İçtima-i ve İktisad-i Mezhepler

İçtima-i ve İktisad-i Mezheplerİslâm inkılâbı, liberalizma ve kapitalizme, faşizma ve nazizma, sosyalizme ve komünizma gibi, bugüne kadar tatbik mevzuu olmuş içtimaî ve iktisadi mezheplerin her birini, hiçbirine üstünlük vermeden masaya oturtur ve onlara şöyle mukabele eder «Herbirinizin. bütünü kucaklayamayadan, ayrı ayrı ve parça parça bazı haklarınız ve hakikatleriniz vardır; ve herbirinizin ayrı ayrı ve parça parça arayıp da bulamadığınız hakikat, birer bütün halinde
İslamiyettedir.»


· İslâm inkılâbının bu hitabı, ona inanmayanlar için ve kof bir iddiadır; fakat inananlar için değil de sadece hakikat adına tarafsız bir cephe tutanlar için. Bütün bir lâboratuar tecrübe ye müşahedesine dayalı riyazî bir vâkıa haysiyetindedir.


· İslâm inkılâbının, bilhassa, liberalizma ve kapitalizma, faşizma ve nazizma, sosyalizma ve komünizma gibi bugün medeniyet dünyasını en vuzuhlu çizgilerle üçe bölen ve tarih boyunca tatbik mevzuu olabilmiş yegâne üç mezhebi teşkil eden rejimler karşısındaki mevkiini tayin ederken, ilk metod inceliği şu noktada toplanır: İslâmiyetin bunlardan hiçbirine tâbi olması ve hiçbirine kendi ismini ilâve etmesi mümkün değil; ancak bunlardan herbirinin öbüründe kaybetmek istemediği hak ve hakikatle beraber hepsinin birden hesabını tekeffül edici küllî mizanın tahkikik ve tefahhusu, ancak İslâmiyet içinde kabildir.


· Demek ki, İslâm inkılâbı, tam saffet ve asliyetiyle İslâm temeline dayanarak, hesabını dünya ve insanlık çapında vermek üzere, kendisini, bütün yanlışları doğrultucu bütün bozukluktan düzeltici; ve bu arada meydana çıkacak her meseleyi kaybedilen hakikati bakımından cevaplandırıcı ve kimsenin hakkını .kimsede bırakmıyacağı mikyasta küllî bir vâhid olarak mütalâa edilmek mevkiindedir. O, bunlardan hiçbiri değil, her şey kaybettiği hakikatiyle onda...


· Onun içindir ki, ya İslâmiyeti, ya bu mezhepleri, yahut ve en doğrusu, hem İslâmiyeti ve hem bu mezhepleri tanımayan bazı echel ve züppe tefsircilerin dillerine pelesenk ettikleri şekilde, İslâm demokrasya ve liberalizması, Islam fasizması ve hattâ İslâm sosyalizma ve komünizması tarzındaki beyanlar, hakikat çilesi çekenlerce dünyanın en sefil, bîçare ve hakikate zıt ifadeleridir, İslamiyet. Kendisini bunlardan birine benzetmekten ve bunlardan birini öncü olarak kabul etmekten tamamiyle münezzeh; aksine, bunlardan herbirinin, teker teker malik oldukları kısmî hak ve küllî haksızlık içinde, parça parça bulup da bütünleştiremedikleri yekpare ve toplayıcı hakikat merkezine, yani kendisine davet etmekle mükelleftir.


· Bu mezheplerden herbiri, ancak öbürüne karşı hâk ve kuvvetine rağmen âzami haddine çıkarılmış bir bâtıl içinde harcayıp tükettiği hakikatin İslâmiyette olduğunu görecek; ve orada, her mezhebin, bu ölçüyle, birleştiğini, toplandığını ve yalnız Islâmiyetten ibaret kaldığını tesbit edecektir.


· Liberalizma ve kapitalizmanın insanî mülkiyet mefkuresi, aslî hakikat bakımından İslâmın fert haklan kadrosunda kemâle ulaşırken, bu mülkiyetlerin deh-hâmeleşmesi, ur haline gelmesi ve bütün vücudu sömürmesi neticesinde bir aksülâmel olarak doğan sosyalizma ve komûnizmanın umumî tesviye ve adalet dâvası da, İslâmda, zekâtın emir ve faizin yasak oluşiyle hakkını ve tam mânia tedbirini elde eder; ve yine demokrasya nizamının istimnâ haline getirdiği ye bizzat gayeleştirdiği başı boş hürriyete karşılık türeyen faşizmanın müdahaleci ruhu. İslâmda, ancak hak sahiplerine verilen hürriyet ve bütün hürriyetleri hak kutbunda İstihlâk eden merkezî hakikat ölçüsüyle gayesine varır.


· Böylece, her üç mezhebin öbürüne karşı elinde tuttuğu müthiş (koz) ve kendi «doğru» sunu bulamadan öbürünün nezdinde ispat ettiği müthiş yanlış, her «parça doğru»nun «bütün doğru» olabilmesi için gereken yekparelik istinadiyle, lslâm çerçevesinde mahsubuna kavuşur; ve böylece, istâmî mihrakta erimiş, öz hakikatini bulmuş ve önü kabul etmiş olarak, bugün dünyayı idare eden üç veya iki mezhep de, bütün ismini ve cismini ona feda ettikten sonra İslâmiyette müşterek (sentez) ahengine erişir.


· İslâm inkılabının bugünkü içtimaî mezhepler karşısında vazifesi, liberal ve kapitaliste «gel de, fertteki mülkiyet ve hürriyet hakkının maddî ve mânevî tam hakikat ve kefaletini İslâmiyette gör!», sosyalist ve komüniste «gel de, fert hakkına ve her fertte değişik keyfiyet payına el sürmeden iş gören içtimaî ve iktisadî tesviye ve teavün âmilini ve sermaye tahakkümüne karşı zabıta faktörünü İslâmiyette bul!»; faşist ve naziye «gel de, şahsî hürriyetleri nefsanî müdahalelerle incitmeden bütün şahısları ister gönüllerinden ve ister cisimlerinden kavrayıcı hak ve hakikatin nizam ve saltanatını İslâmiyette seyret!» demekten ve İslâmiyet!, topyekûn zaman ve mekân bo yunca her şeyi, her hamleyi, oluşu ve her hakikati kuşatıcı ve toplayıcı bilmek ve bildirmekten ibarettir.


İdeolocya Örgüsü,Necip Fazıl

Devamını Oku »

Derin ve Gerçek Müslüman

Derin ve Gerçek Müslüman

• İslâm inkılâbını, fikir plânında, yalnız gerçek ve derin Müslüman temsil edebilir.

• Gerçek ve derin Müslüman nedir; gerçek ve derin Müslüman ne olmaktır? İste bütün mesele! Bu, meselelerin meselesini şu anda toplu olarak ele alırken, onu kısım kısım çerçevelemek borcunu da yükleniyoruz.

• Gerçek ve derin Müslümanın üç cephesi vardır: Şeriat, tasavvuf ve bunların hikmetlerine nüfuz ehliyetinde sahsî ruh ve akıl…

• Bu cepheleri şu anda bir bütün ve terkip tamamlığı halinde mütalâ edecek olursak, hüküm şöyledir: Başta mutlak ve sabit ölçüler manzumesi Şeriat olmak üzere, her sey, alttaki üsttekine tâbi olarak bu üç hakikat plânını yerine getirmekten ibarettir.

• Demek ki, gerçek ve derin Müslüman, basit riyazî ifade çerçeveleri içinde herbiri sonsuz ve dipsiz sırların isareti ve bütün cemiyet ve hakikat ölçülerinin anası ve mîzanı olan Şeriati, dâva ve gayenin ruhu; onun bâtını olan tasavvufu da, âlemin ve insanlığın kemâl sırrını saklayıcı hazine bilecek ve onları ruhunda çalkalayıp mayonezin yumurta, zeytinyağı ve limondan ibaret üç unsuru gibi tam bir ahenk içinde tutacaktır.

• Öyle ki, baştan başa eşya ve hâdiseler plânına hâkim ve yeryüzünü maddî ve manevî bütün mevcutlariyle kalbur içinde eleyici bir kudrete sahip, gerçek ve derin Müslüman, hikmet vehakikatin (stratosfer) ine yükselirken, Şeriat ve tasavvuftan ibaret sağlı ve sollu kanadlariyle, bu kanadların ortasında ileriye doğru uzanmıs bir idrak ve tefahhus cihazı kafasından ibarettir.
Fakat uçuran, yükselten ve erdiren birbirinin tamamlayıcısı ve gerçeklestiricisi halinde Şeriatle tasavvuf; uçurulan, yükseltilen ve erdirilen de şahsî ruh ve akıl…

• Gerçek ve derin Müslüman, dünya ve insan kadrosunun bütün iş ve fikir muhasebesini muazeneleştirmis, zimmet ve matlûp sütunlarını tam bir sıhhat ve mutabakatla karşılıklı mîzana sokmus, yapılacak ve yapılmıyacak her şeyi tesbit etmis, bütün istikametleri keşfetmiş ve işaretlemis, bu hayatın yaşanmak zahmetine değer bütün kıymetlerini tablolaştırmıs, en uzak buğday basağının ucundaki taneden günesin kalbine kadar nabız dinleme âletlerini her noktaya dikmis ve her unsurun gaye ve memuriyet sırrına ermis, yer yüzüne ve madde âlemine insan tahakkümünü ve bunun muazzam cihazını âzamî istismar haddine yükseltmis, idrak ve tekevvün çilesini nihaî hassasiyetle doldurmus, frenklerin (sajes) dediği nihaî vecd, zarafet, huzur ve sükûna varmıs; kısaca, insan basını sümüklüböcek kafasından ayıran tek haysiyetle varlık sırrının bütün şubelerini kahramanca kucaklamıs, plânlaştırmıs ve bunun insan cemiyetini teşkilâtlandırmıs, kâmil insan örneğidir. Bunun niçin böyle olduğunu da, gerçek ve derin Müslümanın kısım kısım hüviyeti tâyin edilirken görülecek, İslâm inkılâbını yalnız onun temsil edebileceği anlaşılacaktır.

GERÇEK VE DERİN MÜ’MİNDE AKIL

· Derin ve gerçek mü’minde akıl, aklın son haddine mahsus şartlar içindedir: Daire nasıl başladığı noktada biterse, akıl da nihayet «mutlak» dan hiçbir şey anlayamayacağını anladığı yerde nihayete erer.

· Aklı temsil eden Melek, Kâinatın Efendisini «Sidretül – Müntehâ» ya kadar taşıyabildi; ve orada «Bir adım daha ileriye geçemem, geçersem yanar, kül olurum!», dedi. «Ya buradan ileriye nasıl geçilir?» sualine de «Aşkla!» cevabını verdi. Böylece derin ve gerçek müminde akıl, kendi nezaret sahasının son hudut taşı görünen noktadan bütün kâinata bakıcı ve ona göre hakları teslim ve kendi hakkını tahsil edici âzamî bir paya mâliktir; ve bu âzamî paydır ki, aklın bazı hususlarda asgarî derecesini kabul ettirir. İşte, bütün nükte buradadır.

