Mustafa İslamoğlu'nun Meal-Tefsir Tenkidi

Mustafa İslamoğlu'nun Meal-Tefsir Tenkidi




*Her asırda İslam’a yapılan saldırının tehlikesi dıştan değil içten, batıdan ziyade doğudan.Yani İran ve İran menşeli olmuştur. Kominizmin temelini oluşturan İbahiyye’ den siyasi entrikaların kaynağı Şiaya, inanç ve amelden tarihi değerlere kadar yapılan saldırıların kaynağı hep İran olmuştur.

*Hacı Bektaş-ı Veli,İranın kuzeydoğusunda Horasan eyaletinin Nişabur kentinde doğmuştur.
Türkiye-deki menfilik,ayrımcılık ve olumsuzluk,olumlu da olsa,olumsuzluklarda o Zat alet edilmeye çalışılmaktadır.
Bunun gibi de,olumsuz ve istikametsiz insanlara baktığımızda kuvvetli ihtimalle İran menşeli veya oranın etkisinde kaldığı görülmektedir.

İranın İslam dünyasındaki etkisi,kolayca suyun bulandırılmasında etkili olarak kullanılmaktadır.
20’ nin üzerinde tarihte İran’ la karşı karşıya gelmişiz.

*İslamoğlu’ndan İran konusuna geçişin sebebi, oranın İslam’ a olumsuz geçişi sebebiyledir.
İslami alanda ayrık otlarını toplamaktan , İslami tarlayı ekmeye vakit bulunamamaktadır.Veya tarladan çıkan ürünler verimsiz ve arızalı olmaktadır.
Tefsir-Meal içerisinde kitaptan çıkardığım argo kelime kadar hiçbirisi benim o derece ağırıma gitmemişti. Zira, “ Batıl şeyleri iyice tasvir , safi zihinleri idlâldir.” hakikatınca , hem zihinleri bulandırıp kirletmekte ve hem de kişiyi o çirkin ortama sevk edip atmış olmaktadır.
İslamoğlu, kaba sözler sözlüğüne bakmaya ihtiyaç bırakmamıştır.Mahalle, sokak ağzını ulvi bir tefsir cennetine taşımakla , bahçedeki çiçekleri soldurmuştur. Asıl vebal budur.
İlâhi kelâm, kendisini nezih olarak ifade etmekten ve edilmekten aciz değildir.
Herhalde gül dikensiz olmaz diye düşünmüş olsa gerek!Aslında araştırabilir ! Cennette diken var mı ? Güller nasıl olacak.

*Abdulaziz Bayındır’ ın tutarsızlığı ile ilgili bir araştırma yapıyordum.
Onun hakkında M.Avnullah Özmansur elinde bulunan bir araştırmayı bırakarak Bayındır-a cevap vermek için yazmaya koyulduğunu sitesinde belirtince, teker teker tahlil etmekten vazgeçtim , o Zâtın delillerine atıfta bulundum.

Telefonla kendilerini arayarak yazıma bir takdim yazısı yazmasını teklif ettim.
Umre’ ye gideceğini, yaşlı olduğunu müsait olursa yazacağını söyleyerek; ısrarla şöyle bir teklifte bulundu: Hemen elindeki çalışmayı bırak , Mustafa İslamoğlu-nun ; “ Hayat Kitabı Kuran – Meal – Tefsir” ini al ve incele.İçinde epey yanlış bulunmaktadır. Gerçi pahalı “ 36 Tl” , para vermeni istemem.Ancak bir incelemende yarar var, teklifinde bulunmuştu.
Ben de bu düşünce ile kitabı aldım, tenkid ve tahlilini yaparak okumaya başladım.

*İslamoğlu’ nun Hilal Tv’ deki tefsir sohbetini ve bunları aynı zamanda internetten indirerek ve de sitesinden notlar almak suretiyle tamamen faydalanmaya yönelik olarak takip etmeye başladım.
Faydalandım da …
Kendisini 1980’ lerden itibaren özellikle Kayseri’nin eşrafından Merhum Ali Mutlu abimizin kendisiyle görüşme bilgilerini bize aktarması sonucu bildirmesiyle bir malumatım vardı.
Daha önceki tenkit yazılarımda da kendilerini az da olsa ele aldım.Bu Meal – Tefsir münasebetiyle önemli bulduğum tenkitlerimi kaleme aldım.

*İslamoğlu var olmayı farklı olmaya bağlamaktadır.
1970’ lerde Ali Bulaç’ ın Meal cemaatı’ nın boşluğunu doldurmaya, farklı bir cemaat oluşturmak için farklılaşmaya çalışmaktadır.

*Tefsir ilmi, ilâhi kelâmın beşerin üstün seviyesiyle ortaya konulmalıdır.Ancak argo kelimelerle o ulvi hakikatlar basitçe ifade edilmemelidir.Öyle zannediyorum ki ; bizim yaptığımız gibi bir çok tenkit alan Mustafa İslamoğlu kendisini test ediyor, sığaya çekiyordur.Dilerim bu tenkitte kendisi açısından yapıcı ve düzeltici bir katkı sağlar.En azından muhiblerini teyakkuza sevk etmiş olur.
Uydurukçaların bir kısmını Türkçe öğretmeni arkadaşlara gösterdim. Biraz durakladılar. Cevaplamada zorlandılar.
Bu durumda gel de diğerlerinin anlamalarını düşün ve bekle !

*Öğretmenler odasında bu durum gündeme gelip tenkit yazacağımı söylediğimde arkadaşlarımın tavırlarında şu durum ortaya çıktı : Değmez , zaten biliyoruz, der kabilinden olmakla kalmadı, hepsi dolmuşluğunu ve olumsuz hatıralarını anlatmaya başladılar.
Seçtiğim uydurukçalar ise şunlardır:
– “ Okumak manasındaki tilavetle kökteş olduğu (Sh . 98)
– “Burada İşteşli eylem bağlamında “ (Sh . 126,865)
– “ Tabiat kitabını okuması salık veriyor. ( Sh. 224)
– “ Varsıl görünen gerçekte yoksul olabilir.(sh. 337)
– “ Hem de görülemeyen içkin hakikatıdır.( Sh.790)

Kaba kelimeler ise :
– “Bu Allah’ tan rol çalmaktır.” ( Sh.82,236,790)
– “Ayartıcı cazibe” ( Sh.82,264,533)
– “Allah’ a ayaklaşacak kadar şaşar.” ( sh. 105,224,260,589,665)
– “ Üzerinde bulunduğumuz halin sebebiyle ayartamazsınız.” ( sh.373)
– “ Bu dingin anın ,insanın manevi potansiyeline” ( sh.405)
– “ İnsan benliği kötülüğün daniskasını işletebilir.” ( sh.462,639)
– “ Çocuğunu öldüren anasını ağlatır. (Sh.478)
– “ Allah ile aldatmak” ( Sh. 533)
– “ Allah’ ın bir emrine Kadük muamelesi yapıldığı için vebaldir.” ( Sh. 864)
( Burada Kadük’ ün çirkinliği ve kabalığı ile , vebalin düzgünlük ve nezihliği hiç de bağdaşmamaktadır.Sirke’ nin üzerine şerbet içmeye benziyor.)

Bu kelimeler insanı alıyor,adeta (söylemekte bile zorluk çekiyorum) kirli bir ortama sevk ediyor.Bunu tefsir sohbetinde de yapmaktadır.Hiç de yakışmıyor.
Beş yıl kaldığım Kayseri ağzının farklı olduğunu,ağzını yediğim,gibi ifadeler kullandığını biliyorum ancak böyle nezih ve İslami olmayan kelimeleri duymamıştım.Sayesinde duymuş ve iğrenmiş oldum.
Bazen bilgiç!liğini ortaya koymak için,gereksiz yerlerde de kulaç atmaya başlıyor.Biraz dağıtıyor.
Tenkidimizde de aynı hatalara ve düşüncelere başkalarının da düşmemesini sağlamak amaçlıdır.

*Genel olarak Meal Tefsirinde ; bulandırdığı, içinden çıkamayıp zorlandığı, merkezine doğru gidemeyip çevresinde dolaştığı birkaç nokta sırıtmakta ve öne çıkmaktadır:
1- Cinlerin Varlığı. Adeta cin dememek için elli dereden su getirmektedir. Kelimeler üzerinde çok rahat oynayıp te’vil’de bulunmaktadır.
2- Cehennemin ebediliği konusunu adeta kendi şefkat ve merhametini, Cenab’ ı Hakkın şefkat ve merhametinden fazla gösterircesine öne sürerek; ya kendisinin yorumlamasından kaynaklanan bir sebeple veya zayıf görüşleri delilmiş gibi göstererek kendisini tenzih makamında isnatlarda bulunmaktadır.
3- Hz Adem’ in cennetten ihracı konusunda zikredilen cennetin, kelimede boğularak Türkçe karşılığı olan “ bahçe “ ile dünya bahçesinin olduğunu öne çıkarmaktadır.

Ancak şunu düşünememektedir ki: Ayetteki –İhbitu- “ İniniz” ifadesi, yukarıdan aşağıya inişi ifade etmektedir.Eğer dünyada olsaydı, neden’ ininiz’ denilmiş olsun ?
Hem dünya kelimesi de anlam olarak aşağı ve düşük manasınadır.
Şaibe uyandıran diğer husus ise: Ehli Beyt Okulu kavramının içini boş bırakmasıdır.Bununla Şia’ yı mı kastetmektedir? Bu durum Şia’ nın etkisinde kaldığı ve etkilendiği görüşünü hatıra getirmektedir.
Başkalarının kendisi hakkında hiç de hoş olmayan duyduğum ve okuduğum sözlerini söylemeyi uygun bulmuyorum.
Sadece , vâkıf olduğum merhum Ali Mutlu abimizin kendisine faydalı olmak amacıyla 1984 yıllarında yanımıza gelir giderken ona da uğradığını , telkinlerde bulunup yararlı olmaya çalıştığını söylemesidir.
Demek ki problem o zamandan başlamıştı.

*Peki hiç mi olumlu tarafı yok? denilecek olursa : Yiğidi öldür hakkını yeme kabilinden, hakkını teslim etmek gerekirse ;
Kendisinin tefsir sohbetlerinden faydalandım.Abdulaziz Bayındır ‘ ın 3 Dvd-yi oluşturan sohbetini dinlerkenki gibi hiç de kahredici bir durum içerisinde olmadım.
Kelimelerin tahlilini çok güzel yapmakta futbolcunun topla oynadığı gibi kelimelerle oynayabilmektedir.
Meal tefsirini okurken tamamen teslim olmadan, mayınlı tarlada yürür hassasiyeti içinde yürünürse , faydalı olunabileceğini düşünüyorum.
Bilgi ile istikameti karşılaştırdığımızda ; aynı oranda olmadığı görülecektir.Saf zihinleri bulandırır, araştırmacılar için ise bir araştırma alanı oluşturur.

CİNLER

Hocanın Belli ki cinlerle bir problemi var! Cin konusunda bir netliğe sahip olmadığı gibi , ısrarla kelimenin lafzında boğulup kalmakta, bir türlü cin ifadesini gerçek manasında kolayca izah etmekte zorlanmaktadır.
Sanki bir lafız-perestlik içerisinde dönüp dolaşılmaktadır.Bu da onun lafızlarla çok oynamasından kaynaklanmış olsa gerek.

Meal tefsirindeki tesbit ettiğim yanlışlıkları şöylece sıralayabilirim:
-248,349,351,496,538,640,642 sayfalarıdır.

Bir yandan onların cisim olduklarını söylerken, diğer yandan da görünmez içi doldurulmayan bir ifadeyle ve gözden uzak kavramıyla ifade etmektedir.Kıt görülen varlıklar diyerek sürekli kapalı ifadeler kullanılmaktadır.
Bununla da yetinilmeyip Peygamberimize iman eden Nusaybin cinnilerinin insan olduğu ve uzak mekânların insanları olduğunu ifade etmektedir.
Daha da ötesi; Hz. Peygamberin onlardan haberdar olmadığını ve kendilerini görmeden dinlediklerini söylemekle ayrı bir garabette bulunmaktadır.
Efendimizin Rasulü’s Sakaleyn yani cinlerinde peygamberi olmasının üzeri setredilmektedir.
Hep manadan uzaklaşarak onları gözden uzak, nadirattan , garip ve adeta ne idüğü belirsiz varlıklar olarak nitelemektedir.

Belli ki hocanın zihninde netlik olmayınca zihinleri de bulandırmaktadır.

Mesela: En masum gibi görünen En’am 100. âyeti yorumlarken farklılık olma ve oluşturma adına kelime üzerinde her türlü oynama içerisine girilmektedir;
“Fakat görünmez varlık türlerine Allah’ a denk bir makam yakıp yakıştırdılar, oysa ki onları da o yaratmıştı. Bir de cehaletleri yüzünden ona oğullar ve kızlar peydahladılar.
O’ nun aşkın ve yüce olan zatı, insanların her tür tasavvur ve tahayyüllerinin üzerindedir.”

Sadeleştirmiş olan Elmalı Mealindeki karşılığı ise şöyledir:
“Onlar Allah’ a cinlerden de ortak koştular.Halbuki onları yaratan odur.Bilgileri olmadan ona oğullar , kızlar uydurdular.Onun şanı onların uydurdukları sıfatlardan münezzeh ve yücedir.”

Ancak ‘avuca sığmayan’ , diye tanımladığı bu varlıkları anlatırken; geçmişteki tüm bilgileri bir çırpıda reddetme iddiasında bulunmaktadır.
“Cin Fikirli” deyimini sarih manasıyla değerlendirip, manadan uzaklaştırmaktadır.

Zariyat 56’ daki gayet açık, net ve varlıkların tek sorumlu iki varlığı olan insanlar ve cinler açıkça ifade edilmesine rağmen mâna tahrif edilmektedir.Şöyle ki;
“ Ben cinleri ve insanları yalnızca Bana kulluk etsinler diye yarattım.”âyetini,
“ Yani görünür görünmez hiçbir iradeli varlık , bir anlam ve amaçtan yoksun yaratılmamıştır.”şeklinde anlatmıştır.

CEHENNEM VE CENNET

Hocanın netleşmemiş yanlışlarından biri de cehennem bahsidir.
Bu da başta onun varlığı ve de ebediliği konusunda bir netlik görülmemekte ve zihinleri özellikle de saf ve safi düşünceleri bulandırmaktadır.

Tekasür suresi ayet 7’ de gramer olarak geleceği de ifade eden; “ Siz cehennemi göreceksiniz, âyetini basite ve dar alana irca ederek: “ Elbet (Dünyayı) cehenneme “ çevirdiğinizi” de görürdünüz.” der.

Cehennem konusunda netlik olmayan yerler ise şunlardır:
-63,211,447,448,529,924,707 sayfalarıdır.

-Nebe 23’ te ; “ Onlar orada uzun zamanlar boyu kalacaklar.”
Cehennemin ebedi olmadığını veya en azından bu yönde zihinleri bulandırdığı görülmektedir.Bu konunun tartışılmakta olduğunu söylerken, taraf olduğunu da göstermektedir.
Oysa hem “Huld” kelimesi ve hem de “ Ebeden” ifadesiyle te’yit edilmesi ve hem de Cenâb- ı Hakkın ; “ Allah kendisine eş ve ortak koşulmasının dışında, dilerse diğer günahları bağışlar” ifadesi , şirkin hiçbir surette bağışlanmayacağını , bu da suçun cezasının sürekli olduğunu göstermektedir.
Cenab- ı Hak,şirk koşanları affetmeyeceğini belirtip, bunu istisna ederken, kendisi bu istisnayı ilgisi olmayan hatta kendisi öncekiyle istisna edilen Hud . 107. âyeti delil getirir.

Bununla da kalmaz cennet ve cehennemi ebedi olarak kabul etmenin küfür olduğunu kabul ettirme çabası içerisine girer.Zayıf görüşü benimseyenleri otoriter olarak göstermekle, kendisine destek aramakta, görüşünü kuvvetlendirmeye çalışmaktadır.
İbni Teymiye- yi ön plana çıkararak ehl-i sünnetin dışından kendisine destek aramaktadır.
Ve o sonsuz olan cennet ve cehennemi dünyanın şu dar kalıpları içerisine sığdırmaya çalışır.
Hadislerde ; “ Her bir kişiye verilecek olan 500 sene genişliğindeki bir cenneti”, bu dünyaya kurma iddiasında bulunur.
Okyanusu bir bardağa sığdırma tekellüfü içerisine girer.
O kadar bir tezat içerisine girilmektedir ki ; Allah ‘ın rahmetini ön plana çıkarmak amacıyla cennetin ebedi , cehennemin ise bundan hariç tutulduğu iddiasında bulunur.
Oysa, Allah’ ın rahmetinden fazla rahmet , rahmet değildir.
Allah’ ın rahmeti, adaletiyle rahmet olur.Adaletsiz rahmet, rahmet değildir.
Günahkâr mü’min için cehennemden çıkmanın zaten garanti olduğu garantisini verdikten sonra ( Aşere-i Mübeşşere dışında Peygamber bile verememişken),inanmayan insanları cehennemden çıkarma gayreti içerisine girer.

Hz. Adem’ in cennetten indirilişiyle ilgili olarak; indirildiği yerin yine her zamanki yaptığı gibi lafızda boğularak bahçeye atfetmekte,zayıf delilleri kuvvetli deliller olarak sunmaya çalışmaktadır.
İslamoğlu cehennem ebedi değil derken,bu durumda demek ki niyeti cehennemde bulunan Firavun,Nemrud,Ebu Cehil ve milyonlarca insanları öldürenleri de oradan çıkarmak niyetindedir.
Bu durumda sormazlar mı,kimlerden yanasın?
Öyle zannediyorum k,ebedi olmayan cehennemden bu durumda şeytan bile çıkar.
En basit ifadeyle bu,kırk bin insanı öldüren apoyu hapisten çıkarmaktan daha beter bir zulümdür.
Bu şefkat adaletsiz bir şefkattir.

