KELÂM, BÜTÜNÜYLE HAYSİYETTİR ''Cemil Meriç''

İlk kitap: hafıza. Şaman veya rahip , yazının icadından sonra da imtiyazlarını titizce korur, fetihlerini uzun zaman yazıya dökmez, nesilden nesile sözle aktarır; sözle, yani nazımla. Sırlar, harflere tevdi edildiği zaman bile sokağın dili kullanılmaz. İlâhiler manzum, büyüler manzum, destanlar manzum. Şairler yoğurmuş dili, düşünceyi şairler uysallaştırmış. Beşiğinde Tanrıların dilini konuşmuş insan. Nazım en olgun meyvelerini verdikten sonra nesir  doğmuş. Hantal, ürkek, acemi bir nesir.

Nazım, imkânlarını araştıran düşünce: hatalarını bağışlatmak için musikinin yardımına muhtaç; musikinin, yani  veznin, kafiyenin. Nazım, ifadenin çocukluğu: sevimli ve serkeş  Nesir, bütün nazımları kucaklayan bir orkestra: girift ve kâmil. Kur’an mensurdur: Yedi Askı şairlerini secdeye kapandıran bir nesir.

Büyük nâzımların çoğu, nesirde de büyüktürler: Namık Kemâl  ve Hâşim gibi. Ama istisnası bol kâide bu: hecenin en usta şairi Rıza Tevfik , nesirlerinde ne kadar derbeder, ne kadar yavan. Genç nâsirler , nazımın tezhibinden geçseler şüphesiz ki üslupları daha derli toplu, daha tannan , daha ölçülü olurdu. Heyhat ki, nazımperdazlığın  tiryakilik gibi  tehlikeleri de var. Bazen, bütün dikkatini, bütün hünerini nazımda tüketiyor sanatçı; mısra “haysiyet”i oluyor, cümle “haysiyet”sizliği.Oysa kelam bütünüyle haysiyettir.

Bugünkü “düz yazı”nın ne edebiyatla münasebeti var, ne haysiyetle: bed, cıvık, yüzsüz. Kelimeler, ibarenin içinde, tımarhaneden fırlayan akıl hastaları gibi koşuşuyor. Hepsinin sırtında aynı urba , bakışlarında aynı manasızlık. Nesir yok artık. Nazım var mı ki?

Bu Ülke. İletişim Yayınları İstanbul 1996 s.82.
Devamını Oku »

Bir İmparatorluğun Anatomisi

Bir İmparatorluğun Anatomisi


Kaçanlar: "Boğuluyoruz", diyorlar... "Memleket bir zelzele arefesinde. Gitmek, kaderin hatalarını düzeltmektir. Cangıldan şehire, kasırgadan limana, kaostan tarihe kaçış."
Yükseliş devrinde aydın, toplumun herhangi bir ferdidir: zevkleri ile, zilletleri ile, mukaddesleri ile. Ne imtiyazı var­dır, ne imtiyaz peşindedir.Tanzimat, Babıâli'nin* Avrupalılaşması. Bürokrasi, halk­ları da, saraydan da kopar. Aydın da bürokrattır, hem de çok nazlı, çok hassas, çok herçâî bir bürokrat.



"Hâkim ideoloji, hâkim sınıfın ideolojisi" diyor kitap. Osmanlı ülkesinde hâkim sınıf, Fransız veya İngiliz burju­vazisi. Sarayın direnişi azaldıkça kapitalizm, taarruzunu yoğunlaştırır: keşişler, mektepler, mürebbiyeler, mason locala­rı... Osmanlı Bankası,* nişanlar, sefaret baloları ve Beyoğlu'nu zevk panayırına çeviren şuh aktrisler.Aydın, batan bir gemidedir. Ufukta rüyaların en muhteşe­mi: Avrupa. Servetin, şöhretin, şehvetin daveti. Azgın iştihaları vardı intelijansiyanın ve bu masal hazineleri kendisi­ni bekliyordu. Avrupalı dostları lütufkârdılar. Karşılık ola­rak biraz "ihanet" istiyorlardı sadece.

Halk oynanan oyunu seziyordu, insiyaklarıyla. Ve maziye sığınıyordu; maziye, yani hatıralarına, mukaddeslerine. Tek ümidi kalmıştı: saray. Ve saray çatırdıyordu.



Aydın için padişah, kendisini dünya zevklerinden ayıran bir hâil idi. Padişah olmasa, Avrupa'nın emrinde ve Avru­pa'nın inâyetiyle kendisi yönetecekti devleti. Hürriyetçiydi, terakkiciydi, medeniyetçiydi. Halkı savaşa hazırlamak mı? Hangi halkı? Ne savaşı? Kime karşı savaş?Bu ülke - Cemil MERİÇ

Devamını Oku »

