Hesap

Hesap

Toplumun zorlamalarıyla verdiğimizden çok, düzenli olarak kendi kendimize hesap vermezsek, kendi kendimizin kontrolünden çıkmış oluruz. İnsan gibi mü­kemmelleşmeye aday bir yaratığın dizginsiz, kontrol­süz, otokritiksiz yaşaması düşünülemez. Böylesi insan, hayvandan da aşağıya düşecektir, kutlu kelâmda işa­ret edildiği gibi. Çünkü: hayvan için yükselmek veya aşağıya düşmek diye bir şey yoktur. O içgüdüleriyle dış şartların karşılaşmasından doğan kombinezonu yaşar, bu iki faktörün kompozisyonunun dışına pek çıkamaz. İçgüdülerinin sınırlarıyla sınırlıdır davranışı, insansa, bu iki faktörden ayrı olarak, zihin ve ruh imkânlarıyla çok daha zengin, hayli alternatifli bir davranış tablosu­nu deneyebilir. Çok karmaşık kompozisyonlar yapabilir ve bu yaptığı kompozisyonun sağlandığı, derinliği, este­tiği ölçüsünde insandır. Meleklerden melekelerine bir soluk indiği ölçüde insandır. Bu yapının sağlamlığı için de otokritik duygusu keskinleşmiş olmalıdır insanın. «Hesap verme duygusu» kökleşmelidir insanın içinde. Her olaya bitiştirebilmelidir bu duygusunu insanoğlu.

İnsanın kendi kendisini hesaba çekmesi, kendine hesap vermesi, davranışlarını değer hükümleri bütü­nünün karşısına çıkarması ve onunla değerlendirmesi demektir. İnsan, sık sık kendisini vicdanında yargılamalıdır. Kendisi hakkında umutsuzluğa düşecek kadar sert olmamak ama bu yargılamadan hiç bir derleme payı almadan çıkacak kadar da yumuşak olmamalı insan. İnsan kendini tıpkı bir yabancıyı, bir başkasını yargılıyormuş gibi yargılamalidir içinde. Bu, insanın kendi kendisini hesaba çekmesinin ciddi ve başardı ol­ması için de, bir gün, bütün davranışlarından, gizlide ve açıkta yaptığı her şeyden hesap vereceğini hiç aklından çıkarmaması gerekir.

Evet, ister inansın ister inanmasın, insan, bir gün gelecek bütün yaptıklarından hesap verecektir. Kamın ve toplum önünde verdiği hesaptan ayn olarak bu dün­yada geçirilen her saniyenin hesabım verecektir. Müs­lümanlıkta öte dünyaya inanma, bir yönden de bu hesap vermeyi getirir. Suç varsa mutlaka onu dengeleyen bir ceza vardır. Suçu çağıran insan, cezayı da çağırmıştır. İster farkında olsun ister olmasın, suçu çağıran, cezayı da çağırmış, iyiliğe koşan, armağana da koşmuştur. İyi­lik cennetten bir öz, kötülük cehennemden bir öz taşır. Yarın, cehennem, özünün çekişiyle kötülükleri çektiği zaman, ona bulaşmış olanı da çekecektir. Cennet de, iyilikleri çektiği zaman, ona yapışmış olanları da çe­kecektir. Bu iki çekim arasında kalan insem, iyiliğiyle kötülüğünden hangisi artıksa o yana gidecektir. Daha doğrusu kötülüklerinin de hesabım verecektir; iyilikle­rinin de karşılığım alacaktır.

Bu dünyada bile, olup bitenler derin bir gözle gö­rebildiklerimiz, müsbet ilimlerle tesbit ettiğimiz gibi hesapla ve kitapladır. Gecenin gündüze dönmesi, ağaç­ların yaprak ve çiçek açmaları, ışığın gelişi, yıldızların hareketleri, derinin değişimi hep hesapla ve kitapladır. Her şey ölçülmekte, tartılmakta, biçilmekte. Eşya, olup biteni kaydetmekte, hafızasına geçirmekte. Bunlar, göz­le görebildiklerimiz, müsbet ilimlerle tesbit edebildikle­rimiz. Ya tesbit edemediklerimiz? Ve ancak, ruhumuz derinleştikçe sezer gibi olduğumuz hesap dünyası? Ya meleklerin kaydettikleri? İşte, öbürlerini gören insan, bu, gözüyle görmediği kayıtlara da inanır. Ve bir gün iğneden ipliğe hesap vereceğine de inanır. Dünyada gö­zümüzle gördüğümüz her şeyin bir hesap çerçevesinde olduğunu fark ettikten sonra, yaratıklara mahsus en yüksek ve en aşağı davranışları olan davranışlarımızın bir gün hesabının olacağını idrak etmemek ne demek­tir? Yükseliş de, yaratıklar içinde, insan içindir, düşüş de insan içindir. Bu yükseliş ve düşüşlerin de bir hesabı vardır.

Ellerimizin, ayaklarımızın, dilimizin ve gözlerimi­zin, kalbimizin ve dimağımızın şahitlik yapacağı bir hesap günü vardır. Bunu bilelim ve unutmayalım. Ço­cuklarımıza da bunu öğretelim. O çocuklara ki, bunu öğretmediğimiz için, annelerinin, babalarının, kardeş­lerinin, öğretmenlerinin katili oluyorlar. Ve asıl kendi kendilerinin katili oluyorlar.

Sezai Karakoç-Günlük Yazılar 2
Devamını Oku »

Günah Duygusu

GÜNAH DUYGUSU

Batıcılar, bizim günah duygumuzdan yakınıp dururlar..

Bu, güya hayatı olanca doluluğuyla yaşamaya engel oluyormuş!

Halbuki, İslamda günah, suçlarla ilgilidir..

Suç alanının sınırlarını, siyah bir halenin içine almaktadır günah çizgisi..

