Halksız İhtilal:Tanzimat


Osmanlı İmparatorluğunu ortadan kaldırmak için yürütülen derin iktidar mücadelesine geçmeden önce, Osmanlı’nın kuruluş felsefesine kısaca bir göz atmak gerekiyor. Zira Tanzimat sonrası başlayıp günümüze kadar süren derin iktidar mücadelesinin altında yatan sebeplerin en önemlisi, imparatorluğun kuruluşunda benim­sediği ‘teokratik’ yönetim şekliydi. Bizzat Tanzimat Fermanında yer aldığı orijinal şekliyle; “Devlet-i Aliyye, bidayeti zuhurundan beru ahkam-ı celile-i kura’niyye ve kavanin-i şer’iyye” üzerine kurulmuş bir devletti. Yani imparatorluk, kuruluşundan beri Kur an-ı Kerim’i anayasası yapmış, şer-i hukuk kurallarını benimsemiş ve idari yapı­sını Sünni İslam geleneği üzerine inşa etmişti. Beyliği oluşturan Osmanoğulları, Oğuzların Kayı boyundandı. Yani özbeöz Müslüman/ Türk sentezinin katıksız temsilcileriydi.

Türklerin sekizinci yüzyıldan itibaren kendi istek ve arzularıyla başlayan İslamiyet’le tanışma dönemi, Karahanlılar, Gazneliler, Sel­çuklular ve nihayet Osmanlı’lar ile devam etti. Türklerin Müslüman­lığı kabul etmesinde hiçbir dış etki ve zorlama olmadığı gibi, devleti yönetenler de halkına şeriat hükümlerini tepeden dikte ettirmemişlerdi. Tavanla taban arasındaki ortak payda İslamiyet idi. Yükselme döneminde tahta geçen her başarılı padişahın arkasında bir din bil­gini, manevi bir denetçi bulunuyordu. İmparatorluğu kuran Osman Gazinin arkasında kayınbabası Şeyh Edebali, İstanbul’u fetheden Fatih Sultan Mehmet’in arkasında hocası Akşemsettin, Kanuni Sul­tan Süleyman gibi çetin bir padişah karşısında bile “Padişah emriyle na-meşru olan nesne meşru olmaz”(1) diyebilecek kadar ilim haysiyeti olan bir Şeyhülislam Mehmet Ebussuud Efendi vardı.

İşte imparator­luğun ‘kuruluş felsefesi’ olan bu düstur; başta Haçlı zihniyeti olmak üzere, İslamiyet karşıtı tüm kesimleri hep rahatsız edegelmişti.

Bu yüzdendir ki, Osmanlı’nın teokratik rejimini yozlaştırarak seküler hale getirmek için yürütülen çabalar, imparatorluğun yıkılışı­na kadar devam etti. Devlet-i Aliyyenin çöküş dönemini fırsat bilen akbabalar, devletin dinini değiştirmesini açıkça söyleyebiliyordu. Rus Çarı I. Nicola, Rusya’ya elçi olarak gönderilen Damat Halil Paşa aracılığıyla İkinci Mahmut’tan ‘din değiştirmesini’ istememiş miydi? Çar şöyle diyordu: “Efendinize söyleyiniz.'' Bugünkü felaketli gün­lerden kurtulması için en kestirme çare, dedelerinin dininden vaz­geçmektir. Niçin Müslümanlığı bırakıp Hıristiyanlığı seçmiyor? Zira tebaasının çoğunluğu Hıristiyan’dır...”(2) Osmanlı’nın Hıristiyan olma­sını yalnızca Çar I. Nicola istememişti. Aynı çağrı, Avrupalı devletler tarafından Sultan Abdülaziz’e de yapılacaktı.

1860’lı yıllardaki Avrupa kabinelerinin hemen hepsinde hakim olan düşünce şuydu: “Osmanlı İmparatorluğu, Bizans’ın din değiştir­miş şeklidir. Bu imparatorluğun 33 milyonluk nüfusundan sadece 14 milyonu Müslüman’dır. 18 milyon Hıristiyan ile bir milyon Yahudi’nin yaşadığı bir memlekette iktidar artık Hıristiyanlara geçmelidir. Os- manlı devri, Bizans’ta sadece bir hanedan değişikliğinden ibarettir. Ya bu hanedan Hıristiyanlık dinini kabul etmeli ya da bir Hıristiyan hanedan Osmanlı tahtına oturtulmalıdır”(3) Elbette Avrupa’nın istedi­ği gibi Osmanlı din değiştirmedi. Ancak 18 Temmuz 1923 tarihinde Teşkilat-ı Esasiye’deki bazı düzenlemeleri yapmak için toplanan Bü­yük Millet Meclisinde, Türkiye Cumhuriyetinin dininin ‘Hıristiyan­lık’ olması için teklif verilmesi üzücü bir gerçekti.(4)

16.yüzyıl itibariyle dünyanın en güçlü devleti olan Osmanlı İmparatorluğunda yapısal düzen sarsılıp toplumsal parçalanmalar başlayınca, ilk olarak Anadolu’daki Celali İsyanları baş göstermişti. Ancak imparatorluktaki güçlü yapı hâlâ etkin olduğu için, rejime yönelik faaliyetleri susturabiliyordu. Sonraki yıllarda devlet kadro­larına ehliyetsiz kişilerin getirilmesi, tımar sistemindeki bozulma ve Avrupa’daki teknik gelişmeler baş gösterince, toplumsal tepkiden zi­yade bir aydın örgütlenmesi başladı. Devlette görevli bazı bürokrat­lar, kendilerince bu çözülmeyi önlemek için çeşitli faaliyetlere girişti. Muhalif hareketler, kurulan gizli cemiyetlerle yürütüldü. Batı tarzı yaşam ve yönetim şeklini Osmanlıya uyarlamakla, bu çöküşün dur­durulacağına inanan bir aydın tipi oluştu.

Bu bağlamda Tanzimat, Osmanlı’daki yeni’ yaftası altında zehir­li ihtilalci akımların imparatorluğa enjekte edilme dönemiydi. Bazı aydınlar ve devlet yöneticileri; Devlet-i Aliyyenin içine düştüğü zor durumdan kurtulabilmesi için, felsefesini ve bakış açısını Batıdan alan ve Osmanlı medeniyeti ruhuna ters düşen yeni fikirleri, reform­ları çare olarak görüyordu. Bu yönelişlerden biri, Sultan Abdülaziz döneminde ortaya çıkan ‘Yeni Osmanlılar’ muhalit hareketi; diğeri ise, Sultan İkinci Abdülhamid döneminde başlayıp fiili olarak 1918 yılına kadar devam eden İttihat ve Terakki örgütlenmesiydi. Her iki cemiyet de gizli olarak kuruldu, faaliyetlerini yine gizlice sürdürdü. Cemiyet üyeleri, Batılı oryantalistlerce Osmanlıdaki kötü gidişin durdurulmasının Batı tarzı bir rejim değişikliği ile sağlanabileceğine inandırılmıştı.

18.yüzyıl Avrupa’sında etkin rol oynayan büyük devletler, Tanzimat’tan beri Osmanlı’yı parçalayacak her türlü fikri maddi ve manevi olarak destekledi. Sözde devletin kötü gidişatını durdurmak için kurulan bütün muhalif cemiyet ve gizli örgütlenmeleri, kendi çıkarları doğrultusunda kullandılar. 1860’lı yıllarda irili ufaklı baş­layan muhalif hareketler, önce yurt içinde başlamış gibi görünse de, filizlenip büyüdüğü yerler hep Avrupa’nın önde gelen başkentleri olmuştu. Paris’te başlayan Alliance Israelite üniverselle hareketi ile, ‘Yeni Osmanlılar’ muhalif hareketinin aynı tarihlerde başlaması bir tesadüf değildi. Cemiyet, sözde birlik ve beraberliği sağlamak adına benimsediği “Osmanlıcılık” fikriyle imparatorluktaki çözülmeyi hız­landırırken; bir Yahudi örgütlenmesi olan Alliance Israelite üniver­selle de, imparatorluktaki çöküş süreci sonrasına adam yetiştirmek’ için yoğun bir eğitim faaliyeti içerisine girmişti.

Öncelikle basm yoluyla muhalefete başlayan Yeni Osmanlılar Ce­miyeti, ‘ülkeyi kurtarma’ adına Batının etki ajanlığını’ üstlenmişti. Hedef; milletin iradesiyle oluşan bir devlet yerine, azınlık iradesine dayanan bir devlet modeli oluşturmaktı. Fransız İhtilalinin getirdiği “Özgürlük, Eşitlik, Kardeşlik” üçlemesi; Yeni Osmanlılar Cemiyeti üyelerince Osmanlıya “Hürriyet, Müsavat, Uhuvvet” olarak uyarlan­dı. Nihai hedef olarak ise, bu üçlemeye bir de rejimin değiştirilmesi anlamına gelen ‘Usül-i Meşveret’ kelimesi eklendi. Bunun kayna­ğını da Kur’an-ı Kerim’de geçen “Onların işi, aralarında meşveretli- dir”(5) ayetine dayandırıyorlardı. Oysa dikkatten kaçan ya da Cemiyet üyelerinin bilerek çarpıttığı önemli bir nokta vardı. Şura suresi 38. ayetin başında geçen ‘beynehum’ yani onlar’ gizli öznesi vardı. ‘On­larla ifade edilen, Müslümanlardı. Fakat Cemiyet’in savunduğu par­lamenter sistem, sadece Müslümanlardan oluşmayacaktı.

Cemiyet, kelimelerin seçiminde azami dikkat sarf ediyordu. Zira Müslüman mahallesinde salyangoz satmanın zorluğu ortadaydı. He­deflerin gerçekleştirilmesi için özellikle îslami terimler maske olarak kullanıldı. Geçmişin terimlerini kullandıkları zaman, onları geç­mişteki anlamlarında kullanmadıkları bir gerçekti. Mesela ‘ümmet’ kelimesi, batı anlamında ‘nation yani millet anlamındaydı. İçtihat, Cemiyet in lügatında parlamento yasası demekti. ‘Meşveret’ demokrasi anlamındaydı.6 Aynı taktiği İttihat ve Terakki Cemiyeti üyeleri de başarıyla uygulayacaktı. Mesela İttihat ve Terakki Cemiyetinin en önemli propaganda organı olan gazetenin adı ‘Meşveret’ idi. Sul­tan II. Abdülhamid’in dindar kişiliğini iyi bilen İttihat ve Terakki Cemiyetinin beyin takımından Ahmet Rıza Bey, şeriatın ‘meşveret’ usulünü emrettiğini anlatmak için sultana az mı dil dökmüştü.

Ne var ki Sultan Abdülhamid, hiçbir zaman bu oyuna gelmeye­cekti. Yaşadığımız yüzyıl penceresinden bakıldığında; Cemiyet’in dillendirdiği “hürriyet, eşitlik, kardeşlik” gibi ‘masumane istekler son derece haklı görülebilirdi. Ancak, Yeni Osmanlılar Cemiyeti üyelerinin yaşadıkları dönem içerisinde kendilerine sormayı unut­tukları basit bir soru vardı: Kime özgürlük? Kime eşitlik? Kiminle kardeşlik ve neden Meşveret? Bu soruların cevabını sadece Cemiyet üyeleri değil, onlar için “İyi niyetli çocuklardı” diyen resmi tarihçiler de yıllardır bilinçli olarak görmezden geldi. Zira Cemiyet’in başlattı­ğı yenilik’ hareketinin sorgulanması demek, cumhuriyet inkılapları­nın da eleştirisi anlamına gelecekti.

Her şeyden önce, Osmanlı’da bir sınıfsal ayrım yoktu. Hakim bir sınıf vardı. Bu hakim sınıf, Müslüman Türkler ve diğer Müslümanlardı. Dolayısıyla kendi kanunları ve hakları çerçevesinde özgürdü­ler. Öyleyse Cemiyet üyelerinin istediği özgürlük, Müslümanlar ve Müslüman Türkler için olamazdı. Kuruluş felsefesi gereği Müslüman Osmanlı tebaası, gayrimüslimlerle vergilerde eşit değildi. Bu, yürür­lükteki kanunların sistemin kurucu unsurlarına sağladığı doğal bir haktı. Devletin kurucu unsuru olan Müslüman Türklerle, asli tebaa sayılan diğer Müslümanlar arasında hiç bir ayrım yoktu. Öyleyse, eşitlik de Müslüman ve Müslüman Türkler için değildi.

Kardeşliğe gelince; Osmanlı’da bir ecnebinin horlanması, ezilme­si görülmüş vaka mıydı? İmparatorluk kanunlarının kurucu unsur­lara tanıdığı haklar, kanun önünde ecnebilerin eşitsizliği’ anlamına gelmiyordu. Osmanlı topraklarındaki gayrimüslimlerin durumları­nı anlayabilmek için, öncelikle Devlet-i Aliyye’nin onlara uyguladığı politika ve Müslüman halkın gayrimüslimlere bakışını iyi tahlil et­mek gerekiyor. Osmanlı yönetim anlayışı içinde bu unsurların her birine ‘millet’ dendiği gibi, oluşturulan sisteme de ‘millet sistemi’ adı verilmişti. Osmanlı millet sisteminin en temel özelliği; farklı inanç­lara sahip milletlere, kendi inançlarının ve hatta hukuklarının ge­rektirdiği şekilde yaşama imkanı tanımasıydı.(7) Dolayısıyla Osmanlı idaresi altındaki her millet, başlarındaki patrik, hahambaşı ve met­ropolitleri ile kendi dini ve sosyal işlerinde hür ve özerk bir şekilde yaşayabiliyordu.

Bu milletler, kendilerine tanınan bütün hâk ve hürriyetlere, ay­rıca savaş durumunda düşmanlara karşı korunmalarına karşılık, Osmanlıya sadece cizye(8) vermiş, böylece hem insanlık onurları hem de can ve malları emniyete alınmış olarak asırlarca huzur içinde ya­şamışlardı. Oysa aynı dönemde Rusya ve İngiltere sömürgesinde ya­şayan milyonlarca Müslüman olmasına rağmen, siyasal yönetimde hiç bir Müslüman temsilci yoktu.

Buna karşılık, Osmanlı İmparatorluğunda 1839 Tanzimat Fermanıyla başlatılan, 1856 Islahat Fermanı ve 1876 Kanun-i Esasi ile devam ettirilen entegrasyon politikası başlatılmış, bütün Osmanlı tebaası “Osmanlı Vatandaşlığı” bağıyla hem fiilen, hem de hukuken birleştirilmek istenmişti. Askerlik, vergi, eğitim ve idare kadrolarına gayrimüslimler de kabul edilerek, sözde Türklerin yükü hafifletilmek istenmiş, Hıristiyanlarda ise, sadakat duygusu oluşturmaya çalışıl­mıştı. Ne var ki, bütün bu gelişmelerin yaşandığı yıllarda alınan bu tedbirler, daha eğitimli olan Flıristiyanların işine yarayacaktı. Mese­lenin başka bir ilginç yönü ise, Avrupa devletlerinin Osmanlının iç işlerine karışmasına mani olma adına atılan bütün bu adımlar, hem Avrupa’yı hem de gayrimüslimleri memnun etmediği gibi, Müslü­manların devlet tarafından bir kenara itildikleri duygusuna kapılma­larına ve ciddi tepkiler ortaya koymalarına sebep olmuştu.

Sonuçta; sözde devleti kurtarmak için ilan edilen Tanzimat ve Islahat Fermanları, imparatorlukta asli unsur olan Müslüman te­baayı ikinci sınıf vatandaş durumuna düşürmüştü. Gelin o günleri imparatorluk terbiyesi almış, yeniliklere açık ama kendi vatandaş ve kültürünü küçümsemeyen, gerçek bir Osmanlı aydını olan Ahmet Cevdet Paşa’dan dinleyelim:

“Bu Ferman'ın hükmünce teba'a-i müslime ve gayr-i müslime  kâffe-i hukukda (her türlü hak ve hukukta) müsâvî olmak lâzım geldi. Bu ise ehl-i islâma pek ziyâde dokundu. Mukaddemâ musâlahaya esas ittihaz edilmiş (barışa esas kabul edilmiş) olan mevadd-ı erba'adan (dört maddeden) birisi Hıristiyanların imtiyâzâtı mes'elesi olup ancak istiklâl-i hükûmete dokunulmamak şartı ile mukayyed idi. Şimdi ise imtiyaz bahsi geride kaldı, bi'l-cümle hukuk-ı hükûmette teba'a-i gayr-i müslime ehl-i islâm ile müsâvî addolunuverdi. Ehl-i islâmdan birçoğu Âbâ ve ecdâdımızın kanıyla kazanılmış olan hukuk-ı mukaddese-i milliyyemizi bugün ga'ib ettik. Millet-i İslâmiye millet-i hâkime iken böyle bir mukaddes hakdan mahrum kaldı. Ehl-i islâma bir ağlayacak ve mâtem edecek gündür deyu söylenmeğe başladılar.

Teb'a-i gayr-i müslime ise ol gün raiyyet silkinden (vergi veren tebaa, azınlık olmaktan) çıkıp millet-i hâkime ile tesâvî (eşitlik, denklik) kazanmış olduklarından anlarca bir yevm-i meserret idi. Lâkin patriklerin ve sâir rüesâ-yı rûhâniyyenin tavzifleri (ruhanî liderlerin görevlendirilmeleri, tayinleri)  Ferman'da münderic olduğundan anlar dahi hoşnud olamadılar ve bir de öteden beri Devlet-i Aliyye'de ehl-i islâmdan sonra rumlar ve ba'dehû ermeniler ve ba'dehû yahudiler derece derece mu'teber oldukları halde bu kerre cümlesi bir raddede tutulacaklarından rumların bazıları Devlet bizi yahudilerle beraber etti. Biz İslâm'ın tefevvukuna (üstün tutuluşuna) râzı idik  deyu i'tiraz eylediler.

Binâenaleyh ol gün hava nasıl puslu ise arz odasında Ferman okunurken hazır olanlardan ekseri abûsü'l-vech (asık suratlı, somurtmuş) idi. Ancak bizim ziyy-i islâmda (müslüman kılığında) bulunan birtakım alafranga çelebilerin yüzlerinde eser-i beşâşet (güler yüz, neşe) görülüyordu ve bu makulelerden (bu cinsten) birtakım yâdgârlar(edepsizler) dahî Teba'a-i gayr-i müslime ehl-i islâm içine yayılıp mahalleler mahlût olıcak (mahalleler karışık hâle gelince) emlâkimizin fiatı terakkî ve medeniyyet tevessü' eder (emlâkimizin değeri artar, medeniyet yaygınlaşır) dedikleri ve bu vechile izhâr-ı memnuniyyet etdikleri (memnuniyet gösterdikleri) işidildi ve görüldü.

Elhâsıl bu Islahat Fermanı'ndan dolayı millet-i islâmiyye dil-gîr (kırgın, gücenik) olarak vükelâ-yı hâzırayı  fasl ü mezemmet eder oldular." (Devrin kabine üyelerini, yetkililerini çekiştirdiler, kınadılar)(9)

Şimdi gelin “Tanzimat batıcılığına tepki olarak ortaya çıktığı” iddia edilen Yeni Osmanlı Cemiyetinin, saraydan talep etmiş olduğu meş­veret’ sitemine yakından bakalım. Cemiyet üyeleri, doğrudan dillendi- remedikleri ‘demokrasi’ ve cumhuriyet’ kelimelerinin yerine, ‘Usul-ü meşveret’i kullanarak parlamenter bir sistem istiyorlardı. Peki meşve­ret, yani oluşturulacak bir parlamenter sistem kimin işine yarayacak­tı? Biz kime yaramayacağını ortaya koymak için, Cemiyet’in usül-i meşveret’ taleplerinin doruk noktasına vardığı bu yıllarda, Osmanlı coğrafyası üzerinde yaşayan etnik kimlik istatistiklerini verelim. 18. yüzyılda Osmanlı sınırları içerisinde toplam 33 milyon kişi yaşıyordu.

