Şefaat hakkında İslamoğlu ve Okuyan'a reddiye



Hüseyin Avni Hoca



Besmele, hamd, salat ve selamdan sonra…

Selam hidayete tabi olanlara olsun…

Mustafa İslamoğlu, Mehmet Okuyan!. Size bu mektubumda muhterem kardeşlerim şeklinde hitap edip Rabbim size rahmet etsin ve sizi her türlü musibet ve afetten korusun diye de dua etmek çok isterdim.. Bu hitap ve duama belki sizler muhtaç değilsinizdir; ama insan ve mümin olmanın hazzını yaşamak ve tatmak isteyen biri olarak ben muhtacım.. Ancak ne yazık ki birçok meşru ve makul sebeple bunu yapamadım.. Çünkü sizler ki, Efendimiz sallallahu aleyhi ve sellem’e -Allah’ın O’na salat ve selam edin (Ahzab:56) emrine rağmen- salat ve selam getirip dua etmeyi bile yalakalık sayabildiğinize göre, isimlerinizin başına herhangi bir hürmet ifadesi kullanmaktan ve sizin için dua etmekten, inanın size yalakalık etmekte olduğumu zan ve iddia edebileceğinizden korktum.. İşte o yüzden bundan böyle size sırf isimlerinizle hitap etmekte beni lütfen okuyanlar da mazur görsünler, siz de mazur görün.. Bu hitap tarzım, bedeviliğime ve kaba sabalığıma değil de korku ve endişeme bağlansın..

Mustafa, Mehmet!.. Bir takım genç Mü’minlerden duyduğuma ve yazıya döküp bana getirdikleri konuşma metninizden okuduğuma göre şefaatin -sergilediğiniz mantık olarak- hepsini zımnen, günahların affedilmesi için olan çeşidini ise açıkça inkâr ediyormuşsunuz.. Kitap, Sünnet ve Ümmet’in icmaı ile kesin ve sabit olan bu mana ve muhtevasını doğru anlayamadığınız şefaati kabul eden Mü’minlere de olmadık hakaretler yağdırıyormuşsunuz..

Mustafa, Mehmet!.. Bilenler iyi bilirler ki, geçmişte Mutezile mezhebi imamları, aklı, -çoğu zaman- yerinde ve kaldırabileceği kadar değil de, sahasının kısmen veya tamamen dışında ve lüzumundan fazla kullandılar. Bu yüzden de -ne yazık ki- akılcı akılsızlar sürüsü haline geldiler.. Bunların bozuk anlayışları ve şeytani vesveseleri geçmişte Ehl-i Sünnet uleması tarafında tamamen çöplüğe fırlatılıp atıldı.. Sizler ise şimdilerde o çöplükleri eşeleyip bu vesveseleri çıkarıyor ve kendinize ait düşüncelermiş gibi yaymaya çalışıyorsunuz.. İlmî ve aklî kifayetiniz ile doğru anlama rüştünüzün bulunmaması yüzünden de çürüyüp fosil haline gelen bu bozuk anlayış ve inanışları çok kere yanlış anlamaktasınız.. Bunlar yetmiyormuş gibi ayrıca onlara birçok saçmalıkları ilave etmekle de işi iyice çığırından çıkarmaktasınız.. Ehl-i Sünnet uleması tarafından onlara verilen mufassal ve okkalı cevapları ya okuyamamış veya nadiren okusanız bile yanlış okuyarak hatalı anlayıp anlatmaktasınız..

Veyahut da basbayağı bir ilim hıyaneti içindesiniz.. Kesinlikle biliyorum ki, sizin kendinize ait tek bir fikriniz yoktur.. Çünkü gördüğüm kadar kabiliyet ve gayretiniz fikir imaline hiç de elverişli değildir.. Kullandığınız ifadelerden anlayabildiğime göre dağarcığınız ya müsteşriklerin/oryantalistlerin veyaMutezile’nin paket proğramlarından yer gösterilmeden alınan bilgi ifrazatı/atıkları ile doludur.. Sizin kendinize has olan işiniz ise sadece şu sözü geçen iki zümreyi kör bir şekilde ve cahilce taklit etmekten ibarettir.. Hak yolun imamlarının izinden gitmeyi zül ve ar sayar, reddedersiniz ama azat kabul etmez köleler gibi yoldan çıkmışların peşine takılırsınız.. Çizgilerinden ve gölgelerinden kıl kadar dahi ayrılmazsınız.. Onların düşüncelerini asla münakaşa etmez ve ettirmezsiniz..

Diğer yandan da herkesin sizin önünüzde el pençe divan durmasını, ardınızdan asla ayrılmamasını vücudunuzun bütün zerrelerinizin dilleriyle istersiniz.. Siz peygamber sallallahua leyhi ve sellem bile olsa herkesi münakaşa edebilir bir yana fırlatabilirsiniz ama kendinizi katiyen zerre miktarı tartıştırmaz, burnunuzdan asla kıl aldırmazsınız.. Kendi ithalpaket proğramlarınızı set haline getirip ambalajlayarak cümle aleme cebren ve hile ileyutturmaya çalışırsınız.. Sözün kısası, siz işte bu kadar çaplı ve dürüst kimselersiniz..

Mustafa, Mehmet!.. Mu’tezile’den söz etmişken, onların günahların affedilmesi için yapılacak şefaatleri inkâr ederken delil diye ileri sürdükleri şüphe ve saçmaların birkaç tanesini buraya alalım.. Sonra da Ehl-i Sünnet ulemasının onlara verdiği cevaplardan bir kısmını hulasa edelim..

Birinci şüpheleri: Ancak (Allah’ın) razı olduğu kimseye şefaat edecekler ayeti.. Oysa fasık, razı olunan bir kimse değildir..

İkinci şüpheleri: Çünkü şefaatte, Allah’tan, düşmanını dost, cehennemliği de cennetlik yapmasını istemek manası vardır ki bu güzel görülecek bir şey değildir..

Üçüncü Şüpheleri: Büyük günah sahipleri için şefaatin olduğunu söylemekte günahlara teşvik vardır ki bu caiz değildir..

Dördüncü Şüpheleri: Hiçbir kimsenin, hiçbir kimseden hiçbir şeyi (zarar ve azabı)savamayacağı ve ondan hiçbir şefaatin kabul edilmeyeceği günden sakının(Bakara:48)mealindeki ayet..

Birinci şüphelerinin cevabı.. Kur’an’da geçen mutlak zalim kâfir demektir.. Yani şöyle zalim böyle zalim gibi vasıflarla zikredilmeyip sadece zalim lafzı kullanılmış ise bunun kafir olduğu anlaşılır.. Ancak (Allah’ın) razı olduğu kimseye şefaat edecekler ayetindeki razı olunan kimse de her bir mümindir; çünkü onun imanı ve taatıi vardır. Yine ayetten anlatılmak istenen sadece(Allah’ın) kendisine şefaat edilmesine razı olduğu kimseye şefaat edeceklerdir demektir.. O halde neden ayetin anlaşılmasında zıt görüş bulunmasına rağmen Allah büyük günah sahibinden razı olmaz dediniz?..

İkinci Şüphelerinin Cevabı: Düşmanını dost, yapmasını istemektir sözleri doğru değildir.. Bu dediğinizi mümin büyük günah işlemekle imandan çıkar ve Allah’ın düşmanı haline gelirşeklindeki bozuk temel inancınızın üzerinde kurdunuz.. Bizim temel inancımıza göre ise mümin büyük günahları işlemekle Allah’ın düşmanı haline gelmez.. Ebû Hanîfe rahimehullah el-Âlim ve’l-Muteallim isimli kitabında bu görüş üzerindedir.. Yine mümin büyük günahları işlemekle mutlak olarak cehennemlik olmaz.. Aksine bunda, Allah’ın, kuluna fazlı ve keremi ile muamele etmesinin istenmesi vardır..

Üçüncü Şüphelerinin Cevabı: Büyük günah sahipleri için şefaatin olduğunu söylemekte günahlara teşvik vardır demelerine gelince.. Hayır, öyle değil.. Çünkü biz şefaatin vacipolduğuna hükmetmiyoruz ki kul azaptan emin olsun, şefaate güvenip dayansın ve günahları işlemeye cüret ve cesaret göstersin.. Aksine biz büyük günah işleyen her bir fert için bunun caizolacağına ve tasavvur edileceğine hükmetmekteyiz.. Şefaate nail olmayı umması, af ve mağfiretten de ümit kesmemesi için.. Sizin şefaatin olmaması, affın imkânsızlığı ve büyük günah işleyenlerin ebedi olarak cehennemde kalacaklarına dair dediğiniz sözlerde, insanları ümit kesmeye ve Allah’ın rahmetinden ümitsiz olmaya atmak vardır.. Bu ise küfürdür.. Allah Teala,Allah’ın rahmetinden ancak kâfirler topluluğu ümit keser (Yusuf:87) buyurmuştur.. (İbnu Kutlubuğa: Haşiyetü’l-Müsayere:217-218)

Dördüncü Şüphelerinin Cevabı: Ehl-i Sünnet alimlerinin Mu’tezile Mezhebinin bu ayetigünahların affı için şefaatin olmayacağı iddialarına delil getirmeleri karşısında verdikleri uzun ve güzel cevaplar vardır..

Birincisi:

-Bu ayetteki hüküm her bir ferdi ve bütün halleri kapsamaz.. (Îcî, Devvânî ve başkaları..)

-Bu sözün zahiri/açığı, hükmün, iki şeyi yani hem fertlerin tamamını hem de hallerin tamamını kapsamayacağıdır. Fertleri kapsamaması, umum sığalarından olan nefiyden sonra nekre ismin bulunması ile düşmüştür.. Yani bu, umum bildirdiğinden fertlerin tamamını kapsar.. Öyleyse doğrusu, şahıslar ve vakitlere nispetle umum bildirmez demektir.. Çünkü lâ teczî/defedemeyecektir, savamayacaktır sözünde devamlılık manasını gösterir bir şey yoktur.. Bu umum ifade etme/fertlerin hepsini kapsaması kabul edilecek olsa bile, (şefaat vardır veşefaat yoktur şeklindeki) delillerin mümkün mertebe tenakuzdan kurtarılması için (bu ifade umum bildirse de) umum kast edilmemiştir, kâfirlerle sınırlıdır denilir .. Onun için buna umum bildirdiğini kabul ettikten sonra bunun kâfirlerle sınırlandırılmasının manası yoktur şeklinde bir itiraz yapılamaz. Aksine biz, delilin delaletsiz olmaya tahsisinin bir manası yoktur deriz.. (Gelenbevî Ale’l-Celal, 2/271)

Mustafa, Mehmet!.. Fahruddin er-Râzî’nin, hiçbir kimsenin, hiçbir kimseden hiçbir şeyi(zarar ve azabı) savamayacağı günden sakının (Bakara:48) ayetini tefsir ederken şefaat hakkında getirdiği delilleri ve Mu’tezile’ye verdiği o güzel ve susturucu cevaplarını hiç mi okumadınız, hiç mi görmediniz, gördüysen hiç mi anlamadınız?..

Mustafa, Mehmet!.. Sözlerinizden okuduğuma ve gördüğüme göre sövdüğünüz ve savaştığınız Mü’minlerin, söz ve yazılarında kullandıkları kelime ve ıstılahlara/terimlere ne mana yüklediklerini, bu meseleye girmeden evvel bizzat onlara soracak yerde bu lafızlara sadece kendi saplantılarınız ve yakıştırmalarınızla mana veriyor ve onlara yakası açılmamış nice hakaretler ediyorsunuz.. Durmadan havayı yumrukluyorsunuz.. Hatta belli ki küfürlerinizin ve hakaretlerinizin mesnedi kalmayabilir endişesiyle ve korkusuyla bunu onlara sormaktan kasıtlı olarak çekiniyorsunuz.. Hep hakaret edebileceğiniz ve kendi o pek sevdiğiniz tabirinizle onları iyice ötekileştirebileceğiniz manalarda çakılıp kalıyorsunuz.. Hasım saydıklarınıza yani bütün bir Ümmet’e ve alimlerine her dem kendi yakıştırma, vehim, yalan ve iftiralarınız üzerinden atış yapıyorsunuz..

Mustafa, Mehmet!.. Evet, sizin bu yaptığınız, cahillikten de öte büyük bir ciddiyetsizliktir.. Birazcık aklı ve ilmi olan ciddi bir kimse, hiç değilse tezyif edeceği ve karalayacağı inanç, söz ve düşüncelerin önce ne olduğunun sınırlarını açık bir şekilde çizer, ne diyecekse ve ne yapacaksa ondan sonra der ve yapar.. Muhataplarının hiçbir şekilde söylemediklerinden hareketle asla gevezelik yapmaz.. Kur’ân ve Sünnet istikametinde şefaate imanı olan Mü’minlere çamur atarken yakışıksız ve saçma tasvirleri ve yakıştırmaları bir yana koyarak siz şu kitabınızdaki yahut konuşmanızdaki veya makalenizdeki şu sözünüzle veya başkalarına ait olup kabullendiğiniz sözlerde ŞEFAAT’a şu manayı yüklüyorsunuz; oysa bu yaptığınız, şu nakli veya akli delile göre yanlıştır, doğrusu ise budur gibi ilmi ifadelerle karşı çıkacak yerde abur cuburlarınızla şamata etmeyi marifet sayıyorsunuz..

Ciddi ilmî bir tenkıdde hasım bilinen kişilerin kelam veya kalem sürçmelerine yahut köşede bucakta kalmış ve taraftarlarınca bile kabul görmeyen şaz ifadelerine sarılmaya bile tenezzül edilmez; aksine daha çok ve asıl asla ve gövdeye bakılır.. Oysa siz böyle bile yapmıyorsunuz.. Sürçme mahsulü ifadelerine de dayanmıyorsunuz.. Daha da ileri giderek onlara sırf iftira ve yakıştırmalarınız üzerinden çamur atıyorsunuz..

Mustafa, Mehmet!.. İslam’ı bilmemenizin yanında aklın ve mantığın kanunlarından da haberiniz olmadığından hatta bu halinizi dahi göremediğinizden gelişi güzel ve saçma sapan konuşmaktasınız.. Büyümekle büyütülmenin farkını bilmediğiniz yahut bilmez gibi yaptığınız için hep zırvalıyorsunuz..

Mehmet, Mustafa!.. Biz size Mü’minlerin kabul ettikleri ve inandıkları şefaatin evvela Kur’ân’dan bazı delillerini getirip sonra da ne olduğunu gösterelim ve çerçevesini çizelim:

Rabbimiz şöyle buyurdu:

{ مَنْ ذَا الَّذِي يَشْفَعُ عِنْدَهُ إِلَّا بِإِذْنِهِ }

“O’nun yanında kimdir şu şefaat edecek olan?!. Ancak, O’nun izni ile (şefaat edecek olan)başka..” (Bekara:255)

Rabbimiz yine şöyle buyurdu:

{ وَلَا يَشْفَعُونَ إِلَّا لِمَنِ ارْتَضَى }

“Ancak Allah’ın razı olduğu kimseler için şefaat edecekler..”(Enbiya:28

Rabbimiz yine şöyle buyurdu:

{ لَا يَمْلِكُونَ الشَّفَاعَةَ إِلَّا مَنِ اتَّخَذَ عِنْدَ الرَّحْمَنِ عَهْدًا }

“Şefaate malik olamayacaklardır; ancak, Rahman’ın katında ahd edinenler başka.”(Meryem:87)

Rabbimiz yine şöyle buyurdu:

{ يَوْمَئِذٍ لَا تَنْفَعُ الشَّفَاعَةُ إِلَّا مَنْ أَذِنَ لَهُ الرَّحْمَنُ وَرَضِيَ لَهُ قَوْلًا }

“O günde şefaat fayda vermeyecektir.. Ancak Rahmanın kendisine izin verdiği ve onun için söz söylemeye razı olduğu kimse başka..”(Taha:109)

Rabbimiz yine şöyle buyurdu:

{ وَلَا تَنْفَعُ الشَّفَاعَةُ عِنْدَهُ إِلَّا لِمَنْ أَذِنَ لَهُ }

“Onun yanında şefaat fayda vermeyecektir. Ancak, kendisi izin verdiği kimse için olan başka..” (Sebe:23)

Rabbimiz yine şöyle buyurdu:

{ وَلَا يَمْلِكُ الَّذِينَ يَدْعُونَ مِنْ دُونِهِ الشَّفَاعَةَ إِلَّا مَنْ شَهِدَ بِالْحَقِّ وَهُمْ يَعْلَمُونَ }

“Ondan başkasına ibadet edenler şefaate malik olmayacaklardır.. Ancak Hakka bilerek şahitlik edenler başka..” (Zuhruf:86)

Rabbimiz yine şöyle buyurdu:

{ وَاسْتَغْفِرْ لِذَنْبِكَ وَلِلْمُؤْمِنِينَ وَالْمُؤْمِنَاتِ }

“Günahın için ve Mü’min erkeklerle Mü’min kadınlar için mağfiret iste” (Muhammed:19)

Aşağıda da anlatılacağı üzere başkasının günahı için af istemek, aslıda şefaat talep etmek demektir. Buna göre Allah celle celalühu, Resulünden Mü’minlere şefaat etmesini emretmektedir..

Mehmet!.. Sen, bunları ve benzeri nasları sadece sevabın ikiye katlanması için saymakla ayeti hem tahrif etmekte hem de -aşağıda da görüleceği üzere- kendi mantığınızla tezada düşmektesin..

Sonra..

Şefaat ne demektir?

Seyyid Şerif Cürcânî, şefâati şöyle tarif ediyor:

“Şefaat, kendisine karşı suç işlenen kimseden suçu affetmeyi istemektir.” (Tarifat)

Buna göre şefaat, Allah’tan, O’na karşı günah işleyen bir Mü’mini affetmesini istemektir.. Yani onu bağışlaması için Allah’a dua etmektir..

Ancak, Cürcânî’nin bu tarifi, şefaat’in sadece en büyük ve en mühim kısmını teşkil eden günahlar ve azaplar için yapılacak olan şefaat’i içine almakta, sevap artırması ve mükâfat verilmesine dair olacak olan şefaati dışarıda bırakmaktadır.

Şeyhu’l-İslam İbrahîm el-Beycûrî, şöyle diyor:

“Şefaat, lügatte, vesile ve istemek, ıstılahta ise, başkasından bir başkası için hayır istemekdemektir.” (Tühfetü’l-Mürid Şerhu Cevhereti’t-Tevhîd:131, M. Behiyye,1303)

Buna göre şefaat, Allah’tan, bir Mü’min tarafından bir başka Mü’min için gerek sevabının ve ecrinin artırılması ve ona mükâfat verilmesi, gerekse azabının giderilmesi şeklinde olan bir hayrı istemekdemektir.

Yani şefaat, Allah’a bir çeşit dua etmektir..

Görüldüğü gibi Beycûrî’nin bu tarifi, kısa, özlü ve çok dikkatli bir tarif..

