İsm-i Azam



Allâhu Teâlâ’nın en yüce ismi (İsm-i A‘zâm) Allâh”tır.

Eğer sen “Allâh” dersen ve kalbinde de O’ndan başkası yoksa, o zaman senin duâna icâbet olunur.

Arifin “bismillâh” demesi, Allâhu Teâlâ’nın “ol” demesi mesabesindedir.

Bu kelime sıkıntıyı defeder.

Bu kelime tasayı kaldırır.
Bu kelime zehiri tesirsiz hâle getirir.
Bu kelimenin nûru herkesedir...

Allâh: Her gâlibe üstün gelendir.
Allâh: Acâiplikleri/güzellikleri ortaya çıkarandır.
Allâh: Saltanatı yücedir.
Allâh: Cânibi ulaşılmazdır.
Allâh: Kullara muttalîdir (onların her şeyini bilir).
Allâh: Kalbi ve fuâdı (kalp ve gönül gözünü) gözetleyendir.
Allâh: Cabbarları kahredendir.
Allâh: Kisrâları zebûn/esir edendir.
Allâh: Gizliyi de açığı da bilendir.
Allâh: Kendisine hiçbir şey gizli kalmayandır.
Allâh için olan, Allah’ın muhâfazası/koruması altında olur.
Allâh için seven, Allâh’tan başka bir şey görmez.
Allah’ın yoluna sülük eden, Allah’a vâsıl olur. Allâh’a vâsıl olan ise, Allâh’m himâyesinde yaşar.
Allâh’ a müştâk olan, Allâh ile ünsiyet eder. Ağyârı terk edenin vakti, Allâh ile sâf olur.

Allâh’ın kapısını çal. Allâh’a ilticâ et (sığın). Allâh’a tevekkül et (güven).
(Ey yüz çevirmiş!) Allâh’a dön: Şakâvet yurdunda O’nun isminin vasıfları böyledir; ya lika ânında nasıl olur! Mihnet yurdunda böyledir; ya nîmet yurdunda nasıl olur!
“Bu Benim ismimdir ve sen de kapı arkasındasın; ya perde kalkınca nasıl olur! Nidâ ettiğimde böyledir; ya tecellî ettiğimde nasıl olur!..”

Arifler müşâhedede... Vuslat denizleri ise onlara gelmektedir.

Muhibler ağaçlarda uyumayıp, seherlerde habîbine münâcât eden kuşlar gibidir. Kurbiyet kokusunun esintileri kalplerine doğru eser de, onların Rablerine iştiyakları daha da artar.

“Siz Beni teslimiyet ve tevfîz(Allaha havele etme) ile anın, Ben de sizi en güzel tercih ile anayım.”

Bu ifâde aynı zamanda Allâhu Teâlâ’nın şu sözünün de beyanıdır: “Allâh’a tevekkül edene O kâfidir.”