Bunların 14 milyonu Müslüman, 18 milyonu Hıristiyan ve 1 milyonu da Musevi kökenliydi. Seçim sistemine dayalı bir parlamenter rejim, Yeni Osmanlılar Cemiyeti üyelerinin deyimi ile usul-ü meşveret’ ku­rulduğunda, oluşacak meclisteki çoğunluk kimde olacaktı? Elbette Hıristiyanlarda. Dolayısıyla parlamenter sistemi Avrupalı devletlerin desteklemesi doğaldı. İşin ilginç tarafı, Cemiyet üyelerinin parlamen­ter sistemi savundukları zaman, örnek aldıkları büyük Avrupa devlet­lerinin hemen hiç birinde parlamenter sistem yoktu. Fransa, İngiltere, Almanya, Rusya, Avusturya... Hepsi imparatorluktu.

Halka Rağmen Halkçılık

Fransız İhtilaliyle başlayan küresel ölçekli ulusalcı akımların, Osmanlı İmparatorluğunu derinden etkilediği bir gerçekti. İmparator­lukta yaşayan etnik kimliklerin ulusal bilinçlerindeki dalgalanmalar,devletin hakimi olan Türklerin de bir “kimlik” arayışı içerisine gir­melerine neden olmuştu. Yüzyıllardır hakimi oldukları devlet etnik parçalanmaya doğru giderken, bir “Türk” bilincinin oluşması elbette normaldi. Hiç şüphesiz Yeni Osmanlılar Cemiyeti ve İttihat Terak­ki içerisinde vatanını canından çok seven, şehadet şerbetini içmek için Anadolu’da, Balkanlarda, Arap yarımadasında ölüme meydan okuyan nice yiğit vatan evlatları vardı. İmparatorluğu düştüğü kötü durumdan kurtarıp, eski günlerine döndürmek isteyen samimi Ce­miyet üyelerinin sayısı hiç de az değildi.

Ancak sorun, kuruluş felsefesi çerçevesinde milli olan bir siste­mi onarıp yeniden yükselişe geçme ideali yerine; rejimi yozlaştırma ve hatta değiştirme yoluna gidilmiş olmasıydı. İmparatorluğu içine düştüğü kötü durumdan kurtarmak için ortaya çıkan Jön Türk ha­reketi, Üst Aklın devreye girmesiyle tamamen rejimi değiştirme ha­reketine dönüşmüştü. Osmanlı’da rejim karşıtı muhalefeti başlatan Yeni Osmanlılar Cemiyeti ile, İttihat ve Terakki Cemiyetinin izlediği politikalara ve dönemin objektif verilerine bakıldığında; her iki Ce­miyetin de rejimi değiştirmek için çalıştıkları açıkça görülüyordu. Osmanlı arşivine hakim tarihçi/edebiyatçı yazar İbnül Emin Mahmud Kemal İnal, Tanzimat dönemi muhalif hareketin amacını şöyle açıklıyordu: “Ali Paşanın ağır ve ezici politikasına nihayet vermek ve devlette bir idare-i ahrarane vazeylemek... Bunu için evvelâ Ali Paşayı ıskat ve saniyyen onun yerine usul-i cedideyi tervil ve hürriyyetkar idareyi temin edici bir heyet tedarük ve ikame eylemek.. .”(10)

Kendisi de Yeni Osmanlılar Cemiyetinin aktif bir üyesi olan Ebuzziya Tevfık de İbnül Emin Mahmud Kemal İnal ile aynı görüş­leri paylaşıyor: “...O günkü müzakere, idare-i mutlakanın idare-i meşrütaya tahvili için ittihaz olunacak tedabir-i evleviyyeye, yani bir cemiyyet-i inkılabiyye teşkiline teşebbüs hakkında cereyan eder...”(11) Yine Tanzimat muhaliflerinin kıdemli üyesi Namık Kemal ise, Hür­riyet gazetesinde yazmış olduğu bir makalede, ne istediklerini şöyle açıklıyordu:"... biz usül-i meşveret istiyoruz, meclis-i şura-yı ümmet talebindeyiz. Onda her mezhebden adam bulunacak, hükümete ne­zaret edecek; umum halk hürriyyet-i siyasiyyesine malik olacak...”

Her ne kadar resmi tarih tezini oluşturanlar Tanzimat aydın ha­reketini “iyi niyetle” başlatılmış bir hareket olarak gösterseler de, bu ‘iyi niyet’ tanımına katılmak pek mümkün gözükmüyor. Zira söz ko­nusu muhalif hareket, her şeyden önce milli olmadığı gibi, halk taba­nına da dayanmıyordu. Jön Türk hareketinin tüzüğü, teşkilatlanma biçimi ve mücadele sahası hep ‘dış* eksenliydi. Cemiyet kuruluş fel­sefesini İtalyan ihtilal örgütü Carbonari'den, tüzüğünü ise Lehistan Gizli Cemiyetinden almıştı. Tanzimat süreciyle saraya karşı başlayan muhalif hareket, Avrupa ülkelerinin yanı sıra, küresel Büyük Mason Localarının da tam desteğine mazhar olmuştu.12 Cemiyet üyeleri, fi­kirlerini toplumsal sorunların doğuşundan değil, Batılı oryantalist­lerin paşa konaklarında verdiği ‘ihtilal’ derslerinden alıyordu.

Öyle ki, söz konusu muhalif harekete Avrupa’da yüklenen anlam ile, Türkiye’de yüklenen anlam bile birbirinden farklıydı. Muhalefet Avrupa’da “Jön Türkler” olarak tanınırken, Osmanlı’da “İttifak-ı Ha­miyet Cemiyeti” olarak biliniyordu. Avrupalıların Osmanlı için dü­şündükleri muhalefet tarzı, farklı milletlerin yaşadığı imparatorluğa “milliyetçilik” fikirlerini aşılamak ve anayasal bir düzene geçerek re­jimi değiştirmekti. Osmanlı’daki rejimin değişmesini halk istemedi­ği için, ihtilalci yöntemlerin kullanılması kaçınılmazdı. Zira Fransız ihtilalinde değişikliği halk isterken, Osmanlı’daki yenilik ve rejimi değiştirmeye yönelik çalışmalar halka rağmen yapılmıştı. 'Tanzimat Fermanı, Islahat Fermanı ve meşrutiyet süreçleri halk iradesiyle de­ğil, halk iradesini gasp eden elit bir zümre tarafından gerçekleşti­rildi. Elbette halk desteğinin olmadığı bir rejimi yerleştirmek kolay olmayacaktı. Öncelikle halife/padişahın tüm Müslümanlar adına kullandığı egemenlik hakkı, saraydan alınıp bürokrasiye verilmeliy­di. Bunu da Tanzimat süreciyle başaracaklardı.

İlk Paralel Devlet Yapılanması

Osmanlı İmparatorluğu yönetim sistemi, algı operasyonu için yazılmış tarih kitaplarında anlatıldığı gibi keyfiliğe dayanmıyordu. Osmanlı Devletinin yönetim felsefesi ve idari yapılanması, İslami devlet ve Orta Asya’dan Anadolu’ya kadar intikal eden Türk töresi­ne göre şekillenmişti. Beylik döneminde bile dini renge bürünen ve devletleşmeyle birlikte bünyesinde kurumsal ve bürokratik düzlem­de dine büyük önem veren Osmanlı’lar, yönetimlerini en üst kade­meden en alt kademeye kadar dini alanın kapsamında görmüş ve kendinden önceki İslam devletleri gibi kurumlarını İslam esasları üzerine kurmuşlardı. Elbette padişahın kanun koyma yetkisi bulun­makla birlikte; bu kanunların şeriata aykırı olmaması esastı. Osmanlı padişahları genellikle kendilerini hukukla sınırlamışlar ve hakim hukuk olan şeriattan ayrılmamaya özen göstermişlerdi.

Osmanlı İmparatorluğunda siyasal iktidarı meşrulaştıran başlıca unsur şeriattı. Şeriatın düzenleme yaptığı bir alanda, ona bağlı kal­makla yükümlü padişahın düzenleme yapma yetkisi yoktu. Padişah, atacağı önemli adımlarda, uygulayacağı kararlarda Şeyhülislamdan fetva almak mecburiyetindeydi. Ayrıca kanunlar, örf ve adetler padi­şahı da bağlamaktaydı. Daha sonra Osmanlı dönemini itibarsızlaştırmak için hazırlanan tarih kitaplarında anlatıldığı gibi, padişahın tek başına mutlak bir otoritesi söz konusu değildi. Padişahın mutlak otoritesi; öncelikle şer-i kurallar, ulemanın onayı, kurulu düzen ve gelenekler tarafından sınırlandırılmaktaydı.

Osmanlı devletinde çok açık konularda bile padişahlar yal­nız başlarına karar vermemiş, çeşitli divan ve kurullarla müşavere, birlikte karar verme yoluna gitmişti. Padişahlar, dönemin bilgin­lerinden faydalanmışlar, kararlarm şeriata uygunluğu hususunda Şeyhülislamdan onay almışlardı. Başında Şeyhülislam’ın bulunduğu ulema sınıfının en önemli görevi, siyasi otorite ve iktidarın yaptıkla­rının, uyguladığı siyasetin İslam hukukuna uyup uymadığını denet­lemekti. Yani padişahların aklına estiği gibi davranma lüksü yoktu. Padişahın örfi karar ve uygulamaların dahi İslam hukukuna uygun olması gerekiyordu. Öyle ki, Osmanlı döneminde hukukun en üstün makamı olarak tanınan Şeyhülislama, padişahı azletme yetkisi veril­mişti. Yine Osmanlı Devletinin ilk dönemlerinden itibaren, devlet işlerinin yürütülmesinde birinci derece sorumlu organ Divan-ı Hü­mayun da önemli bir istişare kuruluydu.

Devletin siyasi, idari, mali, hukuki her türlü işleri burada padişah adına görüşülüp, onun adına karara bağlanırdı.

Adli ve idari uygulamalardaki gevşeklik, bürokrasideki yapının bozulması ve Avrupa’daki sanayinin gelişmesiyle gerileme dönemi­nin başlaması; imparatorluğu değişim ve dönüşüme zorlamak is­teyenlerin eline büyük bir koz vermişti. Savaşlarla bir türlü yıkılıp parçalanamayan imparatorluk, seküler hukuk sistemi ve ulusalcı akımların bünyeye enjekte edilmesiyle yozlaştırılabilirdi. Altı yüzyıl­lık bir hükümranlığa son vermenin savaş yoluyla gerçekleşmeyece­ğini bilen Haçlı/Siyonist ittifak, imparatorluğun yönetim sisteminin kendilerine benzetilmesiyle amaçlarına ulaşacaklarının farkındaydı. Bunu gerçekleştirmenin yolu ise, ‘reorganizasyon adı altında impa­ratorluğun milli uygulamalarını, gelenek ve göreneklerini, hukuku­nu yeniden tanzim etmekten geçiyordu. İşte bu projenin adı; Tanzi­mat Fermanıydı.

Sözde halklar arasındaki eşitliği sağlamak amacıyla, bir Üst Akıl tarafından ilan edilen Tanzimat Fermanı, aslında ilk paralel devlet’ yapılanmasıydı. Bu da Osmanlı’daki siyasal rejimin değiştirilmesi için atılan ilk adım demekti. İmparatorluğun içişlerine doğrudan karışabil­mek için yenilik adı altındaki ayrıştırıcı fikirlerin Devlet-i Aliyye’ye sokulması, Tanzimat süreciyle oldu. Gerek Tanzimat Fermanı, gerek­se Islahat hareketleri, imparatorluğun gerçek sahipleri, yani ‘millet-i hakime' olarak adlandırılan Müslümanlar için değil; Hıristiyanları koruma, hatta ayrıcalıklı hale getirme çabasıydı. Karma mahkemeli rin kurulması, Hıristiyan halkın vermiş olduğu cizyenin kaldırılması Hıristiyanların da mecburi askerlik statüsüne dahil edilmesi ve misyo. nerliğin serbest bırakılması, gayrimüslim kitlenin imparatorluk içeri, sinde çok daha etkili hâle gelmesine neden olmuştu.

Ancak dönemine göre ‘radikal’ değişiklikler olarak sayılması ge­reken bu tavizler, Avrupalı devletleri yine de memnun etmemişti. Osmanlı’yı Hıristiyanlaştırmak için psikolojik savaş yürüten lngiü2 Büyükelçisi Stratford Canning, din özgürlüğünün hâlâ sağlanamadı­ğını iddia edip ‘Türklerin Müslüman kalarak’ asla Avrupalı olama­yacağını söylüyordu.(13) Elbette Stratford Canning’in ‘din özgürlüğün­den anladığı şey; Protestan misyonerlere tam bir Müslüman avlama fırsatının verilmesiydi. Fransız büyükelçisi ise; Müslüman Türklerin Avrupalılaşması için Fransız dilinin, medeni kanununun ve milli eğitim sisteminin alınmasını öneriyordu. Tanzimat, gerçekte impa­ratorluktaki azınlıklara eşit haklar vermeyi değil, azınlıkları siyasi otoriteye ortak etme projesiydi. Zira imparatorluktaki gayrimüslim­ler, din ve diğer konularda zaten fazlasıyla özgürdü. Gayrimüslimle­rin can, mal ve ırzları bütünüyle İslam hukukunun emniyeti altın­daydı. Endüstri, tarım ve ticaret alanında büyük haklara sahiptiler.

Kelime olarak ‘düzenleme’ anlamına gelen Tanzimat; kavram ola­rak siyasi, idari, iktisadi ve sosyal hayatta topyekun bir değişimi ifa­de ediyor. Karakteri itibariyle yarı anayasal bir belge olan Tanzimat Fermanı, orijinal metnindeki ifadesiyle “Devlet-i Aliyyemiz'in bidâyet-i zuhûrundan beri ahkâm-ı celîle-i Kur'âniyye ve kavânîn-i şer'iyye” ile yönetilen bir imparatorluğun, söz konusu fermanla beşeri sisteme geçişi demekti. Tanzimat süreci; sadece anayasal bir döneme geçi­şi sağlamakla kalmamış, yeni bir nesilin ve vesayetçi bir bürokratik zümrenin doğmasına da neden olmuştu. Sözkonusu fermandan bir yıl sonra yayınlanan ceza kanunnamesiyle, Osmanlı’daki tüm tebaa eşit hale gelmişti. Buradaki “eşitlik” kelimesi günümüzde kulağa hoş ve adil gelse de, Osmanlı idari sistemi için tam bir yıkımdı. Zira Av­rupalılar için Tanzimat’ın anlamı; askeri/teokratik bir temel üzerine kurulmuş Osmanlı’yı, ortaçağ devlet şeklinden, bir seküler Avrupai devlet şekline inkılap ettirme hamlesiydi. İşte bu proje de, devlet içe­risindeki yüksek bürokratlardan oluşturulan “paralel devlet” eliyk hayata geçirildi.

Her şeyden önce Tanzimat milli bir proje değildi. Fikirsel altyapısı ve uygulaması, Batılı devletlerin diretmeleriyle olmuştu. “İttihad-ı Anasır” diye projelendirilen bu düşünce, dönemin Batılı büyük dev­letlerine aitti. Fermanın Osmanlı’daki tatbikini sağlayan başta Mus­tafa Reşid Paşa olmak üzere, hemen bütün bürokrat takımı Avrupa görmüş kişilerdi. Fermanın gerek hazırlanmasında, gerekse uygu­lanmasında başrol oynayan devletler, Fransa ve İngiltere’ydi. Fransa Hariciye Nazırı Juies Favre, İstanbul’daki büyükelçisine gönderdiği talimatta; “Evvelce olduğu gibi, Bab-ı Ali’ye vermekte devam edece­ğimiz nasihatlerde, bütün tebaa için aynı ihtimam ve hukuku isteye­rek diğer herhangi bir vasıtadan daha müessir bir surette Hıristiyan­ların vaziyetini yükseltmeye yardım edebiliriz”(14) diyordu.

Nitekim Tanzimat süreciyle birlikte; Osmanlı’da gayrimüslimler etkin bir konuma geldi. Vilayet Kanunu ile idari meclislere gayrimüs­limlere de seçilme hakkı verildi. Osmanlı idari sisteminde önemli bir yere sahip olan “Şura-yı Devlet’e çok sayıda gayrimüslim dahil oldu. Devletin en kritik noktalarına Hıristiyanlar gelmişti. Öyle ki, dönemin Tanzimat yanlılarından Ziya Paşa bile bu durum karşısında çileden çıkmış, Tanzimat’ın üç silahşöründen biri olan Ali Paşaya şöyle isyan ediyordu: “Hıristiyanlardan paşalar, balalar, ulalar yaptın. Bunlardan Şura-yı Devlet, Divan-ı Ahkamı Adliye yaptın. Bunlara Hıristiyanlardan nice azalar koydun”(15) Tanzimat, Batı basınında da büyük yankı bulmuştu. Batı basını süreci manşetlere çekip alkışladı. Fransız gazetelerine göre bu vesika; “Osmanlı’nın muasır medeniyet yoluna girmesini mümkün kılacak müesseselerin temelini atmaktay­dı. Bu Batı medeniyetinin bir zaferiydi”(16)

.....

Uşakların Efendisi

Pek çok tarihçi tarafından ‘Lord Stratford Canning’ ismine sıkça rastlanmasına rağmen, her nedense bu etki’ ajanı sürekli görmez­den gelindi. Oysa Canning öldüğünde, îngilizler onun mezar taşma “İngiltere’nin Doğudaki Sesi” diye yazacaktı. Dahası, imparatorluğun başkentinde dönen bütün dolapların altında hem onun parmağı var­dı, hem de Üst Aklın Osmanlı’daki en büyük temsilcilerinden biriy­di. Mesela Tanzimat’la oluşturulan “paralel devlet” yapılanması onun eseriydi. Mustafa Reşid Paşa eliyle devletin yüksek kademelerine yerleştirdiği bürokratlar sayesinde, istediği uygulamaları kolaylıkla yaptırabiliyordu. Öyle ki dönemin Vezir-i Azamları ve Bab-ı Ali me­murları, onun karşısında el pençe divan duracak kadar korkarlardı(38) kendisinden. Stratford Canning, gerek Tanzimat öncesinde, gerekse sonrasında elde ettiği Osmanlı bürokratları sayesinde imparatorluğun siyasetini etkileyen, yönlendiren en önemli kişilerden biriydi bütün bunlara rağmen Canning’in görmezden gelinmesinin sebebi resmi tarih tezi oluşturulurken geçmişin karanlık noktalarının ör­tülmek istenmesinden kaynaklanıyordu.

Zira Tanzimat’la başlayıp cumhuriyetin ilanına kadar devam eden ‘değişim ve dönüşüm’ su recinin dayandığı temel felsefe, Canning e kadar uzanıyordu. ‘Koca’ Mustafa Reşid Paşa ve ‘Hürriyet Abidesi’ Mithat Paşanın bir ‘yabancı efendisi’ olduğu bilinmemeliydi.