Tânevî de bu manadaki şefaati daha açık olarak şöyle tarif etmiştir:

Bir başkasından yine bir başkası için bir hayrın yapılmasını yahut zararın/cezanın terkedilmesini yalvararak istemektir.. (Keşşafu Istılahati’l-Fünûn)

Mustafa, Mehmet!.. Sizin anlayacağınız, Allah’tan istenilen şeyler -bir taksime göre- ikiye ayrılıyor: Kişinin Allah’tan kendisi ve başkaları için istediği şeyler..

Buna göre şefaat, Allah’tan (kendisine değil de) başkasına bir mükâfat vermesi ve günahını affetmesini yalvararak istemek demektir.. Yani Allah’ım!. Şu kuluna şu hayrı ver, veya şu kulunun şu günahını affet diye yalvarması; bunun için yana yakıla Allah’a dua etmesi.. Bu dua dünyada, herkes tarafından, her Mü’min için yapılabilir.. Ancak ahirette yapacak ve yapılacak olan şefaat Allah’ın izniyle olur.. Onun için, şefaat, ahirette bir Mü’min tarafından bir başka Mü’min için bir hayrın temini veya bir şerrin def edilmesi için Allah’a yapılacak olan belli bir duadır..

Mustafa, Mehmet!.. Yani, bir defa daha kısaca tekrar edecek olursak, Allah’a başkası için yapılan duaya şefaat de deniliyor..

Mehmet!.. Konuşmanda bunların anlattığı Âhiret'te ne yaparsanız yapın, nasıl bir hatalar zincirine bulaşmış olursanız olun sizi gelip biri kurtarıyor demekle Mü’minlere iftira ve çamur atıyorsun.. Bunun yanında aslında -belki de farkına varmadan- aklının ve anlayışının kıt olduğunu da ilan etmiş oluyorsun..

Mehmet!.. Nasıl Allah’tan korkmadan ve kullardan utanmadan bunların anlattığı, -ne yaparsanız yapın, nasıl bir hatalar zincirine bulaşmış olursanız olun- Ahiret'te sizi gelip biri kurtarıyor diyebiliyor ve hem yalan söylüyor hem de Kur’ân’da onca ayette imanlı olma ve ilahi izin şartına bağlı olarak vuku bulacağı haber verilen şefaati kabul edemiyorsun?!..

Mehmet!.. Kim demiş ne yaparsanız yapın biri gelip sizi kurtaracak diye?.. Hiçbir kimse.. Çamur atıp karalamaya çalıştığın Mü’minlere göre dinden dönen ve küfre giren ile Allah’ınşefaat için izin vermeyeceğini kimse kurtaramayacak.. Keza kul haklarında da muhtemel çok hususi olan şartlar dışında iş yine böyle olacaktır.. Buna rağmen böyle diyenler için ‘neyaparsanız yapın biri gelip sizi kurtaracak’ diyorlar iddiasında bulunmak yalancılık ve sahtekarlık değil de nedir?.. Evet, yapılan, hem yalancılık hem de sahtekarlıktır..

Mehmet!.. Siz, Allah’ın tanıdığı rahmete mani olmaya yahut sınır koymaya çalışan ve onca bol ve geniş olan ilahi rahmetin taksim amirliğine soyunanlardansınız..

Biliyor musun, Rabbimizin,{ أَهُمْ يَقْسِمُونَ رَحْمَتَ رَبِّكَ } /Onlar mıdır Rabbinin rahmetini taksim etmekte olanlar? buyurarak kınadığı müşrikler de sizin gibi yapıyorlardı..

Mehmet!.. Senin Din gününün sahibi sadece Allah’dır. Ve o gün Rabbinizin hiçbir danışmanı yoktur. Dolayısıyla buradan hiçbir kimse Allah'a orada kiminle ne karar vereceğinin dersini veremez şeklindeki bu sözlerin cidden edepsizce ve terbiyesizce sarf edilen açık inkar sözleridir.. Azıcık bir delikanlılığın ve cesaretin varsa, bu onca ayeti inkar manası taşıyan zırvalarını kalabalık bir topluluk karşısında bize söylesen ya!.. Ama sende o yürek ve cesaret ne gezer.. Sen ve senin gibilerin yaptığı, yiğitçe değil hep kaçamak güreşmektir.. Din gününün sahibi olan Allah’ın, nice hikmetlerle münasip gördüğü kimselere şefaat izni vermesini, onu müşavir/danışman mevkııne koyması yahut Allah’ın ahirette -haşa- kiminle ne karar vereceğiolarak anlayabilmek için en azından geri zekalı olmak gerekmez mi?!..

Mehmet!.. Bu sözündeki mantıkla sarf ettiğin şu endazesiz sözler, sevapların katlanmasıiçin de bahis mevzu olmaz mı?. Elbette ki olur.. Öyle ya, şefaati kökünden inkâr eden bir kimse sana, senin kabul ettiğin bu ‘sevapların katlanması’ için yapılacak şefaat da kendi şu mantık ve anlayışına göre bir danışmanlık işi olur; zira günahların affı için olan şefaat ile bunun ne farkı var? dese ona ne dersin?.. Mugalata ve kandırmaca gibi bir maksadın yoksa hiçbir şey diyemezsin.. Çünkü birisi bir şeyin olmasını diğeri de olmamasını sadece Allah’tan istemekdemektir.. İkisi de bir kimse tarafından bizzat hak edilmeyen bir şeyin ona meccanen, karşılıksız, bedelsiz lütfen verilmesini Allah’tan talep etmektir..

Mehmet!.. Bu senin ifadelerinden de açıkça görülmektedir ki, aslında ortadaki sıkıntı sadece cahillik ve imansızlık yahut iman kıtlığı değil, bütün bunlardan daha önce edepsizlik, akılsızlık, idraksizlik ve haddini bilmeme sıkıntısıdır..

Mehmet!.. O, biz Rahman ve Rahim olan Allah'a inanırız. Rabbimiz'in bağışlayıcılığına inanırız. Ama O’nun bağışlayıcılığı üzerinden Allah nasıl olsa Affeder deyip geçerseniz başka bir ayetle yüz yüze gelirsiniz o ayette der ki; Allahu Teala Ey insanlar! Sakın ola şeytan sizi Allah ile aldatmasın sözünle yine halt ettin yani karıştırdın.. Karıştırdın ama bu sefer hakla batılı birbirine karıştırdın.. Biz Rahman ve Rahim olan Allah'a inanırız. Rabbimiz'in bağışlayıcılığına inanırız derken de doğru deyip demediğini bilmiyorum ama sözünün kalan kısmında doğruyu söylüyor lakin doğru demiyorsun.. Doğru demiyorsun, çünkü bu doğruyu batılına mesnet yapacak şekilde sarf ediyorsun..

Mehmet!.. Günümüzde Sünnet taraftarı olan yegane Mü’minlerden kim Allah nasıl olsa Affeder diyor?.. Hiçbir kimse demiyor.. Böyle diyen biri asla yok.. Ben duymadım.. İnanıyorum ki sen de duymamışsındır.. Kimse duymamıştır.. Bu sözü söyleyen varsa ve hangi zındıksa, Allah ona iman versin, değilse canı cehenneme.. Burada böyle bir bahaneyle şefaati inkâr ediyorsun.. Değilse, boş gürültülerle insanları oyalıyorsun.. Üstelik bu görüşlerin sahibi olan sen, Çok aldatıcı olan, sakın ha sizi Allah ile aldatmasın.. ayetinde ikaz edilmene rağmen tezgaha gelenlerdensin.. Ğarûr seni çok feci aldatmış..

Mehmet!.. Hele bir takıma girerseniz, hele bir okulun veya ekolün mensubu olursanız, hele birileriyle anılıyor olursanız zaten isteseniz de cehenneme gidemiyorsunuz.. sözünün buraya kadar olan kısmında kimilerine ve bilhassa kendine göre diyorsan doğru söylemiş olabilirsin.. Dolayısıyla bunları önce kendi mahallende ara.. Hele sakın yanılıp da Ehl-i Sünnet diyarında ve arasında aramaya kalkma.. Bulamazsın.. Boşuna yorulma..

Mehmet!.. Ancak yani biri kurtarıyor; bu kurtarış iddiaları Kur'an'dan referans alamaz.. derken açık bir yalan söyleyip -çok aldatanların insan cinsinden olan bir ferdi olarak- Mü’minleri Allah(ın ayetleri) ile çok kötü kandırıyor ve aldatıyorsun.. Evet, onca şefaat ayetinden anlaşıldığına göre Allah’ımızın şefaat için izin verip bu hususta konuşmasına razı olacağı nebiler ve sâlihler, günahkarları, -sebep olma manasında- kurtaracaklardır.. Evet, kafirler istemeseler de bunu yapacaklardır.. İkinci şahısları, onlar için yapacakları dualarıyla kurtaracaklardır.. Ancak, kendileri için şefaat izni hiçbir zaman verilmeyecek olan kâfirler ile bazen kendileri için birilerine Mevla tarafından şefaat izni verilmeyecek günahkâr Mü’minleri kimse kurtaramayacaktır..

Mehmet!.. Ortaya attığın bu kurtarış iddiaları Kur'an'dan referans alamaz zırvası, sadece Allah’ı, Resulünü ve Kur’ân’ı yalanlama denemeleri, yonttuğunuz ve etrafında pervane olup tapındığınız bir puttur.. Nitekim aşağıda delilleri gelecektir..

Mehmet!. Sana sorulan bu şefaat işi palavra mı? şeklindeki çanak sual karşısında serf ettiğinişte bakın! Dinin, İslam kültürünün çığırından çıkarılmış en önemli kavramlarından üzgünüm biri de budur. Şimdi biz şefaatle ilgili bir şeyler anlatıyoruz diyoruz ki: Şefaatle ilgili konuşacak mısın? Kur’ân’da şefaatle alakalı otuz iki tane ayet var. Otuz ikisini de bilerek konuşacaksın. İkisini bilmekle olmaz bu iş şeklindeki sözlerin aslı ve cevheri bakımından doğru sözler.. Doğruyu söylemişsin; ancak yine doğru söylememişsin.. Çünkü maksadın ve usulün doğru değil.. Yalnız şu kadar var ki, şefaat, asla dinin kültürü, İslam kültürü değildir.. Kültür’ün ne olduğunu bilmediğin için bu ifadeyi kullanmışsın.. Ansiklopedilere bakarsan ve merhum Cemil Meriç’in kültür ile alakalı makalelerini iyi okursan dediğimi anlarsın..

Mehmet!.. Biliyor musunuz piyasada şu an şefaatle alakalı dolaşan kanaatlerin hiçbirinin Kur'an'dan referansı yok derken, şayet kendi piyasalarınızı kastediyorsan yine doğruyu söylüyorsun. Sözüne bir itiraf olmak haysiyetiyle itiraz edilemez. Hatta en büyük delil olarak da kabul edilir.. Ancak bu sözünle Ehl-i Sünnet dairesindeki Mü’minleri ve delillerini murad ediyorsan, bu, mesnedi olmayan süfli bir ithamdır. Böyle bir iddia vehme ve zanna değil, inkar edilemez delile muhtaçtır.. Gördüğümüz kadarıyla elinde çürük zanlarından, vehimlerinden ve asılsız kuruntularından başka bir şey bulunmadığına göre açıkça yalan söylüyorsun.. Nitekim yukarıda ayet delilleri geçti.. Sahih Sünnet delilleri ise hayli çoktur.. Şu kadar var ki onlar sünnetsizleri bağlamayacaklarından sana bu delilleri getirmekte fayda görmedik..

Mehmet!.. Kur'an'ın söylediği şefaatle alakalı beş argüman var. Bu beş tanesi otuz iki ayeti de içeren argümanlardır. Şefaatin kelime anlamını bile değiştirdiler derken hüccet ve delil kelimelerinin gavurcası olan argüman kelimesini kullanmakla şahsiyetinin silikliğini ortaya koyarken şefaatin kelime anlamını bile değiştirdiler demekle de Mü’minlere iftira atıyorsun.. Onlar şefaatin manasını asla değiştirmediler.. Aksine ya sen şefaatin ne olduğunu bilmiyorsun, hatta bilmediğini de bilmemekle mürekkep cehlinin içinde debelenip duruyorsun veya bilerek yalan konuşup onlara iftira atıyorsun ..

Mehmet!.. “Bunlara şefaat sizin anladığınız gibi değil dediğinizde bak, bak, şefaati inkâr ediyor deniliyor” demekle de açık bir mugalata yapıyorsun. Senin için haklı olarak bak, bak, şefaati inkâr ediyor diyenlere şefaat sizin dediğiniz gibi değildir demekle de yalan veya yanlış söylüyorsun.. Birilerini kandırıyorsun.. Zira şefaatin en mühim kısmını kökünden yalanlayan, sevap ve derece ziyadesi çeşidini de budanmış bir şekilde kabul eden, kendisi açıkça yalanlamasa hatta kabul ediyor gibi gözükse de meseleye bakış mantığı yalanlayan bir kimseyeşefaati inkâr ediyorsun pek ala denilebilir.. Şefaatin en büyük ve en mühim çeşidi olan cezaların hafifletilmesi yahut tamamen affedilmesi için olacak olanı inkar edene bak, bak, şefaati inkâr ediyor demişlerse ne olmuş?.. Sonra, doğru bulmadığınız şefaati inkâr etmenizin temelinde yatan mantığınız ile tezat teşkil eden şefaat cennete gitmiş bir adamın cennetteki ödülünün katlanmasıdır şeklindeki -ayıptır söylemesi- kıvırtmanız ne işinize yarar?..

Mehmet!.. Sen bir yanda, yav, şefaati ben nasıl inkâr ederim?!. Otuz iki tane ayet varderken, öte yanda da en mühim çeşidini inkâr ediyorsun. Kalanının da içini kısmen boşaltmakla kalmıyorsun.. Bir de başka şeylerle dolduruyorsun.. Hasılı yalan söylüyorsun.. Öyleyse sana, itibari bir kayıtla ve bir bakış zaviyesiyle şefaati inkâr ediyorsun neden denilemesin?!.. Pek ala denilebilir..

Mehmet!.. Ama senin beklediğin ve içini boşalttığın türde bir şefaat yok. İşin dürüstü şudur: Şefaat cennete gitmiş bir adamın cennetteki ödülünün katlanmasıdır. Ve bunu da Allahu teala melekler vasıtasıyla, ilgili kişileri bildirmesi kurumudur derken de belli ki ne dediğini bilmiyorsun.. Mü’minler şefaatin içini boşaltmıyorlar.. Onlar senin dediğinin aslını inkâr etmiyorlar.. Bununla beraber ziyadeleri bile var. Türkçede buna içini boşaltmak denmez.. Aksine şefaatin içini en büyük ve en mühim çeşidini inkâr etmekle sen boşaltıyorsun, siz boşaltıyorsunuz..

Eğer Mü’minler günahın affı için olan şefaati kabul ederlerken farz-ı muhal hata etmiş olsalardı buna içini boşaltmak değil, muhtevasını tahrif etmek, içini değiştirmekderlerdi.. Belli ki yaptığın işin bir iç boşaltma olduğunu sen de bildiğin ve şuur altına itmiş olduğun ve bunun ayıbından sıyrılmak istediğin için kendi sıfatını başkalarına yamamaya çabalıyorsun.. Ama nafile.. Her akıllı bilir ki, sıkıntıdan kurtulma işi, fayda elde etmek işinden daha önce ve daha mühimdir..

Dolayısıyla asıl iç boşaltma mükâfatın katlanması şeklindeki birşefaati kabul edip sıkıntıların kaldırılması için yapılacak şefaati inkâr etmek ile olur.. Üstelik senin işinde ilave olarak tahrif ve değiştirme de vardır.. Çünkü şefaatin, bu ilavenin melekler vasıtasıyla bildirilmesi şeklinde anlaşılıp anlatılması, Ehl-i Kitabınkine benzer açık bir yakıştırma ve tahriftir.. Kur’ân’da böyle bir ayet yoktur.. Varsa hangisidir?!.. Bunu başta Kur’ân’ı getiren ve beyan/açıklama vazifesi yüklenen peygamber sallallahu aleyhi ve sellem, sonra onun ilk ve en güzel tatbikçileri olan Sahabe radıyallahu anhum, sonra Ümmetin imamları, sonra da bütün bir Ümmet anlayamadı yahut yanlış anladı ama Küfür sisteminin yetiştirmeleri ve beslemeleri doğru anladı öyle mi?!.. Yazıklar olsun..

Mehmet!.. İstidatsızlar, kabiliyetsizler ve gayretsizler için bir daha tekrar edelim: Şefaatin içini, Rabbimizin izin vereceği her nevi şefaati kabul eden Mü’minler değil, batıl tevil ve yakıştırmalarla başka manalara çevirerek bunların hepsini veya en büyük ve mühim olan kısmını reddedenler boşaltmaktadırlar.. Kusura bakılmasın ama akıl almaz sahtekarlıklarla saptırmaca yapılmaya çalışılıyor.. Mü’minler, şefaatin günahların affedilmelerinde de cennette mükâfatların artırılmasında yahut akla ve hayale gelmedik sevapların verilmesinde de olacağını kabul ederlerken Mutezile sapıkları ve bu hususta onların paket programlarını mal bulmuş mağrîbî gibi kapıp alan ve kör taklitçileri olan bu vatandaşlarımızdan hiç değilse birisi sadece cennetteki mükâfatların artırılmasına dair olacak olan şefaati lütfen kabul etmektedirler.. Hangisi şefaatin içini boşaltmaktadır?.. Mü’minler mi, bunlar mı?.. İnsaflı olanlar Allah için söylesinler, hangileri?..

Mehmet!.. Allah aşkına söyler misiniz, ve bunu da Allahu teala melekler vasıtasıyla, ilgili kişilere bildirmesi kurumudur şeklindeki kelime yığınlarının manası nedir?.. Laf ola, torba dola..İlgili kişiler kimler? Şefaat edenler mi, edilenler mi?.. Üçüncü şahıslar mı, kimler?.. Mükâfatı katlamasını yahut katladığını o katlanan kişiye mi bildirecek?.. Bu gibi saçmalamalar için irtikap edilen şu canhıraş feryatlar ve yırtınmalar niye?.. Bunlara ne lüzum var?.. Bu, dinde şüpheler uyandırmak ve gedik açmak için midir?.. Bu saçmanıza haşa mesned olabilecek ayet deliliniz nedir?. Tabii ki yok..

Mehmet!.. Kur'an'ın hiçbir yerinde cehenneme atılmış bir adamın cehennemden çıkarılıp cennete gönderilmesi anlamında bir aracı olan şefaatten asla söz edilmemektedir derken ne demek istiyorsun?. Senin bu ifadelerin açık Sünnet inkârcısı zındıkların ve kâfirlerin sözlerine benzemektedir.. Ne yani, Kur’ân’da açıkça yoksa ama bunu peygamber söylüyorsa ve sabitse kabul etmeyecek misin?.. Kur’ân’da olmamasına rağmen ayetleri açıklamak adına dilinize aldığınız onca abur cubur sözler varken bunu sadece peygambere mi layık göremiyorsunuz?. Bu nasıl bir aymazlık, söyler misiniz bay Mehmet?!. Kaldı ki Kur’ân’da var ama bunu ancak gören gözü olanlar görebilir.. Körler de görecek diye bir şey mi vardı?..