· Derin ve gerçek müminde akıl, hürriyeti hakikate esaret diye bilir. Hakikate esir olduktan sonradır ki, insan, gerçek ve büyük hürriyetin ne olduğunu anlar. Yoksa mücerred ve münhasır, hürriyet için hürriyet ve onun aklı, eşeklerin hürriyeti ve aklıdır.

· İşte, derin ve gerçek müminde ilâhî nimetlerin en zenginlerinden biri olan akıl; Şer’î isimlendirilişiyle selim akıl, Şeriatı yegâne ve mutlak hakikat mîzanı sayar ve bu mutlak mîzanı ayrıca mîzana çekmek kudretini nefsinde görmez.

· Gerçek ve derin müminde akıl, yine kendi hükmünü kendisi vermiş olarak, hakikate karşı silâh makamında kullanılacak mutlak tefahhus âleti değil, hakikate tâbi olunduktan sonra onun elinden bahşiş olarak alınmış, feyzine bu tâbiyetle ermiş ve ancak hakikate mahkûmiyet neticesinde onun serbest bıraktığı bütün kâinat plânında hâkimiyete geçmiş bir vasıtadır. Selim aklın o kadar zor olan tarifi ise yalnız bundan ibarettir.

· Derin ve gerçek müminde akıl şudur: Nâmütenahî ve esrarlı bir ruh feyziyle imana gelen, aklının dudaklarını kilitleyen, başını boynundan itibaren kesen ve topyekûn teslim olan adama, bu teslimiyetinden sonra iade ettikleri gerçek kafa ve büyük akıl... Derin ve gerçek müminde akıl için usul, yalnız bu kadardır.

· Gerçek ve derin müminde akıl için usulün aklî ölçüsü «Allah ve Resulüne esir olan, hakikat ve hürriyete ulaşır!» düsturudur; ve akıl projektörünün önünde Peygamberler, o ışığın ulaşamadığı yerdedir. Allaha gelince, hiçbir şeyin ulaşamadığı yersizlik yerinde... Bu, hakikatlerin hakikatini gören de mutlak nurun önünde, atom çekirdeği gibi çatlayan ve kendi kendisini tahrip etmekten başka çare bulamayan aklın ta kendisidir. Ve işte aklın birdenbire asgarîye dönen âzamî payı...

· Akıl hakkında en güzel hükmü, hükümlerin en güzellerini getirmiş olan tasavvuf plânı vermiştir: «Bu iş ne akılla olur, ne de akılsız...» Akıl, kendisi olmadığı vakit hiçbir şey yapılamayacak olan, kendisini her şey zannettiği vakit de hemen sıfıra inen ve ebedî felâkete köprü dayayan, en büyük ilâhî nimetle en korkunç hüsran vesilesi arasında, bir bakıma harikalar harikası, bir bakıma da aşağının aşağısı bir vasıtacılıktan başka bir şey değildir. Bu vasıta, ayağını iman bukağısına taktığı andan itibaren, nimet ve kurtuluş vasıtalarının sultanı oluverir.

· Bu iş ne akılla olur, ne de akılsız... Binaenaleyh, anlama aleti olan akıl, yine bizzat kendisini anlamak şartıyla, anlayamadığını anlayarak selim akla yükselir. Evet, her şey, akılla anlaşılmak işidir; anlamanın esası da anlamadığını anlamak ve Allah’ın sınırına baş eğmektir. Anlamadığını yine akıl anlayacaktır. Peygamberlerden sonra dünyada en büyük baş Hazret-i Ebu Bekr’in ölçüsü: «İdrakin aczini idrak etmektir ki, idraktir» ...

· Aklın hududu üzerindeki, bu inceler incesi hikmeti, Garp felsefesi, nihayet 20 nci asırda filozof Bergson’u yetiştirerek yine akılla tesbit etti. Filozof Bergson’a «Sen aklı tahrip ettin» diyen akılcılara karşı cevap şudur: «Demek ki, aklın nihaî hamlesi ve en geniş nezaret ufku, kendi hiçliğini kavramak ve kendi kendisini tahrip etmekmiş!...» Garp, İslâmiyetin getirdiği bu ezelî hakikate, binlerce yıldır, sendeleye sendeleye henüz bugün varmış gibidir. Sadece varmış gibidir, zira aslî nasipten mahrumdur.

· Gerçek ve derin müminde akıl, Şeriate tam teslimiyetten sonra onun serbest bıraktığı bütün kâinat plânında en ileri hâkimiyet ve istiklâlle eşya ve hâdiseleri köküne kadar tefahhusa; ve insan hayatını en olgun seviyesine çıkarmak için gereken nizamı lif lif, çizgi çizgi ve nokta nokta örgüleştirmeye memurdur. Bu da, gerçek ve derin müminin dünya görüşünü belirtirken her şubesiyle bütün hayat ve cemiyet plânını kucaklar mikyasta en müşahhas kadrolar içinde ifadelendirilmeye muhtaçtır. En hassas inceliklerinden biri de şu noktadır ki, gerçek ve derin mümin, ne ham ve kaba softa gibi akıldan korkar ve onun hakikî faaliyetine set çeker, ne de reformacılar ve havaî ve nefsanî tefsirciler gibi her şeyi akla bağlamaya kalkar; sadece hududu dikkatle tâyin eder ve akla mahsus cevelân sahalarında âzamî hak ve hürriyet payına mâlik olarak hareket eder. Bu takdirde de akıl, dinin en sâdık ve faydalı bir hizmetçisi olur ve dinin emrinde dilediği hayat sistemini inşa eder. Gerçek ve derin müminin aklı işte bu akıldır. Şeriata köle, cihana sultan akıl...



Necip Fazıl Kısakürek - İdeolocya Örgüsü
Devamını Oku »

Reformacı inandığından şüphe edendir !

Reformacı inandığından şüphe edendir !*Reformacı inandığından şüphe edendir !

*Tanzimat dinin muhitinde aciz, şaşkın, kısır bir reforma hareketi iken, Meşrutiyet daha az şaşkın ama daha çok idraksiz bir biçimde bu reformacılığın devamıdır.

*Son devir ise reformacılığın bu iki arada bocalayıcı çelişkilerini kaldırarak davayı tamamen menfi kutuba çekti. Her davanın temel isteği tutarlılıktır ana hangi istikametten ? Küfürden mi imandan mı ?

*Suni ışıklar ne kadar güçlü olursa olsun güneşi kaybetmiş bir beldenin hali gibi, üzerimizde mıhlanıp kalan manevi karabulut eksikliğin din olduğunu ihtar edince bu sefer güya dini sahiplenme iddiasındaki yeni reformacı tipinin türeme ihtimali belirdi.

*Bir çok bölüme ayrılan bu tiplere göre din lazımdır. Elbette Allah’a inanılır. Peygmber bazılarınca luzumludur, bazılarınca değildir. Kuran bazılarınca Allah’ın kitabıdır, bazılarınca değil. Peygamberi ve Allah’ın kitabını tanıyan yine bazıları için bile günde beş vakit namaz luzumsuzdur. Namazın şekli iptidaidir, abdest imkansızdır. Kadın hayattaki yeni konumundan geriye sürülemez. Kuran her dilde Kurandır. Kuranda pek çok ibadetin sarahatine dair açıklama yoktur, bunların hepsi yobazlar tarafından uydurulmuştur.
Hadisler hep uydurmadır, aklın kabul etmediği hiç bir şey doğru olamaz. Bütün dini merasimleri estetikçiler elinde güzelleştirmek gerekir, zaten tasavvuf da bu eksikliği tamamlamak için sonradan bulunmuştur….
Bu hünsa ruhlara göre din işte bütün bunlar olmamak şartıyla güzeldir. Fakat!!! İşte bu «fakat» işin en belâlı dönemeci…

*Henüz sesi pek güçlü çıkmasa da yarın birdenbire güçlenmesi muhtemel olan bu kafirle dindar arası köprü tip, mensubiyetinde pek çok meslek barındırır ve genellikle münevver klişesi taşır.

Tanzimatın muhitteki şaşkın yenilik hareketine karşılık, bu yeni zümre dine zıt hareketlerin muhitini olduğu gibi benimseyip merkezde reform yapıp muhite tatbik etmeye çabalar.
Reformacı der ki: Allah’a ve peygambere evet, şeriate hayır! Yani güneşe evet, ışığına hayır ! O kadar saçma !..

*Aralarında hiç inanmayan istismarcıların da bulunduğu bu zümre, Yunan efsanalerindeki başı insan vucudu keçi bir hilkat galatıdır ve gerçek müminin gözünde zift renkli inkardan daha kara daha tehlikeli bir küfür kolunu temsil eder.

Düpedüz kafir olduğu gibi devrilmiş bir yelkenlidir, hidayet vincine bağlanırsa doğrulur ve mükemmel bir tekne halinde yüzer.

Fakat reformacı ?.. O güya yüzer, ama her noktasından sızdıran, kırık dökük, perçin ve macun kabul etmez bir haldedir.

*Yarın meydan yerini ele geçirme ihtimalindeki bu zümre, küfre ait bir hayat biçimini iman evine, Allah’ın hakkı Allah’a Sezar’ın hakkı Sezar’a demogojisiyle sokmaya çalışmaktadır.
Biricik farikası münevverlik yaftası altında salah kabul etmez bir enayilik ve cahillik olan bu tipin bir gün bir punduna ile İslamiyet himayeciliğine geçmesi daima mümkündür.

*Reformacı en çok yobaz dediği, şeriatın kabuğuyla meşgul olan tipe düşmanlık ederken aslında kendisi de aynı tipin diğer kutuptaki tam karşılığıdır.
Dini insan yığınlarının sevk ve idare aracı olarak gören, keyiflerine göre din icat ettiklerinin dahi farkında olamayan, baktıklarını görmekten ve idrak etmekten aciz bedbahtlar…

*Bir de Türkiye dışının reformacıları var ki ilmi bir nikap altında ve kitaplık çapta gayretlerle İslam’ı fesada sürüklemektedirler.

*Hangi neviden olursa olsun Reformacı İslam’ı çökmeye mahkum bir bina olarak gören ve onu dış desteklerle ayakta tutuğunu vehmeden bir fikir haini ve iman yoksunudur !

BİRİNCİ HÜKÜM: İslam inkılabı bunlarla olmaz !

