3-Alimlerin Fakirliğe Karşı Tahamulleri



3-Alimlerin Fakirliğe Karşı Tahamulleri

EBU HANİFENİN TALEBESİNE HİMMETİ

Ebû Hanîfe’nin öğrencisi Ebû Yûsufla (d. 113/0.182) ilgili olarak da şunlar anlatılır: (41)

Ebû Yûsuf demiştir ki:

“Parasız pulsuz, bitik bir vaziyette hadis ve fıkıh öğreniyor­dum. Ben Ebû Hanîfe yanındayken bir gün babam geldi ve be­raberinde oradan ayrıldım. Bana dedi ki:

«-Ey oğlum! Sen Ebû Hanîfe ile boy ölçüşme. Çünkü Ebû Hanîfe’nin tuzu kurudur. Sense geçime muhtaçsın.» Bu yüzden ilmin çoğundan geri kaldım ve babama itaati tercih ettim. Bu­nun üzerine Ebû Hanîfe beni araştırıp sordu. Yine meclisine devam etmeye başladım. Ara verdikten sonra ona gelişimin ilk gününde bana dedi ki:

«-Seni bizden alıkoyan nedir?»

«-Geçim derdi ve babama itaat» dedim ve huzuruna otur­dum.

İnsanlar gidince bana bir kese verdi ve:

«-Bunu ihtiyaçların için kullan» dedi. Baktım ki kese de yüz dirhem var. Ardından da şu sözü ekledi:

«-Halkaya devam et. Bu bittiğinde de bana bildir.»

Halkaya devam ettim. Az bir müddet geçince bana yüz dir­hem daha verdi. Sonra yine benden söz alıyordu. Katiyen ona bir ihtiyacımı bildirmediğim ve herhangi bir şeyin bittiğini haber vermediğim halde sanki o bundan haberdar oluyordu. Öyle ki, mala mülke sahip oldum. Yirmi dokuz -veya on yedi sene- mec­lisine devam ettim ve nihayet ihtiyacım olan şeye ulaştım; Allah bana onun bereketiyle ve hüsnü niyetiyle ilim ve mal nasib etti. Benim vesilemle Allah ona en iyi şekilde mükâfâtını versin ve onu bağışlasın.”

İmam Ebû Yûsuf'un yetişmesiyle ilgili olarak Hatib el-Bağ- 'dâdî’nin bu rivayetten sonra zayıflığına işaret ederek anlattığı ikinci bir rivâyet daha vardır. Kendisi şunları der:

“Anlatılır ki, Ebû Yûsuf un babası ölür ve geride Ebû Yûsuf u küçük bir çocuk olarak bırakır. Annesi de onun Ebû Hanîfe’nin halkasına katılmasını uygun bulmamaktadır.

Kendisinden nakledildiğine göre o şöyle demiştir:

“Babam İbrahim b. Habîb vefat etti ve beni ana kucağında küçük bir çocuk olduğum halde bıraktı. Bundan sonra annem de beni hizmetinde bulunduğum bir çamaşırcıya teslim etti. Ben onu bırakıyor ve Ebû Hanîfe’nin halkasına katılıyor, oturuyor ve dinliyordum. Annem de peşimden halkaya geliyor elimden tutuyor ve beni çamaşırcıya götürüyordu. Ebû Hanîfe ise be­nim meclise gelişimi ve öğrenmeye olan tutkumu gördüğünden bana itina gösteriyordu.

Bu işten kaçmalarıma çok kızan annem Ebû Hanîfe’ye şöyle dedi:

«-Bu çocuğu senden başka bozan yok. Bu hiçbir şeyi ol­mayan yetim bir sabidir. Onu ancak örgücülükle doyuruyorum! Kendisine getirisi olacak üç beş kuruş kazanmasını istiyorum.» Bunun üzerine Ebû Hanîfe:

«-Geç git, ey düşüncesiz kadın. O da zaten fiştik yağıyla ya­pılmış tatlı yemeği öğreniyor» dedi. Annem de oradan ayrılarak Ebû Hanîfe’ye:

«-Sen bunamış ve aklını yitirmiş bir şeyhsin» dedi.”

Ebû Yûsuf devamla der ki:

“Ebû Hanîfe’nin yanına devam ettim. Bana para yardımı taahhüdünde bulunuyordu. Benim hiçbir ihtiyacımı bırakmadı. Böylece Allah bana ilim nasib etti ve mevkimi yükseltti öyle ki kadılık vazifesi üstlendim. Artık Harun Reşid ile beraber oluyor ve onun sofrasından yiyordum.



Günlerden bir gün Harun’a tatlı sunulunca Harun bana:

«-Ey Yakup, yesene. Bize her gün bunun gibisi yapılmaz» dedi. Bunun üzerine:

«-Bu nedir ey müminlerin emiri?» diye sordum.

«-Fıstık yağından mamul bir tatlıdır» dediğinde güldüm.

«-Niye güldün?» diye bana sordu. Ben de:

«-Bu, Allah’ın müminlerin emîrine bıraktığı bir ihsandır» dedim. O ısrarla:

«-Bana bunu anlatacaksın» deyince başından sonuna kadar hadiseyi anlattım. Anlattıklarımdan hayrete düştü ve dedi ki:

«-Ömrüme yemin olsun ki, ilim insanı yükseltir. Onun hem dinine ve hem de dünyasına fayda sağlar.» Ardından Ebû Hanî-fe’ye rahmet okuyarak şöyle dedi:

«-Akıl gözüyle bakıyor ve baş gözüyle göremediğini görü­yordu.»

*********************





KIRK SENE YATSI ABDESTİYLE
SABAH NAMAZI

Nisâbûrî ile görüşmüş, şâfi fakih, tasnif sahibi İbn Ziyâd eş- Şafiî (d. 238/6.324):

İlim için Irak, Şam ve Mısır’a rihle yapmıştır. Bağdat’a yer­leşmiş ve burada hadis rivayet etmiştir. Fıkıh ve hadis ilmine sahip olmuştur. Sika ve salih bir zattır.

Hâkim der ki:

“Asrında Irak’ta Şafi mezhebinin imamıydı. Yine Fıkhı ko­nulan ve sahâbenin farklı görüşlerini en çok hıfzında tutan kişiy­di.” Dârakutnî der ki:

“Şeyhlerimiz içinde isnâd ve metinleri ondan daha iyi ezbe­re bileni görmedik. Yine metinlerdeki ziyade lafizları biliyordu. Hadis rivayeti için oturduğunda oradakiler dediler ki:

«-Rivayet et» O da:

«-Bilakis, siz sorun» dedi. Bunun üzerine ona bazı hadisler soruldu o hem onlara cevap verdi ve hem de hadisleri imlâ et­tirdi.”

Ebû Abdullah b. Batta der ki:

“Biz ziyade lafizları dinlemek için Ebû Bekir en-Nîsâbûrî’nin meclisine geliyorduk. Mecliste otuz bin hokkanın olduğu tahmin ediliyordu. Bu bir müddet devam etti. Daha sonra Ebû Bekir en Neccâd’ın meclisine geldik. Onun meclisinde de on bin hokka-
nın olduğu tahmin ediliyordu. İnsanlar buna şaşırdılar ve şöyle dediler:

«Bu müddet içinde insanlann üçte biri gitti.>>

Yûsuf b. Ömer el-Kavvâs da Nîsâbûrî’nin şöyle dediğini nakleder:

“Kırk senedir geceleri uyumadan diz üstü duran, her günü beş dâneyle geçiren, sabah namazını yatsının abdestiyle kılan bir kimseyi tanıyor musun?” Ardından ilave etti:

“O kişi benim. Bütün bunlar Abdurrahman’ın annesini tanımadan önceydi! Beni evlendirene ben ne diyeyim!? Peşindende “Ancak hayır murad etmiştir” dedi.

**************

İslam filozofu Fârâbî (d. 260/0.339) hakkında da şöyle nakledilir; (42)

“İnsanların en zâhidiydi. Seyfüddevle onun için her gün dört dirhem ihsanda bulunuyordu. Dimeşk’ten Mısır’a gitti ve sonra geri oraya döndü.” Denilir ki:



“Harrân’dan döndüğünde Bağdat’ta ikâmet etti ve Aristo’nun eserleri üzerine yoğunlaştı ve nihayet felsefede derinleşti."

Yine denilir ki:

“Aristo'nun ‘Kitâbü'n-Nefs’inin bir nüshası bulunur ve üzerinde Fârâbî’nin «Bu kitabı iki yüz defa okudum» dediği yazılı- dır.” Kendisi diyordu ki:

“Aristón’un ‘es-Semâ’at-Tabu'sini kırk defa okudum Yine de tekrar okumaya ihtiyaç duyuyorum."

Yunanca’ya ve daha pek çok dile hâkimdi. Kendisinden bahseder:

"Yetmişten fazla dili çok iyi biliyorum."

Ona;

“-Bu dili sen mi daha iyi biliyorsun yoksa Aristo mu?" diye sorulunca

“-O'na yetişseydim, şüphesiz onun en büyük öğrencisi olur­dum!” dedi.

İbn-i Sînâ der ki:

“Fârâbi’den ilim öğrenmek için yolculuğa çıktım ama onu bulamadım! Keşke onu bulsaydım da ondan istifade etseydim."

Yine İ. Sînâ şunu der:

“Aristo’nun “Mâba’de’t-Tabî’a”sini okudum. Fakat içindeki­leri anlamıyordum. Ondaki maksad bana müşkil geldi. Öyle ki, onu kırk defa okudum ve zihnimde ezberlenmiş hale geldi. Artık anlamaktan ümidi kestim ve «Onu anlamaya imkân yok» dedim.

Bir gün ikindi namazından sonra kâğıt imal edenlerin yarım­dayken satıcının biri cildli bir kitabı seslenmesin mi! Kitabı bana uzatınca içeriğinin faydasız olduğunu düşünerek gayri memnun bir şekilde onu geri çevirdim. Bunun üzerine satıcı:

«Onu al, sana üç dirheme satayım» deyince kitabı satın al­dım. Bir de ne göreyim; kitap Fârâbî’nin söz konusu kitabı açık­layan bir eseri olmasın mı! Hemen eve döndüm ve çabucak onu okudum. İşte o zaman o kitabın maksadı bana açık hale geldi. Bu durumdan çok büyük bir sevinç duydum ve ertesi gün fukarâya birçok şey tasadduk ettim."



…….



FIKHA BAŞLADIĞIMIZDA ÖLMÜŞTÜK

Ebû Hâmid el-İsferâyînî (d. 344/0.406): (43)

Mezhep hâfizı ve imamıdır. İlimde zirvedir ve ümmetin oto­ritesidir. İsferâyîn’de doğdu ve gençken Bağdat’a geldi. Burada önde gelen kişlerden fikıh dersi aldı ve nihayet zamanının imam­larından oldu. Yine önde gelen kişilerden hadis rivayet etti. Ken­disinden de Mâverdî gibi önemli kişiler rivayette bulundular.

Ebû İshak eş-Şîrâzî der ki:

“Din ve dünya işlerinde riyâset Bağdat’ta ona ulaştı. Ders verdiği kişiler arza yayıldı. Meclisi üç yüz fakihi bir araya getirdi. Hem tasvip edenler ve hem de muhalif olanlar anlayışının mü­kemmelliğinde, isabetli görüşünde ve İlmî nezâfetindeki üstün­lüğünde önde gelişinde ittifak etmişlerdir."

Hatip der ki:

“Meclisine yedi yüz fakihin geldiğini söyleyen bir kimseyi duydum. İnsanlar diyordu ki: «Şâfiî onu görseydi ondan mutlu olurdu.»"

Dindarlığı, takvası, zühdü, vaktini ders verme ve münaza­ralarla doldurması, ince sözlerle gönle dokundurması, bir iyilik anında olsa da sürçü lisan edip hesap sorması ile beraber melikler nezdinde çok büyük bir konumu vardı. Halife tarafından ona şu şekilde bir mektup yazmasını gerektirecek bir olay oldu:

“Bil ki, Allah’ın bana verdiği görevimden beni azletmeye senin gücün yetmez. Bense senin hilâfetten azlin için Horasan’a İki üç kelimelik bir not yazmaya muktedirim.’’

Öğrencisi Süleym er-Râzî’den:

“Şeyh Ebû Hâmid ilk başta dar sokakların birinde bekçilik yapıyordu. Bekçi kandilinde ilim mütâlâ ediyordu ve bekçilikten ücret alıyordu. On yedi yaşındayken fetvâ veriyordu. Ölünceye kadar kırk beş sene fetvâ verdi. Vefatı yaklaşınca şöyle dedi:

«Biz fikha başladığımızda ölmüştük.»”*



……….



*

AHMED B. HANBEL'İN FAKİRLİĞİ

Kadı Ebû Ali el-Hâşimî Muhammed b. Ahmed el-Hanbeli

(d. 345/Ö. 428).

Ebû Ali b. Şevke şöyle anlatır:

“Fukahadan bir cemaatle toplandık ve Kadı Ebû Ali el-Hâşimî’nin yanına geldik. Kendisine fakirliğimizden ve şiddetli ge­çim darlığımızdan bahsedince bize dedi ki:

«Sabredin, Muhakkak Allah sizi rızıklandıracak ve genişlik verecek. Size hoşunuza gidecek bir hadiseyi anlatayım;

Muazzam bir darlığa düştüğüm bir seneyi hatırlıyorum. Sonunda evimin hizmetindeki bineğimi sattım! Evdeki her şey tükendi. Sonra evimin orta katını bozdum ve kerestelerini sattım ve parasıyla geçindim! Bundan sonra hiç çıkmadan evde oturdum. Bir sene kadar böyle durdum! O bir seneden sonra  bir gün hanım dedi ki:

‘‘-Kapı çalıyor” Açmasını söyleyince bir adam içeri girdi ve I bana selam verdi. Halimi görünce oturmadı ve ayakta şu beyti söyledi:

‘’Başına gelenler zor belâ değil,

Elbette bu böyle gidecek değil.

Sabret genişlik bir gün geri döner,

Yokluk ateş gibi parlar ve söner.

Bir kimse bilirim olur her derde deva,

Koştuğunda imdada bulur helâk olan şifâ.’’



Sonra oturmadan yanımda çıktı. Söylediklerini hayra yordum. Gün geçmeden Kâdir Billâh’ın bir elçisi yanında elbise, dinarlar ve bir binekle bana geldi ve:

“-Müminlerin emirine icâbet et!" diyerek yanındakileri Bana verdi. Bundan sonra halimi düzelttim. Hamama gittim, sonra da Kâdir Billâh’ın yanma varınca bana Küfe kadılığını ve İranın işlerini tevdî etti ve zenginleştim.»”'

Ebû Bekir Muhammed b. Ahmed el-Bağdâdı (ö. 489)) (44)Muhammed b. Tâhir el-Makdesî der ki:

“İsfahan’da bazı Hâşimîlerin, Ebû’l-Huseyn b. Mühtedî Bil- Bn i’tizâlî görüşte olduğunu söylediklerini ifade ettiğim sırada bana:

«Bilmiyorum, Ancak sana bir hikâye anlatayım» dedi.

466 senesinde sel olduğu yıl, sel suları elbise ve kitaplarıma kadar ulaştı! Hiçbir malım mülküm de yoktu. Ama annem, ve kız çocuklarından oluşan bir ailem vardı. İstinsahta bulunarak onların nafakalarını temin ediyordum. Ben o sene içinde Sahihi Müslim"i yedi defa yazdığımı biliyorum. Bir gece uykumda sanki kıyâmetin koptuğunu ve bir münâdînin bana şöyle seslendiğini gördüm:

«Ebû Bekir nerede?» Bunun üzerine getirildim ve bana de­nildi ki:

«Cennete gir.» Kapıdan içeri girdiğimde sırt üstü uzandım ve ayak ayaküstüne attım ve şöyle dedim:

«Vallahi istinsah sayesinde rahata kavuştum.»

Başımı kaldırdım bir hizmetçinin elinde bir binek görmeye­yim mi!

«-Bu kimin için?» dedim. Dediler ki:

«-Boğulan Şerif Ebû’l-Hasen için.»

Sabahladığımda Şerifin vefatını haber verdiler."

***************

Edip İbn Sâra el-Endelûsî (ö. 517) (45) Usta bir şâir, nazım ve nesir yazan bir zattı. Ancak yokluktan başka her şeyden kısmet­sizdi! Fakirlik ve yoksulluğundan ötürü küçük şeyler satıyordu! Bu yokluğun ardından vâlilerden birinin kâtipliğine yükseldi. Endülüs’te melikler hal’ olunca olan oldu. Geceden daha ıssız iye ‘Süheyl’den daha yalnız kaldığı İşbiliyye’ye sığındı.

Ücretle kitap yazarak idare etti. Bu yüzden gözü keskindi. Bu işi işler kesâda uğrayınca ve piyasası öldüğünde kabüllen-mişti! Bu durumla ilgili şöyle diyor:

‘’Yazı işi tıpkı ormana mesleği,

Ancak yasak yaprağı ve meyvesi,

Sanki dikiş iğnesi bu işin sahibi,

Giydirirken eli, çıplak kalır kendisi.’’



İbn Zafer es-Sıkılli el-Mekkî el-Hamevi (d. 497/ö.565) (46) Hucretüddin lakaplı müfessir. Nahivci, seyyah, edip bir şahsiyettir.

Sıkılliye'de doğmuş ve Mekke-i Mûkerreme’de yetişmiştir. İlim İdelerini dolaşmış ve Mağrib’e gelmiştir. Afrika ve Endülüs’ü  gezmiş bir müddet Mehdiyye’de ikâmet etmiştir. Orada Frenklerle yapılan harplere tanık olmuş ve kendisi oradayken burası  müslümanların elinden alınmıştır.

Daha sonra Sıkılliya ardından Mısır'a ve oradan da Halep’e  geçmiştir. İbn Ebî Asrûn medresesinde ikâmet etmiş ve orada  büyük bir tefsir tasnif etmiştir. Sonra şîa ve sünniler arasında  fitne zuhur edince bir gasp sırasında kitapları çalınmıştır! Bunun I üzerine Hamât şehrine gitmiş ve oraya yerleşmiştir. Onun lisanı haliyle şair şöyle der:

‘’Korkular beni yerden yere iteler,

Sanki yazılmış alnıma her yerde sefer.’’

İhtiyaç ve zaruretten kızını dengi olmayan biriyle evlendirdi. Ardından adam kızıyla Hamât’tan çıktı ve onu beldelerin pirinde sattı! Kendisi Hamât’ta kabul görünce orada kalmaya devam etti ve talebelere ilim öğretti. Kendisine yetersiz bir maaş  bağlandı. Allah rahmet etsin ölünceye kadar fakirlikle mücadele etti.

Salih, takvalı, zâhid, kendi işiyle meşgul, içinde bulunduğu duruma sabırlı bir zattı. Edebî konularda çok güzel tasniflerde pulundu. “Yenbû" adını verdiği bir tasnifle Kur’an’ı Kerîm’i çok tüzel bir şekilde tefsir etti. İçinde eşsiz ve hayrete şayan olanla­rın bulunduğu otuz kadar telif eser yazdı. Onun yaşadığı talih­sizliklerin çokluğundan sanki kendisini kastettiği şöyle güzel bir şiiri vardır:

‘’Bahtsızdır faziletine nisbetle kişi,

Başa gelene sabredince bilinir kıymeti,

Kim olursa zorlukta sabırsız,

Umduğundan kalır nasipsiz.’’

Kemâl el-Enbârî (d.513 ö. 577).(47) Bağdat Nızâmıyyesi’nde Ebû Mansûr er Razzâz ve diğerlerinden fıkıh okudu. Şâfi mezhebinde derinleşti. Mukayeseli fıkıh okudu. Bağdat'ta önde ge­len kişilerden hadis dinledi. Nizâmiye’ye öğretim görevlisi oklu ve vaazlar verdi.

