Türkiye’de Tarih Ders Kitaplarında Avrupamerkezcilik



Ahmet Şimşek*

*Doç. Dr., Sakarya Üniversitesi, Eğitim Fakültesi, Ortaöğretim Sosyal Alanlar Eğitimi... İnsan & Toplum, 3(6), 193-222.

Öz: Bu çalışmada, Türk tarih ders kitaplarında Avrupamerkezcilik konusu incelenmiştir. Bunun için önce Avrupamerkezciliğin tarihyazım alanına sızma biçimleri ve unsurları belirlenmiştir. Bunlar tarihsel zaman, tarihsel mekân, tarihsel olgu, kişi (kahraman) ve olay, tarihsel model, tarihsel anlatıda Avrupamerkezciliktir. Bu amaçla Türkiye’de liselerde okutulan tarih ders kitapları, bu kriterlere göre
doküman analizi ve söylem analizi teknikleriyle incelenmiştir. İnceleme sonunda kitaplardaki ilerlemeci tarihsel zaman anlayışında bir iyileşme olmamakla birlikte kitaplarda eş zamanlılık bilgi kartları, eş zamanlı tarih şeritleri ve karşılaştırmalı tarihsel bilgilere yer verilmesi olumlu bulunmuştur.

Buna karşın “kesintisiz Avrupa ilerleyişi miti” ve “çağ taksimatı” sorunu hâlâ varlığını sürdürmektedir. Kavram olarak doğrudan Avrupamerkezci zihniyetin ürünü olan “Coğrafi Keşifler”, “Orta Doğu”, “Uzak Doğu” kavramları hâlen yer almaktadır. Antik Çağ ve Yunan-Roma Uygarlığı, Coğrafi Keşifler, Rönesans, Reform, Sanayi İnkılabı, Modern Bilim, NATO gibi konuların işlenmesinde, hâlâ Avrupamerkezci zihniyetin yansımalarını görmek mümkündür. Tarihsel mekân bağlamında Merkator tarzı haritacılık ders kitaplarında yer almaktadır. Ders kitaplarında büyük ölçüde Türk tarihi merkezli bir anlatı benimsenmiş olsa da Avrupa ile ilgili konularda hâlâ Avrupamerkezci yaklaşıma kayıldığı fark edilmiştir. Ders kitaplarında Avrupamerkezci modellere iltifat edilmemekle birlikte, Avrupa’nın 12. yüzyıldan başlayan “büyük kesintisiz ilerleyişine”ilişkin genel bir kabulün ifadelere yansıdığını görülmüştür.

“Doğru... Beyaz adamın ülkesinden gelen her şey doğru;tüfekler ve barut doğru; öyleyse dininiz de doğru olmalı…”(Fijili Reis Thakombau)(Marshall Sahlins, 1998, s. 55-56)

Giriş

Yaklaşık iki yüzyıldır dünya siyasetine ve ekonomisine hâkim olan Avrupa, bu hâkimiyetini zaman içinde hayatın tüm alanlarına doğru genişletmiştir. Her muktedir merkez/ler gibi elde ettiği üstünlüğe “meşruiyet” kazandırmak için iktidarını daha da
geçmişe götürme konusunda kararlı davranmış, bu üstünlüğünü, özellikle 19. yüzyıl-dan başlamak üzere günümüze kadar tarih alanında Avrupamerkezci bir zihniyet/söylem/ideoloji olarak ortaya koymuştur. Tarihe dayandırılabilen her fikrin ebediyen meşruluk kazandığı iktidarlarca bilinmekteydi. Tarih, öylesine “serbest” ve “geniş” bir alandı ki olayların bilinçle seçimi, sunuluş ve yorumlanış tarzı “iyi” ayarlandığında iyi tasarlanmış bir modele tekabül edebilirdi. Araştırma yönteminde ve ifade gücünde baskın çıkan bir model ya da kuram, böylelikle kısa zamanda bilimsel kesinlik kazanmakla kalmıyor, “geçmiş tüm zamanlar” hemen bu yeni iş gören kuram içinde iş gören bir fonksiyon kazanmış oluyordu (Bulaç, 1996, s. 16). Bu bağlamda Avrupamerkezciliğin,özellikle tarihyazımı ve bununla ilişkili olmak üzere tarih öğretimi alanlarında etkili olduğu görülmüştür (Amin, 2007; Khella, 2005; Şimşek, 2007).

Avrupamerkezcilik Nedir?

Avrupamerkezcilik; bilim, felsefe, sanat başta olmak üzere yaşamın her alanında Avrupa düşüncesi ve uygarlığının diğerlerinden (ki burada diğerleri Avrupa dışında kalanların tamamıdır) üstünlüğü tezini açıktan ya da gizli olarak savunan yaklaşımdır (Şimşek, 2007, s. 16). Avrupa uygarlığının yegâne uygarlık olduğunu, fetih/keşifler öncesinde de Avrupa’nın diğerlerinden üstün olduğunu, diğer uygarlıklardan aktarım yapmadığını savunan, kendini merkeze yerleştiren bir düşüncedir (Berikan & Şimşek,2011, s. 305).

