Ruhun Sırr'a Üflenmesi



(Kalbin Sağ ve Soldan Payı: Gaybî Bakımdan Sağ ve Sol)


Hak kulun sırrına tecelli ettiğinde, onu bütün sırlara sahip yapar, hürler’in içine katar, o kul sağ el yönünden zati tasarruf sahibi olur.

Çünkü sol elin değeri, dolaylı sağ elin şerefi doğrudandır. Ardından alt anlamlara inebilirsin: Sağ elin değeri hitaba,sol elin değeri tecelliye bağlıdır, insanın şerefi, kendi hakikatini bilmesine ve onu öğrenmesine bağlıdır ve o sol eldir. İnsan olması bakımından insanın ‘her iki eli’ sol olduğu gibi. Hakkın her iki eli de, sağ eldir.

Birlik anlamına dönüp deriz ki: Kulun iki eli de sağ eldir. Tevhide dönüp deriz ki: Onun iki elinden birisi sağ , diğeri sol eldir. Bazen cem’ halinde ve cem'ul-cem' halinde olurum, bazen, fark ve farku-l fark halinde olurum. Bütün bunlar, gelen tecellinin hükmüne bağlıdır.

Yemenliyle karşılaşırsa bir gün Yemenlidir,

Adnanlı ile karşılaştığında ise,

0 zaman da Adnan kabilesindendir,

Bunlardan birisi de şaşırma, gülme, sevinme ve öfkelenmedir. Şa­şırma, şaşılan şeyi bilmeyen bir varlıktan meydana gelebilir, sonra onu Öğrenir ve şaşar. Gülme de buna eklenir. Böyle bir şey Allah hakkında imkânsızdır. Çünkü hiçbir şey Allah’ın bilgisinin dışına çıkamaz. Var­lıkta bize göre şaşılacak bir iş vuku bulduğunda, bu şaşırma ve gülme, şaşırma ve gülmesi imkânsız olan kimseye hamledilir. Çünkü vuku bu­lan şey, bize göre şaşılacak bir durumdur. Örnek olarak, taşkınlığı ol­mayan genci verebiliriz. Böyle bir şey, şaşılacak bir durumdur. Söz ko­nusu şey, Allah katinda bizim nezdimizde şaştığımız bir şeyin yerini almıştır.

Bazen gülme ve sevinme, kabul etmek ve razı olmak anlamına ge­lebilir. Çünkü adına bir iş yaptığın ve bu nedenle sana gülümseyip se­vincini gösteren kimse yaptığın o davranışı kabul etmiş ve ondan hoş­nut olmuş demektir. Binaenaleyh Allah’ın gülmesi ve sevinmesi de bi­zim fiillerimizi kabul etmesi ve bizden hoşnut olması anlamına gelir. Nitekim O’nun öfkelenmesi de, intikam almak için kalbin kanının gale­yan etmesinden münezzehtir. Çünkü Allah cisim ve araz olmaktan mü­nezzehtir. Dolayısıyla Allah’ın öfkelenmesi, hakkında öfkelenmenin caiz olduğu kimselerden kızanın fiilini yapmayla ilgilidir. Allah’ın zalimler­den ve emrine karşı çıkan ve sınırlarını aşanlardan intikam alması budur. Allah şöyle buyurur: ‘Ona öfkelendi’ Yani kendisine kızılanın ce­zasıyla onu cezalandırdı. Buna göre, cezalandıran öfkelidir. Fiilin ortaya çıkması, kendisine öfkelenilenin ismini ona vermek demektir. Şu halde cezalandıran öfkelidir ve fiilin ortaya çıkması, ismi ona verdimi iştir.