Mehmet!.. Rabbimiz, Şüphesiz ki Allah, kendisine şirk koşulmasını affetmeyecektir; bundan aşağı olan(günah)ları da dileyeceğine affeder buyururken ‘Allah nasıl affeder? Allah affedemez..’ diye birileri kuduruyor.. Ya Hû!. Kime ne?. Bize mi yahut size mi, onlara mı kalmış?.. Yoksa kendinizi Allah’ın amiri olarak mı görüyorsunuz?.. İster, tevbe ile affeder, ister tevbe etmeden affeder.. İsterse şefaat etmesine izin vereceği kimselerin şefaati ile affeder.. İster şefaatsiz affeder.. İster cehenneme atmadan affeder, isterse attıktan sonra affeder.. Size ne?!.. Elinizde bunlara mani bir ayet veya hadis mi var?.. Hatta en küçük bir akli delil mi var?.. Kâfirlerin cehenneme girdikten sonra çıkmayacaklarına dair inen ayetleri tahrif edip bu zırvanıza delil yapmaya kalkmayın, Allaha iftira etmeyin.. Bu inkârınıza mesned olarak görebileceğiniz ve ileri sürebileceğiniz -putlaştırdığınız nefsani arzu ve taleplerinizden başka- hangi burhanınız yahut zayıf deliliniz var?.. Yoookkk.. Üstelik olacağına dair kesin deliller var..

Mehmet!.. Anlayışı kıt olanlara bir tekrar daha yapalım: Kur'an'ın hiçbir yerinde cehenneme atılmış bir adamın cehennemden çıkarılıp cennete gönderilmesi anlamında bir aracı olan şefaatten asla söz edilmemektedir derken hiç utanmıyor musun?.. Rahman ve Rahim olan Rabbimizin Şirkin aşağısındaki günahları dileyeceği kimselere bağışlayacağını haber verirken bunun zamanını ve mekanını sınırladığına ve tayin ettiğine dair bir ayet mi var?. Yoksa bunu sana mı soracak?.. Cehenneme atılacak kâfirler için olan oradan bir daha çıkmamaya dair gelen ayetleri, Ehl-i Kitap gibi yerlerinden oynatarak Mü’minlere de şamil görüp göstermenin sizi kurtaracağını mı zannediyorsun.. Rahman ve rahim olan Allah’ımız isterse dünyadayken, isterse kabirdeyken, isterse mahşer meydanındayken, isterse en büyük panik anında, isterse tam cehenneme atılacağı zaman, isterse cehenneme atıldıktan sonra bağışlar.. Yoksa bunun sınırlandırılmasının yetkisi sana ve senin gibilere mi verildi?.. Ğaffar olan Mevlamız dileyeceği zamanda ve zeminde Mü’minleri affeder, bize mi yahut size mi kalmış?.. Bu sınırlandırmayı buna delaleti kat’i ve tartışmasız olan hangi ayetle yapacaksın?.. Yok böyle bir şey.. Siz bir Mü’min hassasiyetiyle sadece Allah’a yalan iftira etme ihtimalinden değil, açık bir şekilde iftira atmaktan korkmayan, kullardan da utanmayan kimselersiniz!.

Mehmet!.. Evet, evet,{ وَمَا هُمْ بِخَارِجِينَ مِنَ النَّارِ }/“Onlar cehennemden çıkmayacaklardır”(Bakara:167) gibi ayetler sizin deliliniz olamaz.. Çünkü mesela bu ayetin hemen önceki “İnsanlardan bazıları da vardır ki, Allah’tan başkalarını (Allah’a) denkler edinirler…”(Bakara:165) mealindeki ayette bunların müşrikler olduğu bildirilmektedir..

Mehmet!.. Keza, { فَمَا تَنْفَعُهُمْ شَفَاعَةُ الشَّافِعِينَ }/“Artık onlara şefaatçilerin şefaati de fayda vermeyecektir” (müddesir: 489 ayeti de senin delilin olmaz.. Aksine Mü’minlerin şefaat delili olur.. Çünkü ondan evvelki, ayetlerde Mevla teala{وَكُنَّا نُكَذِّبُ بِيَوْمِ الدِّينِ حَتَّى أَتَانَا الْيَقِينُ} / “Yakîn(ölüm) bize gelene kadar din gününü (Ahiret gününü) yalanlıyorduk” buyurmakla bu şefaat vermemenin kâfirlerle alakalı olduğunu anlatıyor. Yoksa sırf kafirleri zikretmesinin bir manası olmazdı.. Mehmet!. O halde bu açık hakikati sen de anlamalısın..

Sonra, Kur’ân’da böyle bir ayet yok derken ne demek istiyorsun?!.. Hadis seni kesmiyor mu?. Kesmiyorsa, neden?..          Alimlerin, sahihliği üzerinde söz birliği ettiği hadisleri seçemiyorsan neden?.. Aşağıda gelecek ilimle uzaktan yakından alakası bulunmayan süfli gerekçelerle mi?

Mehmet! Hem, sen Sünneti inkâr etmediğini, fakat doğru olanları seçtiğini iddia ederken bu hususta onca sahih hatta meşhur, hatta birçoklarına göre tevatür mertebesine ulaşmış hadisleri inkâr ederken hangi tartışılmaz esasa ve inkar edilemez kat’î hüccet ve burhana dayanmaktasın?.. Vallahi, şeytan ve şeytanlaşmış insan kılıklıların vahiy ve vesveselerinden başka hiçbir şeye dayanmamaktasın..

Mehmet!.. Rabbimiz, birilerine şefaat izni vereceğini kendisi haber verdiğine ve bununsevap katlamak ile sınırlı olduğuna dair bir ayet bulamadığına hatta bu şefaatin cezaların affını da içine alacağını bildiren sahih hadislerin beyanları bulunduğuna göre bu şefaatin her zaman ve zeminde olmasına geriye hangi mani kalır?.. İnkarcılıktan veya kör inattan başka..

Mehmet!.. Sonra, ne demek bu? Nasıl bir algı? Cehenneme atan Allahu teala. Şimdi bir yargıç düşünün zanlıyı hapse mahkûm etti. Sonra biri geldi dedi ki: Ben açarım hapishanenin kapısını bunu buradan çıkartırım. Kim güçlü? O yargıç mı güçlü yoksa onu çıkaran mı? Çıkaran güçlü değil mi? Çünkü onun dediği oluyor. Allah cehenneme atıyor, peygamber çıkartıyor. Kim güçlü? Peygamber mi güçlü? moloz yığını şeklindeki suallerini ve bilhassa sonra ne demek bu? sualini şayet iyi niyetli olarak ve adam gibi soruyorsan, güzel dinle:

Şefaatçi olmak demek, Ey Ğaffar, Rahman, Rahîm ve hakîm olan Rabbimiz!.. Sen sonsuz rahmetin ve hikmetinle sevdiklerin ve dostların olan Nebilere, âlimlere, şehidlere ve hafızlara, bazı kulların için suçların affı veya sevap için şefaat izni vereceğini vadettin.. Ben de şimdi sana geldim.. Senin yanında bir hatırım varsa senden, bu kulunun şu günahını affetmeni yahut ona şu mükâfati vermeni istiyorum..Zaten kullarının affedilmesi için dua etmemizi onca ayetle bize söyleyen sensin gibi Allaha yalvarmak demektir. Allah dilerse bunu kabul eder dilerse etmez..

Vasıtasız da affedecek olan Rabbimiz, şefaat vesilesiyle affetmesi yahut mükâfatlandırması, belki de kendilerine şefaat izni verilecek olan kimselere Mü’min kullarca muhtaç olunacak zaman ve zeminlerin ileride mutlaka geleceğinin unutulmaması, iyi düşünülmesi ve ona göre ayakların denk alınması ve hareket edilmesi veya şefaatçilerden olma gayretinin güdülmesi ve çabasının hasıl olması yahut onların hukukunun iyi gözetilmesi ve başka bir takım illet veya sebep yahut hikmetleriyledir..

Mehmet!.. “Cehenneme atan Allahu teala. Şimdi bir yargıç düşünün zanlıyı hapse mahkûm etti. Sonra biri geldi dedi ki: Ben açarım hapishanenin kapısını bunu buradan çıkartırım. Kim güçlü? O yargıç mı güçlü yoksa onu çıkaran mı? Çıkaran güçlü değil mi? Çünkü onun dediği oluyor. Allah cehenneme atıyor, peygamber çıkartıyor. Kim güçlü? Peygamber mi güçlü?” derken çocukların bile yapmayacağı kıyaslarla, ar damarı çatlamayanları utandıracak, kargaları bile güldürecek birçok cahillik ve anlayış kıtlığı sergiliyorsun..

Sadece birkaçı:

Birincisi: Bir kere Allah, kullarına kıyas edilmez.. Allah kanunu koyan, kulu olan hakim ise bu kanuna göre hüküm veren.. Allah’ın affetme hakkı var ama kulu olan hakimin kendine ait olmayıp başka kulların ve Allah’ın hakkını affetme hakkı yok.. Ortak bir yan olmamasına hatta fârık’a yani ayrı kılan temel vasfa rağmen yapılan cahilce bir kıyas yapıyorsun.. Senin bu anlayış seviyendeki kimseler mi vahyi doğru anlayacaklar?.. Vah başımıza gelenlere!..

İkincisi: Rabbimizin lütuf ve ihsanıyla vadettiği şefaate inanan Mü’minler, bunu Allah’ın verdiği cezayı, O’na rağmen birilerinin gelip affedebileceğini iddia etmiyorlar ki şefaatçinin ben açarım hapishanenin kapısını bunu buradan çıkartırım demek istediğini söylesinler.. Ne alakası var?.. Bu nasıl bir şeytani kıyas?.. Bu kadar bir saptırma, inanın akıl kıtlığı ile de izah edilemez.. Bunun için inanılmaz bir kast-ı mahsusaya da ihtiyaç vardır.. Bir yanda bu iş için Allahtan müsaade ve izin istenecek, O da dilerse ve izin verirse bağışlayacak.. Diğerinde ise Allah’ın verdiği cezayı zorbalıkla iptal edecek bir kimse var.. Bunlar birbirine benziyorlar, öyle mi?.. Böyle bir kıyas ve muhakeme, sığırlara yakıştırılsa ve de onlar bundan haberdar olsalar, öyle zannederim ki, buna çok üzülürler ve çok içerlerler..

Üçüncüsü: İzin Allah’tan, dileme O’ndan, affetme O’ndan; ama sadece izin dairesinde af talebi yani bir başkası için dua, şefaatçiden, dilediği takdirde bu talebi reddetme yine Allah’tan; fakat buna rağmen bu durumda şefaatçi O’ndan daha güçlü olmuş oluyor, öyle mi?.. Rabbim aklımızı zayi etmesin.. Akıl ne güzel nimet!.. Bu denli süfli bir demagoji olabilir mi?.. Asla..

Mehmet!.. Birilerinin belki kıramayacağı bir ricada bulunacak sözüne karşı Bakın bu son derece sıkıntılı bir benzetme. Şimdi buradan Ankara'ya gitseniz filanca bir bakan ile bir işiniz olsa o bakanla görüşmek için onun tanıdığı birini aracı koyarsanız daha iyi olmaz mı? Kardeşim sen yalanını dinleştirme. O bakan veya kim olursa olsun senin tanımadığı için araya birini koyuyorsun peki orada araya koyduğun varlık seni Allah'tan daha iyi mi tanıyor?

Sen kimi Allah'a kimin aracılığıyla tanıtacaksın? diyebiliyorsun.. Artık Şirretlikte sınır tanımaz bir noktaya gelmişsin.. Bu saçma kıyas, Allah’ın lütfettiği ama senin kabul edemeyip reddetmekte olduğun şefaata inanan iman sahiplerine ait olamaz.. Olsa, olsa ancak yalanlarını din haline getiren, Allah’ın hükmüne razı olamayan, kafasına göre bir şeyler uyduran ve onlara tapınan müşrik kafalı kimselere ait olabilir. Mü’minler böylesi şeytani bir kıyastan şark ile garp kadar uzaktırlar..

Mehmet!.. Din ile alakası olmadığını kendi itiraf eden birinin peki diyelim ki ben cehenneme gittim Hz. Muhammed'in de Allah katındaki yeri belli, en sevdiği peygamberi sözüne karşı, o cümle yanlış, en sevdiği peygamber yok, hepsini seviyor nasıl diyebilirsin?!. Akıllı bir kimse böyle diyebilir mi?!.. Şu mantık zırvasına bakmaz mısınız?.. Ali velinin en sevdiği kimsedirdiyene O söz yanlış, Veli, Ali’den başkalarını da seviyor demek kadar insicamsız, düşüncesizce ve mantıksızca söylenen bir söz olabilir mi?.. Bilemem.. Olsa bile ihtimal ki az olur.. Ya Hû!.

Önümüzde on tane âlim bulunsa, birisi için bunların en alimi şu kimsedir diyene öyle deme, onların hepsi alim demek, ne manaya gelir?.. Bu ne demektir? Diğerlerinin âlimliğini inkâr eden mi var?.. Ortada tıbbi bir rahatsızlık mevcut veya karşımızda üç yaşında çocuk aklı taşıyan bir kimse var demek, değil midir? Dil bilen çocuklar bile bilirler ki, en kelimesi belli bir vasıfta ortak olan birden fazla fertlerden birindeki diğerlerine olan o vasıftaki fazlalık içindir.. Demek ki, bizim birinci derdimiz ve ihtiyacımız önce kendi dilimizle beraber Kur’ân’ın dilini, ondan sonra da mantık fennini öğrenmek.. Diğerleri daha sonra.. Dediğinin ve duyduğunun ne demek olduğunu bilemeyecek bir seviyede olan biriyle neyi, nasıl konuşabileceğiz?.. Bu, aslında totem haline getirilen ahmak ve cahillerin uydurdukları peygamberler arasında her hangi bir tafdîl yoktur saçmasına dayandırılan bir neticedir.. Oysa Rabbimiz, { تِلْكَ الرُّسُلُ فَضَّلْنَا بَعْضَهُمْ عَلَى بَعْضٍ}/ “Bunlar resûllerdir; kimisini kimisinden üstün kıldık..” (Bakara:253) ve كُنْتُمْ خَيْرَ أُمَّةٍ أُخْرِجَتْ لِلنَّاسِ }{/“Siz, insanlar için çıkarılan en hayırlı ümmet oldunuz.”(Âli İmran:110) buyurmaktadır..

Şu halde, Kur’ân’ı gönderen Rabbimiz Resullerden kimisini kimisinden üstün kılmış Ümmet-i Muhammed sallallahu aleyhi ve sellem’i de en hayırlı Ümmet yaptığını haber verdiğine göre Mü’minler, en hayırlı ümmetin Resulünün üstün kılınanların en üstünü olduğunu anlamakta zorlanmazlar..

Mehmet!.. Bunun yanında Mü’minlere göre bu mevzuda Sünnet’in verdiği haber de son derece mühimdir.. Onların elenmesini ve kabul görmemesini gerektirecek olan delil nedir?.. Biliyorum, aslında böylesine bir aklî dibe vuruş ve iflastan sonra konuşmanın bir manası kalmamıştır; lakin biz başkalarını düşünerek yine de devam edeceğiz.. Bu itirazlar Ehl-i Kitab gavurları karşısındaki aşağılık kompleksi, onları razı etme düşüncesi ve çorba bedeli ile şahsiyet heyelanı esasına dayandığında artık kimsenin şek ve şüphesinin bulunmaması gerekir..

Mehmet!.. Bazı ulemanın tafdîle bir cihetle yaptıkları itirazlarının altında yatan sebep ve inceliklerin tahlil ve tafsilinin yeri ise burası değildir. Ancak biz şu kadarını söyleyelim:

Onlar, tafdıl yoktur değil, tafdıl yapmamız lazım dediler.. Zira tafdîl yoktur demek ayrı,tafdıl yapmamız doğru olmaz demek ayrı şeylerdir.. Tafdîl mutlaka vardır ve onu Allah yapmıştır; bu, ayetle sabit olup inkâr edilmesi ayeti reddetmek olacağından küfürdür.. Ancak kullar tarafından yapılacak olan muayyen bir nebinin diğerlerinden üstün gösterilmesi bazı alimler tarafından münasip görülmemiştir.. Bunun sebebi ise şimdiki şahsiyet müflislerinin yaptıkları gibi Yahudilere, Hıristiyanlara, müsteşriklere yahut bunların uşakları olan yeni lüterlere ve calvinlere şirin görünmek ve yalakalık etmek değildir.. Aksine kulların -ayet ve hadis olmadan- şu nebi, bu nebiden üstündür demeleri, Allah bunların birini diğerine üstün tuttu demek olabilir korkusudur..

Bu da Allah’a bilmeden yanlış bir şey yakıştırmaya sebep olabilir endişesidir.. Böyle bir düşüncede Beni diğer nebilere üstün tutmayın ve benzeri hadislerden kalkılmıştır. Oysa bu, diğer yanda ben adem oğlunun efendisiyim rivayeti de gelmiştir ve aralarında bir tezat ve tenakuz da yoktur.. Zira biraz ince düşünüldüğü takdirde kolayca anlaşılabileceği gibi Beni şuna üstün tutma sözü Ben ondan üstün değilim manasına gelmeyebilir.. Öyle ki: Bir kimse, birini diğerinden üstün tutarken -ikisi de büyük olduğu halde- birini küçük görebilir..

Bu bilhassa avamı izdiraya yani küçümsemeye götürebilir.. Bir büyüğün diğer büyükten daha büyük olması ile birinin mutlak küçük olması arasındaki farkı bilhassa günümüzün bücür nesli nereden bilsin?!.. Selefimiz demek ki bu günün seviyesizliğini ta o zamanlardan görebilmiş.. Peygamberlerinin hiçbirinin arasını ayırmayız ayetini tahrif etmeye yeltenen zavallı cahiller, burada ne bakımdan ayırmayız denildiğini nereden ve nasıl bilsinler?.. Her bakımdan mı, her hususta ona tabi olup olmamak bakımından mı, birini diğerinden üstün görme ve gösterme bakımından mı, yoksa iman edip etmeme bakımından mı?.. Bunların tamamı -harici akli ve nakli deliller hesaba katılmazsa- elbette ki farklı derece ve mertebelerde muhtemeldir.. Lakin şöyle bir düşünelim..

-Her bakımdan olamaz.. Çünkü.. Kimisi bir kavme kimisi ise bütün kullara, kimisi sadece insanlara, kimisi de hem insanlara hem cinlere gönderilen.. Kimisi kendinden sonra peygamber bekleyen kimisi de kendinden sonra hiçbir peygamber gelmeyecek olan ahır zaman peygamberi.. Kimisi, kitabında ve şeriatındaki ameli hükümlerin bir kısmı gelecek peygamberlerin kitabında ve şeriatında değiştirilecek olan, kimisi ise hükümlerinin hepsi kıyamete kadar devam edecek olan..