İbn Cevâlik ve İbn eş-Şeceri’den edebiyat dersi aldı. Birkaç tane divân şerhetti, ön plana çıktı ve tartışmasız olarak Edebi­yatla Irak şeyhi oldu. Kendisinden imamlar ders aldı. Nahivde büyük bir imam, sika, iffetli, münazaracı, ilmi geniş, takvalı. zahid, âbid, kimseden bir şey kabul etmeyen, geçimi zor, yiyeceği giyeceği az bir zattı. Dünyalık hiçbir şeye bürünmedi. Sağlam bir hayat yaşadı. İbn Neccâr onun bol miktarda tasnifini zikre­der. Dünyanın dört bir yanından ilim öğrenmek için ona geli­yorlardı.

Öğrencisi Muvafik b. Abdüllatif el-Bağdâdi der ki:

“Üstadımız Kemâl gibi abid ve zahidler içinde yolu kendi­mden daha sağlam, üslubunda ondan doğru birini görmedim. Gayet ciddi, yapmacığa bürünmeyen, kötülük ve elalemin halini tecessüs nedir bilmeyen biriydi. Babasından kalma oturduğu bir evi ve ücreti ayda yarım dinar olan bir dükkânı vardı ve buna kanaat ediyordu. Ayrıca aldığı bu ücretten kâğıt satın alıyordu. Halîfe Müstezî beşyüz dinar gönderdi fakat reddetti. Kendisine:

«-Onu çocuğun için al» dediklerinde:

«-Eğer münasip görseydim onu ben de alırdım» dedi.

Işığı yanmıyordu. Altında kamıştan bir hasır, üstünde Cuma günleri giydiği bir elbisesi ve pamuktan mamül bir sarıgı vardı. Cuma günü hariç, dışarı çıkmıyordu. Evinde de eski bir elbise giyiyordu. Yüz otuz tane tasnifi vardır. “Nüzhetü l-Elibbâ Fi Ta- bakatil-Ûdebâ" bunlar içinde meşhur kitabıdır."



….

imam Ahmed’in öğrencilerinden, Ebû İshak İbrahim bin Yakub'un (v. 259) tercüme-i halinde, şöyle denilmektedir: (48)

“Ahmed bin Hanbel bir gün Abdürrezzak ile namaz kılıyor­du. Namazda bir ara şaşırdı. Abdürrezzak bu hatanın sebebini sorunca Ahmed ibn-i Hanbel üç gündür bir şey yemediğini söy­ledi. "

Hâfiz Zehebi, İbnül Mukri Muhammed bin İbrahim (d. 285- v, 381)’den bahsederken şöyle demiştir: (49)

Ebû Bekir bin Ali'den, İbn-i Mukri’nin şöyle dediği rivayet edilmiştir:

“Ben, Taberani ve ibn-i Hayyan Medine’de idik. Bu sırada maddi bakımdan darlığa düştük. Bu darlıktan dolayı, savm-i visal tutuyorduk. Akşam yemeği vakti geldiğinde Peygamber Efendimiz (s.a.v.)'in kabri başına geldim ve:

“-Ya Rasulallah açlık canımıza tak etti” dedim. Taberani;

“-Otur. Ya bi rızık gelir ya da ölürüz sesini çıkartma" dedi. Ben ve İbn-i Hayyan, namaz kılmak için kalktık. Bu esnada kapıya Hz. Ali soyundan birisi geldi ona kapıyı açtık. Bir de ne görelim yanında içi yiyeceklerle dolu iki sepet taşıyan iki çocuk var. Bize dedi ki:

“-Beni Peygamberimiz (s.a.v.)’e şikâyet etmişsiniz. Rüyam­da gördüm, size yiyecek bir şeyler getirmemi emretti."

************

Hâfiz ibn-i Receb el Hanbelî, Zeylü Tabakati’l Hanabeli adlı kitabında, Maristanlı Kadı, Uzun ömürlü Hâfiz diye bilinen, Kadı Ebû Bekir Muhammed bin Abdülbaki (d. 442- v. 535) hakkında şöyle demiştir:

“Allah korusun ve gözetsin Mekkeye yakın bir yerde konak­ladım. Bir gün çok şiddetli bir şekilde acıktım. Açlığımı giderecek de bulamadım. O esnada ağzı bağlı ibrişim bir kese buldum.Aldım evime götürdüm. Kesenin ağzını çözdüğümde, içinden eşini benzerini görmediğim inci bir gerdanlık çıktı. Dışarı çıktığımda yanında beş yüz dinar para kesesi olan birisi şöyle nida ediyordu:

«-Kim inci gerdanlığı bize getirirse bu para kesesi onun!»

Kendi kendime:

«-Ben açım, muhtacım keseyi veririm bu paralarla da ihtiyacımı gideririm» dedim.

Adama:

«-Buraya gel» dedim ve onu evime götürdüm. Ona kesenin ve inci gerdanlığın özelliklerini sordum. Adam şöyle, şöyle

deyince keseyi ona teslim ettim. Bana beş yüz dinarı verdi fakat almadım.

«-Bu benim görevim. Bunu sana iade etmek zorundaydım. Bundan bir karşılık alamam»dedim. O, bunu alman gerek diye çokça üstelediyse de kabul etmedim. Adam da çekti gitti.

Bana gelince, ben evden çıktım ve bir gemiye bindim. Gemi parçalandı ve battı. İnsanlar mallarıyla birlikte denizde boğuldular. Ben bir parça tahtaya tutunarak kurtuldum. Bir müddet

nereye gittiğimi bilmeden denizde kaldım. Bir süre sonra, içinde insanların yaşadığı bir adaya ulaştım. Mescide gidip Kur’an okumaya başladım. Benim okumamı duyanlar, gelip:

«-Bize Kuran okumayı öğret» dediler. Adada bunu demeyen bir kimse bile kalmadı. Bana, bu adadaki insanlardan birçok mal geldi. Sonra bu mescidde, Mushaf yapraklan buldum ve alıp okumaya başladım. Bu defa bana, iyi yazı yazıp yazamadığımı sordular. Ben:

«-Evet, yazarım» deyince, küçüklü büyüklü, çocukların bana getirip yazma öğretmemi istediler. Bu işten de birçok kazancım oldu. Bundan sonra:

«-Burada, zengin fakat yetim bir kız çocuğu var. Seni onun-la evlendirmek istiyoruz» dediler. İlk önce bundan kaçındım ama bunu yapman gerekiyor diyerek beni ikna ettiler ve kabul ettim.

Zifaf gecesi kızcağıza şöyle bir baktım. Bir de ne göreyim o gerdanlığın ta kendisi kızın boynunda. Gözlerimi gerdanlıktan bir türlü alamıyordum. Sabahleyin bana dediler ki:

«-Efendi bu yetim kızcağızın kalbini kırdın. Sürekli gerdan­lığa bakmışsın kızın yüzüne hiç bakmamışsın.»

Onlara, gerdanlık hikâyesini anlattım. Bunu duyunca tek­birlerle, tehlillerle naralar attılar.

«-Ne oluyor size?» diye sorunca dediler ki:

«-Senden, o gerdanlığı alan adam, bu kızın babası idi.»

Bize:

«-Bana bu gerdanlığı iade eden kişi gibi bir müslümanı dün­yada görmedim. Rabbim bizi tekrar buluştursa da onu kızımla evlendirsem.»derdi.

«-İşte şimdi bu dua gerçek oldu.»

Bir müddet onunla evli kaldık. Ondan iki evladım oldu. Sonra hanımım öldü. O kolye, bana ve çocuklarıma kaldı. Bun­dan sonra o iki çocuğum da öldü. Kolye bana kaldı. Kolyeyi bin dinara sattım. Bu yanımda gördüğünüz mallar da o mirastan kalanlar."

Hâfiz Receb el Hanbelî, Kadiri Tarikatının kurucusu, Şeyh Abdülkadir Geylani (d. 471 - v. 561) hakkında şöyle demiştir: (50)

Şeyh Abdülkadir demiştir ki:

“Ben nehir kıyısında bulduğum keçiboynuzu, bakla kırıntısı ve marul yapraklan ile gıdalanıyordum. Pahalılık ve geçim sıkıntısı kavuruyordu. Günlerce hiçbir şey yemedim, Yiyecek şöyle dursun, yiyecek kırıntısı peşine düşmüştüm.

Bir gün açlığın şiddetinden, belki marul yaprağı, bakla yahut yiyecek başka bir şey bulurum da yerim diye nehir kıyısına gittim. Nereye gitsem diğerleri benden önce davranıyor, ne bul­sam fakirler ona hücum ediyor, ben de şefkatimden dolayı onlara bırakıyordum. Şehrin ortasından yürüyerek,Yasin Camimdeki koku satılan çarşıya ulaştım. Zayıflıktan bir yere tutunacak takatim kalmadı ve oradaki dükkânların birinin kenarına oturdum çaldım. Neredeyse ölümle burun buruna gelmiştim. Derken kapıdan elinde ekmek ve kızarmış et bulunan yabana bir genç Kapıdan girdi. Oturarak yemeye başladı. Açlığınım şiddetinden, o her lokmayı ağzına götürmek için elini kaldırdığında ben de ağzımı açıyordum. Bu yaptığımdan dolayı kendimi kınadım ve:

«-Sana ne oluyor? Allahtan başka yardıma yok, hayat da memat da onun takdiri» diye teselli buldum.

O sırada yabancı genç bana döndü ve beni gördü. Bana:

«-Allah’ın adıyla buyur kardeşim» dedi. Ben geri durdum. Keminler ederek yememi istedi. Nefsim de bunu istiyordu ama nefsıme muhalefet ettim. Fakat yine yemem için Allah’a yemin edip ısrar edince bir parça yedim. Bana som sormaya başladı.

«-Ne iş yaparsın? Nerelisin? Ne diye tanınırsın?»

Dedim ki:

«-Ben Ciylan’dan, ilim öğrenmek isteyen biriyim.» O:

«-Ben de Ciylan’lıyım. Abdülkadir adında, Zahit Abdullah es Savmaıy soyundan olan bir genci tanıyor musun?» dedi.

«-Ben Abdülkâdir’im» deyince gencin beti benzi attı:

-Vallahi elimdeki son azığımla Bağdat'a ulaştım. Seni sor- kimse bana senin yerini tarif edemedi. Harçlığım da bitti, üç gündür bir yiyecek parası bulamadım. Sadece sana ait olan para yanımda kalmıştı. Ölü eti bile bana helal olmuştu. Ben de senin emanetinle bu ekmeği ve kızartmayı satın aldım. Buyur afiyetle ye. Şimdi sen benim değil ben senin misafirinim» dedi.

O’na dedim ki:

«- Bu nasıl oldu?» Genç:

«-Annen, benimle, sana sekiz dinar gönderdi. Darda kaldı­ğım için bir kısmıyla bunları aldım. Sana özür borçluyum.» dedi.

O’nu teskin ettim, yemeğin kalan kısmını ve biraz da yol harçlığı verdim. Kabul etti ve döndü.”

İmam ibnü’l Cevzi, ilim öğrenmeye başlarken kendisini et­kileyen sıkıntılardan ve bu sıkıntılara sabredişinden bahseder­ken şöyle demektedir:328

“Ben ilim öğrenmenin zevki içinde idim. Aradığım ve dile­diğim şeylerin güzelliğinden, bu uğurda karşılaştığım sıkıntılar bana baldan daha tatlı idi.

«Kişinin himmeti âli (yüce) olursa karşılaştığı zor­luklar sevimli hâle gelir.»

Çocukluk çağlarında elime kuru bir ekmek parçası alır ve hadis öğrenmeye çıkardım. Bu ekmeği ancak su ile yiyebildiğim­den, İsa Nehri kenarına otururdum. Her lokmayı ısırdıkça üze­rine su içerdim. Gayretimin gözü, ilim tahsilinden başka lezzet görmedi. Bu gayretim meyve verdi ve ben Rasulullah (s.a.v.)’in hadislerini, halini, edebini ve ashabının ahvalini en çok dinle­yenlerden olarak tanındım.”

Aynı şekilde şunları da eklemiştir:

“Sadece bir tek ilim dalıyla yetinmedim, bilakis fikhı da ha­disi de dinleyerek öğrendim. Dünyaya meyletmeyenlere tabi oldum. Hadis rivayet eden ve öğüt veren hiç kimseyi terk etme­dim. Önceliklerim her zaman faziletler olmuştur.

Hadis dinlemek için meşayıhın etrafında pervane gibi dö­küyordum. Geçilmemek için koşmaktan nefesim kesiliyordu. Yiyecek, içecek ve barınacak bir yerim olmaksızın sabahlıyor İve yine aynı şekilde geceliyordum. Rabbim beni asla mahlûkata karşı küçük düşürmedi. O durumlarımı anlatsam iş uzar gider.”

**************

Zehebi, Ali bin Mesud bin Nefis el- Mevsıli’nin (d. 634/ö.704) tercüme-i halini naklederken şöyle demiştir:329

“O, muhaddis imam, topluma faydalı, Ebû’l-Hasen Ali bin Mesud bin Nefis el- Mevsıli’dir. Kendisine bende oldum ve ilim öğrendim. Mütedeyyin, hayırhah, mutasavvıf ve iffetli birisiydi. [Okuduğu kitap sayıya gelmez. Birçok usul tahsil etmişti. İlme olan açlığı hiç bitmedi ve onu nerede bulsa satın aldı. Allah rahmet eylesin.”

*******

Mevsılî, zahiri mezhebine göre hareket eden bir zattı. Geri çek ilim ehline, ilmin her şeyden daha değerli olması gerektiğini şu şiiriyle anlatır:

‘’Kim, bütün her şeyden daha değerli görmezse ilmi

Onu iflah etmez başka şey ölümden gayri’’

Devamını Oku »

2-Alimlerin Dünya Zevklerinden Uzak Kalmaları

Alimlerin Dünya Zevklerinden Uzak Kalmaları


GECELERİNİ İLİMLE AYDINLATANLAR



Mervân b. Muhammed şöyle der: (29)

Leys b. Sa’d’ın şöyle dediğini işittim:

"Muhammed b. Zührî, bir gece yatsıdan sonra abdestli bir şekilde oturarak hadis müzakere etti. Ben sabahlayıncaya kadar onun bu meclisi sürdü.” Mervân der ki:

“Sonra yeni bir hadis müzakeresine başladı."

***********************

Fakîh, hâfiz, önde gelen âlimlerden, âmâ Mugîyre b. Miksem ed-Dabbî’nin (30) (ö. 133) hâl tercümesinde şöyle denilmek­tedir-Kendisi ayrıca İbrâhîm en-Nehaî ve Şâ’bî’den fıkıh almış ayrıca bu ikisinden ve başkalarından rivâyette bulunmuştur: “Fudayl b. Gazvân der ki:

"Ben ve Muğıyre oturup fıkıh müzâkere ediyorduk. Zanne­derim sabah ezanını duyuncaya kadar yerimizden hiç kalkma­dık»"

******************

Tabiînden fakîh, kadı, Abdullah b. Şübrüme (d. 72/ö.144) ile ilgili olarak da şöyle denilmektedir: (31)

Fudayl B.Gazvan, Abdullah b. Şübrüme, Hâris b. Yezîd el-Uklî, Muğiyre b. Mıksem ed-Dabbî ve Ka’ka’a b. Yezîd ile beraber geceleyin oturuyor, fıkıh müzâkere ediyorduk. Belki de



sabah ezanını duyuncaya kadar yerimizden hiç kalkmadık." Bir başka rivayette “Aralarını ancak sabah ezanı ayırıyordu" şeklin­de gelmiştir.

********************

İsmâîl b. Ayyâş el-Hamsî (d. 106/ö. 181) ile ilgili olarak şöyle denilmektedir: (32)

Ebû’l-Yemân der ki:

“İsmâîl, komşumuz olup evi evimizin yanındaydı. Geceyi ihyâ ediyordu. Belki de kırâat ediyor, sonra bırakıyor sonra da tekrar dönüyordu. Bir gün kendisine bunu sordum. O da “Ben namaz kılıyor ve Kur'an kırâat ediyorum. Sonra da çıkardığım herhangi bir baptaki hadisleri hatırlıyor ve namazı bırakarak ha­dis yazıyorum. Sonra da tekrar namaza dönüyorum."

Abdullah b. Mübârek’le ilgili olarak da şu gelmiştir: (33)

Ali b. Hasen b. Şakîk der ki:

“Abdullah b. Mübârek’le beraber soğuk bir gecede mescidden çıkması için kalktım. Kapının yanında bana bir hadis rivayet etti. Ben de ona rivayette bulundum. Müezzin gelip de sabah eza­nını okuyuncaya kadar o hala bana hadis rivayet etmekteydi.



HOCANIN KAPISININ EŞİĞİNDE

Malik ve Leys’in ashâbından Abdurrahmân b. Kâsım el-Ute-ki el-Mısrî (d. 132/ö.191) ile ilgili şöyle gelmiştir: (34)

Kendisi der ki.

‘’Fecir vaktinde Mâlik'e geldim ve ona birkaç mesele sor­udum. Onu bu vakitte gönlü ferah bir şekilde buluyordum. Her seherde yanına geliyordum. Bir sefer eşiğinde uzanmıştım. Uyku bastırınca uyudum. Mâlik mescide çıkmış ve ben bunu hissetmemiştim. Siyâhî câriyesi ayağıyla beni dürttü ve:

"-Efendin çıktı. O senin gibi gâfil değil, şu an kendisi kırk dokuz yaşında, sabah namazını çoğunlukla yatsı namazının abdestiyle kılar. "-Bu kadar sık yanına uğramasından ötürü siyâhi câriye Mâlik’in onun efendisi olduğunu zannetmişti.-

Ebü’l-Kâsım der ki:

“Mâlik’in kapısında on yedi sene kaldım. Bu sürede ne bir şey sattım ve ne de satın aldım.” Yine devamla der ki:

“Ben yarandayken bir Mısır hacısı bize doğru yaklaştı ve bir de gördük ki, yüzü sanlı bir gençmiş, yanımıza girdi ve Mâlike selâm vererek şöyle dedi:

“-İbn Kâsım içinizde mi? Ben işâret edilince gözlerimden öperek bana yöneldi. Ondan güzel bir koku hissettim ki, meğer bu çocuğumun kokusuymuş. O gelen benim oğlummuş.”

İbn Kâsım, çocuğun annesini ona hâmileyken bırakmıştı. Hanımı amcasının kızıydı. Uzun süre seferde kalacağından onu kendi tercihine bırakmış, o da evinde kalmayı tercih etmişti.

Kuteybe b. Saîd, Ahmed b. Hanbel ile ilgili olarak şöyle der: (35)

“Veki b. Cerrâh, (129/197) yatsıyı kıldığında Ahmed b. Han­bel onunla beraber ayrılıyor, kapıda duruyor ve Veki de onunla müzâkerede bulunuyordu. -Vekî’ Ahmed’in hocalarındandı.-

Veki bir gece kolumdan tuttu ve:

“-Ey Ebû Abdullah, sana Süfyân’ın hadisini okumak istiyorum” dedi. O da:

“-Haydi getir, Süfyân’dan, Seleme b. Küheyl’den gelen şu şu rivayet ezberinde mi?" dedi. O da:

“-Evet, Yahya bize tahdîs etti ki,...” diyerek rivâyeti söyledi. Böyle böyle devam etti ve Veki’:

“-Sen bize Seleme’den gelenler bitinceye kadar rivâyet et­tin.” dedi Sonra Ahmed:

“-Seleme’den şu şu ezberinde mi?” diye soruyor, Veki de:

“-Hayır,” deyince Ahmed ona okumaya devam ediyor ve ardından Vekî yine hayır diyor sonra sözü diğeri alıyordu.

Kuteybe devamla der ki:

“-Câriye gelip de “Yıldız, -ya da Zühre dedi- gözüktü” deyinceye kadar ayakta durdular.

……





İLME DALINCA

Mâliki Fakîh, muhaddis, İmam Muhammed b. Sahnûn el- Kayravânî (d. 202/0.256) ile ilgili olarak da şöyle gelmiştir: (36) Mâliki derki:

“Muhammed b. Sahnûn’un Ümmü Müdâme denilen bir câriyesi vardı. Bir gün onun yanındayken geceye kadar bir ki­tabın telifiyle meşgul olmuştu. Câriyesi yemeğini getirmesi için müsâade istedi. Bunun üzerine ona:

“-Ben şu an meşgûlüm." dedi.