Su-i istimal edilen bir şefkattir.Allahın şefkatinden daha öte şefkati ileriye sürmek gibi tam bir zulümdür.
Şefkatini bu kadar ileri götürdüğüne göre,bari birde ana rahmine insan olmak için atılan milyarlarca atılan spermleri de insan yaparsa şaşmamak gerekir.
Cehennem hapishanesini kapatıpta firavun ve hatta şeytanları bile çıkartacak bir zihniyete sahip olmak,nasıl bir zihniyet ve nereden çıkarılan bir hükümse,böyle bir hüküm insanlar dünyasında verilecek bir hüküm değildir…
Bu durumda insanın dünyaya gelip,imtihana tabi tutulmasının da bir anlamı olmayacaktır.
Bu insanları cennetin neresine koyacaksınız?
Ebu Cehille Peygamber Efendimizi nasıl yan yana getireceksiniz?
Muhal olan bir şeye kılıf uydurmakta en az o kadar muhal ender muhal bir durumdur.
Oysa küfür insanı tedavisi mümkün olmayan,tamamen tefessüh ettirmişken o insanı hangi vasıfla cennete koyacaksınız?

Elmaslarla kömürler nasıl bir arada bulunacaktır?
-Kur’an-ın kısas cezasında öldürenin de öldürülmesi,öldürülenin hakkını korumaktır.Bu durumda öldürenin hayatını sağlamak,öldürüleni bir daha öldürmek demektir.
Bu kısas cezasının haksız bir uygulama olduğunu da iddia etmesi gerekir!!
Ya Rabbi nasıl bir mantıktır bu?
Böyle bir iddia sadece Allaha bir iftira olmakla kalmaz,hukuksuz bir yola girerek,masumların hakkını gözetmeden canileri affetmek demektir.Bir kişinin olmayan hatırına,milyarlarca,sayısız hatırları kırmak,yok saymak demektir.
Böyle bir iddiadan ve iddia sahibinden ancak Allaha sığınılır…
Eğer mesele direk olarak herkesi değerlendirmeden imtihansız ve de imtihanın sonucunu kale almadan cennete götürmek idiyse; Allah bunu doğrudan yapabilirdi. Kimsede buna itiraz edemezdi.
Bu durumda Allah bu insanları cehenneme atıp zevk mi almaktadır yoksa adaleti mi uygulamaktadır?

Bediüzzaman Hazretleri matematiksel olarak da onların cehennemde ebedi kalacaklarını şu veciz ifadeleriyle izah etmektedir.Öyle zannediyorum ki;insaf ve vicdanla okunsa kabul edilecektir:

“SUAL: Kısa bir zamandaki küfre mukabil, hadsiz bir zaman Cehennem’de hapis nasıl adalet olur?
ELCEVAB: Sene, üçyüz altmışbeş gün hesabıyla, bir dakikada katl, yedi milyon sekiz yüz seksen dört bin dakika hapis iktizası kanun-u adalet iken; bir dakika küfür, bin katl hükmünde olduğundan, yirmi sene ömrünü küfürle geçiren ve küfür ile ölen bir adam, kanun-u adaletle elli yedi trilyon ikiyüz bir milyar iki yüz milyon sene beşerin kanun-u adaletiyle hapse müstehak olur. Elbette خَالِدِينَ فِيهَا اَبَدًا adalet-i İlahî ile vech-i muvafakatı bundan anlaşılıyor.
Birbirinden gayet uzak iki adedin sırr-ı münasebeti şudur ki: Katl ve küfür, tahrib ve tecavüz olduğu için, gayre tesirat yapar. Bir dakikada katl, lâakal zahirî âdete göre onbeş sene maktulün hayatını selbeder, onun yerine hapse girer. Bir dakika küfür, binbir esma-i İlahîyi inkâr ve nukuşlarını tezyif ve kâinatın hukukuna tecavüz ve kemalâtını inkâr ve hadsiz delail-i vahdaniyeti tekzib ve şehadetlerini reddetmek olduğundan.. kâfiri, binler seneden ziyade esfel-i safilîne atar, خَالِدِينَ de hapseder.”
“Madem küfür hadsiz hukuka bir tecavüzdür, elbette hadsiz bir cinayettir. Öyle ise hadsiz bir azaba müstehak eder. Madem bir dakika katl, onbeş sene cezada (sekiz milyona yakın dakikada) hapis azabını çekmesini adalet-i beşeriye kabul edip maslahata ve hukuk-u âmmeye muvafık görür. Elbette bir küfür bin katl kadar olması cihetiyle, bir dakika küfr-ü mutlak, sekiz milyara yakın dakikalarda azab çekmesi, o kanun-u adalete muvafık geliyor. Bir sene ömrünü o küfürde geçiren, iki trilyon sekizyüzseksen milyara yakın dakikada azaba müstehak ve خَالِدِينَ فِيهَا اَبَدًا sırrına mazhar olur. Her ne ise…

EHLİ BEYT OKULU
Sanki bu ifade kamufle edilmiş, muhataba güven aşılama amacıyla icad edilmiş bir kurum olsa gerek.
İçeriye girmek sizi korkutmasın, şaibeli kimseler sizi tedirgin etmesin kılıfına sarılmış…

Acaba bu Şia’nın ayrı bir kolu mudur?
Meal ‘ de geçtiği yerler ise; 81,324,609 Sayfalarıdır.
“ Vahyin İki hedefi vardır:” Tevhid ve Adalet.”
Buradaki Şia’ da ön plana çıkan ve Ehl_i sünnetten ayrılan ve bizdeki iman esasları gibi olan adalet mi ?
Zira bütün dinlerde esas olan Tevhid’ dir.Arkasından , mütemmimi olan ibadet ve ahlak gelir.
İmam’ ı Cafer ‘ e atfedilen şöyle bir söz vardır:
“Peygamber insanın dışındaki akıl, akıl insanın içindeki peygamberdir.”
Acaba bu ifade ile Peygambere ihtiyaç olmayacağı vehmi mi verilmektedir. Açılmaya ihtiyacı vardır.

DİĞER TENKİTLER

*Örtü Konusu; müphem diye ifadelendirdiği mânayı daha da müphem kılmaktadır.(sh.802)
* Namaz Konusu: Hatalı olan yerlerin sayfası ise: 60,64,65,760.
* Namaz konusunda sarih manayı, işari bile olmayan mananın dışına tevcih ederek, tağyir etmiştir.
– Kevser.2. “ Öyleyse Rabbin için Namaz kıl ve Kurban kes.” Sarih manasını ;“O halde desteğini Rabbine tahsis et ve (İnkârcılara göğüs ger).” manasıyla basitleştirmiştir.
– Musallileri korumaya çalışırken mâna,mânanın dışına kaydırılmaktadır.
Oysa burada gerçek huşu içinde namaz kılanla kılmayanlar birbirinden ayrıştırılmış olmaktadır.
Tüm ulema’ nın ittifak ettiği ; “ Salat’ il Vusta” nın orta namaz, yani ikindi namazı olduğu söz konusu iken , bu mâna ,” İdeal Namaz” ifadesiyle hem tağyir,tahrif edilmiş ve içi boşaltılmış olmaktadır.*İsra Olayının net bir şekilde beden ruh ortaklığı ile olduğu belirtilmemiş,Miraç’ ın ruhani bir seyir içerisinde sürdürüldüğü yönüne çekilmiştir.

Yine her zaman da yapıldığı gibi lafızda boğulunulmuş, Mescid-i Aksa bile yerinden kaldırılarak , zihinlerden uzaklaştırılan bir mescitle yorumlanmıştır.
Oysa Mesela Kudüs’ teki mescit olması bütün deliller ışığında zahir iken batini mânaya bile uymayan bir noktaya çekilmiştir. (Sh. 89,390)

İNSAN

*Sh 111.

-İnsan.2. “ İnsanoğlunu katmerli bir karışım olan hayat tohumundan biz yarattık.”
Elmalı’ da ise : “ Şüphesiz biz insanı imtihan etmek için karmaşık bir damla sudan yarattık.”âyetini izah ederken;
“İnsan türüne giren herkesi kapsadığı için Adem’ inde Nutfe’den yaratıldığı anlaşılır.” (Bkz.106/Nisa.1 , Krş. Elmalılı)
Nisa . 1 : “ Ey İnsanlık! Sizi bir tek canlı varlıktan yaratan , ondan da eşini var eden… “
Elmalı Mealinde ise; “ Ey İnsanlar ! Sizi bir tek nefisten yaratan ve ondan eşini yaratıp…”

Hz. Adem’ in bütün âyet , hadis ve İslam bilginlerinin icmaıyla; topraktan, balçıktan yaratıldığı ifade edilirken , Adem’ in de “ Nutfe” den yaratıldığını iddia etmek; ona da bir baba arama çabasından kaynaklanmış olsa gerektir.
Önceki Cin probleminde de dile getirildiği üzere; Hz. Adem’ in ilk baba olmayıp, ondan önceki var olan bir babanın devamı olduğunu iddia etmiş , meleklerinde buna dayanarak kan dökeceklerini söylemiş olduğu iddiasında bulunur.
Farklılaşma çabaları sürekli sürçmeye neden olmaktadır.
Oysa Hz.Adem insanlığın ilk babası ve insanlık onunla başlamıştır.
Hoca İnsanlığı Hz. Adem’ le başlatmaz.Onu başka bir babanın ve zincirin devamı olarak kabul eder.

*İnsanın yaratılışı:(706)
Sütten ağzımız yanınca,ayranı üfleyerek içmek mecburiyetinde kalıyoruz.
İnsanın yaratılışında;gerek başlangıç olarak ve gerekse de devam eden süreçte Kur’an-ın haber verdiği ifadede devreler belirtilmiş,aşama aşama yaratılışı nazara verilmiştir.

-Mealde:”Kuran-da beşerin insanlaşma sürecinin sudan başlayıp çok uzun bir aşamada (etvar) gerçekleştiği ifade edilir.”(64/Nuh.14)
Elmalı Mealindeki karşılığı ise;”Oysa O sizi aşama aşama yaratmıştır.”
Burada insanlaşma! Sürecinden bahsedilmemekte,sadece su,toprak karışımındaki süreçlerle,Nutfe,alaka,mudğa dönemleri anlatılmıştır.

Süleyman Ateş-in,evrimden gelme iddiasını desteklerken,evrimcilere de bir kapı açılmış olmaktadır.
Birde;”Gerçekleştiği ifade edilir.”ifadesiyle mutlak,muğlak ve faraziye ile hüküm verilmeye çalışılmıştır.
Yukarıdakinden daha büyük bir hata ise;”İnsan adlı canlı,kendisini insan yapan “ruh” üflenmeden önce kan dökmüş,fesad çıkarmış olabilir.Eğer durum böyleyse, melekler bu tecrübeye dayanarak bunları söylemiş olmalıdırlar.

Bu açıklamadan bir değersizleştirme indirgeme operatörü olan Darwine asla bir pay çıkmaz.”Allahu a’lem”
Yine problem cinin anlaşılıp kavranılmamasından kaynaklanan bir sebeble, küpten cin çıkarılmaya çalışılmaktadır.
Eğer insan daha önceden var idiyse,neden bir daha yaratılmasına ihtiyaç duyuldu?Yoksa bir eksiği mi kalmıştı?

Oysa insanın halifeliği,selefinden dolayıdır.Yani kendisinin selefi olan cinlerden bir topluluğun isyan etmesinden kaynaklanan ve de insana ek olarak kuvve-i akliyenin -akıl duygusunun- yanında,kuvve-i şeheviyye ve gadabiyye (istek ve kızma) duygusunun verilmesinden kıyasla ve aynı zamanda levhi mahfuzda görerek istifsar yani açıklanmasını isteme makamında Cenâb-ı Hakka cevapta bulunmuşlardır.
İnsan bir noktada tökezleyince,diğerleri kaçınılmaz oluyor.
Bizim yorumda bulunmamıza gerek bırakmadan,girdiği yolun çıkmazlığını bilmese de hissetmiş olacak veya bir kapı açmış olduğunun farkına varmış olacak ki;”Darwine pay çıkarılmamasını” ikrar etmiştir,çıkardığı paydan sonra!!!*

Sahife-547:

Önceki Âdem-in yaratılışı (nutfeden yaratıldığı iddiası ve ilk baba olmasında varılan yanlış),aynı iddianın sürdürülmesi inadına başka yanlışları da beraberinde getirmektedir.
-Zümer-6-daki;”O,sizi bir nefisten yarattı.Hem sonra onun eşini de ondan var etti.”âyeti sarih bir şekilde ilk yaratılışı belirtirken;
Kendisi buradaki Nefsin Âdem olmadığını ve dolayısıyla ondan yaratılan eşinin de Havva olmadığını ifade eder.
Kadın kaburga kemiği gibidir,zorlarsan çabuk kırılır”(Buhari ve Müslim) hadisini zikrederken bunun;”Yahudi kültüründen Araplara geçtiğini” söylemekle de Efendimize gölge düşürmüş,Yahudi kültürünün etkisinde kalarak söylemiş olacağı düşüncesinde bulunmuş olmaktadır.
Devamında yapılan,kadının hassas ve nazik olmasıyla ilgili teşbih ve yorumda bulunulabilir.Bu diğerini inkar etmeyi gerektirmez.

*Sh. 159,827.
-Suyu övmeye çalışırken, aklı ve akıllıyı yermiş olmaktadır. Şöyle ki; “Su akıllıdır, su canlıdır ve su mucizedir.”
Buradaki suyun akıllılığının izaha ihtiyacı vardır.

*Sh.168:
“ Hz. Peygamberin ardından Risalet kesintiye uğramamış , sadece ferdi risaletten içtima-i risalete geçilmiştir. “ Öyle ise sizler, hayra çağıran meşru ve iyi olanı öneren ve kötü ve yanlış olandan da sakındıran bir ümmet olun!” (sh.898/Al’ i İmran 104) Ayeti bunu ifade eder.”
Risaletin kesintiye uğramaması, vahyin devamını gerektirir.
“İçtima-i risalet” ifadesi,meseleyi izah için ihdas edilmiş bir terim olsa gerek.
Oysa peygamberimizin peygamberliği cihan-şümul olup,risalet halkası,”Hatem-ul enbiya”olmasıyla,onunla beraber son bulmuştur.
Dininin hükümleri varlığını ve geçerliliğini sürdürmektedir.
Hadisteki:”Muhakkak ki Allah bu ümmete her yüz sene de dini tecdid eden (zamanın anlayışına uygun olan hakikatları Kur’an-dan alarak aktaran) bir müceddid gönderir.”
“Bugün sizin için dininizi kemale erdirdim. Size nimetimi tamamladım ve sizin için din olarak İslâm’ı seçtim.”
Bu noktada din kemale ermiş,izahı tecdid hareketleriyle devam etmektedir.

*Sahife-225:
Vakıa-79:”Ona ancak temizler dokunabilir.”
“Bu ayetin mushafa abdestli dokunmama hükmüyle herhangi bir alakası yoktur.”ifadesiyle muhalif bir hüküm belirlerken,muvafık bir görüş olarak belirtip sunmaktadır.
Oysa abdestsiz Kur’an-a dokunulamayacağı ile ilgili hükümler,kendisinin serdettiklerinden daha kuvvetli görüşlerdir.
Hükme delil getirilen Şuara 211-212. Ayetler ise,hükmü desteklememektedir.
Zaten şeytanların recmedilmelerinden dolayı oraya çıkmaları söz konusu olmadığı ve o kapı kapalı olduğu için,Cebrail-den başkasının da yani temizlerden de olsa diğer meleklerinde ona ulaşması söz konusu değildir.
Eğer bu konu insaf düsturları içerisinde ele alınmış olsaydı;meselenin fetva ve takva cihetleriyle değerlendirilmesi gerekirdi.

*Sahife-342:
“İşte alanında böylesine uzman olan Zahiri mezhebinden olan İbn Hazm bu konuda (Hz.Musa-Hızır yolculuğu konusunda) şu hükümde bulunur:”Mehdilik de,Hızır teleakkisi de Yahudi kökenlidir.Hızır ve İlyasın bu güne kadar yaşadığı varsayımı Yahudi telakkilerine dayanır.”
Meğer problemin alanı pek de genişmiş…

Bediüzzamanın şu tesbiti bir çok sorularını halledecektir;
Birinci Sual: Hazret-i Hızır Aleyhisselâm hayatta mıdır? Hayatta ise niçin bazı mühim ülema hayatını kabul etmiyorlar?
Elcevab: Hayattadır, fakat meratib-i hayat beştir. O, ikinci mertebededir. Bu sebebden bazı ülema hayatında şübhe etmişler.

Birinci Tabaka-i Hayat: Bizim hayatımızdır ki, çok kayıdlarla mukayyeddir.
İkinci Tabaka-i Hayat: Hazret-i Hızır ve İlyas Aleyhimesselâm’ın hayatlarıdır ki, bir derece serbesttir. Yani bir vakitte pek çok yerlerde bulunabilirler. Bizim gibi beşeriyet levazımatıyla daimî mukayyed değillerdir. Bazan istedikleri vakit bizim gibi yerler, içerler; fakat bizim gibi mecbur değillerdir. Tevatür derecesinde ehl-i şuhud ve keşif olan evliyanın, Hazret-i Hızır ile maceraları, bu tabaka-i hayatı tenvir ve isbat eder. Hattâ makamat-ı velayette bir makam vardır ki, “Makam-ı Hızır” tabir edilir. O makama gelen bir veli, Hızır’dan ders alır ve Hızır ile görüşür. Fakat bazan o makam sahibi yanlış olarak, ayn-ı Hızır telakki olunur.