Tebessüm de sevinmeyle aynı anlama girer. Bir rivayette şöyle bil­dirilmiştir: ‘Namaz kılmak ve zikir yapmak için mescide giden adama Allah tebessüm eder. Alem var olanlar nedeniyle Allah’tan perdelenip Allah’tan başkasıyla ilgilendiğinde, bu fiilleriyle Allah’tan gaflet içinde kalmış olurlar. Buna karşın, huzurun herhangi bir çeşidiyle Allah’a yö­nelip Allah da kendisini kullara sevdiren Hak ile sohbet, münacat ve müşahedenin hazzını kalplerine ihsan eder. Çünkü Hz. Peygamber şöy­le derdi: ‘Sizi beslediği nimetleri nedeniyle Allah’ı seviniz.’ Böylelikle Hak tarafından bu fiil tebessüm kelimesiyle ifade edilmiştir. Çünkü söz konusu fiil, sizin kendisine gelmenizle Hakkın mutluluk izhar etmesi demektir. Çünkü tebessüm, kendisine gitmenle neşelenen kimsenin ey­lemidir. Sevincinin belirtisi ise kendi katında iyilik izharı, sevinmek, nezdinde bulunan nimetleri sana göndermektir. Bu nimetler Allah ka­tından kendisine yönelen kullarına ulaştığında, Allah bu durumu tebessüm diye isimlendirmiştir.

Bunlardan birisi de unutmadır: Allah şöyle buyurur: 'Onları unutmuştur.’ el-Bari Teâlâ hakkında unutmak fiili imkânsızdır. Fakat kulla­rına ebedî azap edip rahmeti kendilerine ulaşmadığında, onlar âdeta onun katında unutulmuş, Allah ise onları unutmuş hale gelir. Bu unu­tanın ve kullarının içinde bulunduğu acı azabı hatırlamayan kimsenin eylemidir. Çünkü onlar, dünya hayatında Allah’ı unutmuş, Allah da bu nedenle kendi eylemleriyle onları cezalandırmıştır. Böylelikle Allah, (aradaki) münasebet nedeniyle kendi eylemlerini onlara iade etmiştir.

Bazen ‘Allah onları unutmuştur’ onları ertelemiştir; ‘onlar Allah’ı unutmuştur’ ifadeleri ise Allah’ın emrini ertelemiş ve onu öğrenmemiş­lerdir anlamına gelebilir. Allah, cehenneme giren başkalarını çıkarttı­ğında onları ertelemiştir. Hakkın alay etmek, tuzak kurmak ve hafife almak gibi fiillerle nitelenmesi de bu anlama yaklaşır. Allah şöyle buyurur: ‘Allah onlarla alay etmiştir.’ Başka bir ayette ise ‘Allah onlara tuzak kurmuştur’ ve ‘Allah onlarla istihza eder’ buyurur:

(Teşbih anlamı taşıyan) kelimelerden birisi de nefestir. Hz. Pey­gamber şöyle buyurur: ‘Rüzgâra sövmeyiniz, çünkü o Rahman’ın nefe-sindendir.’ Başka bir hadiste ise şöyle buyurur: ‘Rahman’ın nefesinin bana Yemen yönünden geldiğini duymaktayım.’ Bütün bu ifadeler tenfıs (nefes aldırma, rahatlatma) kelimesinden gelir. Âdeta Hz. Pey­gamber şunu demek istemiştir: Rüzgâra sövmeyiniz, çünkü rüzgâr, kendisiyle Allah’ın kullarından güçlükleri kaldırdığı şeydir. Hz. Pey­gamber şöyle buyurur: ‘Saba rüzgârıyla yardım aldım.’ Başka bir hadis­te ise ‘Ben nefesi Yemen yönünden buluyorum, başka bir ifadeyle, Rahman’ın kullarından güçlükleri kaldırmasını görüyorum demiştir. Bu güçlükler, kavminin kendisini yalanlaması ve Allah’ın emrini reddetme­leri nedeniyle Peygamberde gözüken sıkıntılardır. Bu bağlamda (yar­dımcılar anlamındaki) Ensar, yalanlayanlar kendisine sıkıntı verdiğinde Allah’ın kendileriyle peygamberinden sıkıntıları kaldırdığı kimseler ol­muştur. Çünkü Allah, soluyan kimseden çıkan hava anlamındaki nefes­ten münezzehtir. ‘Allah zalimlerin kendisine nispet ettiği’ böyle bir şey­den ‘münezzeh ve yücedir.’

