Türkiye'de İslam'ın Geleceği Var mı?

Türkiye'de İslam'ın Geleceği Var mı?

...........

İbn Sinacı meşşaî felsefe geleneğinin önemli ismi Lisanü'l-Hak Zeynüddin Ömer b. Sehlan el-Savî şöyle der:

"Korku, tüm insanların yönünü kendisiyle belirlediği bir simgedir".

Din duyuşunun en önemli kaynağı korkudur; ancak bu korku insanın kendi anlamına ilişkin kaygısından kaynaklanır. Anlam endişesi kökünü, insanın varoluşuna ilişkin tedirginliğinde bulur. Daha önceki yazılarımızda da dile getirdiğimiz gibi, tedirginliğin en önemli nedeni, insanın kendisini Varlık'ın bir devamı olarak idrak etmesidir. Bir sarkaç misali ümit ile korku arasında salınan insan bir güvenlik (emniyet) bunalımı yaşar ve kendisini ön-görmek ister...

Söz konusu güvenlik bunalımı, dolayısıyla ön-görme isteği hem gaibe imanın hem de eskatalojinin kaynağıdır. Nitekim Hoca-zade, insanın bilgi arayışının köken(mebde) ve dönüş(mead) ile ikisi arasındaki(beyne-huma) şeylere taalluk ettiğini dile getirir. Benzer biçimde Fuzulî, itikadın kökeninde köken ve dönüş sorularının bulunduğuna işaret eder.Dinî inancın en önemli kaynağının insanın anlam kaygısı olduğunu söylemek temelde iki soruna yanıt bulmak için önemlidir.

Birincisi, Ben'in sürdürülebilirliğini temin etmek ki, hiç olmak, hiçlik insanî varoluşun dolayısıyla Varlık'ın anlamsızlığını imler...

İkincisi ise, eylemlerimiz için hesap sorulması ki, her şeye karşın ahlaklı yaşayan kişinin adalet duyuşunun sürekliliğini sağlar; tersi durumda Hayat'ın anlamsızlığı söz konusudur. İki soruna ilişkin bu yanıt aynı zamanda Hayat'ın sürekliliğini gösterir... Nitekim el-Din, Yakın Hayat(el-Hayat el-Dünya) ile Öteki Hayat(el-Hayat el-Ahire)'i birlikte kuşatır.Yukarıda dile getirilenler her şeyden önce dinin bir anlam arayışı, Hayatı bir anlamlandırma işi olduğunu, kısaca bir Dünya-görüşü olarak telakki edilmesi gerektiğini gösterir... Dolayısıyla bu sunumda, dindarlaşma ya da dinî olandan uzaklaşma deyişlerinde kullanılan din, ritüel anlamında değil, dünya görüşü anlamında dine işaret eder...

......

Tarihî tecrübe bizim mevcudumuzdur ve ancak o tecrübeden hareketle bir icad'da bulunabiliriz. Hayat, geleceğe doğru yaşanır, geçmişe doğru idrak edilir/anlaşılır.Öte yandan tarihî tecrübede üretilen hiç bir şeyin başına 'İslam' sıfatı getirtilerek kutsanamaz... Tarihte İslam değil, bu dünya görüşüne mensup Müslümanlar bir şeyler yapmışlardır. Dolayısıyla tarihte İslam matematiği yoktur; Müslümanların yaptığı matematik vardır; benzer biçimde tarihte İslam Devleti mevcut değildir; Müslüman insanların kurduğu devletler söz konusudur. Söylenenler basit bir kelime oyunu değil; doğrudan anlama ilişkin yargılardır. Tersi durumda tarihî olan ideal hale getirilir ve eleştiriden azade kılınır. Öte yandan tarihî olanı küçümseyip görmemezlikten gelmek ve tarih-üstü soyut bir İslamî olana sığınmak da başka bir ideal hale getirme tarzıdır.

....

İhsan Fazlıoğlu-Sözün Eşiğinde
Devamını Oku »

Ölenler öldü, kalan sağlar haindir!