Üçüncü Tabaka-i Hayat: Hazret-i İdris ve İsa Aleyhimesselâm’ın tabaka-i hayatlarıdır ki, beşeriyet levazımatından tecerrüd ile, melek hayatı gibi bir hayata girerek nuranî bir letafet kesbeder. Âdeta beden-i misalî letafetinde ve cesed-i necmî nuraniyetinde olan cism-i dünyevîleriyle semavatta bulunurlar. Âhirzamanda Hazret-i İsa Aleyhisselâm gelecek, Şeriat-ı Muhammediye (A.S.M.) ile amel edecek mealindeki hadîsin sırrı şudur ki: Âhirzamanda felsefe-i tabiiyenin verdiği cereyan-ı küfrîye ve inkâr-ı uluhiyete karşı İsevîlik dini tasaffi ederek ve hurafattan tecerrüd edip İslâmiyete inkılab edeceği bir sırada, nasılki İsevîlik şahs-ı manevîsi, vahy-i semavî kılıncıyla o müdhiş dinsizliğin şahs-ı manevîsini öldürür; öyle de Hazret-i İsa Aleyhisselâm, İsevîlik şahs-ı manevîsini temsil ederek, dinsizliğin şahs-ı manevîsini temsil eden Deccal’ı öldürür.. yani inkâr-ı uluhiyet fikrini öldürecek.

Dördüncü Tabaka-i Hayat: Şüheda hayatıdır. Nass-ı Kur’anla şühedanın, ehl-i kuburun fevkinde bir tabaka-i hayatları vardır. Evet şüheda, hayat-ı dünyevîlerini tarîk-ı hakta feda ettikleri için, Cenab-ı Hak kemal-i kereminden onlara hayat-ı dünyeviyeye benzer, fakat kedersiz, zahmetsiz bir hayatı Âlem-i Berzahta onlara ihsan eder. Onlar kendilerini ölmüş bilmiyorlar.. yalnız kendilerinin daha iyi bir âleme gittiklerini biliyorlar.. kemal-i saadetle mütelezziz oluyorlar.. ölümdeki firak acılığını hissetmiyorlar. Ehl-i kuburun çendan ruhları bâkidir, fakat kendilerini ölmüş biliyorlar. Berzahta aldıkları lezzet ve saadet, şühedanın lezzetine yetişmez. Nasılki iki adam bir rü’yada Cennet gibi bir güzel saraya girerler. Birisi rü’yada olduğunu bilir. Aldığı keyf ve lezzet pek noksandır. “Ben uyansam şu lezzet kaçacak” diye düşünür. Diğeri rü’yada olduğunu bilmiyor. Hakikî lezzet ile hakikî saadete mazhar olur.

İşte Âlem-i Berzahtaki emvat ve şühedanın hayat-ı berzahiyeden istifadeleri, öyle farklıdır. Hadsiz vakıatla ve rivayatla şühedanın bu tarz-ı hayata mazhariyetleri ve kendilerini sağ bildikleri sabit ve kat’îdir. Hattâ Seyyid-üş şüheda olan Hazret-i Hamza Radıyallahü Anh, mükerrer vakıatla kendine iltica eden adamları muhafaza etmesi ve dünyevî işlerini görmesi ve gördürmesi gibi çok vakıatla, bu tabaka-i hayat tenvir ve isbat edilmiş. Hattâ -ben kendim- Ubeyd isminde bir yeğenim ve talebem vardı. Benim yanımda ve benim yerime şehid olduktan sonra, üç aylık mesafede esarette bulunduğum zaman, mahall-i defnini bilmediğim halde, bence bir rü’ya-yı sadıkada, taht-el Arz bir menzil suretindeki kabrine girmişim. Onu şüheda tabaka-i hayatında gördüm. O, beni ölmüş biliyormuş. Benim için çok ağladığını söyledi. Kendisini hayatta biliyor; fakat Rus’un istilasından çekindiği için, yer altında kendine güzel bir menzil yapmış. İşte bu cüz’î rü’ya, bazı şerait ve emaratla, geçen hakikata, bana şuhud derecesinde bir kanaat vermiştir.

Beşinci Tabaka-i Hayat: Ehl-i kuburun hayat-ı ruhanîleridir. Evet mevt; tebdil-i mekândır, ıtlak-ı ruhtur, vazifeden terhistir. İ’dam ve adem ve fena değildir. Hadsiz vakıatla ervah-ı evliyanın temessülleri ve ehl-i keşfe tezahürleri ve sair ehl-i kuburun yakazaten ve menamen bizlerle münasebetleri ve vakıa mutabık olarak bizlere ihbaratları gibi çok delail, o tabaka-i hayatı tenvir ve isbat eder. Zâten beka-i ruha dair “Yirmidokuzuncu Söz” bu tabaka-i hayatı delail-i kat’iyye ile isbat etmiştir.”

*Sahife-424-
Tufan hadisesinin bazı zayıf görüşler doğrultusunda,genel değil de,belli bir yerde olduğu iddiasında bulunulmuş.
Ancak zayıf da olsa bu görüşte bulunanlar da vardır.

*Sahife:464:
Hz.Yusufun kardeşi Bünyamini geçerli bir yöntem,diğerlerinin reddedemeyeceği bir hile ile alışı,adeya Hz.Yusuf-un tebrie edilmesi veya O’na olumsuz gibi görünen şeyler isnad edilmemesi düşüncesiyle hilesiz,hesapsız,plansız,ilahi bir planı reddedercesine bir yorumda bulunulmuştur.

“Hz.Yusuf,kardeşine değerli bir hediye vermek istemiş,bunu ise ondan ve diğerlerinden habersiz yapmıştır. Bu,öz kardeşine bir sürpriz yapma isteğinden kaynaklanmış olabilir.Diğerlerinin kıskançlık duygularını kabartmamak için,bu durumdan onları haberdar etmemesi gayet doğal karşılanmalıdır.Onun bu tasarrufundan haberdar olmayan saray görevlileri,krala ait kayıp bir su kabı olan es-sikaye-yi ararken Hz.Yusuf-un gizlice hediye olarak koyduğu su kabı olan suva’ı bulmuş olmalıdırlar.Hz.Yusuf-un tek yaptığı,her anında ilahi müdahalenin açıkça görüldüğü bu olayın gelip dayandığı noktada,olana bitene müdahale etmemek için,işin aslını açıklamamış olmasıdır.”
Aslınca kolayca ilahi bir proğram ve Hz.Yusuf-un ailesini getirmek için meşru bir bahane ile müdahale ettiği olay,yuvasından çıkarılınca uzunca faraziyeleri de ortaya çıkarmaktadır.

Garib bir durumdur kihediyeyi vermek için,gizlice iş yapmanın ne mantığı vardır?

Oysa Yusuf-69-70.ayetler olayı açıkça ortaya koyarken,Yusuf-76-da da:”…Melik-in kanunlarına göre,kardeşini alıkoymasına imkan yoktu.Ancak Allah dilerse o başka…”

Bu konuya açıklık getiren Bediüzzaman,şu isabetli yorumuyla izah eder:

“Bir sual: “Bazen ehemmiyetli bir hakikat sathî nazarlara görünmediğinden ve bazı makamlarda cüz’î ve âdi bir hadiseden yüksek bir fezleke-i tevhidi veya küllî bir düsturu beyan etmekte münasebet bilinmediğinden, bir kusur tevehhüm edilir. Meselâ, Hazret-i Yusuf Aleyhisselâm kardeşini bir hile ile alması içinde – – diye gayet yüksek bir düsturun zikri belâgatça münasebeti görünmüyor. Bunun sırrı ve hikmeti nedir?”

Elcevap: Herbiri birer küçük Kur’ân olan ekser uzun sûre ve mutavassıtlarda ve çok sayfa ve makamlarda yalnız iki üç maksat değil, belki Kur’ân, mahiyeti hem bir kitab-ı zikir ve İmân ve fikir, hem bir kitab-ı şeriat ve hikmet ve irşad gibi, çok kitapları ve ayrı ayrı dersleri tazammun ederek rububiyet-i İlâhiyenin herşeye ihatasını ve haşmetli tecelliyatını ifade etmek cihetiyle, kâinat kitab-ı kebîrinin bir nevi kıraati olan Kur’ân, elbette her makamda, hattâ bazen bir sayfada çok maksatları takiben marifetullahtan ve tevhidin mertebelerinden ve İmân hakikatlerinden ders verdiği haysiyetiyle, öbür makamda, meselâ zâhirce zayıf bir münasebetle başka bir ders açar ve o zayıf münasebete çok kuvvetli münasebetler iltihak ederler, o makama gayet mutabık olur, mertebe-i belâgatı yükselir. “

*Sahife-15,483:
Müddessir-1- Elmalı mealinde:”Ey bürünüp örtünen.”
Hocanınkinde ise;”Sen ey içine kapanan kişi.”
Yorumlar tamamen gerçekten uzaklaşarak,lafız odaklı yorumlardır.
Lafızlar irdelenerek netice alınılmaya çalışılmaktadır.Bu da manayı setretmekte,yuvasından çıkarmaktadır.
Tıpkı:””İçine kapanan “ifadesinde,dışa kapalı,böylece içine kapalı,soyutlanmış bir kişi olduğu hissi verilmektedir.

*Sahife-534:
Lokman-34-“Yağmurun yağdırılması konusunda bilgiyi Allaha hasreden bir mana yoktur.Aynı şey bir sonraki “Rahimlerde yer tutanı o bilir.”cümlesi içinde geçerlidir.Diğer üç husustaki bilgi Allah-a tahsis edilirken,bu iki husus tahsis olmadan zikredilir.”
Âyetin sonunda zaten;”Şüphesiz ki Allah her şeyi hakkıyla bilir,her şeyden haberdardır.
Buradaki her şeyi bilmesi ve her şeyden haberdar olması,hepsini de kapsamaktadır.
“Ve Biz, semadan takdir edilmiş miktarda su indirdik. Böylece onu(nla) yeryüzünde (göller, nehirler, denizler) oluşturduk. Ve muhakkak ki Biz, onu elbette (buharlaştırarak) gidermeye kadiriz.”
Buradaki kader,ilim nevinden olup,ilmi çerçevesinde indiğini ifade etmektedir.
“Hem biz gökten bir su indirdik de orada her güzel çiftten (veya her hoş çeşitten) bitkiler yetiştirdik.”
Zaten atıf harfi kendisini öncekine bağlamış,oradaki bilgi manasını vermiş olmaktadır.
Makam gereği inen şeyler miktar ile takdir edildiğinden,sonuç olarak o da ilim ile bağlantılıdır.
Kıyametin kopma saatini bilmek,ana rahmindeki çocuğun said mi şaki mi olduğunu bilmek gibi,yağmurun miktarını bilmek de bir ilim iledir.

Bediüzzaman tesbitinde;

“Mugayyebat-ı Hamse”ye dair Sure-i Lokman’ın âhirindeki âyetin hakkında mühim sualinize gayet mühim bir cevab isterken, maatteessüf şimdiki halet-i ruhiyem ve ahval-i maddiyem o cevaba müsaid değildir. Yalnız sualinizin temas ettiği bir iki noktaya gayet mücmel işaret edeceğiz. Şu sualinizin meali gösteriyor ki, ehl-i ilhad tarafından tenkid suretinde mugayyebat-ı hamseden yağmurun gelmek vaktine ve rahm-ı maderdeki ceninin keyfiyetine itiraz edilmiş. Demişler ki: “Rasadhanelerde bir âletle yağmurun vakt-i nüzulü keşfediliyor. Onu da, Allah’tan başkası da biliyor. Hem röntgen şuaıyla rahm-ı maderdeki ceninin müzekker, müennes olduğu anlaşılıyor. Demek mugayyebat-ı hamseye ıttıla kabildir?”

Elcevab: Yağmurun vakt-i nüzulü bir kaideye merbut olmadığı için, doğrudan doğruya meşiet-i hâssa-i İlahiye ile bağlı ve hazine-i rahmetten hususî iradeye tâbi’ olduğunun bir sırr-ı hikmeti şudur ki: Kâinatta en mühim hakikat ve en kıymetdar mahiyet; nur, vücud ve hayat ve rahmettir ki, bu dört şey perdesiz, vasıtasız, doğrudan doğruya kudret-i İlahiye ve meşiet-i hâssa-i İlahiyeye bakar. Sair masnuatta zahirî esbab, kudretin tasarrufuna perde oluyorlar. Ve muttarid kanunlar ve kaideler, bir derece irade ve meşiete hicab oluyor. Fakat vücud, hayat ve nur ve rahmette o perdeler konulmamış. Çünki perdelerin sırr-ı hikmeti o işde cereyan etmiyor. Madem vücudda en mühim hakikat, rahmet ve hayattır; yağmur, hayata menşe ve medar-ı rahmet, belki ayn-ı rahmettir. Elbette vesait perde olmayacak.

Kaide ve yeknesaklık dahi, meşiet-i hâssa-i İlahiyeyi setretmeyecek; tâ ki her vakit, herkes, herşeyde şükür ve ubudiyete ve sual ve duaya mecbur olsun. Eğer bir kaide dâhilinde olsaydı, o kaideye güvenip şükür ve rica kapısı kapanırdı. Güneş’in tulûunda ne kadar menfaatler olduğu malûmdur. Halbuki muttarid bir kaideye tâbi’ olduğundan, Güneş’in çıkması için dua edilmiyor ve çıkmasına dair şükür yapılmıyor. Ve ilm-i beşerî o kaidenin yoluyla yarın Güneş’in çıkacağını bildiği için, gaibden sayılmıyor. Fakat yağmurun cüz’iyatı bir kaideye tâbi’ olmadığı için, her vakit insanlar rica ve dua ile dergâh-ı İlahiyeye ilticaya mecbur oluyorlar. Ve ilm-i beşerî, vakt-i nüzulünü tayin edemediği için, sırf hazine-i rahmetten bir nimet-i hâssa telakki edip hakikî şükrediyorlar.
İşte bu âyet, bu nokta-i nazardan yağmurun vakt-i nüzulünü, mugayyebat-ı hamseye idhal ediyor. Rasadhanelerdeki âletle, bir yağmurun mukaddematını hissedip vaktini tayin etmek, gaibi bilmek değil, belki gaibden çıkıp âlem-i şehadete takarrübü vaktinde bazı mukaddematına ıttıla suretinde bilmektir. Nasıl, en hafî umûr-u gaybiye vukua geldikte veyahud vukua yakın olduktan sonra hiss-i kabl-el vuku’un bir nev’iyle bilinir. O, gaybı bilmek değil; belki o, mevcudu veya mukarreb-ül vücudu bilmektir. Hattâ ben kendi a’sabımda bir hassasiyet cihetiyle yirmidört saat evvel, gelecek yağmuru bazan hissediyorum.

Demek yağmurun mukaddematı, mebadileri var. O mebadiler, rutubet nev’inden kendini gösteriyor, arkasından yağmurun geldiğini bildiriyor. Bu hal, aynen kaide gibi, ilm-i beşerin gaibden çıkıp daha şehadete girmeyen umûra vusule bir vesile olur. Fakat daha âlem-i şehadete ayak basmayan ve meşiet-i hâssa ile rahmet-i hâssadan çıkmayan yağmurun vakt-i nüzulünü bilmek, ilm-i Allâm-ül Guyub’a mahsustur.

Kaldı ikinci mes’ele: Röntgen şuaıyla rahm-ı maderdeki çocuğun erkek ve dişisini bilmek ile وَ يَعْلَمُ âyetinin meal-i gaybîsine münafî olamaz. Çünki âyet yalnız zükûret ve ünûset keyfiyetine değil, belki o çocuğun acib istidad-ı hususîsi ve istikbalde kesbedeceği vaziyetine medar olan mukadderat-ı hayatiyesinin mebadileri, hattâ sîmasındaki gayet acib olan sikke-i Samediyet muraddır ki, çocuğun o tarzda bilinmesi, ilm-i Allâm-ül Guyub’a mahsustur. Yüzbin röntgen-misal fikr-i beşerî birleşse, yine o çocuğun umum efrad-ı beşeriyeye karşı birer alâmet-i farikası bulunan yalnız hakikî sîma-yı vechiyesini keşfedemez.
Nerede kaldı ki sîma-yı vechî sikkesinden yüz defa daha hârika olan istidadındaki sîma-yı manevîyi keşfedebilsin.
Başta dedik ki: Vücud ve hayat ve rahmet, bu kâinatta en mühim hakikatlardır ve en mühim makam onlarındır. İşte onun için o câmi’ hakikat-ı hayatiye, bütün incelikleriyle ve dekaikiyle irade-i hâssaya ve rahmet-i hâssaya ve meşiet-i hâssaya bakmalarının bir sırrı şudur ki: Hayat, bütün cihazatıyla ve cihatıyla şükür ve ubudiyet ve tesbihin menşe ve medarı olduğundandır ki, irade-i hâssaya hicab olan yeknesaklık ve kaidelik ve rahmet-i hâssaya perde olan vesait-i zahiriye konulmamıştır.

Cenab-ı Hakk’ın rahm-ı maderdeki çocukların sîma-yı maddî ve manevîlerinde iki cilvesi var:
Birisi: Vahdetini ve Ehadiyetini ve Samediyetini gösterir ki, o çocuk âza-yı esasîde ve cihazat-ı insaniyenin enva’ında sair insanlarla muvafık ve mutabık olduğu cihetle, Hâlık ve Sâni’inin vahdetine şehadet ediyor. O cenin bu lisan ile bağırıyor ki: “Bana bu sîma ve âzayı veren kim ise, bütün esasat-ı âzada bana benzeyen bütün insanların sâni’i dahi O’dur. Ve hem bütün zîhayatın sâni’i O’dur.”