-Her hususta ona tabi olmakta da olmaz.. Çünkü kitapların ve bazı hükümlerin Allah teala tarafından değiştirildiğini inkâr etmek Kuranı ve diğer kitapları inkâr etmek olur.. Dolayısıyla geçmiş peygamberlere sonradan değiştirilen hükümlerinde uyulmaz ama herkes kendi nebisine her hükmünde uymaya mecburdur..

-Birini diğerinden üstün görme bakımından dahi olamaz.. Zira yukarıdaki ayette(Bakara:253) de görüldüğü gibi bazılarının diğerlerinden daha üstün olduğunu bizzat Allah buyuruyor..

-Şu halde iman etmek hususunda peygamberlerden hiçbirisinin arasını ayırmayız; hepsine birer nebi olarak iman ederiz.. Nitekim bu Peygamberlerinin hiçbirinin arasını ayırmayız sözü aynı ayette (Resul ve müminlerden) her biri……. (Allah’ın) resullerine de iman ederler kelamının hemen ardında gelmiştir..

Mehmet!.. Bir yanda peygamberlerin arasını kimisini diğerlerinden üstün görme işinde ayrılmayacağını iddia ederken, diğer yanda iman etme hususunda ayırıp Ehl-i Kitab’ın Âhir zaman Nebisine inanmasa da cennete gidebileceğini iddia edenlerin ayeti inkar eden kafirler olduğunu açıkça söyleyemiyorlar.. Hatta bazıları cennete gidebileceklerini iddia edebiliyorlar.. Nitekim sana bunu sorduğumda kafir olur diyememiş idin.. Hani sana Mümin olup cennete gidebilmek için son peygambere ve kitabına iman etme şartı var mıdır yok mudur diye sorduğumda Müslümanlar için şarttır demiştin.. Şimdiki Ehl-i Kitab’ın İslam’a girmese bile cennete girebileceğini söyleyenleri savunmuştun.. İman etme mezuunda peygamberlerin arasını ayıran kimseleri müdafaa edebilirken ayetlerle ve hadislerle sabit olan tafdıli inkar etmek ne ile izah edilebilir?.. Bu bir çifte terazili olmak değil de nedir?!..

Mehmet!. Sana Hepsini seviyor ama Hz. Muhammed biraz daha yakın diye biliniyor. Bütün Âlemi onun için yarattığı söylenmiyor mu? diyen bir vatandaşa o da korkunç bir hata dedikten sonra, Peki Hz Muhammed gitse Allah'a bunu cehenneme attın bir sürü günahı da var doğru ama bu özünde iyi bir adam sende biliyorsun gel şunu affedelim dese olmaz mı? demesi üzerine,Bak…! Böyle bir şey olmaz. Allah'ın kızdığını peygamberimiz savunamaz.. Allah'ın gazap ettiğine peygamberimiz avukatlık yapamaz.. Haşa Allah mı daha merhametli peygamberimiz mi daha merhametli? Kim kimi kimin elinden kurtarıyor? Peygamber'imizin sevgisini biraz daha abartalım derken haşa Allah'ı sevgisiz bir kudret olarak tanıttığımızı unutuyoruz.

Yani peygamberimiz birilerini Allah'ın elinden mi alacak? Rahman ve Rahîm olan Allah'dır. Allah'ın merhameti başkasının merhametiyle boy ölçüştürülemez. Hiç kimse Allah'ın kulunu sevdiği gibi sevemez.. Biz peygamberimizi tabi ki seviyoruz. Onun Mü’minlere merhametli olduğunu tâbî ki biliyoruz. Ama Fatiha'nın 4. ayetinde ‘Din gününün sahibi benim’ diyen Allahu teala hiçbir kimsenin fikrini alarak cennete ve cehenneme birini göndermez.. derken aklını azıcık da olsa kullanmak hiç mi o aklına gelmiyor?.. Yoksa, ne var ki, neyi kullanayım mı diyorsun?.. İşte orasını bilemem, belki de haklısındır..

Burada da akıl (İlim demiyoruz; çünkü bu meselede akıldan ilme sıra gelmemiş bir hal var) sıkıntısıyla başı dertte olan malum karakterli birilerinin seviyesiz ve dibe vurmuş laf ebelikleri var..

Mehmet!.. Sana soruyoruz: Allah’ın, kızdığı bir Mü’min’i bazen affettiği ve bağışladığı olur mu, olmaz mı?..

-Şayet, olmaz, diyorsan, Allah’ı yalanlayan bir kafir haline gelirsin, seninle bu noktada konuşacak bir şey kalmaz.. Çünkü bu takdirde sen, “Şüpheniz olmasın ki: Allah kendisine şirk koşulmasını bağışlamaz; bunun aşağısındaki günahları dileyeceği kimselere bağışlar” ayeti gibi nice ayetleri inkar etmektesin..

Mehmet!.. Şayet bazan günah işleyen bir kulunu bağışladığı olur diyorsan,

Sana soruyorum:

-Bu bağışlamayı, hiçbir talep olmadan kendi affı ile bağışladığı olduğu gibi, bu bağışlama günahkarın kendisinden veya bir başkasından gelecek bir istiğfarla yani af talebiyle de olur mu, olmaz mı?..

-Eğer, “Olmaz” diyorsan, sana bu noktada ve bu hususta iman et demekten başka diyecek bir şey kalmamıştır; zira artık sen, Allah’ı ve aşağıdaki ayetlerini açıkça inkâr eden bir kimsesin..

Nitekim Rabbimiz şöyle buyurdu:

{ رَبَّنَا اغْفِرْ لَنَا وَلِإِخْوَانِنَا الَّذِينَ سَبَقُونَا بِالْإِيمَانِ وَلَا تَجْعَلْ فِي قُلُوبِنَا غِلًّا لِلَّذِينَ آمَنُوا }/“Ey Rabbimiz!..Bizi ve imanla bizden önce geçen kardeşlerimizi bağışla”(Haşr:10)

Rabbimiz yine şöyle buyurdu:

{ قَالَ سَلَامٌ عَلَيْكَ سَأَسْتَغْفِرُ لَكَ رَبِّي إِنَّهُ كَانَ بِي حَفِيًّا}/“Senin için Rabbimden bağış isteyeceğim, dedi.”(Meryem:47)

Rabbimiz yine şöyle buyurdu:

{ وَاسْتَغْفِرْ لِذَنْبِكَ وَلِلْمُؤْمِنِينَ وَالْمُؤْمِنَاتِ }/“Kendi günahın için de Mü’min erkeklerin ve Mü’min kadınlar(ın günahları) için de istiğfar et (Allahdan bağışlamasını iste..)”(Muhammed:10),

Rabbimiz yine şöyle buyurdu:

{ وَاسْتَغْفَرَ لَهُمُ الرَّسُولُ }/“Resûl de onlar için af isterse”(Nisa:64)

Rabbimiz yine şöyle buyurdu:

{ وَاسْتَغْفِرْ لَهُنَّ اللَّهَ }/“(Biat etmek için sana gelen) kadınlar için Allah’tan mağfiret bağış iste” Mumtehine:12)

Rabbimiz yine şöyle buyurdu:

{ وَاسْتَغْفِرْ لَهُمْ}

“Ve onlar için istiğfar et (Allah’tan onları affetmesini iste”(Ali İmran:159),

Rabbimiz yine şöyle buyurdu:

{ قَالُوا يَاأَبَانَا اسْتَغْفِرْ لَنَا ذُنُوبَنَا إِنَّا كُنَّا خَاطِئِينَ قَالَ سَوْفَ أَسْتَغْفِرُ لَكُمْ رَبِّي}/“(Yusuf aleyhisselam’ın kardeşleri babaları Yakub aleyhisselam’a) Dediler ki: Ey babamız!. Bizim için (Rabbimiz’den)günahlarımızı bağışlamasını iste; çünkü hiç şüphesiz ki biz günah işleyenler olduk.. O, sizin için Rabbimden af isteyeceğim, dedi.”(Yusuf:97-98),

Rabbimiz yine şöyle buyurdu:

{ رَبَّنَا اغْفِرْ لِي وَلِوَالِدَيَّ وَلِلْمُؤْمِنِينَ يَوْمَ يَقُومُ الْحِسَابُ}/“Ey bizim Rabbimiz!. Hisabın olacağı günde, beni, anamı, babamı ve bütün Mü’minleri bağışla” (İbrahim:41)gibi nice ayeti inkar etmektesin..

Mehmet!.. Şayet bu ayetlere iman eder ve olur; Mü’min, Allah’tan kendinin veya başka bir Mü’minin günahını affetmesini isteyebilir diyorsan, sana soruyorum:

-Bu ayetlerdeki Peygamberlerin veya peygamber olmayanların Allah’tan kendilerinin veya Mü’min başkalarının günahlarını af etmesini istemeleri, Allah’ın gazap ettiğine kendileri veya başkaları adına avukatlık veya savunma yapmaları manasına gelir mi, gelmez mi?..

Şayet:

-Evet, ‘Allah’ın gazap ettiğine kendileri veya başkaları adına avukatlık veya savunma yapmaları’ manasına gelir dersen, yine soruyorum:

-(Bu dediğiniz, edepsizlikve terbiyesizlik olmakla beraber tenakuz dahi bulundurmakta ise de biz yine sualimizi tamamlayalım:) O halde ne yapacaksınız, yanlışınızı kabul edip tevbe edebilecek misiniz, etmeyecek misiniz?..

Edecekseniz, güzel.. Etmeyecekseniz, neden?

Şayet:

-“Bu manaya gelmez; çünkü avukat, hâkime, hatırlayamadığı bazı kanunları ve gözden kaçırdığı hususları hatırlatmak yahut hedef saptırtmak ve ne şekilde olursa olsun müdafaa yaptığı kişiyi kurtarmak için bir savunma yapar; bunlar ise bir Mü’mine göre Allah için düşünülemez” dersen..

Bu da güzel..

Mehmet!.. Sana son bir sual daha:Peki, kıyamet gününde Allah’ın müsaadesi ve izniyle, Ey Rabbim!.. Sana yalvarıyorum.. Senden lütfedip şu kulunu yahut şu günahını bağışlamanı istiyorum demiş olmaktan ve bir başkası için yapılan bir çeşit dua olmaktan başka hiçbir manası bulunmayan şefaati avukatlığa ve Allah’ın gazap ettiği kimseyi kurtarma işine benzetmeyi nasıl becerebildin?..

Mehmet!.. Senin anlayacağın, elinde günahların affı için Şefaat etme işini inkâr edebilmekte mesnet olabilecek Kur’ân’dan ve Sünnet’ten tek bir delil bulunmadığı gibi, en zayıf bir akli burhan dahi mevcut değildir. Senin şu itirazların aslında sadece Allah’a ve Resulüne olduğu gibi, savaşın da en önce onlarladır; sonra da Mü’minlerle..

Mehmet!.. Günahların affı veya azabın kaldırılması için yapılacak olan şefaati inkâr ederken ve Mü’minlere vesvese vermeye çalışırken Haşa Allah mı daha merhametli peygamberimiz mi daha merhametli? Kim kimi kimin elinden kurtarıyor? şeklinde de bir sual soran sen, yukarıdaki ilahi fermanlar gereği Allah’ım! Şu kulunun günahını affet, bağışla diye dua eden bir peygamberin veya başka bir Mü’min kimsenin Allah’tan daha merhametli olduğuna, onu Allah’ın elinden kurtardığına mı inanmaktasın?

Değilse:

-Sen, Allah’ın izni ile Kıyamet gününde günahın bağışlanmasının istenmesi için yapılacak bir duaolan şefaati böyle nasıl anlayabiliyor ve anlatabiliyor?.. Sen Kur’ân bilgisi iddiasından evvel bir doktora görünüp muayene olsan, vallahi hem senin hayrına hem de vesveselerinle şaşırttığın sazanların hayrına olacak..

Mehmet!.. Sen, Peygamber'imizin sevgisini biraz daha abartalım derken haşa Allah'ı sevgisiz bir kudret olarak tanıttığımızı unutuyoruz. Yani peygamberimiz birilerini Allah'ın elinden mi alacak? demekle kendini ve yoldaşlarını kast ediyorsan bir şey diyemem.. Sen bilirsin.. Değilse kendinin veya başkasının günahını affetmesi için Allah’a dua eden ve yalvaranbir Mü’minin, Allah'ı sevgisiz bir kudret olarak mı tanıtıyor, onun kendini veya birilerini Allah'ın elinden alacağına mı inanıyorsun? Aksi takdirde Allah’ın izni ile Kıyamet gününde bir başkasına ait günahın bağışlanmasının istenmesi için yapılacak bir çeşit dua olan şefaati böyle nasıl anlayabiliyor ve anlatabiliyor?..

Bu nasıl bir akıl?..

Mehmet!.. Şefaati inkâr edebilmek için Rahman ve Rahîm olan Allah'dır; Allah'ın merhameti başkasının merhametiyle boy ölçüştürülemez diyebilecek kadar aklını kullanamayan bu vatandaşımız olarak sen, kendinin veya bir başkasının günahını affetmesi için Allah’a dua eden ve yalvaran bir Mü’minin, Allah’ın Rahman ve Rahim olduğuna inanmadığını ve Allah'ın merhametini kendinin veya başkasının merhametiyle boy ölçüştürdüğünü mü düşünüyorsun?.. Değilse bir kimse tarafından Allah’ın izni ile Kıyamet gününde bir başkasına ait bir günahın bağışlanmasının istenmesi için yapılacak bir dua olan şefaati böyle nasıl anlayabiliyor ve anlatabiliyorsun?.. Aklın bu kadar mı dibe vurdu, yoksa inadına bir iş mi yapıyorsun, birilerine bir iş mi görüyorsun?..

Mehmet!.. Sen Hiç kimse Allah'ın kulunu sevdiği gibi sevemez.. derken, doğruyu söylüyorsun ancak asla doğru söylemiyorsun.. Belli ki akletmeyi hepten unutmuşsun.. Zira Allah’ın nice gazap ettiği ve hiç sevmediği Allah düşmanları vardır ki, kendileri gibi diğer Allah ve din düşmanları onları çok severler.. Allah’ın hiç mi hiç sevmediği İslam düşmanı müsteşrikleri vardır ki, Müslüman ve din alimi gibi zannedilen nice zındıklar onları çok severler ve hep onların gübreliğinde eşelenirler.. Evet, şayet sevmemeli demek istiyorsan, bak, işte bu doğru.. Lakin bunu şefaat için söylüyorsan bu söz maksadını aşan cehalet ve düşünememekten doğan süfli bir söz..

Mehmet!.. Sen, Rahman ve Ğaffar olan Rabbimiz tarafından günahların affı için izin verilenşefaati inkâr edebilmek için çırpınan ve yırtınan bir vatandaşımız olarak, Biz peygamberimizi tabi ki seviyoruz. Onun Mü’minlere merhametli olduğunu tâbî ki biliyoruz. Ama Fatiha'nın dördüncü ayetinde ‘Din gününün sahibi benim’ diyen Allahu teala hiçbir kimsenin fikrini alarak cennete ve cehenneme birini göndermez.. derken Din gününün sahibi benim diyen Allahuteala’nın Dilediğime ve razı olacak olduğum kimselere dilediğim kimseler için şefaat izni veririm; kime ne? dahi buyurabilecek olduğunu Kur’ân’daki onca ayetten okumadın mı, Allah’ın sana verdiği hiç değilse kendini mükellef kılacak kadar akılla akledemedin mi, anlayamadın mı?

Mehmet!.. Bu senin yaptığın, Allah’ın ayetleriyle oynamak, onları nefsani arzularını ve batıl düşüncelerini desteklemek için kullanıp Allah’a söylemediğini yakıştırmak ve iftira etmek.. Başka değil..

Mustafa!. Hadisleri inkâr ettiğimi söyleyenlere kapak olsun diye bir şey okuyayım mı burada? Peygamberimizin tam vefat günü vefatına 1, 2 saat var. Artık vefat edeceğini de anlamış ve başucuna sevdiklerini topluyor. Teker teker onlara şöyle hitap ediyor kızına olan hitabını vereyim: Kızım Fâtıma Allah'ın elinden kendi eylemlerinle kendini satın al; vallahi Allah'ın elinden seni ben bile alamam kapak olsun hani biz hadisleri inkâr ediyormuşuz ya! Böyle diyen bir Allah Rasul'ü var orda.Peki biz ne yaptık? Torpilin adını şefaat koyduk. Aliya İzzet Begoviç’in dediği gibi: ‘Tenbelliğin adını da mehdi koyduk’ ve yatıyoruz; kitle olarak bekliyoruz. Sen gel de torpilsiz bir toplum kur. Torpili dinine ithal etmişsin. Sen torpili din edinmişsin ona îman etmişsin sen torpil olmadan nasıl bir toplum kuracaksın? derken birçok noktada çok kötü tökezlemişsin..

Kapakçı Mustafa!.. Görüyorum ki kapak olmak yahut kapak yapmak gibi yenilerde birilerinin kullandığı artistik lafları kendine mal etmekten, pek de maharet gösteriyor ve sonsuz zevk alıyorsun.. Olanca cahilliğine rağmen şüpheniz olmasın ki, insan, kendini istiğna eder (ben bana yeterim başkalarına muhtaç değilim der) halde görüyor diye elbette azıp durmaktadır (Alak:7) ayetinde de ifade edildiği gibi işine yarayacak müspet mezhep ittibasından veya taklitçiliğinden müstağni olmasına rağmen menfi taklitçiliklerden son derecede haz duymaktasın..

Bay Kapakçı Mustafa!.. Sen hadis ilimlerinden hiç anlamadığın için sahih rivayetleri bırakıpBezzar’ın ve Beyhakı’nin zayıf olan bir isnadla rivayet ettikleri metni bir yerlerden alıp laubali bir tercümesiyle tahrif etmişsin..

Kalkmışsın {يا فاطمة بنت رسول الله اشتري نفسك من الله إني لا أملك لك من الله شيئا} şeklindeki bir metni, belki de çok daha inandırıcı olması için yeminler de ilave ederek göreceğiz ne hale sokmuşsun..

Oysa bu rivayetin doğru tercümesi:

“Ey Resulüllahın kızı Fatıma!.. Kendini Allahtan satın al.. Şüphesiz ki ben, senin için Allah’tan (O’ndan sana gelebilecek azabı savma babından) hiçbir şeye malik olamayacağım..”

Metinle karşılaştıranlar görecektir ki, neler ilave edilmiş neler çıkarmış.. Belli ki bu tahrifi ve iftirayı hakikaten kapak olsun diye yapmışsın.. Görüldüğü gibi, rivayete, Allah'ın elinden kendi eylemlerinle.. ve Vallahi Allah'ın elinden seni ben bile alamam sözlerini kendi kesenden ilave etmiş. Kendini satın al ifadelerine neleri eklemiş!.. Adeta roman veya tiyatro yazmış.. Ancak Allah’ın ve Resulünün kullanabileceği Allah'ın eli gibi müteşabihattan olan bir tabiri nasıl da rahatça kullanabilmişsin; değil mi?..