Ölenler öldü, kalan sağlar haindir!Hayat'ta kişi ve toplumların yargılanması "...denmek istenilen" eylenene bağlıdır; "...denmek istenilen" eylenilmesi düşünülene değil; çünkü, -Ali Kuşçu'nun da dediği gibi- biz insanlar ancak ve ancak idrakimize konu olan bilfiil olgu ve olayları bilebiliriz; bilkuvve olanları değil; zira bilkuvve olan henüz icad edilmemiş, var olmamıştır; eyleme dökülmemiş bir niyet üzerine yargı ise Tanrı'ya mahsustur.

Yukarıda çizilen çerçevede, halihazırda Dünya'da olup bitenleri anlamak, anlamlandırmak, tefekkür ve tedebbür edebilmek, fikir ve tedbir yetiştirebilmek için, bu hayatî olgu ve olayları eyleyen kişi ve kültürlerin dilini, dolayısıyla niyetlerini ve amaçlarını tayin ve tespit etmeliyiz. Nitekim tefekkür, tahkik (isbat el-mesele bi-el-delil) ve tedkikte (isbat el-delil bi-el-delil) aklın, kanıt (delil) üzerinde nazar yoluyla tasarruf etmesi iken, tedebbür, insanî amelin (dolayısıyla niyet ve amacın) hayattaki sonuçları üzerinde yine nazar yoluyla tasarruf etmek demektir; bu nedenledir ki, tefekkür'ün sonucu fikir, tedebbür'ün sonucu tedbir'dir. Böylece denilebilir ki, hem nazariyata (Tabiat'a) ilişkin fikir hem de ameliyata (Hayat'a) ilişkin tedbir, aklın tahkik ve tedkik tarzı çalışmasından kaynaklanır. Tersi durumda, hayata ilişkin her olgu ve olayda ya ağlar ya güleriz ya da bağıra bağıra yürürüz; ama bir türlü tebdir edemeyiz; çünkü fikir yok ise tedbir de yoktur.

Anlatılanlara en güzel örnek, Mustafa Özel'den dinlediğim, şu tarihî anlatıdır: Barbaros Hayreddin Paşa, 1538'deki Preveze Deniz Savaşı'ndan hemen önce takip edilecek savaş taktiği için etrafındakilerle istişâre ederken sorar: "Acaba Andre Dorya yarın ne tür bir taktik uygulayacağımızı düşünüyor?" Sonuç olarak, Dorya'nın Osmanlı donanmasının takip edebileceğini düşündüğü savaş taktiği tespit edilip, ona göre tedbir alınıyor ve savaş bu taktik üzere kazanılıyor. Dikkat edilirse, her iki tarafta soru "Yarın nasıl bir taktik uygulayalım" değildir; öte yandan Barbaros, Andre Dorya'nın savaş taktiğini de merak etmiyor; tersine Dorya'nın taktiğini kendisinin muhtemel savaş taktiğine göre kurgulayacağını düşünüyor ve onu aşan yeni bir taktik geliştirerek savaşı tedbir ediyor; çünkü tedbir, tekrar pahasına, niyet ve amacın en ucunu düşünerek tefekkür eylemektir.

Niyetin işaret ettiği gaye dikkate alınarak geliştirilecek ç-özüm (tedbir), sorunun öz-üne iner; tersi durumda kabukla uğraşmak kaçınılmaz; bağırıp-çığırmak kaderimiz olur. Unutmayalım ki, zavallılara, zayıflara, Tanrı acıyabilir; ama niyeti, gayesi, kısacası dili kötü olan insanımsılar asla acımazlar. Öte yandan, el duası bitmeden yapılacak dil duası yalnızca bir gürültüdür; çünkü yine, ancak el ve dilce hazır olanlar, huzur bulurlar...

İhsan Fazlıoğlu,Kendini Aramak
Devamını Oku »

Hakikati söyle, işine geleni eyle!

Hakikati söyle, işine geleni eyle! Düşüncenin sağlıklı bir biçimde dile getirilmesi, bizatihi dilin sağlıklı olmasını gerekli kılar. Sözcüklerin anlamı, kavramı ve yöntimi göz önünde bulundurulmaksızın yapılacak her konuşma, denilmek istenileni ortaya koymaktan çok, ortalığı karıştırmaya yarar. Sözcüklerin anlamıyla oynamak, kavramları gelişigüzel kullanmak, referanslarını sıkça değiştirmek, anlaşılmayı, anlaşmayı engeller; çünkü her bir durumda da anlam, elden kaçar. Öyle ki, düşünce hayatındaki anlaşmazlık, günlük hayattaki iletişimsizliği besler, bunalımı derinleştirir.