Bizde Hiciv Yok

BİZDE HİCİV YOK

Hiciv, lirizm ırmağının coşkun bir kolu: önceleri bulanık akar, sonra durulur. Zamanla bir mekteb-i edeb olur, tarih gibi. Vatanı, Roma. İlk büyük temsilcileri: Horatius ile Juvenalis. Birincisi Sadi’yi ve Hayam’ı hatırlatır: rint, bilge, zarif; ikincisi Sahyun Nebilerini : haşin, yavuz, öfkeli. Horatius bahtiyarların şairi, Juvenalis mustariplerin… Zekâ ile vicdan. Horatius, sevdiklerini yaralamamak için oklarını uzaklara atan bir heccav , çağının zevk ve zerâfet hocası. Juvenalis’in peri-i ilham’ı: öfke.Cinayet istihza  ile cezalandırılamaz. Şâir, alevden kamçısına sarılır hicvin; saraylardan meyhanelere koşar, meyhanelerden genelevlere. Juvenalis’in cehennemini bir Fransız ressamı şöyle tablolaştırmış: Korent nizamında sütunlara dayalı muhteşem bir salon. Roma’nın çöküş devrinde sık rastlanan bir sefahat âlemi. Zengin kumaşlarla örtülü yataklarda bedmest deli-kanlılar. Şölen, sonuna yaklaşmaktadır. Fonda, fecrin ilk pırıltıları. Ve yatakların arkasında, torunlarının kepazeliğini seyreden heykeller; utançtan taş kesilmişe benzeyen ecdatGenç bir soytarı ayak parmaklarında yükselerek, elindeki dolu kadehi heykellerden birine uzatmaktadır.

Sonra, hiciv yatağına çekilir. Klasik Fransız şiirinde boğuk bir yankıdır Horatius’un yankısı. İtalya’da destandır, İspanya’da roman. Bir kelime ile istiklalini kaybeder; hikâye olur, deneme olur, tiyatro olur.

Tahir-ül Mevlevî, hiciv “teşrih-i rezail ve teşhir-i erazil için yazılır” diyor. Şiir, ne bir teşrih masasıdır, ne bir teşhir çarmıhı. “Nezih olmak şartıyla, hak ve hakikatin müdafii, gadr ve fezahatın  maniidir”. Ne zavallı bir müdafi! Hiciv, maşeri vicdanın kararlarını infaz eden bir intikam meleği olsa, “gadr ve fezâhat” hükümran olabilir miydi hala?

İslamiyet, “sebb ü şetm”i hoş görmez. Bununla beraber, şairin haşarı tecessüsü zaman zaman bu yasak bölgede at koşturmaktan çekinmez.Osmanlı’nın vakur ve selim zevki için, uzun sürmemesi gereken bir oyundur hicivHeccavın çevresinde teklif edeceği yeni bir değerler manzumesi yok ki hicve ihtiyaç duyulsunNef’i’nin ”Siham-ı Kaza”sıyla  Sürüri’nin “Hezaliyyat”ı arasındaki fark, birincinin daha usta bir şair elinden çıkmış olması.

Sonra Tanzimat, yani edebiyatımızı istilâ eden Batı. Büyük bir kabiliyetin küçük kinlerini dikenleştiren: “Zafername.” Eşref de minnacık bir Ziya Paşa“bir güzel mazmun bulunca…” kendini bile hicvedeceğini söyleyen şair ne kadar ciddiye alına bilir? Mısraları bir arının zehrili iğnesi; ve şair arı kadar sorumsuz. Neyzen Tevfik, yıldırımı olmayan şimşek“Han-ı Yağma” başarılı bir tercüme, daha doğrusu pastiş. “Sis” imparatorluğun mezar taşı kitâbesi. Fecirle sona eren bir karanlık.

Nihayet gazete sütunlarına pusan “taşlama”, kanatsız ve bayağı.Günümüzün ”taşlamacısı”, akbabalara yaranmak için güvercinlere saldıran bir maskara. Oysa, şairin kanıyla imzalanmayan hicviyeler, asırların mahkemesinde imzasız bir mektup kadar itibarsızdır.

Bu Ülke, İletişim Yayınları, İstanbul 1996,s.123.
Devamını Oku »

Hayale ve Hakikate Dair

Hakikat o kadar çirkin mi? Neden süprüntü kutularından tedarik ettiğiniz paçavralarla sarıp sarmalıyorsunuz? Yalan daima asil değil ki? Donmuş ruhunuz. Ne ümidin sıcaklığı ne sevginin alevi Sibirya'da vahalar yaratabilir. Derinlere inmeyen bir tecessüs; kumları avuçları ile iten toprağın bağrındaki coşkun sulara inmeyen çölde artezyen fışkırtamayan fışkırtmak istemeyen ürkek mecalsiz hasta bir tecessüs. Kurumuş bir deve dikenine benziyor ruhunuz rüzgarların sürüklediği bir deve dikeni... Yapraklarınız dağılmış çiçekleriniz dökülmüş meyveniz yok. Bir ağaç ikeleti ruhunuz. bulmaktan korkarak arıyorsunuz. Neyi? Akmayan bir çeşmeye benziyor ruhunuz. Hoyrat eller musluğunu bile sökmüşler. Kitabesi? Kitabesi silinmiş. Kanatları yok ruhumuzun. Galiba kanatsız doğmuş. Yeis kadar şifasız kutuplar gibi.. hayır kutuplara benzer tarafınız yok. Sadece hastasınız. bir çok insanlar gibi insanlık gibi hastasınız. Hayat atılış demek ileriye yeniye maceraya. Çamura saplanmış araba. Metrukxamalı kırık ve rengi solmuş. Zindanınızın kapıları açık ama siz hasır bir iskemle kadar o zindanın eşyasından olmuşsunuz. Ve sırtınızda taşıyorsunuz zindanınızı. Yalnız sesiniz yalnız kelime. Uzakalrdan gelen ve kime ait bilinmeyen bir ses. Ve bozuk bir plaktan dökülen kelimeler. Hep aynı. Ve gömülmesi unutulmuş bir cenaze kadar sıkıcısınız bazen. Sususzluğu arttıran ve ağızda buruk.. hayır sadece acı sadece kekremsi bir tat bırakan deniz suyu gibi bir şey.