Avrupamerkezcilik, Batılı ve demokratik oldukları düşünülen Antik Yunan’a, Roma İmparatorluğu’na ve nihayetinde Avrupa’nın ve Amerika’nın metropollerine ulaşan tarihsel bir süreci barındırır (Stam, & Shohat, 2002).Bir ideoloji olarak da tanımlanan Avrupamerkezcilik, yaygın ideolojilerin ve toplumsal kuramların çoğunda göze çarpan sistemli ve önemli çarpıtmalar içeren bir paradigmadır. Tüm paradigmalar gibi, çoğu zaman “sözde kesinliklerin ve sağduyunun bulanık ortamında” hiç zorlanmadan işler. Dolayısıyla Avrupamerkezcilik, medyanın sunduğu basmakalıp fikirlerde olduğu gibi sosyal bilimlerin çeşitli alanlarına mensup bilim insanlarının değerlendirmelerinde de görülür (Amin, 2007, s. 15).

Bu düşüncenin temelinde Avrupa-Avrupa dışı (West-Rest) veya Batı-Doğu ikilemi vardır. Buna göre Batı dinamizmi, akılcılığı, liberal demokratik bir ortamı, Doğu ise durağanlığı, akıl dışılığı,despotik ve otoriter hükümet biçimlerini temsil eder. Bu ayrım; gelişmiş-barbar, ileriilkel, üstün-aşağı, rasyonel-sapkın gibi basmakalıp sözlerle Avrupa’nın yarattığı “ben”ve “öteki” tanımlamalarında kendini gösterir (Said, 1991, s. 149).

Avrupamerkezcililikte,“Doğu bir yokluklar alanı olarak Avrupa’nın üstünlüğünü kanıtlamak için sahnelenmiş oyunda, bir figürandır (İslamoğlu, 1997, s. 11).” Bu tanımlamaların, sadece Avrupa tarafından dile getirilen bir anlamı yoktur. Aynı zamanda tüm dünyaca zamanla içselleştirilmesi bir süreç dâhilinde olmuştur (Başkaya, 2005, s. 3).

Dünya tarihini sömürü ve emperyalizm kavramları üzerinden okuyan sosyal bilimcilerin kabul ettiği gibi Avrupa, Sanayi İnkılabı’ndan sonra yaşadığı kapitalist-endüstriyel dönüşümle birlikte önce dünyayı sömürgeleştirmiştir. Sonra mekânlara kendilerine uygun yeni adlar verip ekonomileri, toplum yapılarını yeniden tanımlayarak belirlemiştir. Diğer pek çok konu gibi zaman ve mekâna ilişkin modernizm öncesi düşünüş ve yaşam biçimlerini (kültürlerini) ya dönüştürmüş ya da dikkate almayarak unutturmuştur (Dirlik, 1998, s. 254).Böylelikle Avrupamerkezcilik, Avrupalı olmayanların elde ettikleri kazanımları kendine mal edip kendi değerleriyle sentezleyerek kendi “kültürel antropolojisini” yaratmıştır. Buna göre Avrupa, dünyanın gölgesinde kalan diğer yerlere ontolojik gerçeklik sağlayan tek paradigmatik-çerçeve olarak sunulmuştur.Örneğin“resim sanatındaki Rönesans perspektifi” gibi, dünya ayrıcalıklı tek noktadan canlandırılmıştır. Tanrısal bir lütuf gibi görülen Batı düşüncesi, haritalarda Avrupa’yı büyülterek,Afrika’yı ise küçülterek çizmiştir (Stam, & Shohat, 2002).

Avrupamerkezciliğin Tarih Çalışmalarına Yansıması/sızması

“Avrupalılık” fikrinin üstünlüğüne dayanan Avrupamerkezciliğin, yazın dünyasına yansıdığı önemli alanların başında tarih, belki de ilk sırada gelmektedir. Çünkü 19. yüzyılda tarih alanının bir “bilimlik disiplin” hâline gelmesine kadar dünyadaki durumu, genelde iktidarların kendi meşruiyetlerini sağlamak adına kaleme aldırdıkları edebiyat eserleri biçimindeydi. Tarihin belli bir metodoloji çerçevesinde yazılmaya başlanmasıyla bu rivayetçi geleneğinin dışına çıkılmış oldu.