Necip Fazıl,İdelocya Örgüsü

 
Devamını Oku »

Ana Kaynak İslam

Ana Kaynak İslamİSLAM VE KAİNAT


 

• Kâinattaki her şey ve sen... Kâinattaki her şeyle bereber senin evveli, nihayetin, vücud hikmetin.. Niçin oldun, ne oldun, ne olmak için oldun, ne olmalısın, ne olacaksın? İşte bunların cevabını ve hesabını veren dindir. Bütün bunların cevabını ve hesabını dosdoğru veren de hak ve tek din, İSLÂM...

• Yeryüzünde hak ve bâtıl, topyekûn veya parça parça tasdik veya inkâr edici tek bir inanış sistemi yoktur ki, bu suallerin cevabını vermek vazife ve iddiasında olmasın... İnsan, inananlarca, yanlız bu suallerin cevabını ve hesabını aramaya memur merkezi mahlûk;

inanmayanlarca da, yine aynı suallerin cevabını ve hesabını ters tarafından veren başıboş varlık... Çare yok; her şeye yok demek mümkümdür; fakat bu suallere, insan başını fare kafasından ayırd eden bu biricik tefahhus hummasına yok diyebilmek henüz mümkün olmadı.

• İslâmda kâinat, peygamberler kolundan kendisine kadar gelen dinlerin son ve kâmil ifadesi halinde, bütün dipsizliği ve sonsuzluğu, zerre zerreYaratıcıyı haykıran muhteşem zaman ve mekân cümbüşü, muğdil ruh ve madde mimarîsiyle, esrarına ve teshirine memeur olduğumuz bir hârikalar manzumesidir.Yani fezaya insan göndermek maddecinin değil, ruhçunun vazife ve hakkı. Müslümanın memuriyeti..

• Ezelden ebede kadar topyekûn insanoğlunun başı, son kemâl haddi, uğrunda âlemlerin yaratıldığı en üstün insan ve ALLAHın Sevgilisi olarak vücut bulan Peygamberler Peygamberi, işte bütün edâsı ve mânâsiyle bu kâinatın anahtarını ALLAHtan aldı ve Ümmetine getirdi. ALLAHın insan ruhuna gömdüğü o anahtar ki, aslî sahibini buluncaya kadar ilk insan ve Peygamberden, en büyük İnsan ve Peygambere kadar mukaddes bir bayrak koşusu halinde elden ele teslim edilerek geldi... Ve kâinat; bbir atomu bir dünya farzederseniz, onun mevhum merkezindeki atoma kadar küçüle küçüle ve her atomda ayrı bir dünyaya ulaşa ulaşa nâmütenahi küçük; ve bir atomdan bir arza, bir arzdan bir güneşe ve bir güneşten sayısız yıldızlara, sonra içinde yıldızların atom kesesi halinde çınladığı dipsiz fezalara kadar büyüye büyüye ve her fezada ayrı bir fezaya uğraya uğraya nâmütenahi büyük mimarîsiyle, bütün esrarını, o en Büyük Resulün başı üzerinde halkalandırdı.

• Kısaca İslâmda kâinat, bütün esrarı ve kanunlariyle, O'nun, O yaratıldığı en Büyüğün bâtınında çağlayan nâmütenahi ince ve girift mânalardan ve bu mânaların aksettiği büyük tecelli plânından ibaret..

• Bu tecelli karşısında insanoğlu, ben, sen, o, biz, siz, onlar, topyekûn beşeriyet, kundaktan kefene, bütün ferdî oluşlar; ve köyden metropole, bütün içtimaî tekevvünleri boyunca, okyanusları birbirine katıştıran kanallar açmaktan, bir tohumun nabzındaki çatlama ve açılma hummasını âhenkleştirmeye kadar her cehdinde, tek tek ve sâf sâf memuriyetini bulacak, maddî ve mânevî varlık ve iş plânını göz göz petekleştirecektir.

• Herşeyi içe bağlayan hudutsuz bir dış... İçin tecellisi nisbetinde derinleşen fena ve âdem kuyusuna doğru topyekûn yuvarlanış... Ve bu yuvarlanış karşısında ölümsülük ve gerçek hayat kapısını bütün insanlık çapında açan ezelî mimarî.. İşte İslâm ve kâinat!..

İSLÂM VE DÜNYA


• İslâmda dünya, dünyanın en ulvî ölçüsü halinde vecizelendirilmiştir. Âhiretin ekin yeri... Dünyada ne ekilirse öbür tarafta o biçilecektir.

• İslâmda dünya, ebedî hayatın eşiğidir. Düşünelim; İslâmda dünya, bütün hudutlu buudları içinde ne hudutsuz bir mâna sahibi!..

• Birbirine zıt ne kadar mefhum ve hâdise varsa aralarındaki en ince kaynaşma ve ayrılma noktalarını farkların en incesiyle belirten İslâm, işte böylece dünyaya birbirine zıt iki nazarla bakar; ve sonra bu bakışları tek ve en ileri bir gözde birleştirir: Biri, fânilik ve hiçlik plânı

dünya; öbürü, bu en dipsiz fânilik ve hiçlikten zıplanacak ebedî hayatın basamağı, yine dünya...

• Dünyanın İslâm gözündeki bu çifte ve birbiri içinde kaynaşıp tekleşen mânasından dolayıdır ki, kendimizi «Hiç ölmeyecekmiş gibi dünyaya ve hemen ölecekmiş gibi âhirete» vermek emrini aldık. Şimdi, ezelden ebede doğru helezonlaşan kelâm dalgasının bu en zarif kıvrımı ulvî Hadîsin mânasını anlar gibi miyiz?

• Dünyanın İslâm gözündeki bu çifte ve birbiri içinde kaynaşıp tekleşen mânasından dolayıdır ki, kendimizi «Hiç ölmiyecekmiş gibi dünyaya ve hemen ölecekmiş gibi âhirete» vermek emrini aldık. Şimdi, ezelden ebede doğru helezonlaşan kelâm dalgasının bu en zarif kıvrımı ulvî Hadîsin mânasını anlar gibi miyiz?

• İslâmda dünya, varlığın arkasından yokluk, yokluğun arkasından varlık gelen ve iki tempolu âhenk halinde bir ademi, bir de mutlak vücudu haykıran zamanı; ve her ân hiçlik pası altında eriyen fânî mekâniyle, sadece ne mkal olduğu ve nasıl bir gayeye yaradığı bilinecek bir atlama taşıdır. Bir atlama taşı ki, ona gözlerin en bedbiniyle baktıktan sonra onu gözlerin en nikbiniyle süslemeye, bezemeye ve gelişmeye memur bulunuyoruz.

• Böylece İslâmda dünya, gerçek ve üstün mü’minler için, birtakım bâtıl itikatlarda ve inanış sistemlerinde olduğu gibi, fânîliğine inanıldıktan sonra herkesin arkasını döneceği ve kabuğuna çekileciği bir mahkûmiyet plânı değil, içyüzü biline biline bütün iş sahalariyle kucaklanacak, atom atom sayılacak, tertiplenecek ve düzenlenecek bütün bir beşeri hâkimiyet plânıdır.

• İslâm, âhiretin ve ebedî oluşun topyekûn sahipliğinden sonra, bütün oluşların ve en haşin madde hesaplariyle de topyekûn dünyanın maliîki...

• Müslümanlıkta dünya odudr ki, mü’min onu zapt edecek, ona hâkim olacak, fakat onun esaret ve hâkimiyetine düşmeyecektir. Tıpkı İslâmda gerçek fakrin, mal sahibi olmamak değil malın ona sahip olmaması ve onu köleliğe düşürmemesi demek olduğu gibi... Bu harikulâde inceliği anlayan, en dakik (nüans-gamıza)lardan ibaret İslâmın dünya ölçüsünü de kavrar; ve bu vakte kadar eşya ve hâdiselere İslâm adına nasıl tek taraflı bir gözle bakıldığını ve dünyanın nasıl elden kaçırıldığını görüp ürperir.

ALLAH, Kur’ânında insanı kendisine halife olarak yarattığını ve onu eşya ve hâdiseleri teshire memur ettiği emriyle, fânî ve ebedî, sahte ve gerçek dünyalara ve her ikisine karşı insanî vazifelere ait sırrı bildirmiş ve ölçüyü vermiştir.

Sadece bu, dünyaya bakıştır ki İslâmın hak din olduğunu göstermeye yeter.

 

İSLÂM VE İNSAN


· İnsan, neden ve niçin olduğunu, nasıl ve ne olacağını; her canlının başına musallat bu tek sualin biricik cevabını yalnız İslâmda bulur.

· İnsan, İslâmda, derinliğine ve yüksekliğine doğru ruhunun, genişliğine ve uzunluğuna doğru da aklının, biri gök ve öbürü yeryüzünü donatıcı iki büyük hükümranlık işine memurdur. İnsan, bu memuriyetlerden birinde mâna ve öbüründe madde âleminin anahtarlarını elinde taşıyacak ve bu iki âlemi en büyük saltanatla zapt ve teshir ettikten sonra “solmaz”a, “eskimez”e, “ölmez”e, “bitmez”e ulaşacaktır.

· İslâmda ruh ve akıl, insan varlığının ne eksik ve ne fazla, tam ve mükemmel kıvam isteyen bu iki temel kutbu; biri dünya ve madde, öbürü de mâvera ve üstün hayat gayesine karşı, değişmez ve kıpırdamaz esaslar etrafında nâmütenahi derin ve geniş bir hürriyet ifadesiyle, iki yol gösterici mizana sahiptir: Şeriat ve Tasavvuf... Mücerret hikmetlerinin yeri bu bahis olmayan Şeriat ve Tasavvuf, muhteşem ve ebedî gerçeklik sarayının, insanoğluna mahsus iç ve dış plânından başka bir şey değildir.

· İslâmda insana yol, sırlardan ve sistemlerden hiçbirinin yanaşamadığı şekilde ve kulluğun en üstünü halinde, Allah halifeliğine kadar açıktır.

· İnsan olduğu için İslâm oldu; ve İslâm olduğu için insan vardır.

· Maddî ve manevî bütün iş şubeleriyle insanoğlunun tek cehdi ölümsüzlüğe ermekse, bunun biricik müteahhidi İslâmdır.

· İslâmda insan, hem kangal kangal kemmiyetiyle üstüne düştüğü ve fâni adetler boyunca nefsine devam aradığı dünya ve madde kadrosunda, hem de her ferdi yekpare bir ebediyet ve keyfiyette toplayan mâvera çerçevesinde, ölümsüzlüğün mümessilidir. İslâm, insanın yüzüne şu nurdan satırı yazdı: “Sen ölmeyeceksin!”

· Bekâ yalnız Allahın sıfat ve hakikati olduğuna göre, ayağına fânilik zemini çekilip başına sonsuzluk tacı oturtulan insan, İslâmda, her iki tarafın hakkını gerçekleştirmeye memur Şeriat ve Tasavvuf yollarından, Allahın ilâhî çaptaki hediyesine nâildir. Mahlûkların en şereflisi sıfatiyle ya bu hediyenin kul üstü seviyesine yükselecek, yahut yaratıkların en sefilinden de aşağıya düşecek...