Hayale ve Hakikate Dair

Başlamadan biten bir oyun bu güldürmeyen ağlatmayan bir oyun. Kader bazen çok ahmak bir rejisör. biz de rollerimizi beceremiyoruz galiba. Güller ıtır olur dağılmadan. Acılar hatıralaşınca güzelleşir. Şair kendi rüyamı çaldı kalbinin boşluğunda diyor. Rüyalarımızı çalacak gitar? Işığa borcumuz yok o bizim için doğmuyor ki güneş bizi ısıttığının farkında bile değil ırmağa teşekkür borçlu değiliz. Şükrün bir şuruun bir niyetin bir fedakarlığın aksi sedasıdır. Şair ben kadehimi diktiğim zaman ziyafet sona erdi şarap kalmışsa uşaklar içsin diyor. Boş bir kadehi dudaklarına götürmek. Hazin olan bu. Kadehte bir cür'a bile yok. Hatta kadeh de yok ortada. Hem kadeh hem bade hem bir şuh sakidir gönül. İçtiğin hayal kadehindeki rüyalarındır. Neden bu rüyaları sen de görmedin? Yaşamak yaralanmaktır. Yaralanmak da güzel.

Cemil Meriç - Jurnal 1 syf;181-182
Devamını Oku »

Türkiye'deki Hayalet

Türkiye'deki Hayalet

89 a kadar kana, çamura bulamış Avrupa'yı. İspanya'da engizisyon olmuş, Rusya'da çar.Avrupa'dan kovulunca bize sığınmış.

Baş tâcı etmişiz " bîvei bâkir" i. Elli yıl düşünce yasaklanmış; îman, suç sayılmış. Bu izm uğruna bütün izmlere düşman kesilmişiz. Onu her tehlikeden korumak için hapishâneler yükseltmiş, matbaalar kurmuş, mektepler açmışız. Gediklerden sızan her fikir süngü ile tepelenmiş. Kamuoyu o mâbûdenin şüpheli rakiplerini haklamak için iktidarla elele vermiş. Kanun hiç bir itizâle göz açtırmamış.

Kâh batıcılık olmuş, kâh batı düşmanlığı. Her izm onun himayesinde sahneye çıkmış. Bu yedi ceddi yabancı âlüftenin dilimizde adı yok. Batı obskürantizm demiş. Obskürantizm kocayıp dermansızlaşınca, surların ardında bekliyen her tefekkür bulanık bir sel gibi boşalmış ülkeye. Beyni iğdiş edilen nesiller büyük bir susuzlukla bu kirli sulara eğilmiş. Ve düşünce, mâhiyeti meçhûl bir içki gibi çıldırtmış herkesi. Kırk beş milyon kırk beş milyona düşman kesilmiş.

Obskürantizm heyûlası yok edilmedikçe, herhangi bir diriliş hayâline kapılamk çılgınlık.

SLOGAN, İLKELİN İDEOLOJİSİ

Karanlıkta kavga olmaz. İdeolojiler, uçurumları aydınlatan hırsız fenerleri. İstemesek de onlara muhtacız. Kaosu kosmos yapan insan zekâsı, tecrübelerini ideolojilerde sergilemiş. İdeolojiye düşmanlık, tek izme teslimiyettir : Obskürantizme. İdeolojiler siyaset dünyasının haritaları. Haritasız denize açılınır mı? Ama harita tehlikeli bir yolculukta tek kılavuz olamaz. Pusulaya da ihtiyaç var. Pusula : şuur. Tarih şuuru, milliyet şuuru, kişilik şuuru. İdeolojilerin peşine takılanlar pusulasızdırlar. Gemi ya kayalara çarptı, ya batağa saplandı. İdeolojilerin ışığına göz yumanları sloganlar yönetir. Karanlık kinlerin birbirine saldırttığı çılgın sürülerin savaş çığlığıdır, slogan. İlkelin, budalanın, papağanın ideolojisidir. Düşünce ile çığlık bağdaşmaz. Şuurun sesi çığlık değildir. Yabanî bağırır, medenî insan konuşur. Bu çocuklar yıllarca konuşturulmadı. Hınçlarını üç beş kelime ile surarımıza tükürüyorlar. İdeolojileri yasakladığımız için hışımlarına uğradık. Demokrasinin demopedi olduğunu kimse düşünmedi. Aczin hürriyetperverliği yalanların en nâmussuzu. Bahşedilen hürriyet, ölmek ve öldürmek hürriyeti.