Mustafa!.. Oya bu rivayetin, Müslim, Tirmiz, Nesai ve başkaları tarafından rivayet edilen sağlam şekli ise şöyle:

أَنْقِذِى نَفْسَكِ مِنَ النَّارِ فَإِنِّى لاَ أَمْلِكُ لَكُمْ مِنَ اللَّهِ شَيْئًا }[بنت محمد ]{يَا فَاطِمَةُ

“Ey [Muhammed’in kızı] Fâtıma!.. Kendini ateşten kurtar; şüphesiz ki ben, senin için Allah(teala tarafından sana gelebilecek zararı ve azabı savma babın)dan hiçbir şeye malik olamayacağım..”

Mustafa!.. Alay eder bir üslupla,hani biz hadisleri inkâr ediyormuşuz ya! demekle -ayıptır söylemesi- kıvırtıyorsun.. Evet, sen başka konuşmalarında ve videolarında Kur’ân ve Sünnetdiyen kimselere sokak ağzıyla yüklenerek saldırıyorsun.. Kur’ân’ın yanında Sünnet’in yer almasına karşı çıkıyorsun..

Mustafa!.. Kur’ân’ı uydurma olarak kabul eden Müşrikler ve Ehl-i Kitap bile işlerine geldiği yerlerde Kur’ân’dan deliller getiriyorlar.. Nitekim Siz Kıtab’ın bir kısmına inanır bir kısmını inkâr mı edersiniz?!(Bakara:85) ayeti bu hakikati haber vermektedir.. O yüzden Kapakçıların işine gelen zayıf rivayetler işlerine gelmediğini zannettikleri sağlam rivayetlerden önce gelir ve alınıp kullanılabilirler.. Müsteşrikler de öyle yaparlar; İslam’ı tahrif edip Müslümanların içindeki beslemelerinin ellerine tutuşturdukları kitaplara bir göz atın, dediğimizin misallerini bol miktarda göreceksiniz.. Mesela azılı İslam düşmanı Yehudi Müsteşrik Yusuf Şaht’ın Usul-i Fıkhına bakarsanız Kur’ân’ı çürütmek için Kur’ân’dan nasıl deliller bulup getirdiğine şahit olacaksınız.. Bildiğinizi zannetmem ama bu, -şayet kandırmak için değil de dürüst olarak yapılırsa- mantıktaki delil çeşitlerinden biri olan ilzami delildir.. Yani kaba ifadesiyle bir kimsenin -kendi kabul etmese bile- hasmını kendi kabul ettiği şeylerden hareketle vurması nevinden bir delildir..

Mustafa!.. Kısacası, burada yapılmakta olan, delikanlıca olmayan kaypak ifadelerle bir yerlere yani şefaat inkârına varma gayreti..

Mustafa!.. Sen, peki biz ne yaptık? Torpilin adını şefaat koyduk derken hem yalan söylüyor, hem de Allah’a reddiye yapıyorsun.. Tam manasıyla bir mugalata yapıyorsun. Kur’ân’ı itham edip Mü’minleri kandırmaya çalışıyorsun.. Çünkü torpil hak edilmeyen bir şeyi elde etmek için, para, mal, siyaset veya nüfüz gücünü kullanarak yapılan haksız bir kayırma demek.. Böyle bir benzetme, bizzat Allah’ın tanıdığı hakkı, yani izin verdiği ve vadettiği bir kimse namına kimi Mü’minler tarafından Allah’a yalvarma ve dua etme demek olan şefaat işini bu torpile benzetmek, çöreği tezeğe benzetip atmak akılsızlığından daha akılsızca veya tezeği çöreğe benzetip yemek iğrençliğinden daha iğrenç bir iş.. Allah’tan, dilediğini cezalandırma, dilediğini de dilediği yollarla affetme hakkını gasbetme zalimliği.. Doğrusu, Mustafa, Şefaatin adını torpilkoymuş ve edep sınırını taşmış..

Mustafa!.. Sen hakikaten dediğin gibi yaptıysan ve torpilin adını şefaat koydu isen, bu, Kur’ân’ın diliyle kötü bir şefaat olmuştur. Rabbimiz,}{وَمَنْ يَشْفَعْ شَفَاعَةً سَيِّئَةً/“Kim de kötü bir şefaat yaparsa, onun için ondan bir pay olur.”(Nisa:85) buyuruyor. Ancak, Mü’min’ler, Allah’ın, dileyeceği kimselerin affı için bir çeşit dua etme izni vereceği kimselerin O’ndan o günah işlemiş kimsenin suçunu bağışlamasını istemesini, böyle bir torpil düşüklüğüne benzetmeye asla cesaret edemezler.

Mustafa!.. Sonra, şefaat senin bu mantığına göre hakikaten bir torpil ise, mükâfatların cennette katlanacak olması da torpil olmuş olmaz mı? Aralarındaki mantık farkı nedir?. Yok, yok.. Siz Kur’ân’ı Kur’ân’ı açıkça inkar ediyorsunuz..

Mustafa!.. Şayet birileri, bu senin dediğin gibi, hakikaten Tenbelliğin adını mehdi koydu ve yatıyorlar; kitle olarak bekliyorlar ise ve sen yalan değil de doğru söylüyorsan, sözünü ettiğin kimseler bu düşüklükten derhal vaz geçmelidirler.. Yine, birileri, Mehdinin adını tenbellik koyma sapıklığını ve şerefsizliğini işlemişlerse, onlar da bundan hemen tevbe etsinler.. ÇünküTenbelliğin adını mehdi koymak ne kadar alçaklık ise, geleceği manen mütevatir Sünnetle sabit olan Mehdinin adını tenbellik koymak da en az o kadar şerefsizlik ve alçaklıktır..

Mustafa!.. Sen… Torpili dinine ithal etmişsin; sen torpili din edinmişsin ona îman etmişsin; sen torpil olmadan nasıl bir toplum kuracaksın? deyip Allah’ı ve peygamberini yalanlayan, kendi sapık ve düşük düşüncelerini dine ithal etmeye çalışan Lüter veya Calvin ikizi Mustafa!.. Biz bir dua edelim de beraberce âmin diyelim; olmaz mı?:

Kim Torpili dinine ithal etmiş; torpili din edinmiş ve ona îman etmiş ise, Allah onu tövbekâr etsin, ona iman versin; bu mukadder değilse belasını versin, başına lanet yağsın.. Kim de Kur’ân ve Sünnet’in getirdiği şefaate bu damgaları vuruyorsa, onu tövbekâr etsin; bu mukadder değilse belasını versin.. Âmîn…

Mehmet!.. Diyorsun ki:

Üstelik Bakara 254. Ayette rağmen:

{يَا أَيُّهَا الَّذِينَ آمَنُواْ أَنفِقُواْ مِمَّا رَزَقْنَاكُم مِّن قَبْلِ أَن يَأْتِيَ يَوْمٌ لاَّ بَيْعٌ فِيهِ وَلاَ خُلَّةٌ وَلاَ شَفَاعَةٌ}/Ey iman edenler! Hiçbir alışverişin, hiçbir dostluğun ve hiçbir şefaatin olmadığı kıyamet günü gelmeden önce, size rızık olarak verdiklerimizden Allah yolunda harcayın.

Ve Zumer 44. Ayet : {قُل لِّلَّهِ الشَّفَاعَةُ جَمِيعًا }/“Şefaatin tamamı Allaha aittir.”

Şefaat, biri iki yapmak demektir vetr bir, şef iki demektir. Bu da cennetteki ödülün ikiye katlanması demektir. Diğer âlemde peygamberlerle, sıddıklar ile şehitler ile salihler ile bir üst derecede ağırlanma kurumunun adını, cehennemden adamı kurtarıp cennete postalama kurumuna dönüştürdüler.

Mehmet!.. Kafadan atıyorsun.. Şu halde, şefaat demek sevabın ikiye katlanması sebebiylebiri iki yapmak imiş, o yüzden ona bu isim verilmiş imiş.. Mehmet, saçma sapan bir yakıştırma yapıyorsun.. Belki de Allah’a iftira ediyorsun.. Ne biliyorsun, belki iki değil, yirmi iki, hatta iki milyon, yahut iki yüz milyar kat yapacak.

Oysa Kur’ân’da şöyle buyrulmadı mı?:

{ مَثَلُ الَّذِينَ يُنْفِقُونَ أَمْوَالَهُمْ فِي سَبِيلِ اللَّهِ كَمَثَلِ حَبَّةٍ أَنْبَتَتْ سَبْعَ سَنَابِلَ فِي كُلِّ سُنْبُلَةٍ مِائَةُ حَبَّةٍ وَاللَّهُ يُضَاعِفُ لِمَنْ يَشَاءُ }

“Mallarını Allah yolunda harcamakta olanların misali yedi başak bitiren bir dane misali gibidir. Her bir başakta yüz dane vardır. Allah dileyeceği kimseye katlar”(Bakara:261)

Kur’ân’da yine şöyle buyrulmadı mı?:

{ مَنْ ذَا الَّذِي يُقْرِضُ اللَّهَ قَرْضًا حَسَنًا فَيُضَاعِفَهُ لَهُ أَضْعَافًا كَثِيرَةٌ }

“Kimdir o Allaha güzel bir borç verecek olan ve Allah’ın kendisine onu çok fazla kat be kat olarak katlayacak olduğu kimse?!..”(Bakara:245)

Mehmet!.. Evet, şefaat lügatte kelime manası olarak biri, ikilemek, iki yapmak demektir.. Ancak, sevabı ikiye katlamak manasında biri iki yapmak değil.. Çünkü yukarıdaki ayetten de anlaşılacağı üzere Allah isterse sevabı dileyeceği kadar fazla katlar.. Aksine, sevabı veya günahı sebebiyle sanki tek kalan bir kimsenin yanına bir başka kimsenin (onun için bağışlanma talebiyle)gidip durmasıyla onu iki yapması yüzünden bu işe şefaat ismi verilmiştir.. Nitekim en-Nibras sahibi böyle demiştir..

Şu ayet üzerinde iyi düşünelim:

{ مَنْ يَشْفَعْ شَفَاعَةً حَسَنَةً يَكُنْ لَهُ نَصِيبٌ مِنْهَا وَمَنْ يَشْفَعْ شَفَاعَةً سَيِّئَةً يَكُنْ لَهُ كِفْلٌ مِنْهَا }

“Kim güzel bir şefaat ederse, onun için ondan bir nasip olur.. Kim de kötü bir şefaat ederse, onun için de ondan bir pay olur.” (Nisa:86)

Buna göre, kim bir kimseye iyiliği ikiye katlarsa mı, yoksa kim bir kimse için bir başkasından ona iyilik yapmasını istemekle onu tek iken yanında yer durarak iki yaparsa mı?

Yine, kim bir kimseye kötülüğü ikiye katlarsa mı, yoksa kim bir kimse için bir başkasından ona kötülük yapmasını istemekle onu bir iken yanında durarak iki kişi yaparsa mı?

Mehmet!.. Diyelim ki sen ve senin gibiler, şefaat ayetlerini -inadına değil de- samimi bir şekilde dediğin gibi anladınız.. Mü’min’ler de benim dediğim gibi anladı.. Demek ki, aranızda bir niza yani çekişme var.. Bu halde Kur’ân’ın { فَإِنْ تَنَازَعْتُمْ فِي شَيْءٍ فَرُدُّوهُ إِلَى اللَّهِ وَالرَّسُولِ }/“Eğer her hangi bir şeyde çekişirseniz onu Allaha ve Resule çevirip götürün” emrine uyarak, bir de Resulüllah sallallahu teala aleyhi ve sellem Efendimiz’e götürseniz ve O’na sorsanız olmaz mı?.. Ne kaybedersiniz?. Bu ayetlerin manasını belirleyen onca sahih rivayete teslim olmayıp illa da senin gibi bir zavallının yontup put haline getirdiği düşüncelere tapınmak, onlarda ısrar etmek en azından yobazlık olmaz mı?..

Mehmet!.. Yukarıdaki iki ayet üzerinde iyi düşünecek olan bir Mü’min kolayca anlar ki: Kıyamet gününde hiçbir satma (ve satın alma) yoktur. Çünkü satma işinin olmadığı yerde tabiatıyla satın alma da olmaz. Peki, dostluk ve şefaat da yok mudur? Evet, bu ayete göre o günde Hiçbir dostluk ve şefaat da yoktur.. Ancak makbul bir imanı, biraz bilgisi ve azıcık aklı olan bir kimse, bu ayetlerin yanında o günde, muttakılerin (Mü’min’lerin) dışındaki dostların kimisi kimisine düşman(olacaklar)dır”(Zuhruf:67) ve de ki: Şefaatin tamamı Allah’a aittir”(Zümer:44) ayetlerini de göz önünde bulundurarak ve tefsirlerdeki manalarına bakarak anlar ki:

Mehmet!.. Şefaat, hem (kafirler için ve izin çıkmayanlar için) yoktur, hem de (kâfir olmayanlar için) vardır ve tamamı Allah’a aittir.. Çünkü şefaat olmasaydı, şefaatin tamamının Allah’a ait olmasının ve yapılan istisnaların hiçbir manası olmazdı.. Mü’min’e göre Allah’ın kelamında tezat bulunmayacağına göre bunun izahı, Kur’ân’a, onu getiren Resul sallallahu aleyhi ve sellem’e ve Ashab’ı radıyallahu anhum’a ve bir de imanın nuruyla ve ilimle önünü görebilen selim akla sorulur:

Mehmet!.. Demek ki, kâfirlere hiçbir şekilde şefaat edilmez. Onlar için hiçbir şefaat yoktur.. Ancak, günahkâr olsun olmasın Mü’min’lerden Allah’ın, razı olacağı ve izin vereceği kimselerin, yine O’nun dileyeceği kimselere şefaat etmesi haktır. Bu, kimi     -apaçık sapmışların iddia ettikleri gibi- bir torpil yani hakkedilmeyen bir kayırma da demek değil; aksine bir çeşit dua ile Allah’ın affedip bağışlaması veya ecir, sevap ve mükâfat vermesidir.. Bana dua edin/benden isteyin, bende icabet edeyim (Ğâfir:60) buyuran Rabbimizin af ve mağfiretine hangi zalim ve hangi fasık ambargo koyabilir?!. Hiçbir kimse..

Mustafa, Mehmet!.. Sizinle sırf ayetlerle konuştum.. Şefaat için sadece ayetlerden delil getirdim.. Aradığınıza ve hevanıza uymadıkça da sizi bağlamayacağı için hadis delillerine temas etmedim.. Sakın yanlış anlamayın, bu hususta ayet bulunmasaydı ve şefaat sadece hadislerle sabit Sünnet bulunsaydı biz Mü’minlere o da yeterdi.. Çünkü ben iman ediyorum ki, Resulüllah sallallahu aleyhi ve sellem Efendimiz Allah’ın kitabını benden çok daha iyi anlar.. Hatta bu ibare darlığıyla malul ifadelerim bile kısmi bir edepsizliği ifade eder..

Zira Onun yanında benim anlayışım bir hiçtir.. Yine Allah’a nihayetsiz hamdolsun sözleriyle açıkça veya iş ve tavırlarıyla da zımnen Kur’ân’ı ben peygamberden iyi anlarım iddiasında olan terbiyesiz ve edepsizlerden değilim.. Bir ayeti, kitap suretindeki paçavralarında onlarca sayfada sözüm ona anlatıp daha anlaşılır kılmaya çalıştığı halde bu işi Efendimiz sallallahu aleyhi ve sellem’e çok gören terbiyesiz zındıklardan olmadığıma sonsuz şükürler olsun.. Rabbim bu nimetini elimden almasın, daimi kılsın..

Mustafa, Mehmet!.. Evet, ben o terbiyesizlerden nasıl olurum, buna nasıl cesaret edebilirim?!.

Hele, Rabbimiz, Kitab’ında Musa aleyhisselam’dan haber vererek bana şöyle buyuruyorken:

{ وَإِذْ قَالَ مُوسَى لِقَوْمِهِ يَاقَوْمِ لِمَ تُؤْذُونَنِي وَقَدْ تَعْلَمُونَ أَنِّي رَسُولُ اللَّهِ إِلَيْكُمْ فَلَمَّا زَاغُوا أَزَاغَ اللَّهُ قُلُوبَهُمْ }

“Hani Mûsâ, kavmine, Ey benim kavmim!. Bana neden eziyet ediyor, beni incitiyorsunuz.. Halbuki biliyorsunuz ki, ben Allah’ın size gönderilen bir elçisiyim dedi.. İşte ne zaman ki bu (eziyetleri) yüz(ün)den kayıp yoldan çıktılar, Allah da kalplerini (düşünce ve inanışlarını) kaydırdı..” (Saff:5)

Bir peygambere açıkça veya hal diliyle Allah’ın kitabını anlamakta ve anlatmakta senin yetkin yoktur ama benim vardır veya bu hususta ben senden üstünüm yahut Allah’ın dininde senin söz hakkın yok ama benim var demek ona eziyet değil de nedir?.. O halde böyle bir densizlik Allah tarafından düşünce ve inanç heyelanlarıyla, kaymalarıyla cezalandırılma neticesini getirecektir.. Nitekim karşımızdaki manzaranız da bundan ibarettir.. Sünnet karşısındaki laubalilikler, şirretlikler ve yer yer inkarcılıklar peygamberi incitecek, inanç ve düşünce sapmalarına sebep olacaktır.. Açık olan Kur’ân’dan ben böyle anladım.. Ne o, itirazı olan mı vardı?!..

Mustafa, Mehmet!.. Beyninde ve yüreğinde böyle kaymalar meydana gelenler Allah’ın ayetlerini nasıl doğru anlayabilir.. İslami olmayan bir zeminin yaralı bereli mahsulleri olan bizler, Kur’ân’ı bu kafalar ve yüreklerle nasıl aslına uygun anlayabiliriz!.. Kur’ân’ın akletseniz ya fermanıyla amel etmeye çalışsak ve işi bizim belamızdan ve musibetimizden selamette olan eslafımıza yani gerçek erbabına havale etsek ya!..

Mustafa, Mehmet!.. Dipsiz bir kuyu misali köküne varılamayan ve ulaşılamayan bir cehaletinizin yanında şeytanda bile bulunmayan bir kibrin sahipleri Kur’ân’ı nasıl doğru anlayabilirler?!.. Asla...

Nitekim Rabbimiz şöyle buyuruyor:

{ سَأَصْرِفُ عَنْ آيَاتِيَ الَّذِينَ يَتَكَبَّرُونَ فِي الْأَرْضِ بِغَيْرِ الْحَقِّ }

“Yer yüzünde haksız yere kibirlenenleri ayetlerimden çevireceğim….”(A’raf:146)

Hangi ayetlerden?!.. Her çeşidinden… Kâinat ayetlerinden, mucizelerden ve Kur’ân ayetlerinden… Ayetlerin nesinden?!.. Onlara iman etmekten yahut anlamaktan veya yaşamaktan veya öğrenmekten yahut hepsinden.. Unutmayalım ki, Kur’ân’ı anlama şansımız Allah’ın ve kullarının karşısında nefislerimizi sıfırlayabildiğimiz nispette olacaktır.. O’nun rızasında fani olduğumuz ölçüde tahakkuk edecektir..