19. yüzyılda ortaya çıkan bir bilim (disiplin) alanı olarak tarih, doğrudan doğruya yazılı bir belgeye tekabül eden metodolojiyi benimsedi. Çünkü sadece belgelere dayalı bir biçimde “gerçek” tarih yazılabilirdi. Bu metodolojinin arka planında, zamanın revaçta olan gerçekçilik felsefesi pozitivizmin tüm bilim alanlarında baskın biçimde kendini yeniden üretme çabası yatmaktaydı. Yine buna paralel olarak devrin yükselen değerlerinden uluslaşma ve ulusçuluğun da bu yaklaşımı biraz daha biçimlendirerek “millî arşiv”lerden elde edilen belgelere dayalı bir tarihyazımını ön görmesinin, tarihin bilimlik serüvenini Avrupamerkezci planda “taçlandırdığı” söylenebilir (Şimşek & Satan, 2012, s. 15-17).

Bu çalışmada, Türkiye’de okutulan lise tarih ders kitaplarında Avrupamerkezciliğin yansıması incelenmiş, elde edilen verilerden hareketle toplumun genel tarih düşüncesi ve bilgisini belirleyen tarih ders kitaplarındaki etkisinin gösterilmesi amaçlanmıştır.

Yöntem

Bu çalışma, tarihsel içerikli betimsel analiz incelemesidir. Doğan Ergun’un belirttiği gibi toplumbilimseli konu edinen araştırmalar için yöntem esas olan bir “plan”dır. Her toplum bilimsel araştırmanın bir “felsefi” anlamda bir de “bilimsel” anlamda yöntemi vardır (Ergun, 1993, s. 38). Buna göre bu incelememizin felsefi olarak yöntemi, öncelikle Avrupamerkezcilik düşüncesi/söyleminin tüm açıklığı ile ortaya konması ve bunun tarihyazım ve öğretim alanına etkilerine ilişkin zihinsel hazırlık oluşturmuştur. Bilimsel yöntemini ise tarihyazımı ve öğretimine Avrupamerkezci düşünce/söylemin yansımalarının hangi boyutlarda olduğunun tespit edilmesine ilişkin toplanacak verinin,aranması gereken boyutların belirlenmesinden oluşmuştur.

Araştırmacının, bulgulara ve sonuca nasıl ulaştığını açıklaması nitel çalışmanın geçerliğinin önemli ölçütlerinden biridir (Yıldırım & Şimşek, 2003).Bu sebepten inceleme sürecindeki kavramsal çerçeve ve inceleme adımları, ayrıntılı olarak sunulmuştur: Çalışmamızda, önce Avrupamerkezciliğin argümanlarından yola çıkarak tarihsel bilginin doğası göz önünde bulundurularak Avrupamerkezciliğin Türk tarihyazımına sızma yolları/biçimleri literatürden hareketle kritik bir okuma ile ilk kez sistematik biçimde açıklanmaya çalışılmıştır. Elde edilen bu unsurlar, kavramsal arka planlarıyla birlikte kısa ve belli bir sistem dâhilinde açıklanmıştır.

Böylece incelemenin yöntemsel boyutunun kavramsal temelleri inşa edildikten sonra, buradan Türk tarihyazıcılığında Avrupamerkezciliğin toplumdaki tarih düşüncesine yansımasını göstermesi bakımından Türkiye’deki günümüz lise tarih kitaplarındaki iz/leri sürülmüştür.

Türkiye’de lise tarih ders kitaplarında Avrupamerkezciliğin izlerini ortaya çıkarmak istememizin gerekçesi, bu kitapların toplumun genel tarih bilgisinin düzeyini ve yönünü büyük ölçüde belirlemesindendir. Diğer yandan tarih ders kitaplarında Avrupamerkezcilik üzerine şimdiye kadar yapılmış herhangi bir incelemeye rastlanmaması da bu çalışmanın konusunu belirlerken etkili olmuştur.

Araştırmacı, 2006’da yayımlanan “Türkiye’de Tarih Öğretimin Ulusallığı ve Avrupamerkezcilik” adlı makalesinde tarih eğitiminde Avrupamerkezci düşünceyi tespit ederek eleştirirken ulusal tarih vurgusundan hareket etmiştir. Bu da zaman zaman“özcü” bir yaklaşımın söyleme yansıması gibi bir sorunu beraberinde getirmiştir. Bu bağlamda, bu çalışmada Avrupamerkezci söylemlerin tespiti yanında, ders kitaplarında rastlanan ve tarih eğitimi açısından başka bir sorun oluşturan “özcü” yaklaşım içeren cümlelere de dikkat çekilmeye çalışılmıştır. Çünkü araştırmacı, tarih eğitiminin her düzey ve durumda tarihsel gerçeğe uygun yapılması gerektiğine inanmaktadır.