Suçluluk halimizin masumluk halimize karışmasına ve kaynaşmasına engel olmaktadır..Hayatın içinde bir masumluk kontrolü sağlamaktadır, bir bakıma bir şuurdur günah duygusu.

Bir yandan da hayayla, utançla sıkı sıkıya ilgilidir bu duygu..

İslam hayayı inancın bütünleyicisi kabul etmiştir..

Allah'tan utanma, günah konularına yaklaşmaktan bile alıkor insanı.. Utanan insanın düşüncesi yüzüne vurur..
Onun için kötülüğü düşünmek bile istemez utanan insan..

Utanış ve günah işleme korkusu, suç, haram ve günah alanlarından uzak tutar müslümanı..Böylece müslümanın hayatı, kendiliğinden bir arılık, bir temizlik kazanır.

Bu duygular, ruha bağışlanmış büyük manevi nimetlerdir..
Bağışlar ve armağanlardır.
Dinin, insanın yüklendiği borçları kolaylaştırıcı kuvvetleridir..

Mu'minler, öteye ve ötede hesap vermeye inanarak, Allah sevgisiyle yücelerek, Allah korkusu, günah işleme korkusu, Alahtan ve insanlardan utanma duygusu ile, kötüye karşı bir hisar kurmuşlardır ruhlarında..

Sağlam bir SURdur bu, şeytanın girişinden ruhu koruyan..
Sağlam bir kaledir bu, mazgallarından şeytanın taşlandığı..
Kurşun yerine taşa dizildiği..

Hıristiyanlıkta günah, gözle görülür, ele tutulur suçtan koparılmıştır..Yani suç ve günah açık-seçik belirlenmemiştir..İnsan doğuştan suçludur. Hiç bir suç işlemese bile yine suçludur. İnsan olduğu için suçludur.

Suç ve günah masum hayatın içine karışmıştır. Bir kader gibi insanı terketmez.. Gerçek bir suç, bir bakarsınız hıristiyanın gözünde suç değildir de veya suç değilmişçesine bir tavırla karşılanır da, hiç de suç olmayan bir tavır afedilmez bir suç sayılır..Hıristiyanlık soyut suçlarla suçlar insanı! Bir leke gibi doğuştan alında getirilen ve asla çıkmayan suçlarla..

Doğuda yüzyılımızda kadrolaşan batıcılar, ne İslam'ın gerçek, ne de hıristiyanlığın fantastik günah duygusunu kabul ederler..

Komünistlerse, adeta tam bir reaksiyon halinde dinin günah ve suç saydığı her şeyi mübah, mübah saydığı her şeyi de suç ve afyonlama kabul ederler..

Böylece zihinlerde ve gönüllerde suç sayılan haller üzerine insanların dünya görüşlerine göre ayrıldıkları bir vakıa olur. Dinin baskı altına alındığı yerlerde suç kavramı kesinliğini yitirir ve bulanır..

Her zaman suç işlemeye yatkın, daha doğrusu işlediğinin suç olup-olmadığını bile kavramakta güçlük çeken bir gençlik türer!

Bir zamanlar Fransız düşünürlerini uzun süre kıvrandıran "sebepsiz davranış" ve suç doğar.

Bugün Avrupa gençliğinin kaynayışının asıl sebebi de, bu sebepsiz suçların yayılmasından başka bir şey değildir.

Suç, mübah, sevap ve günah eşit olunca, genç adam kendini rahatlıkla içgüdülerinin akıntısına koyverebilmektedir.. Sorumsuz yaşayıştan kundakçılığa, adam öldürmeye rahatlıkla sıçramaktadır..

Elbet, meselenin bir de öbür yüzü vardır. baba nesli de, büyüklük ödevini, şefkati ve merhameti unutmuştur.. Çünkü o da, günah işleme korkusundan mahrumdur.

Sanki arzın üzerinde hiç ölmeden kıyamete kadar payidar olacaklardır..Öldükten sonra hesap verme düşüncesine ise asla yanaşmamaktadırlar.

Sözde, her şeyi akıla çözeceklerdir. Dinin terbiye etmediği bir aklın, içgüdülerin ve egonun nasıl bir bir kölesi olduğunu düşünmek bile istemezler.

Günah kompleksiyle donmuş, umutsuzluğa kapılmış bir insanı din de istemez!

Günah duygusu müsbet bir duygudur ama günah kompleksi bir tür hastalıktır.

Günah duygusundan mahrum bir insanlık, hayvanlığa yakındır..

Günah kompleksi ise hastalık işaretidir.

Orta ve doğru yol, insanı günah işlemekten koruyan günah duygusuna sahip olma halidir..

İnsan, yalnızken ve kalabalıktayken, her durumda ve her yerde işlediğini bu duyguyla ölçüp biçecek, tartacaktır.

O zaman kendisine ve başkalarına yarayışsız bir fiilden kaçınacaktır..

Ama bu duygu kaybolmuşsa vay insanın ve insanlığın başına gelene!..

Sezai Karakoç-Günlük Yazılar 2
Devamını Oku »

Uyarış

Uyarış

Gözleri korkuyla büyümüş bir kavmi, bir halkı uyar­mak demek, bir bakıma onun korkusunu arttırmak demektir. Evet, korkudan kurtarmak için korkuyu art­tırmak. Daha doğrusu, korkuyu değiştirmek. Bir ba­kıma daha şiddetli bir korkuyla değiştirmek. Ama bu yeni korkunun yanında, bitişiğinde bir sevgi duruyor. Öbür korkunun yanındaysa inkâr. Bu iki korku arasın­da soylulukla soysuzluk arasındaki fark cinsinden bir fark vardır. Kara bir korkuyla bal rengi bir korku farkı. İnsandan korkmakla Allah’tan korkma farkı.