Beklemesi uzayınca câriye bitinceye kadar yemeği ona ye­dirmeye başladı. Sabah ezanı okununcaya kadar buna devam etti ve:

“-Ey Ümmü Mûdâme, geceleyin şenle ilgilenemedim, ye­meği getir" dedi. Bunun üzerine câriye:

“- Efendim, vallahi onu sana yedirmiştim." deyince:

“-Bunun farkında olmadım." dedi.

Hadiste müminlerin emîri, Buhârî’nin, Müslim’in, Ebû Dâ-vud’un, TirmM’nin, Nesâî’nin, İbn-i Mâce'nin ve diğerlerinin şeyhi Ebû Abdullah Muhammed b. Yahyâ ez-Zühlî en-Neysâbû-rî (d. 172/ö. 258) ile ilgili olarak şöyle gelmiştir: (37)

Oğlu der ki:

“Yazın öğle vaktinde babamın yanma girdim. Gün ortasın­da oda karanlık olduğu için önünde lâmbasıyla kütüphanesindeydi! Dedim ki:

“-Baba, yaz günü bu lâmbanın dumanı sana zarar verir! Kendini biraz rahadatsan olmaz mı?" Dedi ki:

“-Ey yavrucuğum, ben Resûlüllah (s.a.v) ile, ashabla ve de tâbiinle beraberken sen bana bunu mu söylüyorsun?"

Meclisim zevklidir bağ bahçe misâli,

Kokusu, tadı ve hem ne hoştur renkleri.

********

Fakîh, Mâliki İmam Muhammed b. İbrâhîm B. Abdûs el- Kayravânî (d, 202/ö.260) de ilgili de şöyle bir haber gelmiştir: (38)

“Ebû Bekir Muhammed b. Ebbâd’ın zikrettiğine göre Mu­hammedi b. Abdûs onbeş senesi ilmi çalışmadan, beş senesi de ibâdette geçirmek üzere,otuz sene yatsı namazı abdestiyle sa­bah namazı kılmıştır.’’

…..

SICAĞIN VE SOĞUĞUN
ENGELLEDİĞİ KİMSEDE HAYIR YOKTUR

İbn Hazm’ın ve Hatip Bağdâdi'nin öğrencisi Muhammed b. Fettûh el-Endelûsî (420/488) ile ilgili de şunlar anlatılır: (39)

Emîr İbn Mâkûlâ der ki:

“Dürüstlüğü, iffeti, takvası ve ilimle meşgûliyetiyle arkada­şımız Hûmeydî’nin bir benzerini görmedim. “Tânhü’l-Endelüs”ü tasnif etti. İbrahim es-Selemânî der ki:

“Faziletinde ve asâletinde, geniş ilminde ve ilmi yaymaya düşkünlüğünde gözlerim Humeydî gibisini görmedi.” Yahya b. el-Bennâ da şunu der:

“Humeydî’nin çalışması şöyleydi; Geceleyin sıcakta yazıyor, serinlemek için içi su dolu bir leğende oturuyordu! Allah, “Sı­cağın ve soğuğun kendisine mâni olduğu kimsede hayır yoktur.” diyen kimseye rahmet etsin.



GECE YARISI DERS

Şâfî usulcü İmam Ebû’l-Feth İbn Berhân el-Bağdâdî (d. 479/0. 518) ile ilgili de şu ifade edilir: (40)



Önce Hanbelî mezhebinden idi sonra Şâfî mezhebine geçti. eş-Şâşî’den, Gazâlî’den, İlkiyâ’dan fikıh tahsil etti. Parlak bir ze­kâya ve şaşırtıcı bir mîzâca sahipti. Neredeyse ne duyarsa ezber­liyor ve zihninde kalıyordu. İlim için sürekli bir gayret içindeydi ve hatta onun ismiyle darbı mesel bile söylediler.

İlim taliplileri uzak yollardan ona geliyordu ve talebeler ka­pısında birbirleriyle yanşıyorlardı. Sonunda meşgûliyeti günü­nün tümünü ve gecesinin de bir kısmını kapsar oldu. Seher vak­tinden yatsıya kadar oturuyor ve aynı şekilde yatsıdan sonraya da kalıyordu.

Anlatılır ki bir grup kendisinden Gazâlî’nin ihya’sından kendilerine ders vermesini istemiş, o da şöyle demiştir:



“-Sizin için vakit bulamıyorum.” Bunun üzerine onlar vakit belirlediler o da bu vakitte falan kimseye dersim var." demişti. Nihayet îhyâ”dan ders vermesi için gece yarısını kararlaştırdı­lar.

***************************

Allah seni her türlü musibetten muhafaza eylesin. Ibn Be hân’ın ilmi yaymak ve başkalarına ulaştırmak ve taşımak için şu şaşırtıcı sabrına bir bak. Yine hocadan ders okumak için gece yansından başka vakit bulamayan ve ilimle yanıp tutuşan o tale­belerin şu içlerini dürten şevklerine ve ateşli tutkularına bir bak. O vakitte sevinç ve mutlulukla hocalarına geldiler ve kendilerini şanslı ve nasipli saydılar.

Talebesiyle ve hocasıyla bu ecdada mâşallah ! O talebele­rin ilme olan sevgisi ne kadir güçlü öyle! Sağlam bir ilme sahip olmak ve anlamak için hocadan tahsil yapmaya ne kadar arzu­lular! Yine emaneti tevdi eden, ahde vefa gösteren o hocalar ilmi yaymak ve talabeye ulaştırmak için ne kadar da sabırlılar !

En rahat, en dinç ve zihinlerinin en açık vakitlerinde, yazın serin, kışın sıcak sınıflarında elli dakikalık dersten çıkmak için bir-an önce zili bekleyen ve sınıftan birbiriyle yarışarak çıkan bu as­rın talebelerinden Allaha sığınırız. Sanki yangından kaçıyorlar ya da zâlim bir kâtilin esaretinden kurtuluyorlar!



….

ÖNCEKİ ULEMANIN BÜYÜK İDEALLERİ



İmam Ebû’l-Ferec’in (o. 597) faydalı ve ilgi çekici eseri “Say­dul-Hatır” da kendinden bahsederek ‘büyük düşünme’ konu­sunda söylediği bazı sözleri vardır, ilim talebesinin gayretlerim en üst noktaya çıkarması ve bununla beraber onu hedeflerine ulaştırması amacıyla bu kitapta kendisinden bazı cümlelere yer vermenin güzel olacağını düşündüm. Çünkü gayret gayreti harekete geçirir. Kendisi şunları ifade etmektedir“:



Büyük ideallere sahip olma olgun bir aklın göstergesidir.Küçük beklentilere küçük insanlar razı olur! Şâir der ki;

‘’Yükseldikçe kişi daha da yükselir isteği,

Küçük insanlar ise küçük şeylere olur kani.’’

İnsan büyük hedeflerinden daha muazzamıyla hiç denenmemiştir. Hedefini yüksek tutan kişi onurlu şeylerden yana tercih kullanır. Bunun için de zaman müsâit olmayabilir; bazen araçlar yetersiz kalabilir ve bu yüzden acılar içinde kalabilir.Benim bazı büyük hedeflerim olmuş ve ben bu yüzden acı çekmiştim ! Keşke bunlar olmasaydı demiyorum. Hayat ancak aklın yokluğu ölçüsünde zevkli olur! Akıllı kişi ise hayattan daha fazla haz duymayı akılsızlığa değişmez!



Kime büyük düşünmek nasip olmuşsa hedefinin büyüklüğü kadar acı duymuştur. Nitekim şâir şöyle der:

‘’Gönül büyükse eğer kişide,

Beden yorulur onun peşinde.

Bunun izahı şudur :

Hedefi yüksek olan bütün ilimleri talep eder, kendini bir kıs­mıyla sınırlamaz. Ayrıca her bir ilmi de sonuna kadar ister ki bu bedenin kapasitesini aşan bir durumdur.

Sonra kişi görür ki, ilimden murâd ameldir. Bu sebeple ilim­le bir arada tutmak zor olduğu halde gece kıyâm ederek gündüz de oruç tutarak çalışır. Sonra dünyâdan uzaklaşmayı düşünür ve bunun için gerekli şeylere ihtiyâç duyar; îsârda bulunur, cim­rilik yapamaz. Cömertlik onu bolca harcamaya yönlendirirken izzeti nefsi ise bunun için kazanmasına mâni olur.

Cömert hâliyle devam ettiği takdirde muhtâç olur ve fakir­leşir. Hem kendi bedeni ve hem de âilesi bundan etkilenir. Şâyet elini kısarsa karakteri bunu reddeder. Kısacası, yardıma ve kendisine ters gelen şeylere sahip olmaya ihtiyaç duyar. Bu du­rumda o asla sonu gelmeyecek ve tükenmeyecek yorgunluklar­la iç içedir. Sonra amellerinde ihlâs gerçekleştirirse yorgunluğu fazlalaşır ve müzminleşen acısı daha da kuvvetlenir!

Hedefi küçük olan şimdi bunun neresindedir? Bu kişi fakihse kendisine bir hadis sorulur “Bilmiyorum” der. Muhaddisse kendisine fikhî bir mesele sorulur yine “Bilmiyorum" der. Kendi­sine “yetersiz" denildiğinde de aldırış etmez.



Yüce hedefi olan ilimde geri kalmayı, aybı ifşâ olmuş ve in­sanlara ayıbını göstermiş gibi rezilce görür. Hedefi küçük olansa insanların ihsanlarını önemsemez! Onlardan istemeyi de çirkin bulmaz.Geri vermeye yanaşamaz! Büyük düşünceler bunu kaldırmaz.Fakat yüksek hedefin verdiği yorgunluk hakikatte rahatlıktır.Eğer iyi anlaşılırsa küçük hedefin rahatlığı gerçekte yorgunluk ve kusurdur! Dünyâ ise yücelerin en yücesi için yarışma yeridir. Büyük hedeflere sahip olanın hedefi için elinden geleni yapması gerekir. Şâyet en başa geçerse ki asıl maksât budur. Çalıştığı halde şâyet yarışta tökezlerse asla bıkıp usanmaz.

Bana türlü gâyelere yönelik büyük bir hedef bahşedildi. Alt­mışıma vardım ancak emellerime ulaşamadım. Bunun üzerine Allah’tan ömrümü uzatmasını, bedenime kuvvet vermesini ve isteklerime ulaşmayı dilemeye başladım. Hayatın kuralları beni yadırgadı ve “Hayatın akışı senin istediğin gibi yürümüyor" dedi. Ben de “Ancak hayatın kanunlarını aşmaya kâdir Allah’tan isti­yorum" dedim.

Kendi ideallerime baktım ve hayret verici buldum! Hal bu ki, ilme dâir kesin olarak ulaşamayacağım şeyleri istiyorum. Çünkü ben değişik dallarıyla bütün ilimleri istiyorum. Ayrıca ilimlerin her dalını incelikleriyle araştırmayı istiyorum. Oysa bu bir ömrün onun bir kısmına bile yetişemeyeceği bir iştir. Sadece bir dalı bitirmiş ve onun dışındakilerde eksik kalmış gayret-keş birini görsem fıkhı olmayan muhaddis ve hadis ilminden  habersiz fakih gibi onun azmini tamam addetmem. Daha az ilimle yetinmenin ancak azim eksikliğinden kaynaklandığını dü­şünürüm.!

Sonra ben ilimle amel etmenin son haddini istiyorum. Bişri Hafî’nin takvâsını, Ma’rûf el-Kerhî’nin zühdünü arzuluyorum. Tabî bu, eserleri tetkik etmek, insanlarla konuşmak ve onlarla hemhâl olmakla beraber ulaşılması zor bir iş!

Sonra bir de insanlara muhtâç olmamak ve onlara ihsan­da bulunma şerefine ermek istiyorum. İlimle meşgûl olmak ise kazanç elde etmeye engeldir. İkrâm ve ihsân kabul etmek ise büyük düşüncenin kabûl etmeyeceği şeylerdendir.

Ben öldükten sonra bana halef olsun diye eser tahkikine yöneldiğim gibi evlâtların da taleplerine yöneliyorum. Bunu is­temek ise yalnızlığı seven bir kişinin aklını meşgul eder.

Ayrıca ben güzel şeylerden istifade etmeyi de istiyorum. Bunda da maddî yetersizlik itibarıyla bir engel söz konusudur. Sonra gerçekleşse de bu ideallerimdeki bütünlüğü bozar!

Bunun gibi bedenimin iyiliği için yemeyi ve içmeyi arzulu­yorum. Zîra maddi imkânsızlık buna engel olduğu halde, beden rahata ve lütûfa alışkındır. İstediklerimin hepsi zıtlarıyla bir ara­da!

İdeallerini anlatan insanlar gördüm. Şöyle bir inceleyince bir de baktım ki, tek bir dalda hedef güdüyorlar ve en önemli konulardaki eksikliklerine aldırmıyorlar. Razî der ki:

‘’Bîtap olmak her cisim için bir âfettir.

Benim âfetim hedefin dağılmasıdır.’’

Ebû Müslim el-Horasânî gençliğinde neredeyse hiç uyumu­yordu. Bununla ilgili olarak ona sorulduğunda “Berrak bir zi­hin, uzun soluklu hedefler ve işlerin en üstününü arzu­layan bir ruhla, bayağı insanlarınkine benzer bir hayat beraber olabilir mi!?" demiştir.

Denildi ki:

“-Doyumsuzluğunu giderecek şey nedir?"

“-Hükümran olmak” dedi.

“-Öyleyse onu talep et.” denilince de:

“—O ancak yanında korkularla istenir” dedi.

“-Öyleyse korkuların ardından git" denildi.

“-Akıl buna mânidir” dedi.

“-Öyleyse ne yapacaksın?" denildi:

“-Aklımı biraz bilgiden yoksun bırakacağım ve tehlikeye atılacağım. Hedefe ancak cahillikle ulaşılır! Ancak muhafaza edeceği şeylerde aklı devreye sokarım. Yorgunluk, yokluğun kardeşidir."

Şu miskinin haline baktım da birden en mühim hususu,işin âhiret boyutunu zâyi edip hükümranlık peşine takıldığını farkettim. Bu yolda niceleri ölüp gittiler! Hatta bazısı isteklerine ulaştı, ama sekiz seneden başka o nimetlerden istifade edemedi! Ardından da akıl tedbirini unutunca kendisine bir sûikast düzen lendi. Sonuçta öldürüldü ve en kötü hal üzere âhirete gitti!

Benim durumum nerede ve nihâi hedefi dünyâ olan kişinin vaziyeti ilgili anlattıklarım nerede? Ben dünyevi olarak: elde edilen bir şeyin herhangi bir sebeple dinîmin saygınlığına halel getirmesini, ilmime ve amelime tesir etmesini istemem.

Geceleyin kıyâm, ilmin yanında takvâ, aklı eserlerle meşgul  etme ve beden için uygun yiyeceği temin etme arzusu benim için nasıl da derttir! İnsanlarla görüşmek ve onlara ilim öğretirken yalnız kalıp da sessizce yalvaramamak benim için ne hazin bir durumdur! Aîle için gerekli şeyleri düşünmekle beraber âh bir de Allah’tan korkmanın tasası!

Şu var ki, ben acılanma teslim olmuşum. Belki de acılarımla terbiye olacağım. Çünkü yüce hedefler ancak Hakka yaklaştıra­cak onurlu işleri talepten ileri gelir. Belki de isteklerdeki şaşkınlık hedeflenen şeyin bir delilidir. İşte ben nefeslerimden birinin bile boş yere zâyî olmaması için dikkat ediyorum. Gayretim hede­fine ulaşırsa ne âlâ. Aksi olursa da mû’minin niyeti amelinden üstündür.

Hazların tümü hissi ve aklî niteliktedir. Hissi hazların son noktası ve en üst seviyesi evliliktir. Aklî olanların nihâî noktası da ilimdir. Dünyada kimin için bu iki hedef hâsıl olursa o nihâî hedefe nâil olmuş demektir.

Ben talebeyi iki amaca da yönlendiriyorum. Şu kadarı var ki, nasibdâr talebenin bir belirtisi vardır ki o da ona yüce hedef­ler bahşedilmiş olmasıdır. Bu, daha çocukla beraber doğar ve nitekim kişiyi çocukluğundan itibaren işlerin en şereflisine talip olduğunu görürsün. Hadiste rivayet edilmiştir ki:



‘’Abdulmuttalib’in Kâbe-i Muazzama yanında bir yeri vardı. Nebi (s.a.v) çocukken gelir, onun kucağına otururdu. Abdulmuttâlip de benim bu oğlum için ilerde büyük bir mevki vardır."derdi.

Şimdi biri “Benim gayretim var ancak istediğim kısmet olmadı. Çıkış yolu nedir?" derse bunun cevabı şudur: “Nasip bir kapıdan kapanırsa bir başka kapıdan açılır. Sonra Allah’ın sana gayret nasip edip de yardıma olmaması muhal bir durumdur. Bak hâline, belki de sana şükrünü yapmadığın bir ihsanda bu lunmuştur! Ya da sabır gösteremediğin bir arzunla seni imtihan etmiştir!

Şunu bil ki, Allah sana ilmin lezzetini tahsis ettiği için belki birçok dünyevî zevkten uzaklaştıracaktır.

Sana açıklamayı murad ettiğim şey şu: ilme yeni başlayan bir gencin her ilmin bir yönünü öğrenmesi, fikıh ilmini en mühimi olarak görmesi ve hadis, siyer, ahbâr gibi nakil bilgisini de ihmâl etmemesi gerekir. Kâmil insanların âdeti böyle ortaya çıkar. Kişiye dil ve hitâbette bir fesâhât verilmiş ve bir de buna lugat ve nahiv bilgisi eklenmişse çok keskin bir dile sahip olmuş demektir.

İlim ne zaman Hakkı bilmeye ve Allah’ın hizmetine vesile olursa sahibi için başkasına açılmayan kapılar açılır. Bu zaman­ca -6.asır- ulemanın ilimde ihmâlkâr davranarak sıradan insan­lar gibi olmaları bana üzüntü veriyor. Kendilerine mevzû bir hadis rastladığında bunun için mervîdir diyebiliyorlar!

Bayağı hedefler yüzünden göz yaşı dökmek lâzım!!! Lâ havleve lâ kuvvete illâ billâhilaliyyilazim."
Devamını Oku »

1-Alimlerin İlim Uğruna Zorluklara Katlanmaları ve Uzun YollarKatetmeleri

Alimlerin İlim Uğruna Zorluklara Katlanmaları ve Uzun Yollar Katetmeleri


SÖZ O'NUN (A.S.) SÖZÜ OLUNCA



Hatib el-Bağdâdî tâbiînin önde gelenlerinden Ebü’l-Âliye Rüfey’ b. Mihrân er-Riyâhî el-Basrî’den (ö. 93) şöyle rivayet etmiştir:



“Biz, Basra’da iken Resûlullah’ın ashabından gelen rivayetler dinliyorduk. Bineğimizle Medine’ye yola koyulup da hadisi bizzat sahâbenin ağzından dinlemedikçe duyduğumuza gönlümüz razı olmuyordu. ”(1)



Hâfiz b. Kesîr tâbiînin büyüğü, Medîne-i Münevvere’nin âlimi Sa’îd b. El-Müseyyeb'le (d. 13/ö.94) ilgili olarak şöyle demektedir:

“Mâlik, Yahya b. Saîd’den Sa’îd b. Müseyyeb’in şöyle dediğini aktarmaktadır:

“Yalnızca bir hadis öğrenmek için gece gündüz yolculuklar yapıyordum."(2)



Hâfiz Râmehürmüzî önde gelen tâbiîn Şa’bî (Amir b. Şerâhi) el-Kûfî el-Hemdânî’den (d. 19/ö;1o3) rivâyet ettiğine göre o; belki Nebî (s.a.v)’in ashabından birini bulurum diye kendisine zikredilen üç hadis için Kûfe’den Mekke’ye yolculuğa çıkmıştır.(3)



Hâfiz ez-Zehebî “Tezkiren ’l-Huffâz "da(4) İmam Şa’bî ile ilgili olarak aynı şekilde şunu ifade etmiştir: İ. Şübrüme der ki, Şa’bi yi şöyle söylerken işittim:

“Bu güne kadar elime kalemi alıp da yazı yazmış değilim. Kim bana bir hadis söylediyse onu ezberlemişimdir. Ayrıca birinin söylediğini bana tekrarlamasını da hoş bulmamışımdır. İlimde unuttuğum bazı şeyleri şayet biri ezberleseydi o bilgiyle âlim olurdu."