Betimsel analiz için kavramsal çerçeve oluşturma

Buna göre tarihyazım literatüründen hareketle belirlediğimiz “tarihsel bilginin unsurlarında Avrupamerkezcilik” konusu, ders kitaplarında ana hatlarıyla;

1. Tarihsel zamanda Avrupamerkezcilik,
2. Tarihsel mekânda (coğrafya) Avrupamerkezcilik,
3. Tarihsel kavramlarda Avrupamerkezcilik,
4. Tarihsel olgu, kişi (kahraman) ve olaylarda Avrupamerkezcilik,
5. Tarihsel/toplumsal modellerde Avrupamerkezcilik,
6. Tarihsel anlatıda Avrupamerkezcilik boyutları açısından incelenmiştir.

Bu kriterlerin tarihsel arka planları ile birlikte ne anlama geldikleri, hangi bağlamda dile getirdikleri aşağıda ayrıntılı biçimde açıklanmıştır:

Tarihsel Zaman ve Avrupamerkezcilik

Tarihsel bilginin en önemli unsurlarından biri “zaman” kavramıdır. Tarihte kronoloji,tarihsel olayların geçmişten bugüne bir sıradizin (kronoloji) içinde sunulmasını anlatır.

Kronoloji olmaksızın bilimsel/metodolojik bir tarihyazımının ve öğretiminin mümkün olmadığı bilinir (Safran & Şimşek, 2006; Şimşek, 2006).Roma Kilisesi’nin öncülerinden Augustinus, tarih kavrayışına çizgisel olan ve sürekli ilerleyen bir zaman anlayışını getirmiştir (Özlem, 1996, s. 22-23). Öncesi karanlık, sonrası aydınlık olarak düşünülen bu çizgisel tarih anlayışı, kendi içinde önemli (çağ açan) bazı olaylarla ara merkez/ler oluşturmuş ve birçok döneme bölünmüştür. Bununla,evrenselciliğin simgesi olan bütün tarihsel olaylar için ortak bir zamandizinsel çerçeve benimsenmiştir.

Bu dönemlendirmenin evrensel bir din olma iddiasındaki Hristiyanlığı kapsadığı varsayılmış, zamanda ilerleme fikri aydınlanma döneminde bile devam etmiştir (Aysevener & Barutca, 2003, s. 34, 36-37). Böylece tarihsel süreç, “her şeyi Avrupa tarihi merkezli olarak ileriye ve geriye doğru tarihlendiren tek evrensel kronoloji” şeklinde tasvir edilmiştir (Alkan, 2009, s. 31-32).

Türk tarihyazımı ve öğretiminde de etkili olan bu zaman nosyonunun ders kitaplarında şu açılardan incelenmesi mümkün görülmüştür:

- Kesinkes ilerleme düşüncesi sayesinde “geçmiş” ile şimdi ve gelecek arasında kesintisiz bir süreklilik yaratılarak tarihin kesintisiz ilerlediği iddiası,

- İlerleme fikri sonucunda çıkarsanan geçmişteki dünyanın daha olumsuz (daha karanlık, insanların daha az zeki, daha az çalışkan vs.) şimdiki bizlerin oluşturduğu dünyanın ise daha olumlu, gelecekteki dünyanın ise çok daha aydınlık ve olumlu olduğuna ilişkin zihinlerde idealize edilmiş bir zaman “mit”i,

- İlerlemenin tek bir düz çizgi (diyakronik) hâlinde (genellikle Avrupa tarihine odaklı biçimde) kesinkes, “reddedilemez bir ortak gerçekliğe” sahip olduğu “mit”i,Kesinkes ilerleyen düz çizgisel zaman nosyonunun kavranması için icat edilen dönem-
lendirmelerde sadece Avrupa tarihinden bilgilerin kullanılmasına rağmen vurgulanan
evrensellik iddiası.

Tarihsel Mekân (Coğrafya) ve Avrupamerkezcilik

Avrupamerkezciliğin tarihsel anlamda izlerini görebileceğimiz diğer bir unsur, tarihsel mekânın simgesel olarak inşa edildiği tarih haritalarıdır. Avrupalı denizcilerin yüzyıllar öncesindeki imkânlarla geliştirdiği, ancak, kullanılması kasıtlı biçimde sürdürülen Merkator harita projeksiyonuna bağlı olarak yapılan bu haritalarda Avrupa toprak büyüklüğü ve insan topluluklarının çeşitliliği Hindistan’dan bile daha fazla gösterilmekte, dünya atlaslarında diğer uygarlık merkezlerinden daha merkezde ve yukarıda konumlandırılmaktadır.