Uyarıcılar, insan ruhundan, başka insanlardan ve eşyadan korkmayı koğar ve onun yerine Allah’tan kork­mayı aşılamaya çakşırlar. Öbür kavimlerden, tabiat­tan, kendi içinden gelen hayaletlerle sarsılmış bir halk, henüz tarihini bütünüyle tüketmemişse, uyarıcının şu sesini duyar kulaklarında: korkunuz!

Uyarıcı, muştalayabilmek için başlangıçta korku­tacaktır. O korku imtihanını veren ruh, muştuya yuva olma hakkını elde etmiş demektir.

Uyarıcının aşıladığı yapıcı bir korkudur. Korku yıkıntılarından kurtaran bir korku. Sevinç aratan, muştu çağıran, zafer umduran korku.

Uyarıcının sesinin yükselmesinden duyulan korku, aslında korku olmaktan çok bir ürperiştir. İnsan sezer, bir değişme olacaktır, ürperti gelecek zamanın ürper­tisidir. Ürperiş, insanı yeniye ayarlamaktadır, eskiden koparmaktadır. Yeni gelen, verdiği ürpertiyle, eskiyi kritik etmiştir insanın ruhunda.

Hazreti Yahya’nın sesi, kavmine bütün suçlarını bilmelerini, o suçlardan korkmalarını sağlamıştı. İşte Hazreti İsa müjdesini bu uyarışın üzerine bina etti.

Bütün uyarıcılar, birbirlerine böylece tarihin için­den el uzattılar. Birinin uyarışı, öbürünün uyarısıyla katmerlendi. Birinin ürpertisi öbürünün örneği oldu.

Bu insanlık, yalnız ilk çağlarında değil, sonraları da Ad ve Semud’un, Nuh, Lût kavimlerinin uyarışa kulak asm ayışlarının acı sonucunu duydu, dinledi. Bunlar, uyarışa uymamanın sembolleri oldular.

Çağımızda uyarma ödevi, müslüman öncülerindir. Bu öncüler, müslümanları ve bütün insanlığı uyaracak­lardır.

Bilim, düşünce, sanat, din, ahlâk alanında uyarma.

Uyarma, ülkelerin üstüne göksü bir çerçeve gibi iner. İnsan ondan korkar ilkin, fakat yine de onun bu dünyayı aşkın kaynağım az çok bilir.

Çağımızda büyük ateşler yanmış, olaylar, eşya de­ğişimleri kendi diliyle insanlığı uyarmıştır. Şimdi sıra, insanın inşam, açık ve seçik uyarmasına gelmiştir.

Şimdi bir kere daha sıra uyarmaya gelmiştir. Geriye dönüşsüz bir gelişmenin başında, insanın içindeki yıl­lanmış putatapıcılık kuşkularını arıtacak bir uyarma­ya.

Kitaplardan kitaplara, ruhlardan ruhlara sıçrayan bir uyarış kıvılcımına sıra gelmiştir.

Çan, ruhu yaralar durur. Ezanın uyarışına sıra gel­miştir.

Uyanış, bir uyarış sonucunda olursa verimlidir. Yok­sa, uyarışsız ayağa kalkan, çağın korkusuyla boğulabilir. Ama, uyanla uyanla uyanan tam uyanmıştır.

Bir ölü gibi çağların kıvrımında katlanıp kalmış olan insanlık, bir uyarışla uyanırsa, geri dönüşsüz, batmasız bir dirilişe doğru gidecektir. Ricat yolunu kapayan uya­rıştır.

Peygamberimiz, ricat yolunu kapamıştır. Kur’an, uyarışla ve müjdesiyle ricat yolunu kapamıştır. İleriye çevirmiştir insanı.

Şimdi yeniden çağımızın içinde, Kur’an’ın «ey örtü­lere bürünmüş olan! Kalk ve uyar!» sesi çınlayacaktır.

Sezai Karakoç-Günlük Yazılar 2
Devamını Oku »

Yapraklar Çevrilirken

Yapraklar Çevrilirken

Tarihin yaprakları çevriliyor. Her sayfa döndükçe, bir ateş rengi, yangın kokusu yayılıyor ortalığa.

Bir bakıyorsunuz, Hazreti İbrahim’i ateşe atmışlar. Neden atmışlar? Onları Allah’a çağırdığı için. Putlara, insanlara tapmamalarını öğütlediği için. Çağlarını kri­tik ederek geçici, yalan ve ölücü olanı gösterdiği için. Ölmeyeni, kaba ve gerçek olanı gösterdiği için attılar ateşe Hazreti İbrahim’i. İnsanlar onu yakmak istedi ama ateş yakmadı. Ateş neden yakmadı? Gerçi bu bir mucizedir ama mucizelerin de hikmetleri vardır. Haz­reti İbrahim’in tebliği ateşe tesir edecek bir yüksekliğe erişmişti de ondan ateş onu yakmadı. Hazreti İsmail’in teslimiyetinin bıçağa tesiri gibi. Hazreti İsmail o kadar teslim olmuştu ki, bıçağın kesiciliğinin ötesine geçmiş­ti. Bıçak neyi keser? Bıçağın kesmesi için azıcık ta olsa bir sertlik, bir red, bir mukavemet, bir direniş gereklidir. Hazreti İsmail, Allah’ın iradesi önünde o kadar yumuşamış, o kadar kendinden geçmişti ki, bıçak kesecek bir şey bulamamıştı. Bıçak, lisan-ı hal ile yükselen bu teslimiyetin dilinden anlamıştı.

Mucizeler başlı başına bir tebliğdir. İnsanlara ve eş­yaya tebliğ. O tebliğ eşyaya ulaşınca, eşyanın diretişi kayboluyor ve mucizenin iradesine boyun eğiyor. Eşya­nın tabiatında bir değişim yapıyor mucizelerin tebliği.