Bu kelimelerden birisi de, surettir: Suret, duruma, insanlarca bili­nen bir şeye ya da başka anlamlara verilen bir kelimedir. Sahih bir ha­diste suret Allah’a izafe edilir. Buna örnek olarak Ikrime’nin rivayet et­tiği hadisi verebiliriz. Hz. Peygamber şöyle buyurur: ‘Rabbimi bir deli­kanlı suretinde gördüm.’ Bu, Peygamberin bir halidir ve bu ifade Arap­ların deyişlerinde bilinen ve meşhur bir söyleyiştir. Hz. Peygamber’in ‘Allah Âdem’i kendi sureti üzerinde yaratmıştır’ hadisi de böyledir.

Bilinmelidir ki: Kur’an’da yer alan benzerlik aklı değil dilsel ben­zerliktir. Çünkü aklı benzerlik Allah hakkında imkânsızdır. Söz gelimi, Zeyd gücü İtibarıyla aslandır, güzelliği itibarıyla çiçektir vb. Bir varlığı bir veya iki nitelikle niteleyip, sonra da başkasını aynı özellikle niteledi­ğinde, aralarında başka hakikatler yönünden zıtlık bulunsa bile, söz ko­nusu nitelik ve onun anlamında ortaktırlar. Dolayısıyla bunlardan her birisi, söz konusu nitelikte diğerinin suretine göredir. Bunu anla, dikkat et!

Allah’a delil oluşuna bak! Acaba O’nu kendinden olandan başka bir yetkinlik niteliğiyle niteledin mi? İyice düşün! Hakkın benzeşmeden münezzehligi yönünden meseleye yaklaştığında, senin (mümkün) hak­kında caiz olan eksiklikleri O'ndan uzaklaştırmışsın demektir. Gerçi .. , hiçbir şekilde Allah’ta bulunamaz. Fakat cisimleştiriciler ve teşbihçiler bu nitelikleri kendisine izafe ettiğinde, sen onların yaptığı izafeyi selb edersin. Cisımleştiriciler ve teşbihçiler bu vehimde bulunmasaydı, (ortada bu nitelikler bulunmayacağı için) bu selbi yapmazdın. Şunu öğ­renmen gerekir: Suretin pek çok bağlamı olsa bile, bu kitapta özetle­meyi amaçladığımız için onları zikretmedik. ‘Allah hakkı söyler ve doğru yola ulaştırır.’

Bu kelimelerden birisi de zira’dır (kulaç): Bir rivayette Hz. Pey-gamber’in şöyle buyurduğu bildirilmiştir: ‘Kâfirin Cehennemde ensesi­nin genişliği Uhud kadar, derisinin kalınlığı ise el-Cebbâr’ın kulacıyla kırk kulaçtır.’ Bu bir şereflendirme tamlamasıdır: Allah’ın yaratıp ken­disine tamlama yaptığı miktar. Nitekim şöyle denilir: ‘Bu hükümdarın kulacıyla şu kadar kulaçtır.’ Bu ifadeyle hükümdarın kullandığı en bü­yük ölçüt kast edilir. Bununla birlikte söz gelişi hükümdarın kulacı -ki o bir organdır- insanların kulacıyla aynıdır. Hükümdarın bir ölçü biri­mi yaptığı kulaç ise normal ölçünün yarısı veya bir katı kadar fazladır. Şu halde o gerçek anlamda hükümdarın kulacı değildir. Hükümdarın kulacı, onun ortaya koyduğu ve sonra da failine izafe edilen bir ölçü bi­rimidir. Bunu biliniz. (Hadiste geçen) el-Cebbâr ise dilde büyük hü­kümdar demektir.

Aynı şey, kadem, yani ayak için geçerlidir. Hz. Peygamber şöyle buyurur: ‘el-Cebbar ayaklarını cehenneme koyar.’ Ayaklar, uzuvdur. Bu meyanda şöyle denilir: ‘Falancanın bu işte ayağı (kadem’i) vardır.’ ‘O işte sabittir’ demektir.