Tarihsel Kavramlar ve Avrupamerkezcilik

Tarihsel bilginin tanziminde, Avrupamerkezciliğin vurgulandığı pek çok tarihsel kavram vardır. Bunları, öncelikle evrensel değeri olanlar ile salt Avrupamerkezci zihniyetin ürünü olarak tasarlanmış olanlar şeklinde ikiye ayırmak mümkündür. “Modernizm”,“kapitalizm” gibi kavramlar, evrensel değeri olanlara örnektir ve bu tartışma dışında tutulmuştur.1

Avrupamerkezciliğin doğrudan vurgulandığı kavramların başında “coğrafi keşifler”, “Uzak Doğu”, “Orta Doğu”, “Orta Çağ”, “Antik Çağ”, “uygarlaştırma (medenileştirme)” “Aydınlanma”, “merkantilizm”, “mandacılık”, “sömürgecilik”, “burjuvazi”gibi kavramlar vardır. Bunlar, Avrupa’nın kendi konumundan hareketle icat edilmiştir.2

Tarihsel Olgular (Kişiler, Kahramanlar ve Olaylar) ve Avrupamerkezcilik

Avrupamerkezci düşünceye göre kurgulanmış ve Türk tarihyazımına genel bir kabul ile girmiş tarihsel olgulardan en bariz olanları şunlardır:

- Demokrasinin Antik Yunan’dan başlamak üzere (kesintiye uğrasa da) Avrupa coğrafyasında 1215 Magna Carta’sı, 1774 Amerikan Bağımsızlık Bildirgesi, 1789 Fransız İhtilali merkezinde kabul edilerek özellikle 19. yüzyılda geliştiği,

- Colomb’un 1492’de Amerika’yı keşfettiği ve başlayan coğrafi keşifler çağının insanlığın bilimsel ilerlemesini beraberinde getirdiği,

- İnsan hak ve özgürlüklerinin, eşitliğin 1789 Fransız İhtilali’nden itibaren 19. yüzyılı da içine alacak biçimde gelişerek bugüne neredeyse bir miras gibi geldiği,

- 19. yüzyılın bir modernleşme devri olmasına karşın bu modernleşmenin ve hatta sanayileşmenin tüm Avrupa toplumlarınca topyekûn, hızlıca, homojen ve yüzyılın
tamamını içerecek biçimde olduğuna inanılır. Sömürgecilik üzerinde gerektiği gibi durulmaz.

Tarihsel Modeller ve Avrupamerkezcilik

Avrupamerkezci düşünce, “değişim” ve “süreklilik” kavramlarına ayrı bir vurgu yapmıştır.3

Buna göre insanlığın ya da toplumların tarihsel gelişim modellerinin en bilineni,tarihin “Antik Yunan” ile başladığı, “Roma” ile devam ettiği, “Hristiyan Feodalitesi”yle sürdüğü ve oradan da “kapitalist Avrupa”ya geçildiği şeklindedir.4

Tarihsel Anlatı ve Avrupamerkezcilik

Tarihyazımının diğer vazgeçilmez ögesi ise “anlatı”dır. Bu, tarihin yazınsal bir eylem türü olmasından kaynaklı olarak, yazma süreciyle ilişkisini vurgular. Aydınlanma ile birlikte akılcılığa ve insan merkezliliğe yönelen anlatı, Ranke’nin modern tarih metodunu öngörmesi ile yeni bir yola girmiştir. Böylelikle 19. yüzyıldan başlamak üzere bu kez de Avrupalı değerlerle (modernleşme, sanayileşme, uluslaşma vs.) bezeli yeni anlatılar inşa edilmiştir. Bunlar üst-anlatı (meta-narratif) olarak tanımlanan büyük teorilerin(grand theories) yansımasıdır. Ulusu yüceltme, şanlı geçmişimiz örneklerinde olduğu gibi tarihyazımında vazgeçilemeyen bir hal almıştır. Bu gibi bazı anlatı biçimleri büyük ölçekli denebilecek tarihsel olay ve durumları, söz gelimi yüzlerce yıl yaşamış büyük imparatorlukların yükseliş ve çöküşlerini işlemiştir.

Roma İmparatorluğu’nun çöküşü,Avrupa’da demokrasi, Rönesans, Sanayi İnkılabı ile ilgili pek çok anlatı bu bağlamda değerlendirilebilir (Safran & Şimşek, 2011, s. 211).

İncelemede Kullanılan Veri Toplama Teknikleri

Bilimsel yöntemin bir alt kategorisi olarak araştırma teknikleri ise doğrudan veri toplama ve çözümleme biçimlerimizi oluşturmuştur. Buna göre ders kitaplarında Avrupamerkezciliğin izlerini sürmeyi hedeflediği için “doküman analizi” ve “söylem
analizi” teknikleri benimsenmiştir. Doküman analizi, araştırılması hedeflenen olgu veya olgular hakkında bilgi içeren yazılı materyallerin incelenmesini kapsar(Yıldırım& Şimşek, 2003, s. 140).

Söylem analizi ise metinde yer bulan cümlelerin gerçek anlamları dışında yan ve dolaylı anlamlarına da odaklanır. Ders kitaplarından, yukarıda oluşturulan “tema”lara göre yapılan inceleme sonunda elde edilen veriler, betimsel analiz çerçevesinde değerlendirilmiştir. Veriler içinde temalara en çarpıcı biçimde katkı sağlayan cümleler aynen alınarak cümlelerin hem içerik hem de söylem çözümlemesi yapılmaya çalışılmıştır.İnceleme Türkiye’de okutulan MEB’in yayımladığı lise tarih ders kitaplarıyla sınırlı tutulmuştur.