Mustafa, Mehmet!.. Binaen aleyh yaptığınız yanlışlıklar ve işlediğiniz günahlar size ne yazık ki, pek de süslü gösterilmiş ve siz onları artık güzel görmektesiniz.. İşte bu çok kötü..

Nitekim Rabbimiz şöyle buyuruyor:

{ زُيِّنَ لَهُمْ سُوءُ أَعْمَالِهِمْ }

“Onlara kötü işleri pek de süslü gösterildi..”(Tevbe:37)

Rabbimiz yine şöyle buyuruyor:

{ كَذَلِكَ زُيِّنَ لِلْمُسْرِفِينَ مَا كَانُوا يَعْمَلُونَ }

“İşte böylece müsriflere yapmakta oldukları pek süslü gösterildi.”(Yunus:12)

Rabbimiz yine şöyle buyuruyor:

{ كَذَلِكَ زُيِّنَ لِلْكَافِرِينَ مَا كَانُوا يَعْمَلُونَ }

“İşte böylece kâfirlere yapmakta oldukları pek süslü gösterildi.”(En’am:112)

Rabbimiz yine şöyle buyuruyor:

{ أَفَمَنْ كَانَ عَلَى بَيِّنَةٍ مِنْ رَبِّهِ كَمَنْ زُيِّنَ لَهُ سُوءُ عَمَلِهِ وَاتَّبَعُوا أَهْوَاءَهُمْ }

“Rabbinden bir beyyine uzere olan kimse hiç kötü ameli kendine pek süslü gösterilen ve nefislerinin şiddetli arzularına uyanlar gibi olur mu?!..” (Muhammed:14)

Rabbimiz yine şöyle buyuruyor:

{ أَفَمَنْ زُيِّنَ لَهُ سُوءُ عَمَلِهِ فَرَآهُ حَسَنًا فَإِنَّ اللَّهَ يُضِلُّ مَنْ يَشَاءُ وَيَهْدِي مَنْ يَشَاءُ }

“Kötü işi kendine pek süslü gösterilen ve bu yüzden onu güzel gören yok mu?!.. Çunkü şüphesiz ki Allah dileyeceğini şaşırtır dileyeceğine de hidayet eder..” (Fâtır:8)

Mustafa, Mehmet!.. Evet, -bizim yerli ve öz tabirimizle- sahasında erbab-ı salahiyet, -sizin kültürlülük damlayan ‘söylem’inizle de- otorite olan ulemayı, ikinci derecede numunelerimiz olan Ashab radıyallahu anhum’u ve hatta birinci derece ve en güzel numunemiz olan Resûlüllah sallallahu aleyhi ve sellem Efendimizi devre dışı bırakmak gibi kötü işleriniz size pek de süslü püslü gösterilmiş.. Ve işin daha da kötüsü bunu harbiden bir de güzel görmeye başlamışınız...

Mustafa, Mehmet!.. Bu süslü ve güzel göstermeyi bazen -sebep olma yoluyla- şeytanların insan cinsinden olanlar ve Allah’a koşulan ortaklar yapar.. Allah’ın ve Resulü sallallahu aleyhi ve sellem’i dinleyecek yerde Goldziher gibi İslam düşmanı müsteşrikleri veya onların gübreliklerinde yetiştirilen beslemeleri dinlediniz... Kur’ân’ı onlardan öğrenmeye kalktınız.. Onlar da yaptıklarınızı size son derece süslü göstermiş ve ne yazık ki artık siz onları güzel görmeye başladınız..

NitekimRabbimiz şöyle buyuruyor:

{ وَكَذَلِكَ زَيَّنَ لِكَثِيرٍ مِنَ الْمُشْرِكِينَ قَتْلَ أَوْلَادِهِمْ شُرَكَاؤُهُمْ لِيُرْدُوهُمْ وَلِيَلْبِسُوا عَلَيْهِمْ دِينَهُمْ }

“İşte böylece müşriklerden bir çoğuna (Allah’a koştukları) ortakları, çocuklarını öldürmeyi, onları (helake) yuvarlamaları ve dinlerini onlara karmakarışık hale sokmak için son derece güzel gösterdi...”(Enam:137)

Rabbimiz yine şöyle buyuruyor:

{ وَزَيَّنَ لَهُمُ الشَّيْطَانُ مَا كَانُوا يَعْمَلُونَ }

“Şeytan onlara yapmakta olduklarını pek de süslü gösterdi...”(Enam:43)

Rabbimiz yine şöyle buyuruyor:

{ وَإِذْ زَيَّنَ لَهُمُ الشَّيْطَانُ أَعْمَالَهُمْ }

“Hani şeytan onlara amellerini pek süslü gösterdi…”(Enfal:48)

Mustafa, Mehmet!.. Bu süsleme işini yaratma ve icat etme yönüyle tabii ki Rabbimiz yapar..

Nitekim Rabbimiz şöyle buyuruyor:

{ كَذَلِكَ زَيَّنَّا لِكُلِّ أُمَّةٍ عَمَلَهُمْ }

“İşte böylece biz her bir topluluğa amelini son derece süslü gösterdik”(Enam:108)

Mustafa, Mehmet!.. Hasılı, ayetlerdeki bu hakikat ve vakıalar sebebiyle sizler Kur’ân’ı ve İslam’ı asla doğru anlayamazsınız; buna gücünüz yetmez.. O yüzden de Kur’ân üzerindeki konuşmalarınız tahriften başka bir mana ifade etmez ve bu gidişle de asla etmeyecektir.. Lütfen, artık akıllı olun, Allah’ın diniyle ve Kitabıyla oynamayın!.. Din düşmanlarına bilerek veya bilmeyerek yardımcı olmayın!..

Selam hidayete tabi olanlara olsun.

Son sözümüz salat ve selam, son duamız da Alemlerin Rabbine hamddir.

https://darusselam.com/reddiyeler/sefaat-meselesi-hakkinda-islamoglu-mustafa-ile-okuyan-mehmete-mektub-1.html?print=print
Devamını Oku »

İslam Modernizminin Allah ve Vahiy Tasavvuru

İslam Modernizminin Allah ve Vahiy Tasavvuru

Hasan Hanefî'den İlhami Güler'e, Fazlur Rahman'dan Hasan Elik'e, Nasr Hamid Ebu Zeyd'den Montgomery Watt'a ve Mustafa Öztürk'e kadar, Modernistlerin Allah ve Kur'ân Tasavvuru hakkında bilgilendirici ve eleştirel bir yazı...

İsIam modernizmi, İslam'ın modern hayata uyarlanması, liberallik, laikIik, seküIerIik, hümanizm ve rasyonalizm gibi çağın hâkim değerIerinin ışığında yeniden yorumIanması demektir ve asIen askerî, siyasî, idarî ve ictimaî hayatta başIayan yeniIenme/yeniIeştirme hareketIerinin gereği olarak doğmuştur.

Karakteristiği itibariyIe batılı düşünür ve oryantaIistIerin İsIam eleştiriIeri karşısında bir ezikIik ve bu ezikIiğin tesiriyIe oluşmuş acil ve sağIıksız bir cevap arayışıdır İsIam modernizmi. Bunun yanında pratikte/fıkıhta, seküIerIeşen topIum hayatının dinî hükümIerIe çözümIenmesi kabil olmayan taşkın arzu ve icapIarı karşısında bir kırılmadır. Bu bakımdan İsIam modernizmini fıkıh, tefekkür, tedebbür ve ictihad gibi isIamî dinamikIer merkezinde ortaya çıkmış, İsIam tarihinde tabii bir geIişme olarak görmek için elde sahici sebepIer buIunmamaktadır.

İsIam dünyasında yukarıda mezkûr alanIarda ortaya çıkan yeniIeştirme hareketleri nasıl Batı kaynakIı ise, İslam modernizmi de Batı kaynakIıdır. İsIam modernistlerinin genelde Batı'yla yakın ilişki içinde olmaIarı, oryantalist kaynaklardan besIenmeIeri ve tarihselIik, hermenötik gibi batıIı yöntemIeri sıkça kulIanmaIarı bu hükmü pekiştirmektedir. Nitekim İsIam modernistlerinin zaman zaman batılı modernist-postmodernist mütefekkir ve fiIozofIardan esinIenmeIerinin izahını da burada aramaIıdır. MısırIı İsIam modernisti Hasan Hanefî'nin, Spinoza'nın Tevrat'a uyguIadığı kutsal metinIeri beşerî metinIer gibi okuma yöntemini kendisinin Kur'ân'a uyguIamaya çaIıştığını ifade etmesi bu açıdan manidardır.(1)

Ankara İlahiyat'tan İlhami GüIer'in şu çağrısı da bir modernistin psikoIojisini ele vermesi bir yana, İsIam modernizminin ilham kaynağı hakkında da fikir verici mahiyettedir:

“Nietzsche, HıristiyanIığa lanet adIı kitabında Hz. İsa'dan sonra St. Paul ve KiIise'nin oluşturduğu tanrının artık öldüğünü ilan eder. (...) Peki bizim AlIah tasavvurumuz bizim dünyamızda uzun süreden beri kimin zengin, kimin fakir olacağını, fiyatIarı, kazaIarı, feIaketIeri, vakitsiz ölümIeri. vs. ilahi kader adı altında meşrulaştırmaktan başka neye yarıyor? İnsan özgürIüğünün bu en büyük rakibini, bu yanIış imajı öldürmenin zamanı gelmedi mi? Diğer türlü, Kur'an'daki adaIetin AlIah'ı nasıl geri geIebiIir?”(2)

Bir Tabir Olarak İslam Modernizmi

Konuya girmeden önce İsIam modernizmi ya da modern İsIam vb. gibi tabirIerIe ilgiIi bir hususa temas etmenin gerekIi olduğunu düşünüyorum. Esasen İsIam modernizmi tabiri kendi içinde çelişkili bir tabirdir ve her ne kadar müntesipIeri bir sakınca görmese de kanaatimizce böyIe bir tabirin kulIanılması doğru değildir. ŞöyIe ki, İsIam herhangi bir teori ya da ideoloji değildir. Tahriften masun olduğunda şüphe buIunmayan ilahî bir dindir; hükümIerinin doğruluğu, kesinIiği ve sağlamIığı itibarıyIa AlIah'ın hudutsuz ilmini ve karşı konulamaz iradesini temsil eder. Beşerî ideolojiIer insan zihninin ürünü olmaIarı itibarıyIa hem tarihseldir hem de çeşitIi nakîsaIarIa maIuldür. Bu sebepIedir ki sıkı bir tenkitIe nakzediIebiIir, zamanIa eksik ve tutarsız yönIeri ortaya çıkabiIir. Nitekim felseIe-biIim tarihinde yüzyılIarca ilim ve fikir anIayışına yön veren teoriIerin, bir yandan yeni biIimsel geIişmeIer karşısında eskiyerek ciddi tenkitIere maruz kaldığı, diğer yandan da ana istikametini verdiği başkaca teorilerle yenilendiği ehlinin maIumudur.

İnsan ürünü olması hasebiyle bu, normal olduğu kadar gerekIidir de. Ancak konu din olunca önceIikIe ortada yeniIenmeyi gerekIi kılan zaafın buIunmadığını görmek gerekir. AlIah'ın dini için ne eskime ne de yanIışIanma durumu söz konusudur. Şunu da diyebiIiriz; tahrif edilmiş dinIer için bir modernizmden söz ediIebiIir. SözgeIimi Hıristiyan modernizmi olabiIir. Nitekim HıristiyanIık, tarihin belIi bir döneminde muhteIif düşünce ve kültürIerIe etkiIeşim neticesinde ortaya çıkmış bir teoloji ve zaman içinde bu teoloji etrafında oluşmuş bir kültürdür. Onun temel metinIerinin dahi beşer mahsulü olduğu bilinmektedir. Bu bakımdan beşerîdir ve tabiatıyIa tarihseldir. Sahih bir dinin tarihselliğinden bahsedilemediği gibi modernleşmesinden de bahsediIemez. Ama ideoloji ve kültürIer tarihseldir ve modernize ediIebiIirIer. BinaenaIeyh İslam'ın modernize ediIebiIeceğini düşünen kimsenin zihninde İsIam olsa olsa bir kültürdür.

Nitekim sıkı bir modernist olan Hasan Hanefî'nin şu sözIeri kendi modernizm projesi için anlamIıdır:

“Bizatihi dinden bahsediIemez; biIakis beIirIi bir topIumun muayyen bir tarihinde oluşan ve tarihin geIecek alanIarına uygun olarak geIişmesi mümkün olan “kültür”den bahsediIebiIir. Esas itibarıyIa din vahiydir. Fakat o da indiği topIumun gerçeğine göre şekilIenmiştir.”(3)

Bu bakımdan İsIam modernizmi tabirinin kabul ediIebiIir olmadığını düşünüyoruz. Ne var ki müntesipIeri kendi projeIerini bu şekilde isimIendirmekten çekinmedikIeri için biz içeriğini kabul etmesek de sırf bir projeyi tanımIaması açısından kerhen de olsa bu tabiri kullanmak durumundayız.

YeniIenme ve Tecdid

Yeri gelmişken modernistIerin İsIam modernizmi projesini “İsIamî yeniIenme” adıyIa İsIam'daki tecdid kavramıyIa temelIendirme çabalarına da temas etmeliyiz.

Bu konuda modernistlerin sıkça referans gösterdikIeri, Allah'ın her yüzyıIın başında ümmetin dinini tecdid edecek birini göndereceğini ifade eden ve “tecdid hadisi” diye bilinen rivayetin(4) modernizmIe hiçbir alakasının olmadığını peşinen ifade edeIim. Her şeyden önce hadiste geçen tecdid keIimesinin bildiğimiz gibi yenilemek anlamında olduğu iddiası tatmin edici değildir. Muhammed Zahid el-Kevserî'nin dikkat çektiği gibi; İsIam'ın ilk dönemIerinde tecdîd keIimesinin bir şeye eski güç ve satvetini kazandırmak anlamına geldiğini unutmamaIıdır.(5)

Nitekim müceddid olduğu hemen bütün çevreIerce kabul ediIen İmam Şâfiî, el- Eş'arî ve el-Gazzâlî gibi kadim âlimIerin tecdid faaliyetlerine bakıldığında hep bu özellik dikkati çekmektedir. Şu veya bu sebepIe İsIam ahkâmına bağIıIığın zayıfIadığı dönemIerde yaşayan bu şahsiyetIer İsIamî hükümleri değiştirmek, temel İsIamî kavramIarın içini yeniden doldurmak gibi bugün güya tecdid sayıIan şaibeIi işIerle değil, haIin icap ettirdiği bir dil ve üsIupIa İsIam ahkâmına bağIıIığın gerekIiIiğini ortaya koymakIa meşgul olmuşIardır. Tarihin hiçbir döneminde müceddid olarak biIinen hiçbir âlim, nassIarIa sabit İsIamî hükümleri değiştirme, hele hele dönemin yabancı egemen kültürIerinden yana reformasyona gitme gibi bir kırılma zafiyeti asla göstermemiştir.

Hadiste geçen tecdidin, MüsIümanIarın zaman içinde buIanan İsIam algısının yeniIenmesi, değiştirilmesi anlamına geldiği düşünüIebiIir. Ancak İsIam modernizminin, açık nassIarIa sabit, kesin İsIamî hükümIeri de kapsayan bir yeniIenme projesi tekIif ettiğini hatırIamalıyız. MeseIe sadece, ictihadî, örfî ve masIahî hükümIerin/fetvaIarın zamanın tagayyürüyIe/değişmesiyIe değişmesi, yeniIenmesi meseIesi değildir. MeseIe açık Kur'ân ve Sünnet nassIarında yer alan temel İsIamî kavramIara ve prensipIere varıncaya kadar bugün modern değerIerIe örtüşmeyen bütün İsIamî esas ve hükümIerin yeniIenmesi/yeniIeriyIe değiştirilmesidir. Bu sebepIedir ki FazIur Rahman'ın sık sık yaptığı gibi İslam modernizmini geçmişteki ısIah hareketIeriyIe bir şekilde irtibatIandırmak düpedüz bir çarpıtmadır. Bunun gibi yine FazIur Rahman'ın, kendi modernizm projesi için zaman zaman görüşIerini istismar ettiği Şah VeliyulIah DehIevî'nin ısIahatıyla kendi önerdikleri arasında uzaktan yakından bir alaka bulunmadığı çok açıktır.

İşte makaIenin bundan sonraki böIümünde, Allah, vahiy ve Kur'ân özelinde temel İsIamî kavramIarın modernistlerin zihin dünyasındaki karşıIıkIarını tespite yöneIik gözIemIer yer alacaktır. Belki yer yer tenkitIer buIunsa da asıl gaye her şeyden önce bir gözIemdir. Pek tabii, yorumsuz kuru bir gözIem değildir; ihtiyaç hissedildikçe fikirIerin gerek epistemoIojik gerekse sosyo-psikoIojik zeminine dikkat çeken bazı yorumIar da buIunacaktır.

İsIam ModernistIerinin Allah Tasavvuru

Allah tasavvuru da dâhil temel İsIamî tasavvurIar konusunda İsIam modernizminin homojen bir yapı arz etmediğini, bünyesinde nispeten dengeIi bakışIar barındırdığı gibi çok uç fikirIere de yer bulunduğunu baştan ifade etmeIiyiz. SözgeIimi Hasan Hanefî'nin Allah tasavvuru bir uç fikir olarak görüIebiIir. Hanefî muayyen ve evrensel bir Allah imajının olamayacağını, aksine kültürIere göre değişebiIen dinamik bir Allah imajını savunmaktadır. Ona göre İsIam akidesinde Allah'a atfedilen zatî ve subutî sıfatIar asIında insanın sıfatIarı olup, insan bu sıfatIarı kendinden alarak, kendini olumsuzIayarak, kendine yabancıIaşarak Allah'a vermiştir.(6) Bu ve benzer fikirIeriyIe Hasan Hanefî teoloji/keIam/ilahiyat yerine antropoIojiyi önerir(7) ve hararetIe statik, aşkın/münezzeh bir Allah tasavvuruna karşı dinamik, yerel ve insanî bir Allah tasavvuru teklif eder.