Ayrıca, Vâdi’er-Râsibî’ Şa’bî’den rivayet ettiğine göre o şöyle demiştir:

“Şiirden daha az hiçbir şey rivayet etmiyorum. İsteseydim bir ay boyunca tekrar yapmadan size şiir okuyabilirdim."

İbn Medenî şöyle demektedir: Şa’bî’ye denildi ki:

“-Bütün bu ilmini nasıl elde ettin?" O da:

“-Birine bağlanıp kalmadan şehir şehir dolaşarak, merkeb gibi sabrederek ve karga gibi en erken davranarak(5)" diye cevap verdi.



Hâfiz ed-Dârimî ve Hatib el-Bağdâdî güzide tâbiîn Ebû Kılâbe (Abdullah b. Zeyd) el-Cerml el-Basri'ye (ö. 104) ulaşan senetleriyle onun şöyle dediğini rivâyet etmektedirler(6):

"Medine’de üç gün kaldım. Orada kendisinden bana bir hadis ulaşan kişinin gelmesini beklemekten başka bir işim yoktu. O’nun geleceğini duydum. Bunun üzerine o gelip de bana hadisi rivayet edinceye kadar hiç bir yere ayrılmadım.’'

********

Hâfiz ez-Zehebî tâbiînden, Şâm ehlinin imâmı ve fakihi, Mekhûl eş-Şâmî (ö. 112) ile ilgili şunu söylemektedir(7):

“Şâm ehlinin âlimi Mekhûl, Hüzeyl’den bir kadının kölesi­dir. Abdullah b. el-‘Alâ der ki: “Mekhûl’u şöyle derken işittim:

“Sa’îd b. el-Âs’ın kölesiydim. Beni Mısır’da Hüzeyl’den bir kadına verdi. Allah da Mısır’da bana ilim nimeti ihsân etti."

Yahyâ b. Hamza Mekhul’un şöyle dediğini rivâyet eder:

“Mısır’da âzâd edildim ve bana ne gösterildiyse ona sahip olmadıkça orada ilmi bırakmadım. Sonra lrak’a gittim ve aynı şekilde,bana gösterilenlere sahip olmadıkça oradan ayrılma­dım. Ardından Medine’ye geldiğimde de aynısını yaptım. Sonra da Şam’a gittim ve buranın ilmini inceledim. Bütün bunlar için beytülmalden talepte bulunuyordum."

Yûnus b. Bükeyr Mekhûl’ün şöyle dediğini nakletmektedir:

‘’İlim öğrenmek için tüm ilim yerlerini dolaştım." Yine Sa’îd B.Abdülaziz da  Mekhûl’ün şöyle dediğini rivayet eder; “İlim için ne işittimse sadrımda muhafaza ettim ve istediğim zaman öğrendiğimi hazır buluyordum.” dediğini söyler.



DİYET Mİ HADİS Mİ?

Kadı Iyâz ve İ. Nâci, İmam Abdullah el-Fârisî el-Kayravâni’nin (d. 115/ö. 176) şunu söylediğini aktarmaktadır(8):

“Kûfe’ye geldiğimde en büyük arzum Süleymân b. Mihrân’-dan -el-Ameş- hadis almaktı. Kendisini sorduğumda bana:

“Ehli hadise kızdı ve bir müddet onlara hadis rivâyet etme­yeceğine yemin etti." cevâbı verildi. Belki kendisine ulaşırım diye sık sık kapısına gittim geldim. Ancak başaramadım. Bir gün hem gurbete çıkışım ve hem de onu dinlemekten mahrum kalışım üzerinde düşünceye dalmış bir halde kapısında oturuyordum ki bir câriye kapıyı açıp dışarı çıktı ve bana şöyle dedi:

“-Kapımızın önünde ne işin var?!" Ona buraların yabancısı olduğumu söyledim ve durumumu çınlattım. Bana:

“-Memleketin neresi?” diye sordu.

“-Afrikalıyım" dedim. Bu sefer:

“-Kayravan’ı biliyor musun?” dedi. Ben de

“-Ben oralıyım” şeklinde cevap verdim.

“-İbn Ferrûh’un evini biliyor musun?" dedi.

“ Ben oyum” dedim. Bana derin derin baktı sonra da şöyle dedi:

“-Abdullah mı yoksa!?”

“-Evet” dedim. Bir de anladım ki, bir zamanlar küçükken satmış olduğumuz câriyemiz. Hemen Âmeş’e koştu ve kendisi­ne:

“-Daha önce size bahsetmiş olduğum efendim kapıda!" dedi. O’na benim içeri girmemi buyurdu, ben de girdim. Beni evinin tam karşısında bulunan bir eve yerleştirdi. Başkalarını öğ­retimden yasaklamışken ben amacıma ulaşıncaya kadar kendi­sinden hadis aldım.



Mâliki, onun uzun sûre ilim için yolculuğa çıktığını üstâd ve fakihlerle görüştüğünü, Ebû Hanîfe'den tedvin edilenlerin dışında pek çok meseleyi dinlediğini -ki denildiğine göre bu on bin meseledir- ifade etmektedir. Yine Mâliki onun şöyle dediğini zikretmektedir:

“Ben yarımdayken Ebû Hanife’nin evinin çatısından başıma bir tuğla düştü ve başımı kanam. Bunun üzerine bana:

“-Diyet mi istersin yoksa üç yüz hadis mi?” deyince ben de:

“Hadis isterim” dedim ve o da bana hadis rivayet etti.

Şimdi, muhaddislerin seyyidi, ehl-i sünnetin imamı, zâhidlerin ve âbidlerin şeyhi İmam Ebû Abdullah b. Hanbel’den (d. 164/ö. 24i) konumuzla ilgili gelen rivayetlere geçeceğim.



AHMET B. HANBEL

Ebü’l-Yümn el-Uleymi el-Hanbelî “el-Menhecü-l Ahmed” adlı kitabına İmam Ahmed’in hâl tercümesi ile başlar ve şunları söyler:

“İmam Ahmed, on altı yaşındayken hadis öğrenmiş, h. 183 senesinde Küfe’ye gitmiş ki bu onun ilk seferidir, h. 186’da Bas­ra’ya, h. 187’de Mekke’ye Süfyân Uyeyne’nin yanma gitmiş ki bu da İmam Ahmed’in ilk hac yaptığı senedir, h. 197’de de Ye­men’deki San’â’da bulunan Abdürrezzak’a yolculuk yapmış ve Yahya b. Ma’în de bu yolculuğunda kendisine refâkat etmiştir.

********************

Hafız el-Cevzî(9), Fakîh Ahmed b. Hamdân el-Hanbelî(10)ve

Hâfiz b. Kesır ’in(11) ifade ettiklerine göre İmam Ahmed şöyle demiştir:



“İlmi (hadisi) ve sünneti öğrenmek için Süğur'a, Şâmât’a, sahildeki şehirlere, Mağrib’e, Cezâir’e, Mekke'ye. Medine’ye, Hicaz’a, Yemen’e, Irakeyn’e, İran’a, Horasan’a, Cibâle, dvar şehirlere yolculuk yaptım ve sonra Bağdat'a döndüm.

Daha sonra Küfe’ye gittim. Öyle bir evde kalıyordum ki ba­şımın altında yastık yerine kerpiç tuğla vardı! Sonra hummaya tutuldum! Bunun üzerine annemin yanına -Allah kendisine rah­met etsin- döndüm. Zîra ondan izin almamıştım. Şayet yanımda doksan dirhem olsaydı Rey şehrinde bulunan Cerîr b. Abdulhamîd’in yanma, giderdim. Nitekim bazı arkadaşlarımız gittiler ancak benim için bu yolculuk mümkün olmadı. Çünkü hiçbir şeyim yoktu!"

************************************

Hâfiz b. Hacer’in “Tehzıbü’t-Tehzîb" adlı eserinde, İmam Ahmed’in hâl tercümesi ile ilgili şöyle yer almaktadır:

Ahmed dedi ki:

"Beş defâ hacca gittim. Bunlardan üçünü yaya olarak yap­tım. -Beldesinin Bağdat olduğu gözünden kaçmasın- Yine yaptı­

ğım bu haclardan birinde otuz dirhem harcadım.” İbnü’l Cevzî de şunu ifade etmektedir(12):

“İmam Ahmed, Müsned’i bir araya getirinceye kadar ilim dünyasını iki kez dolaştı.”

***************************************

Hâfiz, İmam, fakih, muhaddis, İmam Ahmed’in talebesi ve fikhî meselelerdeki râvîsi Ebû Ya’kûb İshak b. Mansur el-Kevse-cü’l-Mervî (ö.251) Merv’den Bağdat’a gelmiş, İmamdan fikıh ve  hadis ilmi almış sonra Horasan’a dönmüş ve Nîsâbûr’a yerleşmişti.

Sonra İmam Ahmed’in bazı fikhî meselelerdeki görüşlerin­den rücû’ ettiği haberini alınca ondan daha önce not aldığı meselelerde re’yini te’yid etmek için Nîsâbûr’dan Bağdât’a kadar yürüyerek gitti.

İbn Ebî Yalâ, “Tabakâti'l-Hanâbile”(13) de, Zehebi “Tezkiretü’l- Huffaz’da(14), ve Uleymî da “Menhecü’l-Ahmed”(15)de şunu ifade etmelerdir:

“Ishak b. Mansur el-Kevsec, fakih ve âlimdi. Yine o İmam Ahmed’den fıkıhla ilgili bazı meseleleri tedvîn etmiştir. Hassân b. Muhammed, üstadlarının İshâk b. Mansûr hakkında şunu zik­rettiklerini söylemiştir:

“İshâk b. Mansûr, Ahmed b. Hanbei in daha önce kendi­sinden not aldığı fikhi görüşlerinden rücû’ ettiğini duydurun da bunları bir torbada toplayıp sırtına yüklenmiş ve bu yüküyle yaya olarak Bağdat’a yola çıkmış, görüşünü aldığı her bir meselede kendisinden tuttuğu notları Ahmet b.Hanbel’e arzetmiş,o da ikinci defa görüşlerini takrir etmiştir. Ahmed b. Hanbel de onun bu durumuna hayret etmiştir.”



PEYGAMBER (A.S.) AŞKIYLA

Hafız el-Erğıyânî (223/315) ile ilgili de el-İmâmu’l-Hâkim Ebû Abdullah şöyle bir haber vermektedir. (16)

“Âbid müctehidlerdendir. Takva ve samimiyet içinde ha­dis öğrenmek için sürekli yolculuk yapanlardandı. Biri dışında üstatlarımız onun “Diyarı İslâmda hadis almak için huzuruna dâhil olmadığım hiçbir kürsü kalmamıştır.” dediğini zikretmektedirler.

Ebû Alî el-Hâfiz en-Neysabûrî şöyle anlatmaktadır:

“Muhammed b. el-Müseyyib el-Erğıyânî Mısır’da yürüyordu. Elbisesinin yeninde yüz bin hadis vardı. Ebû Ali’ye bu nasıl mümkün olur? denilince o da:

“Onun cüzleri küçüktü ve ince bir hatla yazılmıştı.Her bir cüzde bin tane hadis vardı ve beraberinde yüz cüz hadis taşıyordu. Onun bu hâli meşhur olmuştur.”diye cevap verdi.

Hadis okumaya başlayıp da Resûlüllah buyurdu ki dediğin­de biz kendisine acıyıncaya kadar ağlardı! Çok ağlamaktan göz­leri görmez oldu! Allah ondan râzı olsun.



ESİR OLMAK DA VAR...

İ. Ebî Kâmil, Şam Muhaddisi Ebû'l-Hasen Hayseme (d. 250/0. 343) ile ilgili olarak onun şöyle dediğini rivayet etmektedir. (17)

"Deniz yolculuğuna çıktım. Yûsuf b. Bahr’dan hadis almak için Cebele’ye  yöneldim. Sonra Antakya’ya yola çıktım. Kar­şımıza bir gemi çıktı ve onlarla mücadeleye tutuştuk. Sonra bir grup gemimizi ön kısmından teslim aldı. Sonra bizi yakalayıp dövdüler ve isimlerimizi yazdılar. Bana dediler ki:

“-İsmin ne?" Ben de:

“-Hayseme” deyince birisi:

“-Eşek oğlu eşek diye yaz!" dedi.

İyice dövülünce kendimi kaybettim ve uyuyakaldım. Rü­yamda sanki kapısında bir grup hûrinin durduğu cennete baktı­ğımı gördüm. İçlerinden biri:

“-Ey bahtsız ne kaçırdın, biliyor musun? dedi. Diğeri de:

“-Neyi kaçırmış?” dedi. Bunun üzerine

“-Öldürülseydi hûrilerle beraber cennette olurdu." dedi. Bu kez diğeri:

‘’-Allah’ın ona İslam’ın izzeti ve şirkin zilleti uğruna şehâdet nasib etmesi onun için daha hayırlıdır" dedi ve akabinde kendime geldim.

Yine rüyâmda sanki bir kimsenin bana şöyle dediğini gör­düm:

‘’-Berâe sûresini oku.’’ Ben de ‘’yeryüzünde dört ay dolaşın.’’(Berae,2) ayetine kadar okudum.Rüyayı gördüğüm geceden itibaren dört ay saydım.Bundan sonra Allah beni esaretten kurtardı.



Yâkut el-Hamevî ve Zehebi, Ebûl-Hasen el-Kattân el-Kazvini (d. 204/ö.345) hakkında şunları söylemektedirler;(18)

"Kendisi hafiz, allâme, bilgisi engin, imam, Kazvîn muhaddisi ve âlimidir. Doksan bir sene yaşamış ve bu yaşında ilim yol­culuğuna çıkmıştır, ülkelerdeki pek çok üstattan ilim kaydetmiş­tir. Yine o, İbn Mâce'den "Sünen’ini rivayet etmiş, kendisinden de sayılamayacak kadar âlim rivayette bulunmuştur. Bunlardan biri de Ebû'l-Huseyn Ahmed b. Fâris el-Luğavî el-Kazvînîdir.

Ebû Ya’lâ el-Halîlî, onun hakkında şunu söylemektedir.(19):

“Bütün ilimlerde, tefsir, nahiv, lügat ve fıkıhta âlimdir. Dine bağlılık ve ibadet açısından bir benzeri daha yoktur. Ebû Ha­tim er-Râzî’yi duyunca üç sene onun için beldesinden ayrıldı. Kazvin, Râzî, Bağdat, Küfe, Yemen San’â, Hemedân, Hulvân ve Nihâvend’li pek çok kişiden hadis aldı. Uzun ömürlü oldu ve başından pek çok olay geçti.

Kazvîn’li üstatların “Ebû’l-Hasen, fazilet ve zühdde bir ben­zerini görmedi. Otuz sene devamlı oruç tuttu. Ekmek ve tuzla iftar ediyordu!"

İ. Fâris “Emâlî"sinde demektedir ki:

“Ebû’l Hasen el-Kattân’ın yaşı ilerleyip de güçten düştükten sonra şöyle dediğini işittim:

"İlim yolculuğuna çıktığımda yüz bin hadis ezberliyordum. Bugün ben yüz hadis ezberleyemiyorum!" Yine devamla şöyle diyordu:

'’Gözümden hastalandım! Zannediyorum ki, hadis ve ilim çıkarken kendisinden ayrıldığım gün annemin çok ağlamasından dolayı cezalandırıldım.” O'nun faziletleri sayılanlardan daha fazladır.

**************************************

Ahmed b. Mahmud, İbn Mukri’(ö. 381) ile ilgili olarak:

“Kendisi şarkı ve garbı dört defa dolaştığını söylerdi."(20) de­mektedir.

Zehebî de onunla ilgili şöyle demektedir:

İki kişi onun şöyle dediğini rivayet etmiştir:

“Mufaddal b. Fadâle el- Mısrî nüshası için yetmiş ayrı yere yolculuk yaptım. Bu nüsha, bir ekmek karşılığında ekmekçiye verilse kabûl etmezdi. On defâ da Beyt-i makdise gittim." O’nun beldesinin Isfahân olduğunu unutma.

***************************

Zehebî, Muhammed b. İshak (310/395) hakkında şöyle de­mektedir(21):

“Ebû Abdullah’ın hadis aldığı üstatların sayısı bin yediyüzdür.Eliyle, birkaç yüklük not tutmuştu.

Uzun yolculuktan döndüğünde yazdıkları bir kaç yüklüktü. Hatta “Yazdıkları kırk yüktü, bu ümmetten hiçbir kimsenin onun ; semâen aldığı ve bir araya getirdiği kadar hadisi dinleyip cem  ettiği bize ulaşmamıştır." denilmiştir. Hıfzı, marifeti, samimiyeti ve pek çok tasnifiyle beraber ilim için yer yer dolaşanların kanuncusu, muksirûnun(çok sayıda hadis rivayet edenlerin) yegâne kişisiydi. Ca’fer el-Müstağfirî, kendisine:

‘’-Üstatlardan semâen kaç hadis aldın? diye sordum. O da:

-Beş bin sepet dolusu diye cevap verdi." demektedir. Onun ilk yolculuğu 330’da Nîsâbur’adır. Hâkim der ki:

331 senesinde Buhârî ile görüştük bize fazlasıyla rivayette bulundu. Sonra vatanına giderken 75 senesinde Nîsâbur'a yanımıza geldi. Yirmi yaşındayken ilim yolculuğuna çıktı sonra üstat olarak vatanına dönüp altmış beş yaşındayken evlendi ve çocukları oldu. Pek çok kişiye hadis rivâyet etti.”

İbn Mende demektedir ki:

“-Şarkı ve garbı iki defâ dolaştım.” Ebû Zekeriya İ. Men­de dedi ki: “Nısâbûr yolunda amcam Abdullah’la beraber idim. Mecce kuyusuna vardığımızda amcam bana şunu anlattı:

“Babamla beraber Horasan’dan dönüyordum. Buraya gel­diğimizde elbise olduğunu zannetiğimiz kırk ağır yükümüz var­dı. Aniden küçük bir çadırın içinde bir üstat gördük. İşte o kişi senin babandı! Bir kısmımız ona:

“-Bu yükler nedir?" diye sordu. O da:

“_Bu zamanda ona rağbet eden bir kimse için az bir yüktür.Bunlar Resûlullah’ın (s.a.v) hadisidir.” diye cevap verdi. Yine bundan sonra amcam bana şunu zikretti:

“-Yirmi ağır kitap yüküyle Horasan’dan gelmekteydim. Ba­bana tabî olarak kuyunun yanında onları indirdim.

******************************

Hâkim en-Neysâbûrî (d. 321/0.405) üstâdı İ. Mihrân(22) ilgili şöy­le demektedir:

“Merv ve Mâverâünnehr’e gittim. İ. Mihrân’la görüşeme­dim. Altmış beş senesinde Hac’ta kâfileler arasında onu aradım fakat kendini gizledi. Yalnızca bir ya da birkaç hadis için orta­lıklarda görünmemeye çalışıyordu. Altmış yedi senesinde onun Mekke’de olduğu bilgisine sahipken hacca gittim. Fakat onun Bağdat’ta olduğunu söylediler. Bu durumdan çok üzüntü duydum.



Onu çok görmek istedim fakat başaramadım. Sonra Ebû Nasr-Melâhimî bana Bağdat’ta:



'Görmek istersen burada abdallardan bir üstad var." dedi. Sen da evet deyince devam etti ve beni boyacılar banma götürdü. Oradakiler çıktığını söyleyince Ebû Nasr, mescidde oturmamı onun mutlaka geleceğini söyledi. Bunun üzerine oturduk fakat Ebû Nasr üstadın kim olduğunu hiç zikretmedi.