Hem günlük hem de sıradan düşünce hayatının üstünde dilin daha derin kullanımına ilişkin özel bir durum söz konusudur. Özellikle günümüzdeki her türlü tartışmada karşımıza çıkan, siyasî, iktisadî ve ilmî gücü elinde tutanların, anlamını kendi amaçları doğrultusunda belirledikleri, yargıların değişik özelliklerinden yararlandıkları, istenileni, dilin tüm olanaklarını kullanarak elde ettikleri bir durumdur bu… Bu durum kısaca şudur: Karşı tarafı susturmak için, tartışma esnasında, kavramların mahiyetine ilişkin yargıda bulunurken; uygulamada kavramın referansını kendi amaçlarına göre belirlemek… Örnek olarak "İnsan hakları" konusunda konuşulurken, hem insan hem de hak kavramının mahiyetini merkeze alıp yargıda bulunduğunuzda insan olan hiç kimse size karşı çıkmaz, çıkamaz; ancak bu kavramın dış-dünyadaki referansını güçlü olan belirler; itiraz edildiğinde ilk duruma geri dönülerek karşıdaki kolayca susturulur.

Konuyu daha iyi temellendirmek için bu tür yargılarla ilgili daha fazla teknik bilgiyi, hafifleterek, vermeye çalışalım: Bir kavramın mahiyetini dikkate alarak verdiğimiz yargılar hakiki yargılar; dış dünyadaki bireylerini göz önünde bulundurarak verdiğimiz yargılar ise haricî yargılar adını alırlar. Bu nedenle hakikî yargılar, kavramın tümel doğasına ilişkindir ve mekan-zaman boyutuna bağlı değildirler; kısaca insan derken şu mekanda ve şu zamanda bulunan herhangi bir insanı kast etmeyiz; bizatihi insan-olmaklığı anlarız; yargılarımızı da bu insan-olmaklık üzerine veririz. Hakiki önermeler, hiçbir biçimde sınırlandırılamaz; çünkü kavramın doğası dış-dünyadaki var olanlardan çıkartılsa bile onlara hasredilmez. Hakiki olan, mekan-zaman'dan olduğu kadar, hem halihazırdaki hem de takdir edilecek var-olma durumlarından da bağımsızdır. Bir kavramın dışarıda bulunan belirli sayıdaki bireyleri için yargıda bulunmak ise haricî önerme adını alır. Başka bir deyişle haricî yargı aynı özelliği paylaşan belirli sayıdaki bir öbeğe ilişkindir. Mekan-zaman bağımlıdır ve özellikle halihazırda, bilfiil var olmayı gerektirir.

Günümüzde bilimsel önermelerin pek çoğu ilk bakışta hakiki önermeler gibi algılanır. "Su, yüz derecede kaynar" dediğimizde, bu özelliğin suyun doğasına ilişkin olduğu söylenebilir; ancak "belirli koşullarda"yı eklediğimizde, bu özelliğin suyun bizatihi doğasının değil belirli koşulların yarattığı bir özellik olduğu fark edilir. "Isınan demir, genleşir" denildiğinde de genleşmenin demirin tümel doğasından kaynaklandığı söylenebilir. Ancak, genleşme, mekan-zaman üstü olmadığı gibi yalnızca bilfiil var olan demirler için geçerlidir. Dinî önermelerde de benzer özellik söz konusudur: "Domuz eti haramdır" dendiğinde, kast edilen domuz adlı hayvanın mahiyeti, doğası değil (çünkü mahiyet, değer, kısaca sıfat taşımaz), mekan-zamandaki bireyleridir. Dolayısıyla dinî önermeler de, hakiki olmadıklarından, yargılarını şeylerin tümel doğalarına değil, dış-dünyadaki gerçekliklerine, var olmalarına yüklerler; bu nedenle de haricîdirler………….