Şu sözIer onun fikrinin somut ifadeIeridir:

“Allah, hangi ülke neye ihtiyaç duyuyorsa odur. Ekmekse ekmek, özgürIükse özgürIük... O'nun kendi şahsını ilgiIendiren hiçbir teorik değeri yoktur, sadece insanı ilgiIendiren pratik değeri vardır.”(8) Hanefî'nin antropoIojik Allah tasavvuru fikri, esasen teolojinin ters çevrilmiş antropoIoji olduğunu savunan Feuerbach'a aittir.(9) Onun Hıristiyan teolojisine uyguIadığı bu fikri Hanefî “Feuerbach'da Dinî YabancıIaşma” adIı makaIesinde özetIeyip İsIam itikadına uyarIamıştır.(10)

Bir uç fikri temsil etmesi sebebiyIe Hasan Hanefî'nin düşünceIerini bir yana bırakıp bu konuda diğer modernistIerin fikirIerine bakaIım. MeseIeye Allah'ın isimIeri ve sıfatIarı açısından yakIaşıldığında İsIam modernistlerinin birçoğu için Allah tasavvurunda çizgi dışı sayıIacak fikirIerden söz etmek pek koIay görünmemektedir. Allah'ın birIiği, yüceIiği, kudreti, herşeyi gören, biIen ve işiten yüce bir varIık oluşu, bu dünyada yapıp ettiklerinden dolayı insanoğlunu bir gün hesaba çekeceği ve buna göre bir kısmını mükâfatIandırıp diğer bir kısmını cezalandıracağı gibi temel hususIarda geneIi itibarıyIa modernistIerin aykırı bir yöneIişinden söz etmek zor görünüyor.
Buna rağmen modernistIerin Allah tasavvurunda ciddi sorunIar buIunmakta, çizgi dışına çıktıkIarı muhaIif fikirIeriyIe karşıIaşılmaktadır. Bu fikirIer Allah'ın adaIeti, insanın irade özgürIüğü, kaza-kader gibi Allah'ın fiillerinin imanIara yöneIik olanIarında, modernist tabirIe ‘Allah'ın ahIakîliği’ üst başIığı altında ele alınan meseIelerde ortaya çıkmaktadır. Bu sadette kaza-kader meselesi modernistIerin Allah tasavvuruna ışık tutan önemIi bir konu olarak görüIebiIir.

Birçok İsIam modernisti kaza-kader konusunda ayet ve hadisIerde tasvir ediIen çerçeveye sığmayan ve daha çok hümanist refIeksIerIe şekillenen bir inanca sahiptir. OnIara göre kader Allah'ın ezelde eşyayı takdir ve tayinidir; ama insanoğIunun hayatı ve yapıp ettikIeri bunun dışındadır. YerIerin ve gök Ierin yaratıIışı ve kâinatın fizik düzeninin tesisi itibarıyIa her şey ezelde Allah tarafından takdir ve tayin edilmiştir. Kâinatın bir parçası olan insanoğlu ise kendisine verilen özgür iradesi gereği ezelî takdirin dışında bırakılmıştır. O önceden hiçbir beIirIeme olmadan özgür iradesiyIe hayatını diIediği gibi şekilIendirmektedir.

FazIur Rahman'ın şu sözleri bu konuda bir misal kabul edilebilir:

“Kur'an'daki kader (takdir/beIirIeme) anIayışı, insan davranışları da dâhil herşeyin önceden ilahi olarak takdir ve tespit edilmesi şekIinde yorumIanmıştır. Bunun, Kur'an'ın kader anIayışının basit bir şekilde yanlış yorumu olduğu açıktır.”(11)

Bütün kâinatı Allah'ın takdiri dâhiIinde gördükIeri halde insanoğIunu bunun bir istisnası saymaIarı onIarın diIiyIe bazı kaygıIara müsteniddir. ModernistIerin kaygıları, tıpkı kulların kendi fiillerini yarattığını savunan MutezîIenin kaygısında olduğu gibi, imanIarın davranışIarını da içeren bir takdir/kader inananın, işIenen kötüIükIerden Allah'ın sorumIuIuğu sonucunu doğuracak olmasıdır.

Nitekim Ankara ilahiyat'tan İlhami Güler'e ait şu cümlelerde bu kaygı net biçimde dile getirilmektedir:

"Eğer insanın hür iradesi ile yaptığını söylediğimiz bir şeyi, ilmiyIe, iradesiyIe, kudreti ile önceden takdir etti ise, imanın irtikab ettiği isyan, küfür, ahlaksızlık, çirkinlik ve bütün şerlerden o zaman O sorumIudur. Bunu da akIı başında vicdan sahibi hiçbir Müslümanın kabul etmesi düşünülemez. Bunu düşünebiIen bir insanın Allah tasavvuru “adaIetsiz” demektir."(12)

Görüldüğü gibi burada Allah'ın adaIeti söyIemi üzerinden Cenab-ı Allah'ın insan davranışIarına doğrudan müdahaIesine kısıtlama getirilmekte, tekIife ahIakîlik katma adına insan iradesinin özgürIüğüne atfediIen önem Allah'ın kudret ve iradesini gölgeIemektedir. Bu da haIiyIe müdahaIe alanı kısıtIanmış, nispeten kudretine gölge düşmüş ve her şeyden önemIisi adeta diğer varIıkIar gibi bir üst varIık tarafından tayin edilmiş belli kriterIere tabiiyeti mevzubahis bir Allah tasavvuruna yol açmaktadır.

Allah'ın insan hayatına müdahaIesi sadece insan fiilleri alanında değil, ecel konusunda da sınırlandırılmakta, bireysel ecellerin Allah'ın takdiriyIe olduğu gerçeği inkâr edilmektedir.

İlhami GüIer bunu şu sözIeriyIe diIe getiriyor: "Süre anIamında, Allah tarafından insan cinsi için bir ecel tayin edildiği doğrudur. Sünnî teoride yanIış olan, tek tek bireysel ecellerin Allah tarafından tayin edildiği fikridir.”(13) GüIer Allah'ın müdahaIesinin sınırIanmışIığını burada noktaIamıyor, bir adım daha ileri giderek sakatlıklar-sağlamlıklar, uzun boylu-kısa boyIu, yakışıkIı-çirkin, zeki, normal veya ebIeh olmak gibi imanIarın ruhî ve bedenî özellikIerini de Allah'ın mutIak takdirinin dışına itiyor.(14)

Güler kaza-kader konusunun cinsiyetler meselesiyle alakasını irdelediği bölüme, “Göklerin ve yerin hükümranIığı Allah'ındır. DiIediğini yaratır, diIediğine kız çocuk, diIediğine de erkek çocuk verir. Yahut hem kız hem erkek çocuk verir, diIediğini de kısır kıIar. O, biIendir, her şeye Kadir'dir.” (Şûrâ, 49, 50) ayetiyIe giriş yapıyor ve biraz ileride şu sözIeri sarf ediyor: “Şimdi burada Allah'ın noktasal olarak, yani bütün anne ve babaIarın sahip oldukIarı çocukIarın kromozomIarıyIa tek tek ilgiIenerek onIarın cinsiyetIerini beIirIediğini ileri sürmek, bana makul görünmüyor. Çünkü niçin sorusuna ahIaka ve adaIete dayanmadan Allah öyIe istiyor diye cevap vermek olmuyor.”(15) Ayette bu işIer bizzat Allah'ın diIemesine bağIandığı halde GüIer'in bununIa tatmin olmayıp ayetin açık ifadesini hiçe sayan zorlama yorumIara başvurması Allah'a rağmen Allah'ı tanımaya/tanıtmaya kalkmak değilse nedir?

Amacımız burada GüIer'in görüşIerini tartışmak değil ama bir tespit olarak diyebiIiriz ki GüIer'in tasavvurunda iki probIem dikkat çekiyor:

Birincisi GüIer, Allah'ın sonsuz bilgi ve hikmetine sığınıp rıza göstermenin, kulluğun gereği olarak sabretmenin gerekIiIiğine dikkat çekeceğine, kuIun Allah'ı sorguIamasını olumIuyor ve bunu bir yöntem olarak benimsiyor. Bu konuda ayet ve hadisIerden deIilIer getirmeye hiç gerek yok, yapıp ettikIeri karşısında kuIun Allah'ı sorguIamasını İsIam fıtratının kaldıramayacağını her MüsIüman vicdanında hisseder.

İkincisi, Güler'in gözünde Allah'ın öyIe diIemiş olmasının bir kıymetinin olmayışıdır. Allah'ın ulûhiyetini, kendisinin de ubûdiyetini kabullendikten sonra Allah öyIe istiyor, cevabı bir MüsIümanı nasıl tatmin etmez! Allah'ın iradesine tesIimiyet manasına geIen İsIam, bu tesIimiyetin sadece O'nun şeriatına boyun eğmek anIamına gelmediğini, bunun yanında O'nun takdirine de tesIim olmak, rıza göstermek gerektiğini ifade ediyor. MüsIümanın başına bir beIa geldiğinde: Nitekim “biz muhakkak AlIah'ınız ve muhakkak biz O'na döndürüIeceğiz” (Bakara, 156) demenin anIamı da budur. Kader inancına sahip olmayan, olayIarın Allah'ın takdiri/iradesi dâhilinde olduğuna inanmayan bir kimsenin zihninde bu tesIimiyet nereye oturur?

MeseIenin Allah tasavvuruna denk düşen vechesine geIecek olursak diyebiIiriz ki, GüIer'in fikrinde adeta Allah ile kul bir şirketin eşit hak ve yetkiIere sahip iki ortağı gibi tasvir ediliyor. En hafifinden, Allah ile kul aynı varIık zeminine oturtuIarak her ikisi için uyulması gereken eşit kanunlar ihdas ediliyor.

GüIer'in, Ehl-i Sünnet ve tarihî İsIamî birikim hakkındaki aşağılayıcı üslubuyla sıradan bir müslümanın bile hamiyetini tahrik eden şu ifadeleri de ibret vesilesi olarak okunmalıdır:

"Ehl-i sünnetin hicrî birinci asırdan itibaren oluşturduğu ilahî kader tarihi, büyük ölçüde bir yanlışı ve giderek de bir nevi bir ahlaksızlığı meşrulaştırma tarihidir."(16) Sözün bağlamı hesaba katılırsa burada ahlaksızlık olarak görülen şey, rızık, ecel, çocuğun cinsiyeti ve fizik yapısı gibi hususlarla ilgili Allah’ın takdiridir; fakat Güler bunları başka sebeplere bağlamakla kendince mazur sayılabilir. Ama şurası açık ki, Güler’in teklif ettiği kader teorisi, imandan çok, mesela doğuştan çirkin yüzlü bir insanı Allah’a karşı provoke eden haince bir ayartma retoriğinden başka bir şey değildir.
En son yine Güler örneği üzerinden bir Allah tasavvuru modeli olarak Allah ve peygamberle savaşanların, yeryüzünde bozgunculukla uğraşanların cezasını beyan sadedinde Kur’ân’da geçen dört türlü cezadan biri olan “el ve ayakların çapraz olarak kesilmesi” yönündeki hüküm (Maide,33) üzerinden onun şu sözlerini birlikte okuyalım: “Bu ceza[nın] Firavun’un kendine karşı çıkanlara uyguladığı bir ceza yöntemi olduğunu hatırlatalım. Buradan, Firavun’un bir vahiy kalıntısını uyguladığı iddiasıyla savunmaya geçmektense Allah’ın bir insan [Firavun (A.T)] gibi davranarak, sâmî gelenekteki bir ceza müeyyidesini uygulamakta bir sakınca görmediğini anlamak daha uygundur.”(17)
Bir insan, yani Firavun gibi davranmasında “sakınca görülmeyen” bir Allah tasavvuruna mı yanmalı, yoksa Allah’ın ceza takdirinin ezelîliğinin farkında olmadan onu illa bir tarihsel insanî kaynağa dayandırma gayretinde ki şaşkınlığa mı?!

“Allah’ın ahlâkîliği” söylemi üzerinden bu ve benzer konuları ele alan Güler’in görüşlerinden çıkarılabilecek bir Allah tasavvuru; fiilleri henüz üzerinde ittifak oluşmamış belli ahlak ölçüleriyle izah edilebilecek kadar yalın ve yüzeysel, mezkûr ahlak ölçüleri üzerinden sorgulanabilen, insan özgürlüğü lehine iradesi bloke edilmiş, adeta seküler dünyanın yücelttiği iyilik-sevgi tanrısına tekabül etmektedir.

Modernitenin mitleştirdiği insan özgürlüğü adına sevgi tanrısına dönüştürülen Allah tasavvuru sadece Güler’in değil, hemen bütün İslam modernistlerinin ortak tasavvurudur.

Nitekim bir başka İsIam modernisti Doç. Dr. Hasan Elik'in şu ifadeIerinde de aynı Allah tasavvuru karşımıza çıkıyor:

“Kur'an'ın tanıttığı Allah gücünü insanIarın aleyhine kullanan, onIara öfke duyan ve gazap eden kontrolsüz bir güç değil; sevgisi gücünün önünde, gücü de sevgisinin emrinde olan kudrettir.”(18)
Burada yüce Allah'ın bir güç ya da kudret olarak takdimindeki lakaytIık bir yana, asıl alttan alta O'nun gazap sıfatını yok sayan sevgi ve merhamet takıntıIı bir Allah tasavvurunun gerçekçiIiği sorguIanmaIıdır. Kur'ân ve hadis metinIerinde onIarca misaIiyIe karşıIaştığımız Allah'ın gazabı ile ilgiIi ifadeIeri (Bakara, 61 ve 90; Al-i İmran, 112 ve 162; Taha, 81; Mümin, 10; Arâf, 71) görmezden gelen bir tasavvur gerçekçi olabilir mi? Gücü sevgisinin emrinde olan bir Allah hangi güçle azap edecek, haksızIıkIarın cezasını ahirette hangi iradeyIe verecektir? Tam bu noktada YahudiIerin Yahve'sini hatırIamamak mümkün müdür?

Vahiy ve Kur'ân Tasavvuru

İsIam modernistIerinin vahiy tasavvuru Hıristiyan Batı'da kutsal kitap tartışmalarının etkisinde oluşmuş kotarma bir tasavvurdur ve ayet, hadis ve icmada tasvir edilen vahiyle örtüşmediğinden İsIamî hiçbir temeli de bulunmamaktadır. Gerçi vahiy konusunda modernistlerin hepsi fikirIerini aynı açıkIıkta ortaya koyabilmiş değildir. Bir kısmı açıkça vahyin 7. yüzyıl Arabistan'ına ait bir kültür ürünü olduğunu savunurken, bir kısmı nisbeten daha özenli bir ifadeyle vahiyde peygamberin bilinçaltının dahIi olduğunu ileri sürer. Ama vahiyde bir yere kadar da olsa beşerîlik hepsinin ortak kanaatidir. Nitekim bu noktadan hareketIe hemen hepsi Kur'ân'ın tarihselliği fikrini benimserIer.

ModernistIer arasında Nasr Hamid Ebu Zeyd bu konuda görüşIerini pervasız bir dille ifade edebilmektedir. Onun, Kur'ân-ı Kerim'i, metinIerden bir metin gibi takdim eden şu sözIeri modernist vahiy tasavvurunun gerçek yüzünü gözIer önüne seriyor: "... Zaten her dilsel metin hangi dilde yazıldıysa o diIin kültürel ürünü sayılır. BinaenaIeyh Kur'an-ı Kerim de Arap yarımadasında ve Arap dilinde inmiş olması hasebiyle bir Arap kültür ürünüdür. Bunda yadırganacak bir taraf yoktur. “(19)
Nasr bu tespitinde yadırganacak bir taraf görmeyebilir; ama kendi ifadeIeriyIe “yazıIan metin”le ilgiIi hükmü “semadan inen metin”e uyguIamaya kalkmakIa düştüğü tutarsızIık karşısındaki vicdanî tavrı bilmem yadırgama keIimesi anIatmaya kâfi geIir mi?

Nasr'ın sözIerini irdeleyecek olursak iki ihtimalle karşı karşıya olduğumuzu görürüz:

Nasr, ya Kur'ân-ı Kerim'in hadd-i zatında inen bir metin olduğunu kabul etmediği halde takıyye yaparken yakayı ele vermekte ya da yazıIan metinIere has bir hükmü semadan inen metne uyguIamaya kalkmakIa fikir hokkabazIığı yapmaktadır. Onun ne yaptığı ya da ne yapmak istediğini sorguIamak şu an için dikkat çekmek istediğimiz nokta değil. Asıl dikkat çekmek istediğimiz nokta, Kur'ân-ı Kerim'in, kendisini ÂlemIerin Rabbi'nin indirmesi (Şuarâ, 192-194; Hakka, 43) olarak tarif ettiği ayetIeri bir de bugünün inkâr ve şüpheIeri çerçevesinde düşünmemiz gerektiğidir. Bu ayetIer acaba sadece kendisini Muhammed'in sözü olarak gören cahiliye müşriklerini reddetmekle mi kalıyor? Bunun yanında bir kısım spekülasyonlarla kendisini şu veya bu ölçüde beşerîliğe indirgeyen modern zihniyeti de kökünden reddetmekte değil midir?

Vahyin mahiyeti konusunda nispeten daha özenli ifadeIer kullanan Fazlur Rahman'a gelince onun vahiy algısında da beşerin/peygamberin etkin bir mevkide buIunduğu görülmektedir. FazIur Rahman, temelde vahyin Peygamber Efendimize hariçten bir meIek/Cebrail vasıtasıyIa inzal edildiğini kabul etmez. O bu inanışın zaman içinde Müslümanların zihninde kökleşmiş bir fikir olduğunu ileri sürer.(20) BöyIece FazIur Rahman hariçten/semadan geIen bir bilgi olmaktan çıkartıp peygamberin derununa çektiği vahye beşerî bir boyut atfetmiş oluyor.

Şu sözIerinde bu daha açık ifadesini bulmaktadır: “Hiç şüphesiz, vahiy Allah'tan sudur etmiştir ama diğer taraftan Muhammed'in şahsiyeti ile derinden ilgiIidir. Bu durumda vahiy elçisinin tamamen harici olduğunu ileri süren görüş doğru olarak kabul ediIemez. (...) O halde Kur'an salt ilahi keIamdır, fakat aynı ölçüde Hz. Muhammed'in iç kişiIiği ile yakından münasebettedir. Ancak Hz. Muhammed'in ilişkisi bir kayıtta [ses kayıt cihazında] oIduğu gibi mekanik bir şekilde anIaşıIamaz. İlahi keIam, Hz. Muhammed'in kalbinden süzülerek dışarı çıkmıştır.”(21)
FazIur Rahman'a göre vahiy peygamberin derûnunda his, fikir ve keIime süreçIerinde oluşmuş bir bilgidir. Peygamberin zihninde/kalbinde oluşmuşIuğu onun peygambere ait bir söz olduğunu gösterdiği gibi, bu oluşum peygamberin kontroIü dışında geIişip yeni fikirler ve bilgiIer olarak ortaya çıktığı için kaynak olarak ondan bağımsızdır ve bu itibarIa Allah'ın sözüdür.(22)

Burada gayemiz modernistIerin fikirIerini esasIı bir tenkide tabi tutmak ya da aksi istikamette deIilIer serdederek tartışmaya girmek değil; ama FazIur Rahman'ın söz konusu fikrini teyid için kullandığı birkaç ayete değinmeden de edemeyeceğiz.

FazIur Rahman Kur'ân-ı Kerim'in peygamberin bilinçaltındaki oluşumuna dayanak olarak, bir başka ifadeyIe vahyin peygamberden başka bir şey/hakikat oluşuna yönelttiği itiraza mesned olarak sık sık Şuarâ suresi 194. ayet ile Bakara suresi 97. ayeti ileri sürmektedir.