· Ebedîlik divanesi insan, İslâmdan başka her görüş sisteminde lâğım faresinden daha aşağı, İslâmdaysa, sonsuzluk şevkinin pırıldattığı nur yüziyle, en büyük kahraman.

· Bütün sırrı şu ölçüde bulunuz: “Allah, âlemi insan, insanı da kendi marifetine ulaşması için yarattı.”

İSLAM VE AHLAK


· İlk Peygamberden Sonuncusuna, en doğrusu, İlkinden ilki ve Sonların Sonuna kadar, ahlâkı getiren, gösteren, vaz’eden, esaslandıran, yalnız İslâm...

· İnsanın fikirle gördüğüne karşı hisle takındığı değerlendirme edâsı, ahlâktır. Fikir, “niçin?”i, ahlâk da “nasıl?”ı cevaplandırır.

· Hakikatin “niçin?”leri önünde, ruhun tavır ve hareketleri bakımından “nasıl?”ları, ahlâktır.

· Hakikat karşısında ruhun bürüneceği tavır ve eda melekesi olan ahlâk, ruhun başlıca sıfatı ve hâdiselerin ruhta kıymet hükmüdür. İçimizde ve dışımızda olan her şeyin ulvî ölçüsü ahlâktadır.

· Ahlâka fikir öncülük ettiği kadar, fikre de ahlâk yol gösterir. Fikrin gösterdiği sebepten ahlâk doğduğu gibi, ahlâkın doğuşundan fikir sebep kazanır. Öyle ki, ikisini de, içiçe, birbirini muhit (kuşatıcı) ve birbiriyle muhat (kuşatılmış) sayabiliriz. Âdeta fikrin “niçin?”lerini, ahlâkın “nasıl?”ları içinde buluyoruz. Dâvanın en sağlam ifadesi şu ki, ruh, bütün melekeleriyle el ele, bir anda buluyor, ruh bulduktan sonra fikir öne geçiyor, peşinden ahlâk zuhura geliyor; hakikatteyse hangisinin ve neyin önde olduğu belirsiz kalıyor.· Amma ki, fikrin kuşattığı yerde bir ahlâk kümelenmesi, ahlâkın kuşattığı yerde de bir fikir bulunması zarurî... Hacimle renk gibi bir kaynaşma...

· İnsanoğlunun, içine ve dışına doğru bütün münasebetlerinde birer fikrî “niçin?”e bağlı “nasıl?”lar halinde ahlâk dayanağını temel kabul etmek, mütearifedir. Beşeriyet bu mütearifeyi fikir hendesesinin ilk bedaheti sayar ve oradan yola çıkar. Onsuz ne ruh, ne insan vardır. Denilebilir ki ahlâk, fail olmak yerine münfail sıfatta, sadece tavır ve eda hüviyetiyle, içinde fikir, mâna, sır, hikmet, her şeyi istihlâk eden ve kendisinden zuhura geldiği ruhu zuhur ettiren üstün duyuş ve anlayıştır. Ahlâk, anlayıştan doğar ve anlayışı tamamlar.

· “Ben ahlâkî yücelikleri tamamlamak için gönderildim!” ve “Müminlerin en faziletlisi, ahlâkı en güzel olandır!” buyuran Allah Resulünü işte bu incelikler içinde anlamaya çalışmak lâzım...

· İslâm ahlâkının binbir sütun üzerinde duran ahlâk çatısında dört ana direği, ihlâs (samimîlik), aşk, fedakârlık ve merhamet diye göstermekte hata yoktur. Sade şunu bunu değil, ruhun ve hakikat merkezinin bütün topoğrafyasını getirmiş olan İslâm, iyi ahlâkı ruhta, kötü ahlâkı da nefste mihraklandırdığına göre, bu dört esas, ruhu pırıldatmak ve nefsi dizginlemekte en tesirlileri.

. ihlâs, samimîlik, «olduğu gibi»lik; nefs hislerinin maskesini düşüren ve hakkı karşılamanın temel şartını veren hakikat ateşi... Onun bulunduğu yerde riya, yalan, dolan, sahtecilik yoktur; ve ihlâs, nefsin hapsettiği ruhu meydana çıkaran ve onun yerine nefis hapseden biricik zabıtadır. Baştan başa hakikat, iman ve ahlâkın arsası, ihlâs... İhlâs,doğrunun, gerçeğin zarfı,kabuğu...

.Aşk mı?.. Canın ışığı, varlığın mayası, hayatın desteği tek hikmet... Aslî hedefi Allah... Aşk olmasaydı varlık olmazdı; ne kuşlar öter, ne de sular fısıldaşırdı. Allahın, en büyük Resûlüne yakıştırdığı vasıf, Sevgilisi olmak... Nefs yalnız kendisini sevdiğine göre aşkı aslî hedefine ve onun rızası etrafına mahluklarına yöneltmek, insanda insanı gerçekleştirir. Seven adamda kibir, benlik, âdilik, küçüklük, miskinlik, cansızlık barınamaz.

.İhlâssız aşk olmayacağı gibi, aşksız da fedakârlık olmaz. Fedakârlığın olduğu yerde de bütün fert alâkalariyle cemiyet, hamle, atılganlık, yardım, en üstün tecellileriyle adâlet hazır ve her türlü hasislik gaiptir.

. Merhamet o kadar İslâmın şiarıdır ki, gerçek ve derin mü’minde onun özentisi, şamatası edebiyatı yok, yalnız hakikati vardır. Bir güvercin öksürürken merhametinden ağlayan mümin, kılıcını çekip Allaha hakkını vermeyenlerin üzerine yürüdüğü zaman, bunu kendi nefsinden değil, onlara merhametinden ve kılıcının ucunda kurtuluş ilacını taşımak idealinden yapar. Kin ve nefretin tam zıddı olan merhamet, onların besleyicisi kıskançlık ve küçümsemenin, ihlâs, aşk ve fedakârlıkla beraber panzehiridir. Merhamette şefkat, rikkat, yumuşaklık, incelik tümen tümen; darlık, katılık, kabalık, vurdumduymazlık hiç yok... Daha nice ahlâkî yücelik, kendileriyle beraber bu dört temele bağlı...

.Nihayet ahlakın ezelî ve ebedî bir örneği mevcut... O, Allahın Sevgilisi... Ahlâk O’nun ahlâkı; en üstün mücerredi ve en parlak müşahhasiyle O’nun ahlâkı... Başka hiçbir vasıf O’na yetişemez.

.Ve nihayet ahlâkın nihaî ideali bir din emriyle çerçeveli: «Allahın ahlâkıyle ahlâklanınız!» Mutlak hikmet sahibinin, o hikmete kıymet hükmü ve sıfat olarak ifadelendirdiği ahlâk ve ondaki sır...

 

 

İSLÂM VE ADALET


Âlemde tek adâlet kaynağı, İslâm...

Adâlet, hakkı «mâvuzualeh»ine, lâyık olduğu yere koymaktır. Bir şeye hakkını vermek, onu dengi olan karşılığı kavuşturma, gereğine erdirmek. Bir şeyi o şey ister bir mâna, ister bir madde olsun, uygun olduğu hak makamına oturtmak, nispet belirttiği ölçü plânına çıkarmak, muhtaç olduğu kıymet vahidine ulaştırmak... Adâlet budur.

En büyük, nâmütenahî büyük hak Allahdır ve bütün bu kâinat onun tarafından yaratılmış olmak makamına oturtulunca, kalbde imanın ilk şartı ve bu hak tecelli eder. En büyük haksızlık da bunun aksi..Mükafat ve cezaları da en büyük hakla, en büyük haksızlığa göre... Bu bakımdan her mâna ve maddenin, kalıbına nisbetle oturtulacağı yer, ulaştırılacağı karşılık, kavuşturulacağı ölçü, ayrı ayrı..

Hakikatin, yerini bulmasından ve bir cisimle onun kumdaki yatağı arasındaki intibakı kazanmasından ibaret olan adâlet, zat ve tecelli, keyfiyet ve takdir, iş ve karşılık olarak, iki kefeli bir terazi halinde, iki cepheli bir oluş ve muvazene arzeder; ve içimizle dışımızı denkleştirici ruhî ve maddî, ferdî ve içtimaî, bütün kıymet hükümlerini kuşatır.

Anlaşılyor ki, adâletin, en mücerret fikirden en müşahhas medde tezahürüne kadar, hudutsuzdan gelip hudutluda meydana çıkan bir kök ve dal mâhiyeti vardır; ve insanoğlunun amelîmânada adâletten anladığı, onun cemiyet münasebetlerindeki müşahhas tezahürlere bağlıdır.

Adâletin tam zıddı olan zulüm de, eşya ve hâdiseleri, nispet ve liyakat belirttikleri makamların, plânların, ölçülerin dışına çıkarmaktan başka bir şey değil. En büyük hakka karşı en büyük zulmün ne olduğu kendi kendisine anlaşılıyor: Allahı inkâr.. Nefsin kendi kendisine zulmü..

En hâlis ve mutlak adâlet emirleriyle, en sağlam ve keskin zulüm yasakları sadece İslâmdadır. Ve İslâmdaörgüleşen adâlet emirleriyle zulüm yasakları, cemat, nebat, hayvan ve insan, her şeyin, her maddenin, her mânanın ve bütün bunlar arasında her münasebet şeklinin hakkın sımsıkı çerçevelemiştir. Bütün dünya kadrosunda hakkını isteyen kim ve ne varsa bize gelsin!.

Bize dünyanın en kokmuş, çürümüş ve azmış cemiyetini teslim edinîz; teahhüt ediyoruz ki, o cemiyette İslâm ideolocyasının sonsuz ruhu sindirilinceye kadar sadece İslâm adâletinin kışrındaki ölçüler tatbik edilmekle, göz açıp kapayıncaya kadar kurtuluş, dış yapıda gerçekleşecektir. İslâmadâleti öyle bir şeydir ki, İslâmainanmayan bile onun adâletini şekilde tatbik etmekle dünyasını olsun kurtarır. Müslüman için de en üstün adâlet görüşü Allah neylerse onu adâletin ta kendisi bilmek, bu sırra akıl ulaşmanın muhal olduğunu anlamak ve adâleti Hakkın emirlerine noktası noktasına riayette aramaktır. Adalet, ne türlü olursa olsun,

Allahın işi; ve bize, mutlaka şu ve bu türlü olarak Allahın emri..

İnsan hayatına kıyanların hemen başlarını uçuracağına, onlara hayatını bağışlayan; ve hırsızlık edenlerin derhal kollarını keseceğine kendilerine hapishane köşelerinde rahat rahat geviş getirecekleri yataklar ve sanatlarını ilerletecekleri dershaneler hazırlayan zihniyet, birer kötü kişiye medeniyet göstermek için bütün iyi kişilerin hayatına ve malına kıymış olmak mânasındadır. İslâmadâletinden başka her ölçü, bizce cezalandırmaya yeltendiği kötülükle bilmeden ittifak halindedir.