Daha sonra Ebû Nasr ve beraberinde ridâsı içinde ince ve zayıf bir ûstad bana doğru yöneldi. O nun Ebû Müslim olduğunu zannettim. Onunla konuşurken kendisine:

‘’Üstad burada acaba akrabalarından birini mi buldu?’’diye sordum. Oda:

"-Görüşmeyi istediğim kişiler yitip gittiler’’ dedi. Bunun üzerine kardeşi İbrahim'i kastederek:

’-İbrahim geriye hiç çocuk bıraktı mı?" diye sorunca: "-Kardeşimi nereden tanıyorsun? dedi. Ben de sükût ettim. Sonra Ebû Nasr a dedi ki:

"-Kim bu kişi?” O da:

"-Filân kişidir” deyince birbirimize doğru kalktık, o bana ben de ona memnûniyet bildirdik ve müzâkereye başladık. O'nunla defalarca beraber oturduk. Sonra yola çıkacağım gün kendirine veda ederken bana şunu dedi:

"-Hac mevsiminde beraber oluruz. Gönlümde Mekke’ye fe, komşu olmak yatıyor." Daha sonra altmış sekiz senesinde haccetti ve ölünceye kadar da Mekke’ye komşu oldu.



İLMİ EVLİLİĞE TERCİH EDEN ÂLİM

Zehebi,Ebû Nasr es-Siczî (o. 444) (rahimehullah) ile ilgili şuna yer vermektedir. (23)

"Zamanının en fazla hadis ezberleyenlerindendir.Hadis öğrenmek için en uzak yerleri dolaşmıştır.”

Hâfız Ebû İshâk d-Habbâl şöyle anlatır:

“Bir gön Ebû Nasr es-Siczi’nin yanındaydım ki kapı çalındı. Kalkıp kapıyı açtım. İçeri bir kadın girdi ve içinde bin dinar olan bir kese çıkarıp onu üstadın önüne koyarak:

“-Bunu nasıl uygun görürsen infak et.'’ dedi.

O da:

“-Neyi kastediyorsun?'’ deyince kadım

“-Benimle evlenmeni istiyorum. Evliliğe ihtiyacım yok, fakat sana hizmet etmek üşüyorum.’’ dedi. Bunun üzerine ona keseyi alarak ayrılıp gitmesini emretti. Kadın gidince şöyle dedi:

“- Sicistan’dan Amin talibi olma niyetiyle yola çıktım. Ne zaman evlenirsem talebeliğim de o vakit son bulacaktır. İlim öğrenmenin sevabına başka hiçbir şeyi tercih etmem.’’



HADİS ÖĞRENİP YAZMAYAN İSLAMIN TADINA VARAMAZ

Ebû Sa‘d es-Semmân er-Râzı (o. 445), muhaddis, neseb bilgi­ni, fakih, kurrâ ve nadide âlimlerden biridir. Doğudan batıya yü­rüyerek dünyayı dolaşmıştır. Üç bin altı yüz kadar üstadı vardı.

Hâfiz d-Kuraşî, onunla ilgili şöyle demektedir. (24)

“Mutezilenin âlimi, fakîhi, mütekellimi ve muhaddisidir. Hiç tartışmasız kıraat, hadis, ricâl, ensâb, ferâiz, hesâb, şurût ve mukadderat konularında imamdı."

Kendisi (r.a.) Ebû Hanîfe fıkhında, Ebû Hanîfe ile Şâfî ara­sındaki ihtilaflı noktaları bilmede, Zeydiyye fıkhında ve kelâmda imâmdı. Haccedip Nebî (s.a.v)’in kabrini ziyâret etmişti. Beldesi doğunun en uzağındaki Horasan'ın Rey şehri olduğu halde Irak’a geldi,Şam'ı, Hicaz’ı ve Mağrib ülkelerini dolaştı. Râvi ve şeyhleri gördü. Zamanının üstatlarından üç bin altı yüz kişiye hadis okudu. Ömrünün sonunda hadis öğrenmek için İsfehan'a yöneldi. Şöyle derdi:

“Hadis öğrenip yazmayan kimse İslâmın tadına varamaz. ’ Şöyle methedilmektedir:

“O kendi gibisine şâhid olmadı. Bu güzel hasletlerle bera­ber o zâhid, müttâkî, tahammüllü, müçtehid, devamlı oruçlu, kanaatkar ve halinden razıydı. Yetmiş dört yaşına geldiği halde elini bir insanın tasma uzatmamıştı. Yine gerek hazarda ve ge­rekse seferde hiçbir kimseye yardım veya minnet borcu olma­mıştır. Uzun ömrü boyunca topladığı kitapları müslümanlara vakıf olarak bıraktı. Zamanının târihi, selef ve halefin mirasıydı. Pek çok kitap tasnif etti. Hiç evlenmeden öldü. Ayrılıktan sonra ehline koşan biri gibi ya da mülküne kavuşan melikler gibi mütebessim bir şekilde hakka yürüdü. Doğduğu yer olan Rey de vefat etti."

…………….



İLİM YOLCUSU BİR ÇOCUK

Üstad, imam, zâhid, hayra düşkün, sûfî, şeyhü’l-islâm, isnadda zamanının önde geleni, Ebû’l-Vakt es-Siczî ile ilgili olarak da Zehebî şuna yer vermektedir(25):

“457 yılında dünyaya geldi ve 465 yılında yedi yaşındayken hadis almaya başladı. Ebû’l-Hasen Abdurrahmân b. Muhammed ed-Dâvudî’den “Sahih”i, Dârimî’nin kitabını ve Buşanc’ta “Müntehabu Müsned-i Abd b. Humeyd”’ adlı kitabı dinledi. Zama­nının büyük muhaddislerinin pek çoğundan da hadis aldı.

Horasan, Isfahan, Kirman, Hemedân ve Bağdat’ta hadis rivayet etti. Pek çok talebesi oldu. Rivayet ettiği hadisler meş­hur oldu ve şöhreti de her yere yayıldı. Sened ‘âli isnâd’la’ kendisine ulaşmıştır. İ. Asâkir, Sem’ânî, İbn El-Cevzî, Yûsuf b. Ahmed eş-Şîrâzî -ki onun için Kirmân’a yolculuk yaptı-, Süfyân b. İbrâhîm b. Mende, Ebû Zer Süheyl b. Muhammed el Buşâncî ve daha sayılamayacak kadar kişi kendisinden hadis aldı.



Zekiyyûddin el-Birzâli hakkında şöyle demektedir:

“Ebû'l-Vakt, Irak’ı, Huzistan’ı dolaşmış ve Herât, Mâlîn, Bûşanc, Kirman, Yezd, Isfahan, Kere, İran ve Hemedân’da hadis rivâyet etmiştir. Hadis hafızları, vezirler önünde diz çökmüştür. Beraberinde asıl nüshalardan rivayet ettiği kitapları ve cüzleri vardı. Haddi hesabı yapılamayacak kadar kimse ondan hadis aldı."

Öğrencisi Sem’âni demektedir ki:

“O, sâlih bir şeyhtir. Üslûp ve ahlâkı güzel, cana yakın, müte­vazı, halim selim ve ağır başlı bir kişidir. Bûşanc’ta imam Abdul­lah el-Ensârî’nin sohbetinden memnunluk duydu ve bir müddet ona hizmet etti. Irak’a, Hûzistan’a ve Basra’ya yolculuk yaptı ve bana anlattığına göre Bistâmî’nin ribatına misafir oldu. Hirât ve Mâlîn’de kendisinden hadis aldım. Hadis okumakta sabırlıydı ve hadis rivayet etmeyi seviyordu. “Sahihi, “Müsnedü Abd b. Humeyd”i ve “Dârimî Süneni”ni birkaç oturumda rivayet etmiştir.

Yine öğrencisi İbn Cevzî der ki:

“Hadis kıraatında sabırlıydı. Ayrıca selef gibi çok zikredip teheccüd kılan ve çok ağlayan salih bir zattı.”

Bir başka öğrencisi Yusuf b. Ahmed eş-Şîrâzâ de eseri “Er- ba’înü’l-Büldân” da şöyle demektedir:

“Tüm ehli hadisin kendisine gittiği kişi ve asrının hadisçisi, Ebü’I-Vakr’e yolculuk yaptığımda Kirman illerinin sonuncusun­da Allah kendisine ulaşmamı takdir etti. O’nu öpüp selâm ver­dim ve önüne oturdum. Bana:

‘’Seni buraya getiren şey nedir?” diye sorunca:

‘’Amacım sana gelmekti. Allah'tan sonra güvenim sanadır. Senin rivayet ettiğin hadislerden bana ulaşanların bir kısmını yazmıştım. Nefeslerinin bereketine yetişmek ve âli isnadını elde etmek için koşarak sana geldim."

Bunun üzerine bana:

“-Allah seni ve bizi rızasına muvaffak etsin. Sayımızı onun rızası için kılsın. Niyetimizi ona yöneltsin. Sen beni hakkıyla bilmeseydin bana selâm vermez ve önüme diz çökmezdin" dedi ve sonra uzunca ağladı ve huzurunda olanları da ağlattı. Ardın­dan devamla şunları söyledi:

“-Allahım, bizim kusurlarımızı en güzel şekilde ört ve bizden razı olacağın şeyleri nasip eyle. Ey oğlum, biliyorsun ki, babam­la beraber Bûşanç’ta bulunan Dâvudî'ye aynı şekilde yürüye­rek “sahîh"i dinlemek üzere yolculuk yaptık. On yaşından daha küçüktüm ki babam ellerime iki adet taş koyuyor ve taşımamı söylüyordu. Ben de babamın kızmasından korkarak o taşlan el­lerimde tutmaya çalışıyordum. O bana dikkatle bakarken ben de yürüyordum. Yorulduğumu görünce taşlardan bir tanesini atmamı söylüyor, ben de öyle yapıyor ve yüküm hafifliyordu. Bundan sonra tekrar bende yorgunluk belirdiğinde bana yine:

“-Yoruldun mu?” diye soruyor ondan çekinerek:

“-Hayır” deyince:

“-O halde niye ağır yürüyorsun?" diyordu. Bunun üzerine ben de önünde bir saat daha seri şekilde yürüyordum ve sonun­da güçten düşüyordum. Ardından diğer taşı da alıp atıyordu. İyice bitkin bir hale geldiğimde beni alıyor ve sırtlanıyordu.(26)

Yolda çiftçilerle ve diğer bazı kişilerle karşılaştığımızda babama;

‘’-Ey Üstad İsa,bu çocuğu bize ver, hem onu ve hem de seni götürelim" diyorlardı. Babam da:

‘’-Maazallah,Resulullah’ın  hadisini öğrenmek için bineklemi gideceğiz.Bilakis yürüyeceğiz. Dayanamadığında Resûlûllahın hadisine hürmet göstermek ve  bunun sevabını kazanmak ümidiyle onu omzuma bindirdim.’’ dedi. Bu ve bunun dışındaki kitaplardan istifade etmiş olmam, işte babamın bu hüsn-ü niyetinin bir semeresidir. Benden başka emsallerimden bir kimse de kalmadı. Nitekim çeşitli beldelerden grup grup insanlar bana gelmekteler.

Sonra arkadaşımız Abdu’l-Bâkî b. Abdü’l-Cebbâr el-Herevî-ye bana tatlı ikrâm etmesi için işaret edince dedim ki:

“-Ey efendim! Ebû’l-Cehm’in cüz’ünü kıraat etmem bana tatlı yamekten daha iyidir." Bunun üzerine tebessüm etti ve:

“-Gelince taâm, gider kelâm" diyerek bir tabak tatlı ikram a    etti. Tatlıyı yeyince cüz’ü çıkardım. Ondan da aslını isteyince getirdi, cüz’ü okudum ve buna sevindim. Allah, “sahîh"i ve başka hadisleri defalarca dinlemeyi bana nasip etti. 553 senesinin Zillka’de ayının altısında Çarşamba günü Bağdat’ta vefat edinceye kadar onun sohbet ve hizmetinde bulundum. Kendisini Şûniziy-ye’ye defnettik. Bana:

“-Beni Şûniziyye’de üstatlarımızın ayaklarının ucuna defne­din.” demişti.

Ölüm vakti geldiğinde onu göğsüme dayadım. Bütün ben­liğiyle kendisini zikre vermişti. Sûfî Muhammed b. Kâsım yanına girdi ve eğilerek:

“-Efendim! Nebî (s.a.v) buyurdu ki:

“Kimin son sözü lâ ilâhe illellah olursa cennete girer." deyince ona doğru dönerek:

“Keşke kavmim Rabbimin beni bağışladığını ve ihsanda bulunulanlardan eylediğini bilseydi”(Yasin,26-27) ayetini okudu. Muhammed b. Kasım ve huzurunda bulunanlar hayrete düştüler. Okumaya devam etti ve tam sureyi bitirmişti ki:

“Allah, Allah, Allah" dedi. Seccadesi üzerinde otururken vefat etmişti. Rahimehullah."



HADİS TALEBELERİNİN FAZİLETLERİ

Onlar hayatlarını pâk sünnetin hizmetine harcayan ve cim­rilik yapmayan imrenilecek insanlar. Yine onlar yeryüzünün büyük meliklerinin sıfatlarıyla vasıflanmayı, özelliklerine bürünmeyi, makamlarına ve eşiklerine oturmayı arzuladığı kişiler. Ebû Abdullah el-Hâkim en-Neysâbûrî, ashâb-ı hadis ve talebelerin faziletini zikrederken onlar hakkında şunları söyler:

“Onlar sâlihlerin yoluna sülük etmiş, geçmiş selefin izine tabi olmuş, ehl-i bid’atı ve muhalifleri Resûlullah’ın (s.a.v) sün­netleriyle mâlûb etmiş bir topluluktur.”

Çölleri ve susuz yollan katetmeyi zevk safa içinde yaşamaya tercih ettiler. İlim ehline ve hadis ilmine yakın olduklarında yolculuklardaki sıkıntıları nimet bildiler. Hadis ve rivayetlerin cem’ edildiği yerde eski elbiseye ve biraz ekmek kırıntısına kani oldu­lar. Mescitleri ev, sütunlarını dayanak, hasırlarını yatak yaptılar. Dünyayı bütünüyle arkalarına atarak yazılarını aş, semâ ve riva­yeti sohbet, müzakereyi istirâhat, mürekkeplerini misk, gece­lerini gündüz, közlerini ziyâ, taşları yastık bildiler.



Âlî-isnâdın olduğu yerde karşılaşılan tüm zorluklar onlar için rahatlıktı. İstediklerine ulaşamamalarının yanında rahatlık da onlar için sıkıntıydı! Akılları sünnetin hazzıyla dolup taşmış­tı. Gönülleri de herhallerine tam bir rıza içindeydi. Sünneti öğ­renmek onların mutluluğu, ilim meclisleri neşeleri, ehl -i sünnet bütünüyle kardeşleri, inkârcılar ve ehli bid’at da tamamıyla düşmanlarıydı.

****************



Hasen Abdurrahmân Râmehurmizî, günümüzdeki ulema ve ilim talipleri için ciddî ibretler bulunduğundan muhaddislerin hallerini kapsamlı kelimelerle vasfederek hadis tahsili için karşılaştıkları meşakkatleri, yorgunlukları, korku dolu ve tehlike­li seyahatlerini nakletmektedir.(27) Ayrıca o eserinde hicri ikinci asrın sonlarında vefat eden muhaddis, meşhur vaiz, vaazı aklı ve gönlü alıp götüren Mansur b. Ammâr el-Horasânî’ye ulaşan senediyle ve yine oğlu Süleym b. Mansûr b. Ammâr tankıyla rivayete yer vererek şunu demiştir:

Babam, bir mecliste Kur’an ehlini ve hadis ashabını vasfediyor ve şöyle diyordu:

“Nimeti bol bol veren, İslâmî bütün dinlere üstün kılan, ziyade ve noksandan onu koruyan, şeytanın hilesinden ve ehl-i küfrün ve sapmışların tahrifinden koruyan Allah’a hamdolsun.’’ Kuran hakkında uzunca kelâm ettikten sonra şöyle devam etti:

‘’Hadisi Kur’an’ın müfessiri, kavî sünneti seçerek başımızın tacı yapan ve onu öğrenip yazanları muvaffak kılan, onu koruyanlara bekçilerine güç veren, kendilerine kıraati ve tedris sevdiren, durumlarını ve yorgunluklarını, yolculuğu ve maksat­larını, malı ve nefisi fedâ etmeyi ve yolculuğun korkutucu tehli­kelerini onlara kolaylaştıran Allah’a hamdolsun.

Onlar, sâçları dağınık, elbiseleri eski, karınları aç, dudakları kuru, benizleri soluk, bedenleri bitkin halde, vadiden vadiye, beldeden beldeye ilim için yol alıyorlardı. Kendilerine bir gaye edinmişler, ilmi delil ve rehber kabul etmişlerdi. Yollarını ne açlık ve ne de susuzluk kesiyor ve yine ne yaz ne kış bu yolda onlara bıkkınlık veriyordu.

Basiretli akılları, keskin görüşleri ve hakkın şuurunda kalple­riyle rivayetlerin sahihini sakiminden, kuvvetlisini zayıfından ayı­rıyorlardı. Bu yüzdendir ki sen tahrifçilerin çarpıtmasından, mülhidlerin uydurmasından, yalancıların iftirasından güvende oldun.

Sen onları, yumuşak halılardan ve cezbeden yataklardan uzak kalarak, duyduklarım yazmak ve cemettiklerini tashih için kaim oldukları gecelerinde bir görseydin. Onları ancak uyku bastırıp uyutuyor, kalemler ellerinden düşüyor da korkuyla kendi­lerine geliyorlardı! Yorgunlukları bellerini büküyor, uykusuzluk akıllarını karıştırıyor, bedenlerini rahatlatmak için uzanıyorlardı.Uykularını kaçırmak için yattıkları yeri değiştiriyorlar, elleriyle gözlerini oğuşturuyorlar sonra da büyük bir arzu ve istekle yeni­den yazmaya koyuluyorlardı. İşte o zaman sen, onların İslâm’ın i ye her şeyi bilen ve malik olan Allah’ın (c.c.) bekçileri olduğunu iyi anlardın.

Arzu ettikleri hedeflerin bir kısmına ulaştıklarında, diyarlarına niyet ediyorlar, mescitlerin müdavimi oluyorlardı. Halim-selim bir şekilde itaat elbisesini giyerek meclislerini imar ediyorlardı. Yeryüzünde alçak gönüllülükle yürüyorlar, hiçbir komşusuna eziyet etmiyorlar, bir ayıp iş yapmıyorlar ancak biri dinde saptığında veya yoldan çıktığında İslâm’ın temellerini savunmak için aslan kesiliyorlar ve dinin şiarlarını müdafa ediyorlardı. Bu konuda bundan başka kelâm etmek sözü uzatır.”



İLİM İÇİN SEYAHAT EDENLER HAKKINDA BİR KAÇ SÖZ

İlim için yolculuğa çıkanlar ve seyyahlarla ilgili olarak bu bo­lümde pek çok haber geçti. Sonraki bölümlerde de onlarla ilgi aynı şekilde pek çok haber gelecektir. Rihlenin önceki âlimlerin gönlünde ilmi birikimi artırmak, bilgiye giden yolu açmak, ge­nişletmek ve ilimde derinleşmek için temel bir amaç olduğunu bilmen güzel olacaktır. Ya bedenen zayıf olanlar ya çok çocuğu olanlar yahut meteliği bile olmayanlar veya da ana babasının hakkına riayet edenler ancak rihleden geri kalmışlardır.

İşte onlar rihleyi âlimin güvenilirliğinin bir delili saydıktan için şu meşhur sözü söylediler:

“Rihle yapmayanın ilmine güvenilmez." Geçmişte Yahya b. Maîn şöyle demiştir:

"Dört kimse var ki, onlardan bir hayır ve fayda göremezsin, üçünü saydı ve dördüncü olarak şunu dedi: Hadis öğrenmek için rihle yapmayıp da beldesinde katarak okuyup yazan kim­se."(28)



Bu yüzden Hâfiz b. Salâh der ki:



“Talebe, beldesindeki en üst düzeydeki bilgileri ve mühim şeyleri aldıktan sonra başka bir yere yolculuk etsin." Evet; ifade­nin emir sîğasıyla “yolculuk etsin” şeklinde gelmesi şahsi kabili­yetlerin oluşmasında, ilmi idrakin gelişmesinde, düşünce ufku­nun genişlemesinde ve akıl ve bilgi düzeyi farklı farklı kişilerden yararlanmada rihlenin faydalı tesirleri olmasındandır. İşte onlar bundan dolayıdır ki, ilim ve tahsil yoluna giren için rihleyi za­rurî bir ihtiyaç konumunda görmüşler ve onu âlimi güvenilir saymak ve ilmine de güven duymak için bir şart olarak kabul etmişlerdir.



