-Venedik savaşından sonradır. Bununla beraber, 1536’deki Fransız kapitülasyonları adı verilen şey, asla bir sonuca bağlanmadı. Fransızlara verilen ilk resmi Osmanlı kapitülasyonunun yılı 1569’dur. O günden sonra diğer Batılı ülkeler Fransız bayrağı altında gemi yüzdürmek ve ticaret yapmak zorunda kaldı. Onyedinci yüzyılın başında Doğu Akdeniz’deki Fransız ticaretinin hacmi otuz Fransız livresine ulaştı ki bu o zamanın Fransa ticaretinin yarısını meydana getiriyordu.

Daha sonra İngiliz ve Hollandalılar Habsburglara karşı Fransa’dan daha da güçlü rakipler olduklarını kanıtladıkları zaman, Osmanlılar bu uluslara da kapitülasyonları ıhsan ederek yardımcı ol-makta tereddüt etmedi; İngilizlere 1 580’de ve Hollandalılara 1612’de bu imtiyazı tanıdı. 1642 ve 1660 arasındaki iç savaş dönemi dışında onyedinci yüzyılda İngilizler Doğu Akdeniz ticaretinde öncüydü. O çağa ait bir kaynağa göre ana ihracat ürünü olan İngiliz tekstili için Doğu Akdeniz pazarı üçte bir oranında genişledi ve bütün İngiliz üreticilerin dörtte biri Doğu Akdeniz’e ihracat yapıyordu. W. Sombart’ın kaydettiği gibi, Batı ekonomik yayılması için Doğu Akdeniz ticaretinin önemini kavramadan Batı kapitalizminin yükselişini anlamak mümkün değildir.

Kapitülasyon imtiyazları kademeli olarak o kadar yaygınlaştırıldı ki, Doğu Akdeniz ticareti uzmanlan olan Paul Masson ve R. Mantran, onyedinci yüzyılda yabancı tüccarlara karşı Osmanlı imparatorluğundan daha fazla liberal politika uygulayan dünyada başka hiçbir devlet bulunmadığını tam bir görüş birliği içinde vurgulayabiliyor.

Osmanlıların o zaman ticaret dengesi hakkında hiçbir fikirleri yoktu; bu fikri ilk defa açık bir şekilde tanımlanmış haliyle ancak onaltıncı yüzyılın merkantilıst İngiltere’sinde buluyoruz. Eski çağlardan kalma Orta Doğu geleneğine dayanan Osmanlı ticaret politikasına göre devlet, iç pazardaki mal hacmiyle her şeyin üzerinde kabul edilmeliydi. Öyle ki özellikle şehirlerdeki ahali ve sanat erbabı ihtiyaç maddeleri ve hammaddelerde kıtlık sıkıntısı çekmeyecektir. Sonuç olarak ithalat her zaman iyi karşılanmış ve teşvik edilmiş, ihracat ise önlenmeye çalışılmıştır. Bu nedenle bazen ihracat için daha yüksek gümrük oranlarıyla, hatta buğday, pamuk, deri ve balmumu gibi mallara konan ihracat yasağıyla karşılaşıyoruz. Gümüş ve altın ithalatını teşvik için, bunlar gümrük vergisinden muaftı ve ihracatını engellemek için her türlü adım atılıyordu.

Osmanlılar kesinlikle külçeciydiler; bu Batıdaki gerçek merkantilizm öncesindeki dönemdir. Batıdaki merkantilist ülkelerle arasındaki fark, Osmanlıların devlet ve toplumun temel dayanağı olarak lonca sistemine bağlı olmasıydı. Avrupalılar ise mamul madde ihracatının, külçeleri dışarıdan getirmenin temel bir aracı olduğunu görmüşlerdi. Daha kârlı bir ticaret dengesi kurmayı başarmak amacıyla, yerli endüstri ve ticaret organizasyonlarını kapitalist çizgide geliştirmek, daha çok mal satmak ve daha çok dünya pazarını fethetmek için ele aldılar. Bu arada, onbeşinci yüzyılda Batı ticaret dengelerindeki gittikçe artan olumsuzluğun belki de onları bu yöne ittiği ve onların merkantilist bir politika geliştirmesine yol açtığı, çünkü Doğuya ihraç edecek kıyafet ve madenlerden başka önemli bir ticaret malına sahip olmadıkları söylenebilir. Kapitülasyonlar bu modeli tamamlayıcı nitelikteydi ve şunu kaydetmekte fayda var ki, merkantilist Batı ülkeleri öncelikle Doğu Akdeniz’de kendi şirketlerini kurmak ve kapitülasyonları elde etmekle ilgilenmişti. Osmanlılar farkında olmadan modern kapitalizmin yükselmesini sağlayan Avrupalı bir ekonomik sistemin parçası oldular.