İslâmda hâkim, bütün devlet ve millet manzumesinin bağlı olduğu kök telakkiye ait ölçülerin müstakilkazaî temsilcisidir. Bu hüviyetiyle o, devlet ve hükümet, reislerine, herhangi bir çöpçü ve dilenciden ayırt etmez bir irtifadan bakar.

İslâm adâletini ışıldattığımız ve insanlığa serpmek istediğimiz çağlarda en küçük kazancımız Viyana surları önünde boy göstermek oluysa, o adâleti paslandırdığımız devirlerde de en küçük kaybımız yurt dışını düşmâna ve yurt içini eşkiyaya sardırmak oldu. Ondan sonra da, her zaman ve mekâna ait ebedî adâlet hazinesinin anahtarını cebimizde taşıdığımızdan habersiz, çapraşık ve dolambaçlı medeniyet dünyasının binbir icabı karşısında, bir adâlet buhranından öbürüne atlayarak, adâlet adına boyuna zulüm kopyacılığı yapmaktan ve en hâs ve halis zâlimleri sürü sürü türetmekten başka işimiz olmadı.

 

İSLÂM VE KADIN


Her madde, her mâna ve her şey gibi kadının da bütün vücud ve hikmeti, keyfiyeti ve mevkii İslâmda...

Kadın, İslâmda,kendisine Şeriat yolundan ulaşmak şartiylesevgili bir varlıktır. Yeryüzünün Efendisi ve Peygamberler Peygamberi ki buyurmuşlardır ki: «Bana dünyanızda üç şey sevdirilmiştir: Kadın, güzel koku ve namaz...»

Hemen anlamak gerektir ki, meşru şekiller ve hadler içinde kadına bağlılık, Yeryüzünün Efendisi ve Peygamberler Peygamberinin mizacına uymak bakımından İslâmive makul bir hâdise... İslâmınzâhir ve bâtın çerçevelerinin bütün kahramanları bu şekiller hadler içinde kadına bağlı kalmışlardır. Ruhbaniyet kabul etmeyen İslâm,batinî büyük marifet yolunda nefs körletmenin usûlu olarak kadından uzak durmayı kabul etmez. Aksine büyük marifet yolunda, meşru şekiller ve hadler içinde kadın alâkası şarttır.

Kadın, İslâmda,her şeyden evvel derin bir hayâ mevzuudur: ve bütün mahrem köşeleriyle çepçevre hisarlar ortasında yükselen bir saray gibi, edep, ismet ve gizlilik surlariyle halkalanmıştır.

Mukaddes İslâm Şeriatı, kadını, her noksaniyle kocasının nazarlarına helâl olarak teslim ettikten sonra, onun cemiyet hayatını, mahremi bulunduğu veya bulunmadığı insanlara karşı ayrı ayrı görünüş şekilleriyle ve son derece sarahatle tanzim etmiştir. İslâmcemiyet ve beldesinin büyük meydanında ve bütün nazarlara karşı kadın, yüzünden, el ve ayaklarından başka hiçbir noktasını çıplak olarak gösteremeyecek derecede hayâ ve hicap ifade eder. Tek bir saçın bile dâhil olduğu bu hayâ ve hicap şartları yerine geldikten sonra kadın, aynı İslâm cemiyet ve beldesinin aynı meydanında en faal ve en vazifedâr bir unsur olabilir.

Kadını kafes arkalarına ve haremlere hapsetmek, hiç kimsenin karşısına çıkarmamak ve topuğundan saçına kadar simsiyah bir torba içine sokup öylece ve bir ân için cemiyet koridorundangeçiri vermek, İslâmiölçü ve gereklerin emrettiği bir iş değildir. Her bakımdan mükemmel olan dine bir şey eklemek veya ondan bir şey eksiltmek, dinî anlamamaya ve nihayet ya ham ve kaba softalığa ve kör-kütük anlayışsızlığa varacağına göre asırlar boyunca Türk cemiyetinde kadının halini, dinî vecd ve idrâkten mahrum ham ve kaba softaların esiri diye mütalâa ve bu halden İslâmiyetitenzih etmek lazımdır. Şer’î ölçülere bürülü olarak kadın, İslâmcemiyet ve beldesinin büyük meydanında ve her türlü iş ve faaliyet sahasında, bütün nazarlara açık bir edep ve ismet heykelidir.

Ayrıca kadın, mücerred kadın olarak,mücerred güzellik ölçüleriyle, ancak İslâmŞeriatinin gizlenme hadleri ve görünme şartları içindedir ki, tesir ve kıymetinin azamisine ulaştırılmıştır. Kasap dükkânlarında kuyruğuna kadar yüzülmüş çırçıplak etin vahşetini esiri bir tılsıma götüren örtü sırrı, münhasır (estetik) göziyle de yalnız İslâmdadır.

Dslâmdakadın,içtimaî vazifeler arasında yalnız iki tanesinin ehliyetine malik değildir: Biri imamlılık, öbürü hakimlik... Bunda da son derece ince bir hilkat sırrı güden İslâmiyet,her şeyden evvel hissîlik ilcaîlikten uzak bir erkek seciyesi isteyen bu iki işte başka kadına hiçbir içtimaî vazifeyi yasak etmemiş, fakat kadının en yüksek ve ulvî mevkiini, onun ve erkeğinin yuvası olarak göstermiştir.

Kadın; anne, hemşire, zevce; güzellik bakımında kadın, içtimai vazife noktasından kadın, hilkat sırrının maddî ve mânevi bütün tecelli şekillerini İslâmda arasın ve yanlız onunla övünsün!

İdeolocya Örgüsü,Necip Fazıl
Devamını Oku »

Ahlak Davamız ve Ahlak Kaynağımız

Ahlak Davamız ve Ahlak Kaynağımız
Siz iyi ve temiz bir Türk müsünüz?... Eğer bir elinizle bugünkü ahlâk faciamızın müşahhas tecelli plânındaki tüyler ürpertici manzaralarını pençelemiyor; öbür elinizle de muhtaç olduğumuz ahlâkın mücerred inşası bakımından varılması mümkün yegâne teşhise işaret etmiyorsanız, biricik vatanî ve millî borcunuzu yerine getirmiyorsunuz demektir.

Bugün omuzlarındaki içtimaî şartlar altında gözü uyku ve vücudu et tutabilen insan, iyi ve temiz bir Türk değildir. İyive temiz Türk’ün, ağlaya ağlaya su kesileceği yakın bir istikbalden hâl günlerini yaşıyoruz.

Âlemde bedâhetler arası hiçbir tezahür, şehirde, köyde, evde, mektepte, sokakta, pazarda, cemiyette, ailede, fikirde, kanaatte, işde, vazifede, ahlâk buhranlarının en korkunç ve dipsizine düşmüş bulunduğumuzdan daha yalçın bir gerçek belirtemez.

Ahlâk bozgunumuz da, fikir bozgunumuzla kolkola geldi.Bizi, evvelâ ham ve kaba softalık yere serdi; sonra körkütük hayranlık ve şahsiyetsizli kıskıvrak bağladı, daha sonra kaatil züppelik ve ahmak kopyacılık zehirledi; en sonra da iman ve ahlâk kaynaklarımızla aramızı büsbütün açan cebrî ve ceberutî ilericilik komaya yatırdı.

Cumhuriyet İnkılâbını doğuran İstiklâl Savaşının ruhuna bağlı ve o ruhun fedaisi herkes, sadece bu fedailiğin verdiği hakla, ondan inkılâp gerçeğini ve gerçek inkılâbı istemelidir! Hindlilerin "gulûgulû"su gibi, "inkılâp, inkılâp!" diye geviş getirmek mi gerçek inkılâba hizmettir; yoksa ona, kaynaklarını tıkadığı eski ahlâk telâkkimize karşılık yeni bir kaynak açmak kaygısını aslâ duymamış olduğunu hatırlatmak mı? İşte o zaman inkılâp şapa oturacaktır.

Gerçeğimiz tektir! Bütün vatanı kuşbakışı gören bir dağın tepesine çıkıp bütün vatanı fıkırdatacak; ve (Serkldoryan)daki baydan Ağrı dağındaki çobana kadar bütün kulakları yırtacak kuvvetle haykırmak borcunda olduğumuz tek gerçek: Ahlâk yaramız, beynimizden topuğumuza kadar işlemiştir; asıl bunun kurtuluş savaşına muhtacız.

AHLÂK KAYNAĞIMIZ

Bizim, olmuş ve olabilecek ahlâk kaynağımız adıyla ve sanıyla İslâm ahlâkıdır. Bunu anlayamadık; anlaşılacak olan buydu; anlaşılacak olan budur!

Bir zamanlar ne olduksa bu ahlâkın yüzü suyu hürmetine olduk; ve ne olmadıksa, bu ahlâkı gölgelendirmek ve sonra büsbütün karanlığa gömmek yüzünden olamadık. Bunu bilemedik;bilinecek olan buydu; bilinecek olan budur!

Kafalar arası bir kere daha mahyalaştıralım ki, dünyanın biricik kâmil ve esasî ahlâk manzumesi olan İslâm ahlâkını, bize, Tanzimattan evvel ham ve kaba softa, Tanzimattan sonra da aynı seciyenin tersi ahmak ve şahsiyetsiz Garp taklitçisi kaybettirdi. Bunu göremedik; görülecek olan buydu; görülecek olan budur!

Bütün intikal ve istihale basamaklarımızda, muhtaç olduğumuz ahlâk doğruluşunun bayrağını açacak terkipçi ve sistemci Türk mütefekkirlerinden hiçbir haber gelmedi. Böylece güme giden fâtihlik, zaman ve mekânımızı yeniden kazanma yolunda her hamlemiz ruhta dayanaksız kaldı. Sadece dayanaksız kalmadık; en sağlam dayanağımızla ruhumuz arasındaki ulaşma yollarını tıkadık; satıhta süslenmek isterken kökte kuruduk ve nihayet son 50 yıllık
misilsiz ruh ve ahlâk buhranına çattık. Bunu örgüleştiremedik; örgüleştirilecek olan buydu; örgüleştirilecek olan budur!

Islâhcılık ve yamacılık hareketimizin hiçbir çığırında seçemedik ki, maddî ve manevî bütün plânlariyle vatan; Anadolu, Trakya, köy, kasaba, şehir ve mektep, mabed, sokak, meydan, dükkân, resmî daire, fedaî Mehmedçik, masum Emine, müşfik anne, ben, sen, o, biz, siz, onlar; topyekûn Türk cemiyetini terkip eden bütün şahsiyet ve asliyet unsurları, yekpâre bir millet kadrosu halinde, ana çizgilerini İslâm ahlâkının potasında eriyerek almıştır; ve bu unsurları o ahlâkın ikliminden sürüp çıkarmak, kül ve çamur haline getirmekten farksızdır.