Toprak sarsılıyor!..Hep birden esfel-i safîline yuvarlanmak istemiyorsak, gözlerimizi açmalıyız. İnsanlar sloganla güdülmez. Düşünceye hürriyet, sonsuz hürriyet. Kitaptan değil kitapsızlıktan korkmalıyız. Bütün ideolojilere kapıları açmak, hepsini tanımak, hepsini tartışmak ve Türkiye'nin kaderini onların aydınlığında fakat tarihimizin büyük mirasına dayanarak inşa etmek. İşte, en doğru yol.

Cemil MERİÇ

HİSAR OCAK-ŞUBAT 1979

SAYI:256 SAYFA:5
Devamını Oku »

Osmanlıda Fikrî Faaliyet

Cevdet Paşa'nın hayatında iki facia var. Biri yabancı dil öğrenememesi. Medresenin ciddi disiplininden geçen, çalışkan, ağırbaşlı devlet adamı, topraktan biten mantarlar gibi çevresini saran zıpçıktı intelijansiyadan nefret eder. Merhaleleri birer birer geçmemiş, her basamağın çilesini ayrı ayrı çekmemişlerdir. Fakat bağırıp çağıran ve küçük dağlan biz yarattık diye haykıran onlardır. Paşa'nın içine şüphe düşmüştür. Kendi değerinden şüphe, putlarından şüphe. Hayatının ikinci faciası, fikir adamını can evinden yaralamıştır. Encümen‐i Daniş  tarafından 1776'dan 1825'lere kadar Osmanlı tarihini yazmağa memur edilen Cevdet, giriştiği için ne güç, ne mesuliyetli bir teşebbüs olduğunu çok geç anlamıştır. Zira kendisinden istenilen Tanzimatın müdafaasını yapmaktır. Tanzimatın temeli ise, Yeniçerilerin ilgasıdır. Paşa bu asırlık ocağın imhasını nasıl alkışlayabilir?

Tarih, ilk ciltten son cildine kadar 1826 katliamını mucip sebeblere dayamak endişesini güder.

Cevdet Paşa bu metin müdafaaname'yi gönül huzuru ile kaleme alamazdı. Nitekim Sadullah Paşa'yayazdığı mektupta zamirini ifşa etmektedir. Hülasa, Paşa'nın trajedisi, kişi olarak, takdis ettiği değerlerden kuşkulanmak zorunda kalması, tarihçi olarak, ömrünün en büyük eserine temel olarak Aldığı Yeniçeri katliamının isabet ve hakkaniyetine itimat etmez olmasıdır. Yine geçelim...Cevdet Paşa ile Namık Kemal arasında, ailenin biraz farklı kollan da var. Mesela Ahmet Midhat. Bir yanı ile Cevdet, bir yanı ile Kemal. Ama daha çok Cevdet. Mesela Suavi, Cevdetten çok Kemal. Demek ki kök aile Cevdet‐Kemal ikilisi.

Yalçın Küçük, zeki, taşkın, deli dolu bir 1980 Namık Kemal'i. Daha önce de söylemiştim,. Osmanlı, yakın akrabalarla evlenen aşiret çocukları gibi, hep kendi irfanı ile izdivaç ettiğinden hayatiyetini kaybetmiş, dumura uğramış, yozlaşmış, dünyaya açılmamış. Giderek yaratıcı bir iş olmaktan çıkmış  fikrî faaliyet. Soğuk ve sıkıcı bir onanizm haline gelmiş. Dünyaya açılmayanların kaderi sabahtan akşama kadar istimnadan ibarettir.

Ya açılanların?   Sürüklenmek, parçalanmak, yabancılaşmak... yani kendisi olmaktan çıkmak. Yalçın Küçük, Türk aydınının ayırıcı vasfını tek sözde vurguluyor: mütercimlik.  Filhakika bizde münevver, Yunan istiklalinden sonra cemiyet sahnesine çıkar. Çünkü uşaklarımızdan vazgeçip milletlerarası münasebetlerde aracılık yapmak Türklere düşmektedir.

Tercüme Odası, yeni intelijahsiyanın döl yatağı. Daha önce söylemiştim:  İsmail Habip'in Teceddüt Edebiyatı Tarihi, Fransızca bildikleri vehmedilen yazarların genişçe bir fihristinden ibaret. Galiba Lastik Said söylüyordu: "Üdebâ‐yı hâzıra'nın başta gelenleri hep Tercüme Odasından yetişmiştir". Kaldı ki bu başkası olmak, kendi sesini kaybetmek, her hangi bir otorite karşısında silinivermek, Osmanlı insanının ezelden beri alışmış bulunduğu bir hal. Diyebiliriz ki, bütün Şark'ın nasibi tefsir ve şerh çemberleri içinde hüner göstermek. Tanzimattan sonra, Arapça ile Acemce'nin yerini Fransızca aldı. Arapça ile Acemce diri, bakir ve akıncı bir düşüncenin taşıyıcısı değildi. Osmanlı konuşmağa başladığı zaman, İslam düşüncesi hamle kabiliyetini kaybetmiş bulunuyordu. Yani Osmanlı müellifleri bir tekrarın tekrarı, bir yankının yankısı olmak mecburiyetinde idi. İçtihat kapısı kapanmıştı. Her şey bid'at sayılabilirdi. Bir Simavnalı Bedrettin araba izinden ayrılmağa kalkınca kellesi vuruldu.