İşte rahm-ı maderdeki ceninin bu lisanı, gaybî değil, kaideye ve ıttırada ve nev’ine tâbi’ olduğu için malûmdur, bilinebilir. Âlem-i şehadetten âlem-i gayba girmiş bir daldır ve bir dildir.
İkinci cihet: Sîma-yı istidadiye-i hususiyesi ve sîma-yı vechiye-i şahsiyesi lisanıyla Sâni’inin ihtiyarını, iradesini ve meşietini ve rahmet-i hâssasını ve hiçbir kayd altında olmadığını, bağırıp gösteriyor. Fakat bu lisan, gayb-ül gaybdan geliyor. İlm-i ezelîden başkası, kabl-el vücud bunu göremiyor ve ihata edemiyor. Rahm-ı maderde iken bu sîmanın binde bir cihazatı görünmekle, bilinmiyor!
Elhasıl: Ceninin sîma-yı istidadîsinde ve sîma-yı vechiyesinde hem delil-i vahdaniyet var, hem ihtiyar ve irade-i İlahiyenin hücceti vardır.”

*Şefaat:(552)
Zümer.43.”Yoksa onlar,Allah-ı bir tarafa bırakıp da (hayali) şefaatçiler mi buldular!”
-Sadeleştirilen Elmalı mealinde ise:”Yoksa Allahtan başka şefaatçiler mi edindiler?
Burada adeta Allaha karşı taraf olma,rakib durumda gibi gösterilmeye çalışılmış,diğer âyet ve hadislerin önü kapatılarak açıklamasında;
“Tüm şefaat ayetleri bu âyet ışığında anlaşılmalıdır.”diyerek,âyetin mâna ve hükmünü takyid etmiş,kısırlaştırmıştır.
*Şefaat yoktur,diyenler;Allahın iznine aid bir tercihi de,Allah-dan alma gibi bir tavır içerisine girmiş olmaktadırlar.
*Gerçek din budur,demek veya doğru bildiğimiz yanlışlar-deyib de,şimdiye kadarki yaşanan dinin gerçek bir din olmadığını veya 1400 senedir bilip yaşadığımızı yanlış olarak değerlendirmek,bu sadece insanlara bir hakaret değil,Allaha ve rasulüne de bir ithamdır.
Şöyle ki;Allah ve Rasulü kendilerini ifade edememişler,açık ve net açıklayamamışlar, insanların yanlış anlayıp düşünerek yaşadıklarının yanlış olup, yanlışa yönlendirdiğini iddia etmek demektir.

*Sh.71-
Ebu Leheb-in karısının “odun hamallığını”izah ederken;”Karısı da;o odun hamalı olan (karısı)”;ya da bunu laf taşımaktan kinaye sayarak;”Laf taşıyan (karısı) “En’am.31 âyetini delil getirmiştir.
Veya kitap yüklü merkeplerde diyebilirdi;yani her yüklenmeyi ona isnad ettirebilirdi.
Ancak böyle bir laf taşımadan ziyade ortada dikenli dalları taşıma söz konusudur.Vakıa budur.Laf taşıma gibi bir durum var mıydı?
Veya Bursevi-nin tasavvufi tefsirinde;Fir’avun nefse,Musa kalbe benzetilmiştir.
Burada biraz zorlanma görülmektedir.

*Sh.73-
Tayr,kuş diğer ifadeyle ebabil kuşları;”onların üzerine katar katar bilinmeyen nitelikte uçan taşıyıcı varlıklar saldı.”(Fil.3)
Elmalı mealindeki karşılığı ise;Üzerlerine sürü sürü kuşlar gönderdi.”
Manayı meçhullendirmekle kalmamış,tayr-ı;”Volkanik bir püskürtünün yakıp kavuran lavlarıdır.”yorumuyla da mana gizlenmiştir.
Adeta normal bir volkanik patlama diye nitelendirilmektedir.

Not: Meali okumadan önce işin bu kadar ciddi olacağını hiç düşünmemiştim.
İstifade ettiğim tenkit ettiğimden az değil. Ancak vereceği zarar faydasından daha büyük zarardır.

MEHMET ÖZÇELİK
20-05-2012

Devamını Oku »

Temayül Yazarının Yahudileşme Temayülü

Temayül Yazarının Yahudileşme Temayülü
Alim Yücer

Hiç şüphesiz sözün en hayırlısı Allah’ın kitabıdır. En hayırlı yol ise Muhammed (s.a.v.)’in yoludur. İşlerin en kötüsü, sonradan ortaya çıkarılan bid’atlardır. Her bid’at sapıklıktır.[1]İnsanların ayıplarını araştırmak dinimizde yasaktır. Fakat mesele din ve ilim olunca durum değişir. Özellikle muhaddislerin cerh ve tadil konularında hadis rivayet eden kişilerin tüm hallerini araştırdıkları ve haklarında adildir veya değildir hükmünü verdikleri erbabınca malumdur.

Muhaddislerin hadisi kabul etmelerinde aradıkları sıhhat şartlarından birisi de hadisi rivayet eden güvenilir bir ravinin kendisi gibi güvenilir ravilere muhalefet etmemesidir. Şayet muhalefet ederse bu güvenilir şahsın rivayetine şaz denir ve böyle bir rivayet zayıf kabul edilir.[2] Haliyle böyle bir kişinin, güvenilir olmakla beraber, din adına vermiş olduğu haber muteber kabul edilmemektedir.

Hadis kriterlerine göre güvenilir olabilmek, gerçekten herkesin ulaşamayacağı çok büyük bir değerdir. Bu kriterlere göre güvenilirlik şartını elde edebilmiş kişinin şaz rivayeti kabul edilmiyorsa, bu kriterlere ulaşıp ulaşmadığı belli olmayan kişilerin din adına ortaya koydukları şaz görüşlerine nasıl bakmamız gerektiği sanırım daha iyi anlaşılmış olmaktadır. Esasen günümüzde din adına ahkam kesen ve bir çok garip görüşler orya atan kişilere, işte bu usulü hadis ilkesine göre bakmak, dinimiz adına çok daha güvenilir olacaktır.

Şurası bir gerçek ki biz kullar asla mükemmel olamayız; haliyle yaptıklarımız da mükemmel olamaz. Bu noktada İmam Malik (r.h.)’in şu tespiti gerçekten çok önemlidir: “Allah Rasûlü (s.a.v)’den başka herkesin sözü alınır da, terk de edilir. Ancak Peygamber (s.a.v) bunun dışındadır.”[3]

İslamoğlu’nun “Yahudileşme Temayülü” kitabındaki maksadı aşan ifadeleri ve bir takım yanlışlıkları reddederken genel anlamda kitabın konusuna ve yazarının dile getirdiği bir kısım doğrulara -başta sahabe ve alimlerimiz olmak üzere geçmiş Müslümanlara- şöyle dua ederek katılıyorum:

“Rabbimiz! Bizi ve bizden önce gelip geçmiş imanlı kardeşlerimizi bağışla; kalplerimizde, iman edenlere karşı hiçbir kin bırakma! Rabbimiz! Şüphesiz ki sen çok şefkatli, çok merhametlisin!”[4]

Bu duamdan da anlaşılacağı gibi, geçmişi masum olarak görmüyorum. Ancak geçmiş alimlerimize Peygamber (s.a.v)’in şu sözünü esas alarak bakıyorum:

“Hakim ictihat ederek hükmeder de doğruya isabet ederse onun için iki ecir vardır. İçtihat ederek hükmeder de yanılırsa ona da bir ecir vardır.”[5]

İçtihatlarında yanılan alimlerimize Peygamber’imiz (s.a.v) sevap vaat ederken, bizlerin hakaret etmesinin nebevi ahlak ile ne kadar örtüştüğünün takdirini sizlere bırakıyorum.

Aşağıda sıralayacağımız başlıkların yanı sıra yazarın en belirgin hatalarından birisi ve en önemlisi kaynakları anlamada ve olduğu gibi yansıtmada sorunlu olmasıdır.

Bu kısa makalede yazarın bütün yanlışları değil; sadece belirgin olanları ele alınmaya çalışılmıştır. Bu nedenle ele alınmayan konuların tamamına katıldığımız anlaşılmamalıdır. Özellikle de, eleştirdiğimiz bu kitapta ehli kitap ile ilgili verilen kaynakların incelenmesinden sarfı nazar edilmiştir.

Yazarın adı geçen kitabındaki çelişkilerini ve tuhaf görüşlerini, dergi sayfalarının müsaade ettiği kadarıyla, ana başlıklar halinde ele almaya çalışalım:

Sünnetin Tahrif Edilmesi İddiası

Sayın İslamoğlu diyor ki:

“…Allah Teâlâ’nın, Kur´an´da, Hz. Peygamber’i örnek göstermesi, bir şeyi bize garanti etmesi anlamı taşımaktadır: Örneklik müessesesinin tahrif olunmaktan korunması… Yok eğer örnek gösterilen kaynak korunmayacaksa, örnek göstermenin pratikte geçerli bir yanı kalmamaktadır. Tahrif edilmiş bir kaynağı örnek almak hem caiz değil, hem de mümkün değildir. Allah ise kuluna imkansız bir şeyi yapmasını emretmez. O halde tahrif edilmemiş sünnet nedir Elbette o “ameli sünnet”tir. Hadise gelince…

İsrailoğulları kendi kitapları üzerinde yaptıkları tahrifatın aynısını bu ümmet de hadise yapmıştır.”[6]

Burada böyle söyleyen yazar biraz sonra şöyle diyor:

“Rasûlullah’ın kesin emirle “Benden bir şey yazmayın. Benden Kur´an dışında bir şey yazan hemen onu imha etsin” buyurması, Sahabenin kendi sözlerini yazmak için izin istediklerinde bu isteği defaatle reddedip buna izin vermemesi hep bu ümmetin kitabı tahrif ederek Yahudileşeceği korkusu yüzündendir.” [7]

Şimdi yukarıdaki görüşlerden hangisini doğru kabul edeceksiniz Bizim de katıldığımız “örneklik müessesinin tahriften korunmuş olması”na mı Yoksa:

“Hadise gelince… İsrailoğulları kendi kitapları üzerinde yaptıkları tahrifatın aynısını bu ümmet de hadise yapmıştır.”

Bunun neresi çelişki demeyin Çünkü hadisler hakkında yazarımız aynı konunun iki sayfa sonrasında, yani yukarıdaki sözlerinin arka sayfasında şöyle demektedir:

“Sünnetin temiz ırmağını bulandırmak için, onun bir bölümünü oluşturan hadisleri tahrif etmek en uygun yoldu.”[8]

Şimdi de yazarımızın tahrif konusunun sonuç bölümündeki şu ifadelerine bakın:

“İsrailoğulları’nın en ünlü tahrif biçimi olan uydurmacılığı Kur´an´da gerçekleştiremeyenler, sünnetin büyük bir bölümünü oluşturan “hadis”te gerçekleştirmişlerdir”[9]

Yukarıda verdiğimiz yerlerdeki ifadelere göre örneklik müessesesi tahriften korunmuştur; o müessese “ameli sünnettir” ve onu da bize ulaştıran hadis kaynaklarıdır. Hadis kaynakları tahrif edilmiş olduğuna göre Allah, Resulünü bize nasıl örnek göstermiş oluyor Acaba sayın İslamoğlu ne demek istiyor veya bu yazdıklarını hiç böyle yan yana koyup düşünmüş müdür

Acaba yazarımıza göre sünnetin tanımı nedir Sonra bu sünnet nerden öğrenilmiştir Bu sünneti bizlere kimler ulaştırmıştır Ulaştıranlar tahrif yapmışlarsa bizler tahrif olanını ve olmayanını nereden ve nasıl öğreneceğiz Böyle bir mantık sahibi birisi kalkıp da: “Efendim tabi ki Kur´ân´dan öğreneceğiz” diyemez. Öyle ya hadisi, sünneti bize getiren tahrifçilerin, bize getirdikleri Kur´ân´ın tahrif olmadığı ne malum.

Netice olarak yazarın hadisler hakkındaki bu görüşleri cevap bekleyen pek çok şüphe ve kuşku meydana getirmektedir.

Hadisleri Kabul ya da Reddederken Hadis Usulünü Değil, O Hadisin Ele Alınan Konuya Uyup Uymamasını Esas Alması

Mesela aşağıdaki hadise yaklaşımına bakalım:

“Kur´an´ın en büyük müfessiri olan Peygamber Fatihanın son ayetindeki “Gazaba uğrayanların ve sapıkların yolu”nu “Yahudilerin ve Hıristiyanların yolu” olarak tefsir ediyordu:”[10]

Sayın İslamoğlu böyle dedikten sonra Tirmizî, Sünen, Kitab-u Tefsiri’l-Kur´an, 1/1(2953) hadisini veriyor; dipnotta da Tirmizî’nin bu hadis hakkında hasen-garip dediğini ve Ahmed b. Hanbel’in Müsned’inde geçen şeklini (4/378-379) veriyor. Sonra “Hadisin Kritiği” başlığı altında şöyle diyor:

“Tirmizî bu hadise “hasen–garip”tir der. Garip olmasına gösterdiği gerekçe ise ravileri arasında bulunan Semmak b. Harb’tir. Ravilerin hayatını anlatan kitaplar bu zatın ömrünün sonunda bunadığını kaydeder. Bu hadisin başka bir silsileyle gelmesi hadise getirilen tüm eleştirileri boşa çıkarmaktadır. Bu silsileyi delil gösteren İbn Hibban hadise “sahih hadistir” hükmünü koymuştur.”[11]

Tüm bu anlattıklarından sonra da yazarımız şunu ekliyor:

“Bu hadisi anlamak yerine reddetmeyi tercih eden bazı “çağdaş” ilim adamları, ilmî olmaktan çok hissi davranmışlardır.”[12]

Gerçi Tirmizî’nin “hasen-garip” demekle neyi kastettiği açık değildir. Ancak garip lafzını kullanması hakkında senet yönünden olabileceği gibi, metin yönünden de garip olabilir, denilmiştir. Garip ise, ravilerden birisinin o hadiste tek kalmasıdır.[13]

Sayın İslamoğlu, Tirmizî’nin rivayet ettiği bu Adiy b. Hatem hadisini incelerken kullandığı metodu -ki bizim de benimsediğimiz bir metottur- diğer hadislere yaklaşırken kullanmaması açık bir çelişkidir. Yani yazarımızın, ilerleyen bölümlerde de görüleceği gibi, bir hadisi kabul veya reddederken ölçü aldığı kıstas net olarak görülmüyor. Hani insanın aklına şu gelmiyor değil: İşime gelirse sahih, gelmezse sahih değildir ya da işlediğim konuyu destekliyorsa sahih, değilse gayri sahih.

“Bu hadisi anlamak yerine reddetmeyi tercih eden bazı “çağdaş” ilim adamları, ilmî olmaktan çok hissi davranmışlardır.” diyen sayın İslamoğlu’na şimdilik “Ya siz !” demekle yetinelim.

Yukarıdaki ifadelere ve hadisin tahricine yönelik gayretlere bakınca gerçekten ilmi bir yol benimsendiğini söyleyebileceğimiz bu tavır ve yazarımızın ele aldığı kitabın konusuyla ilgili olan bu hadis hakkında yapılan eleştirileri reddederken sarf ettiği ifadeler, diğer hadislere yaklaşırken aynen kendisine yöneltilebilir. İşte bu hissi yaklaşımlara örnekler:

“Bir kere bu bölümde geçen Ceyhan, Fırat ve Dicle ırmakları Aden (Yemen)’den değil Anadolu’dan çıkmaktadır. İkincisi, Yemen’den çıkan bir ırmak nasıl Kızıldeniz’i geçip de Habeşistan (Kuşili)’ı baştan başa dolaşır İslam hadis külliyatına Tevrat’ın bu bölümünden alındığı belli olan Yahudi kültürüne ait bir “hadis” de girmiştir.”[14]

Sayın İslamoğlu yukarıdaki açıklamayı yapmış ve hadislerin ne olduğunu vermeden kaynak olarak Müslim, Cennet 26; Ahmed b. Hanbel, 2/261, 289 numaralı hadisleri göstermiştir. Tabi bu kaynaklara kaç kişi bakabilir bilinmez. Yukarıdaki ifadelerinde okuyucuları yanıltma var. Zira okur, sayın İslamoğlu’nun ifadelerini okuyunca, kaynak olarak verdiği yerlerde gerçekten böyle ifadeler olduğunu sanacaktır. Öyle ya, her okur ne bilsin kaynak olarak verilen hadislerin metinlerinin şöyle olduğunu:

“Seyhan, Ceyhan, Fırat ve Nil her birisi cennet nehirlerindendir.”[15]; “Fırat altından bir dağı ortaya çıkaracaktır. Bunun (altın) için insanlar savaşacaklar da her on kişinin dokuzu öldürülecektir.”[16] “Seyhan, Ceyhan, Nil ve Fırat her biri cennet ırmaklarındandır.”[17]

Şimdi İslamoğlu’nun söyledikleriyle kaynak verdiği hadislerin ne alakası var Bilemiyorum bunu ne amaçla yapıyor Bu hadisin Yahudi kültürüne ait olup Tevrat’tan alındığı nereden, nasıl belli oluyor Bu bakış açısı, hadisi anlamak yerine hadisi reddetmek ve hadis kaynaklarına karşı güveni sarsmak olmuyor mu ?

Kaldı ki Buhari, Savm 52’ye atfen verdiği hadiste,[18] Aşure orucunu Nebi (s.a.v.)’in Yahudilerden aldığı geçmektedir. Hal böyleyken ve Müslim’deki hadisin onlardan alındığı hiç de belli değilken, neden bu ifadeyi kullanıyor “Yahudi kültüründen alındığı belli” türünden ifadeler ne anlama geliyor Bu türden farklı bakışlar hadislere yaklaşımında bir çelişki içerisinde olduğunu göstermiyor mu ?