“Siz Beni şevk ve muhabbet ile anın, Ben de sizi vuslat ve kurbiyet ile anayım.
Siz Beni hamd ü senâ ile anın, Ben de sizi ihsân ve atâ ile anayım.
Siz Beni tevbe ile anın, Ben de sizi günahlarınızı bağışlamakla anayım.
Siz Beni isteyerek anın, Ben de sizi nâiliyet ve bağış ile anayım.
Siz Beni gafletsiz anın, Ben de sizi mühletsiz anayım.
Siz Beni pişmanlık ile anın, Ben de sizi iyilik ile anayım.
Siz Beni mazeret ile anın, Ben de sizi mağfiret ile anayım.
Siz Beni irâde ile anın, Ben de sizi ifâde ile anayım.
Siz Beni şeyden sıyrılmış bir şekilde anın, Ben de sizi her şeye üstün tutma ile anayım.
Siz Beni ihlâs ile anın, Ben de sizi halâs/kurtuluş ile anayım.
Siz Beni kalpten anın, Ben de sizi sıkıntıdan kurtulma ile anayım.
Siz Beni lisân ile anın, Ben de sizi emân/emniyet ile anayım.
Siz Beni iftikâr (eziklik içinde) ile anın, Ben de sizi iktidâr/kudret ile anayım.
Siz Beni itizâr/mâzeret ve istiğfar (bağışlanma dilemek) ile anın, Ben de sizi rahmet ve mağfiret ile anayım.
Siz Beni îmân ile anın, Ben de sizi cennetler ile anayım.
Siz Beni islâm/teslîmiyet ile anın, Ben de sizi ikrâm ile anayım.
Siz Beni kalp ile anın, Ben de sizi perdeyi kaldırmakla anayım.
Siz Beni zikr-i fânî ile (her şeyden sıyrılmış olarak) anın, Ben de sizi zikr-i bâkî ile anayım.
Siz Beni derinden yakarış ile anın, Ben de sizi vuslat ile anayım.
Siz Beni tezellül (alçakgönüllülük) ile anın, Ben de sizi hatâlarınızı affetme ile anayım.
Siz Beni günahlarınızı îtirâf ile anın, Ben de sizi mahv-ı iktirâf (günahlarınızı silme) ile anayım.
Siz Beni sırrınızın/özünüzün safâsı/temizliği ile anın, Ben de sizi hâlis iyilik ile anayım.
Siz Beni sadâkat ile anın, Ben de sizi şefkat ile anayım.
Siz Beni safvet (iç temizliği) ile anın, Ben de sizi affetme ile anayım.
Siz Beni ta’zîm/yüceltme ile anın, Ben de sizi tekrîm (iyilik, cömertlik) ile anayım.
Siz Beni teksîr ile (çokça) anın, Ben de sizi cehennemden kurtuluş ile anayım.
Siz Beni cefâ (dünyâyı terk) ile anın, Ben de sizi vefâ ile anayım.
Siz Beni terk-i hatâ ile anın, Ben de sizi envâ-ı ata ile anayım.
Siz Beni hizmette gayret ile anın, Ben de sizi itmam-nîmet (nimetin tamâmı) ile anayım.
Siz Beni siz/kul olarak anın, Ben de sizi Ben/Allah olarak anayım.”
“Allâh’ın zikri/Allâh’ı zikretmek en büyüktür. Allah yaptıklarınızı bilir.”

Dilaver Gürer , Abdülkadir Geylani(Risaleler)
Devamını Oku »

İtikad ve İman



İTİKAD

Hamd (şükür, övgü, övünme) Allâh’a mahsustur. Keyfiyeti yaratan O’dur, fakat kendisi keyfiyetten münezzehtir. Mekânı yaratan O’dur; fakat kendisi mekândan münezzehtir. O her şeyin içerisindedir; fakat zarfiyetten (bir şeyin içerisinde olmaktan) uzaktır. O her şeyin yanındadır; fakat indiyetten yücedir. O her şeyin evvelidir ve O’nun için son yoktur.

Eğer “O nerededir ?” dersen, O’nu mekânla talep etmiş olursun. “O nasıldır?” dersen, O’nu keyfiyet ile talep etmiş olursun. O’nun hakkında “ne zaman?” dersen, O’nu zamanla kayıtlamış olursun. O’nun hakkında “değil” dersen, O’nu kevniyetten (var oluştan) soyutlamış olursun. O’nun hakkında “şâyet” tâbirini kullanırsan, O’na noksanlıkla mukâbelede bulunmuş olursun. O’nun için “niçin” dersen, O’nun melekûtiyeti/hükümranlığı konusunda O’nunla muâraza etmiş, çekişmeye girmiş olursun.

O sübhân ve müteâldir/yücedir. Öncelik O’nu geçemez, sonralık O’na ulaşamaz. Benzerlikle kıyas edilemez. Şekil O’na yaklaşamaz. O eş edinme (gibi bir sıfatla) ayıplanmaz, vasıflanmaz. Cisim ile bilinemez.

O sübhândır, müteâldir. Onun eğer bir şekli olsaydı, o zaman kemi- yet/nicelik yönüyle bilinmiş olurdu. Eğer cisim olsaydı, bir bedene girmiş olurdu.