Bunu seçemedik; seçilecek olan buydu; seçilecek olan budur! Yol, en eski dünle en uzak yarın arasında hiçbir zaman değişmedi ve değişmeyecek; kafamızla intibak zorunda olduğumuz yeni zaman ve mekân âlemine, ruhumuzla, İslâm ahlâkını taşıyacak ve aşılayacaktık. Bunu yapamadık; yapılacak olan buydu; yapılacak olan
budur!

İslâm ideolocyasını, ham ve kaba softanın kuru, keyfi, hikmet ve asliyetlerine aykırı naslar baltası olmaktan kurtaracak, yâni İslâmlığı bütün hakikatiyle anlayacak onu sâf ve mutlak bir iman, vecd ve aşk kandili halinde Türk evinin baş köşesine asacaktık. Bunu duyamadık; duyulacak olan buydu; duyulacak olan budur!

Müslümanlık cevherini gübre beyinli yobazın dar ve ışıksız ruhundaki küf ve pastan ayıklayıp, tek zerresini feda etmeden millî Türk ruhunun tertemiz iptidâi maddesi halinde kullanacaktık. Bunu sezemedik; sezilecek olan buydu; sezilecek olan budur!

Aklın eşya ve hâdiselere tahakküm hakkiyle ruhun iman ve ahlâk boyunduruğu içine girmek ihtiyacını, birinde dış örneği içimize, öbüründe iç örneği dışımıza tatbik ederek kaynaştıracaktık. Bunu bulamadık; bulunacak olan buydu; bulunacak olan budur!

Maddî ve mânevî bütün plânlariyle Türk vatanını, Anadolu’yu, Trakya’yı, köyü, kasabayı, şehri, evi, mektebi, mâbedi, sokağı, meydanı, dükkanı, resmî daireyi, her şeyi, her şeyi içine alan yekpâre bir cemiyet ve devlet şuuriyle ahlâkın kapısını çalmak; işte kurtuluşumuzun sırrı!.. Buna eremedik; erilecek olan buydu; erilecek olan budur! 400 yıldır, anlayamadığımız, bilemediğimiz, göremediğimiz, örgüleştiremediğimiz, seçemediğimiz, yapamadığımız, duyamadığımız, sezemediğimiz, bulamadığımız, eremediğimiz, kendi öz kaynağımızdan ibaretti ve bu kaynak her evin içinde, her köyün ortasında ve her şehrin meydanındaydı. Bilemedik, göremedik, anlayamadık. Tek cümleyle herşey, evet, tek zerresi feda edilemez bir bütün halinde İslâmanüfuz etmekti. Edemedik. Nüfuz edilecek olan buydu, nüfuz edilecek olan budur!

İdeolocya Örgüsü,Necip Fazıl
Devamını Oku »

Avrupalı tuzağı

Avrupalı tuzağıBiz, hangi milleti ve siyasi zümresiyle olursa olsun, Avrupalının hoşuna gittikçe ve alkışını topladıkça, böbürlenmek yerine başımızı taştan taşa vursak daha iyi ederiz.

Zira bizim, hangi milleti ve siyasi zümresiyle olursa olsun, Avrupalının hoşuna gitmemiz ve alkışını toplamamız, ancak kendi kendimizi tahrip ve inkarımız nisbetinde kabildir.

Bizim, kendi kendimizi bulmamız, Avrupalıya akıl ve madde marifetleri yolunda erişmemiz ve bu yetkinliği kendi ruh hamurumuz içinde pişirip, onun karşısına, yeni ve ileri bir millet vahidi halinde çıkmamız, onu şadetmek şöyle dursun, ancak ürkütür, bedbaht kılar ve binbir vasıtayla üzerimize çullandırır.

Şu yüzdenki; biz Avrupalının kendi familyasından sandığı bir millet değiliz. İstediğimiz kadar ondan olduğumuzu iddia edelim, onun kılığına bürünelim ve harfleriyle yazı yazalım, Avrupalı bu iddiamızı, hatta bu iddiada muvaffakiyetimizi alkışlarken, için için bize gülecek, bizden tiksinecek ve tuzağa kendi ayağiyle düşen bu safdil avı kaçırmamak için her şaklabanlığı yapacaktır.

Kendimizi, Avrupalının bizi hakikatte gördüğü gibi görmek istersek, bütün bir tarih, din ve medeniyet kökü bakımından kendimize ve ona <<ben benim, sen de sen!..>> diyebilmemiz lazımdır. Çünkü o bunu içinden daima söylemekte ve daima bu ölçüye göre iş görmektedir: <<Ben benim, sen de sen! Seni senden ayırmak ve kökünü kurutmak için de sana, dış yüzleri kopya etmek metodiyle asla varılamıyacak birşeyi, benim halime özenmeni ve beni körükörüne taklit etmeni telkin ediyorum!..>>

Yarın, farz bu ya, kendi başımıza ve dışardan tek yardım almadan bir sanayi kurmaya muvaffak olur ve iptidai toprak mahsullerimiz karşılığında civata ve somunlarına kadar dışardan getirttiğimiz aletlerin kaynağını, fikir planından döküm potasına kadar benimsemek kudretine geçer, buna da Avrupalının müsaade ettiğini görecek olursak, o vakit onun bizi sevdiğine ve tuttuğuna inanabiliriz. Halbuki Türk milletinde böyle bir yetkinlik, Avrupalıyı, kendi sınırlarına tarafımızdan bir tecavüz olmuş kadar şahlandıracak ve her vasıtayla buna engel olmaya zorlayacaktır. Zira dava yalnız bizden ibaret değildir, gerimizde bir de büyük Asya vardır. Batının, mamul eşya ihraç pazarı büyük Asya...

Tarih boyunca birbirine karşı en ağı imtihanları vermiş olan Şark ve Garp medeniyetleri,neticede Garbın, akıl ve madde hâkimiyetiyle Şarkın boynuna, müstemleke ve istismar sahası boyunduruğunu geçirmeye muvaffak oluşundan beri, karşılıklı ve zımnî bir anlaşma halindedirler: Bütün medeniyet unsur ve âletlerini Garplı imal edecek ve Şarklı, sadece ahmak müstehlik sıfatiyle bunları kullanacak ve mukabilinde tarlalarını Garplı hesabına ekip biçecek ham maddelerini onun emrine verecektir. Bu arada Şarklının Garplıya yaklaşma haddi, sadece iradesiz bir hayranlık ve ipin ucu daima efendide kalmak şartiyle satıhtan taklittir.

İşte Türk milleti, 18 inci asırdan sonra Garp cemiyetini işbâ haline getiren ağır sanayi, büyük kapitalizma ve bunların emri altındaki Garp emperyalizmasının bir avı halinde, boyuna kurtuluş reçeteleri getirerek kendisini zehirleyen inkılâp rehberlerinin izinden, Garbın bu tarihî tuzağına bütün külçesiyle oturtulmuştur

 

İdeolocya Örgüsü - Necip Fazıl
Devamını Oku »

Tasavvuf Hakkında

Tasavvuf HakkındaGelelim en önemli konuya. Tasavvuf gibi bir "anlam bilim"in tabii ki pek çok problemleri de olacaktır. "Büyük dağın büyük karı olur." misali, onun problemlerinin ve bu problemlerin yol açacağı tesirlerin de diğer branşlarınkinden çok daha Önemli olduğunu kabul edenlerdenim. Bir çiçekte bal usâresi varsa onun etrafında arılar da dolanır diğer haşerat da. Her kaliteli markanın muhakkak sahteleri olur. Eğer kalite yoksa sahtesini bile yap­mazlar. Dünya tarihinde her zaman nebiler olmuş, karşılarında da mütenebbîler ve bel'amlar olmuştur. Bir mütenebbî çıktı diye hiçbir nebî nübüvvetinden vazgeçmemiştir. Tasavvufun da daha ilk dönemlerinden itibaren sahteleriyle hep başı derde girmiştir. Bu yüzden büyük mutasavvıflar insanları sahtelere karşı uyarmış­lardır. Tasavvuf literatürü dikkatli taranacak olursa birçok sûfî müellifin "sahteleri tanımanın yolları" başlığı altında eserlerinde bölümler açtıkları görülecektir. Bu yönüyle oto-kritiğini geliş­tirmiş ilk disiplinlerdendir tasavvuf. Bu noktada altını çizmek istediğim bir husus var. Nasıl tasavvuf ilminin uzmanı olmak için

Belirli eğitimden geçmek gerekiyor ve uzman olmayan kimsenin bu konuda söz söylemesi erbabınca pek ciddiye alınmıyorsa, bu problemlerin üzerine konuşmak ve hal çarelerini sunmak da aynı uzmanların işidir. Zira birtakım art niyetli kişiler, her branşta bulunabilecek bazı suiistimalleri ontolojik anlamda o branşın varlığına yönelik küllî bir redde dönüştürmek gayesindedirler.

Rüşvet alırken yakalanan bir savcının yüzünden bütün hukuk fakültelerini kapatmak ve hatta hukuk ilmini yok etmeye kadar çıkmak gibi kabul edilemez totalizmler yapıyorlar. Din ilimleri arasında birbirini reddeden bu yaklaşımlar maalesef çok fazla. Her şeyden evvel ortada bir problem varsa bu tasavvufa ait bir problemdir ve halli de yine tasavvufçulara aittir. Sebepleri biz­lerce malum bazı durumlardan dolayı özellikle ülkemizde, son yıllarda tasavvuf bezirganlarının çoğaldığı da bir gerçek. Taşları tutup köpekleri salıverirseniz bunun sonuçlarına da katlanmak icap eder. Bir camiye müezzin olmak için bile birçok imtihandan geçersiniz ama şeyh olmak isterseniz anında olursunuz. Tabii toplumsal etiket anlamında söylüyorum.

Mahmud Erol Kılıç,Tasavvuf Düşüncesi

 
Devamını Oku »

İslami İlimler ve Tasavvuf

İslami İlimler ve Tasavvuf

Her şeyden evvel İslâmî ilimler disiplinleri içerisinde "tasavvuf"un müstakil bir anabilim dalı olarak çok hassas bir yeri vardır. Bilineceği üzere Geleneğimizde, bütün bu disiplinler arasında kesişim noktasının hep tasavvuf üzerinden kurulduğu görülmüştür. Mutasavvıf bir fakih, mu­tasavvıf bir muhaddis, mutasavvıf bir müfessir, mutasavvıf bir şair, mutasavvıf bir vezir, mutasavvıf bir paşa, mutasavvıf bir hükümdar... Bunların hepsini birbiriyle buluşturan sırf soyut bir İslâm anlayışı değildir. Yani işlenmemiş, yorumlanmamış, âfâkî bir İslâm değil bilakis ârifler tarafından yorumlanmak sûretiyle işlemden geçmiş bir İslâm'dır bunun adı. Bu söylediklerimin bir ütopya değil gerçekleşmiş tarihsel vakıalar olduklarını hatırlat­mayı dahi zaid bulduğum için örnekler vermeye girmeyeceğim. İslâmî ilimlerin birbirleri arasında bir köprü olarak tasavvufu seçmek Gazzâlî'nin İhyâu Ulûmiddîn projesinde gerçekleştirmeyi hedeflediği bir ülküdür ve bana göre her zaman buna ihtiyaç vardır.