Kadem, ayrıca topluluk anlamına da gelir. Böylelikle kadem, izafe olur. Bazen el-Cebbâr’ın anlamı bir melek olabilir ve o zaman ayaklar meleğe ait olur. Çünkü organ Allah hakkında imkânsızdır. Allah böyle bir şeyden münezzehtir.

İstiva da istikrar (karar kılma), kasıt (yönelme) ve istilâ anlamına gelir. İstikrar, cisimlerin özelliklerinden birisidir, dolayısıyla Allah hak­kında kullanılması imkânsızdır. Sübût anlamında alınırsa kullanılabilir. Kast ise irade, irade ise yetkinlik özelliklerindendir. Allah şöyle buyurur:’Sonra göğe yöneldi.’Yani kast etti. ‘Ve Arş üzerinde istiva etti.’Yani Onu istilâ etti.

Rivayet ve ayetler pek çoktur. Bu rivayetlerin bir kısmı sahih? bir kısmı zayıftır. Bu gibi rivayetlerden her birisinin bir tenzih yorumu vardır. Bunu daha kolay anlamak istersen, teşbih zannı veren bir lâfza yönel, onun ne ifade ettiğini veya ruhunu veya ondan meydana şeyi al ve Allah hakkında kullan. Bu durumda başkası teşbihe düşmüşken sen tenzih derecesini elde edersin. İşte böyle hareket et ve elbiseni temizle!

Bu rivayetlerle ilgili bu kadar açıklama yeterlidir. Doğrusu, bu bö­lüm uzamıştır.

İbn Arabi,Futuhat-ı Mekkiyye,cild:1 , Litera Yay. Çev:Ekrem Demirli
Devamını Oku »

Beş Duyu ve Gerçekte İdrak Ettikleri Şeyler



(İnsanın bilme yetisi hakkında) vardığımız görüşü, insanın bütün bildiklerini beş gücünden birisiyle algılaması destekler: Birincisi, duyu gücüdür ki, beş kısma ayrılır: Koklamak, tatmak, dokunmak, işitmek ve görmek. Göz, belirli bir yakınlık ve uzaklıktaki renkleri, değişmeleri ve şahısları algılar. Gözün bir mil uzaklıktan algıladığı şey, iki mil uzaktan algıladığından farklı olduğu gibi yirmi kulaç uzaktan algıladığı şey bir mil uzaktan algıladığı şeyden farklıdır. Gözün karşısında durup eli eli­nin içindeyken algıladığı şey, yirmi arşın öteden algıladığı şey değildir.

Ya da insan mıdır, ağaç mıdır bilmeden, iki mil öteden somut olarak bir şeyi algılamak, onun insan ve belli bir boyda olduğunu bilerek bir mü uzaktan algılamak ya da beyaz veya siyah olduğunu bilerek yirmi arşın öteden algılamak ya da karşısında bulunduğunda onun sürmeli veya mavi gözlü olduğunu bilerek algılamak gibi değildir. Bütün duyu­lar, algıladıkları şeylerde bu tarz bir yakınlık ve uzaklık ilişkisine sahip­tir.

el-Bâri (Allah), duyulur bir şey değildir. Başka bir ifadeyle, O’nu bilmek istediğimizde, duyu vasıtasıyla algılanan bir şey değildir. O hal­de Allah’ı duyu yoluyla öğrenemeyiz.

Bu meyanda hayal gücüne gelince, hayal gücü, sadece duyunun ve­rilerini ya verdiği tarzda ya da bazı duyulurları diğerlerine yükleyerek düşünce gücünün verdiği tarzda zapt eder. İşte, fikir ehlinin Allah’ı bilme yöntemleri burada sona erer. Dolayısıyla bu, onların dilidir, bi­zim dilimiz değil. Gerçi onların yöntemi de doğru olsa bile, biz o yön­temi kendilerine nispet ediyoruz. Çünkü bu yöntem onlardan aktarılmıştır. Binaenaleyh hayal gücü, her nasıl idrak ederse etsin, duyudan as­la ayrılamaz. Hâlbuki bize göre duyunun Allah’a ilişemeyeceği kesin olarak sabittir. Dolayısıyla hayalin O’na ilişmesi geçersizdir.