Mustafa Reşid Paşayı parlatıp, Osmanlı’daki bütün yüksek mev­kilere o getirmişti. Getirmekle kalmadı, yıllarca iktidarda kalmasını sağladı. Mustafa Reşid Paşa da bu hizmetlerinin karşılığında, görevde olduğu sürece onun sözünden hiç çıkmadı. İmparatorluk içerisinde ‘halka rağmen halkçılık” yapan, milli olmayan düşünceleri tepeden halka zorla benimseten, kısacası vesayetçi bir zümrenin türemesini sağlayan ondan başkası değildi. Gerçi Canning, aynı dönemin bürok­ratları, daha doğrusu Tanzimat’ın en önemli emir kulları’ Ali Paşa ve Keçecizade Fuat Paşayı pek sevmezdi. Ama, ‘höt’ dediği zaman her iki paşanın da yürekleri oynardı. Onlar da en az Mustafa Reşid Paşa kadar Batı taklitçisi ve tepeden inmeciydi. Tek farkları, İngiltere’den daha çok Fransa aşığı olmalarıydı.(39) Asıl adı Mehmet Emin olan Ali Paşa, Sultan Abdülmecit ve Sultan Abdülaziz dönemlerinde toplam sekiz yıl üç ay on dokuz gün sadrazamlık yaptı. Osmanlı’da Hıristiyanları ‘egemen güç’ haline getiren Islahat Fermanını Canning ve diğer yabancı devlet büyükelçiliklerinin emriyle’ o yayımlamıştı.

Tanzimat’ın emir kullarından, bir başka deyişle Mustafa Reşid Paşa ekibinden Keçecizade Fuat Paşa’dan da biraz bahsetmek gereki­yor. Hani şu Fransa İmparatoru Üçüncü Napolyon’un sonsuz istekle­rine dayanamayıp: “Haşmetmeab, siz bendenize başka bir devlet gös­terebilir misiniz ki üç yüz senedir dışarıdan sizlerin, içeriden bizlerin devamlı tahribine direnebilmiş. Evet, üç yüz senedir siz dışarıdan, biz içeriden bu devleti yıkamadık” diyen Hariciye Nazırı... Millet vergiler altında kan ağlarken, tıpkı diğer Tanzimat paşaları gibi ko­nak ve yalılarda lüks hayat süren Fuat Paşa... Abdülaziz saltanatında iki kez sadrazam ve toplam on yıla yakın Hariciye Nazırlığı (dışişleri bakanlığı) yapmıştı. Mustafa Reşid Paşanın teşvikiyle siyasete girdi. 1854’ten itibaren Tanzimat reformlarını planlamakla görevlendiri­len Fuat Paşa, Meclis-i Ali-i Tanzimat üyeliği ve birkaç kez de bu meclisin başkanlığında bulundu.

Bir Fransız’dan ayırt edilemeyecek kadar Fransız’dı. Keçecizade Fuat Paşayı ve kişiliğini en güzel anla­tan İbnül-Eminden dinleyelim: “Kaddü kametde (boy pos) olduğu gibi talakat-ı lisaniyede, zerafetde, şetaretde, nükteperdazlıkda, hazır cevablıkda, pervasızlıkda da babasının tam varisi idi... Hazır cevablığı, cüret ve cerbezesi, her şeyde sürat ve serbestiyi iltizam etmesi, aleyhinde söylenen sözlere kulak vermiyerek yalnız varacağı noktayı nasb-ı nazar eylemesi, muvaffakiyetini teshil etdi.(40) Başka bir yazara göre de, “Tamamıyla Avrupa tabı ve meşrebine malik, gayet latifegü (esprili) Parislilere taş çıkarırcasına zarif bir zat idi. Baston ve çaket gibi Avrupa adat ve usuline ziyade taklid buyurdu.”

Biz tekrar “uşakların efendisi” Stratford Canninge dönelim. Osmanlı başkentinde kesintili olarak görev yaptığı yirmi yıl boyunca yönetimin her kademesinin işine karışmış, Islahat Fermanı da onun baskısı sonucu kaleme alınarak yayınlanmıştı. Canning, Bab-ı Ali’de ‘sağlam’ bir ekip kurduktan sonra, hemen hemen istediği her kanu­nu çıkartmıştı. Mesela değişmesini istediği en önemli kanun, Kuran esaslarına dayanan ceza kanunu maddelerinden biriydi.

Osmanlı’da dinden dönenlere uygulanan ölüm cezasını beğenmiyordu. Ona göre bir Müslüman rahatlıkla Hıristiyan olabilmeliydi. Dolayısıyla Canning’in ilk etapta yapmak istediği şey; “gerektiğinde Kuran ya­sası da değiştirilebilirmiş” algısı oluşturmaktı. Bunu da hatıralarında şöyle özetleyecekti: “Üzücü bir olay. Osmanlı Hükümeti’nin ilkele­rinde olmasa bile, törelerinde yeni bir değişikliğe yol açtı.”(41) Stratford Canning, Osmanlı’daki şeriat kanunlarını kolayca değiştirirken, ken­di dini olan Hıristiyanlığın yayılması için de elinden gelen tüm im­kanları kullanıyordu. Onun tek amacı; Osmanlı Devleti’ndeki tüm Hıristiyanların eşit ve Müslümanlardan daha ayrıcalıklı konumda olmalarını sağlamaktı. Bu işi de büyük ölçüde başaracaktı.

Lord Stratford Canning, İngiltere Dışişleri Bakanlığında başla­mıştı bürokratlık hayatına. Daha sonra 1808 yılında İstanbul’a Bü­yükelçi olarak atanan Robert Adair’in yanında ikinci katip olarak çalıştı. Bu sırada Türkiye’yi yakından tanıma fırsatı buldu. Gözlem kabiliyeti yüksek, Osmanlı yönetim sistemini iyi bilen sadık bir İngi­liz bürokratıydı. Aynı zamanda fanatik bir Hıristiyan’dı. Bu fanatik­liğini eleştirenlere cevap için “Neden Hıristiyanım?” isimli bir kitap bile yazacaktı. İşte onun bu özellikleri, İstanbul’a büyükelçi olarak atanmasını sağladı. Robert Adair’in 1810 yılında İstanbul’dan ayrıl­masıyla birlikte, Canning büyükelçi oldu.42 Ancak Canning o dönem İstanbul’da sadece iki yıl kaldı. Londra’ya geri dönmüştü. Başta ABD, Rusya, İsviçre ve Danimarka olmak üzere, birçok farklı ülkede görev yaptıktan sonra yine Türkiye’nin yolunu tutacaktı.

Şimdi çok daha tecrübeliydi. Üstelik Osmanlı payitahtında ya­pacağı daha pek çok işi vardı. 1824 yılında İstanbul’a ikinci defa büyükelçi olarak atandı. Gelir gelmez de Osmanlı’nın siyasi ve ida­ri yapısını değiştirecek organizasyonların içine girdi. Canning, Osmanlı geleneksel yönetim sistemini değiştirecekleri ve iktidar erki, ne ortak edecekleri sadık bir ekip arıyordu. îlk tanıştığı kişilerden biri, Mustafa Reşid Paşa olmuştu.(43) Yani Canning ile Mustafa Reşid Paşanın tanışmaları, Tanzimat sürecinin çok öncesine dayanıyordu. 1858 yılına kadar aralıklı 20 yıl sürecek olan büyükelçilik dönemin­de, hep paşa ve ekibinin arkasında durdu. Mustafa Reşid Paşa, cam sıkıldığında çoluk çocuğuyla bu İngiliz Büyükelçisinin yanında so­luğu alacak kadar ona yakındı. Stratford Canning, İngiltere hükü­metinden ‘Lord’ payesini de Osmanlı İmparatorluğundaki ‘başarılı’ çalışmalarından dolayı aldı. Mustafa Reşid Paşa ve ekibiyle genelde gizli’ görüşür, buluşurlardı.

Bu görüşmeleri Canning şöyle anlatıyor: “Baltalimanı’ndaki görüşmelerimizde sık sık buluşmayı kararlaştır­mıştık. Gelgelelim, açıkta bir devlet adamı Türkiye’de ayağını denk atmayı bilmeliydi; yabancı bir diplomatla münasebeti şüpheye yol açacağından, başka birinin evinde gizlice buluşuyorduk. Bu görüş­melerin sonucu olarak kabinede değişmeler yapıldı. Reşid Paşanın her vesileyle dost, güçlü bir yardımcı olduğuna aklım yattı. Devrim meselelerinin çoğunda kafa birliği ettik.”(44)

Lord Stratford Canning, Tanzimat Fermanının gerçek mima­rı ve Mustafa Reşid Paşanın emir hocasıydı. Sultan II. Mahmut ve özellikle Sultan Abdülmecit dönemlerinde yapılan tüm ıslahatla­rın, batılılaşma ve yenileşme çabalarının mimarı, perde arkasındaki yönlendiricisi ve aleni teşvikçisiydi. Katoliklerin, Ortodoksların ve Protestanların eşit Hıristiyanlar olarak, Osmanlı Devletinin asli un­suru Müslüman Türklerle eşit olması için tam 50 yıl boyunca uğraş verdi. Protestan İngiliz ve Amerikan misyonerlerinin okullar, hasta­neler açması ve Osmanlı Devletinin her köşesinde teşkilatlanması­nı sağlamak için bütün imkanlarını kullandı. Öyle ki, 1858 yılında İngiltere’ye dönerken ‘hizmetlerinden ötürü padişahın şahsına he­diye ettiği arazinin üzerine bir Protestan Kilisesi yaptıracak kadar da dini inançlarına bağlıydı.

Stratford Canning’in Osmanlı’daki en yakın çalışma arkadaşı, hiç şüphesiz Mustafa Reşid Paşaydı. Osmanlı’nın bütün içişlerine Mus­tafa Reşid Paşayı kullanarak müdahale ediyordu. Osmanlı’da uygu­lanan tüm yenilik faaliyetlerinin gizli mimarıydı. Kendisi de bir Jön Türk üyesi olan Ahmet Saib, Stratford Canning’i şöyle anlatıyordu: “...İngiltere’nin İstanbul sefiri Canning’in viikelay-ı Osmaniye’ye adeta efendilerinin uşaklarına ettikleri muameleden çok daha fark­lı bir muamelede bulunmadığı, o günün evrak-ı siyasasını mütalaa edenlerce malumdur, öyle ki Canning’in yazdıklarına göre, Canning Babıali’de boy gösterdiği zaman memurları bir korkudur alıyordu.

Vezir-i azam bile acele toparlanıp arzularını öğrenmek üzere telaş ve tereddütle bu azılı İngiliz’e koşuyordu.”(45)

Hiç şüphesiz Tanzimat Fermanı, resmi tarih tezine göre “çöküşün engellenmesi için yapılan iyi niyetli reformlar” ve “imparatorlukta­ki çağdaş hukukun başlangıcı” olarak görülüyor. Ne var ki bu süreç dönemin şarlarına göre değerlendirildiğinde; imparatorlukta uygu­lanan 540 yıllık bir şeriat hukukunun bilinçli şekilde değiştirildiği ve gayri milli uygulamaların topluma dayatıldığı gerçeğini değiştir­miyor. Zira o gün yapılan idari değişiklikler, bugünkü Cumhuriyet rejimini şeriat hukukuna dönüştürmek kadar radikal bir değişimdi. Lord Stratford Canning’in bizzat anılarını yazan Stanley Lane Poo- le göre, Tanzimat Fermanı Devlet-i Aliyye’nin ‘ilerlemesi’ için değil, gerçekte Türklerin Hıristiyanlaştırılmasını, en azından Türkiye’nin Hıristiyan medeniyetine yaklaştırılmasını hedefliyordu.46 Çünkü Canning’e göre; Türklerin Müslüman kalarak Avrupalı olmaları mümkün değildi.(47)

Canning’in bundan tam 165 yıl önce dile getir­diği gerekçelerle, Avrupa Birliğinin (AB) yıllarca Türkiye’yi içine al­mama gerekçelerinin başında din anlayışının olması ilginç değil mi? Ya da Cumhuriyetin kurulduğu yıllarda, Büyük Millet Meclisinde devletin dininin ‘Hıristiyanlık’ olması için yapılan teklifler(48) bir rast­lantı olabilir miydi?

İngiliz Elçinin İlk Derin Devlet Denemesi

Üst Aklın Türkiye’deki temsilcisi Stratford Canning, dışa bağım­lı vesayetçi bir bürokratik zümre oluşturmakla yetinmedi, Musta­fa Reşid Paşa üzerindeki hakimiyetini kullanarak, Osmanlı’nın ilk Gizli Polis Teşkilatını da kurdurup dolaylı yoldan kendine bağladı. Zira başkent İstanbul’daki derin iktidar savaşının sürekliliğini sağla­yabilmenin yolu, devletin kılcal damarlarına kadar sızacak gizli bir istihbarat örgütünün kurulmasından geçiyordu. Aslında saraya bağlı yürütülen devletin geleneksel bir jurnalcilik sistemi vardı ama, bu Canning ve Mustafa Reşid Paşanın işine gelmiyordu. Çünkü saray hafıyeleri, topladıkları bilgileri genellikle doğrudan padişaha veri­yordu. Eğer profesyonel bir istihbarat teşkilatı kurulup bürokrasiye bağlanırsa, İngiliz Büyükelçi Stratford Canning, imparatorluk içeri­sinde olup bitenleri yasal kılıf’ altında takip etme imkanına da ka­vuşmuş olacaktı.

Konu hemen Mustafa Reşid Paşa ile görüşülüp karara bağlandı. Zaten Reşid Paşanın itiraz etme gibi bir şansı yoktu. Onun her dediği bir emir sayılırdı. Canningden gerekli talimatı alan Paşa, hemen pa­dişahın yanma gidip durumu arz etti. Ancak saray, Canning’in öneri­sine hiç de sıcak bakmamıştı.49 Fakat emir büyük yerdendi. Ne yapıp edip, Canning’in bu talebi yerine getirilmeliydi. Derhal geçerli bir sebep bulundu. Padişah Sultan Abdülmecid’i ikna etmek için, “Balkan­lardaki muhtemel ayaklanmaları gözlemek” bahanesi öne sürülecek­ti. Kurulacak Gizli Polis Teşkilatı, Devlet-i Aliyye’nin Balkanlardaki bekası için bilgi toplayacak, içeride de muhalefeti izleyecekti!

İşin içerisine Osmanlının kanayan yarası Balkanlar girince, pa­dişah ikna olmuştu. Yine İngiltere Büyükelçisi’ Stratford Canning’in dediği oluyor, bir ülkenin istihbarat örgütü bir yabancı büyükelçi ta­rafından kuruluyordu. Mustafa Reşid Paşa, derhal Avrupa’da görev yapan Osmanlı elçilerine talimat vererek, Avrupa’daki istihbarat ör­gütleri hakkında rapor hazırlamalarını istedi. Kısa sürede gönderilen raporlar incelenerek gerekli altyapı hazırlandı. Artık Osmanlının ilk Gizli Polis Teşkilatı kurulmuştu. Teşkilatın başına da bir Rum olan Civinis Efendi getirildi. Yıllarca St. Petersburg’ta kalmış ve orada Çariçenin hizmetinde bulunmuş Civinis Efendi, karanlık bir kişilik­ti. Türkiye ile yollarının kesişmesi de en az teşkilatın başına getirilişi kadar ilginçti. İngiltere Büyükelçisi Canning’in Türk istihbaratının başına getirdiği Civinis Efendi, Rus Çariçesinin özel hizmetinde bu­lunduğu sırada, Rus muhafızlarından birinin elmaslarını çalmıştı.

Hırsızlık olayının Civinis Efendi tarafından yapıldığı anlaşılınca, o da imam kıyafeti giyinip soluğu Anadolu’ya kaçmakta bulmuştu. Rus ajanlarının ensesinde olduğunun farkına varan Civinis Efendi, bir süre camilerde vaazlar verdikten sonra tekrar ortadan kayboldu. Bu sefer ‘Comte Riveroso’ ismine sahte kimlik düzenletip, zengin bir Italyan turist olarak Ege adalarına yerleşmişti. Sonra her nasıl olduy­sa bir yolunu bulup, İstanbul’a geldi. İşte binbir surat tescilli hırsız, Canning’in önerisiyle albay rütbesi verilerek yeni kurulan Gizli Polis Teşkilatının başına getirildi. Böylece, Rum asıllı, Fransızca ve İtal­yanca bilen, yıllarca Rus Sarayında çalışmış biri, İngiliz elçisinin is­teği ile Osmanlı Gizli Polis Teşkilatının ilk şefi olmuştu.

Gizli Polis Teşkilatını kuranlar arasında bir başka ilginç isim daha vardı: Ahmet Rasim Paşa... Babası da kendisi gibi Yeniçeri olan Ahmet Rasim’in, annesi de bir Rum’du. Atina’da Hıristiyan inançlarına göre yetiştirilen Ahmet Rasim, İstanbul’da ajan olarak çalışıyordu. Evlilik yoluyla akrabalık bağı kurduğu Mithat Paşa, onu ajanlıktan paşalığa kadar yükseltmeyi başarmıştı. İki gayrimüslimin başında bulunduğu bu Gizli Polis Teşkilatı, kurulduktan sonra devlet yararına hemen hiç­bir faydalı iş yapmadı. Zira Osmanlının Gizli Polis Teşkilatı, Canning ve Mustafa Reşid Paşanın şahsi hesapları için çalışan gizli bir örgüte dönüşmüştü. Dolayısıyla ne Balkanlardaki çözülme engellenebilmiş ne de İstanbul’da dönen tezgahların önüne geçilebilmişti..

Teşkilat, çalışmalarının ilk yıllarına İstanbul’un tanınmış tüccar­larının, paşaların, sarrafların ve diplomatların özel hayatlarını sıkı bir takibe almakla işe başladı. Gizli Polis Teşkilatının derin kulakla­rı, paşa konaklarından sarayın haremine kadar uzanıyordu. Devlet ve cemiyet hayatında önemli kişilerin özel hayatları izlenerek, top­lanan dedikodular rapor haline getiriliyordu. Ancak her ne hikmet­se, paşa konaklarında Avrupalı oryantalistlerin ihtilal toplantıları ve başkentte dönen dolapların hiçbiri saraya rapor edilmiyordu. Zira teşkilat, devletin bekasını ilgilendiren konuları değil, haremden so­kağa, bürokratların özel yaşamlarından paşaların yatak odalarına kadar, çeşitli verileri toplayarak Canning ve Mustafa Reşid Paşanın siyasi amaçları için kullanıyordu.(50)

Mesela genç bir Osmanlı diplomatının Paris’te Juliette adındaki bir “bulvar kadını” ile olan ilişkisi takip edilip(51) rapor haline getiri­lirken, Paris’ten Osmanlı coğrafyasına kaçan Avrupalı ihtilalcilerle ilgili tek bir rapor yazılmıyordu. Nitekim bütün bu anormallikleri fark ederek teşkilattan yeterli verimi alamadığını düşünen Sultan Abdülmecid, Mustafa Reşid Paşa’dan teşkilatı lağvetmesini isteye­cekti. Sonuçta derin iktidar mücadelesinin bir aracı haline gelen teş­kilat, padişahın ısrarlarıyla kapısına kilit vurmuştu.

Ne var ki yabancıların devlet içerisindeki eli ayağı olan bu teşki­lat, Tanzimat bürokrasisinin dayanılmaz baskılarıyla 1863 yılında yeniden faaliyete başlayacaktı.(52) Üstelik bu kez de, büyük bir Katolik Ermeni grubun isteği üzerine, teşkilatın başına ‘Baron C...’ adında yine bir gayrimüslim getirilerek... İhanetler zinciri bundan sonra da artarak devam edecekti. Zira Baron C... de teşkilatın başına geçer geçmez, kişisel çıkarları için çalışmaya başlamıştı. İlk icraatı, kendi hazırladığı bir uydurma anlaşma taslağının kopyasını, yabancı bir elçiye uygun bir fiyatla satmak olmuştu. Söz konusu anlaşma taslağı, belgenin satıldığı elçinin ülkesine yönelik Osmanlı Devletinin bir başka ülkeyle birlikte saldırı planlarını içeriyordu.