“….ibareleri benzer bir şekliyle, Rasûlullah’ın Tevrat’taki vasıfları olarak İslam kaynaklarında da geçmektedir.”[19]

Bunlara da –yukarıda söylediğine göre- Yahudi kültüründen girmiş denemez mi Kaldı ki biz Yahudilerden gelen her haberin yalan olduğu görüşünü de benimsemiyoruz. Tıpkı yazarımızın aşağıdaki hadisi delil göstererek dediği gibi:

“İsrailoğulları hakkında konuşun. Bu konuda konuşmanızda bir sakınca yoktur” [20]

Yine yazarımızın söylediği gibi:

“Ne ki elbette Tevrat’ın tümü tahrif edilmemiştir…”[21]

Başka bir yerde de yazarımız aynen şöyle der:

“Hz. Peygamber hiçbir taassuba kapılmadan onlara yaklaşır, doğrularını tasdik etmekten kaçınmazdı. Hz. Aişe’nin başından geçen şu olay hayli manidardır” (Yazar burada, yer almasın diye metnini vermediğim, Aişe annemizin bakışını ve efendimizin sözlerini verir.) [22]

Buna da Yahudilerden alınmıştır denilemez mi ? Demek ki:Yahudilerden alınan her şey yanlıştır, denemez. Öyleyse Müslim, cennet, 26 hadisi de Yahudilerin dediği gibi değil; belki onların tahrif ederek verdikleri olayı tashih ederek veriyor, dememiz gerekiyor. Sayın İslamoğlu bunu coğrafi duruma aykırılıkla da reddedemez. O halde bu hadis kaynaklarına bu kadar rahat, hiçbir kıstas olmadan nasıl eleştiri getiriyor ve bunların güvenirliklerini nasıl töhmet altında bırakıyor Bunu hangi ölçüyle yapıyor Kendi ifadeleriyle, hadisleri anlamak yerine hissi yaklaşım sergilemiyor mu Yazarın hadislere yaklaşırken sergilediği çelişki, yukarıda verdiğim birkaç örnekle sınırlı değildir. İşte aşağıdaki konu bu çelişkinin en çarpıcı örneklerinden birini oluşturmaktadır.

Muteber Hadis Kaynaklarına Bakışı

Sayın İslamoğlu “Musa ümmetinin Tevrat’ı tahrifi” başlığı altında Tevrat’ın beş şekilde tahrif edildiğini beşincisinin de uydurma yoluyla olduğunu belirterek şöyle der:

“Yahudilere kendilerine hükmü açıkça beyan edilen Tevrat” gönderildi, Allah’ın kitabıyla yetinmeyip gereksiz bir çok soru sordular. Sorularının cevaplarını Tevrat’ta bulamayınca uydurmaya başladılar. Nitekim bunun sonucu “Mişna: Söz” ve “Gemara: Pratik” denilen rivayetler çıktı. Aynı tip tahrifi Müslümanlar da kendi şeriatlarında yaptılar. Hadis uydurmacılığı bunun en tipik örneğiydi. Allah’ın koyduğu haramlarla yetinmeyip uydurma hadislerle yeni haramlar ihdas etiler. Allah tarafından korunmuş kitaplarının tahrif olduğu sonucunu doğuracak yalan rivayetleri en güvenilir kitaplarına aldılar. Selman Rüşti ve Turan Dursun gibi kendi inancına düşman edilmiş zavallıların eline İslam’a karşı birer koza dönüşecek “Garanik” türü rivayetlerle doldurdular kitaplarını.”[23]

Sayın İslamoğlu hadis uydurmacılığından hareketle en güvenilir hadis kaynaklarının bile yalan yanlış uydurmalarla doldurulmuş olduğu sonucuna varmaktadır. Öyleyse en güvenilir kitapları da reddetmemiz gerekmektedir.

Sonra sayın İslamoğlu kaynaklar hakkında bu dediklerine kendisi inanıyorsa şu ifadelerini nasıl açıklarlar acaba:

“Asr-ı saadetteki Müslüman-Yahudi münasebetlerini mümkün olduğunca muteber kaynaklara dayanarak vermeye çalıştık.” “Şimdi, tüm muteber hadis kaynaklarını tarayarak binlerce hadis arasından seçtiğimiz…”[24]

Şayet Sayın İslamoğlu bu kaynakların yalan rivayetlerle dolu olduğu sözüne kendisi inanıyorsa, yalan rivayetlerle dolu kaynakları bu ümmete nasıl muteber kaynaklar diye sunabiliyor Sayın İslamoğlu’ndan en güvenilir kaynaklarda Kur´an´ın tahrif olduğu sonucunu doğuracak hadislerin listesini vermesini, Garanik türü rivayetleri de göstermesini istiyoruz. Aksi takdirde Sayın İslamoğlu’nun bir iftiracı ya da Yahudi mezhebi olan “saduki” mantığından bir “temayül” içerisinde olduğunu söyleyerek kitabındaki tezine bir delil de biz eklemiş olacağız.

Bir tutarsızlık örneği daha:

“Ne gariptir ki tüm rivayetler vahyin Hz. Peygamber zamanında yazdırıldığı konusunda ittifak etmesine rağmen, Kur´an´ın cem edilmesi esnasında bu ana malzemenin ne olduğu konusunda hiçbir bilgi vermemektedir. Bunun yerine birçok asıllı ve asılsız rivayetler zikreden hadis kaynakları, naklettikleri içerisinde Kur’an’ın korunmuşluğuna gölge düşürecek rivayetlere yer vermekten kaçınmamışlardır.”[25]

Pes doğrusu denir de, ben “pes yanlışı” diyeceğim. Çünkü bu satırlarınızın hemen gerisinde yani karşı sayfasındaki şu satırlar size ait değil mi ?

Orda şöyle diyen siz değil misiniz :

“İnen her ayet zaman geçirilmeden vahiy katipleri tarafından kayda geçiriliyordu. Bu iş için deri parçaları, yassı tabletler, ağaç kabukları, hurma dalları ve kürek kemikleri gibi o dönemde yazıya elverişli malzemeler kullanılıyordu. Kur´an´ın vahiy katiplerince yazılımı gerçeği, bize kadar ulaşmış bir çok sahih rivayet tarafından da tasdik ediliyordu. Bu durum Kur´an´ı kendisinden önceki ilahi kitaplardan ayıran bir özellikti.”[26]

Yazarımızın hangi ifadelerini doğru, hangilerini yanlış kabul edeceğiz Burası galiba okuyucuya bırakılıyor olsa gerek (!).[27]

Hadislerin Yazılmasına Bakışı

Sayın İslamoğlu Darimi’yi kaynak vererek ele aldığı bu konuya şu hadisi delil olarak sunar:

“İbn-i Mes’ud’a insanların yanında, hadis yazılı metinler olduğu haber verilince şaşırdı. Tuhafına gitti. Bu şaşkınlığı, o metinler getirilip imha edilinceye kadar geçmedi. Ardından dedi ki: “Sizden önceki kitap ehli, alimlerinin kitabına sarılıp, Rablerinin kitabını terk ettikleri için helak oldular.”[28]

Yazarın tercümesinde iki yanlış var.

Birincisi: İnsanların yanında hadis yazılı metinler olduğu.

İkincisi: İbn-i Mes’ud’a haber verilince şaşırdığı. Halbuki metnin doğrusu şöyledir:

“İnsanların yanında beğendikleri bir kitap olduğu İbn-i Mes’ud’a ulaştı. Bunun üzerine onlardan o kitabı getirmelerini ısrarla istedi. Nihayet onu getirdiler de o da onu imha etti. Sonra da şöyle dedi: Sizden önceki kitap ehli ancak alimlerinin kitaplarına yönelip Rablerinin kitabını terk ettikleri için helak oldular.”

Şimdi sormak lazım, örnek verdiğiniz metinde “hadis” lafzını nereden çıkarıyorsunuz ?

Oysa sayın İslamoğlu Darimi’ye biraz daha dikkatli baksaydı ya da hadisleri reddetme merakını bir kenara koyarak bakmış olsaydı veya hadislere -kendi ifadelesiyle- hissi yaklaşmamış olsaydı, aynı kitabın aynı konusunun 483’ncü hadisinde, yine İbn Mes’ud’dan aynı meselenin şöyle açıklandığını görecekti:

“…Ebu Murra el-Kindî Şam’dan bir kitap getirdi ve onu götürüp Abdullah b. Mes’ud’a verdi. O da ona baktı sonra bir leğen istedi. Ardından su istedi ve o leğende o kitabı ıslatıp sildi. Ve şöyle dedi: ‘Sizden öncekiler ancak, kitaplara uyup kendi kitaplarını bırakmalarından dolayı helak oldular.’ Husayn dedi ki: Murra şöyle dedi: Elbetteki o, şayet Kur’an’dan veya sünnetten olsaydı (Abdullah) onu imha etmezdi. Ancak o ehli kitabın kitaplarındandır.”[29]

İnsanın bir kaynaktan işine gelenleri alıp diğerlerini görmezlikten gelmesinin bırakın ilmi olmayı, edebi izahı bile yapılamaz.

Yazılmışı Yazılmamanın Delili Görmek

Sayın İslamoğlu yine çelişki içerisinde, şu yazılmış olan hadisleri, hadislerin yazılmamasının delili olarak kullanarak şöyle diyor:

“Rasullulah kesin emirle, “Benden bir şey yazmayın, benden Kur’an dışında bir şey yazan, hemen onu imha etsin.” hadisini ve sahabenin kendi sözlerini yazmak için izin istediklerinde, bu isteği defaatle reddedip buna izin vermemesi, hep bu ümmetin, kitabı tahrif ederek, Yahudileşeceği korkusu yüzündendir.” [30]

Sayın İslamoğlu’nun verdiği hadisler doğru, ama aynı kitaplarda şunlar da var:

“Hz. Aişe dedi ki: “Rasûlullah hastalandığında bana şöyle buyurdu: Bana Ebu Bekir ve kardeşini çağır da bir yazı yazacağım.”[31] “Getirin size bir yazı yazayım; ondan sonra sapmazsınız, buyurdular.”[32] Yazarımız Tirmizi, Kitabu’l İlim, 11. Bab, 2665 hadisini veriyor: “Biz nebi’den yazmak için izin istedik, vermedi.” Bir sonraki 12. Bab 2666, 2667 ve 2668 numaralı üç hadisi acaba neden görmüyor Oysa bunların üçü de açıkça yazmayı emretmektedir. İşte onlardan biri:

“Ensâr’dan bir adam Peygamber’in yanında oturur, Peygamber’den hadislerini dinler, hoşuna gider fakat ezberleyemezdi. Bu durumunu Rasûlullah (s.a.v.)’e şikayet etti ve, ‘Ey Allah’ın Rasûlu!’ dedi; ‘senden bir hadis işitiyorum, hoşuma gidiyor fakat ezberleyemiyorum.’ Bunun üzerine Rasûlullah (s.a.v.): ‘Elinin yardımına müracaat et.’ buyurdu ve eliyle yazı yazmaya işaret etti.”

Diğerleri ise: Peygamber (s.a.v) Ebu Şah için (hutbeyi) yazın, demesi ve Ebu Hüreyre’nin Abdullah b. Amr’ın hadisleri yazdığını anlattığı meşhur hadistir.[33] Bu son hadis Buhârî, İlim: 17; Dârimî, Mukaddime, 27’de geçer. Şimdi size soruyorum: Aynı kitabın aynı sayfasındaki bir hadis verilir de diğerleri neden verilmez Bunun neresi ilmîliktir Ha, yazarımız belki de: “Efendim, ben kabul etmediğim hadisi niye vereyim Ben zaten o hadisleri içerisinde barındıran kitapların bir çok asıllı asılsız, Garanik türü rivayetlerle doldurulduğunu söylüyorum. Hadislerin yazılmasını gösterenler de işte bu uydurma rivayetlerdendirler. Fakat benim görüşüme uyan, yani hadislerin yazılmasını yasaklayan hadisi kabul ediyorum; benim verdiğim hadisler sahihtir; diğerleri uydurmadır” diyebilir.

O zaman da kendisine şöyle deriz: Yazılmayı yasaklayan hadisleri kabul ediyorsunuz da niçin yazılmışı delil olarak veriyorsunuz Size göre yazılan yanlış, öyleyse sizin delil getirdiğiniz de yanlış! Yanlışı neden delil diye kullanıyorsunuz Yazılan uydurmaysa neden uydurulmuşu delil olarak kullanıyorsunuz Her yazılana uydurulmuştur, demiyorum diyorsanız; öyleyse bunun ölçüsü nedir Kur´an’dır, derseniz; Kur´an yazıya karşı değildir; aksine onu teşvik etmektedir.

Recm Meselesine Yaklaşımı

Sayın İslamoğlu müslüman zinakârlara bu konuda Peygamber döneminde en az bir defa recmin uygulandığını fakat bu hükmün Tevrat’a dayanıp dayanmadığının kesin olmadığını, sorunun çözümünde a) Cezanın illetinin, gayesinin ve onunla ilgili hususi şartların tahlili, b) Medine’de recm cezasının uygulandığı zamanın doğru tespiti şarttır, der.

Birinci sorunun cevabı için Maiz olayını incelendiğinde olayın sıradan bir zina vakası değil mücahitlerin ailesine tecavüz olduğunu, ikinci sorunun cevabında ise olayın sahabe zamanında bile tartışıldığını söyleyerek şu neticeye varır: Netice olarak recm Tevrat’ın bir hükmü olabilir ve muhtemeldir ki Tevrat’ın bu hükmünü Hendek savaşı öncesinde inen Nur suresinin 2. ayeti nesh etmiş ve Kur’an bu konuda en son sözü söylemişti.

“Kur’an’ın bu konudaki hükmü inmezden önce, bu konuda Tevrat’la hükmeden Nebi eğer rivayet doğruysa daha sonra şöyle buyuracaktır: “Siz Tevrat ve İncil’le amel etmekle mükellef değilsiniz. Ancak onlara iman edip hakikatini Allah’a havale etmekle mükellefsiniz.”[34]

Buradan benim anladığım ve okuyucuların da anlayacağı şudur: Recmin delilleri o kadar kesin değildir; o halde İslam şeriatında recm cezası diye bir şey yoktur. Yazarımızın ihtimalle de olsa kabule pek yanaşmadığı belli olan bu konu gerçekten de söylediği gibi midir ?

Recm Cezası Resûlüllah (s.a.v.) Zamanında Kaç Kez Uygulanmış

1) Sayın İslamoğlu, en azından bir zina olayında recm uygulandığını kaynaklar veriyor, diyerek Maiz olayını örnek olarak gösteriyor. Oysa yine yazarımız kitabının ileriki sayfalarında şöyle demektedir: “Hz. İsa’nın bu sözü, zina suçundan recm cezasına çarptırılan Gamid’li kadının cenaze namazını kılan Rasulullah’ın, “Hem zina etsin hem de cenazesini mi kılalım ” diyen Hz.Ömer’e söylediği şu sözüne ne kadar da benziyor: “O öyle bir tevbe etti ki, eğer onun tövbesi Medine halkından 70 kişiye paylaştırılsa yine fazla gelirdi.”[35]

Burada da görüldüğü kadarıyla yazarımızın dediği gibi recm olayı en az bir değil, yazarın kendi kitabında kendisinin verdiğine göre üç oluyor. Her ne kadar en az bir recm olayının gerçekleştiğini söylüyorsa da, Sayın İslamoğlu’nun delil olarak sunduğu Müslim hadisinde Gamid’li kadın diyerek verdiği bu hadis 25. değil, 24. hadistir. Ayrıca kadın Gamidli değildir, Cüheyne kabilesindendir. Kaynak adeta Sayın İslamoğlu’nun yanılgısını haykırıyor. Çünkü Sayın İslamoğlu’nun hadis numarasını yanlış vererek iki kadının recmedildiğini göstermiş oluyor. Netice Müslim, Hudud kitabındaki hadislerden recm cezası en az dört defa uygulandığı ortaya çıkıyor. Buhârî, Kitabul Muharibin, bab:21, Hz. Ali’nin Resûlüllah (s.a.v.)’ın sünnetiyle onu recmettiği hadisi de geçmektedir ve sayılan had cezalarına dahil değildir. Ne gariptir ki, Sayın İslamoğlu’nun Medine’de recm cezasının uygulandığı zamanın doğru tespiti, deyip bunun zamanının sahabe döneminde de tartışıldığını söylediği ve sözüne delil olarak verdiği 6813 nolu hadis, bizim yukarıda verdiğimiz 6812 nolu hadisin tam da altındadır. Sayın İslamoğlu yine görmezlikten gelerek, kaynaklar recmin en az bir defa uygulanmış olduğunu göstermektedir, demektedir.