Demek ki Tanzimata kadar edebiyatımız yanlız şiirdir. Şiir, müphemin yani musikinin ülkesi.   Fikir olmadığı için nesir de yoktur. Tanzimattan sonra, büyük bir susuzlukla, kervan Batı'ya çevirir yüzünü.   Yeni ne söyleyecek?   Söylenenlerin kaçta kaçından haberdar?   Anladım sandıklarını ne kadar anlayabilir?   Tercüme Odası uşaklara yani robotlara lüzumlu olan mefhum ve cümleleri aşılamağa mahsus bir müessese, istenilen, belli emirleri getirip götürmek. Yani düpedüz bir taşıyıcılık. Paket taşıyıcılığı. İçindekileri aşağı yukarı bilseniz yeter.

Evet, bir asırda az çok başardığımız, paketin muhtevasına nüfuz etmek, taşıdığımız nesneleri evirip çevirmek, biraz daha içlerine girmek.Sonra meşhur facia: harf ve dil devrimi.

Haydi, her şeye yeni baştan soyun!   Birikim yok.   Bu beyin ameliyatları ölümle neticelenmezse, ne zaman, hangi bahtiyar  şartlar içinde yeniden öğrenmeye başlayabileceğiz?

Kaynakça:

Cemil MERİÇ hzl: Mahmut Ali MERİÇ Jurnal [Kitap]. ‐ İstanbul : İletişim, Cilt I 2010, Cilt II 2009
Devamını Oku »

Osmanlı Tarihinin Mirası

Osmanlı tarihinin bugünkü Türk insanına mirası nedir?

Yarını inşa ederken tarihî vasıflarımızdan ne ölçüde faydalanabiliriz?
Maziden gelen temayüllerimize dayanarak nasıl bir istikbal inşa edebiliriz? 
Başka bir tabirle Türk insanı kapitalizme mi sosyalizme mi yatkındır?

Osmanlı birçok unsurların mesut bir terkibi. Orta Asya'dan getirdiği biyolojik vasıflar: bir başbuğ  etrafında toplanmak, gözünü daldan budaktan esirgememek, bir kelimeyle birçok göçebe medeniyetlerinde ortak olan: asabiyet. Bu temel seciye islamiyetle kaynaşınca büyük bir medeniyetin mimarı oldu. Osmanlı bu medeniyeti kurarken kendi kendini de inşa ediyordu. Tanzimata kadar, gerek İslâm’dan önceki, gerek İslâm’dan sonraki Türk insanının farikaları

1‐ Fedakârlık, 
2‐ Devletle birleşme..

Adeta uzvî, bir kaynaşmaydı bu. Devletle din, dinle millet tek varlık halindeydi. Bu tarih Batınınkinden çok farklı mıydı?

Batı tarihini, içtimaî sınıflar izah eder. Anahtarı ferdiyettir. Kişi, yalnızlığını lonca, kilise gibi bazı topluluklarda unutmağa çalışır. Fakat ya zalimdir, ya mazlum. Batıda millet yoktur. Yoktur çünkü Roma'dan itibaren sınıflar vardır.   Patrisyenler, plepler, köleler, feodal beyler, toprak köleleri, burjuvazi, proletarya.  Her milletin içinde birkaç millet vardır. Bugüne kadar böyledir bu. Osmanlı'da sınıf yoktur. Para bir tahakküm vasıtası değildir, bir hizmet vesilesidir. Batıda maddî güç yani iktisat, ezilen sınıflar için bir kurtuluş  imâanıdır. Köleler (toprak köleleri) feodal beylerden para sayesinde hürriyetlerini satın alırlar.

Osmanlı İlay‐i Kelimetullah için hayatını seve seve verir. Yani bağlandığı dava uğrunda hayatını istihkar eder. Avrupalı ancak yakın ve elle tutulur çıkarlar uğruna fedakârlık yapabilir.  Osmanlı, ülkesinin kapısını bütün insanlara açmıştır. Başka türlü düşüneni korur. Sadece hatasında ısrar ettiği için merhamet duyar ona.

Osmanlı istismar için ülke fethetmez, imar için fetheder.   Osmanlı'da adalet bütün müesseselerin belkemiğidir. Kısaca Osmanlının asırlarca gerçekleştirdiği içtimaî nizam bütün sosyalist ütopyaları aşan bir cennettir. Sosyalizmin istikbalde gerçekleştireceğini umduğu cemiyeti Osmanlı mazide gerçekleştirmiş bulunuyordu.

Osmanlı kapitalizmi yamyamlığına hiçbir zaman iltifat etmemiştir.   Osmanlı mizacı ile kapitalizm uyuşmaz. Bu itibarla yarınki cemiyeti inşa ederken kendi temayüllerimiz, yani tarihî mirasımız bahis mevzuu ise, kuracağımız cemiyet mutlaka sosyalizme benzeyen bir cemiyet olacaktır.