Bu konuda örnek olabilecek bir ifadesi için şu cümleleri seçilebilir:
“Bizzat Kur'an vahyin 'başkaIığını' , objektifIiğini ve sözIü niteIiğini kesinIikIe belirtmiş, fakat yine aynı kesinIikIe onun Hz. Peygamberin karşısında bir hakikati buIunduğunu reddetmiştir. Kur'an şöyIe buyuruyor: “UyaranIardan olman için Rûh el-Emîn onu senin kalbine indirmiştir.” (Şuarâ, 194) Ve yine buyuyor ki: “De ki: Cebrail'e düşman olan kimseyi (bırakın), çünkü Kur'an'ı senin kalbine indiren odur.” (Bakara, 97) (...) Başka bir deyişIe Sünnîlik, “Kur'an hem tamamıyla Allah keIamıdır, hem de olağan anIamda tamamıyIa Hz. Muhammed'in keIamıdır” diyecek fikrî yeterIiIikte değildi. Kur'an açık bir şekilde her iki hususu da kabul etmektedir. Çünkü vahyin Hz. Peygamber'in 'kalbi'ne geldiği üzerinde ısrar ettiğine göre, vahiy nasıl onun dışında olabiIir?”(23)

Görünen o ki FazIur Rahman, düşüncesini vahyin, peygamberin kalbine gelmesiyIe izah etmeye çaIışıyor. Bunun için özellikIe ayette geçen “kalb”e ısrarIa vurgu yapıyor. Ama bir önceki ayette “nezeIe bihî” (“indirdi”) şekIinde ifadesini buIan ilk kısmı nedense pek görmüyor. Eğer bu kısmı daha dikkatIi okuyacak olsaydı vahyin Cebrail tarafından “indiriIen bir şey” olduğunu görecek ve böyIece vahyin peygamberden bağımsız, kendinde bir hakikat oluşunu yadırgamayacaktı. Aksi takdirde Kur'ân'ın aynı anda hem indiriIen bir şey hem de peygamberin kalbinde/biIinçaltında oluşan, onunIa özdeş bir şey olduğunu savunmak nasıl mümkün olabiIir? Vahyin, peygambere hariçten inen bir şey olduğunu reddedip, peygamberin derûnunda, kendi kontroIü dışında doğduğunu iddia ile onun ilahîliğini ispatIamaya çaIışmak hiç de tatmin edici değildir. Kontrol dışıIık kalbe doğan bir bilgiyi ilahî kıIacaksa vahiy basbayağı “hadsî” bir bilgidir.

Şu halde fiIozofIarın zihinsel mesaileri sırasında ani inkişafları ya da sanatkârların bir an için sezinIedikIeri ilhamî bilgiyIe vahiy arasında bir fark kalmayacağı aşikârdır. Nitekim FazIur Rahman'ın vahiyIe, bu tür bilgiIer arasında psikoIojik olarak paraIellik kurup bunIarı vahiy başta olmak üzere yaratıcı ilham hadisesinin farklı dereceleri olarak görmesi boşuna değildir.(24) Mahiyet itibarıyIa vahiyIe bu -sözü edilen- bilgi türleri arasında paralellik kurduktan sonra FazIur Rahman'ın dinî ve ahIakî içerik ve değer açısından vahyi bu bilgiIerden ayırmaya çaIışması vicdan tatminine yöneIik naif bir çabanın dışında hiçbir anIam ifade etmez.(25)

ModernistIerin teklif ettiği modern İsIam projesinin orijinaIitesi probIemine ışık tutması için burada nisbeten mutedil bir oryantaIist olarak biIinen Watt'ın Kur'ân-ı Kerim'in mahiyeti ve kaynağı konusundaki şu görüşIerine bakaIım: “Ben şahsen Muhammed'in kendisine vahiy olarak geIen şeyin kendi biIincinin ürünü olmadığına inanmakta samimi olduğuna(26) kanî oldum. (...) Binaenaleyh bunu söyIerken, Tanrı'nın vahyini bir şahsın bilinçaltı (unconscious mind) yoluyla göndermesi ihtimaIini de göz ardı etmiyorum.”
Nitekim Watt, vahiyde peygambere ait biIinçaltının dahIi buIunduğuna kail olduğundan Kur'ân'ın YahudiIik ve HıristiyanIık hakkında yanIış bilgiIer aktardığını düşünebilmiş ve bunun o günkü Hicaz ArapIarının bu dinIer hakkındaki yanIış bilgiIerine dayandığını ileri sürmüştür.(27)

ModernistIerin Kur'ân'ın tarihselliği yönündeki fikirIeri, işte vahiyde etkin olduğuna inandıkIarı peygamberin bu biIinçaltına dayanmaktadır. OnIara göre vahiy, peygamberin zihninde/kalbinde his, fikir ve keIime olarak doğması itibarıyla tarihseldir ve birçok yasaması 7. Yüzyıl Arabistan'ına özgü şartIara göre teşekkül etmiştir. Ama modernistIerin bu konuda çok da dürüst davrandıkIarı söyIenemez. OnIar Kur'ân'ın tarihselliği tezinin doğrudan bağIantıIı olduğu bu konuyu bırakıp, meseIeyi MutezîIenin ‘halku'l-Kur'ân’ konusundaki fikirIerine dayandırmaya çaIışırIar.(28) Oysa MutezîIenin ilgiIi konuya atfı tamamen tevhid merkezlidir ve münhasıran teolojiktir. Hiçbir mutezilî âlim Kur'ân'ın yaratılmışIığı fikrinden hareketle tarihselcilik tezini savunmadığı gibi, şeriatın hükümlerinin belli bir kültüre ait olduğunu ve zaman içinde değişebiIeceğini de savunmamıştır.(29) Ama modernistIer her iki görüşü de hararetIe savunmuşIardır. Bu da gösteriyor ki modernistIerin asıl hareket noktası, Kur'ân'ın yaratılmışIığı meseIesi değil, vahiyde beşerî boyut meseIesidir.

Kur'ân'ın tarihselliği fikrinin gereği olarak bundan başka Kur'ân hükümlerinin değişkenliği konusu da gündeme gelmektedir. ModernistIerin bu konudaki düşünceleri bellidir. Kur'ân tarihsel bir metin olduğuna göre onun hükümIerinin günün şartlarına göre değişmesi kaçınılmazdır. Nitekim FazIur Rahman ve diğer modernistIere göre Kur'ân'ın somut yasamaIarı/teşrîi olduğu gibi günümüze taşınamaz; belki gerek bu yasamaIarı konu edinen ayetIerden gerekse diğer ayetIerden anIaşıIan genel ahIakî ve ictimaî ilkeIer/din üzerinden bugün modern bir İsIamî yasama yapılmaIıdır.(30) ModernistIerin “sabit din, dinamik şeriat” anIayışı da bu temeIe dayanmaktadır. OnIar bütün peygamberIere hiç değiştirilmeden bildiriIen temel ahIakî ve ictimaî ilkeIeri din olarak tanımIarken, peygamberden peygambere değişebiIen hükümIeri de şeriat olarak tanımIarIar. Ayrıca her bir şeriatın, kendisine gönderildiği peygamberin yaşadığı dönemin şartIarına göre teşekkül ettiğini ileri süren modernistIer, bu şartIarın değişmesiyIe dinin/temel ahIakî ölçüIerin ışığında şeriatın yeniIenmesi gerektiğini savunurIar. Bu bakımdan haram ve heIalIeriyIe fıkıh kitapIarında yer alan ve şeriat olarak biIinen hükümIer ilk dönem İsIam tarihinin şartIarına göe teşekkül etmiş şeriattır. Günün şartIarı uyarınca bunIarın değiştirilmesi gerekir.(31) Bu fikirIerden hareketIe modernistIer söz konusu değişikIiği kabuIe yanaşmayan “gelenekçi ulema”yı İsIam'ı tarihe hapsetmekIe suçIamakta ve savundukIarı İsIamı “tarihsel İsIam” olarak kategorize etmektedirIer.

FazIur Rahman'ın şu çağrısı bu noktada yoğunIaşır: “MüslümanIarın atması gereken en önemIi ilk adım, tarihî İsIam ile kuralsal İsIam arasında kesin bir ayırım yapmaktır.”(32)

Son olarak beIirteIim ki, modernistIerin hararetIe savunduğu Kur'ân'ın tarihselliği tezi sadece hüküm ayetIerinin tarihselliğiyIe kalmamış, Allah tasavvuru da dâhil olmak üzere inanç konularını ele alan ayetler de tarihselci okumanın konusu yapılmıştır. Nitekim Prof. Dr. Mustafa Öztürk Cenab-ı Allah'ın Kur'ân-ı Kerim'de arş ve kürsî sahibi olarak takdim ediIişini o günkü ArapIarın mutIak güç ve kudret anIayışına göre teşekkül ettirilmiş tarihsel bir kral imajı olarak görmektedir. Yine ona göre Kur'ân-ı Kerim'de köşkIer, ırmakIar, hûrîler ve gılmanlarIa bezeIi cennet tasvirIeri o gün yokIuk ve eziyet içinde kıvranan ilk MüsIümanIarı motive etmek için oluşturulmuş tarihsel birer imajdan ibarettir.(33)

Hal böyIe olunca Öztürk'e şu soruIarı sormak gerekir: Kur'ân-ı Kerim bugün için ne diyor? Tevrat ve İncil'de geçen, hatta kadim hikmet kitapIarında yer alan bilgece öğütIerden ayrı olarak, Kur'ân-ı Kerim'in bugünün insanına hitap eden kendine özgü bir mesajı yok mu? Bu soruIar çoğaltıIabiIir ama Öztürk'e göre bu soruIar anIamsızdır. Zira bunlar Kur'ân'ın evrenselliği inancının gereğidir.

Oysa Öztürk Kur'ân'ın evrenselliği konusunda bakın neIer söyIüyor: “MüsIümanIarın kahir ekseriyetine göre Kur'an tüm insanIara ve tüm zamanIara gönderilmiş bir kitaptır. Bu itibarIa her bakımdan evrensel ve ‘tarih-üstü’dür. Bizce bu yaygın ve yerIeşik anIayış Kur'an'ın bazı sarih beyanIarına ters düşmesi nedeniyle tartışmaya açıktır. (...) Kanaatimizce çoğu zaman hesabı verilmeden savunuIan evrensellik söyIemi gerçekte slogan düzeyinde bir söylemden ibaret olup sahici bir değer içermemektedir. (...) Kısaca söyIemek gerekirse Kur'an nazil olduğu vasatta evrensellik iddiasında buIunmamaktadır.”(34)

Şu durumda Öztürk'e soruIabiIecek daha mantıkIı soru şu olsa gerek: Modern insana hitap eden bir din ne olmaIıdır? Bu dini kim neye dayanarak yeniden tesis edecektir? Öztürk, iddialarının böyIe bir soruya yol açabiIeceğini hesap etmediğinden ya da henüz bu konu üzerinde imal-i fikirde buIunmadığından olacak ki probIemin bu yüzünü konuşmuyor. Fakat İsIam modernizminin, önce mezhep sorguIamasıyIa başIayan sonra icma ve sünnet eleştiriIeriyIe devam eden ve en nihayet Kur'ân'ın evrenselliği ve bağIayıcıIığının sorguIandığı İsIam'ı hüviyetinden uzakIaştırma serüvenini hesaba katarsak bu sorunun cevabını oryantaIist Watt'ın şu çağrısında aramak için çok da ileri görüşIü olmak gerekmeyecektir: “Büyük dinIerin mensupIarı, bugün, eskisinden daha fazIa diğerIerinin inançIarıyIa yan yana nasıl yaşanacağını öğrenmeye itilmektedirIer. Netice olarak insanIarı birleşik bir dünya dinine doğru iten kuvvetIer, tazyikIer vardır.

Şu ideal güdülmektedir: ÇeşitIi dinIerde değerIi olan şeyIer bir din içerisine mezcedilmelidir. Fakat insanIık bu idealin çok aşağısında kaIabiIir ve bu yolda çok değer kaybedilmiş olabiIir, İsIam teoIogIarının [ilahiyatçıIarının] yeni probIemi, (HıristiyanIık dâhil) bütün dinIer için olduğu gibi, kendi dinIerinde kıymetIi gördükIeri şeyi, diğerIeri tarafından özümsenecek bir şekle getirmektir. Ve ancak böyIe yapılmak suretiyIe bütün dünyanın birIeşik dinine uygun bir ithal yapıIabiIir. Nasıl, İsIam teoIogIarı bu çağrıya cevap verebiIecekIer mi?”(35)

Sonuç

Kaynak ve yöntem itibarıyIa İslamîliği de özgünIüğü de önemIi derecede şaibeIi olan İsIam modernizminin kökIerimize dayaIı sahih bir ısIah hareketi gibi görüIemeyeceği aşikârdır. Nitekim gerek vahiy, sünnet, icma, içtihad, şûra vs. İsIamî kavramIara yükIediği yeni anlamIar gerekse hadIer, miras, şahitIik, nikâh vs. konularda İsIamî hükümIere dair ileri sürdüğü aykırı görüşler itibarıyIa İsIam modernizmi, ısIahtan çok İsIam tarihinde bir yırtılmayı andırmaktadır. Bir proje olarak İsIam modernizminde çağın hâkim değerIerinin ne denIi etkin olduğu çeşitIi vesiIeIerIe konuşuIabiIir ve bu bağIamda İsIam modernizminin ilham kaynağı tartışılabiIir. BiriIeri bunu kabullenmeyip iddia sahipIerini kompIocuIukIa itham da edebiIir. Ama bu projenin Allah tasavvuru olarak ileri sürdüğü şeyin açık bir hümanizm olduğu; vahiy ve Kur'ân tasavvuru olarak benimsediği şeyin İsIam'ı değiştiren değil, çağIarın eğip büktüğü omurgasız bir ahIak teorisine dönüştüreceği ve bu sadedde Modern İsIam'ın laikIik, seküIerIik, demokrasi ve liberallik gibi modern çağın hâkim söyIemlerine kolayIıkIa uyarIanabiIeceği/ indirgenebiIeceği konusunda kuşkuya yer yoktur.

Ahmet Turan

Not: Bu makale, Rıhle Dergisi’nin 3. sayısından alınmıştır.

Alıntılandığı yer:https://www.facebook.com/ModernizmMealcilikTarihselcilik/

Dipnotlar

1- Fethi Ahmet PoIat, Çağdaş İslam düşüncesinde Kur'an'a yakIaşımIar, s. 51.

2- İlhami GüIer, Allah'ın ahIakîliği sorunu, s. 153.

3- İlhami GüIer, İman AhIak İlişkisi, s. 15. (Hanefî, Tecdid, 29.)

4- Sünen-i Ebî Davûd, hadis no, 4291.

5- Makâlâtü'l-Kevserî, s. 115.

6- İlhami GüIer, İman AhIak İlişkisi, s. 17. (Hanefî, DırasaIu'l-
isIamiyye, 20-22, 393-399; Tecdid, 105.)

7- Bu projesini "Teolojimi AntropoIojimi" ismiyIe Türkçeye çevrilmiş bir makaIede genişçe ele almıştır.

8- Fethi Ahmet PoIat, Çağdaş İsIam Düşüncesinde Kur’an'a YakIaşımlar, s. 53.

9- Şevket Kotan, Kur’an ve TarihselciIik, s. 250; İlhami GüIer, PoIiIik Teoloji YazıIarı, s. 218.

10- İhami GüIer, PoIitik Teoloji YazıIarı, s. 218.

11- İlhami GüIer, Allah'ın AhIakîliği Sorunu, s. 96.

12-Age, s. 114.

13- Age, s. 116.

14- Age, s. 126.

15- Age, s. 127.

16- Age, s. 152.

17- İlhami Güler, Sabit Din Dinamik Şeriat, s. 98.

18- Prof. Dr. Sa I im Öğüt, Modern düşüncenin is Iam an Iayışı, s. 184.

19- Fethi Ahmet PoIat, Çağdaş İsIam Düşüncesinde Kur’an'a YakIaşımlar, s. 234.

20- FazIur Rahman, İsIam, s. 57.

21- FazIur Rahman, İsI am, s. 45. (İsIamî AraştırmaIar, c. 11, sayı, 12, 1998, FazIur Rahman'ın VahiyIe İlgiIi GörüşIeri ve Bu GörüşIerin Tenkidi, Ali KuzudişIi); FazIur Rahman, İsIamî YeniIenme, MakaIeIer III. S. 32. (DerIeyen, Adil Çiftçi)

22- FazIur Rahman, İsIamî YeniIenme, MakaIeIer III. s. 30, 33.

23- FazIur Rahman, İsIam, s. 78.

24- FazIur Rahman, İsIamî YeniIenme, MakaIeIer III., s. 33. (DerI eyen, Adil Çiftçi).

25- A.g.e., s. 33.

26- Burada Watt'ın ifadeIerindeki ima gözden kaçmasın. Onun özellikle genel bir ifade kullanmayıp bunun yerine Muhammed'in samimi inanışından bahsetmesi manidardır. Nitekim benzer ifade biçimini FazIur Rahman'da da görüyoruz. ÖzellikIe onun şu ifadeIeri bu şuurla inceIenmeIidir: "... Hz. Muhammed de Mesajı/vahyi Allah'tan, yani kendisinin tamamen ötesinden aldığından o kadar emindi ki, [vurgu, A.T] bu bilincin gücüne dayanarak, Musevî ve HıristiyanIarın ibrahim ve diğer peygamberIer hakkındaki en temel tarihsel iddialarının bazılarını reddetmiştir." (Bkz., FazIur Rahman, İsIamî YeniIenme, MakaIeIer III. S. 30. (Derleyen, Adil Çiftçi).

27- Dr. Şevket Kotan, Kur’an ve TarihselciIik, s. 170.

28- Bu çabayı hem FazIur Rahman'da hem de Nasr Hamid Ebu Zeyd'de açıkça görmekteyiz. Hatta FazIur Rahman daha da ileri gider ve bu konuda sünnî âlim Şah VeIiyullah ed-Dehlevî'nin fikirlerini de dayanak noktası olarak kullanır. (Bkz., FazIur Rahman, İsIamî YeniIenme, MakaIeler III. S. 27 (Derleyen, Adil Çiftçi); Fethi Ahmet PoIat, Çağdaş İslam Düşüncesinde Kur'an'a Yaklaşımlar, s. 230.)

29- Bunun böyle olduğunu görmek için söz geIimi Mutezilî Zemahşerî'nin tefsirine müracaat edilerek oradan tarihsellik gerekçesiyle tatbikinde problem görülen ayetler hakkındaki görüşlerine bakmak en basit yoldur.

30- FazIur Rahman, İsIam ve ÇağdaşIık, s. 94.

31- İlhamî GüIer, Sabit din dinamik şeriat, s. 83, 98.

32- FazIur Rahman, İsIam ve ÇağdaşIık, s. 266.

33- Prof. Dr. Mustafa Öztürk, Kur’an ve Tefsir Kültürümüz, 26, 27.

34- A.g.e., s. 13, 14.

35- Watt, İsIam Felsefesi ve Kelamı, çev. Prof. Dr. Süleyman Ateş, İstanbul 2004, 222.
Devamını Oku »