Bir sonraki yani Buhârî, 6814 nolu hadiste de şöyle geçmektedir: “Eslem’den bir adam Rasulullah’a geldi ve zina ettiğini anlattı. Dört defa da kendi aleyhine şahitlik etti. Resulullah’ın emriyle recmolundu. (Ravi) O adam “muhsandı” diyor.” Yani yazarımızın recm olayının sahabe döneminde tartışıldığının delilini verdiği Buhârî, 6813 nolu hadisin bir altındaki 6814 nolu hadis olması ve bunu yazarın görmemesi gerçekten de gariptir. Buhârî’nin aynı kitabında Hz. Ömer’den uzunca nakledilen bir hadiste şu da geçmektedir: “Rasûlullah (s.a.v.) recmetti, ondan sonra biz de recmettik.”[36]

2) Yazar, Maiz olayının normal bir zinadan başka, farklı boyutlarının olduğunu söylüyor ve gazilerin geride bıraktığı aileye karşı bir tecavüz olduğunu dile getiriyor. Maiz olayını Müslim’deki hadislerle incelediğimizde yazarın dediği gibi olmadığı ortaya çıkıyor. Bir kere olay tecavüz değil. Çünkü Peygamber (s.a.v) şöyle diyor: “Bunlardan biri (kadına) bir şeyler verir.”[37] Bir sonraki hadiste ise, “O, kadınlardan birine bir şeyler verir.” diye geçmektedir.[38]

İkinci olarak,Maiz dört defa kendisi zina ettiğini itiraf ediyor. Üçüncüsü; 19. hadiste Resulullah, Maiz’e: “Senin hakkında bana gelen doğru mudur ” diye sordu. O da, “Benim hakkımda sana gelen nedir ” dedi. Resûlüllah: “Bana ulaştığına göre falan oğullarının cariyesiyle cinsi temasta bulunmuşsun.” dedi. O da: “Evet” dedi ve dört defa şahitlik etti. Sonra da Resûlüllah’ın emriyle recmolundu.”[39]

Bu da gösteriyor ki,kadın gazilerden birisinin ailesi değil, cariyesiymiş. Zira kadının recmedildiğinden hiç bahsedilmiyor. Şayet bütün bu saydığım gerekçeleri yazarımız kabul etmiyor ve hala “Hayır, bu bir tecavüzdür.” diyorsa; kendisine “Peki, sizin de kitabınızda delil diye verdiğiniz “Gamid’li” kadın kime tecavüz etmiş( ) de Rasûlullah (s.a.v.) onu recmetmiş ” sorumuza ne diyeceklerdir

Resûlüllah (s.a.v.) Recmi Ne Zaman Uygulamıştır

Sayın İslamoğlu’nun ikinci sorunun cevabı dediği, sahabe ve tabiin zamanında, Resulün recmi Nur suresinden önce mi, sonra mı uyguladığı konusundaki sahabeye sorulan bu soruyu tartışma olarak sunması hiç de doğru değil.

Sayın İslamoğlu’nun “Sahabe ve tabiinin tartıştığı” şeklindeki sözüne gelince, bunun sanki gerçekten sahabe arasında böyle bir tartışma varmış gibi lanse edilmesi kesinlikle doğru değildir. Çünkü, recm olayının varlığını ispatlayan o kadar hadis arasından sadece “tabiînden” bir zatın bu sorusunu tartışma diye sunmanın hiçbir güvenilir yanı yoktur. Yok illa da vardır diyorsanız, o zaman Hz. Ömer’in minberde insanlara “Kur´an´da recm vardı, Rasûlullah (s.a.v.) uyguladı, biz de uyguladık.” sözünü niçin icmaya delil vermiyorsunuz Öyle ya Hz. Ömer bunu cemaatin içinde söylemiş ve kimse de itiraz etmemiştir. Gerçi biz Hz. Ömer’in cemaate böyle söylemesini icmaya delil getirmiyoruz. Muhtemeldir ki sayın İslamoğlu’nun savunduğu konuyu Hz. Ömer cemaatin içinde söyleseydi o, bunu da bize icma diye sunardı. Halbuki yazarın tartışma dediği bu soru hakkında İbn Hacer, şu açıklamayı vermektedir:

“Abdullah b. Ebi Evfa’nın ‘Bilmiyorum’ sözünden anlaşılan o büyük sahabeye bazı açık şeyler gizli kalmış olabilir. Hem de faziletli insanın “bilmiyorum” diye cevap vermesi, onun için bir ayıp değildir; aksine bu onun konuyu araştırıp, incelediğini gösterir ki bununla da övülür.”[40]

İmam Nevevî de şöyle der: “Bekar zaniye yüz değnek, muhsan ve dul olana da recmin vücubiyetinde ulema icma etmiştir. Bu hususta, Kadı İyâz ve diğerlerinin hikâye ettiğine göre, ehli kıbleden sadece hariciler ve Mutezile’den Nazzam gibi bazıları buna muhalefet etmişlerdir. Çünkü onlar recmi kabul etmezler.”[41]

Kaldı ki meseleye biraz dikkat etmek, bu sorunun cevabını ortaya çıkarmaya yeterdi. Sayın İslamoğlu’nun delil olarak verdiği sayfa 304-351’deki Müslim, Hudud hadisini rivayet edenlerden biri, özellikle yazarın “Hz. Ömer’in: Hem zina etsin hem de cenazesini mi kılalım” diye delil olarak sunduğu hadisi rivayet eden ve bu olayın tanıklarından biri olan İmrân b. Husayn’dır. İmrân b. Husayn ise Hayber fethi yılında Müslüman olmuştur.[42] Yine aynı kaynak olan Müslim, Hudud, 16. hadisin ravisi de Ebu Hüreyre’dir. Ebu Hureyre’nin müslüman olması da Hayber´in fethi yılındadır.[43]

“Efendim, Ebu Hüreyre, önceden olmuş olan recmi bize aktarıyordur.” denemez, çünkü aynı konu Buhârî’de de şöyle gelmiştir: “Bize Ali b. Abdillah anlattı, bize Süfyan b. Uyeyne anlatıp şöyle dedi: Biz bunu Zühri’nin ağzından ezberledik; o şöyle dedi: Bana Ubeydullah haber verdi ki, kendisi Ebu Hureyre ve Zeyd b. Halid’den işitmiş. Onların ikisi de şöyle demişlerdir: “Biz peygamberin yanında bulunuyorduk. Bir adam ayağa kalkıp: “Senden Allah adına, aramızda sadece Allah’ın kitabıyla hüküm vermeni istiyorum” dedi. (arkasından da ücretle çalıştığı adamın karısıyla zina eden gencin olayı anlatılır) ve: “Ey Uneys, bu adamın karısına git, suçunu itiraf ederse onu recm et, diye emretti. Uneys kadına gitti, kadın suçunu itiraf etti. Uneys de onu recmetti.”[44]

Bu da gösteriyor ki hicretin yedinci yılına tekabül eden Hayber’in fethi yılında Müslüman olan Ebu Hureyre, recmin tatbik edildiği olayda bizzat Peygamber (s.a.v)’in yanında hazır bulunuyormuş. Demek ki recm Nur suresinin inmesinden çok sonraları da uygulanıyormuş. Sayın İslamoğlu diyor ki: “Muhtemeldir ki Tevrat’ın bu (recim) hükmünü Hendek savaşı öncesi inen Nur suresinin 2. ayeti neshederek bu konuda Kur´an en son sözü söylemişti:”[45]

Hendek savaşı Hicret’in 5. yılında olmuş ve Nur suresi de bundan önce inmiş ise demek ki Nur suresi sayın İslamoğlu’nun, “Tevrat’ın hükmü” dediği recmi kaldırmamıştır. Bu konuda İbn Hacer şöyle diyor: “Recm’in Nur suresinden sonra olduğuna dair kesin delil vardır. Çünkü Nur suresinin nüzulü ifk hadisesinden sonradır. Açıklaması geçtiği üzere onun 4, 5 veya 6. senesinde olduğu ihtilaflıdır. Recm ise bundan (suresinin nüzulünden) sonradır. Çünkü Ebu Hureyre recmde hazır bulunmuştur. Ebu Hureyre ise hicretin yedinci yılında müslüman olmuştur. İbn-i Abbas ise ancak hicretin dokuzuncu yılında annesiyle beraber Medine’ye gelmiştir.”[46]

Maiz olayını anlatan hadisin ravilerinden birisi de İbn-i Abbas’tır. İmam Müslim aynen şöyle der: “Bize Kuteybe b. Saîd ile Ebu Kâmil el-Cahderî rivayet ettiler. Lafız Kuteybe’nindir. Dediler ki: Bize Ebu Avâne, Simâk’tan o da Saîd b. Cübeyr’den o da İbn Abbas’tan naklen rivayet etti ki, Peygamber (s.a.v) Maiz b. Malik’e şöyle dedi:

“Senin hakkında bana gelen doğru mudur Maiz: Benim hakkımda duyduğun nedir dedi. Duydum ki filan oğullarının cariyesi ile cinsi münasebette bulunmuşsun, dedi. Maiz: Evet, dedi. İbn Abbas: Bunun üzerine dört defa şahadette bulundu. Sonra Rasûlullah (s.a.v.) onun hakkında emir buyurdu ve recmolundu.”[47]

Buraya kadar recmin bizzat Peygamber (s.a.v)’in hayatında, tespit edebildiğimiz kadarıyla, en az dört defa vuku bulduğunu ispatlamış, sayın İslamoğlu’nun, “Muhtemeldir ki Tevrat’ın bu hükmünü Hendek savaşı öncesinde inen Nur suresinin 2. ayeti neshederek bu konuda Kur´an en son sözü söylemiştir.”[48] diyerek ortaya koyduğu şüphesindeki yanlışını, recmin Nur suresinin inmesinden çok sonraları da uygulandığını açıklığa kavuşturup düzeltmiş olduk.

Sayın İslamoğlu’nun kitabındaki şu satırları okuyalım:

“Kur´an´ın en büyük müfessiri olan Peygamberimiz, Fatiha’nın son ayetindeki “Gazaba uğrayan ve sapıkların yolu”nu “Yahudilerin ve Hıristiyanların yolu” olarak tefsir ediyordu:”[49]

Yazar, bu sözünden sonra bu hadise Tirmizî’nin hasen garip dediğini, Hakim’in ise sahih dediğini, dolayısıyla da hadisin sahih olduğunu delillendirerek hadisin kritiğini yapar. Tamam bunlar doğru, biz de kabul ediyoruz. Ancak, recm olayında bu hassasiyetlerini göremiyoruz. Üstelik Kur’an’ın en büyük müfessiri olan Rasûlullah (s.a.v.)’ın şu sözü ortada iken: “Ubade b. Samit Rasûlullah (s.a.v.)’in şöyle dediğini söyler: “Benden öğrenin benden öğrenin, Allah o kadınlara çıkar yol gösterdi. Bekârla bekârın (zinasında) yüz sopayla bir sene sürgün, evliyle evlinin zinasına da yüz sopa ve recim vardır.”[50]

Neshi Kabul Eden Alimleri Tahrifçi Olarak Göstermesi

Sayın İslamoğlu, “b) Nesh” ve “tahsis” adı altında yapılan tahrifat” başlığı altında Bakara suresinin 85. ayetini veriyor ve şöyle diyor:

“Bu ayetin içerisinde bulunduğu ayetler gurubu İsrailoğulları’nın Yahudileşme sürecinden söz etmektedir. Bu ayetin tamamını göz önüne aldığımızda, Allah’ın hükümlerinin bazısını tutmamanın ya da geçersiz saymanın adı “Kitabın bir kısmına inanıp bir kısmını inkar etmek” olarak konulmaktadır”… “Ümmeti Muhammed de “nesh” meselesinde İsrailoğulları’nın düştüğü yanlışa düştü.”[51] diyen sayın İslamoğlu, sonrasında da: “İslam şeriatında nesh vaki olmuştur. Ancak bu yukarıda verdiğimiz sahih rivayette görüldüğü gibi tamamen kaldırılma ya da unutturulma şeklinde gerçekleşmiştir. Sahabe ve tabiinden bir çokları da bu görüştedir Onların nesh ayetinde ki “ev nünsiha” ibaresini nasıl tefsir ettiklerini yukarıda dipnotta verdik. Kur´an´ın iki kapağı arasında yazılı olup da hükmü geçersiz olan hiçbir ayet yoktur. Şeriatların maksatlarından biri olan “tedricilik” sünnetini göz önüne almayan bir kısım ulema, bazı ayetler arasında çelişki olduğunu zannedip bir kısmını bir kısmıyla mensuh addetmişlerdir.”[52] demektedir.

“Allah’ın hükümlerinden bazılarını tutmamanın ya da geçersiz saymanın adı kitabın bir kısmına inanıp bir kısmını inkar olarak konulmaktadır” ifadesindeki bu “geçersiz saymayı” acaba yazarımız nerden çıkarıyor Bu ayete işkence değil midir Sonra bunun “Şer’i bir hükmün sonra gelen şer’i bir hükümle kaldırılması” olan nesh ile ne alakası vardır Öyle ya, birinde bile bile Allah’ın hükümlerinin bir kısmı tatbik ediliyor, bir kısmı da tatbik edilmiyor. Diğerinde ise Allah’tan geldiği kabul edilen bir hükmün, yine Allah’tan geldiği kabul edilen bir hükmü yürürlükten kaldırdığı (nesh) kabul ediliyor.

Bu durum yukarıdaki ayetle nasıl bağdaştırılıyor Çünkü nesh konusunda, ikisinin de Allah’ın emri olduğu, Allah öyle istediği için kaldırılan ayetin hükmüyle amel etmeme vardır.

“Biz, bir âyetin hükmünü yürürlükten kaldırır veya onu unutturursak (ertelersek) daha iyisini veya benzerini getiririz. Bilmez misin ki Allah her şeye kadirdir.”[53]

Ne yani, şimdi biz de bu ayeti kendimize hareket noktası yaparak, sayın İslamoğlu’nun da dediği gibi, “Kaldı ki ayet siyak- sibak ilişkisi içerisinde değerlendirildiğinde İsrailoğulları’nın Yahudileşme sürecini anlatan ayetler içerisinde gelmiştir”[54] diyerek, ve yazarımızın “Yahudiler Rasûlullah (s.a.v.)’ın peygamberliğini kabul etmemek için neshi inkar ettikleri halde Tevrat’ta neshin olduğuna dair bir çok delil vardır.”[55] ifadesine bakarak, Kur´ân´da nesh yoktur diyenleri Yahudileşmiş mi kabul edelim ? Aslına bakarsanız bu ve sonraki ayetler “neshi” kabul etmeyip ve nesh hakkında sorular soranlar hakkında gelmiştir. Yani burada bir “temayül”den bahsedilecekse “nesh”i kabul etmemek bir “Yahudileşme Temayülü”dür. Söylemek istediğimiz bundan ibaret değil. Ne ki, sayın İslamoğlu’nun adeta ayetleri işine geldiği gibi konuşturuyor olmasına dikkat çektim. Çünkü “önce benimseyip sonrada benimsenen fikre delil bulma mantığı” kişiye, olanı değil, olmasını istediği şeyleri gösterir.

Gerçekten de sayın İslamoğlu’nun ifrat görüş olarak nitelediği neshi, ümmetin büyük çoğunluğunu oluşturan Ehli Sünnet ittifakla kabul etmiştir. Kendisinin benimsediği görüşü ise Mutezile’den Ebu Müslim el-İsfahanî, (ö.322h.) kendisinden nakledilen bir görüşe göre, benimsemiştir.[56]

Bizim de benimsediğimiz bu görüş, yazarın dediği gibi ifrat değil, aksine Rabbimizin Kur´an’daki buyruğunu olduğu gibi kabul etmektir. Çünkü biz kendi kafamızdan bir kural koyup Kur´an´ı bu kurala uydurma yerine, Kur´an ne diyorsa, Rasûlullah (s.a.v.) ne söylüyorsa ve sahabeden gelen sahih rivayetlerde nasıl aktarılıyorsa öylece inanırız.

Şunu belirtelim ki, nesh adına yığınlarca ayeti mensuh kabul edenlerin görüşlerini kabul ediyor değiliz. Çünkü nesh ancak iki ayet arasında görünen çelişkili bir durumda[57] var kabul edilir.

Nitekim İmam Suyutî’nin mensuh dediği yirmi ayete bile, Dehlevî ve çağdaş araştırmacılardan Dr. Mustafa Zeyd, “Sadece beş tanesinde nesh vardır, diğerlerinde yoktur” demişlerdir.

Sayın İslamoğlu burada da meseleyi enine boyuna araştırmadan neshi kabul eden herkese tahrifçi yaftasını yapıştırmıştır. Şayet neshin ne manada kullanıldığına bakmaksızın neshi kabul etmek, İsrailoğulları’nın düştüğü tahrif yanlışına düşmekse, yazarımızın kendisi de aynı tahrif yanlışlığına düşmüştür. Çünkü şartlı da olsa kendisi de neshi kabul etmektedir.

Şimdi sayın İslamoğlu’nun, esasta “nesy” denen unutturmaya nesh adı vererek benimsediği neshe dönelim.

O şöyle diyordu:

“İslam şeriatında nesh vaki olmuştur. Ancak bu yukarıda verdiğimiz sahih rivayette görüldüğü gibi tamamen kaldırılma ya da unutturulma şeklinde gerçekleşmiştir. Sahabe ve tabiinden bir çokları da bu görüştedir. Onların nesh ayetinde ki “ev nünsiha” ibaresini nasıl tefsir ettiklerini yukarıda dipnotta verdik.”[58]

Oysa Taberi’den verdiği bu dipnotta (Bk: Taberî Camiu’l-Beyan, c.1, s. 475- 477) isimleri zikredilenlerin -sahabe ve tabiin de dahil olmak üzere- hepsi de neshi kabul etmektedirler. Ne ki sayın İslamoğlu kaynak verdiği kitaba ve ele aldığı ayete de yanlı baktığı için ne ayetin dediğini ne de kaynağın dediğini objektif olarak görebilmektedir. Çünkü Bakara 85’nci ayette iki ifade yer almaktadır; birisi unutma anlamına gelen “nesy” diğeri ise ortadan kaldırma anlamına gelen “nesh”. Haliyle büyük müfessir Taberî’de tefsirinde önce neshi sonrasında da nesy’i vermek suretiyle her ikisi hakkında sahabe ve tabinin görüşlerini açıklamıştır. İslamoğlu ise sadece -hadislere yaklaşımındaki gibi- benimsediği konuya uyan noktayı öne çıkararak diğerini görmezden gelmiştir.