Böylece ilim öğrenmek, âlimlerle görüşmek, onların ilimle­rini yakından tetkik etmek ve bizzat kendilerine müracaat ede­rek birikimlerinden istifade etmek için, aileden, çocuktan, eşten ve vatandan ayrı kalan bu ilim yolcularının yıllarını atan ve çok geniş sahalara uzanan uzun yolculuklar ortaya çıktı.



Şüphesiz bu rihleler geçmiş ulema nezdinde ilmî hayatın temel bir parçası oldu. Bütün ilim dallarından âlimler hep rihlede bulundu. Müfessir, muhaddis, fakih, usulcü, lügatçı, nahivci, edip, tarihçi, zâhid, âbid, genç, yaşlı, büyük, küçük ve bebek! Hepsi bu yolculuğa çıktı. Pek çok büyük âlimin hayatında gördüğün üzere, hem kendileri rihlede bulundular ve hem de yanlarında dört yaşın altında ya da daha üstündeki küçük çocukları da yolculuklarında götürdüler. Zikri geçen Ebû Sa'd es-Sem'âni onlardan biridir.



İlim yolcuları seferlerinde zorluk ve güçlüklerle, sayılama­yacak büyük sıkıntı ve belâlarla karşılaşmışlardır. Bunlardan bazıları kayda geçirildi ve bazıları da yazıya geçirilmeden gitti. Onların rihleleriyle ilgili biyografi kitaplarında yer alan haberler yaşananların sadece bir kısmıdır, hepsi değil.



Rihle, kimilerinin ömründen iki, dört, beş, on yılını alıyordu. Çoğunun da ömrünün yirmi, otuz, ya da kırk yılını aldı. Daha önce geçtiği gibi İmam Ebû Abdullah b. Mende gibi bazısının ömrünün kırk beş senesini almıştı.

Onların çıktığı bu rihleler hakkında iyice düşünen kimse -ki bildiğimiz gibi onlar fakir, geçim sıkıntısı çeken ve sefer vasıtası bulmakta zorlanan kimselerdi- sabır ve tahammülde gayretlerini idrak eder. İlmin onların yanındaki ve kalplerindeki kıymetini  bilir. Zira ilim tahsilinde onların binekleri zorluk ve tevâzu idi. Çölleri ve susuz arazileri kat ettiler. İlim için tehlikeli yollarda ve denizlerde gittiler. Çetin zorluklar ve ürkütücü şeylerle karşılaş­tılar. Şüphesiz Allah bunu çok iyi bilmektedir. İleride geleceği üzere

Ebû Hatim er-Râzî’nin kısssası sana bu konuda yeter.



Şüphesiz bu rihleler gerçekte onlar için ders içinde ders oldu. Onları halden hale çevirdi, gönüllerini pırıl pırıl etti, ilmin kıymetini ve değerini öğretti ve ilim tahsil etmenin haz ve lezze­tini hissettirdi. Bu yüzden iyice ilim tahsiline daldılar, gece gün­düz ilinde meşgul oldular ve ilim aşkıyla yanıp tutuştular. Onun dışındakilerden, aileden, zevceden, çocuktan ve vatandan alâ­kalarını kestiler. Böyle insanların saygı ve sevgiyle kendilerine hürmet gösterdiği, itibarları,iyilikleri, ilim ve faziletlerinin çok- basiretleri ve büyük faydaları sebebiyle etraflarını sardığı birer otorite, imam ve lider durumuna geldiler.



Sahibinin ömrünün on yılını, yirmi yılını, otuz yılını veya bundan daha çok ya da azını alan bu rihlelerin hepsi, ilim tahsili, ulema ile görüşmek, meclislerine gelip derslerini dinle­mek ve onlardan istifade etmek, münakaşa ve muhakemelerin­den aydınlanmak içindi. Bunların başında bir de genel olarak rihleye çıkacak kişinin beldesinde on seneden az olmayacak bir süre tahsil yapması söz konusuydu. Şer’i ilimlerde, Arapça ve diğer İslâmî ilimlerin her birinde mahir imamları ortaya çıkaran gerçek işte budur.

-Allah yardımcın olsun-, seyyah talebeleri uzun yıllar içinde olgunlaştıran bu rihlelerin ortaya çıkardığı eğitim ile bugünkü üniversite öğrencilerimizin eğitimini sen kıyasla! Üniversitelerde dört yıl, çoğunluğu da hocanın huzuruna gelip de ilmi bizzat duymadan, münakaşa etmeden ve kanaate varmadan ferdî ve hatalı okuyorlar. Ne bir ahlâki etkileşim, ne bir hatanın düzeltil­mesi ve ne de mesleklerine göre ayrım yapma söz konusu. El­lerindeki muhtasar notlardan soru çıkması muhtemel bahisleri topluyor sonra bu notları özetlemeye ve ardından da bazı öğret­menlere yaptıkları yağcılık ve iltifatlarla, okunanlardan önemsiz buldukları bahisleri çıkarmaya çalışıyorlar. Kendilerine ancak zarar verdiği halde bazı öğretmenlerin yanında onları mutlu eden şeyi buluyorlar. Buna da çok seviniyorlar!

'Bundan sonra, boş dağarcıklarına rağmen büyük ünvanlarla yükseliyorlar, geniş propaganda yapıyorlar. Kuru ve kısır görüşleriyle asil ulemayı bilgisiz buluyorlar. İlim ve fehimleriyle ¡uygunluk arzeden şaz görüşleri destekliyorlar. Yerleşik kaideleri ve İlmî gelenekten gelen sağlam usulleri münakaşa ediyorlar. Ne ilmin ve ulemanın makamına oturuyorlar ve ne de geçmiş ulema nezdindeki tahsil idrakinin tadına varıyorlar! Fakat kendilerine bakılırsa, öncekilerden daha bilgililer!!



Bugünkü ilmi duruma bakan; üniversitelerin çoğalarak arttığına,ancak ilimde ve ilim ehlinin artışında azalmaya, anlayış ve kavramaya, ilimle âmil olmada büyük bir noksanlığa şahit olur. Bu musibetlerin en kötüsüdür! Allah’tan, İslâm beldelerinde ta'lim işleriyle ilgilenen kişilere basiretli davranmaları,kök salıp müzminleşmeden ve telâfisi imkânsız hâle gelmeden önce bu tehlikeyi engellemeleri için kendilerine mesuliyetlerini ilham etmesini niyaz ediyorum. …



Devamını Oku »

Abdulfettah Ebu Gudde - İslam Alimlerine Göre Zamanın Kıymeti AdlıEserinden 'Alıntılar'

Abdulfettah Ebu Gudde - İslam Alimlerine Göre Zamanın Kıymeti Adlı Eserinden 'Alıntılar'




İmam Ebu Yûsuf un ölüm Döşeğinde Bile Îlmî Müzakerede Bulunması



 İşte İmam Kâdı Ebû Yûsuf, Ya'kûb ibn İbrahim el-Ensârî el-Kûfi summe’l-Bağdâdî. 113/731 yılında dünyaya gel­miş, 182/798 yılında vefat etmiştir. Allah Teala kendisine rahmet etsin. İmam Ebû Hanîfe’nin arkadaşı ve talebesi, onun ilminin ve mezhebinin yayıcısı idi. Üç Abbasi halife­sinin de kadılığını yapmıştı. Bu halifeler şunlardır: Mehdi, Hâdi, Haran Reşid. İlk kez Kâdîl-Kudât (Kadılar Kadı­sı) diye isimlendirilen kimse odur. Kendisine ayrıca Kâdı Kudâti’d-Dunyâ (Tüm Dünya Kadılarının Kadısı) denirdi.

İşte bu büyük âlim hayatının son deminde, nefesini ve­rip dünyasını değiştirirken bile, kendisini ziyarete gelen ziyaretçisiyle fıkhi bir meseleyi, bir kimsenin istifade et­mesi veya bir talibin öğrenmesi gayesiyle müzakere etmiş­ti. Hayatının son zaman dilimini dahi ilmi müzakere yapmadan, bildiğini aktarmadan ve de karşıdakinden istifade
etmeden geçirmemişti:

Öğrencisi Kâdî îbrâhim ibn Cerrâh el-Kûfî Sümme’l- Mısrî anlatıyor:

Ebû Yûsuf hastalandığında ziyaretine gittim. Yanına girdi­ğimde baygın hâlde buldum. Ayılıp kendisine gelince, “Ey İbrahim! Şu mesele hakkında ne dersin?” dedi. Ben ise, “Bu durumda bunu mu müzakere edeceğiz?” deyince, şöyle de­di: “Bir beis yok. Bu meseleyi tetkik edelim ki belki bilme­yen bir kimse öğrenip kurtulur.”

Daha sonra da şunu söyledi: “Ey İbrahim! (Hac menasi- kinde) hangi taş atma daha faziletlidir? Yürüyerek mi yok­sa binekli olarak mı?” Ben, “Binekli olanı.” dedim. “Hata ettin.” dedi. “Yürüyerek.” dedim. Yine “Hata ettin.” dedi. “Allah sizden razı olsun, o hâlde siz söyleyin.” dedim. O da şöyle açıkladı:

“Dua için durulan cemrelerde efdal olan yürüyerek taş­ları atmaktır. Dua için durulmayan cemrelerde ise efdal olan binekli olarak atmaktır.” Sonra yanından kalktım. Evinin kapısına varmıştım ki ağlaşmaları duydum. Anla­dım ki vefat etmişti. Allah’ın rahmeti üzerine olsun.”



Müfessir Taberi’nin Vaktini Düzenlemesi

işte size müfessirlerin, muhaddislerin ve tarihçilerin pi­ri, büyük müçtehid, İmam İbn Cerir Taberi. Allah kendi­lerine rahmet etsin. O, akitten istifade etmek, öğretmek, öğrenmek, yazmak veya telif etmek suretiyle zamanı de­ğerlendirmek açısından örnek alınacak kimselerden biri­si idi. Öyle ki ciddiyetle ve araştırmak suretiyle yazmasına rağmen eserlerinin sayısı ilginç bir rakama ulaşmıştır.

Allame Yâkût el-Hamevî Mu'cemu’l-Udebâ' adlı eserinde İmam İbn Cerir Taberi için bir terceme-i hâl yazar ki bu terceme-i hâl 56 sayfadır. Keza Hatib-i Bağdâdî de Târihul Bağdâd'da onun terceme-i hâlini vermiştir. Şimdi sizlere büyük imamın terceme-i hâlinden bazı bölümler aktara­cağım. Dolayısıyla burada her iki müellifin sözü birbirine katılmış olmaktadır. Evet bu iki zat şöyle demişlerdir:

Alî ibn Ubeydullâh el-Lugavî es-Simsimî, Kâdî Ebû Ömer Ubeydullâh ibn Ahmed es-Simsâr ve Ebûl-Kâsım ibn Akıl el-Verrâk’tan rivayet eder: Ebû Ca’fer Taberî arka­daşlarına der ki: “(Size) Kur’an tefsiri (yazdırmamı) ister misiniz?” Onlar da Hacmi ne kadar olur?” diye sorarlar. “Altı bin sayfa olur.” deyince, “Bunu tamamlamadan insanın ömrü biter derler Bunun üzerine o da tefsir çalış­masını altı bin kadar sayfada özetler ve yedi yılda yazdırır. Bu yazdırma 283/896’dan 290/903 yılına kadar sürer.

Daha sonra onlara sorar: “Âdem'den günümüze kadarki cihan tarihini ister misiniz?" “Hacmi ne kadar olur?” diye sorarlar O da tefsir için zikrettiği kadar bir miktar söyle­yince aynı cevabı verirler O da: “innâ liliâh! Artık insan­larda ilme iştiyak kalmamış.” der. Daha sonra tefsiri gibi bunu da yaklaşık aynı miktar sayfada ihtisar eder Yeniden tasnifi ile kendisine kıraat edilmesi 303/915 yılı Rebiulahir ayının bitmesine üç gün kala, Çarşamba günü sona erer. Kitabı nihayete erdirip söylenecek sözleri noktalama­yı ise 302/914 yılının sonunda bitirmiştir.

Hatib diyor ki: “Simsimt’den dinledim: İbn Cerir 40 yıl boyunca her gün 80 sayfa yazdı, öğrencisi Ebû Muhammed Abdullâh ibn Ahmed ibn Ca’fer el-Fergâni, Târihu ibn Cerir'e eklediği ve Sile diye maruf olan eserinde şöyle der: İbn Cerir’in talebelerinden bir grup buluğdan vefatına ka­dar yaşadığı günleri hesap ettiler. Ömrünün tamamı 86 yıl idi. Daha sonra eserlerinin sayfalarını bu ömre taksim et­tiler. Her güne 28 sayfa düşmekteydi. Bu, Hâlık’ın yardı­mı olmaksızın bir insanın yapabileceği bir şey değildir.” Allah ne yücedir, insanların gayretleri kendilerini nerelere vardırıyor! İşte görüyorsunuz!

İbn Cerir 224/839 yılında dünyaya gelip 310/922 yılın­da vefat etmiştir. 86 yıl hayat sürmüşlerdir.

Buluğdan önceki dönemi çıkardığımızda, -bunu 14 yıl olarak hesap edelim- geriye 72 yıl kalmaktadır. Bu dö­nem zarfında her gününe 28 sayfa düşmektedir. Bu du­rumda, 72 yılın günlerini hesap edip her gün için 28 say­fa takdir ettiğimizde, İbn Cerir’in tüm eserlerinin yekûnu 718000 sayfa etmektedir.

Bunu hesaplarken hem Târihini hem de Tefsirini yaklaşık 6000’er sayfa olarak saymışlardır. Bu durumda her iki kitabın toplamı yaklaşık 14000 sayfa veya yaklaşık 16000 sayfa etmektedir. Târihi matbu olarak, 11 büyük cüz hâlinde elimizdedir Tefsîri de 30 büyük cüzdür. Bun­ların her bir cüzü bir cilt kitap tutacak çaptadır.

İmamın eserlerinin kaç tane olduğunu artık var sen he­sap et. Çünkü yukarıdaki rakam çıktığında, geriye 702000 sayfa kalmaktadır.

Gerçekten de o, sahip olduğu bilgilerle, pek çok ilmi içinde barındıran bir akademi, pek çok eseri sebebiyle de âdeta bir yayınevi gibidir. O her şeyiyle benzeri olmayan eşsiz bir insandır. Kendi eliyle kâğıda bizzat yazarak telif etmiş ve böylece imbikten süzülmüş düşüncelerini ve fi­kirlerini insanlara sunmuştur. Eğer vakti değerlendirmeyi ve ondan nasıl istifade edip telif ile dolduracağını bilmeseydi, tüm bunları yapması mümkün olmazdı.

İbn Cerîrin talebesi ve arkadaşı Kâdî Ebû Bekr ibn Kâ­mil, İbn Cerîr in (Allah ona rahmet etsin) vaktinin ve işi­nin ne kadar düzenli olduğunu şu şekilde izah ediyor: “Yemeğini yedikten sonra sandal ağacı yaprağı ve gül suyuyla boyanmış, kolları kısa, hayş gömleğiyle uyurdu.

Daha sonra kalkardı. Öğle namazını kılar, ikindiye ka­dar eser yazardı.

Peşinden dışarı çıkar, ikindiyi kılardı. Namazdan sonra insanlara faydalı olmak için oturur, akşama kadar okut­turur veya kendisine okunurdu. Akşam ile yatsı arasında da fıkıh ve kendi çalışmaları için otururdu. Daha sonra da evine giderdi. Aziz ve Celil olan Allah’ın muvaffak kıldığı gibi, gece ve gündüzlerini kendisine, dinine ve insanlara faydalı olmak için taksim etmişti.”

Üstat Muhammed Kurdeali Kunüzül-Ecdûd adlı eserinde İmanı İbn Cerir Taberi’nin terceme-i hâlinde şöyle der: “İlim aktarmak veya ilim almak dışında hayatının bir da­kikasını bile başka şekilde sarf ettiği rivayet edilmemiştir.

Muâfâ ibn Zekeriyyâ sika bir zattan rivayet eder: “Ken­disi vefatından önce Ebû Ca’fer Taberinin (Allah kendisi­ne rahmet etsin) yanında idi. Bu ziyaretinden yaklaşık bir saat veya daha az bir müddet sonra vefat etti. Bu ziyaret esnasında Ca’fer ibn Muhammed’den gelen bir dua ken­disine zikredilince, bir divitle kâğıt istedi ve duayı hemen yazdı. ‘Bu hâlde de bununla mı iştigal edeceksin?’ denin­ce şöyle cevap verdi: İnsanın ölene kadar ilim elde etmeyi bırakmaması gerekir.” (Kunuz-ul Ecdad,syf;123)Allah Teala kendisine rahmet et­sin. İlme, dine, İslam’a ve Müslümanlara olan faydaları se­bebiyle ecrini kat kat versin. Âmin.

Ebû Hilâl Askeri, el-Hass alâ Talebil-İlm ve’l-İctihâd fi Cem'ih adlı eserinde şöyle der: "Ebû Bekr ibn en-Hayyât en-Nahvt (Allah kendisine rahmet etsin), tüm vakitlerin­de hatta yolda bile mütalaa ederdi. Bu sebeple bazen bir çukura düşer, bazen de bir hayvan kendisine çarpardı.”(agd-s.77)



Bîrûninin Senenin İki Günü Hariç Sürekli İlimle Meşgul Olması

  'Yâkût el-Hamevî’nin Mu’cemu’l-Udebâ' adlı eserinde, 362/ 973 yılında dünyaya gelip, 440/1048 yılında vefat eden astronomi âlimi, matematikçi, eşsiz bilge, tarihçi, filo­log, edip, üstün insan, pek çok ilmi kendisinde topla­yan Ebû’r-Reyhân Bîrûnî’nin (Muhammed ibn Ahmed el- Havârizmî’nin) (Allah kendisine rahmet etsin) terceme-i hâlinde şöyle denir:

“Ebû’r-Reyhân inşaat tekniğinde geniş bilgiye vâkıftı. Her konuda üstün malumata sahipti. Kendisini ilim tahsi­line vermişti. Kitap telifiyle iştigal ederdi. Yaşamında ihti­yaç duyduğu iaşeyi temin için senede iki gün, yani Nevrûz (21 Mart) ve Mihricân (bayram) günleri hariç ilimlerin ka­pılarını açar, benzeri ve yakın meseleleri ihata eder (kapa­lı ve gizli yönleri yakalar), neredeyse eli kalemden, gözü tetkikten, kalbi tefekkürden ayrı kalmazdı. Bu iki günde yetecek kadar yiyecek ve maişeti temin ederdi. Senenin diğer geri kalan günlerinde ise müşkilat perdesini yüzün­den kaldıran ve kapalı meseleleri kendisine açan ilim, onu bu tip işlerle meşgul olmaktan uzaklaştırıyordu.

Fakih Ebû’l-Hasan Alî ibn Isa el-Velvâlicî anlatıyor:

Nefsi gidip gelip can çekişirken, göğsü iyice daralmış­ken (78 yaşına ulaşmıştı) Ebû’r Reyhân’ın yanına vardım. Bu hâlde bile bana şunu sordu:

“Geçen gün, (anne tarafından) ninelerin fasid miras he­sabı hususunda bana ne söylemiştiniz?”

Ben de kendisine merhamet ederek, “Bu durumda bunu mu konuşacağız? dedim. O ise: “Efendi! Dünyadan bu meseleyi bildiğim hâlde ayrılmak istiyorum. Bu, meşelenin cahili olarak ayrılmamdan daha hayırlı değil midir?