Derken tarihin yaprakları çevriliyor. Firavun as­kerleriyle, Hazreti Musa ve ona inananların peşinden gidiyor. Fakat Kızıldeniz yarılıyor, önden gidenlere yol veriyor ve Firavunla askerlerini boğuyor. Halbuki on­lar Hazreti Musa ve bağlılarını ayni suda boğmak isti­yorlardı. Neden istiyorlardı? Hazreti Musa Firavun’un gururunu kırmak istemişti, firavun kavminin zulmünü ortadan kaldırmak istemişti. Onları Allah’a ve Allah’ın yoluna çevirmişti. Onun sesini su duydu, fakat firavun ve adamları gurur yüzünden duyamadılar. Hazreti İbrahim’in de nasıl ki sesini ateş duymuştu ama Nem­rut ve adamları duyamamışlardı. Nemrut ve adamları ateşi bir vasıta olarak kullanmak istemişlerdi. Fakat ateş zulme alet olmamak için ve hakikatin kılıcı olmak için Hazreti İbrahim’in tarafına geçti. Firavun ve kavmi de suyu bir vasıta olarak kullanmak istemişlerdi. Ama su zulme alet olmamak için Hazreti Musa’nın yanma geçti.

Ve derken tarihin yaprakları çevriliyor. Hazreti Zekeriya’yı şehit ediyorlar, Hazreti Yahya’nın başını kesiyorlar. Niçin? Onları, sapıklıktan döndürmek, unuttukları Allah yoluna çağırmak istedikleri için. Hazreti Isa’ya da ayni şeyi yapmak istediler. Ama başarıya ula­şamadılar. Çünkü, zulme verilen müddet bitmişti. Koca imparatorluktan, bir kaç munis müminin sözleriyle yı­kılacaktı. Zulme verilen müddet ve mühlet sınırlıdır,bir gün gelir biter, ama hakka, adalete verilen mühlet ebedidir, bitmez.

Ve derken tarihin yaprakları bir kere daha çevrildi, peygamber kendilerini din ve dünya saadetine çağırdı­ğı için onu öldürmek istediler. Ama Allah’ın tedbiri, in­sanın tedbirinden çok üstündür. Allah inşam bir örüm­cek ağıyla da, bir güvercin yuvasıyla da korur. Sonra Medine, İlâhî bir site oldu. İnkarcılar, puta tapıcılar, mümin kardeş, baba ve oğullarını öldürmeğe geldiler. Ama Bedir’de, en keskin kılıçlarla karşılaştılar, inanmışlığın ve meleklerin, yerlerin ve göklerin kılıcıyla. O zaman gözlerine atılan bir avuç topraktan kör oldular. «Attın attın ama sen atmadın, sen atmadın. Allah attı, Allah attı.»

Yapraklar döne döne, üst üste yığıldı ve bu çağa gel­dik. Çağımızda insan yine unuttu hakikati. Yine guru­ra kapıldı. Kendi çağının Allah’ın çağından üstün oldu­ğunu sandı. Yirmi yıl arayla iki dünya cehenneminde yandı. Yine uslanmadı. Yine isyan, inkâr bataklığına saplandı. Yine ateşi ve suyu, müslümanları, müminle­ri ezmekte kullanabileceğini sandı. Şimdi onu deniyor inançsızlar, inkârcılar. Bu demektir ki, Allah’ın çağrısı­na kulak tıkıyorlar ve cezayı çağırıyorlar. Büyük cezayı çağırıyorlar. Tarihten bir yaprak daha çevrilirken, kor­karım bu sefer, tarihin kalın cildi kafalarına inecek.

Sezai Karakoç-Günlük Yazılar 2
Devamını Oku »

Gece ve Yalnızlıkla Konuşmalar

Gece ve Yalnızlıkla Konuşmalar

Akşam, yine de gündüzden parçalar taşır. Görüşmeler, konuşmalar, yüzler, kelimeler geceye karışık olarak gelir. Onun için, akşam, bir şok değildir. Yavaş yavaş İnen bir gündüz perdesidir. Fakat vakit ilerleyip gündüzün izleri çekilince, kristal bir cam kesmesinin, gece­nin içine düşersiniz.

Ve sessiz bir kuzgun gibi kanatlarıyla sizi örten gece der ki:

—Gecenin değerini bil, insanoğlu! Namazda Kur’an sesi bile geceleri yükselir. Gece okunan Kur’an, gün­düz okunandan daha çok sevap getirir; bu da Kur’an’ın sözü. Batının da gecesi batmıştır, Doğunun da çağımız­da. Alkol, şehvet ve kumar buğusuna batmıştır, insanın çağdaki çıkmazı, biraz da, gereğiyle kullanılmamış bir gecenin israfından doğmuyor mu? Çağımızda gece israf edilmiştir, gece israf edilmiştir. Ben, devrinizde, insan derisi tarafından yağmalandım insanoğlu!

Sonra yerinde silkinen kuzgun yavaş yavaş örselen­miş bir kartala dönüşür:

—Ben, büyük yalnızların, ermişlerin gecesiydim; şim­di kalabalıkların gecesi oldum. Çizgilerimi raptettiler; ekranlara çizildim. Pelerinimden yakalandım. Sesimin kabuğu ele geçirildi. İncim, bir gözyaşı gibi eriyip gitti. Banş ve muştu doğurganıyken, bir savaş aleti oldum.

Her gece böyle sızlar içimde gece. Bir gece, yine Ge­ceyi dinledim dinledim... Sonra ona dönüp dedim ki:

-Ruhumun ikiz kardeşi Gece, sen de çileni doldu­ruyorsun. Gecenin içinde bir gece vardır ve sen onu doğuracaksın. Bütün bu sıkıntıların, doğum ağrısı. Işıklardan kaçarak, eski, beyaz, yalnız taş yapıların kı­yılarında dolaş. Sıcaklığını o taşlar emsin ki kendine gelebilesin, kendini bulabilesin.

Daha neler söyledim bilmiyorum. Sonra yavaş ya­vaş gece, rengini kaybetti. Artık ne beyazdı, ne siyahtı; som yalnızlıktı.