Kapitalizmin manivelası kârdır.  Osmanlıda kâr diye bir mefhum yok. Sonra kapitalizm pazar istihsalidir, pazar için istihsaldir, pazar için istihsal bazı ülkelerin hammadde pazarı haline gelmesini icab ettirir...

Osmanlı medeniyeti bir iman ve aksiyon medeniyetidir. Sınıf‐ı ulemaya ideolog diyemeyiz. İdeolog içtimaî bir sınıfın emrinde, hakikat ile yalanı uzlaştırarak, bağlandığı sınıfı  şuurlandıran bir nevi uzmandır.

Osmanlı, Avrupa'ya karşı yalnızdır. Ama kılıç ve adalet ile muzaffer olan bir ülkenin kendini lafla müdafaaya ihtiyacı yoktu. Evet Osmanlının maşerî vicdana benzeyen bir dünya görüşü vardı, fakat ideolojisi yoktu. Avrupa'nın dünya görüşleri ise birer ideolojiden ibarettir. Osmanlının dünya görüşü tezatlar içinde gelişmedi. Kaynağı ilahî idi, ancak  şerhler ile tefsirler ile zenginleşebilirdi. Ve öyle oldu. Vurgulayalım: Osmanlıda Avrupa'nın anladığı manada kılı kırka yaran tenkitçi ve dünyaya çevrilmiş  bir düşünce de yoktur, bu düşünceyi imal eden bir intelijansiya da. Entellektüel batılı bir hayvandır.

Cemil Meriç
Devamını Oku »

KÖYLÜYE OKUMAK

KÖYLÜYE OKUMAKKöye tek kitap girebilmişti: Kur'an.  Ve hayali cennete kanatlandıran birkaç risale. Toprak adamı ancak cehennemden kurtulmak için okur. Kitap cennetin anahtarıdır.

Öğretmen imamın yerini tutamadı, tutamayacaktır. Öğretmen köye neyi getiriyor?   Samimiyetsizliği, köksüzlüğü ve hoppalığı. Köy bir gurbet, bir sürgün, bir Lilluputlar ülkesidir hazret için.

Hazret de köylü için yabancı bir madde, bir düşman, bir nevi casus. Okuyup da ne yapacak köylü.

Refahında bir değişiklik olacak mı?  Hayır.

Kitap hiçbir kapı açmayacak önünde. Bir devlet ki, bütün bir köyün sevgisini kazanan yaşlı din adamını Arapça ezan okuyor diye tartaklayacak kadar şuursuz ve eblehtir. Bütün Hıristiyan dünyanın, tek kelimesini anlamadan, latince dua ettiğini bilmez. Bir devlet ki, kaymakamı, ışıktan korktuğu için imamı tevkif eder. Bir devlet ki, topuna tüfeğine, üniversitesine, matbuatına rağmen kitaptan ve harften korkmaktadır...

KÖYLÜYÜ İNSANLAŞTIRAN, DİNİ.  DİNSİZ KÖYLÜ BİR YABAN DOMUZUDUR.

Yalnız bizde mi?  Hayır, bütün dünyada.  Köylü okumak ister: yasaktır.

Bu memleketin % 70'i okuma bilmez. Ben eminim ki Türk harfleri, gerçekte Türk harfleri Arap harfleridir, değiştirilmeseydi okuma bilenlerin sayısı % 70'e çıkardı.

İkinci kitap hiçbir yankı uyandırmadı.

 

Cemil Meriç - Jurnal
Devamını Oku »

İSLAMİYET(Cemil Meriç)

İslâmiyet bütün insanlığa hitap eden tek dünya görüşü. Temeli vahdet, sevgi, adalet.  Bütün insanlar doğuştan müsavi. Fert islâm'ı kabul ettikten sonra gerçek bir eşitlik olur bu. İnsanı, insan olduğu için Tanrı'nın halifesi kabul eder.

Avrupa'nın hayâlini aşan bir rüyadır islâm, bir fikir mimarîsidir. Müsavaat, kazanılmış, doğuştan edinilmiş bir haktır. Temeli adalettir. Hürriyete ihtiyaç yoktur. Nitekim hürriyet kelimesi çok geç çağ‐ larda dilimize girer. Çünkü Türk‐Islâm hürdür. Bu itibarla bizim dünya görüşümüz en az üç milletin elele vererek hazırladığı bir sistemdir. İslâm insanı değişiş halinde ele alır. Hakikatler insan zekâsı ile büyür. Kur'an‐ı Kerim'in ifşa ettiği hakikatlerin hududu yoktur. Araplar, Türkler,  İranlılar bu ezelî hakikatin  şekillenmesinde fıkhıyla, sanatıyla elele vermiştir.

İslâmiyet renk farkı, doğuş  farkı tanımaz. Avrupa'nın toleransını  İslâm gayet tabiî kabul eder, Mecusî'leri bile korumakta tereddüt göstermemiştir. Hem dünyayı, hem ahireti kucaklayan, gerçek bir dünya görüşüdür.