Biz, “O Vâhid”dir, diyerek “Beneviyye”yi (Beyâniyye) reddederiz.

“O Samed’dir” diyerek, Veseniyye’yi (Seneviyye) reddederiz.

Haşeviyye’ye karşı “O’nun benzeri yoktur” deriz.

“Onun dengi yoktur” diyerek, Vasfiyye’den mülhid olanları reddederiz.

“Açık veya gizli, karada veya denizde (her yerde), hayır ve şer husûsunda hiçbir hareket yoktur ki, O’nun irâdesiyle olmasın” diyerek Kaderiyye’yi reddederiz.

“Kudreti taklit edilemez. Hikmetinin nihâyeti yoktur” diyerek Hüzeyliyye’yi tekzip ederiz, yalanlarız.

Nazzâmiyye esaslarının aksine “hukûkunu edâ etmek vâciptir/farzdır. Hucceti/delîli kesindir. Hiç kimsenin O’nun üzerinde bir hakkı yoktur ve hak talep etme iddiâsı da olamaz” deriz.

“O, âdildir, hükümlerinde hiç kimseye zulmetmez. Sâdıktır, vâdettiği hiçbir şeyden dönmez. O, kadîm, ezelî kelâm ile konuşur. Kelâmının yaratıcısı yoktur. Kur’ân'ı indirmiş ve O’nun nizâmıyla en güzel kelâm edenleri dahi âciz bırakmıştır” diyerek Murâdiyye’nin (Murdâriyye) delillerine karşılık veririz.

Rabbimiz ayıpları örter. Tevbe edenin günahlarını affeder. Eğer kişi günâhını tekrar işlerse beşer için mâziye dönüş olmaz (geçmişte affedilen affedilmiştir).

O aldatmaktan/aldanmaktan münezzehtir. Hatâdan beridir. Rabbimizin, mü’minlerin kalpleri arasına ülfet koyduğuna ve kâfirleri saptırdığına inanırız. Böylece Hişâmiyye’yi reddederiz.

Ca‘feriyye’nin aksine, bu ümmetin fâsıklarının/günahkârlarının Yahûdî, Hıristiyan ve Mecûsîlerden daha hayırlı olduğunu tasdik ederiz.

Ka'biyye’yi reddederek; O’nun hem kendisini, hem de başkasını gördüğünü, her sesi işittiğini, her gizliyi gördüğünü ikrar ederiz, yani söz ile belirtiriz ve kalben inanırız.

“O, halkı en güzel fıtratta/özde yaratmış, sonra da onları (öldürmek sûretiyle) çukur/kabir karanlığına göndermiştir. Elbette ki, onları ilk yarattığı hâle döndürecektir” diyerek Dehriyye’yi reddederiz.

O, insanları hesap günü için topladığında, sevdikleri için tecellî edecek ve onlar da O’nu gözleriyle müşâhede edeceklerdir. O, ayın görüldüğü gibi görülecektir. O, sâdece Mu‘tezile’den rü’yetullâh’ı inkâr edenlere gö-rünmeyecektir.

O, o gün sevdiklerine nasıl hicaplı/gizli olabilsin, ya da onları bekletsin ki, O’nun bu hususta ezelî ve kadîm vaatleri vardır. “Ey mutmain nefis! Râzı olmuş ve râzı olunmuş olarak Rabbine dön”. Sen mutmain nefsin hûrilere ve cennete râzı olacağını, yâhut cennet bahçelerinde sündüs (ince ve hâlis ipek) elbise ile gezmeye kanâat edeceğini mi zannediyorsun?!.. Mecnûn, Leylâ olmaksızın nasıl ferahlık bulabilir?!.. Muhibler, anber kokusu olmaksızın nasıl kokuya doyabilirler?!..