MEB kitaplarının seçilmesinin sebebi, hem devletin bir ideolojik aygıt olarak belirlediği tarih öğretiminin sınırlarını göstermesi bakımından hem de özel yayı-
nevlerinin lise tarih ders kitaplarını henüz yazmamalarından kaynaklı, Türkiye’nin tüm liselerinde bu kitapların okutulmasından dolayıdır. Bu amaçla günümüzde Türkiye’de liselerde okutulan tarih ders kitaplarından Tarih 9-10-11 ve Lise 12. Sınıf Çağdaş Türk ve Dünya Tarihi adlı kitapların MEB yayınlarından çıkanları incelenmiştir.

Verilerin Tanımlanması: Yukarıda belirtilen temalar ve kriterlere göre lise tarih ders kitapları, incelemenin güvenirliğinin sağlanması amacıyla, iki araştırmacı tarafından ayrı ayrı incelenmiştir. Araştırmacıların bulguları karşılaştırılmış, görüş birliği ve görüş ayrılığı olan noktalar tespit edilmiştir. Buna göre iki araştırmacının bulgularının büyük ölçüde aynı olduğu tespit edilmiştir.

Bulgulara son hâli vermek için iki araştırmacı, kitapları birlikte incelemiş, kısmen farklı düşünceler tartışılmış, sonunda ortak bir karara varılmıştır.

Bulgular ve Tartışma: Türk Tarih Ders Kitaplarında Avrupamerkezcilik

İnceleme dört ayrı tarih ders kitabında gerçekleştiği için elde edilen bulgular ve yorumları, ilgili kitaplar çerçevesinde verilmiştir.

Tarih 9 Ders Kitabına İlişkin Bulgular

Kitapta, tarihin çağlara ayrılmasında “evrensel nitelikteki olaylar”ın göz önünde bulundurulmuş olduğu belirtilmiştir. Bunlar da “Yazının bulunması”, “Kavimler Göçü”,“İstanbul’un Fethi” ve “Fransız İhtilali” olarak sayılmıştır. Devamında, “Çağların başlangıcı olarak seçilen olaylar, tarihçilere göre değişiklik göstermektedir. Örneğin bazı tarihçiler, İlk Çağ’ın sonu olarak Kavimler Göçü’nü, bazı tarihçiler de Roma İmparatorluğu’nun ikiye ayrılmasını ya da Batı Roma İmparatorluğu’nun yıkılışını kabul etmektedirler.” (s. 12)denmiştir. Bu olayların hepsi, aslen “evrensel” olmaktan çok “Avrupalı” sayılmalıdır. Zira “Kavimler Göçü”, “İstanbul’un Fethi” ve “Fransız İhtilali”nin Avrupa uygarlığı açısından doğrudan ilişkili kabul edildiği açıktır.

Alkan (2009)’ın belirttiği gibi bu durum, Avrupa için “ilerleyen tarih”in çağlara ayrılmasıdır. Bugün kullandığımız ilk-orta-yeni-yakın çağ taksimatı olan Cellarius’un sisteminde dikkat çeken husus, olayların tamamının Avrupa için büyük önem taşımasıdır (Alkan, 2009, s. 29, 34).

Tarihçilik anlayışları verilirken üç tarz üzerinde durulmuştur. Bunlar hikâyeci, öğretici ve araştırmacı tarihtir. Bunlara örnek olarak ilk ikisi Antik Yunan’dan, biri ise çağdaş Türk tarihçilerinden seçilmiştir (s. 31-32, 35-36). Burada mesele, ilk ikisinin neden Antik Yunan’dan verildiğidir. Oysa üçü de farklı toplumlardan, zamanlardan seçilebilirdi.

Herodotos Tarihi’nin “hikâyeci tarih”e, Thukydides’in, “Peloponnesoslularla Atinalıların Savaşı” adlı eserinin de “öğretici tarih” için seçilmesi, sanki bilinçaltında oluşan “Tarih Sümer’de değil de Antik Yunan’da başlar.” gibi bir durumu yansıtmaktadır. Bu durum,Antik Yunan tarihyazıcılığının modern evrensel tarihyazım macerasında öncü olduğu genel, fakat eksik kabulü ile örtüşür. Zira Avrupa antik çağında geniş bir biçimde kullanılan Yunan alfabesinden kaynaklanan (edebî bir) otoritenin pekiştirdiği özgül bir dünya görüşünün, Avrupa tarihyazıcılığı söylemine mal edilmesi ve özümsenmesi,böylece ortak fenomenin bir varyantına dönüşte bilimsel bir statü sağlaması olgusuyla başlamıştır (Goody, 2012, s. 6).