Yabancı elçi taslağı ele geçirir geçirmez, soluğu Sadrazam Ali Paşanın yanında almıştı. Şüphesiz Ali Paşa da hazırlıklıydı. Elçinin elindeki taslağı gördükten sonra, çekmecesinden başka bir taslak çı­karıp misafirinin önüne koydu. Viyanadaki Türk Büyükelçisinin çok para ödeyerek elde ettiği bu taslağa göre, elçinin ülkesi Osmanlıla­ra karşı bir taksim anlaşması imzalamıştı. Taslaklar karşılaştırılınca, ikisinin de Osmanlı Gizli Polis Teşkilatının başındaki Baron C...nin kaleminden çıktığı anlaşıldı. İşin ilginç yanı, bütün bu olaylara rağ­men yabancı büyükelçi Teşkilat Şefi Baronu savunuyordu. Hatta ter­fisini bile istemişti. Ancak Baron dolap çevirmeye devam ediyordu.

Bir süre sonra başka bir skandala daha imza atınca, görevinden alın­dı. Sonuçta Baron C... Osmanlı’ların sırtından kazandığı büyük bir servetle imparatorluk topraklarını terk etmişti....

Murat Akan - Üst Akıl,Hayat yayınları,syf:17-27;37-44

Dipnotlar:

1- Ertuğrul Düzdağ, Şeyhülislam Ebussuud Efendi Fetvaları, Enderun Ki- tabevi, İstanbul, 1983, s. 118.
2- Nizamettin Nazif Tepedelenlioğlu, Sultan II. Abdülhamid ve Osmanlı İmparatorluğunda Komitacılar, Divan Yayınları, 3. Baskı, İstanbul, 1978, s. 82.
3- A.g.e s. 84.
4- Yeni İstanbul Gazetesi, Kazım Karabekir Paşanın Hatıraları, 13,14,15, 16 Kasım, 1970.
5- Şûra Suresi, 38. Ayet.
6- Niyazi Berkes, Türkiye’de Çağdaşlaşma, Haz: Ahmet Kuyaş, Yapı Kredi Yayınları, 16. Baskı, İstanbul, 2002, s. 351.
7- Mehmet Fuat Köprülü, Bizans Müesseselerinin Osmanlı Müessesele- rine Tesiri Hakkında Bazı Mülahazalar, Türk Hukuk ve İktisat Tarihi Mec­muası, I, İstanbul, 1939, s. 283.
8- Ercan Yavuz, Osmanlı İmparatorluğunda Gayrimüslimlerin Ödedik­leri Vergiler ve Bu Vergilerin Doğurduğu Sosyal Sonuçlar, Belleten, Cilt LV, Sayı 212 - 214, 1991, s. 371 - 391.
9- Ahmed Cevdet Paşa, Tezakir 1-12, TTK Yayınları, Ankara, 1986, s.68-69.
10- İbnül Emin Mahmud Kemal İnal, Son Asır Türk Şairleri I, Atatürk Kültür Merkezi Yayınları, 1. Baskı Ankara, 1999, s.946.
11- Yeni Türk Edebiyatı Antolojisi-II, 1865 -1876, Haz: Mehmet Kaplan- İnci Enginün-Birol Emil, İstanbul Üniversitesi Edebiyat Fakültesi Yayınları, İstanbul, 1978, s. 609.
12- Niyazi Berkes, a.g.e, s. 279.
13- A.g.e. s. 218.
14- Documents Diplomatiques Français, seri.l, ciltl, vesika no. 8.
15- İhsan Sungu, Tanzimat ve Yeni Osmanlılar I, Maarif Vekaleti, İstan­bul, 1940, s.794.
16- Sabri Esat Siyavuşgil, Tanzimat’ın Fransız Efkar-ı Umumiyesinde Uyandırdığı Akisler, MEB, 1940, s.750.

....

38- A. Henry Layard, Autobiography and Letters, Londra, 1930, c.2. s.83.
39- Edouard Philippe Engelhardt, Türkiye’de Çağdaşlaşma Hareketleri: Tanzimat, Çev: Ali Reşat, Örgün Yayınları, İstanbul, 2010, s. 167.
40- İbnül Emin Mahmud Kemal İnal, Son Sadrazamlar, Dergah Yayınlan,
3. Basım İstanbul, 1980, sf. 182.
41- Stanley Lane Poole (11. Basım), s. 86-87.
42- London Gazette: no. 17617. p. 1430. 22 July 1820.
43- Stanley Lane Poole, a.g.e, s. 53.
44- A.g.e, s. 120.
45- Ahmet Saib, Şark Meselesi, Haz: Prof. Dr. Saadettin Gömeç, Akçağ Yayınları, Ankara, 2008, s.65.
46- Stanley Lane Poole, a.g.e, s. 101-102.
47- D. Mehmet Doğam, Türkiye’de Darbeler, Müdahaleler ve Siyasî Sis­tem, Rehber Yayınları, 1990, s. 11.
48- Kazım Karabekir, Yeni İstanbul Gazetesi, 1970 - Mahmud Esad Boz- kurt, Atatürk İhtilali, İstanbul 1940, s. 137.
49- Suat Parlar, Osmanlı’dan Günümüze Gizli Devlet, 1. Baskı, Spartaküs Yayınları, İstanbul, 1996, s.44.

50- Tuncay Özkan, MİT’in Gizli Tarihi, 7. Baskı, Alfa Yayınları, İstanbul, 2003, s. 36.
51- Taner Timur, Osmanlı Çakışmaları: İlkel Feodalizmden Yan Sömürge Ekonomisine, imge Kitabevi Yayınları, 3. Baskı, Ankara, 1996, s. 289.
52- Erdal Şimşek, Türkiye’de İstihbaratçılık ve MİT, 5. Baskı, Kum Saati Yayınları, İstanbul, 2004, s.31.
Devamını Oku »

Üst Aklın Siyonist Şakirdleri - Alliance Israelıte Unıverselle



Kabul etmek gerekir ki, Osmanlı İmparatorluğunda devlet kadro­larının teslim edilebileceği yetişmiş insan sayısı azdı. Bu nedenle dev­leti yönetenler, bu adam yokluğunda pek çok gayrimüslim ve Yahudi dönmelerini bürokrasinin önemli kademelerinde görevlendirmek zorunda kalmıştı. Elbette devlet, birçok Müslüman öğrenci ve bürok­ratı Avrupa’ya göndererek, bu yetişmiş eleman açığını kapatmak için çeşitli çalışmalar yürütüyordu. Ancak Batının teknik alanda ilerle­me nedenlerini inceleyip imparatorluğa aktarmaları için Avrupa’nın çeşitli başkentlerine gönderilen öğrenci ve bürokratlar; ya Batının yaşam tarzını alarak yada “özgürlük, eşitlik, kardeşlik” gibi içi b sloganlarla saray karşıtı muhalifler olarak geri dönüyorlardı.

Özellikle Fransa’nın başkenti Paris’te yuvalanmış oryantalistler ve mason locaları, eğitim için buralara gelen Osmanlı elitleriyle bir şe­kilde ilişki kurup onlara ‘devrimci’ fikirler aşılayarak, adeta Batının birer ‘kültür ajanı’ haline gelmelerini sağlıyorlardı. Bu bağlamda Yeni Osmanlılar Cemiyeti ya da yurtdışında bilinen adıyla ‘Jön Türkler’in sahneye çıkış tarihiyle, Alliance Israelite Üniverselle (Evrensel Ya­hudi Birliği) isimli Yahudi örgütünün kuruluş tarihinin aynı yıllara denk gelmesi oldukça manidardı. Zira Alliance teşkilatının her ne kadar “Dünya Yahudilerini aynı amaç etrafında toplayabilmek” için kurulduğu iddia edilse de, gerçek amaç tamamen farklıydı. Osman­lı’daki eğitimli insan açığını ve modern anlamdaki okulların olma­dığını gören Üst Akıl, hem Filistin’de Yahudi devletinin temellerini atmak, hem de Siyonist politikalara ılımlı bakacak geleceğin Müs­lüman yöneticilerini yetiştirmek için Alliance Israelite Üniverselle örgütünün temellerini atmaya karar vermişti.

Osmanlı İmparatorluğunda saraya karşı muhalif bir söylemin başlamasıyla birlikte, Paris’te de hareketli günler yaşanıyordu. Ta­rihler 17 Mayıs 1860'ı gösterirken, 17 Yahudi genç, Paris’teki Char­les Netter’in evinde toplantı halindeydi. Yahudi liberal burjuvazinin temsilcileri olan bu idealist kişiler arasında doktorlar, eğitimciler, gazeteciler, avukatlar ve işadamları vardı. Tüm dünya Yahudileri­ni aynı düşünce etrafında toplayabilmek için kapsamlı bir örgütün kurulmasına karar verilmişti.(6) Örgütün adı Alliance Israelite Üni­verselle (AIU) olarak belirlendi. Amacı ise; “Dünyanın her yanında Yahudilere karşı duyulan kin ve nefretin ortadan kaldırılması, in­san hakları ihlallerinin önlenmesi ve Yahudilerin eğitilmesi” olarak açıklanıyordu.

Örgütün kurulması için altı kişi görevlendirilmişti. Bu kişiler ara­sında, İsrail’in kuruluşunda da büyük rol oynayan ve bir hahamın oğlu olan Charles Netter, avukat Narcisse Levon, Adolphe Cremie- ux, Isidore Cahen, Fransa’da din ve devlet işlerinin birbirinden ayrıl­masının ateşli savunucusu Eugene Manuel, Portekiz Yahudilerinden haham Aristide Astruc ve Jules Carvallo vardı. Genç bir avukat olan Adolphe Cremieux Nimes, 1863 yılında teşkilatın başkam seçildi. Ne var ki teşkilat kurumsallaşır kurumsallaşmaz, kendisini küresel siya­setin içinde bulacaktı. Sözde Yahudilerin yanı sıra, diğer azınlık hak­larının da savunulması için kurulan Alliance Israelite Universelle’nin yaptığı ilk iş, Arap milliyetçiliğini başlatan Lübnanlı hıristiyanlara destek vermek olmuştu.

Teşkilat ayrıca, kurumsallaşacağı ülkelerde “Yenilenme” adıyla Batılı yaşam tarzını yaymayı da kendine görev edinmişti. Dolayısıyla Alliance Israélite Universelle’de eğitim görecek olan öğrenciler, bir yandan Yahudi kültürü ve dinini öğrenirken, diğer yandan da Batı tarzı yaşamı benimseyecek ve içinde yaşadıkları toplumun değişim ve dönüşümünü sağlayacaklardı. Alliance Israélite Universelle kuru­cuları, bu şartları teşkilatın tüzüğüne de koymuştu. Buna göre teş­kilatın amacı, “Tüm dünya Yahudileri arasındaki bağı geliştirmek, dünyanın çeşitli bölgelerinde okullar açmak ve bu bölgelerde Batı kültürünü yaymak” olacaktı. Ancak teşkilatın tüzüğü, asıl üç madde üzerine kurulmuştu: “Yahudilerin özgürleşmesi ve ahlaki ilerlemesi için her yerde çalışmak, antisemitizmden musdarip Yahudiler için etkin yardım sağlamak ve bu amacı desteklemek için tüm basın ya­yın faaliyetlerini desteklemek”
Merkezi Paris’te bulunan teşkilat, genel kurul tarafından seçilen 30 üyeli bir merkezi komite tarafından yönetiliyordu.

Bu komitenin altında ise, bölgesel ve yerel komiteler vardı. Merkezi komite, yerel ve bölgesel komitelerden aldığı bilgileri derleyip analiz ettikten sonra, genel kurula raporluyordu. Kuruldan çıkan kararlar doğrultusun­da, nerede ne kadar okul açılacağı, nasıl bir politika oluşturulacağı belirleniyordu. Teşkilatın tüzüğüne göre, merkez komitesinin üçte ikisinin Paris’te ikamet etmesi zorunluydu. Örgüt, Paris dışındaki teşkilatlanmasını, bölgesel ve yerel komiteler aracılığıyla yürütecek­ti. Bu alt komiteler, bölgelerinde ve mahallelerinde Yahudilerle ilgili olan her gelişmeyi Paris’teki merkeze anında rapor etmekle görevliy­di.(7) Teşkilatın Paris dışında oluşturacağı yerel ve bölgesel komiteler; merkezin oluşturduğu fonlardan yararlanacak, ihtiyaç duydukları yerde harcama yetkisine sahip olacaklardı. Ancak taşradaki okullar­da görev yapan tüm okul müdürlerinin, Paris’teki merkezden atan­ma zorunluluğu vardı.

Yıllık altı frank aidat ödeyen herkes, örgüte üye olabiliyordu. Ku­ruluşundan bir yıl sonra 850 olan üye sayısı, 1885'e gelindiğinde 30 bine çıkmıştı.(8) Alliance Israélite Universelle teşkilatı kurulurken, fa­aliyet göstereceği alan ‘bütün dünya’ olarak ilan edilmişti. Ancak bir müddet sonra, örgütün Paris dışında kurmuş olduğu tüm eğitim ağı’ sadece Osmanlı coğrafyasını kapsayacak şekilde yapılandırıldı. Nite­kim kuruluşundan iki yıl sonra Osmanlı topraklarında faaliyet gös­termeye başlayan örgüt, kısa sürede imparatorluğun bütün önemli vilayetlerini adeta bir ahtapot gibi sarmıştı. ‘Eğitim şemsiyesi’ adı al­anda yürütülen bu değişim ve dönüşüm çalışmalarının finansörlü­ğünü ise; Üst Aklın küresel para baronlarından Maurice de Hirsch ve ünlü Rothschild ailesi üstlenecekti.(9) Mesela 1874 yılına gelindiğinde Baron Maurice de Hirsch’in bu okullara yapmış olduğu yardım miktarı 10 milyon frangı bulmuştu.(10)

Burada Baron Maurice de Hirsch ismi üzerinde biraz durmamız gerekiyor. Zira Alliance okullarının finansörlerinden ünlü Yahudi ser­maye imparatoru Rothschild ailesi herkes tarafından bilinmesine rağ­men, Baron Maurice de Hirsch para imparatorluğu pek tanınmaz. Al­manya doğumlu ve katı bir siyonist olan Maurice de Hirsch, Tanzimat döneminde zengin olan Avrupalı imtiyazlılardan biriydi. Tanzimat Fermanı sonrası Osmanlı coğrafyasını parselleyen Batı kapitalizminin öncü firmaları, rüşvetle elde ettikleri bürokratlar sayesinde devletten aldıkları imtiyazlarla Osmanlı mâliyesini iflas noktasına getirmişti.

Baron Maurice de Hirsch, 1869 yılında aldığı Doğu demiryolu imtiyazının” yanı sıra, şeker ve bakır sektörlerindeki faaliyetleriyle de Osmanlı coğrafyasında iş yapan firmaların başında geliyordu. Osmanlı devletinden aldığı ihalelerde büyük bir sahtekarlık’ yapmış,(11) Türki­ye üzerinden kazanmış olduğu yüz milyon dolarla o günkü Avrupa’nın en zengin kişileri arasına girmişti. 1874 yılında demiryolu hatlarını teslim almak üzere kurulan komisyonun raporuna göre; tüneller ve köprüler inşa etmemek için yolu lüzumsuz yere kilometrelerce uzat­tığı, birbirinden çok uzak mesafelere yapılan istasyonlarda binaların komik denecek kadar küçük inşa edildiği, hat boyunca istasyonsuz şehir ve kasabalar, hatta şehirsiz ve kasabasız istasyonlar olduğu tespit edilmişti. Daha önemlisi, Baron Hirsch Osmanlı Devletini dolandıra­rak kazandığı paralarla Alliance okullarını finanse etmenin yanı sıra, 1890 yılında Yahudi Kolonizasyon Derneğini kurarak Anadolu’da Yahudiler için geniş topraklar satın almayı bile planlamıştı. Osmanlı’da iş yaptığı zaman içerisinde Ortadoğu’yu yakından tanıma fırsatı bulan Maurice de Hirsch, Rusya’dan Filistin’e yapılacak kitlesel Yahudi göçü­nü kolaylaştırmak için, yüklü bir servet harcayarak Rusya’da da büyük bir Yahudi Kolonizasyon Derneği kurmuştu.

Avrupa’nın iki siyonist bankeri tarafından finanse edilen Alliance Israelite üniverselle teşkilatı, Osmanlı coğrafyasındaki ilk okulunu 1862 yılında Fas’ta açmıştı. Daha sonra bütün Kuzey Afrika, Orta­doğu, Balkanlar, İran ve bugünkü Anadolu, Alliance Israelite Üni­verselle okulları tarafından bir ahtapot gibi kuşatılacaktı. İlginç olan, normalde sadece Yahudi çocukları için eğitim vermek üzere kurulan Alliance okulları, bu kuralını sadece Müslüman çocukları için boz­muştu. Zira bu okullarda yetişecek Müslüman öğrenciler, ülkelerin­de üst düzey görevler alacak ve ülkelerinin yönetiminde söz sahibi olacaklardı. Osmanlı coğrafyasında 1862 yılından itibaren açılmaya başlayan bu Alliance okullarında bir milyondan fazla kişi eğitim görmüş ve Yahudi misyonuyla yetiştirilmişti.(12) Teşkilat okullarına devam eden öğrencilere, ana derslerin yanında Yahudi ideolojisi, Ya­hudi dil ve kültürü ve Batılı olmanın kuralları öğretiliyordu.

Alliance Israelite Universelle teşkilatı, Osmanlı coğrafyasında aç­tığı okullarda çalışan öğretmenlerin, önceleri erkek olmalarına özen gösteriyordu. Ancak 1872 yılına geldiğinde, örgüt kadınların da bu ağın içerisinde yer almasına karar vermişti. Fransız Yahudilerinden seçilen bayan öğretmenler, Kuzey Afrika ve Ortadoğu’nun köy ve ka­sabalarında gönüllü öğretmen’ olarak hizmet vermeye başlamıştı.(13) Kadın öğretmenlerin kısa sürede göstermiş olduğu başarılar nede­niyle, Paris’teki eğitimini henüz tamamlamamış bayan öğrenciler de derhal taşraya gönderilmişlerdi.

Batılı tarzda giyinmeye büyük özen gösteren Alliance’lı bayan öğ­retmenler, aynı zamanda Batı kültürünü de eğitim verdikleri bölgelere taşımış oluyorlardı.(14) Zira teşkilatın temel görevlerinden biri, Batılı ya­şam tarzını yaygınlaştırmaktı. Böylelikle o bölgede baskın olan yerle­şik kültür yozlaştırılıyor, yerine ikame edilen yeni bir kültür kodunun oluşturulması sağlanıyordu. Burada amaç, Osmanlı coğrafyasında Batı tipi bir ‘modern aile’ yapısı oluşturmaktı.(15) Aynı zamanda Batının kültür ajanlığını yapan Alliance’ın bayan öğretmenleri, İstanbul, Edir­ne, Çanakkale, Manastır, Tangier, Alsace, Halep, Şam, Beyrut, Aden ve Selanik gibi Osmanlı’nın önemli şehirlerinde görev yapıyorlardı. Daha önce hiç görmedikleri bu coğrafyada tecrübe kazandıkça, terfi ettirile­rek merkezde daha kritik noktalara atanıyorlardı.

Alliance Israelite Universelle teşkilatında görev yapan bayan öğ­retmenler sadece ‘öğretmenlik’ yapmakla kalmıyor, bu okullardan mezun olan ve ‘şakird’ denen öğrencilerin istihdam işleriyle de uğra­şıyorlardı. Zira örgütün bir amacı da, Yahudilerin yaşamış oldukları bölgedeki yaşam koşullarını düzeltmek ve onlara iyi bir ekonomik statü kazandırmaktı. Ancak teşkilat mensubu bayan öğretmenlerin en büyük misyonu, o bölgede görev yapan Yahudilerin yerel liderle­rine de demografik bilgiler sağlamaktı.(16) Görev yapılan yerel bölge­deki Yahudi nüfus tespit ediliyor, aile bilgileri, çalışma alanları, han­gi duygu ve düşüncede oldukları tek tek raporlanıyordu. Öyle ki bu hizmet, zamanla teşkilatın temel politikası haline gelecekti. Aslında bu çalışma şekli, düpedüz bir ajanlık faaliyetiydi.