Hayat, sıfatı olmayan mahiyetler üzerinde inşa edilen yargılara indirgenemez; çünkü hayat, mekan-zaman içindeki var-olanlara bağlıdır. İşaret edemediğimiz mahiyetleri aklî seviyede tartışırız; ama yaşamın içerisinde eyleme bakarız; davranışı esas alırız. Aşk kavramının mahiyeti üzerine düşünene âşık denmez, filozof denir. Bize tarih bilincinden, insan haklarından, kardeşlikten, bir-arada yaşamaktan, özgürlükten, vs… bahsedenler bunları göstermeliler, aksi takdirde yalnızca konuşmuş olurlar; hayata ilişkin düşündüklerini eylemeyenleri ise ciddiye almak zorunda değiliz; bırakalım konuşsunlar; kendilerini tüketsinler. Çünkü mum yanar ama tükenir...

İhsan Fazlıoğlu,Kendini Aramak
Devamını Oku »

Hayatı Ön-Görme

Hayatı Ön-GörmeHayat içinde belirli bir süre işlerin iyi gitmesi, şimdiye değin her şeyin yolunda olması, sürecin doğru olduğunu göstermez. Bu, tıpkı, uzun bir süre havada uçan kişinin, yere düşünceye değin, her şeyin yolunda olduğunu varsaymasına benzer; ama önünde sonunda ön-görüsüzlükten, yere çakılır, çakılacaktır.

Tıp'ta bir hasta, ilâçla tedavisi olanaklı değilse, ameliyat edilir; ancak her ameliyat, bir nazariyata dayanır. Nitekim, tarih boyunca, günümüzde de, tıp biliminin eğitiminde, nazarî olarak başlandığı, akabinde ameliyata yani tatbikata geçildiği bilinir. Aynı biçimde, yüksek bir gökdelenden aşağıya sağ-salim atlayacağına ya da değişkenlere ilişkin hiçbir dikkati olmaksızın uçabileceğine inanan kişinin davranışındaki en büyük sorun, yaptığı işe ilişkin bir nazariyata, bakış açısına sahip bulunmaksızın ameliyata, uygulamaya kalkışmasıdır. Ameliyat süresince her şey iyi gidebilir; ancak sonuç, nazariyata dayanmadığından ölümdür. Hayat'a ilişkin olgu ve olaylarda da durum benzer biçimde yürür; bir süreliğine iyi devam eden süreç, yasaların ihmaline dayandığından, sonuç olarak aslî yüzünü gösterir; yasanın işlevi en ağır biçimde son noktayı koyar. Daha önceki Anlayış yazılarında da dile getirdiğimiz üzere, nazarî ilimlerdeki tefekkür ve fikir arasındaki ilişki ile amelî ilimlerdeki tedebbür ve tedbir arasındaki ilişki paraleldir.

Her bir terimde, tertip, düzen anlamının içkin olması bir yana; tedbir, kısaca, eylemin sonucu düşünülerek üretilen fikir demektir. Hayat'ta dikkat, tedbir'in şiddetiyle doğru orantılıdır. Bilindiği üzere, trafik kazası kişi için bir kere vukû bulur; ancak kişinin tedbiri süreklidir. Benzer biçimde, Hayat ilişkilerinde, toplumsal olgu ve olaylarda da, tedbir süreklidir. Ancak, her tedebbür bir tefekküre, her tedbir de bir fikre dayanırsa, ön-görü olanaklı olur. Hayat'ta, toplumsal olgu ve olaylarda, bir noktadan nazar edilirse (nokta-i nazar) manzara, iyi, doğru ve güzel olur. Tersi durumda, nazarsız sürecin belirli bir süre iyi gitmesi, sonucun, -yasalar işlevlerini her halükârda icra edeceğinden- manzarasız olmasını doğurur. Hayat'ta, toplumsal olgu ve olaylarda nazarın meşruiyetini ne sağlar? Nokta-i nazar'ın noktasının insan olması; tersi her durum ise savaştır, felâkettir.

Türkiye'deki, Hayat'a ilişkin, -zâten Tabiat'a aldırdıkları yok-, toplumsal olgu ve olayların ele alınış tarzına gelince, hem halkımız hem önderlerimiz, sürecin keyfini çıkartıp "şimdiye değin her şey yolunda" demekle meşguller... Ya ön-görü? Yalnızca ilmin bir nokta olduğunu kabul edenler içindir.