Kitapta, “Yazının bulunmasından önceki döneme Tarih Öncesi Çağlar, yazının icadından sonraki döneme Tarih Çağları denildiği” belirtilmiştir (s. 40). Bu, iki anlamı birden taşımaktadır:

1) Modern tarihin ortaya çıkışıyla birlikte beliren “uluslaşma”nın bir sonucu olarak genel kabul gören tarihin siyasi ve askerî ağırlıklı olması sonucu,dönemlendirmenin de gündelik yaşamı ıskalaması, gündelik yaşamla ilgili tarihin“tarih öncesi” alana atılması.

2) Geçmişin yazı ile değil de sözlü kültür ile yaşatıldığı toplumların Avrupamerkezci bir yaklaşımla “tarih dışı”na çıkarılması (Şimşek, 2011, s.922). İnsanların “tarih öncesi” olarak tanımlanan dönemde entelektül açıdan daha geri olduğuna ilişkin inanç, 19. yüzyılda Aydınlanmacı felsefe içinde önemli yere sahip olan Hobbes ve Rousseau gibi düşünürlerin ilerilik-gerilik gibi yanlış tespitleriyle ortaya çıkmıştır. Oysa insanların tarih boyunca gittikleri yere uyum sağlama, hayatta kalarak ihtiyaçlarını karşılama bağlamında uçsuz bucaksız doğaya ilişkin bilgiyi kavrayıp uygulamayı insana özgü becerilerle gerçekleştirme bakımından hiç de “geri” olmadıkları söylenebilir (Conner, 2012, s. 32, 40).

Kitapta, “İyonyalılar, özgür düşüncenin ve pozitif bilimlerin öncüsü olmaları yönüyle önem taşırlar.” şeklinde bir ifade kullanılmıştır. Oysa bilinmektedir ki bugünkü anlamda“özgür düşünce”, içeriği itibarıyla moderndir. Diğer yandan “pozitif bilim” tanımlaması ise diğer bir anakronik noktadır. Zira bu bilimlerin “pozitif” olarak adlandırılması için 19.yüzyılı beklemek gerekecektir. “Felsefe, matematik ve tıp bilimlerinin temelinin İyonya’da atıldığı” (s. 57) iddiası ise tamamen gerçek dışı bir Avrupamerkezci bakışın ürünüdür.Zira Antik Mısır Uygarlığı’nın ve Mezopotamya Uygarlığı’nın, özellikle Babil’in matematik, tıp ve astronomi konusunda Antik Yunan’dan çok daha eski bir kültürel birikime sahip oldukları bilinmektedir.Ancak, 19. yüzyılın Avrupalı araştırmacılarının,uygarlıklarının Afro-Asyatik kökenli olduğunu reddetmek için izlediği en önemli taktik,Mısır, Sümer ve Sami kültürlerinin katkısını en aza indirerek çalışmalarında tamamen Yunanlıların katkılarına odaklanmalarıdır.

Bu durum, Mısır, Mezopotamya uygarlıklarının katkılarının tamamen göz ardı edilerek medeniyetin yükselmesine katkı sağlayan tüm değerlerin Hint-Avrupa kökeniyle ilişkili olduğu, bunun da Yunanlılar tarafından diğer kadim uygarlıkların hiçbir katkısı olmaksızın başarıldığı iddia edilmiştir (Conner,2012, s. 125-130). Diğer yandan demokrasi kavramıyla özdeşleşen Antik Yunan’da,bu kavramın hiç de bugünkü yüklenen anlama sahip olmadığı ortaya çıkarılmıştır.

Etnolojik ve arkeolojik sonuçlar göstermiştir ki “doğrudan demokrasi” bir Antik Yunan buluşu değildir. Zira karar alma hakkının çoğunluk yasasına göre herkes tarafından kullanıldığı yönetim biçimi, dünyanın pek çok bölgesinde klan konseyleri biçimiyle yüzyıllardan beri uygulanıyordu, kabileler konseyi biçiminde de temsilî demokrasi söz konusuydu (Goody, 2012, s. 60-64; Messadie, 2013, s. 34-35). Hâlbuki anlatıya göre modern toplumu Antik Yunan yarattığı gibi, Antik Yunan’ı da modernler yaratmıştır (Goody, 2012, s. 44).

Kitapta, Mehmet isimli hayalî bir gençle Antik Yunan’ın ünlü filozofu Tales arasında hayalî bir söyleşiye yer verilmiştir. Burada, “Mehmet: Kolonicilik nedir?” diye sormuştur.Tales ise “Bir ülkenin kendi sınırları dışında ekonomik, sosyal, siyasal nedenlerle ele geçirip yönettiği şehirlere koloni denir. Biz İyonyalılar kolonilerimizi vatan olarak görmeyiz.”demektedir. (s. 57).