Terörist Öğretmenler

Alliance Israelite Universelle teşkilatı, Paris dışındaki ilk okullarını Osmanlı coğrafyasında açmış olmakla, aslında gerçek niyetini de ortaya koymuş oluyordu. Zira o dönem dünyanın pek çok ülkesind yaşayan ve hem sosyal açıdan, hem de eğitim bakımından durumları Osmanlı’dan çok daha kötü olan Yahudiler vardı. Buna rağmen teşkilat, eğitim’ çalışmalarını sadece Osmanlı coğrafyasında yoğunlaştırmış, özellikle Anadolu, Balkanlar ve Ortadoğu’ya büyük önem vermişti.(17) öyle ki Alliance teşkilatı, Osmanlı vilayetlerinde bulunan her bir Yahudi cemaatine birer okul kurma emri vermişti. Çalışmala­rın sonucundan memnun olan Osmanlı Yahudileri de, bu talimatları harfiyen yerine getiriyordu. Böylece 1862 yılında Fas’ın Tetuan ken­tinde başlayan okul açma çalışmaları, daha sonra Balkanlarla devam etti. Zira Balkanların da teşkilat için ayrı bir önemi vardı.

Balkanlarda yer alan Selanik vilayeti, Yahudilerin Osmanlı top­raklarındaki en önemli merkeziydi. Nüfusunun yarıdan fazlasını Ya­hudilerin oluşturduğu bu vilayet, hem eğitim, hem de sosyal statü bakımında diğer şehirlerden oldukça ilerideydi. Alliance teşkilatı, burada okul kurabilmek için yoğun bir çaba içerisine girmişti. Zaten Alliance teşkilatıyla Osmanlı Yahudileri adına ilk iletişim kuranlar da, Selanik Yahudileri olmuştu. 1865 yılında Volos’ta kurulan Al­liance okulu, Osmanlı topraklarındaki Sefarad Yahudisi çevrenin merkezinde kurulan ilk okul olma özelliği taşıyordu. Bunu 1867’de Edirne ve 1870’de Şumla’da kurulan okullar izledi. Teşkilat, 1870 ile 1885 yılları arasında Balkanlarda tam 20 okul açtı. 1912 yılma gelin­diğinde ise, Balkanlardaki Alliance okullarının sayısı 71’i erkek, 44'u kız okulu olmak üzere, toplam 115'e ulaşmıştı.(18)

Teşkilatın Osmanlı coğrafyasında açmış olduğu en önemli okul­ların başında, şüphesiz 1870 yılında kurulan Filistin Tarım Okulu geliyordu. Zira bu okul, doğrudan Filistin topraklarında kurulmuş ve bugünkü İsrail devletinin temellerini atmıştı. Teşkilatın kurucula­rından Charles Netter, Filistin’de kuru bir toprak yolunu satın alarak, ‘Mikveh İsrail Tarım Okulunu açmıştı. Aslında Filistin’de Yahudilere toprak satmak yasaktı. Ancak teşkilat, bunun çaresini bulmakta zorlanmamıştı. Zira Islahat Fermanı, yabancılara Osmanlı toprakları üzerinde mülk edinme hakkı veriyordu.

Filisti’de kurulan ‘Mikveh İsrail Tarım Okulun kuruluş amacı ise sözde bölgede yaşayan halklar için tarımsal faaliyetleri geliştirmek ve tarımla uğraşan genç nesiller yetiştirmekti. Okul, bir tavuk kümesi, inek ahırı, üzüm bağları ve şarap üretim yeri olan küçük bir çiftlik içerisinde kurulmuştu. Etrafı da yeşil bitki örtüsüyle çevrildi. Görünüşte her şey, okulun kullanım amacına uygundu. Fakat okulun asıl amacı, Filistin’e yerleşecek Yahudi kolonilerinin altyapısını oluşturmak için toprak edin­me ve Avrupadan gelecek Yahudilere yer açmanın ilk basamağıydı.

Alliance teşkilatı, kurumun en tecrübeli ve siyonizmi benimse­yen elemanlarını, Mikveh Tarım Okulu’nda istihdam ediyordu. Bu­rada görev yapan Alliance Israelite Üniverselle mezunu siyonistler, bir anda eğitim şemsiyesini kaldırarak farklı bir kimliğe bürünmüş­lerdi. Bir yandan okul sınırları sürekli genişletiliyor, bir yandan da Filistin’e göç eden Yahudiler ‘misafir kılıfı altında bu okulda ikamet ettiriliyordu. Nüfiıs yavaş yavaş arttıkça, küçük “savunma birlikle­ri” oluşturulmaya başlandı. Nitekim ‘tarım’ amaçlı kurulan bu okul, giderek askeri savunma hizmeti veren bir üs haline gelmişti. Öyle ki Mikveh Tarım Okulunda görev yapan Yahudi öğretmen ve öğ­renciler, daha sonra Filistin’e göç eden Yahudi yerleşimcilerini koru­mak için kurulan Haganah (savunma) adındaki paramiliter örgütün omurgasını oluşturmuş ve bu örgütün ilk elemanları olmuşlardı.

İşte bölgeyi “Araplar için yeşil bir vadiye çevireceği” söylenerek kurulan bu okul, bugünkü İsrail devletinin de temellerini atmış oluyordu.

‘Eğitim’ şemsiyesi altında ‘vaat edilmiş topraklar’ın etrafını ku­şatma altına alan teşkilat, Osmanlı’nın merkezi dışında kalan Kuzey Afrika, İran ve Irak topraklarında da okul açmayı ihmal etmemişti. Teşkilatın ilk göz ağrısı Fas’ta, 1912 yılına gelindiğinde toplam 14 okul faaliyet gösteriyordu.(19) Bu dönem içerisinde söz konusu okul­larda tam 5 bin 500 öğrenci eğitim gördü. 1939 yılına gelindiğinde ise, Fas’taki okul sayısı 45, öğrenci sayısı ise 16 bine ulaşmıştı. İkinci Dünya Savaşı yıllarında bile, teşkilatın Fas’taki eğitim çalışmaları hız kesmedi. 1952’lere gelindiğinde; Fas’ın özellikle büyük kentleri Ma- rakeş, Fes, Rabat ve Kazablanka’da yapılan sistemli çalışmalarla Alli­ance okullarında eğitim gören Faslı öğrenci sayısı 28 bine ulaşmıştı.(20)

Modern derslerin yanı sıra Yahudi kültürünün de verildiği bu okullardan mezun olan Faslı öğrenciler, devlet kademelerinde önemli görevlere gelmişti. Allliance okullarının kuruluşunun 150. yıldönümü nedeniyle, İstanbul’da açılan sergiyi ziyaret eden Türkiye Yahudileri Cemaati Eski Dönem Başkanı Silvyo Ovadya, bu duru­mu şöyle ifade edecekti: “Birkaç yıl önce Fas’ı ziyaret ettim. Osmanlı İmparatorluğu'ndaki Alliance okullarından mezun olan çok sayıda Türk (Müslüman) kişilerle karşılaştım. Bu kişiler bana bu ülkede çeşitli görevler aldıklarını belirterek, şahsımda Alliance okullarına teşekkürlerini sunuyorlardı”(21)

Bir başka Kuzey Afrika ülkesi olan Tunus da teşkilatın hedefindeydi. Bölgede 1878 yılında başlayan okul kurma çalışmaları 1960'a kadar devam etmiş, bu okullardan toplam 5 bin Tunuslu öğrenci mezun olmuştu. Teşkilat, Irak bölgesine ise Bağdat’ta 1865 yılında açtığı okulla girmişti Bu sayı 1947 yılını gelindiğinde 10’nu bulmuş ve bu okullardan mezun olan öğrenci sayısı toplam 6 bini aşmıştı. Adeta Siyonizm’in ileri karakolları gibi çalışan Alliance okulları, İran’da hiçbir engelle karşılaşmadan yayılmasını sürdürdü.

İran’daki Yahudi cemaati, ilk okulunu 1898 yılında Tahran’da açtı Bu bölgedeki çalışmalarını 1960 yılına kadar sürdüren teşkilat, açtı­ğı 15 okuldan 6 bin 200 öğrenci mezun verdi. Yine Beyrut, Şam ve Halep gibi önemli yerleşim bölgelerindeki okul kurma faaliyetleri de 1960 yılma kadar devam etti. Ancak 1947-1948 İsrail-Arap savaşla­rından sonra, Arapların bu okullara bakış açısı değişti. Teşkilat da artık görevini tamamlama bilinciyle, 1960’lı yıllarda Arap ülkelerini birer birer terk etti. Irak’ta başlayan okul kapatmalarını, Suriye ve Mısır izledi. Fas ve Tunus’un bağımsızlıklarını kazanmasından son­ra, teşkilat okulları buralarda da büyük darbe yedi. Birçok Arap dev­leti bu okulları millileştirdi....(22)

Murat Akan - Üst Akıl,Hayat yay.,syf:173-180
Devamını Oku »

Matbaa Osmanlı’ya Ne Zaman Geldi?

...Yazımız iki ana bölümden oluşmaktadır. Birinci bölümde Islam dünyasındaki hoca merkezli eğitim metodunun, batıdaki kitap merkezli eğitim metoduna olan üstünlüğü anlatılıyor, böylece niçin Osmanlı Devleti’nde matbaaya ihtiyaç duyulmadığı daha iyi anlaşılacaktır.

Ikinci bölümde ise birkaç alt bölüme yer verdik. Bu bölümde matbaanın ulema, yani alimlerden ötürü geciktiğine yönelik iddiaya günümüz kitaplarından, hatta 18. ve 17. yüzyıllarda yayınlanmış kitaplardan cevap veriliyor. Osmanlı aydınlarının bile matbaayı tavsiye etmediğini ve zaten halkın da basma kitaplara rağbet göstermediğini yine bu ikinci bölümde okuyacaksınız. Ayrıca kemalistlerin neden Osmanlı’yı kötüledikleri hakkında kısaca bilgi vermeyi de lüzumlu gördük.

*

Resimleri orjinal boyutunda görmek için üzerlerine tıklayınız



Ibrahim Müteferrika’nın terekesi. (KAYNAK: Istanbul Müftülüğü Şer’iyye Sicilleri Arşivi, Kısmet-i Askeri Mahkemesi, nr. 98, vr. 39a.)

***

Evvela “ilk Türk matbaası” tabirini açıklığa kavuşturmamız gerekiyor. Ibrahim Müteferrika matbaası, genelde ilk Türk matbaası ifadesiyle tarif edilir. Muhtemelen bu ifadenin en ayrıntılı ve doğru izahatı Hidayet Nuhoğlu tarafından verilir ki, burada onu aynen aktarıyoruz:

“Neyin ilki olduğunu doğru olarak ortaya koyarsak, ‘Türk-Osmanlı coğrafyasında, bir Müslüman devletin (Osmanlı Devleti), kendi kültürüne ait ve kendi kültürü için ihtiyaç duyulan eserleri basmak üzere, **devletin himayesinde** kurulan ilk matbaa’ tarifi daha doğru bir tarif olacaktır.”[1]

***

Islam Dünyasında Eğitim Metodu

Müslümanlar, insandan insana, ya da öğretmenden öğrenciye veya bilenden bilmeyene aktarılan sözlü bilgiye daha çok güvenirler. Bu bakımdan Müslüman topluluklarında bilgi ağız-kulak yoluyla dolaştığı için kitapların basma teknolojisi yoluyla çoğaltılmasına uzun zaman ihtiyaç duyulmamıştır. Bilgisayar kullanmayı bir kitaptan mı öğrenmek isterdiniz, yoksa birebir uzmandan mı? Elbette çoğunluk ikinci şıkkı tercih edecektir. Bir insanın bilgiyi doğrudan bilenden alması; bilenin kitabından almasından çok daha faidelidir. Insan varlığının düşüncelerinden oluşan bir metin, o varlıktan açığa çıkabilecek manaların üstünde olamaz.

Kitapta yer alan bilgileri “ölü bilgiler” olarak niteleyebiliriz, zira sizinle konuşmaz, suallerinize cevap vermez, oradaki bilgiyi alsanız dahi nerede ve nasıl kullanacağınızı size göstermez. Ağız – kulak yoluyla hocadan talebeye aktarılan bilgi otokontrol sağlıyor. Ehil olmayan bir kimsenın araya sızmasını imkansız kılıyor, böylece ilmin kalitesi ilk günkü gibi berrak kalıyor. Fakat matbaalarda ehil olmayanlar tarafından basılan ve çarşı – pazarda çorap misali satılan kitaplar ile ilim ayağa düşüyor. Özellikle 99 doğrunun yanına -kasten veya suhulen- bir yanlışın ilave edildiği kitaplar, okuyanı yanlış bilgilendirmekle kalmıyor, ilmin yok olmasına da sebep oluyor. Takdir edersiniz ki, en öldürücü yalan, doğruya en yakın olanıdır.

Dinsiz olan Karl Marx bile, Paris Komünü’ne ilişkin bir yazısında; “Şimdiye kadar, Roma Imparatorluğu zamanında Hıristiyanlığın bu kadar çok efsane yaratması matbaanın henüz keşfedilmemiş olmasına yorulurdu. Oysa, bunun tam tersi doğrudur. Bugün günlük basın ve telgrafın bir günde yarattığı efsane, eskiden bir yüzyılda yaratılandan daha fazladır”[2] diyor.

Dolayısıyla ilmi birebir alimlerden almak, kafa karışıklığını da önlüyor. Her insanın seviyesi bir değildir… Alimin himayesinde ağız – kulak yöntemiyle alınan ilimde hoca talebesinin meşrebine, ruh haline, kıvamına, anlayışına, seviyesine göre bir yol haritası çizer ve ondan sonra bilgiyi aktarır. Belirli bir süreç içerisinde evvela bilinmesi gereken temel konuları, ardından derece derece mühim zevaidi aşama aşama öğretir. Ancak kitap merkezli bilgi edinme yönteminde herkes tarafından ulaşılabilen tam veya eksik bilgi ihtiva eden kitaplar faydadan çok zarar getirmektedir. Daha baştan sona Kur’ân-ı Kerim’in tefsirini veya bir Ilmihal okumamış, alt yapısı zayıf kimseler kolayca ulaşabildikleri felsefi kitapları okuyorlar. Hatta birçok insanın ilk okuma tecrübesi bu kitaplarla başlıyor ama sonra başları da dönmeye başlıyor. Neticede depresyona giriyorlar, hayattan kopuyorlar vs. Bu tür felsefi kitaplardaki yanlış bilgiler konumuzun dışındadır. Ayrıca Avrupa’daki bilgiler yaz boz tahtası gibidir. Bir kitap yazılır, okuyan buna endekslenir ve tasavvuru bu kitaptakine göre olur, diğer bilim adamı ise bunu yalanlar. Dolayısıyla ilim metin bolluğu içinde kaybolmuştur veya kasten kaybettirilmiştir.

Kitap merkezli ile Hoca merkezli bilgi aktarımındaki en önemli farklardan bir tanesine daha temas etmek istiyorum. Kitaplardaki bilgi çoğu zaman ayıklanmış bilgi değildir ve takdir edersiniz ki, bilgiyi ayıklamada 30 veya 40 yılını ilme adamış alimler, 5-10 yıl araştırma yapmış olan insanlara nazaran doğal olarak daha başarılıdırlar.

Kitaplardaki bilgi nazari bilgidir, bu yüzden kitap okurken bazen yazarın kastetmediği şeyleri anlayabiliyoruz, bazı cümleler bizde farklı çağrışımlar yapabiliyor ve bu durumda satır arası boşluklar oluşabiliyor, ki satır arası boşluklar okur için aynı zamanda bir tuzaktır ve hedefe ulaşmayı engellemektedir. Alim ise pratiğini yapar, yanlış anlaşılmaları giderir.

Elbette Müslüman toplumlarda da kitaba değer verilir, fakat Islam aleminde ilmi yazmak; öğrenmek için değil, muhafaza etmek içindir. Zaten Kur’ân “ezberden okumak” anlamına geliyor, Müslümanların, Kur’ân’ı, içerdiği manayı ve kutsallığı hissetmeleri için bu metni ezberlemeleri, içselleştirmeleri ve bu şekilde okumaları gerekir. Kur’ân’ın yazılmasının tek amacı da hafızaya ve Kur’ân’ın “olması gerektiği gibi” sözlü aktarımına yardımcı olmaktır zaten.[3]

Her Ramazan’da Hz. Peygamber (sallallahu aleyhi vesellem) Efendimizin o seneye kadar inen ayetleri Cebrail (aleyhisselam) ile okuyup karşılaştırdığı biliniyor. “Hz. Peygamber (sallallahu aleyhi vesellem) Efendimiz halkın huzurunda baştan sonra kadar tilavet etmek itiyadındaydı. Etrafında toplanan Ashab, beraberinde Kur’ân nüshalarını getirirler ve bunlarla O’nun okuduklarını mukabele ederler ve icabında ellerindekileri düzeltirlerdi. Hayatının son Ramazan ayı esnasında[4] bunu iki defa tekrarladı. Bu tarz “mukabeleler” ve halk huzurunda tilavet etmeler Arza (takdim) adını alır ve bunların işaret ettiğimiz en sonuncusu Arza Ahira, Kur’ân tarihinde unutulmaz olarak kalmıştır.”[5]

Bilindiği gibi, Akabe biatlarında Müslüman olan Medinelilerin Hz. Peygamber (sallallahu aleyhi vesellem) Efendimizden Kur’ân öğreticisi istemeleri üzerine Peygamberimiz (sallallahu aleyhi vesellem) oraya Mus’ab b. Umeyr’i (radıyallahu anh) öğretmen olarak göndermiştir.[6] Medine’ye gelindiğinde de bir çok çevreye Kur’ân öğretmeni gönderilmişti.[7]

Alın size Kur’ân’dan metin, okuyun ve öğrenin denmemiş, aksine, bir öğretici gönderilmiştir.

Kur’ân’ın sözlü aktarımı Islamî eğitim sisteminin belkemiğidir diyebiliriz. Bu yüzden küçük yaştaki çocukların Kur’ân’ı ezberleyip hafız olmalarına çok önem verilir ve bu coşkuyla kutlanır. Kur’ân’ı, ilmi, bilgiyi korumanın yolu, ezberlemek, yani hafızaya almaktan geçer, zira Arapça’da hafız, hafıza, muhafız, muhafaza kelimelerinin hepsi aynı kökten, yani “korumak” mastarından türerler.[8]

Mesela Hz. Peygamber (sallallahu aleyhi vesellem) Efendimizin Medine’ye hicretinden sonra inşa edilen Mescid-i Nebevî’nin yanına yapılan Suffa, Islâm tarihinin ilk kudsî medresesidir. Suffa’da kalanlar özel bir eğitim ve öğretime tâbi tutuluyorlardı ve burası Kur’ân’ın ezberletilip, ahkâmının öğrenildiği bir medrese idi.[9] Burada Hz. Peygamber (sallallahu aleyhi vesellem) bizzat kendisi ders veriyor, Kur’ân ayetlerini ve Islâmî hükümleri insanlara öğretiyordu.[10]

Hicri 4. yılda meydana gelen Bi’r-i Meûne vak’asında 70 kadar hafız sahabinin[11]; hicri 11. yılda gerçekleşen Yemame Savaşı’nda şehit edilen beş yüz kişi içinde pek çok hafız sahabinin bulunması hafız sahabilerin ne kadar çok olduğu ve dolayısıyla ezberlemenin önemi hakkında bize bir fikir vermektedir.[12]

Nakledildiğine göre Hz. Ömer (radıyallahu anh), hafızlığı özendirmiş ve teşvik etmiş ve çeşitli şehirlere maaşlı Kur’ân öğretmenleri tayin etmiştir. Hz. Ömer’in (radıyallahu anh), hafızlara bir süre maaş bağladığı bilinmektedir. Ebu Musa el-Eş’ari (radıyallahu anh), Halife Hz. Ömer’e (rh.a.) bir mektup yazarak Basra’da birçok kimsenin Kur’ân’ı ezberlediğini bildirince, O da cevaben, onlara maaş bağlamasını emretmişti.[13]

Ayrıca unutulmamalıdır ki, Batı’da matbaada hatalarla dolu Kur’ân-ı kerimler basılmıştı.[14] Hiç kuşkusuz bu hataları farkedenler hafızlarımızdı.