Burada yazarın objektif olmadığını göstermekle yetiniyorum. İtirazlarına cevap ise daha geniş bir çalışma konusudur. Ayrıca yazarın kadı Ebu Bekir İbn Arabi’yi de yanlış anladığını belirtelim. Çünkü nesh konusunda İbn Arabi’nin sayın İslamoğlu’nun bahsettiği gibi abartılı görüşleri yoktur. Yazar kitapta çeşitli görüşleri serd eden İbn Arabi’nin ifadelerini anlamadığından olsa gerek bu görüşlerin ona ait olduğunu sanmıştır.[59]

İslamoğlu’nun Diğer Bazı Tuhaf Görüşleri:

“Kur´an´da Tevrat isminin Musa’ya izafe edildiği tek bir ayet dahi bulunmamaktadır. Fakat, her ne hikmetse, Tevrat hep Hz. Musa’ya indirilen kitap olarak şöhret bulmuştur.” “Bütün bu ayetlerden anlaşılan Kur´ân´ın “Tevrat” adını verdiği kitap, Hz. Musa’ya da verilen kitaplar başta olmak üzere Beni İsrail Peygamberlerine gönderilen tüm kitapların ortak adıdır.”[60]

Burada da sayın İslamoğlu’nda “sadukiyen” bir “temayül” gözlemliyoruz. “Her ne hikmeti” ise “recm” meselesini işlerken kaynak olarak verdiği[61] “Sahihi Müslim”de geçen Resûlüllah (s.a.v.)’ın şu sözleridir:

“Peygamber (s.a.v)’in yanına yüzü kömürle karartılmış, dayak atılmış bir Yahudi getirdiler. Bunun üzerine Peygamber (s.a.v) Yahudileri çağırarak: Siz zina eden kimsenin haddini (cezasını) kitabınızda böyle mi buluyorsunuz diye sordu. Evet, dediler. Ardından onların alimlerinden birini çağırdı ve:

“Sana, Tevrat’ı Musa’ya indiren Allah aşkına soruyorum!…”[62]

Fıkhın İnsanca ve İslamca’sı Yerine Erkekçesi

“İslam ümmetinin klasik çağlarındaki kadına bakış açısıyla[63], Yahudi bakış açısının çakıştığı çok bariz bir biçimde görülmekte. Yahudiler adet halini bahane ederek kadını aşağıladılar. Sonraki asırlarda yer eden erkeksi fıkıh da, konuyu aynı bakış açısıyla ele aldı. Asıl Yahudileşme temayülü dediğimiz olgu işte böyle tezahür ediyordu.”[64]

Burada yazarımızdan bu konuyla alakalı bir örnek istesek, yazarımızın neyi, hangi kaynaktan örnek vereceğini doğrusu çok merak ediyorum

İslamoğlu’nun Anormal İfadeleri

“Muhammed ümmetinin Kur´ân´ı tahrifi”,[65] “tefsir ve te’vil adı altında yapılan tahrif, belki de İslam ümmetinin Yahudileşme alametlerinden birincisi olan tahrif sürecinde en büyük yeri işgal eder.”[66]

“Ümmeti Musa’nın Tevrat’a yaptığının benzerini Ümmeti Muhammed de Kur´an´a yaptı.”[67]

Ümmetin Yahudileşme Temayülüne bir örnek: Cuma suresi,[68]…“Ehli kitaplaşacaksınız,”[69]

Yukarıda bir iki tanesini örnek verdiğim bu ve benzeri ifadeleri çok rahat ve bolca kullanan sayın İslamoğlu, kendisinin de “Ümmeti Muhammed’in” bir ferdi olduğunu unutmuş gibi konuşuyor.

Sayın İslamoğlu’nun dilinden günümüzden başlayarak ta tabiine hatta sahabe’ye varana kadar bir çok İslam alimi kurtulamazken, İslam aleminde ilk defa sapık görüşlerini devlet eliyle halka zorla kabul ettirmeye çalışan ve tarihe mihne olayı diye geçen 15 senelik istibdat döneminin mucitleri olan Mutezile’ye “Dahası Mutezile, değil işgalci emperyalist bir yabancı gücü desteklemek, bazı imamları eliyle yerli yöneticilerin zulümlerine karşı mücadele vermişlerdir.”[70] diye yumuşak bakması, yine kendi ifadesiyle Müslüman bir yöneticiyi ABD başkanına şikayet edecek kadar ecnebi hayranı ve müsteşriklerden beslenen istişraki fikirleriyle Müslümanların gerçek gündemlerini saptıran Fazlurrahman’ı “ilim dünyamızın değerli ismi ve bir yanıyla reformist sayabileceğimiz,”[71] diyerek değer vermesini anlamak gerçekten zor. İnsan “acaba” demekten kendisini alamıyor.

Sadukilik

“Bu ümmetin tarihinde, Sadukiyen bir sapma tüm boyutlarıyla modern çağda ortaya çıkmıştı. Bilindiği gibi Sadukiler’in bariz özelliği Yahudi modernizmini temsil etmeleridir. İslam ümmetinin içinden çıkan bazı guruplar da aynen sadukilerin Yahudilikte yaptığını İslam’da yapmaya çaba gösterdiler. Önce hadis konusundaki tereddütten yola çıkarak, hadisi tümden reddettiler. Ardından sünneti şaibe altında bırakıcı tehlikeli bir tavır takındılar. Sadukiyen Müslümanlar, oryantalistleri, sünnete karşı savaşımlarında yanlarında buldular. Bu savaşta kullandıkları cephanenin çoğu Batı’lı müsteşriklerden geliyordu. Sadukiyen yöneliş, bu dönemde aynen Sadukiler’in gaybe ilişkin haberleri reddedişleri gibi, sünnetle sabit olanları redde, Kur´ân´la sabit olanları te’vile girişti…”[72]

Burada böyle diyen sayın İslamoğlu gerideki bölümlerde şöyle diyordu:

“Allah tarafından korunmuş kitaplarının tahrif olduğu sonucunu doğuracak yalan rivayetleri en güvenilir kitaplarına aldılar. Selman Rüşti ve Turan Dursun gibi kendi inancına düşman edilmiş zavallıların eline İslam’a karşı birer koza dönüşecek “Garanik” türü rivayetlerle doldurdular kitaplarını.”[73] “…Bunun yerine birçok asıllı asılsız rivayet zikreden hadis kaynakları, naklettikleri içerisinde Kur´ân´ın korunmuşluğuna gölge düşürecek rivayetlere yer vermekten de kaçınmamışlardır.”[74]

Bu ifadelerin sahibi sayın yazarımız, acaba hangi “temayül” içerisindedir. Çünkü yazarımız hadislerin yazılmamasını savunuyor; fakat yeri geldikçe savunduğu düşünceye uyan hadisleri sahih olarak sunmaktan hiç de geri kalmıyor. Sayın yazarımızın en güvenilir hadis kaynakları hakkında yukarıdaki ifadeleri kullanıp ardından da hadisleri delil olarak kullanmasını en iyi kendi ifadesiyle nitelendirebiliriz: “Görüldüğü gibi, Yahudileşmiş mantık, reddettiği bir kitabın ayetini işine geldiği yerde delil olarak kullanmaktan geri durmuyordu.”[75]

Belki sayın İslamoğlu bize “Siz hangi temayüldesiniz ” diyebilir. Geçmiş ümmetlerden birisinin içerisinde bulunduğu temayülde bulunmak zorundaysak, biz şu ayetteki gibi olmayı kabul ediyoruz:

“Allah uğrunda, hakkını vererek cihad edin. O, sizi seçti; din hususunda üzerinize hiçbir zorluk yüklemedi; babanız İbrahim´in dininde (de böyleydi). Peygamberin size şahit olması, sizin de insanlara şahit olmanız için O, gerek daha önce (gelmiş kitaplarda), gerekse bunda (Kur´an´da) size "müslümanlar" adını verdi. Öyle ise namazı kılın; zekâtı verin ve Allah´a sımsıkı sarılın. O, sizin mevlânızdır. Ne güzel mevladır, ne güzel yardımcıdır!”[76]

Sonra bizler Sayın İslamoğlu’nun zaman zaman kullandığı aşırı ifadelere zaten katılmıyoruz. Ümmetin hepsinin Yahudileşme temayülüne girebileceğini kabul etmiyoruz. Çünkü Yahudileşmeye karşı bizi uyaran Peygamberimiz şöyle de buyurmuştur:

“Ümmetimden bir taife hakka yardımcı olmaktan ayrılmayacaktır. Onları yardımsız bırakan (onlara muhalefet eden)lar, onlara zarar veremeyecektir. Nihayet onlar bu haldeyken Allah’ın emri gelecektir.”[77]

İmam Malik’in şu muazzam tespitleriyle yazımızı noktalayalım:

“Sünnet Nuh’un gemisidir. Ona binen kurtulur, ondan geri kalan suda boğulur.”[78]

“Her kim İslam’da güzel görerek bir bid’at ortaya çıkartırsa, Muhammed (s.a.v.)’in risaleti edâ etmekte hainlik ettiğini iddia etmiş olur. Çünkü yüce Allah: “Bugün sizin için dininizi tamamladım.” diye buyurmaktadır. O bakımdan o gün din olmayan hiçbir şey bugün de din olamaz.”[79]

--------------------------------------------------------------

[1] Müslim, Cuma, 43, 867, İbn Mace, Mukaddime, 42, 45, 46.

[2] Talat Koçyiğit, “Hadis Istılahları”, AÜİF Yayınları, 1985, Ankara, s.405.

[3] İbn Abdilberr, “Camiu beyani’l-ilm ve fadlihi” Daru’l-Kutubi’l-İlmiyye, Beyrut, ts. c.2, s. 91. Gerçi bu kaynakta Mücahid’in sözü olarak verilmiştir. Fakat başka kaynaklarda bu sözün İmam Malik ile şöhret bulduğu bilinmektedir. Bk. “Hadislerle Hz.Peygamberin Namaz Kılma Şekli”, M. Nasıruddin Elbanî, trc: Osman Arpaçukuru, Beka, 2004, s.77.

[4] Haşr, 10

[5] Buhârî, İ’tisâm, bab, 21, H. 7352

[6] Yahudileşme Temayülü, 172- 206

[7] Yahudileşme Temayülü, 173- 208

[8] Yahudileşme Temayülü, 174- 209

[9] Yahudileşme Temayülü, 210- 253

[10] Yahudileşme Temayülü, 29 - 36

[11] Yahudileşme Temayülü, 31- 38

[12] Yahudileşme Temayülü, 31- 38

[13] Bk: “Hadis Istılahlarının Doğuşu ve Gelişimi” Dr. Ahmet Yücel, İFAV, 1996, İstanbul, s.181; Ayrıca bk. Prof. Dr. Talat Koçyiğit, “Hadis ıstılahları”, s.130, 131.

[14] Yahudileşme Temayülü, 110, 111-133.

[15] Müslim, Cennet, 26.

[16] Ahmed b. Hanbel, 2/261.

[17] Ahmed b. Hanbel, 2/268.

[18] Yahudileşme Temayülü, 117- 137.

[19] Yahudileşme Temayülü, 101- 122 .

[20] Yahudileşme Temayülü, 35 - 43, Bk. “Fethu’l-Barî”, 6/575-576.

[21] Yahudileşme Temayülü, 74- 88

[22] Yahudileşme Temayülü, 118- 140. hadis, Buhârî, Da’vat 37,

[23] Yahudileşme Temayülü, 156- 185

[24] Yahudileşme Temayülü,12, 51 - 12, 61

[25] Yahudileşme Temayülü, 156, 158 - 187

[26] Yahudileşme Temayülü, 156- 186

[27] Vahyin cem edilmesi esnasındaki ana malzemeler için bk: Buhari, Ahkam, Bab, 37, Ahmed b. Hanbel, 5/185, Hadis no: 21663

[28] Yahudileşme Temayülü, 57- 69 Darimi 42 / 475. Yazarımız bu hadisi “Sünnetin Tahrifi” bölümünde de vermektedir. Bk.Yahudileşme Temayülü, 173, 174- 208

[29] Darimî, Mukaddime, Bab, 42, H. 483

[30] Yahudileşme Temayülü, 173- 208

[31] Müslim, Fadailu’s-Sahabe, 11, 2388.

[32] Müslim, Vasaya, 22, 1637.

[33] Tirmizî, İlim, bab, 12, 2266, 2267, 2268

[34] Yahudileşme Temayülü, 123- 146, 147

[35] Yahudileşme Temayülü, 304 - 351; Hadis: Müslim Hudud 25 2/1324

[36] Buhârî, Kitabul muharrebin, bab 31, H. 6830 Bk: Tirmizi, Hudud, 7/ 1431

[37] Müslim, Hudud 17.

[38] Müslim, Hudud 18.

[39] Müslim, Hudud, 1693

[40] Fethu’l-Bârî, c. 14, s. 139

[41] Nevevî, Minhâc, s. 189

[42] İbn Abdilber, el-İstîâb, Daru’l-Cîl, Beyrut, 1412c.3, s.1208, Madde no: 1969; İbn Hacer, el-İsabe, Daru’l-Cîl, Beyrut, 1412, c 4, s.705, no: 6014.

[43] A.g.y

[44] Buhârî, Hudud, bab, 30, Hadis, 6827, 6828

[45] Yahudileşme Temayülü, 123- 147

[46] Fethu’l-Bârî, Daru’l-Fikr, Beyrut, 1416, c. 14, s. 79

[47] Müslim, Hudud, 19, H. No: 1693

[48] Yahudileşme Temayülü,123- 147

[49] Yahudileşme Temayülü, 29-36

[50] Müslim, hudud, 3/ 12, 13, 14 / 1690

[51] Yahudileşme Temayülü,164-195.

[52] Yahudileşme Temayülü, 164, 166 - 196, 198 .

[53] Bakara, 106

[54] Yahudileşme Temayülü, 165 - 197

[55] Yahudileşme Temayülü, 165 - 198

[56] Vehbe Zuhaylî, “Usulü’l-Fıkh”, Daru’l-Fikr, Beyrut, 1406, c.2, s. 947; Gazalî, “el-Mustasfa” Daru’l-Kutubi’l-İlmiyye, Beyrut, 1403, c. 1, s. 111.

[57] Kur´ân´da neshi kabul etmeyenlerin iddialarından birisi de şudur: “Neshin varlığı ayetler arası çelişkiyi zorunlu kılar, bunu kabul etmekse Kur´ân´ ın Allah’tan gelmiş olma ilkesine aykırıdır.” Oysa Kur´ân´ da çelişkili görünen Müşkil ayetler nasıl anlaşılıyorsa Nesh de böyle anlaşılmalıdır. Kur´ân´ın Müşkil ayetleri hakkında bk. Elmalı, Hak Dini, Azim Dağıtım, c, 3, s. 35

[58] Gazetenin dağıttığı nüshada “ev nünsiha” diye geçer. Son baskı bu olduğundan bunu esas aldık. Benim elimdeki Ocak 1995 yılına ait olan nüshada burası “ما ننسخ” diye geçmektedir.

[59] Geniş bilgi için İslamoğlunun “Ahkamul Kur’an”dan kaynak gösterdiği yerlere ve yine İbn Arabi’nin “en-Nasih ve’l-Mensuh” Kahire: Mektebetü´s-Sekafeti´d-Diniyye, 1992, c. 2, s. 206’ ya bakılabilir.

[60] Yahudileşme Temayülü, 70 - 83

[61] Yahudileşme Temayülü, 121, 122 – 144, 145

[62] Müslim, Hudud, 6/28. Hadis kitaplarında on dört defa geçen bu ifade için bk. Müslim, Hudud, bab 6, H. 1700, Ebu Davud, Hudud, Recmu’l-Yehudiyeyn, H. 4436, 4438, Akdiye, Keyfe yehlifu’z-Zimmi, 3624, 3626, İbn Mace, Ahkam, 10/ Bima Yestehlifu Ehlü’l-Kitab, H. 2327, 2328, Hudud, 10/ Recmu’l-Yehudi ve’l-Yehudiyyetü, 2558, Ahmed b. Hambel, “Müsned”, 1/ 273, 278, 4/ 286, 5/ 411

[63] Sayın İslamoğlu’nun kadınlardan da peygamberler gelmiştir, diye bir bakışa sahip oluşu, bilemiyoruz bu konuyu ele alışında ne kadar etkili olmuştur. Çünkü yazarımız kadın hakkında aynen şöyle demektedir: “Tarihte kadın peygamberler göndermiştir, Cenabı Hak. Yani tartışılır falan ya, tartışmaya hiç gerek yok, göndermiştir. Beni İsrailoğullarından göndermiş. Hz. Meryem’i göndermiş, daha başkalarını göndermiş ki, Asiye bunlardan biri olabilir.” (Sayın İslamoğlu’nun Adım Prodüksiyon’un yayınladığı ve on kasetten oluşan “İslam’da Aile Hayatı” adlı çalışmasının bir numaralı kasetin ikinci yüzünde aynen yukarıda ki gibi söylüyor.)

[64] Yahudileşme Temayülü 246- 288

[65] Yahudileşme Temayülü, 156 - 186

[66] Yahudileşme Temayülü, 158 - 188

[67] Yahudileşme Temayülü 152 - 181

[68] Yahudileşme Temayülü, 44 - 51

[69] Yahudileşme Temayülü, 51- 61

[70] Yahudileşme Temayülü, 289 - 335

[71] Yahudileşme Temayülü, 298, (401’nci dip nota bak) - 339

[72] Yahudileşme Temayülü 289 - 335

[73] Yahudileşme Temayülü 156, (185)

[74] Yahudileşme Temayülü 157; 158, (187)

[75] Yahudileşme Temayülü, 225 -263

[76] Hac, 78

[77] Müslim, İmare, 53/ 1920; Buhârî, İ’tisam bi’l-K´itab, 7311

[78] Suyutî, “Miftahu’l-Cenne Fi’l-İ’tisam bi’s-Sünne” Daru’n-Neşr, Medine, 1409, s. 76,

[79] Şâtıbî, “İ’tisâm” Daru’l-Hani, Riyad, 1416, c. 1, s. 61.
Devamını Oku »

73 Fırka Hadisi ve İslamoğlu

73 Fırka Hadisi ve İslamoğlu



Soru : Hocam ...İslam mezhepler tarihi dersinde sizden öğrendiğim şeylerin ayrıntılı tekrarını yapıyor gibiyim. Üstelik onların da ele alış üsluplarını sevdim fakat 73 fırka hadisinde mezheplerin genel tavrını ve buna karşılık Mevlana, Yunus Hacı Bektaş gibi mutasavvıfların anlayışlarını vermişler. Bu konuyla ilgili ya bir program izledim ya da bir şey okudum ama nerede? Beni hangi kitaba yada hangi Vahyin Penceresinden programına yönlendirebilirsiniz hocam?...dua ve sevgi ile..
M.İslamoğlu: Benim gönül gözü gören basiret sahibi talebem,..73 fırka hadisi senet olarak sahih ama metin olarak anlamaya ihtiyaç var. Bu hadis fırkaların istismarına uğramış. Eğer bu sözü hadis kabul edeceksek, şöyle anlamamız şart: Bu 73 fırkadan biri hariç diğerleri ehl-i kıble olan fırkalar değil, şu anda ümmetin ittifakıyla gayr-ı müslimlerin inançlarından oluşan fırkalardır. Zira dünyada ne kadar İslam dışı inanç varsa, hepsi de özünde birer İslam'dan sapmadır. Zira Allah indinde din İslam'dır ve Musa müslümandır, (1) Yahudilik islam'dan sapmadır, İsa müslümandır Hristiyanlık İslam'dan sapmadır.