İhsan Fazlıoğlu,Kendini Aramak
Devamını Oku »

Sistem körlüğü

Sistem körlüğü

TABİAT'IN, içerdiği türleri ve bu türler içerisinde var-olan bireyleri korumasına karşın bir süreç halinde bulunmasına benzer biçimde, Hayat da temel yapılarını sürdürmesine karşın sürekli kendini ören bir örüntü halindedir. Bu nedenle, Hayat hem varlığı hem de idraki insan türüne bağlı olmakla birlikte, sanıldığının tersine, canlı, oluş içerisinde, bütüncül, her şeyin öteki her şeyle ilişkili bulunduğu bir küredir. Bu kürenin içerisinde yaşayan bireyler, bütüne bir şey kattıkları oranda, kendilerine de bir şey katılır; sayısız değişkenin belirlediği bir alan içerisinde, kişiliklerini kazanırlar.

İçerisinde yaşadıkları hayatın sahip bulunduğu hem eşyaya ilişkin davranışı hem de bilgiyi özümseyen kişilik sahibi bireyler, en sonunda, söz konusu sayısız değişkenin belirlediği iç-içe girmiş katmanlı düzenlerin ürünleri halini alırlar. Ancak belirli bir mekân ve zamanda dondurulan ve ideal-mutlak kabul edilen örüntünün ulaştığı bir sonuç, yani herhangi kayıtlı bir örgü, kişilerin hem Tabiat'taki hem de Hayat'taki eşyanın doğasına göre davranma ve bilme yetilerini köreltir. Kişi artık doğal olana, gerçekliğe göre değil örgünün belirlediği ilkelere, varsayılan gerçekliğe göre davranmaya ve bilmeye başlar.

İster Tabiat'a ister Hayat'a ilişkin olsun, hakikat'in belirli bir mekân ve zamandaki tezahürü olan mukayyet gerçeklik, dondurulup ideal-mutlak hâle getirildiğinde hem süreci hem de örüntü'yü ortadan kaldırır. Böyle bir donukluk içerisinde yaşayan bir kültür ve onun üyeleri hakikat'ten de dinamik gerçeklikten de uzak düşerler; giderek Tarih'ten kopar; zamanla salt geçmiş hâlini alırlar.

Sistem körlüğü denilebilecek bu hâl, doğal olanın görmezden gelinip doğal olana ilişkin belirli bir zaman ve mekândaki mukayyet varsayımların, kabullerin, o kültür içerisinde hem davranışı hem de bilgiyi belirlemesiyle başlar; mukayyet çözümleri kimlikleri haline getirmiş sistem mensupları ile bunu yanlış bulan ötekiler arasındaki çatışmalarla devam eder; en sonunda varolan kültürün başka kültürler karşısında ortadan kalkmasıyla sonuçlanır.

 

İhsan Fazlıoğlu,Kendini Aramak
Devamını Oku »

Bilgi Nasıl Ve Nereden Alınır

Acıkanlar yemek yer ve uykusu gelenler uyur. Hiç kimse bir diğerinin yerine karnını doyuramaz, hiç kimse bir başkasının uykusunu uyuyamaz. Bilgi de böyledir. Hiç kimse bir başkasının bildiğini bilemez. Ama iki insan aynı bilgiye sahip olabilirler. Böyle bir olayın gerçekleşmesi için her iki insanın aynı tecrübeyi geçirmiş olmaları zorunludur. Bu durumda bir soru çıkıyor karşımıza: Bilgi bir insandan diğerine aktarılamaz mı? Şahsî tecrübemize dayanarak bu soruya olumlu cevap veririz. Öğrendiklerimizin çoğunu başka insanlardan edinmişizdir. Ama yalnız insanlardan mı? Gökyüzünden, ırmaklardan, karıncalardan ve kitaplardan da birçok şey öğrenmişizdir. Yalnız buradaki iki şeye dikkat etmeli: Bilgimizin türü o bilgiyi edinmek için başvurduğumuz kaynakla ve o bilgiye varmak için uyguladığımız yöntemle kayıtlıdır, bu bir. İkincisi, hangi türden ve hangi yoldan edinmiş olursak olalım bilgi sadece kendimizde, bir bakıma ruhumuzdadır.