Hal böyle olunca batıdaki bilgi aktarımının aksine matbaa; Islami bilgi aktarım sisteminin özüne yönelik bir saldırı oluşturuyor. Çünkü bilgiyi güvenilir ve değerli kılan unsurları tahrip edici niteliktedir.[15] Avrupa’nın bilgi aktarımı, bilgilendirmekten ziyade bilgi kirliliğine sebep oluyor.

Müslüman toplumlarda ise kitap üretimini sözlü aktarıma uyduran bir yöntem olarak “icazet” kullanılmaktadır. Islam’ın ilk zamanlarında kitap üretiminin nasıl geliştiğini izah etmeye çalışalım. Yazar, evvela ezberinden veya kendi kopyasından eseri yazıcıya dikte ettiriyor, yazıcı ise dikte ettirilen metni yüksek sesle kamuya açık bir yerde yazara geri okuyordu. Böylece yazar bu aşamada ekleme/düzelteme yapabilme imkanına da sahip oluyordu ve bu işlem bir – iki defa tekrarlanabilirdi. En nihayetinde yazar kitabın tam olduğuna kanaat getirdiğinde yazıcıya icazet verirdi. Bu aynı zamanda bilginin onun aracılığıyla başkasına aktarılabileceğine dair bir izindir. Böylece çıkartılan diğer nüshaların geçerlilik kazanması yine aynı şekilde yazara veya yazardan icazet alana okunmasıyla mümkün olabiliyordu.[16]

Daha sonraki yüzyıllarda bir kitap medrese müfredatına girdiğinde de aynı yol takip ediliyordu; hocalar kitapları öğrencilere yazdırıyor ya da ezberlermelerine yardımcı oluyordu ve sonradan onlardan kitabı ve eğer varsa bu kitaba ait şerhlerle birlikte geri anlatmalarını bekliyorlardı. Ezbere ve hatırlamaya yardımcı olacak şekilde kafiyeli cümleler şeklinde de yazılabilen kitabı içselleştirdiğine, buradaki bilgiyi kendinin bir parçası haline getirdiğine inanılan öğrenciye icazet verilirdi.[17]

Örneğin Islam eğitim tarihinde medrese, yani şimdiki manasıyla Üniveriste denilince ilk akla gelen müessese 1067 yılında Bağdat’ta kurulan Imam Gazzali’nin de (rahmetullahi aleyh) hocalık yaptığı Nizamiyye Medresesidir.

Bu medresedeki eğitim metodu hakkında şu malumat veriliyor:

“…öğrenciler kaynak teşkil eden metinlerden oluşan birçok nüshalarının kopyalarını azar azar istinsah ediyorlardı. Metin yüksek sesle okunuyor, hoca met­nin izahlarını yapıyor ve metnin düzeltmelerini veriyordu.[18] Öğretim metodunda, hoca ve talebe işbirliği, karşılıklı olarak sorulan sorular daima mühim bir rol oynuyordu.”[19]

Görüldüğü üzere müslüman toplumlarda kitap, yalnızca sözlü birikime yardımcı bir araçtır ve bu kitaplar da yine sözlü süreçlerden geçerek yazılmıştır. Islam aleminde alimlere gösterilen saygının gerisinde de bu yatar. Alim; ilmi, bilgiyi bizzat kendinde taşıyandır, başka bir ifadeyle Alim; vücut bulmuş bilgidir.[20]

1332-1406 (Hicrî 732 / 808) yılları arasında yaşamış astronom, iktisatçı, tarihçi, matematikçi, sosyal bilimci ve Islam bilgini Ibni Haldun da yazılı metinlerin fikirlere ulaşma gayretindeki talebelerin önüne fazladan engeller çıkardığını belirtmektedir. Ibni Haldun bu konuda mealen şöyle diyor:

“Dil dimağdaki fikirlerin yorumudur. (…) Kelimeler ve anlatım ise fikirler arasındaki araç ve perdedir. Fikir talebeleri bu fikirleri anlatılan kelimelerden bulup çıkarmalıdır. (…) Ancak bir talebe kitaplar ve yazılı metinler üzerinden hareket ediyor ve bilimsel soruları kitaplardaki yazılı kelimelerden anlamaya çalışıyorsa; yazıdaki kelimeleri hayalindeki sözlü kelimeden ayıran bir başka perdeyle karşılaşır.”[21]

O halde bilgiyi Alimin gözetiminde almak daha müspet bir netice verecektir.

Demek ki en iyi yöntem budur, zira yazılı metinlerin fikirleri yansıtması yetersizdir. Bilgiye ulaşmaktaki en iyi seçenek bileni bizzat dinlemektir. Peygamber (sallallahu aleyhi vesellem) Efendimizin; “Ilim Çin’de de olsa, gidip alın”[22] Hadis-i şerifi de bunu teyid etmektedir.

Ibni Haldun, bu konuya muhtasar ve hususi bir fasılda yer vermiştir ki, biz onun metnini aynen nakletmeyi uygun bulduk: “Ilimleri öğrenmek için seyahat ve ileri gelen üstadlarla buluşma, öğretimde kemali artırıcı bir unsurdur.”[23]

Bilgi amaçlı olarak uzun seyahatler yapmayan hemen hiçbir büyük müslüman alim yok denebilir. Bazıları onlarca bilim merkezini dolaşmış; buralarda çok sayıda alimle tanıştıktan, mümkün olduğu kadar bilgi topladıktan, öğrenim gördükten sonra başka merkezlere gitmişler; ömürlerini bu şekilde öğrenim ve öğretim seyahatleriyle geçirmişlerdir. Ana yurdundan binlerce kilometre uzaklara giderek oralara yerleşenler olmuştur. Mesela filozof Ebû Nasr el-Fârâbî aslen Türkistanlı olup muhtemelen kırklı yaşlarında ilim seyahatine çıkmış; Irak ve Suriye bölgelerinde dolaşmıştır. 1041 (1632) yılında Mağrib’deki Tilimsân’da doğan Ahmed b. Muhammed el-Makkarî Fas, Merakeş, Tunus, Iskenderiye, Kahire, Hicaz, Kudüs, Şam ve Gazze gibi merkezlere ilmî seyahatler yapmış; bu sayede Nefhu’t-tîb isimli ansiklopedik eserinde 280’den fazla alimi tanıtmıştır.

Pek çok alimin en önemli eserleri bu tür seyahatlerin ürünüdür. Mesela Imam Gazzâlî Ihyâu ulûmi’d’dîn adlı ölümsüz eserini yaklaşık on yıllık seyahati sırasında hazırlamıştır.[24] Hakikaten, eskiden, “hangi kitapları okudun?” diye değil de, “kimden okudun?” diye sorarlarmış.

Bu yüzden geçmişte olduğu gibi bugün de zengin ve asil aileler çocukları için özel ve meşhur hocalar tutarlar. Adetullah da böyle değil midir? Allahu Teala gökten herkesin evine Kur’ân-ı Kerim yağdırmaya kadir değil midir de Peygamber göndermiştir? Oysa, “Alın size Kitap, okuyun ve uygulayın” denebilirdi. Nahl Suresi’ndeki şu ayet meali de adeta bu konuyu özetlemektedir:

“Biz o peygamberleri mucizelerle ve kitaplarla gönderdik. Ey Peygamberim! Sana da Kur’ân’ı indirdik *ki, insanlara vahyedileni açıklayasın.* Belki onlar da düşünürler.”[25]

Allahu Teala bir Melek değil de, bizim gibi etten – kemikten bir insanı Peygamber göndererek bizden, Ona bakarak, Onu dinleyerek, meselelerin nasıl anlaşılması ve uygulanması gerektiğini öğrenmemizi istemiştir. Nitekim Ahzap Suresi’nin 21’inci ayetinde mealen şöyle buyuruluyor: “Şanım hakkı için muhakkak ki *size Resullulah’da pek güzel bir örnek vardır.* Allah’a ve son güne ümit besler olup da Allah’ı çok zikreden kimseler için.”[26]

Hz. Peygamber (sallallahu aleyhi vesellem) Efendimiz; “Yüce Allah ilmi insanların arasından bir çırpıda çekip çıkararak almaz. Ancak onu ulemâyı (alimleri) almak suretiyle kabzeder.”[27] buyurarak, ilmin en önemli vasıtasının Alimler olduğuna işaret etmiştir.

Avrupa’nın göbeğinde büyük bir Medeniyet kurmuş Endülüs Islam Devleti’nin büyük alimlerinden Imam Şâtıbî, bir fıkıh usulü şaheseri olan Muvâfakât isimli eserinin “On Ikinci Mukaddimesi”nde şu sözü naklediyor;

“Ilim, insanların göğüslerinde idi. Sonra kitaplara intikal etti, fakat ilmin anahtarları hep alimlerin ellerinde kaldı.”

Ve aynı eserinin “Ilim tahsilinin iki yolu vardır” faslında ise şu yorumu yapıyor: “Kitaplar yalnız başlarına öğrenciye hiçbir şey vermezler; mutlaka hocaların onları açmaları, talebeyi elin­den tutarak onların içine sokmaları gerekmektedir. Bu husus müşâhade ile sabit bulunmaktadır.”[28]

Kemalistlerin sürekli öne sürdükleri Kur’ân-ı Kerim’deki “OKU” ayetine gelecek olursak, bu ayetten sadece yazı okumak anlaşılmamalıdır, ve zaten bu ayetle “Ümmî”[29] yani okuma – yazma bilmeyen Peygamber (sallallahu aleyhi vesellem) Efendimize hitap edilmiştir. Allahu Teala, Rasulullah sallallahu aleyhi vesellem Efendimiz’in okur – yazar olmadığını pekâlâ biliyordu, bu durumda okuma bilmeyen birisine “OKU” demek muhaldir, Allahu Teala da muhal olan bir şey yapmaktan münezzehtir. Demek ki burdaki “OKU” ; alemi, kainatı, evreni veya kendini “OKU” olarak da anlaşılabilir. Esasen bu ayetin tamamı şöyledir: “Ikra’bismi rabbikellezî halak”, yani Türkçe mealen şöyledir: “Yaratan Rabbinin adıyla oku!” Nasıl okuyacak mışız? Yaratan Rabbimizin adıyla…

M. Kemal Atatürk’ün bu ayet hakkında haşa “safsata” dediğini; “Müslümanım ama atatürkçüyüm” diyen gaflet uykusundaki kardeşlerimiz bilmiyorlar sanırım. Bizzat M. Kemal Atatürk’ün el yazısından görmek isteyenler şu bağlantıya tıklayabilirler:

http://belgelerlegercektarih.wordpress.com/2012/05/04/m-kemal-ataturk-ikre-bismi-rabbi-safsatasi-hasa/

Neyse, konumuza dönelim…

Yabancı dil öğreniminde de bu böyle değil midir? Ingilizceyi kitaptan öğrenen birisi ile, çok iyi bilenlerin arasında bulunarak onlardan öğrenen birisinin ingilizcesi aynı kalitede olmadığı gibi; ilmi, kitaptan öğrenmeye çalışanlarla, ilim erbabının meclisinde bulunarak edinmek aynı kalitede olamaz.

Insanların dosdoğru yolda olmasını öğütleyen Allahu Teala’nın, “Ey iman edenler! Allah’dan korkun ve *doğrularla beraber olun*.”[30] buyruğu üzerinde dikkatle düşünülmesi gerekir.

1950’li yıllardan sonra Stanford Üniversitesi’nde çalışan, 20. ve 21. Yüzyılın önde gelen psikologlarından olan ve Amerikan Psikoloji Derneği (American Psychological Association) başkanlığına atanan birçok ödül sahibi Kanadalı Profesör Albert Bandura, çocukların, ahlakı başkalarının davranışını taklit ederek ve gözlemleyerek öğrendikleri teorisini ortaya koymuştur.[31]

Doğrularla olursanız, doğruların ahlakı ile ahlaklanırsınız, Alimlerin yanında bulunursanız, ilim sahibi olursunuz…

Sakın bu yazdıklarımızdan matbaaya karşı olduğumuz sanılmasın, matbaadan da istifade edilir, ancak ağız-kulak yoluyla bilgi aktarımın daha istifade edilebilir bir yöntem olması hasebiyle ve daha başka faktörlerden dolayı, -ülkeye girmiş olmasına rağmen- matbaanın kullanılmaması; asla gericilik değildir.

Kitaplar ne kadar çoğalırsa çoğalsın, ilim öğrenmede hocanın fonksiyonu azalmayacaktır. Onlar bazen bir cümleyle koca bir kitabın ifade ettiği manayı ifade edebilecekler ve kitaptan anlaşılmayan pek çok mesele de onların izahı sayesinde anlaşılır hale gelecektir. Yani Imam Şâtıbî’nin de ifade ettiği gibi, “Yazı hiçbir zaman hocanın yerini tutmayacaktır.”[32] Böylece bilginin saflığı muhafaza edilmiş ve ömür israfı olan zaman kaybı da önlenmiş olacaktır.

Son olarak Tevbe Suresi’ndeki bir ayet mealine daha yer veriyor ve bu bahsi kapatıyoruz:

“Bununla beraber müminlerin hepsinin birden topyekün savaşa katılmaları uygun değildir. Her kabileden bir kısım insanlar da din ilimlerinde derinleşmeli ve kabileleri savaştan dönüp gelince onları uyarmalıdır ki, böylece Allah’ın azabından sakınırlar.”[33]

***

Matbaa Osmanlıya Geç mi Geldi?

osmanliya matbaa gecikmis midir ibrahim müteferrikanin dilekcesi

Ibrahim Müteferrika’nın Dilekçesi

***

Matbaa’nın Osmanlı’ya girişinin gecikmesi kemalistlerin iddia ettikleri gibi 300 yıl da değildir. Matbaa, Gutenberg’in icadından 33 yıl sonra Osmanlı’ya girmiştir ve bu da o dönemin şartları göz önüne alındığında gayet normal sayılabilir. O dönemin şartlarını gözetmeden, üstelik abartılı rakamlarla Osmanlı’ya yüklenen kemalistlerin, “ilerici, yenilikçi” olarak niteledikleri Türkiye Cumhuriyeti’ne Televizyon ve Internet’in 20 yıl gecikmeyle girmiş olmasına hiç değinmemeleri oldukça dikkat çekicidir.

Kemalistlerin iddialarının aksine, Osmanlı’da, Padişah’tan alınan müsaade fermanı ile kitaplar 1488’de basılmaya başlanmıştır. Hatta bu basılmış eserlerin kapağında “Sultan II. Bayezid Han’ın gölgesinde basılmıştır” ibaresinin olması, bazı kaynaklardaki, matbaaya Osmanlı padişahlarının cephe aldıklarına dair ileri sürülen fikirlerini çürütmektedir.[34] Özellikle II. Bayezid’in “Kim matbaa ile uğraşırsa idam ederim” şeklindeki bir buyruğu olduğu ifade edilmektedir. Halbuki II. Bayezid zamanında 19, I. Selim zamanında ise 33 kitap basılmıştır. Fatih Sultan Mehmed’in de matbaacılıkla ilgilendiği belirtilmektedir. Tarihçi Mustafa Nuri Paşa’nın (Netayicü’lvuku’at’ta) ifadelerinde de IV. Murad zamanında bir matbaa için izin istenir ve izin alınır. Bundan da anlaşılacağı üzere kitap basma işine ve matbaanın kurulmasına ve gelişmesine Osmanlı Padişahlarının karşı değil bilakis yardımcı oldukları anlaşılmaktadır.[35]

Görüldüğü gibi, 1488’de Osmanlı Devleti’nde kitaplar basılmıştır. Istanbul’da ilk matbaanın açılış tarihi hakkında Adıvar 1493, Ersoy 1494, Berkes 1495 tarihlerini vermektedirler. Lewis[36] ise, “Ilk Yahudi matbaası 1493 veya 1494 sıralarında Istanbul’da açıldı” demektedir. Ardından Edirne ve Izmir gibi bazı şehirlerde birçok matbaa kurulmuş ve çeşitli kitaplar basılmıştır.[37] Matbaa’yı kuranın yahudi olması bir şey ifade etmez, önemli olan Osmanlı sınırları dahilinde matbaanın açılmış olmasıdır.

***

Halbuki o dönem Osmanlı’nın matbaaya ihtiyacı bile yoktu…

Müteferrika matbaası hakkında 2002 yılında çıkan monografinin müellifi Hüseyin Gazi Topdemir, tarih yazıcılığında kabul edilen bazı tezleri reddedip, matbaanın geç girişinin sebepleri üzerinde teferruatlı bir şekilde durur. Topdemir, dinsel tutuculuğun matbaanın gecikmesine neden olduğunu reddeder. Yazar, matbaanın Osmanlı’ya girişini bir gereksinim olarak görmez, dolayısıyla matbaanın geç mi yoksa erken mi geldiği yönündeki bir sorunun anlamsız kalacağını belirtir.[38] Kemal Beydilli’nin, “Bekleyen yolcusu olmayan durağa, otobüsün geç veya erken gelmesi ne ifade eder ki?” retorik sorusu bu görüşü güzel bir şekilde destekler.[39]

Hele kemalist kalemşörlerin matbaa konusunda hocaların bir alakası olduğu yönündeki asılsız iddialarına ne demeli?



Avrupalı tüccarların matbaada basılan kitaplarının Osmanlı Devleti sınırları dahilinde satışına izin verildiğine dair 1588 yılında Istanbul’da yazılan Sultan Üçüncü Murad’ın fermanı. Bu ferman, Osmanlı’nın matbaaya karşı olmadığını açık bir surette göstermektedir. Bu ferman Islam bilgini Nasiruddin Tusi’nin (1201–1273–74) Tahrîru Usûlü’l-Hendese isimli geometriye dair eserinin baş tarafına basılmıştır.

***

Oysa bu yeniliğe tepki haklı olarak meslek ve geçimlerini kaybetmek korkusuyla sadece hattalardan gelmiştir.[40] Araştırmacılar[41] bu tepkinin, dini taassuptan ziyade hattatların matbaa ile rekabet edemeyerek işlerini kaybetme endişesinden kaynaklandığı konusunda hemfikirdirler.