Kulluğu gerçekleştirmede eriyen bedenler, nasıl olur da Hak katındaki koltuklarda nîmetlendirilmez ?!., Karanlık gecelerde seherleyen gözler, ün-siyet müşâhede ile lezzete nasıl erişmez?!.. Muhabbet darbeleriyle acı çekmiş olan gönüller, köpürmüş şaraptan nasıl içmez?!.. His kalıplarına hapsedilmiş ruhlar, kudsiyet bahçelerinde/cennetlerinde nasıl gezip tozmazlar?! O cennetlerin o güzelim yerlerinde nasıl eğlenmezler?!.. Susuzluğu sona erdiren kaynaklarından nasıl içmezler?!...

Dahası, şevk ve vecd, aşırı bir halde hâlâ dururken, bu şikâyetin hâlinin şerhi daha yapılmamışken,nasıl olur da sâdece cennetlerle iktifâ ederler:

O gün “Âşıklar hâkimi” açıkça tecellî ederek bu meseleyi halledecek, O gün ruhlar O’nun hitâbına mazhar olduğu zaman, O onlara “selam" ı ile söze başlayacak. Adn cennetlerine gitmelerini emredecek; fakat bir kısım canlar oraya gitmek istemeyecek, O’ndan gayrısına nazar etmemeye, O’ndan başkasına niyet bağlamamaya yemin edecekler. O’ndan başka hiçbir şeye rızâ göstermeyecekler. Onların talepleri öyle basit taleplerden olmayacak. Çünkü onlar tatlı hayâtı sâdece O’nun yüce vuslatına ulaşmak için terk etmişlerdir. Bunun üzerine “şarap müdürü” onlara kendi safâsı ile tertemiz yaptığı bir kadeh sunacak. Bu hal sarhoşları iyice sarınca, artık onlara gece ve gündüz gizlenecek, görünmeyecek. Onların O’nun parlak, hoş, câzip nûrlarına olan arzu ve iştiyâkları daha da artacak.

Hakkın için yemin ederim ki: Cemâlini göstermediğin bir göz ancak şakî olabilir. Güzelliğinle uşşâkın hepsini öldürdün. Sana olan düşkünlük aşkına, raiyyetine/bağlılarına karşı yumuşak ol! Sana olan şevk ile eriyen kalplerden geriye bir şey kalmadı. Eğer maksadıma (rü’yetullâh) ulaşamadan ölümüme hükmedersen, senin aşkın benim vasiyetim olsun. Yâ İlâhî! Reddedilmek şöyle dursun, âhiretteki mülâkat ânında lütûf ve ihsânının bu hatâyı yok edeceğinden dahi ümitsiz değilim.

Ey kardeşlerim! Seherlerde rabbânî vakitler vardır. Semâvî işâretler vardır! Melekî soluklar vardır!.. Bu sözümüzün doğruluğuna delil ise şudur: Dâvûdî sesli kuşlar, şarkılarını ağaçlarda seher vakti hep birlikte, coşkuyla söylerler. Kıvrım kıvrım sular bahçe aralarında o vakit çağlayarak akar. Ve dallar sündüs elbiseleriyle seher vakti raks eder. İşte bir bahçedeki bu olayların hepsi O’nun vahdâniyetini kabul ve itiraf ederler.

Haberiniz olsun, ey ehl-i muhabbet! Hak, seher vakti tecellî ederek şöyle seslenir: “Tevbe eden kimse yok mu? Onun tevbesini güzelce kabul edeyim! îstiğfâr eden yok mu? Onun hatâlarını tamâmen bağışlayayım! İhsan isteyen yok mu? Ona nîmet ve ihsânımı bol bol vereyim!

İyi bilin ki, ruhlar saflaşınca, o güzel yüzleri ile parlak ve aydınlık olurlar. Her şeyleri birbirine uygun olur. Yüklendikleri her şey onlara hafif gelir.

Hoş, onların ufukları kaplayan gözyaşları da güzel kokulu olur yal... Onlar bazı şeyleri terke sabretmelerine karşılık, yüce mertebelere ulaşmayı hak etmişlerdir. Onların sözlerinin doğruluğu, muhibler arasında rivâyet I edilen bir senettir.