İslâmiyet'te sınıf farkı yoktur. Türk'ü maddede ve mânâda dünyanın efendisi yapan bu dünya görüşü, muhatabı ile beraber gelişir. Biz vakur ve fedakâr bir insan topluluğu iken, Avrupa'da sahneye çıkan burjuvazi bizi çökertmek için bütün gayretlerini harcayacaktı. Dünyanın 2/3'ünü 1/3'ü için yakmış, yıkmış, politikadan ahlâkı tard etmiş  bir tilki uygarlığıdır. Bir arslan medeniyeti, bir tilki uygarlığına yenildi. Uşakların ve kadınların zaferi. Burjuvazi bize mürebbiyeleri ile, aktrisleriyle ve elçileriyle sokuldu, yaltaklandı. Kemirdi ve yıktı. Tanzimat'tan sonra kendi kabuğuna çekilen sınıf‐ı ulemâ, bu Yeçüş‐Meçüş taifesinin zaferi karşısında afalladı. Ve tarih sahnesinden çekildi. Zaten tabiî müttefikleri de yoktu artık.

Devlet‐i Aliyye'nin muharref Hıristiyanlık'tan alacağı hiçbir  şey yoktu. Keşiş  orduları habis menfaatlerle geliyorlardı. İslâm kanlarını alıp geri yolluyordu onları. Avrupa hiçbir bâtıl'ını bize, boğazımıza sarılarak anlatamazdı. Kendi içimizden müttefikler buldu.Bir kısmımızı bir kısmımıza karşı büyüledi ve seferber etti. Intelijansya Rusya'da da Batılılaşan zümredir. İntelijansyamız Avrupa'nın yarım hakikatlerine inandı. Kendi hazinelerini hor gördü.

Milton'un Hydparkta eteğinin feşafeşine âşık olduğu kadın gibi.  İslâmiyet yekpâreliğini kaybetti. Intelijansyamızın yerine gittikçe frenkleşen zümre geldi. Ama ebediyyen harabelerde yaşanmaz.

Kaybettiği güneşin yerine bir kandil dikecekti. Avrupa'nın ideolojilerine dünya görüşü diye saldırdı. O zamana kadar tek kitaba inanıyordu. Hâlbuki  şimdi karşısında namütenahi kitaplar vardı. Doğru dürüst dilini de bilmiyordu Avrupa'nın. Bir concensus olmadan ne sanat, ne düşünce olur. Hepsi dünya görüşünden kaynak alırlar. Dünya görüşü olmadan tefekkür olmaz, sanat olmaz. Intelijansya Batı'nm düşüncesini fethetmeden gözlerini kapadı. Ama düşünce kurudu, sanat yozlaştı. 1960'lara kadar Türkiye'de kendimiz olan hiçbir sanat ve düşünce yoktur. Cemiyet aynı değerlereinanmamaktadır. Anomi 19. asırda sanayi inkılâbından sonra ortaya çıkar, anarşiden daha kucaklayıcı bir kelime. Toz halindeyiz, çamuruz, içtimaî bir değerler manzumesi kurulamayacaksa, istikbâlimizin aydınlık olduğu iddia edilemez. Dostluğun yeşerebilmesi için cemiyetin müşterek değerlere inanması şarttır.

Bugün bütün dünya Avrupalılaşmıştır. Elbette Avrupa'yı tanıyacağız, irfan insanlığın müşterek malıdır. Ama bilgi kendimizden başlar. Kendini tanıyan Rabbini de tanır. Kendi kıymetlerimizi bilmek, cemiyeti tek uzviyet halinde yaşatan, tarihî bir musikî haline getiren ecdadımızı bilmek gerek, ideolojilerle ölesiye bir kavga gerek

 

Cemil Meriç
Devamını Oku »

DEMOKRASİ VE İSLÂMİYET (Cemil Meriç)

 

İki asır önce basılan bir İKONOLOJİ kitabında, kadın olarak tasvir edilmiş demokrasi; alnında asma yapraklarından bir taç, sırtında kaba saba giysiler; bir elinde nar, ötekinde yılan.

Her çağ  kendi rüyalarını, kendi emellerini söyletmiş  kelimeye; her demagog kendi yalanlarını. Uğrunda sel gibi kan akıtılmış.

Nedir bu demokrasi?

"Katıksız demokrasi ayak takımının despotizmidir," diyor Voltaire. "Demokrasinin temeli fazilettir," diyor Montesquieu... De Maistre: "Hırstır," diyor.  Demokrasi adaletin temelidir, Vacheròt'ya göre.  Proudhon'a göre, ruhanî ve cismanî bütün iktidarların sona ermesidir.  Thierry için, demokratik cumhuriyetlerin sonu ahlâkî bir alçalıştır.

Günümüze gelelim: Weberci bir sosyologa göre, demokrasiyi diğer siyasî rejimlerden ayıran ön faraziye: Hürriyet.

Hürriyet, demokrasinin başlangıcından itibaren mevcuttur; derece kabul etmeyen, kayıtsız şartsız bir hürriyet. Bu mefhum demokrasinin amacını da belirler: Eşitlik.Eşitlik gerçekleşemez, gerçekleşirse demokrasi hikmet‐i vücudunu kaybeder, yerini anarşiye bırakır. Tarihteki demokrasileri anlamak ve özlerinden ne kadar uzaklaştıklarını tayin etmek için onları bu saf tiple karşılaştırmak gerek (Bkz. J. Freund, "Le nouvel âge", Paris Riviere, 1970).