Baktım, gece artık gece değildi. Gecede som yalnızlığı gördüm.

Ah, ben yalnızlığı gördüm, bir ordudan daha güçlü bir yalnızlığı gördüm. Yalnızlık bana bir Mısır ehramı­nın duvan gibi yöneldi ve dedi ki:

- Doğum, batım sana kurban olsun insanoğlu, sen, kalbimin şimşeğine dayanabilir misin? Âdemin yaratıl­dığı ana bir ben dayandım, başkası değil. Hz. İsa’nın doğumuna ben şahit oldum, kimse değil. Ashab-ı Kehfin uykusuna karışan bir benim, başkası değil. Ben, Hızır’ın has eriyim, başkası değil. Ben vahyi ta­şıyan Cebrail’i gördüm Peygamberle birlikte, başkası değil. Gece benim sisimdir. Sisimi tuttular, ama beni yakalayamadılar. Bana yaklaştıkça ben geri çekildim. Geri çekildikçe kat kat içime katlandım. Alanım daral­dı, ama yoğunluğum arttı. Ve kendimi gelecek zaman­ların en büyük çocuğuna sakladım. Gelecek zamanların büyük kentlerine o çocukla birlikte gireceğim. Kalaba­lıklar boyun eğecek buyruğuma.

Sonra yalnızlık sarardı, sonbaharını yaşadı. Sonra kırmızılaştı, kışın ateşinde yandı. Sonra morardı, sön­müş bir köz oldu. Sonra yeşile döndü, baharı başladı. Sonra duruldu, aydınlandı, beyaz bir yüz kazandı. Sonra simsiyah oldu. En başta gecenin siyahlığından çıkmıştı; en sonra, «siyah nur» dedikleri gizlinin gizlisi oldu. Bu siyah, öbür siyahlığın tam tersi... Faniliğin yok olduğu alanın rengi. Gerçek yokluğun rengi. Baktım, yalnızlık­tan artık ses yok. Onun çok yakınında başka bir hışırtı vardı, ötelerin ayak sesi, hafif, örtük trampet sesleri...!
Devamını Oku »

Yorulmayan İlhamlar Uğruna

Yorulmayan İlhamlar Uğruna

Düşünmek bir bakıma sormasını öğrenmektir. Ka­fanızdaki düşünceleri, eşyaya ve eşyanın ötesine soru yöneltecek bir tavra kavuşturursunuz, işte bu düşün­mektir. Metotlu şüphe, sormaktır. Bulanık şüphe, ce­vap fırsatı tüketilmiş soruların pıhtısıdır. Vakit bir pıh­tı vakti midir, siz şüpheye batmışsınızdır. Işığa götüren sorular vardır, şüpheye batıran sorular vardır.

Bilgin de soru soran bir adamdır. Eşyadan cevap ko­parmasını bilen adamdır.

Çocuğun ilk ağlayışı bir sorudur. Yaşamak için açılmış yepyeni bir sorudur. Dünyayı sora sora öğrenir ço­cuk.

Ezberletilmiş sorular da vardır. Belli cevaplar alın­sın diye ezberletilmiştir bu sorular.

Nesiller vardır ki, soruları da ezberletilmiştir, ce­vapları da. Kalıcı bir eser bırakmadan, kâğıt üstündeki nesiller gibi gelip geçer bu nesiller.

Soru, bir esere dönüşen soru, büyük bir emekle hak­kedilir. Hakkedilmeyen soruların cevabından korku­lur.

Eser de bir sorudur. Gelecek zamanın insanı verecektir bu sorunun cevabını.

Yazar, düşündüren adamdır. Düşünene, soru sorma­sında yardıma olandır.

İnsan vardır, geçtiği yere düşünce izi bırakır. Alınlarda derin düşünce izleri bırakır gider. Çok sonra fark edilir bıraktığı iz.

Bir vakit gelir, soru, düşünce de aşılır, cevap kendi­liğinden gelir.

Bir insanın, hayatında da bu böyledir, bir toplulu­ğun hayatında da.

İlham, düşünce ve ruh çilesi çeke çeke sorusuz cevap almağa hak kazanmış üstün insanın hakkettiği bir ba­ğıştır, İlâhî bir bağıştır.

Çağ vardır, ilham doludur, çağ vardır kısırdır.

Şimdi, Ortadoğu ülkeleri, ezber sorular döneminden araştırmalı soru dönemine geçiyor. Bir gün de gelecek ilham dönemine geçecek.

Gel, ey vücudunda peygamberlerden hatıralar taşı­yan toprakların ilhamı!

Bir gün gelecek, yalnız insana değil, nerdeyse taşa toprağa ilham gelecek.

İşte biz günlerden o günü, vakitlerden o vakti soru­yoruz.

Döktüğümüz soru terleri o ilham vakitleri içindir.

Analara, ilham vaktinin çocukları için bir ilham gel­sin diyedir.

Kafamızı çarptığımız cehennem yapılı amansız soru­lara katlanmamız, o ilham vaktinin hatın içindir.

Çekilen çile, ne dünya için, ne bir yudumluk hayat için; geleceklerin ufkunda ilahi siteyi canlandıracak ilhamlı düşünceler için.

Gölge ne düşünürse düşünsün, güneş kendi kavsini çizer, yolunu tamamlar.

Soru düşünceye çıkar, düşünce ilhamın önünde boyun eğer. Nasıl ki ilham da vahyin önünde boyun eğmiştir.

İlhamın vahye boyun eğdiği gibi, düşünceler gelen ilhama, sorular da ilhamlanmış düşüncelere boyun eğerse, değeri er hiyerarşisi böylece kurulursa, insan ve toplum, kalb sağlığı içinde, zaman ve tarih içinde, var olmanın alanına ayağını basmış demektir.

Batı sorudur, Soru, batıda hafakan haline varmıştır çağımızda. Çağımızda batının buhranı, biraz da ilham­dan uzak olmanın hafakanıdır.