Eserinden iktibaslar yaptığımız Orlin Sabev, Osmanlı ulemasının (alimlerinin) düşünüldüğünden farklı olarak matbaa düşmanı olmadığını yazar ve nedenini de şöyle açıklar:

“Çünkü birçok ulema mensubu gerek Batıda basılan Arapça kitapları, gerek Müteferrika baskılarını evlerinde bulundurur, başta Şeyhülislam olmak üzere önde gelen alimler de gerek neşriyat projelerinde, gerek tashihlerde Müteferrika’ya yardımcı olurlardı.”[42]

Ismet Binark da birkaç makalesinde matbaanın uzun zaman kullanılmamasında dini toplumun taasubu söz konusu olamaz demektedir.[43]

Yediyıldız ise dini taassubun matbaanın geç gelişine sebep olduğuna dair hiçbir belgesel delil olmadığını vurgular.[44]

Atatürkçü Orhan Koloğlu, matbaanın Osmanlı’ya gecikme sebepleri üzerine özel bir monografi yazmıştır. Yazısında dindarlığın bu sebeplerden biri olduğunu redderken, bizim de yazımızın başında belirttiğimiz gibi Islam dünyasında yüksek seviyede gelişmiş sözlü geleneğe dikkat çeker. Koloğlu, hattatların direnişine de değinir.[45]

Orhan Koloğlu’nun bu görüşlerini kısmen Francis Robinson da paylaşır. Ona göre, Islam dünyasında sözlü gelenek yazı geleneğinden daha gelişmiştir. Müslümanlar arasında bilgi genelde yazı-göz değil, ağız-kulak yoluyla aktanlır. Kur’ân-ı Kerim okutulurken esas amaç metin olarak okunması değil, ezberden söylenmesidir. Yazılı metinler ise sırf okunmak için değil, ezberlemeyi kolaylaştırmak için kullanılır. Robinson’a göre Batı Hırıstiyanları arasında yazı, duyulan sözden daha güvenilirken, Müslümanlar yazıların yeterince doğru yazıldığından şüphe duyarak insandan insana, ya da öğretmenden öğrenciye veya bilenden bilmeyene aktarılan sözlü bilgiye daha çok güvenirler. Bu bakımdan Müslüman topluluklarında bilgi ağız-kulak yoluyla dolaştığı için kitapların basma teknolojisi yoluyla çoğaltılmasına uzun zaman ihtiyaç duyulmaz ve ancak dinini muhafaza etmek zorunda kaldıklan dönemde matbaanın gerçek gücünü keşfederler.[46]

17. ve 18. yüzyılda Istanbul’u ziyaret eden birçok Batılı gözlemci de, matbaanın kullanılmamasının esas nedeni olarak, hattat ve yazıcıların direnişiyle izah ederler. Ingiliz büyükelçisinin sekreteri olarak 1661’de Istanbul’u ziyaret eden Paul Ricaut, Osmanlı Devleti’nde matbaanın kullanılmamasının nedeni hakkında 1668 yılında basılan kitabında hattatların çıkarlarını korumak olduğunu yazar.[47]

1679-1680 yıllarında ve ikinci defa 1692’de Istanbul’da bulunan Italyan asıllı Comte de Marsigli, 1732’de basılan kitabında yasaklandığından ya da baskıya değer olmadığından değil, ancak doksan bin (abartılmış rakam) sayıda olan hattatlar geçiminden mahrum kalmamaları için Osmanlıların kitap basmadıklarını kaydeder.[48]

Mouradgea d’Ohsson da 1780’li yıllarda basılan kitabında Osmanlı matbaacılığının gecikmesini hattatlara bağlı olduğunu dile getirir.[49]

Hidayet Nuhoğlu ise Osmanlı Imparatorluğu’nda kitap ihtiyacının yeterli derecede hattat ve sahaflar tarafından karşılandığı ve bu spesifik durumdan dolayı basılı kitaplara fazla ihtiyaç duyulmadığını belirtir.[50]

El yazmalarının yeterli olmasına karşın basılı kitaplara fazla ihtiyaç duyulmadığını Prof. Dr. Ilber Ortaylı da ifade etmiştir.[51]



[51] no’lu dipnota dair… Prof. Dr. Ilber Ortaylı’nın mütaalası Milliyet Gazetesi’nde böyle yayınlanmıştı

***

Ortaylı’nın şu sözleri, kemalistlere cevap mahiyetindedir:

“Yobazlar matbaaya karşıymış. Peki ama, yeterince okuyan olsa, kitaplar Venedik’te basılır gelir (Viyana ve Venedik’te o zaman Arap harfli matbaalar var ve Türkçe kitap bası­lıyor). Nitekim Ermeni Mehitaristleri Arapça İncil basıyorlar; Türkçe İncil basıyorlar eski harflerle, getirilip buraya dağıtılıyor. O gelir de başka kitap gelmez mi? Mesele o değil. Mesele, kitap okunmuyor zaten; el yazması yetiyor, bir eserden 50 kopya olsa -en yüksek talep de odur-oradan oraya dolaşıp bir kişi okuyup, 50 kişi dinliyor ve maksat hasıl oluyor. O toplumda her eve kütüphane kurup, kitap doldurmak diye bir hastalık yok bugünkü gibi. Yahudiler, Ermeniler matbaa kurmuş da bir şey mi olmuş; parlak bir netice mi hasıl olmuş? 200-300 senede birkaç dua kitabı ve edebi kitapla yetinmişler. Bastıkları kitabın kaç kalem ve kaç adet olduğuna bakmalı… Nitekim Rusya’ya matbaa 16. asırda girdi; ama ne basıldı? Asıl kitap basıp okuma 18. yüzyılın işidir. Demek ki kitaba karşı talep yoktu.”[52]

J. S. Szyliowicz de bir makalede hattatların matbaaya karşı direndiklerini yazar.[53]

Rifaat Ali Abou-el-Haj, Osmanlı’yla Avrupa arasında yeni fikir alışverişini önleyen bir “demir perdenin” hiçbir zaman olmadığını, ancak Osmanlı’nın Avrupa’da gözlenen yenilikleri kendi ihtiyaçlarına göre benimsediğini belirtir.[54] Ekmeleddin Ihsanoğlu da, Osmanlıların Avrupa’nın yeni teknolojilerinden haberdar oldukları, ancak bunların benimsenmesinde ihtiyaçlarına göre seçici bir tavır sergilediklerini kaydeder.[55]

Yine Ekmeleddin Ihsanoğlu’nun belirttiği gibi, Osmanlı uleması (alimleri) genelde Batı Avrupa’dan gelen yeni bilgi ve fikirlere karşı olmayıp, yararlı görünenleri benimsemeye çalışır.[56]

Binaenaleyh, Orlin Sabev’in de dediği gibi: “Osmanlı uleması, (alimleri) matbaa düşmanı olarak değerlendirilemez.”[57]

Zaten Müteferrika’nın matbaası Şeyhülislam’dan alınan fetva ile kurulabilmiştir.[58]

Şeyhülislam’dan alınan fetva dışında yüksek seviyeli ulemadan 16 kişinin matbaanın kurulmasını ve topluma yararını tasdik eden takrizleri de alınır.[59]

Osmanlıca olarak yazılan Şeyhülislam’ın fetvası ve Arapça olarak yazılan bu takrizler ve Padişah fermanının metinleri Ibrahim Müteferrika’nın Vankulu Lügati’nin başında aynen yayımlanmıştır.[60]



[60] no’lu dipnotta sözü edilen Tercümetü’s-Sihâh-i Cevheri [Lugat-i Vânkûlu], vr. 1b.

***

Burada Adil Şen’in vurguladığı düşünceyi de ekleyebiliriz. Ona göre sonuçta matbaa girişimi Şeyhülislam, sabık ve dönemin Anadolu ve Rumeli kazaskerleri, Istanbul ve diğer önemli semtlerin kadıları gibi üst seviyeli ulemanın da desteğini görür ve bütün bu gerçekler, matbaanın açılışı sırasında din adamları tarafından engelleme yaratıldığı doğrultusundaki bilgilerin asılsız olduğunu ortaya koyar.[61]

Şimdi bir parantez açıyoruz zira “neden Fetva?” diye soranlar olabilir… Fetva lazım, çünkü girişilen işlerin Islam’a uygun olup olmadığına bakılmalıdır. Herşeyde ölçümüz Islam olmalıdır. Kur’ân (ve Sünnet), Onunla yönetilmemiz için indirilmedi mi? Avrupalılar ve maalesef yaklaşık bir asırdır bizim başımızdakiler bir işe girişirken kendi yaptıkları beşeri kanunlara uygun mu değil mi diye bakıyorlar da, biz Allahu Teala’nın bizim için öngördüğü ve uyulmasını emrettiği kanunlara uygun mu değil mi diye neden bakmayalım?

Nisa Suresi

59 – “Ey iman edenler! Allah’a itaat edin, Peygambere de itaat edin ve sizden olan emir sahibine de itaat edin. Eğer *herhangi bir şeyde* anlaşmazlığa düşerseniz; Allah’a ve ahiret gününe gerçekten inanıyorsanız, onu *Allah ve Resulüne arz edin*. Bu, daha iyidir ve sonuç bakımından da daha güzeldir.”

Fetva ile ilgili yazacaklarımız bundan ibaret.

***

Osmanlı Aydınları bile gerek görmedi

Peçevi Ibrahim Efendi (1574-1649’dan önce) “Peçevi Tarihi” diye bilinen tarih eserinde Avrupa matbaacılığının doğuşu ve gelişmesi hakkında bilgi verdiği halde bu teknolojiyi Osmanlılar’a tavsiye etmez.[62]

Orhan Koloğlu’nun işaret ettiği gibi, Katip Çelebi (1607-1657) de matbaayı anlatırken, bunu Osmanlı’ya hiçbir yerde önermez.[63] Ancak aynı zamanda matbaayı da kınamazlar. Bundan da matbaanın Osmanlı ortamına tamamen faydasız olduğu ve bu yüzden kullanılmadığı anlaşılmaktadır. Üstelik bu, iki Osmanlı aydınının görüşüdür, yani bunlar hoca değil; aydındır.

***

Matbaa açıldı da ne oldu?

Ibrahim Müteferrika’nın matbaası, Padişah’tan ferman ve Şeyhülislam’dan fetva almasına rağmen daha sonra kapanmıştır. Yabancı gözlemciler bunu Osmanlı toplumunun matbaadan hoşnut olmadığına bağlar. Örneğin Ingiliz Elias Abesci, Osmanlı Imparatorluğu’nun durumu hakkında 1784’te baskıdan çıkan kitabında birkaç yıl önce kurulan matbaanın, kırk bin hattatın geçimi için endişeler yarattığından dolayı kapatıldığını yazar.[64]

Abbe Vincent Mignot, 1771’de basılan “Historie de l’Empire Ottoman” (Osmanlı Imparatorluğu Tarihi) başlıklı kitabında[65] ve Francois Baron de Tott[66], 1784’te basılan Türkler’e ve Tatarlara dair hatıralarında aynı şeyi öne sürerler.[67] Franz Babinger bu görüşün doğru olduğunu az çok kabul eder.[68]

Nitekim Müteferrika matbaasının kuruluşundan sonra 1729’dan 1875 yılına kadar, yani 146 yılda basılan kitap sayısı 2900’de kalmıştır.[69] Dolayısıyla talep olmayan bir yerde matbaanın kurulmaması veya -kemalistlere göre- “geç gelmesi” ne ifade eder ki?



[69] no’lu dipnot ile ilgili… Prof. Dr. Jale Baysal “Müteferrika’dan Birinci Meşrutiyete Kadar Osmanlı Türklerinin Bastıkları Kitaplar” isimli eserinde 1729-1875 tarihleri arası dönemi Osmanlı matbaacı­lığında konu ve yazı türü istatistikleri bakımından gelişmeleri hakkında bir değerlendirme yapıp, bu dönemi tabloda gösterilen sekiz zaman dilimine ya da safhaya ayırarak, her zaman diliminde toplam ve ortalama olarak basılan kitapların sayısını aktarıyor.

***

Talep olmamasının nedeni ise, Müslümanların daha pahalı da olsa el yazmaları tercih etmeleridir.[70]

Bu gerçeği 1787 tarihinde Imparatorluk Türkiyesi’nin Isveç Sefiri olan Mouradgea d’Ohsson da belirtmektedir. Mouradgea d’Ohsson, yazma kitapların alım satımının sayısız denecek kadar hattat ortaya çıkardığını, bunların devamlı surette kitap istinsahı ile meşgul olduklarını, bu arada pek çok kitapçı dükkanının doğduğunu, sahhaf denilen bu dükkanların Imparatorluğun bütün şehirlerinde ticaret yaptıklarını, sahhaflardan ayrı olarak müstakil gezici esnafın, hanları, konakları, şehrin çeşitli mahallelerini durup dinlenmeden gezerek kitap sattıklarını, yazma eserlerin çokluğu ve matbaa karşısında müstensihlerin birden bire dilenecek hale gelmeleri korkusunun, Osmanlılarda matbaacılığın gecikmesine en büyük sebep olduğunu yazar.[71]



***



Böyle muhteşem el yazmaları varken, basma kitapları kim alır? O dönemin basma kitapları, bugünün “Çin malı”ydı diyebiliriz…

***

Peki daha sonra neden ihtiyaç duyuldu?

Batı’da gerçekleştirilen, örneğin Kur’ân ve Ibn Sina’nın Kanun Fi’t-Tıb’ı baskılarının imla ve gramer hatalarıyla dolu olduğunun altını çizmemiz gerekir.[72]

Ibrahim Müteferrika’nın matbaa kurmak için Sadrazam’a sunduğu Vesiletü’t-Tıbaa[73] adlı layihada (tasarıda) da görüleceği üzere, Avrupa’da Türkçe, Arapça ve Farsça kitapların -muhtemelen kasten- hatalarla dolu basılmasının, Osmanlı’da “Devletin himayesinde bir matbaa” kurulmasında etkili olduğu söylenebilir.

***
Kim Yobaz?

Fransa’da matbaacıların sayısı hızla artınca, Paris Parlamentosuna şikayet edilen matbaacılar hapse atılmış ve basılan kitapları da müsadere edilmişti.[74]

Kemalistlerin aslında Fransızlara yobaz/gerici demeleri gerekmez mi? Aksine, bizim kemalistler, matbaacıların Parlamento kararı ile hapse atıldığı Fransa’dan “Laikliği” aldılar.

Batı’da matbaa fikrine başlangıçta karşı koyulduğuna dair Svend Dahl’in 1958 yılında New York’da yayınlanan “History of the book” isimli kitabında tafsilat bulmak mumkündür.

***

Kemalistler neden Osmanlı’yı kötülüyor?

Osmanlı’ya matbaanın ulema (alimler) yüzünden geç girdiği gibi absürd uydurmaların kökeninde “Türk Tarih Tezi”nin yattığını kolaylıkla söyleyebiliriz. Tarih kaynaklarına değil de, tamamen mantık ile dokulu düşünceye dayanan Türk Tarih Tezi, Türkçülüğe önem verip, bilimsel yaklaşımdan ziyade siyasi ve ideolojik unsurlara dayanır.[75]

Türk Tarih Kurumu tarafından organize edilen Birinci Türk Tarih Kongresi’nin ilan ettiği Türk Tarih Tezi hakkında Hacettepe Üniversitesi Hukuk Fakültesi, Hukuk Felsefesi ve Sosyolojisi Ana Bilim Dalı Öğretim Üyesi Şefik Taylan Akman, Hacettepe Hukuk Fakültesi Dergisi’nde yayınlanan “Türk Tarih Tezi Bağlamında Erken Cumhuriyet Dönemi Resmî Tarih Yazımının Ideolojik ve Politik Karakteri” adlı makalesinin önsözünde şunları yazıyor:

“…Cumhuriyetin yönetici kadroları tarafından doğrudan desteklenen bu tarih yazım projesi aynı zamanda yeni ulus devlet inşasının da temel bileşenlerinden birisi haline gelmiştir. Tez aracılığıyla, bir taraftan Osmanlı ve Islam kimliğine ilişkin hatıralar ortadan kaldırılmaya çalışılırken diğer taraftan kutsallaştırılmış bir Türklük kavramıyla beslenen itaatkâr ve milliyetçi bir yurttaşlık bilincinin oluşturulması hedefleniyordu.”[76]

Zafer Çetin ise bu konuda; “Devlet destekli tarihin yeniden yazımında Türklerin devlet olmaklığına ve Türk kültürel mirasının antikitesine (antik devir) özel bir vurgu söz konusuydu. Söz konusu tarih yazımının ve dönemin Türk milliyetçiliğinin temel tartışması Osmanlı öncesi geçmişi ululamaya ve Islâm’ı geri kalmışlığa sebep olarak göstermeye dayanıyordu”[77] diyerek, Türk Tarih Kurumu ve destekçilerinin Islam’a savaş açtıklarını açık bir surette ortaya koymaktadır.

Daha başka bir şey ilave etmeme lüzum var mı bilemiyorum.

Hakikaten artık kemalistlerin uydurmalarına şaşırmıyorum…

M. Kemal Atatürk’ün icadı “Güneş Dil Teorisi”nde Güney Amerika’da bulunan “Amazon” nehrinin, adını, Türklerin “Amma Uzun” sözünden ve Kuzey Amerika’nın doğusunda bulunan “Niagara” şelalesinin de adını, Türklerin “Ne Yaygara! Ne Yaygara!” sözünden aldığı belirtiliyor.

Bu tür safsata ve uydurmalar üreten bir rejimin, gittiği yere ilim, irfan ve medeniyet götüren Osmanlı Devleti’ni kötülemesinden daha doğal ne olabilir?

Bu yüzden artık şaşırmıyorum… Fakat son olarak kemalistlere bir sual sormak istiyorum:

Şimdi Matbaa var da ne oldu? Ay’a mı çıktınız?

***

NOT:

“Güneş Dil Teorisi” ile ilgili konumuza buradan bağlanabilirsiniz, ancak gülmekten kalp krizi geçirenler olursa sorumluluk kabul etmiyoruz:

http://belgelerlegercektarih.wordpress.com/2012/08/30/ataturkun-gunes-dil-teorisi-kalp-krizi-gecirenler-olursa-sorumluluk-kabul-etmiyorum/

**********

KAYNAKLAR:

[1] Hidayet Nuhoğlu,”Müteferrika Matbaası ve Bazı Mulahazalar”, Osmanlı (ed. G. Eren), Yeni Türkiye, Ankara 1999, cild 7, sayfa 223.

Ayrıca bakınız; Hidayet Nuhoğlu, “Müteferrika Matbaası ve Bazı Mulahazalar, Istanbul Armağanı, 4. Lale Devri (ed. Armağan), Istanbul Büyükşehir Belediyesi Kültür Işleri Daire Başkanlığı Yayınları, Istanbul 2000, sayfa 215.

[2] L. Kugelman’a 27 Temmuz 1871 tarihli mektup. (Aktaran: Fikret Başkaya Paradigmanın Iflası, Doz Yay., Istanbul 1991, sayfa 29.)

[3] Francis Robinson, “Technology and Religious Change: Islam and the Impact of Print”, Modern Asian Studies, cild 27, no: 1, 1993, sayfa 234.

[4] Her Ramazan’da Hz. Rasulallah’ın (sallallahu aleyhi vesellem) o seneye kadar inen ayetleri Cebrail (aleyhisselam) ile okuyup karşılaştırdıkları rivayetleri vardır. ( ez-Zerkani, I,234, Ebu Şehbe, s.236). M. Halil Çiçek, 20. Asırda Ku’ran Ilimleri Çalışmaları, Istanbul 1996, sayfa 179-189. (http://m.sorularlaislamiyet.com/index.php?tur=usr&oku=12721 son erişim tarihi 30 Ağustos 2012.)

[5] Dr. Muhammed Hamidullah, Resulullah Muhammed, Kur’an Tarihi, (tercüme eden: Salih Tuğ), Istanbul 1993 (66) sayfa 197.

[6] Ibn Hişam, Es-Siretü’n-Nebeviyye, Dâru Ibn Kesir, Tah., M. Es-Saka, İ. El-Ebyari, A. Şebli, ts., 1/434. (Bilal Ünsal, Dünden Bugüne Hâfızlık Ve Kur’an Eğitimi, Yeni Ümit Dergisi, Nisan – Mayıs – Haziran 2009, http://www.yeniumit.com.tr son erişim tarihi 30 Ağustos 2012.)

[7] Ebû Dâvud, Ekdiyye, 11; Tirmizî, Sünen, Ahkâm, 3; Müsned, 230-236; Ibn Abdilberr, Câmiu Beyâni’l-Ilm, II, 56; Zeylaî, Nasbu’r-Raye, I, 23; Ibn Sa’d, Tabâkât, III, 164.