Onlar ihtiyaçları karşılanmış bir şekilde ve kendilerinden istenmeden Buzaklaşıp gitmişlerdir!..

Muhabbetin hediyesi kıymetli ve apaçık olur...

Ey kendisi için güzel kâfiyeler söylenmiş olan (muhabbet)!.. Hanefiy- ye, Şâfiiyye, Mâlikiyye ve Hanbeliyye mezheplerinin esasları üzere yüce akideleri olan (muhabbet)!..

Allâhu Teâlâ beni de sizi de ayrılığa düşüp, okun yaydan çıktığı gibi (Hak yoldan) ayrılanlardan uzak eylesin.

Allâhu Teâlâ beni de sizi de kendilerine (cennette) kat kat yapılmış köşkler bahşedilen kimselerden kılsın.
Allâhu Teâlâ, halkın en şereflisi Efendimiz Muhammed’e, onun âilesine ve ashâbına en güzel salâtlar ile salât eylesin!. Onlara sabah akşam, her zaman, ebedî ve sürekli tâzelenen bir selâm ile selâm etsin!..

Âmîn!.. Âmîn!..


İMAN

İmân bir gayb kuşudur. “O rahmetini dilediğine tahsis eder.’’ ufuğundan inen kulun kalp ağacına konar; o güzel sesiyle, sâhibinin göğüs kafesinden, tâ “Sadâkat makâmı"na varıncaya kadar ona “Rableri onları müjdeler” şarkısını söyler. Vücûd/varlık ağacının meyvesi İslâm milletidir. Tertemiz Şerîat-i Muhammediyye öyle bir güneştir ki, onun ışığıyla kevn (maddiyât âleminin) karanlığı aydınlanır. Ona uy ki, iki cihânın saadetine nâil olasın. Onun sınırları dışına çıkmaktan sakın. İslâm toplumunun icmâsından ayrılma.

Bu en mükemmel şeriat sâhibinin kalbinde, hikmetin benzersiz emânetleri vardır. Nâmûs'i Ekber’in sâhibinin (Hz. Peygamber) sırların' da, gayb cevherlerinin hazîneleri vardır. Onun emrini kabul edersen, yolun Allâhu Teâlâ’ya çıkar. Akıl Kâ'be’ni onun hükümlerinin indiği merkez
yap. Onun “söz bulutu”nun yağmurundan, aç ruhlar suya kanar. Lafızlarının hayat pınarlarında aklın görüşleri yıkanıp temizlenir.

Talep münâdîsi kalıplar içerisinde kalmış gizli ruhlara seslendi de, onların sükûnetlerini yükseklere sıçrattı. O ruhlar aşk kanatlarıyla muhabbet fezâsında uçtular. Yorulduktan sonra şevk dallarına düştüler!

Şevk bülbülleri seher vakti, “Şâhit tuttu”ya coşturan mutrıplarla birlikte şarkılar söyledi. Fakat aşk nesîminin “Elest (Ben sizin Rabbiniz değil miyim)?!” tarafına doğru esmesi onları rahatsız etti.

Bu kuşlardan/ruhlardan bir kısmı, eski uçuşlarının izlerini sürüp, teklimden (Hakk’ın hitâbından) bir koku koklayıp, vuslat ağacının gölgesindeki yaşayışlarını hatırlayıp, dostlardan uzak kalmanın verdiği yürek yangınından şikâyet ederek göğüs kafesinden dışarı çıktı. Vücûd/varlık gözünün insanının diliyle çağıran Allâhu Teâlâ’nın dâvetçisini işittiler. [ O’nun (s.a.v.) dâveti, ruhların levhalarının sayfalarına nakşolunmuş ve [ kalp ağaçlarının dallarını sallayan bir meltemdir.

Sûret meydanlarındaki akıl süvârisi/savaşçısı, duyduklarına hasretten [ dolayı ıstırap çekti. Bu ahit sebebiyle ‘vecd’in ellerinde titredi. O ahit için yaşadığı hayat kıdem/kader sırlarından bir sırra dönüştü. O ahit uğruna I onun başına gelen divanelik, kaderin latîfelerinden bir latîfeye (hikmete, nükteye) dönüştü.