Şimdi bu hafakan bütün dünyayı sarmıştır. İlhama yatkın doğu topraklan da şimdi ayni sorularla sarsılı­yor. Ama, bu soruların cevabı gelecek. Batılıya gelen cevaplar gibi değil, değişik cevaplar olarak gelecek.

Batıda soru düşünceye dönüşmekte, düşünceler de ufukta bir çizgi olarak kendi içine kıvrılmaktadır. Do­ğuda ufuk açıktır. Sorular kimi zaman düşüncelere, kimi zaman da düşünceleri de atlayarak ilhama çıkar.

Doğu, bilerek bilmeyerek cevabını ilhamdan ister.

Ve sorular biter, düşünce yorulur, ilham ne biter ne yorulur.

Sezai Karakoç-Günlük Yazılar 2
Devamını Oku »

Eskimeyen

 

EskimeyenHer şey eskir şu dünyada. Eskimeyen hakikattir.

Dünyada, sanki eskime, biricik kuraldır. O kurala karşı koyma da yaşamanın şartı. Canlı bir özle karşı konulur, eskimeye karşı durulur.

Dağ, taş, ağaç, yıldız ve gök eskir. Eskimeyen haki­kattir.

Eskitmeyen, eskimeye karşı koyan canlı öz ruhtan doğmadır. Ruh da İlâhî bir kaynaktan.

Ay, güneş, su, ateş, zaman ve saat eskir. Eskimeyen hakikattir.

Canlılığın ve diriliğin mayası, evet, İlâhî bir kay­naktan geliyor. Kaynağa en yakın bir alevden. Eşyanın şahdamarında atan nabız, bu yakınlığın ateşiyle diri. Şurda burda bu yakınlığın, bu canlılığın ateşi yakılmış. Bahar, yeşil bir ateş harmanı.

Düşünceler, sistemler, doktrinler, kapitalizm, ko­münizm, sosyalizm eskir. Eskimeyen hakikattir.

Canlılık bir kaynaşmada, bir bağdaşmada gerçek­leşiyor. Eskimeyse, bir çözülüş, bir kopuş, bir ayrılışla başlıyor. Bir araya gelen düşünceler bir senteze ulaşı­yor. Ve gün geliyor, yıpranan bir tertip eriyor, çözülü­yor. Tahliller tahlilleri eskitiyor, tepkiler tepkileri es­kitiyor.

Evet, tahliller, terkipler, yazılar, incelemeler, dene­meler eskir. Eskimeyen hakikattir.

Yenilenme, mecazî olsun, hakikî olsun ölümden sonra dirilme, tazelenme, onarılma, düşmüşken ayağa kalkma, unutulmuşken hatırlanma, yorulmuşken din­lenme, uzaktaki kelimeleri yaşama alanına çeken çağrışım,bütün bunlar, ruhun, eskimeye karşı donandığı kuvvetlerdir.

Devletler, milletler, haklar, vatanlar, ocaklar, yurt­lar eskir. Eskimeyen hakikattir,

Propaganda, reklâm, hatır enflasyonu, yaşatmak için kullanılan yaşatıcı özden mahrum her vasıta ömrü uzatamaz.

Bütün bunlar eskir. Eskimeyen hakikattir.

İnsan niçin yaratıldı? İnsan eskimeyen bir hakikat için yaratıldı. Eskimeyen, eskitilemeyen bir hakikat için.

Gün gelir, kıyamet bile eskir. Eskimeyen hakikat­tir.

Bir gömülüştür gidiyor. Zamana ve toprağa bir gö­mülüştür gidiyor. Gömülen gözleri de beraber sürük­lüyor. Gözler de beraber gömülüyor. Ama hakikati eskitecek yok. Hakikati, kim gömebilir? Hakikati kim eskitebilir?

Tören, şatafat, şölen, bal ve yağ, şarap ve zehir es­kir. Eskimeyen hakikattir.

Şehvet etin eti, etin kemiği yalan yere canlı tutuşu­dur. Eti ve kemiği asıl canlı tutan ruhtur. Ruh gittikten sonra, hangi şehvet, insanı hayatta ve ayakta tutabi­lir? Ruhun çekildiği toplumdan, sonsuzluğun şarkısı mı yükselir? Hayattan sonra ölümün geldiği gibi, ruh gelirse, ölümden sonra da bir hayat gelir.

Ölüm ve hayat, tarih ve tabiat eskir. Eskimeyen ha­kikattir.

Her şey eskir. Eskimeyen hakikattir.

Sezai Karakoç - Günlük Yazılar 2
Devamını Oku »

Yolu Yenen

Yolu Yenen

Gidiyoruz, gidiyoruz, gidiyoruz, sonra dönüp arka­mıza bakıyoruz ki, bir çuvaldız yol gitmişiz. Bir masal içinde yaşıyoruz da onun için mi? Yoksa kaskatı gerçek­ler mi zahmet çokluğunu, alınmış yol gibi gösteriyor? Yoksa dümdüz sanılan yol, bir tabakadan ansızın bir başka tabakaya düşüş yüzünden, içice girmiş çemberler gibi dolambaçlı da ondan mı?

Belki.