[8] Nadia Al-Bagdadi, “From Heaven to Dust: Metamorphosis of the Book in Premodern Arap Culture”, The Medieval History Journal, 8, 1, 2005, sayfa 104.

[9] Elmalılı Hamdi Yazır, Hak Dini Kur’ân Dili, Istanbul, 1935, 2/940 – 941.

[10] Idris Şengül, Hz. Osman Döneminde Kur’ân-ı Kerîm’in Istinsahı, Çoğaltılıp Neşredilmesi, Kur’ân’ın Mucizevi Korunması, Işık Yayınları, Istanbul 2004, sayfa 129.

[11] Ibn Hişam, Es-Siretü’n-Nebeviyye, Dâru Ibn Kesir, Tah., M. Es-Saka, İ. El-Ebyari, A. Şebli, ts., sayfa 184.

[12] Halife b. Hayyat, Tarihu Halife bin Hayyat, (tercüme eden: Abdulhalik Bakır), Ankara 2001, sayfa 138.

[13] Dr. Muhammed Hamidullah, Kur’ân-ı Kerîm Tarihi, (tercüme eden: Salih Tuğ), İFAV Yayınları, Istanbul 2000, sayfa 37 – 38.

[14] Muhsin Mahdi, From the Manuscript Age to the Age of Printed Books, The Book in the Islamic World: The Written Word and Communication in the Middle East (ed. George N. Atiyeh), Albany: State University of New York Press, 1995, sayfa 1 – 15.

[15] Francis Robinson, “Technology and Religious Change: Islam and the Impact of Print”, Modern Asian Studies, cild 27, no: 1, 1993, sayfa 234.

[16] Francis Robinson, “Technology and Religious Change: Islam and the Impact of Print”, Modern Asian Studies, cild 27, no: 1, 1993, sayfa 235.

[17] Francis Robinson, “Technology and Religious Change: Islam and the Impact of Print”, Modern Asian Studies, cild 27, no: 1, 1993, sayfa 236.

[18] Yakut, Mu’cemu’l-Udebâ = Irşâd, Kahire 1323, cild 1, sayfa 255.

[19] Encyclopedie de l’Islam, Leyde-Paris 1908, cild 3, sayfa 413.

[20] Francis Robinson, “Technology and Religious Change: Islam and the Impact of Print”, Modern Asian Studies, cild 27, no: 1, 1993, sayfa 238.

[21] Ibni Haldun’dan aktaran Francis Robinson, “Technology and Religious Change: Islam and the Impact of Print”, Modern Asian Studies, cild 27, no: 1, 1993, sayfa 237.

[22] Beyhaki, Şuabu’l Iman,II,254; Fethul-Kebir 1/193.

[23] Ibni Haldun, Mukaddime, Mısır, 1348,1930. 34 fasıl (Birinci kitaptan altıncı faslın kısımlarındandı.) sayfa 478. (http://www.sadabat.net/?title=makaleler&menuid=3&mk=20 Son erişim tarihi 28 Ağustos 2012.)

[24] Prof. Dr. Mustafa Çağrıcı, Islam Kültüründe Seyahat, Din ve Hayat Dergisi: http://www.dinvehayatdergisi.com/eski/seyahatyazi1.html (son erişim tarihi 28 Ağustos 2012.)

[25] Kur’ân-ı Kerîm, Nahl Suresi 44.

[26] Kur’ân-ı Kerîm, Ahzap Suresi 21.

[27] Buhârî, Ilim 34; Müslim, Ilim 13.

[28] Tafsilat için bakınız; Ebû Ishak Eş-Şâtibî, el-Muvâfakât fî Usûl’uş-Şerîa, Türkçe’ye 4 cild halinde “Islâmî Ilimler Metodolojisi” adıyla tercüme eden Mehmet Erdoğan; esas: Abdullah Dıraz, Iz Yayıncılık, Istanbul 1990.

[29] Hz. Peygamber (sallallahu aleyhi vesellem) Efendimizin “Ümmi” olduğunu bildiren birkaç Ayet için bakınız; Ankebut Suresi 48, A’raf Suresi 157, Cum’a Suresi 2.

[30] Kur’ân-ı Kerîm, Tevbe Suresi 119.

[31] Albert Bandura, Social Learning Theory, (New York: General Learning Press, 1971); ve A. Bandura, D. Ross ve S. Ross, Transmission of Aggression Through Imitation of Aggression Models, Journal of Abnormal and Social Psychology 63 (1961), sayfa 375 – 382.

[32] Ebû Ishak Eş-Şâtibî, el-Muvâfakât fî Usûl’uş-Şerîa, Türkçe’ye 4 cild halinde “Islâmî Ilimler Metodolojisi” adıyla tercüme eden Mehmet Erdoğan; esas: Abdullah Dıraz, Iz Yayıncılık, Istanbul 1990, sayfa 87.

[33] Kur’ân-ı Kerîm, Tevbe Suresi 122.

[34] Ahmed Rıza, Batının Doğu Politikasının Ahlaken Iflası, (tercüme eden: Ziyad Ebüzziya), Istanbul 1982, sayfa 119.

[35] Ali Berberoğlu – Ismail Kutlu, Kütüphane Bilgisi, Türk Kütüphaneciler Derneği Kütahya Şubesi, Kütahya 1977, sayfa 11 – 17.

[36] Bernard Lewis, Modern Türkiye’nin Doğuşu, (tercüme eden: Metin Kıratlı), Türk Tarih Kurumu, Ankara 1984, sayfa 51.

[37] Niyazi Berkes, Türkiye’de Çağdaşlaşma, Bilgi Yayınevi, Ankara 1971, sayfa 55.

Ayrıca bakınız; Ercüment Kuran, Osmanlı Imparatorluğunda Yenileşme Hareketleri, Türk Dünyası El Kitabı, Türk Kültürü Araştırma Enstitüsü, Ankara 1976, sayfa 1003.

 Osman Ersoy, Türkiye’ye Matbaanın Girişi ve Ilk Basılan Eserler, Dil ve Tarih – Coğrafya Fakültesi, Ankara 1959, sayfa 18, 19.

[38] Hüseyin Gazi Topdemir, Ibrahim Müteferrika ve Türk Matbaacılığı, T.C. Kültür Bakanlığı, Ankara 2002, sayfa 27 – 39.

[39] Kemal Beydilli, Müteferrika ve Osmanlı Matbaası, 18. Yüzyılda Istanbulda Kitabiyat, Toplumsal Tarih, sayı 128, Ağustos 2004, sayfa 51.

[40] Server Iskit, Türkiye’de Neşriyat Hareketleri Tarihine Bir Bakış, Devlet Basımevi, Istanbul 1939, sayfa 7.

Ayrıca bakınız; Jale Baysal, Müteferrika’dan 1. Meşrutiyete Kadar Osmanlı Türklerinin Bastıkları Kitaplar, Edebiyat Fakültesi Basımevi, Istanbul 1968, sayfa 13.

[41] Yaşar Tonta, “Ahmed Rasim’in Ibrahim Müteferrika ve Matbaacılık Üzerine Yazdıklarının Incelenmesi” Hacettepe Üniversitesi Edebiyat Fakültesi Dergisi, cild 3, sayı 1, 1985, sayfa 165.

[42] Orlin Sabev, Ibrahim Müteferrika ya da Ilk Osmanlı Matbaa Serüveni (1726 – 1746), Yeditepe Yayınevi, Istanbul 2006, sayfa 343.

[43] Ismet Binark, Türkiye’ye Mabaanın Geç Girişinin Sebepleri, Türk Kütüphaneciler Derneği, Basım ve Yayıncılığımızın 250.Yılı Bilimsel Toplantısı, 10-11 Aralık 1979, Ankara 1980.

Ayrıca bakınız; Ismet Binark, Türkiyeye Matbaanın Geç Girişinin Sosyal-Psikolojik Sebepleri, Türk Kütüphaneciler Derneği Bülteni, cild 26, sayı 1, 1977, sayfa 23 – 47.

[44] Mustafa Asım Yediyıldız, Ibrahim Müteferrika (1670-1674/1745), Vakıflar Dergisi, sayı 22, sayfa 441-447, Lale Ofset, Ankara 1991.

[45] Orhan Koloğlu, Basımevi ve Basının Gecikme Sebepleri ve Sonuçları, Istanbul Gazeteciler Cemiyeti, Istanbul 1987, sayfa 8 – 55.

[46] Francis Robinson, “Technology and Religious Change: Islam and the Impact of Print”, Modern Asian Studies, cild 27, no: 1, 1993, sayfa 229 – 251.

[47] Paul Ricaut, Türklerin Siyasi Düsturları, (tercüme eden: Reşat Uzmen), Ad Yayıncılık, Istanbul 1996, sayfa 45.

[48] Signore conte di Marsigli, Stato militare dell’Impero Ottomanno incremento e decremento del medesimo/L’Etat militaire de l’Empire Ottoman, ses progres et sa decadence, Haga/Amsterdam, 1732, sayfa 40. Krş. Gyula Kaldy-Nagy, “Beginnings of the Arabic-Letter Printing”, sayfa 204, 205.

Ayrıca bakınız; Meral Alpay, Harf Devriminin Kütüphanelerde Yansıması, Istanbul Üniversitesi Edebiyat Fakültesi, Istanbul 1976, sayfa 31.

 Ismet Binark, Türkiye’ye Matbaanın Geç Girişinin Sebepleri Üzerine, Türk Kültürü, sayı 65, 1968, sayfa 300.

 Ismet Binark, Matbaanın Türkiye’ye Geç Girişinin Sebepleri, Yeni Türkiye, sayı 12, 1996, sayfa 1610.

 Ekmeleddin Ihsanoğlu, “Ottoman Science in the Classical Period and Early Contacts with European Science and Technology”, Transfer of Modern Science & Technology to the Muslim World, Proceedings of the International Symposium on “Modern Sciences and the Muslim World” Science and Technology Transfer from the West to the Muslim World from the Renaissance to the Beginning of the XIXth Century (Istanbul 2-4 September 1987) (ed. E. Ihsanoğlu), Istanbul: İRCİCA, 1992, sayfa 8 – 10.

[49] Ignace Mouradgea d’Ohsson, Tableau general de l’Empire Othoman, cild 1, Paris 1787, sayfa 298.

[50] Hidayet Nuhoğlu, “Müteferrika Matbaası ve Bazı Mulahazalar”, Istanbul Armağanı, 4. Lale Devri (ed. Armağan), Istanbul Büyükşehir Belediyesi Kültür Işleri Daire Başkanlığı Yayınları, Istanbul 2000, sayfa 211 – 225.

[51] Prof. Dr. Ilber Ortaylı’nın mütalaası için bakınız; Milliyet Gazetesi, sayı 20, 9 Ağustos 2001, sayfa 2. Ilber Ortaylı aynı görüşünü Mustafa Armağan’la bir sohbetinde de paylaşır. Bakınız; Mustafa Armağan, Prof. Dr. Ilber Ortaylı ile Konuşma: Bir Kabuk Değiştirme Dönemi, Istanbul Armağanı, 4. Lale Devri (ed. Armağan), Istanbul Büyükşehir Belediyesi Kültür Işleri Daire Başkanlığı Yayınları, Istanbul 2000, sayfa 72.

[52] Ilber Ortaylı, Avrupa ve Biz, Türkiye Iş Bankası Kültür Yayınları, Istanbul 2007, sayfa 31, 32.

[53] J. S. Szyliowicz, “Functional Perspectives on Technolojy: The Case of the Printing Press in the Ottoman Empire”, Archivum Ottomanicum, XI, 1986 [1988], sayfa 249 – 259.

[54] Rifaat Ali Abou-el-Haj, Formation of the Modern State: The Ottoman Empire Sixteenth to Eighteenth Centuries, Albany: State University of New York Press, 1991, sayfa 68.

[55] Ekmeleddin Ihsanoğlu, “Ottoman Science in the Classical Period and Early Contacts with European Science and Technology”, Transfer of Modern Science & Technology to the Muslim World, Proceedings of the International Symposium on “Modern Sciences and the Muslim World” Science and Technology Transfer from the West to the Muslim World from the Renaissance to the Beginning of the XIXth Century (Istanbul 2-4 September 1987) (ed. E. Ihsanoğlu), Istanbul: İRCİCA, 1992, sayfa 25, 29.

[56] Ekmeleddin Ihsanoğlu, Some Critical Notes on the Introduction of Modern Sciences to the Ottoman State and the Relation between Science and Religion up to the End of the Nineteenth Century, Comité International d’Études pré-ottomanes et ottomans sixth Symposium, Cambridge, 1 – 4 July 1984, Proceedings (ed. J.-L. Bacqué-Grammont, E. van Donzel), Istanbul-Paris-Leiden: Institut Francais d’études anatoliennes; Éditions Divit, 1987, sayfa 251.

[57] Orlin Sabev, Ibrahim Müteferrika ya da Ilk Osmanlı Matbaa Serüveni (1726 – 1746), Yeditepe Yayınevi, Istanbul 2006, sayfa 334.

[58] Fetvanın Latince transkripsiyonu için bakınız; Adil Şen, Ibrahim Müteferrika ve Usulü’l-Hikem fi Nizami’l-Ümem, TDV, Ankara 1995, sayfa 56.

[59] Bu şahısların adları için bakınız; Adil Şen, Ibrahim Müteferrika ve Usulü’l-Hikem fi Nizami’l-Ümem, TDV, Ankara 1995, sayfa 59.

[60] Tercümetü’s-Sihah-i Cevheri [Lugat-i Vankulu], Kostantiniye (Istanbul), 1141 [1729], sayfa 4-15.

[61] Adil Şen, Ibrahim Müteferrika ve Usulü’l-Hikem fi Nizami’l-Ümem, TDV, Ankara 1995, sayfa 60, dipnot 101.

[62] Peçevi Ibrahim Efendi, Peçevi Tarihi, cild 1 (ed. B. S. Baykal), Kültür Bakanlığı Yayınları, Ankara 1981, sayfa 83.

[63] Orhan Koloğlu, Basımevi ve Basının Gecikme Sebepleri ve Sonuçları, Istanbul Gazeteciler Cemiyeti, Istanbul 1987, sayfa 30.

[64] Elias Abesci, État actuel de l’Empire Ottoman (tercüme eden: Fontanelle), cild 1, Paris 1792, sayfa 151, 152.

[65] Raia Zaimova, Pıtyat kım “drugata” Evropa: Iz frensko-osmanskite kulturni obştuvaniya, 16 – 18 vek (Öteki Avrupa’ya Yol. Fransız-Osmanlı Kültür Iletişiminden Kesitler, 16 – 18 yüzyıl), Sofya: Kralitsa Mab, 2004, sayfa 216’dan naklen: Abbé Vincent Mignot, Historie de l’Empire Ottoman depuis son origine jusqu’à la paix de Belgrade en 1740, cild 1-4, Paris: Le Clerc, 1771.

[66] Hakkında bakınız; Géza Dávid, Francois Baron de Tott, Islam Ansiklopedisi, cild 5, TDV, Istanbul 1992, sayfa 83, 84.

[67] Baron de Tott, Mémoires du Baron de Tott sur les Turcs et les Tartares, Nouvelle éditions revue, corrigée & augmentée, kısım 1, Maestricht 1786, sayfa 117, 118; Baron de Tott, Türkler ve Tatarlara dair Hatıralar (Mémoires sur les Turcs et les Tartares, Amsterdam 1784), s. 1. a., sayfa 76.

[68] Franz Babinger, 18. Yüzyılda Istanbul’da Kitabiyat, (çev., ed. N. Kuran-Burçoğlu), Müteferrika ve Osmanlı Matbaası, Tarih Vakfı Yurt Yayınları, Istanbul 2004, sayfa 32.

[69] Jale Baysal, Müteferrika’dan Birinci Meşrutiyete Kadar Osmanlı Türklerinin Bastıkları Kitaplar, Edebiyat Fakültesi, Istanbul 1968, sayfa 29 – 45.

[70] Selim Nüzhet Gerçek, Türk Matbaacılığı, 1. Müteferrika Matbaası, MFV, Istanbul 1939, sayfa 18, 19.

Ayrıca bakınız; Alpay Kabacalı, Türk Kitap Tarihi, 1. Başlangıçtan Tanzimat’a Kadar, Cem Yayınevi, Istanbul 1989, sayfa 13.

 Ismet Binark, Türk Kitapçılık Tarihinde Hat Sanatı Ve Kütüphanecilik, Türk Kültürü, yıl 4, sayı 41, Ekim 1966, sayfa 470 – 485.

Bu konuda şu esere de müracaat edilebilir; Antoine Galland, Istanbul’a Ait Günlük Hatıralar (1672-1673) (ed. C. Schefer, terüme eden: N. S. Örik), Türk Tarih Kurumu, Ankara 1949.

[71] Mouradgea d’Ohsson, 1170 yıl önce Istanbul’da Umumi Kütüphaneleri), (terc. ed. Şahap Nazmi Coşkunlar), Türk Kütüphaneciler Derneği Bülteni, cild 6, sayı 3, 1957, sayfa 54.

[72] Muhsin Mahdi, From the Manuscript Age to the Age of Printed Books, The Book in the Islamic World: The Written Word and Communication in the Middle East (ed. George N. Atiyeh), Albany: State University of New York Press, 1995, sayfa 1 – 15.

[73] Server Iskit, Türkiye’de Neşriyat Hareketleri Tarihine Bir Bakış, Maarif Vekilliği, Istanbul 1939, sayfa 5.

Ayrıca bakınız; Selim Nüzhet Gerçek, Türk Matbaacılığı, 1. Müteferrika Matbaası, MFV, Istanbul 1939, sayfa 51.

[74] Hasan Refik Ertuğ, Basın Ve Yayın Hareketleri Tarihi, cild 1, Istanbul 1970, sayfa 34.

Batı’da matbaa fikrine başlangıçta karşı koyulduğuna dair Svend Dahl’in 1958 yılında New York’da yayınlanan “History of the book” isimli kitabında tafsilat bulmak mumkündür.

[75] Tarih yazıcılığı ve okul tarih kitaplarında savunulan “Türk Tarih Tezi” hakkında geniş bilgi için bakınız; Büşra Ersanlı, Iktidar ve Tarih: Türkiye’de Resmi Tarih Tezinin Oluşumu (1929-1939), AFA, Istanbul 1992.

 Büşra Ersanlı, Turkish History Thesis and Its Aftermat A Story of Modus Operandi, Asien Afrika Latein Amerika, cild 29, 2001, sayfa 7 – 29.

 Etienne Copeaux, Tarih Ders Kitaplarında (1931-1993) Türk Tarih Tezinden Türk-Islam Sentezine (tercüme eden A. Berktay), Tarih Vakfı Yurt Yayınları, Istanbul 1998.

[76] Hacettepe Üniversitesi Hukuk Fakültesi, Hukuk Felsefesi ve Sosyolojisi Ana Bilim Dalı Ögretim Üyesi Şefik Taylan Akman, “Türk Tarih Tezi Bağlamında Erken Cumhuriyet Dönemi Resmî Tarih Yazımının Ideolojik ve Politik Karakteri”, Hacettepe Hukuk Fakültesi Dergisi, cild 1, sayı 1, 2011, sayfa 80 – 109.

[77] M. Zafer Çetin, “Tales of Past, Present, and Future: Mythma -king and Nationalist Discourse in Turkish Politics”, Journal of Muslim Minority Affairs, Vol. 24, No. 2, October 2004, sayfa 354.

**********

Kadir Çandarlıoğlu

**********

Alıntılarda şu şekilde kaynak belirtiniz:

http://www.belgelerlegercektarih.wordpress.com
Devamını Oku »