Bunun üzerine açıklamalarımı tekrarladım, o da söylediklerimi ezberledi ve bana daha önceden vaat etmiş olduğu şeyi öğretti. Ardından yanından ayrıldım. Yolda giderken (vefatı sebebiyle) yapılan ağlaşmaları duyuyordum.”

Bu dâhi imam Arapça, Süryanice, Sanskritçe, Farsça ve Hintçeyi çok iyi biliyordu. Ardında uzay,tıp, matematik, edebiyat, filoloji, tarih ve diğer ilim dallarında olmak üzere 120’den fazla eser bırakmıştır. Büyük müsteşrik Karl Edward Sachau onunla ilgili olarak şöyle demiştir: “O, tarihin tanıdığı en büyük akıldır.”

Meşhur müsteşrik George Sarton da onunla ilgili olarak şöyle demiştir: “Bîrûnî İslam âleminin en önde gelenlerin­den ve dünya âlimlerinin en büyüklerinden birisiydi.”



Yatıp Uzanırken Bile Tefekkür Ederlerdi

 İmam Ebûl-Vefâ ibn Akıl el-Hanbelî (Ali ibn Akıl el-Bağdâdî) hakkında Hafız İbn Receb el-Hanbelî Zeylu Tabakâti’l-Hanâbile adlı eserinde bu zatın yüklü ve zengin terceme-i hâlini anlatırken özetle şöyle der:

“431/1039 yılında dünyaya geldi ve 513/1118 yılında vefat etti. Âlemdeki faziletli zevattan, Âdemoğullarının ze­kilerinden biri, üstün kapasiteli ve ilim dallarında geniş bilgi sahibi bir insandı.

O şöyle diyordu: ‘Ömrümden bir saati bile boşa zayi et­mem helal olmaz Dilim müzakere ve münazara, gözüm mütalaa yapmadığı durumlarda yani uzanıp yatıp rahat ederken bile tefekkür ederim. Kalkarken yazacağım şey­leri düşünmüş olarak kalkarım. Şu 80 yaşımda, ilme kar­şı olan hırsımı 20 yaşımdaki hırsımdan daha çok bulu­yorum.

Yemek için elimden geldiğince az vakit ayırıyorum. Bu sebeple ekmek yerine suyla yumuşatarak kek dilimi yiyo-rum. Çünku ikisi arasında çiğnem farkı vardır. Bunu da elde edemediğim bir bilgiyi mütalaa etmeye veya yazmaya daha çok vakit ayırmak için yapıyorum.Çünkü âlimlerin hepsinin ortak kanaati şudur: Akıllı insanların elde etmek için uğraşması gereken en değerli şey vakittir. Vakit bir ganimettir ve içindeki inşatlar servet bilinmeli, kapılma­ya çalışılmalıdır. Hayatta sıkıntılar çoktur ama vakitler de Hızlı geçip gitmektedir,’

Üstat İbnu’l-Cevzi der ki: İmam İbn Akıl daima ilimle meşgul olurdu. Üstün düşünme kabiliyeti, kapalı ve ince meseleleri araştırma hasleti vardı. Funûn adlı eserini dü­şüncelerine ve başından geçen olaylara tahsis etmiştir.’ Çeşitli ilim dallarına ait pek çok eseri vardır. Bunlar yir­mi kadardır. En büyük eseri Funûn adlı eseri olup ger­çekten büyük bir kitaptır. Bunda çok kıymetli ve faydalı vaaz, tefsir, fıkıh, usûlül-fıkh, kelam, nahiv, dil, şiir, tarih, hikâye tarzında bilgiler vardır. Bu eserde aynı zamanda, başından geçen münazara ve toplantılar ile düşünceleri ve düşüncelerinin vardığı neticeler vardır. Bunları da eserine katmıştır.

Hafız Zehebî der ki: ‘Dünyada bundan daha büyük bir kitap yazılmadı. Bunu kitabın 400’üncü cildinden sonra­ki bir cildini gören kimse bana haber verdi.’ İbn Receb diyor ki: Âlimlerden bazıları bunun 800 cilt olduğunu söylemişlerdir. ” (Zeylu Tabakâtil Hanabile, I, 142-62; ibnu’l-Cevzi, Muntazam, IX/92. 212- 15.)Allah rahmet etsin, işte o, Funûn adlı eserinin matbu olan kısmının giriş bölümünde şöyle diyen insandır: “İmdi, vaktin kendisiyle harcandığı, nefsin meşgul edil­diği ve kudreti yüce olan rabbe yaklaştırarak en güzel şey ilim talep etmektir. Bu, insanı cehalet zulmetinden dinin nuruna çıkarır. Benim nefsimin meşgul olduğu ve vaktimi kendisiyle geçirdiğim şey işte budur, ilimdir.

Âlimlerin sözlerinden, kitapların içlerinden ve ulemanın meclislerinden, faziletlilerin toplantılarından ortaya saçı­lan anlık güzel düşünceleri kapmak suretiyle elde edip istifade ettiğim bilgileri yazmaya devam ediyorum. Bunu yaparken, arzum, ilmin bir parçasının bana bulaşmasıdır. Çünkü böyle yapa yapa cehaletten uzaklaşıyorum. Belki de böyle devam ede ede benden öncekilerin ulaştığı bazı seviyelere ben de ulaşabileceğim.

İlim, kendisiyle iştigal eden insana hemen faydalar sağ­lamasa bile; vaktin kendisiyle ölüp gittiği boş şeylerden alakayı kesip atması bile yeterlidir. Allah Teala’dan bizleri sırat-ı müstakimden ayırmamasını dilerim. O bana yeter.

O ne güzel vekildir.”

İbnu’l-Cevzi diyor ki: İmam Ebû’l-Vefâ ibn Akîl’e ölüm yaklaşıp vefat alametleri baş gösterince, kadınlar ağlaşma­ya başladılar. Bunun üzerine onlara şöyle dedi: 'Elli yıl Al­lah adına fetva verip imzaladım. Bırakın beni de O’na kavuşacağım için sevineyim.”’

Bu büyük imam dünyadan ayrılırken, kitapları ve giydi­ği elbiselerinin dışında bir şey bırakmadı. Bıraktığı elbise­ler sadece kefenine yetip borcunu ödeyecek kadardı. İlme olan hayırlı hizmetlerinden dolayı Allah ona rahmet etsin ve en güzel şekilde mükâfatlandırsın.

Muhterem okuyucu!

Görüldüğü gibi aklı çalıştırmak, vakti değerlendirmek, nefsi hayır ve ilme alıştırmak nasıl neticeler verdiriyor? Bu vesileyle elde edilen neticeler akılla kabul edilemeyecek kadar büyük rakamlara ulaşıyor. Oysa akü kabul etmese bık hakikat böyledir. Evet bu azim, 800 cilt kitabı ortaya çıkartıyor. Hem de dünyadaki en büyük kitap! insanlar­dan sadece bir fert, evet sadece Ebû’l-Vefâ ibn Akîl kendi başına bu kadarlık bir kitabı telif etmiş. Hem de bunla­rın yamada sayısı yirmiye ulaşan başka çalışmaları da var. Bunların bir kısmı ise onar ciltten meydana gelmektedir.

698/1299 yılında vefat eden İmam Bahâuddin ıbnun- Nehhâs el-Halebi en-Nahvî (Muhammed ibn İbrahim) ne kadar güzel, ne kadar doğru söylemiştir. (Allah ona rah­met etsin). Aşağıda zikredeceğimiz şiiriyle, sürekli olarak az şeyi başka az bir şey üzerine eklemek suretiyle son de­rece büyük bir yekûnun meydana geleceğini beyan et­mektedir. Ebû’l-Vefâ ibn Akil de görüldüğü gibi, durum aynıyla budur. Çünkü onun eserleri 800 cilttir.

Evet, Suyûtînin Buğyetu’l-Vuât adlı eserinde Bahâuddin ibnu’n-Nehhâs el-Halebi’nin terceme-i hâli verilirken şu şiiri de zikredilir:

İlim, oradan buradan toplanan,

Bir şey üstüne bir şey koymaktır.

Böyle devam eden bir insan,

Bir gün hikmete ulaşacaktır.

Çünkü sel kocamandır, lâkin Damlalardan oluşmaktadır.



Bin Fasikül Kitap Yazdı

Tezkire tu’l-Huffâz da, 541/1146 yılında dünyaya teşrif edip 600/1203 yılında vefat eden Hafız Abdulğanî Makdisînin (Allah kendisine rahmet etsin), terceme-i hâlinde şöyle geçer;

“İmam, Muhaddisu-l İslam, Takiyyuddin  Ebu Muhammed Abdulğani ibn Abdulvâhid el-Makdisi el Cemmâilî sümme’d Dımaşki es-Sâlihi el-Hanbelî. Pek çok eserin sahibi Ebü Tâhir Silefi’den 1000 cüz yazmıştır. Sa­yılamayacak kadar eser telif etmiştir. Vefat edene kadar sürekli istinsah etmekle, eser yazmakla, hadis rivayet et­mekle ve Allaha ibadet etmekle meşgul oldu.

(Öğrencisi) Ziyâ Makdisî şöyle demiştir: Zamanının hiç­bir dilimini zayi etmiyordu. Sabah namazını kıldıktan sonra, bazen Kur an-ı Kerim’in kıraat vecihlerini öğretiyor, bazen de hadis yazdırıyordu. Daha sonra kalkıp abdest alıyor ve öğlen öncesine kadar Fatiha ve Muavvizeteyn’i (Felak,Nâs surelerini) okumak suretiyle 300 rekât kılı­yordu Ardından biraz uyuyor ve öğleni kılıyordu. Peşin­den de akşama kadar hadis rivayeti ve eser yazmakla meş­gul oluyordu. Akşamleyin de oruçlu ise iftar ediyordu. Yatsıyı kıldıktan sonra gece yansına kadar veya biraz da­ha fazla uyuyordu.

Sonra abdest alıyor ve namaz kılıyordu. Ardından bir da­ha abdest alıyor ve sabah namazına yakın vakte kadar na­maz kılıyordu. Bazen yedi ve daha fazla abdest aldığı olur­du. (Böyle çok abdest alması hususunda) şöyle diyordu: 'Azalarını ıslak olunca namaz benim için daha lezzetli olu­yor.Bu ibadetten sonra, sabah namazından önce biraz kes­tiriyordu. Onun âdeti bu şekilde idi.” Geriye kırktan fazla kitap bırakmıştır. Bu eserlerde çok kıymetli bilgiler vardır.



Tefsirini Geceleri Yazdı

1217/1802 yılında doğup 1270/1854 yılında vefat eden, Bağdat müftüsü, mûfessirlerin sonuncusu, imam, müfes-sir Alûsî (Ebû’s-Senâ Şihâbuddîn Mahmûd ibn Abdullâh el-Alûsî) el-Bağddı de şöyle der;Her an ilminin artmasına çok hırslı idi.Faydalı bilgiler elde etmekten,şiirleri toplayıp ezberlemekten geri durmazdı.

Gündüzleri fetva vermek ve ders talim etmekle geçerdi. Ge­cenin başlangıç diliminde kendisinden istifade etmek isteyen bir kimse veya bir dostu ile olurdu. Gecenin sonlarına doğru tefsirinden birkaç sayfa yazardı. Gecenin sabahında yazmış olduğu bu sayfaları evinde görevlendirdiği kâtiplere verirdi. Onlar ise bunların yazım işini ancak 10 saatte bitirirlerdi. Günde 24 ders verirdi. Tefsir ve fetva ile meşgul olduğu günlerde de büyük kitaplardan günde 13 ders yapardı. Devamlı telif ile meşgul olurdu. Hatta vefat ettiği hastalı­ğında da böyleydi.

Tefsiri, âlimlere göre diğer tefsirler arasında son derece güzel ve eşsizdir. Sadece bu tefsir onun imametini, fazile­tini ve ilmini ifade etmek için yeterlidir. O, tefsirini gece telif etmiştir.



Eskilerin Koca Koca KitaplarıZamanı Hiç İsraf Etmediklerini Gösterir

Burada hocamız allame Muhammed Zâhid Kevserinin (Al­lah Teala kendisine rahmet etsin) bir açıklamasını sizlere nakledeyim. Bu yazısında o, diğer ilimler dışında özellikle tefsir alanında yazılmış büyük tefsir kitaplarına değinmiş­tir Bu eserlerin büyüklüğü yazarlarının ilme ve zamanı değerlendirmeye önem verdiklerini göstermektedir. On­lar bu hacimli eserleriyle büyük insanlar olduklarını is­pat etmişlerdir. İnsan, bu kitapların kendilerini görmek bir tarafa, onlarla ilgili malumatı duymakla bile dehşete düşmektedir. Gerçekten Allah Teala’nın kullan içinde ni­ce enteresan kimseler vardır.

Hocamız Kevser'i Makâlâtul-Kevseri adlı eserinde Kur’ an-ı Kerim’e yapılan bazı hizmetlerden bahsederken şöyle der:

İlim ehlinin Kuranın yüce manalarım parlatmak için telif etmiş oldukları eserler neredeyse sayılamayacak ka­dardır Bunların hepsi de tefsirlerinde rivayet ve dirayet tarzında farklı metotlar takip etmişlerdir. Ayrıca çeşit­li Kur an ilimlerini ön planda tutmalarına, kendi zevk ve meşreplerine göre Kur'an-ı Mecıdin bir yönüne özellikle ağırlık vermek suretiyle de Kur’anı tefsir etmişlerdir.

Bu sadette ümmetin âlimlerinin bazı eserlerini zikretme­me sanırım okuyucu kardeşlerim müsamaha gösterecek­tir Bu eserler sahiplerinin onları yazarken ne kadar gayret gösterdiklerini sunması açısından güzel örneklerdir. Me­sela İmam Ebûl-Hasan el-Eş’arinin Muhtezan adlı tefsiri. Makrizı’nin Hıtafta zikrettiğine göre 70 cilt imiş. Keza Kâdî Abducebbâr Hemedâni’nin Muhit tefsiri 100 fasikül imiş.

Ebû Yûsuf Abdusselâm Kazvînînin Hadâiku Zâtu Beh-ce adlı tefsiri için söylenen en küçük rakam 300 cilt oldu­ğudur. Müellifi bunu vakfetmiş ve Bağdat’taki İmam Ebû Hanîfe Mescidine koymuştu. Daha sonra malum Moğol istilasıyla beraber, diğer pek çok eser gibi bu kıymetli eser de kaybolup gitti. Yalnız ben Hind ediplerinden birisin­den, bir kütüphanenin katalogunda bunun bir parçasının mevcut olduğunu gördüğünü duydum.

Hafız İbn Şâhinin de hadisler ışığında yazdığı 1000 cüz lük tefsiri varmış. Kadı Ebû Bekr İbnu’l-Arabî’nin tefsiri Envâru'l-Fecr de 160000 sayfa civarındaymış. Bu eserin bi­zim memleketimizde (İstanbul ve Türkiye kütüphanelerin­de) mevcut olduğu bilinmektedir. Ancak ben uzun arama­larıma rağmen bu esere muttali olamadım. Ebû Hayyân’ın hocalarından Ibnu’n-Nakib el-Makdisinin tefsiri de 100 cilde yakınmış. Bu eserin bazı ciltleri İstanbul kütüphane­lerinde bulunmaktadır. Bu tefsirlerden bazılarının bir kısım ciltleri bildiğim kadarıyla bazı kütüphanelerde mevcuttur.

Bugün elimizde bulunan tam ve en büyük tefsir (bildiği­miz kadarıyla) Tefsir-i Alât de denilen Fethul-Mennân tefsiridir.Eser, allame Kutbuddin eş*Şirâzi’ye aittir. 40 Cilttir. Birinci cildi Dâru’l-Kütübi’l-Mısriyye’de mevcuttur.Bu cilde bakıldığında eserinde takip ettiği metot ortaya çıkmaktadır. Eserin diğer ciltleri de İstanbul’da iki kütüphanede, Muhammed Es’ad ve (Hekimoglu) Ali Paşa’da bulunmaktadır.

el -Menhdu’s-Safi de zikredildiği gibi allame Muhammed Zâhid el-Buhâri’nin tefsiri 100 kadar ciltlik bir tefsirmiş. İslam ümmeti âlimlerinin bu geçenlerin dışında daha sa­yılamayacak kadar tefsirleri vardır. Hepsinin metotları farklıdır. Onların şükre değer bu hizmeti yanında; kitabı açıklayan, Kur’anda icmali geçen yerleri izah eden hadis­leri toplayarak yaptıkları çalışmaları da vardır.”

Allame, fakih, usul âlimi, araştırmacı Muhammed Haşan el-Hacvi el-Fâsî el-Mağribî (Allah Teala kendisine rahmet etsin) ilginç eseri el-Fikru’s-Sâmî fi Târihi’l-Fıkhil-îslâmî adlı eserinde, çok eser yazan müelliflere temas etmiştir. Bunlar arasında İbn Cerîr’i, Îbnul-Cevzî’yi ve başkalarının zikretmiştir, İçlerinde benim zikrettiklerimin bir kısmı tekrar ediliyor olsa da -ki bunun zararı yok- onun yazı­sından bir parçayı aşağıya alıyorum. O şöyle demiştir:

el-Dibâcul-Muhezzeb'de geçtiğine göre, Kâdî Ebû Bekr Muhammed ibn Tayyib el-Bâkıllânî her gece 20 rekât namaz kılardı. Hafızasından 70 sayfa yazmadan da uyumazdı.

İbn Ebid-Dunyâ geriye 1000 kitap bıraktı. İbn Asâkir de Tarih’ini 80 ciltte telif etti. Suyûtî şöyle demiştir: ‘En çok eser yazan İbn Şâhîndir. 330 eser yazmıştır. Bunlar­dan birisi olan Tefsir 1000 cüzdür, Musned 1500 cüzdür. Keza Suyûtî şunu da söyler: ‘Bu tıpkı tayy-ı mekân gibi tayy-ı zamân işidir, İsra ve Kadir gecesinden miras kalan bir berekettir.’ Bunu (Muhammed ibn Abdurrahmân ibn Zekeriyyâ el-Fâsî) el-Minâhu’l-Bâdiye’de nakletmiştik.

İmam Ebû Muhammed Alt ibn Hazm geriye 400 cilt eser bırakmıştır. Bunlar takriben 160000 sayfa tutmaktadır. İmam Ebû Muhammed Abdurrahmân ibn Ebî Hâtim er- Râzî de geriye pek çok eser bırakmıştır. Bunlar fıkıh, ha­dis, tarih dallarındadır. Eserlerinden birisi olan Musned 1000 cüzdür. Bunu da (Subkî) Tabakâtu ’ş-Şâfi ’iyye’sinde zikretmiştir.

Mustedrek alâs-Sahîhaynın sahibi, Ibnu’l-Beyyı diye ta­nınan Ebû Abdullah el-Hâkim de 1500 cüze varan eser bı­rakmıştır. Tahricu’s-Sahîhayn,ilel,EmâlîFevâidu’ş-ŞuyûhTârihu Neysâbûr ve diğerleri eserlerinden bazılarıdır.

İmam Ebû’l-Hasan el-Eş’arinin kitapları da büyük kü­çük cinsinden 50'ye ulaşmıştır. Bunların çoğu batıl fır­kalara reddiye konularındadır. Bu ise en zor eser yazılan mevzulardandır. Bu tip eserleri yazmak çok zaman ister.

Takiyyuddin ibn Teymiyye de 300 eser yazmıştır. Bu eserler çeşitli ilim dallarına aittir. Bunlar 50 kadar cilt içinde toplanmıştır. Öğrencisi İbn Kayyım el-Cevziyye büyük-küçük eser cinsinden 50 cilt eser telif etmiştir. İmam Beyhaki de 1000 cüz eser telif etmiştir. Bunlar ben­zeri nadir bulunan cinsten kıymetli eserlerdir. Faydaları çoktur, Beyhaki 30 yıl oruç tutmuş bir insandır.

Meşhur Muhammed ibn Sahnûn el-İfrikî de fıkıh, siver tarih ve diğer ilim dallarını havi büyük eserini 100 cûz olarak bizlere miras olarak bırakmıştır. Âhkâmul-Kur’ân ve diğer kitapları da böyledir.