Ama yolun çetinliği, sonunda, ulaşılacak olanı bü­yütmektedir. Yani, bir bakıma, hedeften, varılmak is­tenen noktadan sonrasını kolaylaştırmaktadır. Sen, yolla uğraştıkça, varmadığın hedef de yerinde duracak değildir. Belki de hedef de seni artık beklemeyecekte kendi kendini kurmaya kalkacaktır. Ama bu yine senin eserindir. Sen yolla uğraşmasan, yolun son ucunda böy­le bir karıncalanma ve kımıldanma beklemek hakkın olamaz. Ama sen yolun kendisiyle uğraştıkça, hedefe varmak umudu hiç kaybolmayacak demektir. Hedefin şuurunu zorluyorsun demektir. Elbet, «her güçlükten sonra bir kolaylık vardır». Sen, ileriye doğru hamle ya­pıp, içinde ilerlediğin tabakaların toprak damarlarının elverişsizliği yüzünden döne döne yine ayni noktaya, çıkış noktasına dönsen bile, kazançlısın. Çünkü, nokta ayni nokta olsa da, sen artık eski sen değilsin. Yol iler­lememiş de olsa sen ilerlemişsin. Kaybettiğin mesafele­ri ve zamanı elverişli ilk rüzgârda geri alabilirsin. Bir şey ki, ilerde oluşmaktadır, sen ona yetişeceksin.

Şartlar hazır olmasa da, insan hazır oluyor ya, bu da ilerlemenin ta kendisidir. Sen etten gözleriyle değil, zi­hin gözleriyle, iç gözleriyle bu ilerlemeyi görenlere bak ey ideal arkadaşım! Sen konuşanlara değil, susanlara bak.

Büyük alınyazıları, çetinliklerden yazılmıştır.

Bayram, asıl zindandan ve asıl kurbandan gözlen­miştir.

Yepyeni bir dünya, hep sabırdan ve imândan bek­lenmiştir.

Bırak, kara basın, inkâr basını, onlar bizimle uğraş­sın. Nasıl olsa bir gün onlarla uğraşan, evlerinin için­den çıkacaktır. Bu bir İlâhi bağıştır: kutlu çocuk, Musa, firavunun sarayında yetişecektir.

Döne döne ayni noktaya dönsen bile bu yolda dön, yine dön! Çünkü bu dönme, Mevlâna’nın dönmesidir.

Yalnız ayakların değil, sesin de var. Gidemediğin yerleri çağırabiliyorsun ya. Hem ilerle, hem çağır. Sen gidemesen bile, çağırdıkların sana gelecektir.

Sen asıl öze bak, mayaya bak. O düzelince hepsi bir­den düzelecektir. Teker teker suyu, toprağı, havayı ılıklaştıramazsın. Bahar gelince hepsi birden ısınacaktır. Öyleyse, sen ayrı ayrı suya, böceğe, ağaca, taşa bakma, bahara bak.

İnsanın içindeki baharı gözle, baharı bekle.

Yola ne bakıyorsun, yolcuya bak. Yolu nasıl olsa gi­decek olan o değil mi?

Yolun çetinliğinden ve uzunluğundan, bitmezliğinden ne yakınıp duruyorsun? Her doğan gün, gidiş gücü­nü tazeledikten sonra.

Kitaptan gelen bad-ı saba, ruhunu ve vücudunu ile­rilerin esintisiyle doldurduktan sonra.

Kendime böyle dedim; size de böyle derim.

Sezai Karakoç-Günlük Yazılar 2
Devamını Oku »

Kelimeler

Kelimeler


Kelimeler, üzüm bağlarının yakalandığı floksera hastalığı gibi bir hastalığa yakalanmış. Kelimeler, hastalıklı üzümler gibi pas tutmuş. Soylu koşu atlan arabalara koşula koşula nasıl biçim ve ruhunu yitirir­se, inançsızlığın radyoaktif tozlarıyla yüklü bir bulutun üzerine çöktüğü günümüzün kelimeleri de, öylesine, deforme olmuş, atla eşeğin arasından fırlayan yaratı­ğın kaderini yüklenmiş. İnsanın özünden uzaklaşmış, kopmuş, neredeyse eşyanın arasına karışmış. Konuşan insan, sarf ettiği her kelimenin, etten kopan her parça gibi ruhdan kopan bir parça olduğunu unutmuş gitmiş. Yazar, bilmem kaç kelime kullandıktan sonra ömrünü tamamlamayacak da, kelimeler halinde döküldükten sonra eritilip yeniden kullanılan kurşun cinsinden bir kelime madenine sahipmişçesine bir güven çizgisinde. Halbuki, tekrar tekrar eritilerek kullanma katsayısı büyük sayılara ulaşabilecek kurşunun bile bir firesi vardır. Kelimelerin firesi, büründükleri et ve kemik olan kurşundan daha az değil, kurşunun firesinden daha az değil.


Dua olup hep gök katına çıkarılacağına, cüruf olup yeraltına indirile indirile, gün yirmi dört saat kurşun bulamacına batınla çıkanla, ruhla, Kutlu Kitapla, Cebraille dostluğunu yitirmiş, eşya ülkesine sürgün edilmiş, üslûbuna tertip hatalarından doğan bir üslûp ortak olmuş, berrak bir dağ kaynağı gibi akan yazıların ağırlığım çekemediği, ancak kırık, dörtgen kenarlı, sert köşeli latin vadisinde yaşayabilen cüzzamlı kelime­ler...


Soyluluğunu mermer mezar taşlarına, kurumuş çeş­melerin kitabelerine, cami duvarlarının boy erişmez yüksekliklerine, mavi bir kan damlayan çinilere soyunarak, yirminci milât yüzyılının konfeksiyon işi ruhuyla donanarak uçak postalarına yetiştirilen fabrikasyon verimi kelimeler.


İlhamdan, vahiy terbiyesinden, sadık rüya ateşin, den, dağ yakısından, zeytin, çam ve hurma ağaçlarının çiğlerinde yıkanmış olmaktan, seherden ve pınar çağıltısından, sancak hışırtısından, secde zuhurlarından, tekbir ve salâvatların bereketinden mahrum kelime­ler.


Çağın kelimeler iklimi.


Bir Kanunî’nin kelimelerine bakınız, bir de Kosigin’in kelimelerine bakınız; aradaki farkı anlayacak, kelime­lerin yakalandığı biçim değil, öz, dil değil, ruh hastalı­ğının sırrına ereceksiniz.