YORUM

C. M. KORTEPETER

New York Üniversitesi

Wisconsin Üniversitesi’nin desteğiyle Profesör Kemal Karpat tarafından Türk Araştırmaları üzerine düzenlenen bu konferans, önemli bir olaydır. Türkler neredeyse bin yıl Orta Doğu tarihinin hakim unsuru olmakla beraber Türklerle ilgili çalışmalar bir çok eksikliğin sıkıntısı içindedir. Bu gözlem Doğu Avrupa tarihi öğrencileri Osmanlı tarihi ve kurumlarıyla ilgili gerekli bilgi elde olmadan siyasî, ekonomik ve sosyal olayları incelemeye giriştiği zaman özellikle açığa çıkmaktadır.

Bugün Profesör Halil İnalcık tarafından sunulan tebliğin ortaya attığı Doğu Avrupa tarihinin bazı önemli sorunları üzerine kısaca yorum yapmam istendi. Profesör İnalcık, Arnavutluk defterleri, Stefan Duşan devri ve Fatih Kanunnameleri üzerine yaptığı çok iyi bilinen çalışmalarıyla, meslektaşlarıyla birlikte, Osmanlı Doğu Avrupa'sı üzerine yapılan bilimsel çalışmaların temellerini atmıştır. Reform çağı sırasındaki Osmanlı Doğu Avrupa'sı üzerine yap­tığım çalışmalar ışığında, İnalcık’ın tebliği tarafından ortaya atı­lan bazı genel sorunlar üzerine detaylı yorum getirmek isterim.

1. Kaynaklar: Profesör İnalcık, Doğu Avrupa araştırması için Osmanlı arşivlerinin merkezi önemi üzerine açıklamada bu­lundu. Bu noktaya bir itirazım olmamakla beraber, burada iki gözlemimi aktarmak isterim. Seyahat ve arşivlerde zaman ge­çirmek üzere ayırdığımız nispeten yetersiz fonlara bağımlı ol­duğumuzdan, bugüne kadar Osmanlı arşivleri Amerikan bilim adamları için girilmez bir yer durumundadır. İstanbul’a ulaşır ulaşmaz arşiv materyallerinin etkili bir şekilde kullanılabilmesi amacına yönelik olarak arşivlerdeki en önemli serilerin bir tak­vimim hazırlama hedefi orada duruyor. Bu bağlamda Prof. Benningsen ve meslektaşları tarafından Osmanlı-Rus ilişkilerinin takvimini hazırlama yönünde yapılan çalışma, fazlasıyla övgü­ye değer niteliktedir. Şurası da açıktır ki, Osmanlı arşivlerinin dışında, Avusturya, Macaristan, Romanya, Polonya, Rusya vs. gibi ülkelerde de resmi belgeler arasında büyük bir bilgi depo­su, araştırmacıları bekliyor. Bu materyalin büyük bir kısmı sis­tematik bir düzene konulmuş durumdadır ve çoğu basılmış versiyonları ABD kütüphanelerinde kullanımdadır. Burada Hurmuzaki, Veress, Abrahamovicz ve Dorev’in kolleksiyonları kayd edilebilir.

2. Avrupa'da Kuvvet Dengesi: Profesör İnalcık’ın belirttiği gibi Doğu Avrupa’daki Osmanlı varlığı ve faaliyetleri Avrupa tari­hindeki olaylara sıklıkla nihai katkıda bulunmuştur. Bazı yüz­yıllarda Osmanlı hükümetinin bugün geri besleme (feedback) adı verilen kapasiteye sahip olduğu açıktır. Yanı bir köylünün şikayeti hükümetin en yüksek mevkilerinde duyulabiliyordu ve çoğunlukla bir çözüm yolu bulunuyordu. Dahil! planda impa­ratorluğun çöküşü belki de idari Şikayetname sürecinin bozul­duğu günlerden başlatılabilir. Osmanlılar, kendi çağlarında Do­ğu Avrupa ile olan ilişkilerde büyük oranda bir esnekliğe sahip olduklarına dair de bize kanıtlar sunuyor. Macaristan toprakları bir eyalet (Budin Beylerbeyiliği) veya bir vasal (Erdel veya Transilvanya prensliği) olarak yönetildi. Yerli Prensler Erdel, Eflak ve Boğdan’ı idare etti. Osmanlılar onların dış işleri, gümrük ge­lirleri ve savaş ve barışla ilgili işlerini kontrol altında tuttu (Erdel’deki bazı istisnalar dışında). Kırım Tatarlarına, Osmanlıların Polonya-Litvanya, Moskova veya İran’la olan ilişkilerini rahat­sız etmedikçe steplerde ve Tatar politikalarında serbestlik ta­nınmıştı. Uzun vadeli düşünüldüğünde, Osmanlılar böyle bir politik esnekliği korudukları için övülmelıdir, moral anlamda ise asıl övgüyü hak eden, millet sistemi, düşük gümrük vergile­ri ve imtiyaz veya kapitülasyon kavramını getiren İslâmî uygu­lamalardır ki bunlar Osmanlıların hızlı bir şekilde modernleşmesini veya dinî azınlıkların Osmanlı politikalarının içine çe­kilmesini engellemiştir.