Allah’ı bilmede müfekkire gücüne gelince, insan her zaman kendi nezdinde bulunan şeyler hakkında düşünebilir. Kendi nezdinde bulu­nan şeyleri ise duyulardan ve akün ilkelerinden öğrenmiştir. Düşünce gücünün hayal hâzinesinde bu veriler üzerindeki çalışmasından ise bu şeyler ile arasında münasebet bulunan başka bir şey hakkında bilgi ger­çekleşir. Allah ile yarattıkları arasında bir münasebet yoktur. O halde, fikir yönünden Allah’ı bilmek mümkün değildir. Bu nedenle âlimler Al­lah’ın zatı hakkında düşünmekten men edilmiştir.

Akıl kuvvetinin de Allah’ı algılaması mümkün değildir. Çünkü akıl, sadece bedîhi olarak bildiği ya da fikrin verdiği şeyi kabul edebilir. Da­ha önce, fikir gücünün Allah’ı algılayamayacağı belli olmuştu, dolayısıy­la akim fikir yönünden Allah’ı algılaması da geçersizdir. Fakat akıl ol-ması itibarıyla onun sının, kendi nezdinde meydana gelen şeyi akletmek ve zapt etmektir.

Allah akla kendisini bilmeyi ihsan etmiştir. Böylelikle akıl, ihsan edilen bilgiyi fikir gücü bakımından değil, akıl olması bakımından akleder. Bu imkânsız görmediğimiz bir durumdur. Çünkü Allah’ın di­lediği kullarına ihsan ettiği bu bilgiyi akıl, kendi başına algılayamaz. Fakat onu kabul edebilir. Dolayısıyla söz konusu bilgiye delil veya kanıt getiremez. Çünkü o bilgi, aklın algıladığı şeylerin ötesindedir.

Sonra, (Allah’a ait) bu zatî niteliklerin ifadesi de mümkün değildir. Çünkü onlar, örnekleme ve kıyasın dışındadır. Binaenaleyh Allah ‘ben­zeri olmayandır.’ Şu halde bu bilgiden kendisine her hangi bir şey açıl­mamış her akıl, bu bilginin açıldığı başka bir akla sorar (sormalıdır). Fakat kendisine sorulan bu akıl, o bilgiyi ifade edemez ve ona güç yeti-remez. Bu nedenle Hz. Ebû Bekir ‘idraki idrakten acizlik, idraktir’ de­miş. Bu sözün iki yorumu vardır. Anla!

Şu halde Allah’ı düşünce ve teorik araştırma yönünden aklıyla bil­mek isteyen, şaşırmıştır. Yapması gereken, Allah’ın bu konuda ihsan edeceği şey için hazırlanmak olmalıdır.

Hatırlama gücüne gelince, bu gücün de Allah’ın bilgisine ulaşması mümkün değildir. Çünkü hatırlama gücü, sadece akim önceden bilip unuttuğu ya da ihmal ettiği şeyi hatırlayabilir. Kendisi, onu bilmez. O halde hatırlama gücü Allah’ın bilgisine ulaşamaz.

İnsanın insan oluşu yönünden ve zatının kendisine verip içinde kendisinin bir tür çabasının bulunması itibarıyla algılayabileceği şeyler bunlardır. Geride, akim Hakkın kendisini bilmekten ihsan edeceği şeyi kabul için hazırlanması kalmıştır. O halde insan, varlığın bilgisi ve O’nun bir ve ibadet edilen olduğundan başka, delil yönünden Allah’ı asla bilemez. Çünkü idrak eden insan, bir şeyi ancak o şeyin benzeri kendisinde bulunduğunda idrak edebilir. İdrak ettiği şeyin benzeri ken­disinde yok ise onu asla idrak edemez ve bilemez. Herhangi bir şeyi o şeyin benzeri kendisinde bulunmadan bilemediğine göre, insan ancak kendisine benzer ve aynı şekle sahip bir şeyi bilebilir. Allah ise hiçbir şeye benzemez ve hiçbir şeyde O’nun benzeri bulunmaz. Dolayısıyla Allah, hiçbir zaman bilinemez.