Kaybolan kelimeler, kullanılan kelimeler, kullanılı­şı azalmış veya artmış kelimeler ve bu azalış artışların matematik ifadeleri, kelime muhtevalarının genişleyen ve daralan alanları, bu genişleme ve daralmanın geo­metrik ifadeleri aransa ve dillerin üç buutlu, hatta bir de zaman ve tarihi katarsak dört buutlu, derinlikli tab­loları yapılsa, insanın kendini yeniden kurarken hangi noktadan yola çıkacağının ilk ipuçları belirecektir.


İnsan, bu kelimeler tablosunda can vermeden, ke­limelerin kıyametini çağıran sûr, insanın kıyamet sûrundan önce üflenmeden, sözlere can veren, kelime­lere balrengi bir fecrin ölümden sonraki dirilmesini ba­ğışlayan İlâhi kelâma dönmek gerek.


Sezai Karakoç-Günlük Yazılar 2

Devamını Oku »

Diriliş

Diriliş


Kışa bakarsanız, kış, görünüşüyle hiç de baharı, hele yazı vâd etmez. Yaza bakarsanız, yaz, sonbaharı, hele kışı çağıracakmış gibi hiç gözükmez. Ama insan, tecrü­beleriyle bilir ki, yaz ve güzden sonra kış gelir. Kıştan sonra da bahar ve yaz. Bunun gibi, toprağa ve çürü­meye terk edilen ölüye bakarsanız, yalnız ona bakar ve karşılaştırma duygunuzu çalıştırmazsanız, her yerde ve her şeyde ölüden diri, diriden ölü çıkartan Allah’ın kudretini görmezlikten gelirseniz, ölümden sonraki dirilmeyi inkâra zorlayan şeytana kolaylıkla avlanırsı­nız. En ufak bir zehir karşısında etiniz bir reaksiyonda bulunuyor ve kemiğiniz sızlıyor, yani vücudunuz bir cevap ve bir hesap veriyor da, ruhunuzun, günah ve sevapları için hesap ve cevap vermek üzere, ona bağlı vücudunuzla birlikte, yarın, Yaratıcının karşısına çık­maması mümkün mü?


İnsan, öldükten sonra dirilecek ve hesap verecektir. Yoksa bu hayat, başlar başlamaz biten bir şarkıdan farksız olur. Rüya hayata göre neyse, bu dünya hayatı da öte dünya hayatı önünde odur. Bir bakıyoruz, güneş doğmuş, sonra yükselmiş, sonra tam ortaya gelmiş, sonra sararmış ve eğilmiş, sonra batmış. Ama, yarın gene güneş doğacaktır. Hayat da güneş gibi doğum, yükselme, iniş ve batış çizgilerini taşır. Fakat yine bir doğum olacak. Hattâ, denebilir ki, ölümden sonra insanın dirilmesi, güneşin yarın doğmasından daha kesindir. Çünkü: insan, güneşten bin kere daha doğmaya daha çok lâyıktır. İnsanın anlamı, güneşten üstün. Güneşi, ayı ve toprağıyla bu dünya bir zifaf odası gibi hazırlandı da, insan ondan sonra geldi. Zifaf odası insan için midir, insan, zifaf odası için mi? İnsan, mu­hakkak öleceğini bildiği halde, yine kalbinde, hep ebedi yaşayacakmışçasına bir duygu taşımaktan da geri durmaz. Bu, ölüm korkusundan dolayı değil, Ölümden sonraki hayatın belli belirsiz izini taşıdığımızdan doğuyor.


Medeniyet ve kültürler de böyle. Bir medeniyetin ölümü yaklaşmış sanırsınız, işte tam o sırada öyle bir çiçeklenme gösterir ki şaşarsınız. Sanırsınız ki, bir me­deniyetin kışı onu ölüme götürmektedir. Fakat ansızın o medeniyetin yeni bir baharı geliverir. Kültür yeniden filizlenir, yeniden boy atar. Ağaç yeniden yapraklanır ve yemişlenir.


Çağımızda İslâm kültürü de işte böyle yeni çiçeklen- meye gebedir. Tükenen ve son ucuna varan, insanların atılımlarıdır. Fakat belli bir süre dinleniş, kabuğuna çekilişten sonra yeni bir atılım gelir. İslâm dünyasının her yanında böyle bir kültür hamlesinin işaretleri belir­miştir. Bunlar gün geçtikçe zenginleşecek, kökleşecek ve sonunda boy verecektir. Toprak sert, taş kuvvetlidir. Fakat, tohumun içindeki kımıldanış, en sert toprağı yaracak ve en ağır taşı yerinden kaydıracak güçtedir. Nice mezarlar görürsünüz; dikilen fidan bütün mezarı kaplamış, mezar taşını da yerinden sökmüş, hatta yut­maya başlamıştır.


Siz Allah’ın yolu silinip gidecek, kaybolacak mı sa­nıyorsunuz? Siz, dünya, hep karanlıklar içinde, zulme bulanmış doktrinlerin deneme tahtası olarak kıyamete kadar sürüklenip gidecek mi sanıyorsunuz? Siz, Kur’an dipdiri ışıklarını saçıp dururken, insanda ve eşyada en ufak bir değişiklik yapamayacak mı sanıyorsunuz? Siz, insanın bu gururunun bir sonu gelmeyecek mi sanıyor­sunuz? Siz Allah’ın verdiği mühletin dolmayacağını, hep şeytanın kölesi olmakta devam edeceğinizi mi sanı­yorsunuz? Siz, vaktin bir putataparlık bataklığına sap­lanıp kaldığım ve bir daha ordan kurtulamayacağım mı sanıyorsunuz? Siz, gömdüğünüz hakikatlerin bir daha açıklanamayacağını, sandukaların yarılıp açılamayacağını mı sanıyorsunuz? Siz böyle sanıyorsanız, iyice biliniz ki, büyük bir aldanış içindesiniz. 

Devamını Oku »