3. Ekonomik ilişkiler: Profesör İnalcık aynı zamanda Osmanlıların Avrupa ile olan ekonomik ilişkilerinin ana hatlarına de­ğindi. Osmanlılarla Avrupalılar arasındaki ticaret ve alış verişin hukukî durumu hakkında ayrıntılı bir inceleme için öğrenci, Profesör İnalcık tarafından yazılan “İmtiyazat” maddesine (Encyclopaedia of Islanı III, 1179-1189) başvurması konusunda uyarılır. Osmanlı İmparatorluğu gıda maddeleri bakımından açık bir şekilde kendine yeterliydi fakat bazı stratejik hammad­de ve ateşli silahların kıtlığını çekiyordu. Bu nedenle Osmanlıların, İngiltere’de terkedilmiş manastırların çatılarından kur­şun, Fransa ve İsviçre’de ateşli silahlar, Erdel maden ocakların­da gümüş, Kafkaslarda demir cevheri, ipek ve köle, Moskova’da kürk ve Kürt aşiretleri bölgelerinde güherçile peşinde olduğunu görüyoruz. Aynı zamanda biliyoruz ki Osmanlılar koyun, ma­den cevheri ve hububat ihracatını dikkatli bir şekilde kontrol ederken, Venedik, Polonya ve bu ülkeden İngiltere’ye domuz ve büyük baş hayvan ihracatını teşvik etti. Osmanlı fetih modeli incelenirken kritik mineral ve insan gücü kıtlığının önemi göz ardı edilmemelidir.

4. Şiilik, Reformasyon ve Osmanlı Liderliği Problemi: Ne var ki bu bölgeye siyasî bir birliğin parçası olarak bakmadan, birisinin dikkatini Doğu Avrupa veya Osmanlı İmparatorluğu’nun herhangi bir bölgesinde yoğunlaştırması yeterli değildir. En ka­pasiteli Osmanlı liderleri, sadece Avrupa’daki değil, Asya ve Kuzey Afrika’daki sıyası ve ekonomik konularla da ilgilenebile­cek durumdaydı. Onaltmcı ve orıyedmci yüzyıllarda Osmanlı liderlerinin geldikleri yer, başta Arnavutluk, Bosna, Macaristan vs. olmak üzere Doğu Avrupa, çoğu devşirme sisteminin ürünü olan Osmanlı liderlerinin siyasi stilini etkilemiş gibi görünü­yor. Neredeyse hiç fire vermeden Sultandan ordu komutanları­na kadar Osmanlı liderleri Protestan reformasyonuna destek verdi ve Doğu Avrupa’nın köylü ve kentli sınıflarını korumaya çalıştı. Bu aydınlanmış politika bu haliyle neredeyse onsekızinci yüzyıla kadar Macaristan’ın Türklerin elinde kalmasını ga­rantiledi ve Habsburglar’dan gelen güneydoğu kanadında dinî ve siyasî birliği yeniden kurma yönündeki her türlü girişimi bütünüyle tahrip etti.

Reformasyon, Hıristiyan dünyanın birliğine kökten ve kalıcı bir darbe vururken, aynı dönemde Osmanlılar, Safevi İran Devle­tinin yükselişinden ve Osmanlı İslam Sünniliğine tamamen tezat teşkil eden Oniki imam doğması ve epistemolojisi tanımlamasın­dan kaynaklanan benzeri bir iç mücadele ile karşı karşıyaydı, il­ginçtir ki çoğu Avrupa kökenli olan Osmanlı liderliği, Hıristiyan reformist görüşlerine karşı hassas davranmış görünürken, Şii öğ­retisine bağlı olduğundan şüphelendiği Osmanlı vatandaşlarına karşı aşırı bir sertlik ve acımasızlık sergilemiştir. İşin merak edi­lecek yanı, bu düşmana karşı basit bir uzlaşma problemiyle ken­di insanları arasındaki bir sapkınlığı bastırma arasındaki bir tezat mı sözkonusu yoksa Osmanlı eliti aslında daha iyi anladığı ko­nulara daha hukukî yollarla mı yaklaştı? Bunlar sık sık kendi ana dilleri olan Balkan dillerinde entrikalar hazırlıyor veya görüşme­ler yapabiliyordu.

Açıkçası Osmanlı İmparatorluğunun Avrupa'daki önemli siya­si ve sosyal gelişmelerle olan ilişkisi henüz yeterli ilgiyi görmüş değil. Osmanlı Avrupa ilişkileri temel problemine gelecek araş­tırma ve tartışmalarla ilgili programda yer vermek bu konferan­sın boynun borcudur.

Çeviren: Kemal Kahraman

Kaynak:Kemal Karpat-Osmanlı ve Dünya,Timaş,syf:87-103
Devamını Oku »