Uygun olan nefislerin/canların üzerine gayb nûrları doğup, sırlar muhâfaza edilip basiretleri üzerinden zâhir perdeleri kaldırılınca, onlar varlığın sâhibinin cemâlini görürler. Tertemiz aynalarında o cemâli müşâhede ederler.

Her ârifin Kâ‘besi, Hakk’ın ona nazar ettiği yerdir.

Allâhu Teâlâ’ya götüren en yakın yol, kulluk kânununa yapışmak,İslâm şerîati ipine sımsıkı sarılmak ve takvâ caddesinde istikâmet üzere (dosdoğru) yürümektir. Senin Allâhu Teâlâ ile ünsiyetin/yakınlığın, O’ndan gayrısına soğukluğun/uzaklığm kadardır. Allâhu Teâlâ’ya bağlılığın, O’nun hakkındaki marifetin kadardır.

Amellerdeki bulanıklık bir nevi mahrumluktur. Dünyâ talebine dalmak, aklın Allâhu Teâlâ’dan vazgeçmesine sebep olur. Taleplerdeki riya, tâlibin talep güneşinin tutulmasıdır. Maksatlardaki nifâk/bozgunculuk, maksat sâhibinin maksadının yüzündeki tırmıklardır, tırnak izleridir.

Dostlardan ayrılık kalplere azap verir. Bir şeylere bağlanıp kalmak da m akıllar için azaptır.

Dünyâ hayâtının şâşaası, yüce melekût âlemlerine ulaşmaktan alıkoyan bir perdedir. İbâdet yüzünle Allâhu Teâlâ’ya yönelmen, O’nun sana E rahmet yüzüyle yönelmesine vesile olur. Eğer akıl çocuğun terbiye kucağında rüşdüne erseydi, dünyâya meyletmezdi. Fakat o hâlâ “Bizi mallarımız ve çoluk çocuğumuz oyaladı!” beşiğinde...

Temiz ruhlar cisim heykellerinin kandilleridir. Saf akıllar sûret köşklerinin melikleridir.

Ey oğul! Kalp gözünü ezel sırlarının gelinlerini görmek için aç. Kaderin letâfet/esrâr nesiminin esintisini rûhunun himmetiyle içine çek.

Allâhu Teâlâ varlık timsallerini, basîret sâhiplerinin gözlerini imtihan etmek için, dünyâ denizinin sâhiline koymuştur. Sebat beşiklerinde büyü- yen, ismet (günahtan korunma) hücrelerinde terbiye edilen, “iş”in delillerinin gölgelerinde bol bol gölgelenen, kader hazînesinin latıfelerini/sırlarını keşfeden, gayb gelinleri kendilerine gösterilen ve sonunda kerem diyârına gönderilen ruh çocukları, dünyânın süsüne iltifat etmekten emin olurlar.

Ariflerin sır bülbülü, aşk mecnunlarının fikirlerini deli divâneye döndürdü; akıl dağlarının direklerini yerinden oynattı; kaderin hazînelerine i muttali oldu.

Ey mü’minlerin ruhları! O’na şevk kanatlarıyla ve aşk sadâkatiyle uçun.
O’na yönelmenin sadâkati içinde dünyâ yaygısının saçaklarını dürün. O’nu talep etme mumunun etrâfında, ışığın etrâfında dönüp duran pervâne/kelebek gibi olun. O’nun makâmı etrâfında sevgilisine koşan âşığın adımlarıyla dolaşın. O’ndan Adem (s.a.v.)’in şu talebini siz de talep edin:

“Rabbimiz! Biz nefsimize zulmettik. Eğer bizi bağışlamaz ve bize merhamet etmezsen, biz hüsrâna uğrayanlardan oluruz.”

Dilaver Gürer , Abdülkadir Geylani(Risaleler)
Devamını Oku »