Tasavvufun bu birleştirici bir üst şemsiye olma modeli, bugün için de aynı imkânlara sahiptir. Hatta mezhepler arasmında yakınlaşmalarda tasavvuf kilit rolü oynamaktadır. Önceleri Şia ve Sünni âlimleri daha çok fıkıh ağırlıklı bir "dârü't-takrib" denemesi yaptılar. Yani mezhepleri şeklen yakınlaştırmayı he­deflediler ama bu proje iflas etti. Gerek ImâmîŞiâsını ve gerekse Alevîliği Sünnîlikle yakınlaştırabileceğiniz tek bir alan vardır ki bunun adı tasavvuftur. Zaten Alevîliğin -tarihî ve siyasî tesirler bir tarafa- tamamıyla bir tasavvuf problemi olduğunu söyleyen yaklaşımlar vardır ki bendeniz de bu kanaate iştirak etmekte­yim. Alevî vatandaşlarımızın alternatif ilahiyat fakültesi kurmak üzere teşebbüsleri olduğunda önerdikleri ismin "Tasavvufî İlahiyat Fakültesi" olması çok anlamlıdır. Tahran Üniversitesinde, tasavvuf tarihçisi profesör Annemarie Schimmel onuruna ger­çekleştirilen uluslararası konferansın üstbaşlığı "Kültürlerarası Bir Köprü Olarak İrfan" idi.

Mezhepler bir tarafa, dinlerarası diyalog projelerinde de, -her ne kadar başlarda proje mimarla­rının daha farklı düşüncelerle hareket ettikleri gözlemlendiyse de- son toplantılarda iş gelip yine tasavvufun kapısına dayandı. Çünkü birlik "öz"dedir, cevherdedir. Formda ise ayrılık vardır, siyaset vardır, hesap kitap vardır ki orası stratejistlerin sahasına girer. Mutasavvıfların maksadı ise bir başka reftâr'dır ve şairin dediği gibi:

Bu dersin sırrına ‘kale yekûlu' terceman olmaz

Hâsılı bütün bu çok boyutlu talepler doğrultusunda tasavvuf anabilim dalma çok önemli görevler düşmektedir. Her şeyden evvel özellikle yeni asistan arkadaşlarımızın bu branşın öne­mini hakkıyla kavrayabilmek için evrensel değerlerle, fikirlerle daha fazla ilgilenmelerini, tasavvuf ve hatta dinî ilimler dışı bazı önemli eserleri de okumalarını ve ayrıca ülke gençliğinin sorun­larıyla da yakından ilgilenmelerini hararetle tavsiye ediyorum. Yurt dışı seyahetlerinin çok büyük ufuk açıcı ve eğitici yönü olduğunu bizzat tecrübe eden bir kimse olarak bu arkadaşlar için muhakkak yurt dışı bursu imkanları bulmalıyız. Dar bakış açısı, hoşgörüsüzlük, sadece kendini üstün görme, dünyadan bî-haber olma gibi birçok nâkısanın tedavisi değişik kültürlere yapılan seyahatlerle olmaktadır. Husûsen tasavvuf branşı da bir tür "yolculuk felsefesi" olduğu için arzî/yatay olanının da buna büyük katkısı olacağını düşünüyorum.

Bir dinî ilimler metodolojisi olarak tasavvufun, dinî ilimler dışı bilim dallarıyla da çok manidar kesişimler ağı içerisinde bu­lunduğunu belirtmek isterim. Biz tasavvuf akademisyenlerinin ilahiyat fakültesi dışına da çıkmamız gerektiği kanaatini taşı­maktayım. Hatta dostlar darılmasın ama ilahiyat fakültesindeki dostlarımızla olan diyalogumuzdan çok daha samimisini diğer branşlarla kurabilmekteyiz. Müthiş bir alaka ve ilgi var tasavvuf karşı. Ben şahsen bu mesleklerden arkadaşlardan gelen davetlere yetişemez oldum.

Fizikçi arkadaşlarla, maddenin aslının enerji olduğu ve enerjinin aslının da ışık olduğu görüşünü, sûfî muhak­kiklerin "Allâhunûru's-semâvâtive'l-ard"a. getirdikleri yorumlar muvâcehesinde nûrun letâfetten kesâfete geçerek maddî âlemi nasıl oluşturduğu görüşleriyle yan yana koyarak anlamaya ça­lışmak, bana şahsen bir ilahiyatçı hocamın "tasavvuf haramdır" sözüne cevap vermekten çok daha heyecan vermektedir. Veya psikolog arkadaşlarla, insan bilincinin derinlikleri üzerinde fi­kir alışverişinde bulunurken mutasavvıfların insanın yedi katlı (septenairy) yapısı üzerinden açılımlar getirmek onlara da bana da çok keyifli anlar yaşatıyor.

Mamafih her branştan yeni nesil ilahiyatçı arkadaşların çok daha seviyeli ve çok daha kuşatıcı yaklaşımlara sahip olduğunu görmek beni şahsen umutlandı­rıyor. Mevlânâ'nın o meşhur, "Biz birleştirmeye geldik, ayırmaya değil." sözleri artık sadece tasavvufçularm odalarını süsleyen bir levha olmaktan çıkmaya başlamıştır. Binaenaleyh tasavvufun bu kapsayıcı (inclusive) ve çok-disiplinli (multi-disiplinary) yapısını fen fakültesinden fizikçi arkadaşlarla, edebiyat fakültesinden dilci (Doğu dilleri olsun Batı dilleri olsun) arkadaşlarla, sanat tarihçisi, felsefeci, psikolog, tarihçi arkadaşlarla, tıp fakültesinden psikiyatrisi arkadaşlarla, konservatuardan müzikolog vb. gibi ar­kadaşlarla İlmî platformlarda sık sık bir araya gelip paylaşmamız branşımız açısından çok önemlidir.

Mahmud Erol Kılıç - Tasavvuf Düşüncesi
Devamını Oku »

Geleneği Olmayan Dinî Akımlar İslâm’a Zarar Veriyor

Geleneği Olmayan Dinî Akımlar İslâm’a Zarar Veriyor

Biz Anadolu erenlerinin nefesleriyle işlenmiş bir İslâm'ın mensubuyuz. Biz hoşgörüyle bakan insanlardık ve bir bütün­dük. Ama şu an İslâm dünyasının bazı bölgelerinde İslâm'ın öyle versiyonları hâkim olmaya başladı ki İslâm düşmanı istihbarat kuruluşları, milyon dolar yatırım yapsalar İslâm'a darbe vurmak için bu arkadaşlardan daha iyisini bulamazlardı. Tek amaçları ceza kesmek. İslâm yalnız ceza hukukuyla var olan bir din gibi... Merhameti yok, şiiri yok, anlayışı yok, estetik yok, cemal yok; ce­mal cemale karşı. Ya bilgeler kral olmalı ya da krallar bilge olmalı. Yani filozoflar kral olmalı krallar da filozof olmalı aynı zamanda. Böylece toplumları bilgece yönetmiş olurlar.

Türkçemizde "gele­nek" kelimesi bazılarınca negatif algılanıyor. Geleneksel İslâm, an'anevî İslâm... An'anevî olan en azından üç kuşakta oluşabilen bir şeydir. Yani elden ele gelen, ustadan ustaya, kâmilden kâmile geçen bir İslâm. Şu an geleneği olmayan dinî akımlar her şeyi sıfırdan başlatıyor ve "İmam-ı Âzam biliyorsa ben de biliyorum." diyor. Oysa geleneğin getirdiği birikimden habersiz olduğunun farkmda bile değildir. İmam-ı Âzam Fransızca, İngilizce bilmi­yordu. Onun döneminde bilgisayar yoktu. Hepsi doğru. Ama şunu unutmamak gerekir ki Kur'ân'ı anlamak için bunlar yeterli değildir, belki de gerekli bile değildir. Kur'ân'ı anlamak için başka bir şey gerekiyor. Bir örnek vereyim. Abdurrahman Sami Efendi -vefatı 1938- Fatih müderrislerinden âlim bir zat. Bir maneviyat arayışına başlıyor zira mana âleminde Peygamber Efendimiz ona zuhûr ediyor ve kendisine bir şeyh, bir mürşit bildiriyor. Aramaya başlıyor ve aradığı mürşidi Çanakkale'de buluyor. Bulduğu zat ümmî, hamal, mektep medrese görmemiş birisi. Abdurrahman Sami Efendi diyor ki:

"Şeyhim Fatiha sûresini okuduğunda yedi, sekiz yerde yanlış okurdu, doğru düzgün Fatiha okuyamıyordu. Ben ise âlim, hafız, üstelik Arapça ile Farsça biliyorum. Bir gün 'Şu âyetleri ben an­layamıyorum, bana anlatır mısınız?' diye sordum. 'Oğlum Sami, bir oku bakayım.' dedi ve ben okudum. Ben okurken o gözlerini kapattı. Âyetleri okumam bitince 'Bak Sami, Cenab-ı Allah bu âyet-i kerimede diyor ki...' diye başlayıp bana saatlerce anlattı. 'Azizim siz Arapça, Farsça bilmeyen ümmî bir insansınız, bu bilgileri nasıl anlıyorsunuz?' dedim. Bana şu çarpıcı cevabı verdi: Kur'ân'ı Arapça mı sanıyorsun, mushaf Arapçadır ama Kur ân Allahça'dır, Allahça'yı bilirsen Kur'ân'ı bilmen için başka bir dil bilmeye gerek yok. Ebu Cehil çok güzel Arapça biliyordu, Fransız değildi Arap'tı ve mükemmel Arapça biliyordu ama anlamadı, anlamadı, anlamadı."

Mahmud Erol Kılıç - Tasavvuf Düşüncesi
Devamını Oku »

Nasıl Olduk da Bu Hale Geldik ?

Nasıl Olduk da Bu Hale Geldik ?