Fas'ta metfun, İmam Ebû Bekr ıbnu’l-Arabî el-Meâferî de büyük tefsirini 80 cüz olarak yazmıştır. Onun başka eserleri de vardır. Tirmizi, Muvatta’ şerhleri ile büyük ve küçük Ahkâmul Kur’ân kitapları gibi. Keza el-Kavâsım vel-Avâsım, el-Mahsûlfî’l-Usûl gibi. Bunlar en üst seviyede eserlerdir. Bu, az rastlanan bir durumdur.

İmam Ebû Ca fer Tahâvî de pek çok eser yazmıştır. Bir tek mesele için bile eser yazmıştır. O da şudur: Hazre-ti Peygamberin haccı, kıran mı, ifrad mı yoksa temet­tü muydu? Bu eserini iki sayfa olarak yazmıştır. İslam âleminde buna benzer nice çalışmalar vardır.

Ebû Ubeyde’nin (Ma'mer ibn Musennâ) çeşitli ilim dal­larındaki eserleri 200’e ulaşmıştır. İbn Sureyc’in eserleri de 400’e ulaşmıştır. Kadı Fâdıl’ınkiler de 100’e ulaşmış­tır. Endülüslü âlim Abdulmelik ibn Habıb’in eserleri de 1000’e varmıştır. Bunu da Nefhu’t-Tîb'de Lisânuddin Hatîb zikretmiştir.

Eserleri ciltler dolusu tutmaktaydı. Mesela Sibi ibnu’l- Cevzî’nin tarihle ilgili Mirâtuz-Zemân 40 cilt idi. Hatib’in Târihu Bağdâdi de 15 cilttir. Eğânî de 20 cilttir. İbnu’l- Esîr’in Kâmili 12 cilttir. Ebû Hanife ed-Dîneverinin Şerhu’n-Nebât'ı 60 cilde ulaşmaktadır. Arap âleminin filozofu Ya’kûb ibn İshâk el-Kindî’nin felsefe, tıp, matematik ve di­ğer pek çok ilimlere dair eserleri de 231’e varmaktadır.

Zikri geçen zevatın eserlerinin ciltleri 20 sayfadan 200 sayfaya kadar değişmektedir. Bunların yazı malzemesinin zor bulunduğu zamanlarda yazıldığı düşünülürse durum daha iyi değerlendirilip anlaşılır.

Sonrakilere gelince; yazma malzemesi ve imkânlar art­masına rağmen, önceki âlimler kadar eserleri yoktur.Mesela Fe'thul-Bari ve İsabe ve diğer eserlerin sahibi İbn Hacer, Zehebî, eserleri 400’den fazla olan Suyûtî gibi.Bunların eserlerinin çoğu iki veya dört sayfaya varıncaya kadar küçüktür.Suyûtî den daha da çok eser veren, Ebû’l-Feyd Muhib-buddin Muhammed Murtazâ el-Hûseynî el-Vâsıtî ez-Zebî-di el-Hanefi Nezîlu Mısr da böyledir.Ancak Şerhul Kâmûs, Şerhul-ihyâ adlı eserleri çalışmalarının azametine delildir.Bu iki eserin faydası çok geniş olmuş ve İslam âlemi bunlara ziyadesiyle rağbet göstermiş, üzerlerinde çalışarak yararlanmışlardır.’’

Ben de yazımı vakitlere dikkat eden, anları bile değer­lendiren, zamandan en güzel meyveleri elde etmesini bi­len âlimlerden birisi olan Ebû’l-Kâsım ibn Asâkir ed- Dımaşki’nin terceme-i hâlini kısaca vererek bitirmek istiyorum. Onun hayat hikâyesinde insandaki arzu ve is­tekleri harekete geçiren, uyuyanı uyandıran taraflar var­dır. Simdi sizlere onu anlatacağım.

O Kadar Çok Eser Yazmıştır ki Hepsi Basılamıyor

Hafız Ebul-Kâsım ibn Asâkir ed-Dımaşkî (Ali ibn Ha­şan) 499/1105 yılında Şam'da doğdu ve 571/1175 yılında Hakkın rahmetine kavuştu. Allah Teala kendisine rahmet Yaşamında anları bile değerlendiren bir insandı. İslam kütüphanelerine o kadar çok eser ikram etti ki bugün ilmi kurumlar (akademiler) bile bunları basmaktan âciz kalmaktadır. Oysa o, bunları tek başına yazmıştı. Evet,bunları bizzat kendi eli ve kalemi ile telif etti, inceleyerek yazdı.İlk önce bunların asıl malzemelerini topladı, daha sonra bunları özetledi, düzenleyip tertip etti. Bunun ardından, çok sağlam hafızası, geniş bilgisi, eser yazmaya ve fazlaca eser telif etmeye karşı son derece gayret ve yeteneği olduğunu gösteren, yaşayan ve konuşan birer delil olan kitaplarını insanlara sundu.

Burada sizlere onun bayat hikâyesinin bir yönünü sunacağım. Anlatırken ilim için ne kadar çok yolculuk ettiğine, eserlerinin oldukça fazla olduğuna, vakitleri ve zamanını değerlendirme hususunda son derece gayretli olduğuna temas etmekle yetineceğim.

Tarihçi Kâdî ibn Hallikân Vefeyâtu’l-A'yân adlı eserinde bu zatın terceme-i hâlini verirken şöyle der:

“Zamanın Şam bölgesi muhaddisi, Şafii fıkhının önde gelen âlimlerinden idi. Daha ziyade hadis ilmiyle meşgul oldu ve bu yönüyle meşhur oldu. Hadis toplamak için son derece gayret gösterdi. Bu sebeple onun topladığı hadis kadar hadis toplamak başkasına nasip olmadı. Hadis toplamak için çok seyahatler edip, beldeler dolaştı, yollar katetti. Pek çok hadis hocası ile görüştü. Hafız Ebû Sa’d Âbdulkerîm ibnu’s Sem’ânî ile bu yolculuklarda arkadaşlık etti.

Hadis hafızı idi. Dinine son derece bağlıydı. Hadislerin metinlerini senedleriyle toplardı. Bağdat’ta (hadis hocalarından) hadis dinledi. Sonra Şam’a yöneldi. Ardından-Horasan’a gitti. Neysabur, Herat, Esbehan ve Cibal’e de gitti. Çok faydalı eserler hazırladı. Senedleriyle beraber  hadis kitapları yazdı. Hadisler hususunda çok güzel değerlendirme yapan birisiydi. Hadisleri toplamaktan ve eser yazmaktan son derece haz alıyordu. Târihu Dımaşki  yazdı. Bu 80 ciltlik bir eser olup çok kıymetli bilgilere ha­vidir. (Hatîb-i Bağdadinin) Târîhu Bağdâd’ının usulünce hazırlanmıştır.

Mısır’ın hafızı, hocamız hafız allame Zekiyyuddin Ebû Muhammed Abdulazîm el-Munziri, bu tarih kitabının bahsi geçince, bir cildini bizlere çıkarıp getirdi. Eser ve ne kadar büyük bir çalışma olduğu hususundaki konuşma uzadı da uzadı. Sonra da şöyle dedi: ‘Kanaatimce bu zat tarih kitabını buluğa erdiği günden itibaren yazmaya az­metti ve kitapla ilgili malzemeleri bu tarihten itibaren top­lamaya başladı. Ancak yine de bir insanın, ders veya hadis rivayetiyle meşgul olurken, bir taraftan da şöhrete ulaş­mışken (bu şöhret sebebiyle insanlar kendisine sürekli gi­dip gelirlerken, meselelerini arz ederlerken) böyle bir ese­ri telif etmesi bir ömre kısa gelir.’Gerçekten de doğruyu söylemiştir. Hayatını inceleyen kimse bu sözünün ne kadar doğru olduğunu anlar. Bir insanın fırsat bulup da bu hacimdeki bir eseri bu süre­de yazması mümkün müdür? Ortaya çıkan bu eser (tarih kitabı) seçtiği bilgilerdir. Esas topladığı malzemeler nere­deyse özetlenemeyecek kadar çok ve müsveddeler şeklin-de idi. Bunlardan sahih olarak seçtiklerini bir araya getirdi (ve elimizdeki eser oluştu). Bunun dışında başka güzel eserleri, faydalı cüzleri de vardır.”

Hafız Kasım ibn Asakirin eserleri 50’den fazladır. Bunlardan bir tanesi olan Târihu (Medîneti) Dımaşk, daha önce bahsedildiği gibi 80 cilttir.

Hafız Zehebî Tezkiretu ’l-Huffâz'da İbn Asâkir’in terceme-i hâlini verirken şöyle der:

"'İmam, büyük (hadis) hafız(ı), Şam bölgesinin muhaddısi, ümmetin övünç kaynağı Ebû’l-Kâsım ibn Asâkir. Pek çok eserin ve Tarihu Kebîrin sahibi. 499/1105 yılı­nın başlarında doğdu. 505/1111 yılında babasının ve kar­deşi Ziyâuddîn Hibetullâh’ın ilgilenmesi ile hadis dinle­meye başladı. Şam’da şu hocalardan hadis dinledi... 20 yaşında iken yolculuğa başladı. Bağdat’ta hocalardan ha­dis dinledi. Mekke'de, Kûfe’de, Neysabur’da, Esbehanda, Merv’de ve Beratta da pek çok hocadan hadis dinledi. 40 beldeden, kırk hocadan birer taneden kırk hadislik) el-Erbeûnu’l-Buldânıyyeyi hazırladı. Hocalarının sayısı 1300’dür. 80 küsur tanesi de kadındır.

Kendisinden pek çok insan hadis rivayet etmiştir. Bun­lardan birisi de yolculuklarda arkadaş olan Ebû Sa’d es- Sem’âni’dır. (Zehebi daha sonra eserlerini sayar. Bunlar 50 ve yakındır). Çeşitli ilim dallarına dair bilgilerini yaz­dırmak için 480 meclis (oturum) tertip etti. (Her yazdır­ma meclisi bir eser telif etme mesabesindedir).

Oğlu muhaddis Bahâuddîn Kâsım şöyle demiştir: ‘Allah rahmet etsin, babam cemaate ve Kur’an okumaya devam eden bir insandı.. Her cuma bir hatim bitirirdi. Ramazan­da ise her günde hatim bitirirdi. (Şam Camii’nin) doğu minaresinde itıkâfa girerdi. Çok nafile ibadet eden, zikir ehli insandı. (Şaban ayının) ortasındaki geceyi ve bayram gecelerini ihya eder, ibadet ve zikir ile geçirirdi. Giden her vakit hususunda kendi nefsini muhasebeye çe­kerdi.40 yıl, yani hocaları kendisine rivayet ve hadis nakli için icazet verdiği andan itibaren sadece hadisleri bir araya getirmekle ya da rivayet etmekle meşgul oldu. Gezer­ken ve yalnızken bile bu hâl üzere idi.

Hafız Ebûl-Alâ Hemedânî de şöyle der: ‘Ebû’l-Kâsım îbn Asâkır’e, ateş gibi yanan ve son derece iyi kavrayan zekâsından dolayı “Ateş Meşalesi” denmekteydi.’ Ebû’l- Mevâhib ıbn Sasrâ da der ki: ‘Ona, ‘Efendimiz kendileri gibi bir kimse gördüler mi?’ diye sordum. Bana şöyle ce­vap verdiler:

- Böyle söyleme. Çünkü Allah Teala Kur’an’ında şöyle ferman ediyor: ‘Kendi nefislerinizi temize çıkarmayın.’ Böyle deyince ben de dedim ki: ‘Fakat Allah Teala şöy­le de buyurmuştur: ‘Amma rabbinin nimetini söyleyip anlat.' Bu sefer şöyle cevap verdi: ‘Bir kişi benim gibi bir kimseyi gözlerinin görmediğini söylerse doğru söylemiş olur.’

Ebû’l-Mevâhib daha sonra şöyle der: ‘Ben de derim ki: Onun gibisini görmedim. Onda toplanan şu güzelliklerin bir başkasında toplandığını da görmedim: 40 yıl boyun­ca hep aynı yol üzere devam ederdi. Bir özür olmadık­ça sürekli birinci safta yerini alırdı. Ramazan ayında ve Zilhicce’nin 10 gününde itikâfa girerdi. Kendisinde mal ve binalar edinme yönünde bir arzu ve istek yoktu. Bu dü­şünceyi nefsinden atmıştı. İmamet ve hitabet gibi makam­lardan yüz çevirmişti. Teklif edilince de kabul etmemişti. Kendini emr-i bil-ma’rûf ve nehy-i ani’l-munkere vermişti. Kınayanın kınaması onu Allah yolundan alıkoymazdı

3- imam Tacuddin Subkî de Tabakatuş Şafiyyetul Kubra adlı eserinde Ibni Asâkir’in terceme-i hâlini verirken şöyle der;

Büyük imam, ümmetin hafızı Ebû'l-Kâsım ibn Asâkir.Dedelerinden ismi Asâkir olan birini bilmiyoruz fakat bununla meşhur olmuştur Kendileri Allah Resulünün sünnetinin yardımcısı ve hızmetçisiydi. Muasırı olan hadisçilerin  imamı, seçkin hadis hafızlarının sonuncusu, hadis talep eden öğrencilerin konaklayıp uğradığı kişi idi.

Kendisini çeşitli ilim dallarına verdi. İlim ve amel dışında bir şeyi arkadaş edinmiyordu. Nihai gayesi hep bu iki-siydi. Öyle kuvvetli bir hafızası ve zabtı vardı ki en küçük bir şeyi bile kaçırmıyordu. Elde ettiği bilgileri öyle sağlamlaştırırdı ki bu özellikleri onu kendisinden öncekilerin üzerine çıkarmasa bile aynı seviyeye taşımıştı. O kadar geniş ilmi vardı ki bununla zenginleşmiş ve tüm insanları kendisine muhtaç bırakmıştı.

Pek çok insandan hadis dinledi. Hocalarının sayısı 1300’dür. 80 küsur kadından da hadis dinlemiştir. Irak’a, Mekke’ye, Medine’ye hadis talebi için yolculuklarda bulundu. Acem beldelerine de gitti ve Esbehan, Neysabur,Merv, Tebriz, Miyhene, Beyhak, Husrevcird, Bistam, Damegan, Rey, Zencan, Hemedan, Esedabad, Cey, Herat, Bven, Beğ, Buşenc, Serahs, Nukan, Simnan, Ebher, Merend, Huvçy, Cerbazekân, Muşkân, Ruvzaver, Hulvan, Erciş gibi şehirlerde hadis dinledi.

Ayrıca Enbar, Rafika (Silvan), Rahabe, Mardin, Maksin ve diğer pek çok beldede ve farklı yörelerde hadis dinledi.Bineğini hep uzak sahralarda yürütür, evinden sürekli ayrı kalırdı. Devamlı yalnız yaşardı. Kendisine dost olarak takvayı edinmişti. Öyle bir azme sahip idi ki hedeflediği bilgilere ulaşmayı büyük bir derece olarak kabul ediyordu.

' Hocası Hatîb Ebul-Fadi et-Tûsî onunla ilgili olarak şöyle demiştir: Bugün onun dışında bu lakabı hak eden birbaşka kimse bilmiyoruz,’ Bu sözüyle, (yüz bin hadisi her yönüyle bilen, hadis ilminde iyice derinleşmiş manasına gelen) hafız’ lakabını kastetmekteydi. İbnu’n-Neccâr da şöyle demektedir: ‘Zamanındaki muhaddislerinin ima­mıydı. Hıfz ve ezberlediğini sağlamlaştırmada, hadis ilim­lerini kamilen bilmede, güvenilirlikte, seçkinlikte, güzel­ce tertipli eser hazırlamada üstatlık ona aitti. Bu iş onunla son buldu.’

İbnu'n-Neccâr şunu da der: Hocamız Abdulvahhâb ibn Emin’in şöyle dediğini işittim: ‘Bir gün Hafız Ebû’l-Kasım ibn Asâkir ve Ebû Sa’d ibn es-Sem’ânî ile beraberdim. Ha­dis almak ve hadis ravilerine uğrayıp onlardan hadis işit­mek için gidiyorduk. Yolda böyle birisiyle karşılaştık. Ibnus-Sem’ânî, bir hadis cüzünü okuması için o zattan durmasını rica etti. O da çantasında işitmiş olduğu hadis­lerin bulunduğu cüzü aramaya başladı fakat bir türlü bu­lamadı. Bulamayınca da cam sıkıldı. Bunun üzerine İbn Asâkir, es-Semaniye sordu: ‘İşitmiş olduğu o cüz hangi cüzdür?’ O da İbn Ebî Dâvûd’un el-Ba’s ve’n-Nuşûr cüzü­dür. Bu zat o cüzü Ebû Nasr Zeynebî’den dinlemiş.’ dedi. Bunun üzerine İbn Asâkir, ‘Üzülme!’ dedi. Daha sonra o cüzün tamamım veya bir kısmım hıfzından es-Sem’ânî’ye okudu.

İbnu’n-Neccâr der ki: ‘Tamamını veya bir kısmım’ şek­lindeki şüphe hocamız Abdulvahhâb’dan kaynaklanmak­tadır..

Onunla ilgili olarak, Üstat Muhyiddîn en-Nevevî bizzat kendisinin yazdığı yazısında şöyle demiştir: ‘Şam bölgesi­nin hafızıdır. Hatta tüm dünyanın hafızıdır. Mutlak olarak imam, sika (güvenilir) ve sebt (sağlam) bir zattır.’

Oğlu Hafız Ebû Muhammed Kasım naklediyor: ‘Babam pek çok kitabı(n okunuşunu, kıraatini) dinlemişti. Ancak bunlardan bir kısmını yol arkadaşı Hafiz Ebû Ali ibn el-Vezir istinsah ettiğinden dolayı kendisi istinsah etmemişti. Çünkü Ibnu-l-Vezirin istinsah ettiklerini baham istinsah etmiyor, ba­bamın istinsah ettiklerini de İbnu’l-Vezir istinsah etmıyordu, Bir gece ay ışığında camide bir arkadaşıyla konuşurlarken şöyle dediğini duydum: ‘Hadis peşinde o kadar gezdim ama sanki hiç gezmemiş gibiyim, bir sürü eserlere ulaştım ama şimdi hiç ulaşmamış gibiyim. Çünkü yol arkadaşım İbnu'l- Vezir’ın benim de kıraatlerini dinlediğim Sahibul-Buhâri, Müslim, Bey bakînin kitapları ve diğer âli (birinci elden, az ravili) senedli cüzlerle buraya geleceğini hesap ediyor­dum ancak Merv e yerleşip orada ikamete başladı. Yûsuf ibn Fârevâ el-Ceyyâni ve Ebû’l-Hasan el-Murâdînin de bu­raya gelmesini ümit ediyordum. Fakat Ebû’l-Hasan bana diyor ki: ‘Belki Şam’a gelirim, oradan da ülkem Endülüs’e dönerim.’ Velhasıl bunlardan hiçbirinin Şam’a geleceğine ümidim yok. Bu durumda büyük kitapları, mühim ve âlî (birinci elden, az ravili) cüzleri tekrardan elde etmek için üçüncü kez yolculuklara çıkmam gerekecek.’

Birkaç gün geçmeden arkadaşlarından birisi çıkageldi ve kapısını çaldı. ‘Ben Ebû’l-Hasan el-Murâdîyim. Geldim.’ dedi. Babam karşılamak için dışarı çıktı, sonra buyur edip evinde misafir etti. Ebû’l-Hasan rivayetleri dinlenilmiş ki­taplarla dolu dön sepetle gelmişti. Babam buna çok sevin­di. Kıraatlerini dinlemiş olduğu eserlere, yorulmaksızın kolayca ulaştığı için Allah Teala’ya şükretti. Çıktığı yolculukların semeresi olarak bunlar ona yetti. Hemen kitaplara yöneldi. Bir kısmını kendisi istinsah etti, bir kısmını da et­tirdi, Ve nihayet maksadına ulaştı. Eline aldığı bir cüz sanki dünyanın malını elde etmiş gibi sevindiriyordu onu. Allah Teala rahmet etsin. O’ndan razı olsun.



Abdulfettah Ebu Gudde - Zamanın Kıymeti (Otto Yayınları)

Çeviri:Enbiya Yıldırım



Devamını Oku »