Çağdaş Avrupa'nın demokrasi anlayışı bu, kısaca.  Şimdi de İslâmiyet'in devlet telakkisine bir göz atalım.

İnsanlar, doğuştan eşittirler: kullukta, fanilikte eşitlik. Ama menfi bir eşitlik bu. Sonra, iman sayesinde yeni bir eşitlik kazanırlar, kardeş  olurlar. Rabbin lütuflarından aynı ölçüde faydalanacaklardır: hukukî ve müsbet bir eşitlik.

Kulun bütün haysiyeti: Mümin oluşunda. Kul, mümin olunca hukukî bir hüviyet kazanır, dilenciyi halifeye eşit kılan bir hüviyet. İslâm için hürriyet felsefî değil, hukukî bir mefhum.

Temeli: Camianın bütün fertleri arasında tam bir hak eşitliği olduğu inancı.

Hükmeden Allah'tır, bu hâkimiyet devredilemez. Allah, her ul‐ül emr'i otorite ile doğrudan doğruya teçhiz eder. Emir (veya Sultan) seçimle gelse de, durum değişmez. Allah'ın dışında cismanî bir otorite yoktur. Vardır demek, Allah'a şerik koşmaktır. Ul‐ül‐emr, Allah'ın aletidir sadece. İslâmiyet'te her türlü istibdada, ahkâm‐ı Kur'aniyye dışındaki her türlü keyfiliğe karşı direnmek için birçok yollar vardır.

Kitap sahibi kavimler,  İslâm'ın üstünlüğünü kabul etmek ve ona cizye ödemek  şartıyla hudutlu, fakat teminatı olan bir hakka lâyık görülürler. Bu himaye, ümmetin bir civanmertliğidir. Bir nevi misafirperverlik. Himaye edilenlerin daha az vazifeleri olduğu için, haklan da daha azdır. İbadetlerine devam edebilir, kendi kanunlarını uygulayabilirler.

Putperestlerin camiada yeri yoktur. Ama Müslümanlar onları da zaman zaman korumuşlardır. Her kâfir ve putperest İslâmiyet'i kabul eder etmez, misak'a dahil olur.

İslâm, cihanşümul bir dindir, bütün insanlara hitap eder. Kast da tanımaz. Gerçek Müslüman'ın nazarında sosyal sınıf diye bir  şey olamaz. Servet veya mevki ayırmaz insanları; Müslüman, Müslü‐ man'a eşittir. Cevdet Paşa'nın söyleyişiyle: "Emr‐i taayüşçe ağ‐niyâ ile fıkarânın halleri mütekaarib ve müteşâbihdir. Câmi‐i şerifde ise müsâvât‐ı tâmme ve hürriyet'i kâmile vardır..."

Fukara ile zengin arasında "bir büyük mesafe görünmez." Ve Hıristiyan devletlerinde olduğu gibi, tefrika ve husumet de yoktur. "Binaenaleyh, akvâm‐ı Islâmiyede commune ve socialiste ve nihiliste gibi fürûk‐ı îtizâliyye" bulunmaz.

Emr (teşriî magister)* Kur'an'ındır. Fıkıh (kazaî magister)  bütün müminlerindir. Müminler Kur'an'ı okur, ezberler ve hareketlerini ona göre ayarlarlar. Bir hükm (icra kuvveti) var, hem mülkî, hem dini.

Hükm yalnız Allah'ındır. Bir aracı tarafından (ul‐ül‐emr) yürütülür. Ul‐ül‐emr'in ne kazaî ne de teşriîkuvveti vardır.

Vatandaşlığı yapan kan ve toprak değil, inanç. Ümmetin Avrupa dillerinde karşılığı yok. Siyasî ve dinî bir bağ. Kuran hem bir ibadet kitabı, hem bir anayasa, muhatabı bütün insanlık (Bkz. Gardet,* "LaCité Musulmane", Paris, Vrin, 1970).

------------------------------------------------------------------------------------------------------------------------------------------

DEMEK Kİ İSLÂMİYET'İN TEMEL MEFHUMU: EŞİTLİK.

Bu bir amaç değil, bir hak. Hürriyet, eşitliğin bir başka adı veya görünüşü. Sınıf kabul etmeyen, imtiyaz tanımayan bir dinde kimin kime karşı hürriyeti?

Batı, hürriyeti, bir hata işleme hakkı olarak tarif ediyor. Müslüman'ın böyle bir hakkı yoktur. Çünkü o ebedî hakikatin, yegâne hakikatin, cihanşümul hakikatin emrindedir. Evet, İslâmiyet bir kanun ve nizam hâkimiyeti (nomokrasi)dir. Batı'nın gerçekleştirmeğe çalıştığı eşitliği çoktan fethetmiştir. Fikir hürriyetini, insanı insana saldırtan bir tecavüz silâhı olarak değil, bir ikaz, bir irşat vasıtası olarak kabul etmiştir. Demokrasinin ta kendisidir  İslâmiyet. Ama Batinınkinden çok başka bir ruh ikliminde gelişen, çok başka umdelere dayanan bir demokrasi.
Devamını Oku »