Nasıl olduk da bu hale geldik? Arabada bebek var yerine, arabada sopa var, levhasıyla dolaşır hale geldik. Hangi değerler erozyona uğradı ve nasıl bu hale geldik? Şehirler bu dönüşüm ve erozyona uğramış insanların buluştuğu mekânlar haline geldi artık. Her gün New York'ta, Kaliforniya sokaklarında cinnet getiren gençlerin işledikleri cinayetleri veya seri cinayetler işleyen katilleri izliyor ve şaşırarak takip ediyorduk. Artık şaşırmıyoruz .Çünkü tüm bu haberleri artık kendi ülkemizin, şehrimizin gündelik haberleri arasında izliyoruz. Şehirlerimiz ve bu şehirlere ruh veren insan bozuldu. Peygamber Efendimiz bir hadis-i şerifinde diyor ki: "İnsan vücudunda bir et parçası var ki -bilgisayardan örnekle konuşacak olursak ana beyin- o bozulduğu zaman -bilgisayar nasıl çöpe ahlıyorsa- o et parçası fesat olduğu zaman bütün vücut fesat olur.""Bu et parçası nedir ya Resûlallah?" diye sorduklarında Efendimiz "Kalp'tir." diyor. Kalp bozulduğu zaman her şey bozulur.

Ve şu an kalplerin bozulduğu bir devirde yaşamaktayız. Ancak buradaki kalp kelimesine dikkat edelim. Parçalayıcı zihniyete sahip modernistler kelime ve kavramlarımızı da erozyona uğrattı. Şunu unutmayalım ki insanın on tane değil, bir tane bilme melekesi vardır. Bazı insanlar, bilimsel çalışıyoruz derken başım işaret ediyor. Maalesef bazı ilahiyatçı arkadaşlarımız da aynı şekilde başını işaret ediyor. Fen bilimlerindekiler başını gösterirken ilahiyatçıların kalbini göstermesi gerekir. Kur'ân-ı Kerîm "Onların kalpleri vardır, aklederler." buyuruyor. Yani Kur'ân'a göre akleden, kalptir. Şu an duygusal zekâ vb, yeni tanımlamalarla izah edilmeye çalışılan şeydir kalp. Beyin akletmez.

Mutlak Bilgiden Hüküm Çıkarabilen Ancak Kalptir

Bugün bilimsel faaliyetler ağır komada olan bir insanın hâlâ düşündüğünü ispatladı. Çünkü düşünme, vücutta sadece beyinde olmuyor. Cildin düşündüğü de bugün ispatlandı. Vücut komple düşünüyor. Beyin ise dekoder vazifesini görüp bilgileri topluyor. Göz gördüğünü topluyor, kulak işittiğini... Ama mutlak bilgiyi toplayamıyor. Göz ancak belirli bir açıyı görebiliyor. Sağlıklı değilse onu da tam göremiyor. Kulak alt eşik, üst eşik arasında duyabiliyor. Her şeyi duyamıyor. Bir depremi bile ancak o bittikten sonra duyabiliyoruz. Ama bir karınca; hayvan dediğiniz o bizden düşük dediğiniz varlık, bizden evvel işitiyor. Karıncanın işitme melekesi bizden ileri. Bizden evvel işitiyor, çantasını topluyor burada bir şeyler olacak deyip uzaklaşıyor.

Biz daha sonra fark edebiliyoruz. Beş duyu, mutlak bilgiyi edinemiyor ancak topluyor. Bu bilgilerden hüküm çıkaran, akleden ise kalptir. Ne zaman ki kalbi beyine taşıdık, insan bir tür canavar haline geldi. Çünkü kalp ile değil beyin ile düşünülüyor. Kalbin değişik derecelerde bir bilgilenme süreci var. Biz kalp medeniyetine sahibiz. Bizim Hak sohbetlerimizde, yâran sohbetlerimizde sadece beyinlere değil kalplere de hitap ediliyor. Allah rahmet eylesin, Neşet Ertaş, söylediği o güzelim "Gönül Dağı" türküsünde ne diyor: Kalpten kalbe bir yol vardır görülmez. Beyinden beyine bir yol vardır, görülmez, demiyor. Kalpten kalbe giden yollarda buluşmamız gerekiyor.

Kalp medeniyetinin erenlerinden biri de şüphesiz ki Yunus Emredir. Yunus Emreden bahsedilirken ümmî, cahil, mektep ve medrese görmemiş birisi olarak bahsedilir, işin aslı öyle değildir. O medrese eğitimi görmüş ve çok varlıklı bir aileden gelmiştir. Bugün bütün bunlar belgelenmiştir. Hatta Yunus Emredin Seyyit Ahmet er-Rufâî kolundan beslendiği ve silsilesi bile artık bilinmektedir. Tevazu sahibi insanlar, "Bir şey biliyorsam o da hiçbir şey bilmediğimdir." derler. Neden böyle söylüyorlar, diye sorulacak olursa, insan-ı kâmiller tevazu sahibi olduklarındandır. Şimdikilere baktığımızda ise bildiklerini sıralamak için bir yarış halindeler. Bizim geleneğimizde bir adam "bir şey biliyorum" diyorsa, o hiçbir şey bilmiyor demektir. Şayet bir adam "bilmi-yorum" diyorsa, işte ona yapışmanız gerekir. Büyük âriflerin kitapları hep böyle söyler. Yine ârifler, duygularını ve tecrübelerini şiirle dile getirirler. Sadece şiir olsun diye şiir söylemezler. Şiir mecaz, sembol, remz gibi ifade alanı verdiği için şiiri tercih ederler. Bunlardan biri de Yunus Emre'dir ve her şiirinde derin anlamlar vardır. Onun şiirlerini düz bir metne çevirin yani nesir haline getirin, büyük bir felsefe ve bilgelik kitabı ortaya çıkar. Bilgelik kitabının içinde yer alan sözlerden biri de,

"Yunus öldü deyû sala verirler Ölen hayvan imiş âşıklar ölmezdir.

Burada Yunus'un ve âriflerin kastettiği şudur: İnsan her şeyden evvel bir ruh ve bu ruhun kabuk haline gelmiş şeklidir. Bir kaplumbağayı düşünün: Kabuğunu kendisi yapar ve onun içinde yaşar. İşte insanın böyle hayvani bir yönü vardır. Hayvan kelimesi Arapçadan dilimize geçmiştir ve canlılık demektir. İngilizcede buna "animal" denir ve bu insanın hayvani yönüdür. Bugün hayvan denildiği zaman kelime farklı anlamlar ifade eder. Bizim hayvan dediğimiz canlı bedenimizin, dört unsurdan meydana gelen bir tarafı vardır. Bunlar toprak, su, hava ve ateştir. Her insan bu dört unsurun karışımından meydana gelir. Allah bizi yarattı ve kendi ruhundan üfledi. Biz hepimiz Allah'ın ruhunu taşıyoruz. Tasavvuf denilen ilim, bunu idrak ettirmek için çalışır. İnsan, Allah'ın ruhunu taşıdığı anda bütün perdeler aralanır. Kaynağını, kim olduğunu, nereden geldiğini, aslını ve özünü bilmeye başlar.

İnsana Allah'ın ruhu üflendikten sonra ateşten ateş, topraktan toprak, sudan su, havadan hava alınarak insan bedeni oluşmuştur. Ölüm anında da ilk önce bu unsurlar ayrılmaya başlar. İnşam terk eden birinci unsur, evrende en serî olan havadır, insan son nefesini -havayı- verir ve bir daha alamaz. Ancak bedene baktığımızda sıcaklık yani ateş unsurunun devam ettiğini görürüz. Beş altı saat sonra ikinci unsur, ateşin ayrıldığını görürüz. Bedenden ısı da kaybolur ve ceset soğur. Ateş yeryüzünde muhabbetin kaynağıdır ve ateşin vücuttan gitmesi ile insan en yakınından bile soğumaya başlar. Geriye iki unsur kalır. Toprak ve su. Cenaze iki unsurla defnedilir. Bilindiği gibi insanın yüzde yetmişi sudur. Cesetteki su, yaklaşık bir yıl içerisinde toprağa karışır ve geriye posa dediğimiz bölüm kalır. Bu bölüm de belirli bir zaman aralığı ile toprağa karışır ve yok olur gider. Böylece dört unsur da ortadan kalkar. İşte ölen, insanın bu hayvani yönüdür yani bedenidir. Rûhânî dereceleri yükselen insan ise ölmez.

Bilindiği gibi insan, melekten üstündün Ama hangi insan? Her insan mı acaba? Hayır. Kâmil insan yani şeytanın kıskandığı insan, meleklerden üstündür. Allah insanı yarattıktan sonra Âdem'e secde edilmesini emretti. Bütün melaike Âdem'e secde ettiği halde iblis secde etmedi. Başta "Ben ondan üstünüm." diyerek birçok gerekçeler ortaya koydu. Dikkat edin, o gerekçelerin birçoğu bugün bizim insanımızın da gerekçeleri. Ben âlimim, ben yetenekliyim gibi... İşte İblis'in ayağının kaydığı nokta budur. Ayak kayma noktası çok önemlidir. Allah'ı kabul eden iblis, insanı kabul etmemiştir. Bu noktadan sonra Allah'tan aldığı ruhla meydana gelen insan-ı kâmil ölümsüzdür, ölmez. Ölen, sadece dört unsurdan oluşan hayvani bedendir. İşte onun içindir ki Hz. Mevlânâ'ya ölüm meleği utana sıkıla geldiğinde Hz. Mevlânâ "Biz zaten ölmüşüz." demiştir ve onun için Mevlânâ'nın ölüm gününe "şeb-i arus" denmiştir. Yani düğün gecesi.

Ölüm. Fransız felsefesinin veya bugün modern insanın en büyük korkularından birisi ölüm ve ölüm korkusu. Oysa bizim geleneğimizde nereye gideceğimiz bilindiği için ölüm korkusu yoktur. Nereye gideceğini bilemeyenler ölümden korkar. Nereye gideceğini bilen insanlar, aynı zamanda nereden geldiğini de iyi bilenlerdir. Eğer bu şuuru, idraki, felsefeyi çocuklarımıza ve toplumumuza veremezsek o toplumdan nelerin ortaya çıkabileceğini bile tahmin edemezsiniz. Bu idrakten yoksun insandan her türlü kötülüğü görmeniz mümkündür. Bu idrakten yoksun insan için ölüm hem en korkulan hem de en kolay gerçekleştirilen bir hadise haline gelir. İşte Yunus'un dizelerindeki anlam budur ve Yunus ölmediğini de ispatlamıştır. Yunus'u hesaba çeken Molla Kasım'ın kim olduğu halen bilinmez iken Yunus'u bilmeyen yoktur. Yunus halen bütün insanlık âlemi içinde yaşar ve yaşatılır. Dünyada Molla Kasım üzerine panel, sempozyum, toplantı düzenlendiğini göremezsiniz ama Yunus Emre hakkında sayısız araştırma ve eser görmek mümkündür. Onun şiirleri şarkı, türkü, ilahi formunda düden dile, gönülden gönüle dolaşır durur.

Mahmud Erol Kılıç - Tasavvuf Düşüncesi
Devamını Oku »