İbn Arabi,Futuhat-ı Mekkiyye,cild:1

Litera Yay. Çev:Ekrem Demirli
Devamını Oku »

Her Şey Allah’ın Övgüsünü Tespih Eder

Her Şey Allah’ın Övgüsünü Tespih Eder

Allah şöyle buyurur: 'Her şey O’nun övgüsünü tespih eder.’ Burada şey kelimesi belirsizdir ve ancak kimi tespih ettiğini bilen canlı ve düşü­nen kimse tespih edebilir. Bir rivayette, müezzinin sesinin ulaştığı her yerdeki kuru-yaş (canlı-cansız) eşyanın onun lehinde tanıklık edeceği bildirilmiştir. Ayet ve hadisler bu tarz bilgilerle doludur. Biz ise böyle rivayetlere inanmakla birlikte, bu inanca keşfi de ekledik. Bu meyanda, gözümüzle görerek ve kulaklarımızla duyarak, taşların Allah’ı dille zik­rettiğini duyduk. Taşlar, Allah’ın yüceliğini bilen kimselerin konuşması olarak her insanın algılayamayacağı şekilde bize hitap etmiştir.

O halde Allah’ın yaratıklarından her cins, belirli bir ümmettir. Al­lah onları kendilerine özgü bir ibadete göre yaratmış, nefislerinde bu ibadeti onlara bildirmiştir (vahy). Her ümmetin kendi içlerinden pey­gamberleri ise kendilerini üzerinde yarattığı Özel bir ilhamla Allah tara­fından bir bildirimdir. Buna örnek olarak, bazı hayvanların uzman geometricilerin algılayamadığı şeyleri bilmesini verebiliriz. Onların bilgi­leri, genel anlamda yiyecek ve bitkilerdeki yararlar ve bu konuda kendi­lerine zarar verecek şeylerden kaçınmakla ilgilidir. Bunların hepsi, onla­rın yaratılışında bulunur. Cemad (cansız, donuk) ve bitki diye isimlen­dirilen şeyler de böyledir. Allah bizim göz ve kulaklarımızı, onların ko­nuşmasını duymaktan perdelemiş ve alıkoymuştur.

Hz. Peygamber şöyle buyurur:Kişiye ayakkabısının bağı ailesinin yaptığını konuşarak bildirmeden kıyamet kopmaz.5 Bilgisiz filozoflar, bunu -rivayete inanmışlarsa- ihtilaç (seyirme, gizli) ilmi kabilinden saymış ve onunla da zecr ilmini kastetmişlerdir. Zecr ilmi, gerçekte doğru bir ilim ve Allah'ın sırlarından birisi olsa dahi, Şarî5nin bu ifadey­le anlatmak istediği o değildir. Hz. Peygamber tam keşif sahibiydi, bi­zim görmediklerimizi görürdü.

Hz. Peygamber Allah ehlinin kendisine göre amel ettiği ve doğru olduğunu gördükleri bir meseleye dikkat çekmiştir. Şöyle buyurur: ‘Çok konuşmasaydınız ve kalplerinizdeki karışıklık olmasaydı benim gördüğümü görür, duyduğumu duyardınız.' Hz. Peygamber bütün iş­lerinde yetkinlik mertebesine tahsis edilmiştir ki, onlardan birisi de kul­lukta yetkinliktir. O, sadece bir kul idi ve hiç kimseye karşı rablik iddiasında bulunmadı. Onun efendiliğini gerektiren özellik, aynı zamanda daima üstünlüğünün kanıtıydı.

Hz. Aîşe şöyle demiştir: “Hz. Peygamber her anında Allah’ı zikre­derdi.’ Bizim de, ondan bolca mirasımız vardır. Bu miras, insanın içine ve sözüne özgü bir durumdur. Bazen, her an Hakkı zikretmek maka­mına ulaşmış olsa bile bunun zıddı fiillerinde ortaya çıkar ve böylelikle halleri bilmeyen kimse işi karıştırır.

İbn Arabi,Futuhat-ı Mekkiyye,cild:1
Devamını Oku »