Anlaşıldı mı? Vesselam (2)

Cevap

Soru sahibi umarım ki körü körüne taklidi bırakıp, 'olmadı ve anlaşılmadı Hocam' demeyi becerebilmiştir..Olmadı çünkü cevap hatalı :

1. İslamoğlu : Bu hadis fırkaların istismarına uğramış. Eğer bu sözü hadis kabul edeceksek, şöyle anlamamız şart: Bu 73 fırkadan biri hariç diğerleri ehl-i kıble olan fırkalar değil, şu anda ümmetin ittifakıyla gayr-ı müslimlerin inançlarından oluşan fırkalardır.


Eleştiri:


Hadisin varyantlarını hatırlayalım ;
“Dikkat ediniz! Sizden önce Ehl-i Kitap olanlar 72 fırkaya bölündüler. Kuşkusuz bu ümmet de 73 fırkaya ayrılacaktır. Bunlardan 72’si Cehennemde, biri Cennette olacaktır.”


“İsrâil oğulları 72 fırkaya ayrılmışlardır. Siz de bir o kadar fırkaya ayrılacaksınız. Biri hariç diğerleri Cehennemdedir.”


“Dikkat ediniz! Sizden önceki kitap ehli 72 fırkaya ayrıldı. Bu ümmet de 73 fırkaya ayrılacaktır. Bunlardan 72’si Cehennemde, biri Cennette olacaktır. Bu da cemaattir. Ümmetimin içerisinden bir takım topluluklar çıkacaktır ki onlar, kuduz hastalığına yakalanan bir insanın, bu hastalığın tüm damar ve mafsallarına sirayet etmesi gibi, heva ve hevesleri de onlara öyle sirayet edecektir.”


“İsrail oğulları 71 fırkaya ayrıldılar. Benim ümmetim de 73 fırkaya ayrılacaktır. Onlardan birisi hariç diğerleri Cehennem’e gireceklerdir. O fırka da cemaattir”


“İsrail oğulları 71 fırkaya bölündüler. Bunlardan 70’i Cehennem’e gitti ve sadece biri kurtuldu. Benim ümmetim 72 fırkaya ayrılacak ve 71’i Cehennem’e gidecek ancak biri kurtulacaktır. Dediler ki; Ey Allah’ın Resulü o kurtulanlar kimlerdir? Resulullah: Cemaattir, cemaattir, buyurdu.”


“İsrail oğullarının başına gelen benim ümmetimin de başına gelecektir. Öyle ki onlardan birisi aleni olarak annesine gelmek istese (zina etse) benim ümmetimden de bunu yapan olacaktır. İsrail oğulları 72 fırkaya bölündü.Benim ümmetim 73 fırkaya bölünecektir. Onlardan biri hariç hepsi ateştedir. Dediler ki; O tek kurtulan millet kimdir? Ben ve ashabımın bulundukları şey üzerine olanlardır.” (3)

a. Hadiste kastedilen ümmet, ümmet-i icabettir..Hadis şarihleri bunu böyle anlamıştır.. (4)


b. İslamoğlu'nun aklına uyup hadisteki ümmeti, ümmet-i davet + ümmeti icabet olarak alalım : Bu durumda hadis metninde "sizden", "benim ümmetim" kelimelerini anlamlandırmamız gerekecek..Acaba "siz" ile veya "benim ümmetim" ile kastedilene İslamoğlu'nun iddia ettiği gibi İslamiyet ve İslamiyetten sapan tüm dinler girer mi?

Eğer islamoğlu bütün gayrı müslimleri "Zira dünyada ne kadar İslam dışı inanç varsa, hepsi de özünde birer İslam'dan sapmadır. Zira Allah indinde din İslam'dır ve Musa müslümandır, Yahudilik islam'dan sapmadır, İsa müslümandır Hristiyanlık İslam'dan sapmadır" gerekçesiyle İslamdan sapma olarak kabul ederse bu genellemenin içine semavi/ilahi olmayan dinleri yerleştirmesi mümkün olmayacaktır..


c. Kendilerine peygamber gönderilen ümmetlerden iman edenler de etmeyenler de olmuştur. İman edenlere ümmet-i icabe (peygamberin davetini kabul eden ümmet/toplum), iman etmeyenlere de ümmet-i dave(imana davet edilen ümmet/toplum) denir. (5) "Siz" ile kastedilen has manada Allah Resulü'nün ümmet-i icabet'i olduğu anlaşılıyor..Ümmet-i davet Resul-i Ekrem s.a.v. Efendimiz’in tebliğ ve davetine muhatap olan insan ve cin nevinden bütün varlıklar. (6) Bu topluluklar arasında Semavi olmayan (Batıl) Din mensupları da olduğu için bu ümmetten geri kalanını İslam'dan sapan dinler olarak tasnif etmek mümkün değildir: Çünkü bu dinler Allah tarafından gönderilmemiş­tir. İnsanların ve toplum­ların birbir­leri arasındaki ilişkileri düzen­le­mek için bazı insanlar, bir takım kurallar ve inanç kaideleri ortaya ko­yarlar. Bu ku­ral­ları kendi arzu, düşün­ce ve eğilimlerine göre şekillendirirler. İşte bu in­san­lar tara­fın­dan ortaya konulan kural­lara ilahi olmayan dinler de­nil­mektedir. Örneğin: Konfüçyanizm, Budhizm, Brahmanizm, Şintoizm, Şamanizm... gibi dinlerdir. Zamanımızda, tevhid inancını dışlayıp bazı insanları, fikir­leri, madde­leri ilahlaştıran fikir akım ve ku­rallarını da, ilahi olmayan dinler sınıfında saymak mümkündür. (7)

d. Yorumdan çıkan sonuca göre, İslamoğlu tüm islam fıkıh ve siyasi mezheplerini hadisteki kurtuluşa eren "cemaat" tanımı içinde ve 'Ben ve ashabımın bulundukları şey üzerine olanlar' vasfına haiz olması gerekiyor. Sapık mezhepler bir yana da acaba kendisi Resulullah'ın ve ashabının yolunda mı ? Önce kendi paçasını bir kurtarsın, vakit kalırsa diğer sapık mezheplere kurtuluş/Cennet hayal etmeye devam eder.


2. a. İslamoğlu, ehl-i kıblenin tamamını kurtuluşa eren fırkaya dahil ediyor..Bol keseden Cennet ve kurtuluş dağıtmanın Allah'a karşı saygısızlık olacağı açıktır.


Çünkü Ehl-i kıble içinde hakikatten sapan gruplar vardır..Ehl-i sünnet uleması ehl-i kıbleyi, "Kâbe'ye yönelerek namaz kılmanın farziyetini kabul edenler" diye tarif etmiştir. Ali el-Kâri (1014/1606) bunun için daha geniş bir tanım yaparak şöyle der: Ehl-i kıble zarûrât-ı diniye üzerinde ittifak eden kimselerdir" (Ali el-Karı, Şerhu'l-Fıkhı'l Ekber, 139). Ehl-i kıbleyi, ehl-i sünnet ve ehl-i bid'at şeklinde ikiye ayıran âlimler Mutezile, Şia, Kerrâmiye, Mücessime, Müşebbihe, Mürcie gibi bid'at mezheplerini de ehli kıbleden saymışlar; fakat açıkça İslâm'ın temel nasslarını değiştiren, bozan, reddeden Batınilik, Gulât-ı Şia, Hâriciye, Cehmiye, Bahaiye, Kadıyânilik, Ahmedlik, Nusayrilik, Dürzilik gibi fırka ve mezhepleri ehl-i dalaletten saymışlardır. Çünkü bunlar arasında mesela Hâricî Ezârika mezhebi gibi müslümanın kanını, malını, canını helal sayarak birçok müslümanı katletmiş olanlar bulunmaktadır. İslâm da tekfiri, ayrılığı, bölük bölük fırkalara ayrılmayı, cedeli, te'vili, inanç esaslarının tartışılmasını ehl-i bid'at mezhepleri ortaya atmışlardır. Bunların içinde de, dalalet ehli olanlar, hevâlarına uyanlar İslâm için en tehlikeli olanlardır. (8)

b. Mutezile, Şia, Kerrâmiye, Mücessime, Müşebbihe, Mürcie gibi bid'at mezheplerinin tümünü Cennetlik ve kurtulmuş cemaat olarak görmek ancak bedava Cennet dağıtan için mümkün olabilir..

Bu mezheplerden biri olan Mürcie hakkında 3 Muhammed kitabında Hoca şunları döktürür:

Mesela Mücessime, tipik indirgemeci aklın doğurduğu bir okuldu. Çünkü Allah hakkında referans metinlerde kullanılan el, yüz, göz, taht, oturmak, gelmek vs. gibi terimleri mecazî değil de lâfzî anlamıyla ele alıp, Mutlak Aşkın bir varlığı cisme indirgiyorlardı. Hasımlarının Haşeviyye (kabukçu) adını verdiği bir anlayış, sözlü bir söylem olan İlâhî Kelâmı, Hz. Peygamber'den sonra gerçekleşmiş bulunan yazılı mushafa indirgiyor, bu problem etrafında hayli gürültü kopuyordu.


Hiç kuşkusuz, ümmet tarihindeki en ilginç indirgemecilik örneği Mürcie idi. Bir ekol ismi olan Mürcie adının tarihimizde "iman"ı yalnızca vicdana indirgeyen bir fırka olduğunu hatırlatmaya bilmem gerek var mı?
Konuya girerken, eskilerin "indirgeme" sözcüğünün karşılığı olarak "irca" sözcüğünü kullandıklarını dile getirmiştik. İndirgemeci mantığın temsilcisi olan Mürcie, imanı sadece "tasdik"e indirgiyor, imanın alt yapısı olan bilgi ve bilinci (marifet), imanın dile getirilmesi olan ikrarı, imanın ürünü olan eylemi (amel) yok sayıyordu. Bu tasnife göre, Kur'ân'ın bir inanç problemi olarak üzerinde durduğu nifak ve münafık kategorisi yok sayılıyordu. Mürcie'nin indirgemeci yaklaşımında imanın tanımı şöyleydi: Allah'ı bilmek... Allah'ı bilene, yaptığı hiçbir kötülük zarar vermezdi. Bu indirgeme yöntemi, sadece ahlâkî davranışın temellerini yok etmiyor, aynı zamanda insanın en büyük imkânı olan imanı işlevsizleştiriyordu.

Aynı grup hakkında İmamlar ve Sultanlar kitabında ise şu cümleleri sarf eder:

Bir kesim daha vardı ki amelin imanla ne zatında, ne sı­fatında hiç bir ilgisi olmadığını savunuyordu. Kişi hangi gü­nahı işlerse işlesin onun imanına bunun hiç bir zararı olmaz­dı. Bunlar sonradan Mürcie olarak isimlendirilecekti.

Mürcie kulun çabasının faydasız olduğunu, dolayısıyla günahının da zararsız olduğunu söylüyordu. Hiç kimse için dünyada hüküm verilmez, iddiasıyla başta asr-ı saadettekiler olmak üzere münafık zümresini mümin addediyorlardı. Zulmedene "zalim" demeyi, fısk ve fücur içinde yüzene fasık facir demeyi Allah'ın hükmüne müdahale olarak görü­yor, "dünyada hüküm olmaz hüküm ahirettedir" tezini savu­nuyordu. Bu inançta olan bazıları imanı yalnızca Allah'ı bil­mek olarak tanımlıyordu. Tabi bu durumda küfür de Allah'ı bilmemek oluyordu. Bu tarife göre Allah'ı bildikleri gibi ona inandıklarını Kur'an'daki ayetlerden (Lokman, 25; Zuhruf, 8; Mu'minûn, 84-89) öğrendiğimiz müşriklerin bile mü'min safında olması gerekecekti.

Yine bu sapık inanış farziyeti tartışılmaz olan Emr bi'l-ma'ruf Nehy ani'l-münker'i fitne olarak görüyor, yöneticilere hakikati söylemeyi 'fitne çıkarmak' olarak niteliyordu. Zul­me başkaldıran sahabi, tabiin ve imamları "fitneci" olarak vasıflandırıyordu.

İbadetlerin toplumsal boyutlarını iptal ediyorlar; cuma, hac, bayram namazı gibi ibadetlerde tahrifat ve değişiklik yapmak için gerekirse hadis uyduruyorlardı. Zalim ve fasık yöneticilere karşı yapılan cihadı haram sayıyorlar, fitne, sa­bır, gıybet gibi İslami ıstılahları yöneticilerin işine gelir bir biçimde tahrif ediyorlardı.

Mürcie'nin sınıflarını ve inançlarını detaylarıyla anla­tan el-Milel ve'n-Nihal ve el-Fark Beyne'l-Fırak gibi kay­naklarda uzun uzadıya verilen teknik bilgileri buraya alma­ya gerek görmedik. Bize asıl lazım olan Mürcie'nin bu inançlarının sulta tarafından nasıl kullanıldığıdır...Oldukça kaypak ve eyyamcı olan bu inanış tarih boyunca her zaman müntesip bulabilmiş, bugün de yönetimlerin teşvik ve desteğiyle varlığını sürdürmektedir...Doğru.Bu kadar eyyamcı, yaltakçı bir inanışın, tüm ekollerdeki çanakçıları cezbetmesinden daha doğal ne ola­bilir? Bugün yaşayan tüm İslam mezheplerinde Mürcie'yi aratmayan tipler bol bol çıkmaktadır. Suya sabuna dokun­mayan bu tipler kendilerini hangi mezhepten gösterirlerse göstersinler temelde onların mezhebi birdir: Oportünizm. Oportünizm ise Mürcie'nin şiarıdır. Ve bu tipler gerek geç­mişte gerek günümüzde zalim ve fasık yönetimlerin en çok hoşuna giden tipler olmuştur.




**********


Dipnotlar:

(1) Kastettiği mesele şu: Vahiy geleneğine göre İslâm hem ilk hem de son dindir. Özünü Allah’ın emir ve iradesine teslimiyetin oluşturduğu ve adını da bu özelliğinden alan İslâm, son peygamberin tebliğ ettiği dinin özel ismi olmakla birlikte (el-Maide 5/3), tebliğlerinin esasını Allah’ın varlık ve birliğini tanıyıp O’nun iradesine teslim olma ilkesinin oluşturduğu daha önceki peygamberlerin tebliğ ettikleri dinin de adıdır. Nitekim Kur’an’ın bildirdiğine göre Nuh, “bana müslümanlardan olmam emrolundu” demiş (Yunus 10/72); İbrâhim’e müslüman olması emredilmiş (el-Bakara 2/131); İbrahim ve Ya‘kūb, oğullarına, “Allah sizin için bu dini seçti, o halde sadece müslümanlar olarak ölünüz” tavsiyesinde bulunmuştur (el-Bakara 2/132). Kur’an’da Benî İsrâil peygamberleri, İslâm kelimesiyle aynı kökten gelen fiil ve isimlerle Allah’a teslim olmuş kişiler olarak takdim edilmekte (el-Maide 5/44), nihayet Hz. Muhammed de kendisine, tebliğ ettiği dine inanan ilk müslüman olmasının emredildiğini ve böylece müslümanların ilki olduğunu bildirmektedir (el-En‘âm 6/14, 163; el-Mü’min 40/66). Ona ayrıca Ehl-i kitap ile ümmileri (Araplar) Allah’a teslim olmaya davet etmesi emredilmiştir (Al-i İmrân 3/20). Dolayısıyla Allah katında yegâne din İslâm’dır (Al-i İmrân 3/19) ve Hz. Âdem’den son peygambere kadar devam eden vahiy geleneğinde bütün peygamberlerin getirdiği dinin özünü İslâm, yani Allah’a teslimiyet kavramı oluşturmaktadır. Şu halde bütün peygamberler “Allah’ın dini, hak din, dosdoğru din, halis din” olarak adlandırılan İslâm’ı tebliğ etmişlerdir (Al-i İmrân 3/83; et-Tevbe 9/33, 36; ez-Zümer 39/3). Buna göre İslâm’dan başka bir din aramak anlamsız ve geçersizdir (Al-i İmrân 3/85; Taberî, III, 329-339; Fahreddin er-Râzî, VIII, 100-110).
http://www.islamansiklopedisi.info/dia/ayrmetin.php?idno=d230003(2) http://www.mustafaislamoglu.com/HD715_73-firka-hadisi.html
(3) http://ahmednazif.blogspot.com.tr/2015/05/muslumanlarn-73-frkaya-ayrlacaklarn.html







Kaynak:http://ahmednazif.blogspot.com.tr/
Devamını Oku »