Hayat tecrübemizin bizde kendimize mahsus bir mevcudiyet oluşturduğunu hissediyoruz:. Hayat bizim hayatımız, gövdemiz de ruhumuz da bizim, lâkin yine de bilgimizin nerede olduğunu anlayamıyoruz. Kendi hayatımızın bile kendi içimizde son bulmadığını anlayabiliyoruz. “Ben” dediğimiz şeyin yerini tesbitte karşılaştığımız zorluk “anlam”a yaklaştığımızın bir işaretidir.

Kaynak:

İsmet Özel-Taşları Yemek Yasak
Devamını Oku »

Hayata ''Nasıl'' Sorusuna Sormak

Hayata ''Nasıl'' Sorusuna SormakNasıl sorusunu zincirleme olarak her cevabın peşi-sıra sormak bizi daha çok bilgiye, bilimin ilerlemesine götürür. Bir hekim hastasını nasıl tedavi edeceğini düşü­nür. Bulduğu çareleri nasıl daha uygun hale getirebilece­ğini araştırır. Bu süreç eksilmeksizin devam eder. Daha etkin, daha çabuk, daha ucuz tedavi yollan bulmak tıp bilgisinin sona ermeyecek meselelerini oluşturur. Ama bir hekim bir insanı niçin tedavi edeceğini düşünme durumuyla karşı karşıya kaldığı zaman tıp bilgisi ona artık yardımcı olamaz. Niçin bir insanı iyileştirmek? Niçin belli bir insanı (bir kralı veya bir oduncuyu) hastalıktan kurtarmaya çalışmak? Bu soruların cevabı bilimde değil, ahlâkta, bilgelikte ve inançlar manzumesi içindedir.

Bir ülkenin nasıl kalkınacağı, nasıl savaşacağı, nasıl sosyal barışı temin edeceği bilginin ve bilimin yetki ala­nındadır. Ama bu çareler ancak o ülkenin niçin kalkınacağı, niçin savaşacağı ve niçin sosyal barışı temin edeceği sorularının yerinde cevaplara kavuşması halinde fayda getiren çareler olabilirler.

Kısaca söylemek gerekir ki,bilgece cevaplandırılamıyan soruların bilgince cevap bulmaları sağlamlıktan mahrum kalacaktır. Niçin kalkı­nacağını bilmeyen bir toplumun nasıl kalkınacağını bilmesi hem mümkün değildir, (muhal farz mümkün olsa bile) hem de vardığı hedefin anlamına varması mümkün değildir. Aynı şekilde, niçin savaşacağını bü­tün açıklığıyla bilenlerin nasıl savaşacaklarını da yerli yerinde ve isabetli bir biçimde bildiklerini anlayabiliriz. Bir ülkede önce niçin sosyal barış sağlanması gerektiğini bütün açıklığıyla bilirsek, o ülkede sosyal barışın gerçek ve sahici temeller üzerinde tesis edilebileceğini kavraya­biliriz. Ama eğer niçinini bilmediğimiz veya sosyal barı­şa katkıda bulunacak olanların rızası hilâfına tedbirlerle sağlanmış bir sosyal barışla karşı karşıya kalınmışsa artık bu sosyal barışın "nasıl" ı büyük bir önem taşımaz. Çünkü "niçin" de mutlak demlemese bile, ağırlıklı bir uzlaşma, uyum sağlanamıyan bir durumda "nasıl" istik­rarsız bir dengenin uzantısından başka birşey değildir.

Hayatını nasıl sorusuna bağlamış insanlar çoğu kere rüzgâr önünde sürüklenen yapraklar gibidir. Her yeni duruma nasıl uyacağını düşünür onlar. Durumları tartış­maz. Nasıl para kazanacak? Nasıl şöhret sağlayacak? Nasıl paçayı kurtaracak? Nasıl şu günleri atlatacak? gibi soruları öne almış olan kişi kendini şartların oyuncağı,  saymış kişilerdendir. İnsan olmak bir bakıma niçin sorusuyla başlar. Geçimini niçin şu yoldan değil de şu Iyoldan sağlayacak? Başka insanların gözünde niçin önemli ve değerli olacak? Köprüyü geçinceye kadar niçın ayıya dayı diyecek? gibi sorulara cevap bulmadan  hayatını düzenlemeyen insan kendini kuşatan şartlarla,insan kişiliği arasında anlamlı ve sağlıklı bir bağı temin etmiş olandır.

 

İsmet Özel,Zor Zamanda Konuşmak
Devamını Oku »