Bu söyleşi de kolonicilik masum bir olgu olarak tanımlanmıştır.Oysa öyle olmadığı söylenebilir.Kitapta, “Feodalite, bütün Orta Çağ boyunca devam etti. XV. yüzyılda barutun ateşli silahlarda kullanılmasıyla sona ermeye başladı. Feodalitenin yıkılması mutlak krallıkların güçlenmesini sağladı.” (s. 80) denmiştir.

Burada, sadece Avrupa’da olan bir gelişme,sanki tüm dünyada yaşanmış gibi verilmiştir. Avrupamerkezci yaklaşımların “bir el çabukluğu” da sadece Avrupa’da olmuş bir olguyu sanki tüm dünyanın durumu ya da sorunu gibi paylaşmalarıdır.

Kitapta, buna karşın Avrupamerkezciliğin zamana yansımasının bir anlamda “panzehir”i sayılabilecek senkronik (eş zamanlı) ele alış ve değerlendirmelere dâhil edilebilecek senkronik tarih şeritleri az da olsa yer almıştır (s. 84, 126, 148, 175). Bu durum, çağdaş bir tarih öğretimi adına olumlu bir gelişmedir (Şimşek, 2006, s. 118).

Tarih 10 Ders Kitabına İlişkin Bulgular

Bilindiği üzere Avrupa’da gerçekleşmiş olan Rönesans, Avrupamerkezci tarih algısının oluşturulmasında Avrupa’nın diğer merkezlere rağmen güç kazanmasının önemli bir adımı olarak yer alır. Bu süreç, kesinlikle ve başlı başına Avrupa’nın büyük bir başarısı olarak diğer merkezlerin katkılarından bağımsız işlenir. Bu noktada Rönesans’ın İtalya’da başlamasının nedenlerine özellikle yer verilir. Buna karşın kitapta, bu süreçte İslam medeniyetinin katkısının “İtalya’nın İslam uygarlıklarıyla yakın ilişki içinde olması(s. 60)” ve “Eski Yunan, Roma (antikite) ve İslam medeniyetine ait eserlerin incelenmesiyle akılcı düşüncenin ortaya çıkması.” (s. 60) iki kısa cümle ile de olsa yer alması, modern kültüre İslam bilginlerinin oluşturduğu literatürün katkısını göstermesi bakımından olumludur.

Burada asıl mesele, düşünme, akıl ve bunun bir ürünü olarak ortaya çıkan felsefe kavramının Avrupalı olarak Antik Yunan’dan beri varlığı genel kabul görmesine
karşın dünyanın diğer yerlerinde var olan birikimlerin ve bunların modern kültüre katkılarının göz ardı edilmesidir. Bu durumda Antik Yunan ve Avrupa dışında yaşayan insanlar, felsefe ya da felsefeye muadil, akli çıkarımlarda bulunmuşlardır. Kadim Hint,Çin, Mezopotamya geleneklerindeki düşünce birikimleri ve İslam toplumları için “hikmet” kavramları vardır. Varlıklar arasındaki alaka ve irtibatı, olaylar arasındaki sebep sonuç münasebetini anlamak maksadı ile harcanan çabalar sonunda elde edilen amelî,tatbikî ve tecrübi bilgiye de hikmet denmiştir (Önal, 2007, s. 115-116).

İslam düşünce geleneği içinde oldukça önemli yer tutan hikmet, “Batılı tarzda bir felsefe olmamakla birlikte, evrenin sunduklarından hareketle hakikate ulaşmaktır.” şeklinde tarif edilebilecek bir işleyişi vardır. Bu durum, tarih ders kitaplarımızda yer almadığı gibi literatürümüzde de “Antik Yunan felsefesi” kadar maalesef önemli bulunmaz.

Yine benzer bir yaklaşımla yazılan şu paragraftaki cümleler, başka sorunları da barındırmıştır: “İslam bilginleri, eski Yunan ve Roma eserlerini tercüme ederek pozitif bilimlerde çağdaşı Avrupa’dan çok ileri bir seviyeye ulaşmıştı. İspanya’nın Müslümanlarca fethinden sonra Avrupalılar bu eserlerle tanıştılar. Artık Avrupalılar eski Yunan eserlerini okumak için Arapça öğreniyorlardı. Böylece Avrupa, İslam medeniyeti sayesinde bilimsel gelişmenin ilk adımını atmış oldu (s. 61).”

Burada, İslam biliminin üstünlüğü ve bunun Müslümanlar tarafından Avrupa’yı etkilemesi anlatılmak istenmiştir. Ancak paragrafta bilimsel gelişmenin yolu olarak sadece “İslam bilginlerinin eski Yunan ve Roma eserlerini tercüme etmesi” ile “pozitif bilimlerde ileri gitmeleri” içten içe bir Avrupamerkezciliği yansıtmaktadır. Devamında Avrupalıların bu bilimsel ilerleyişi almak için Müslümanlardan sadece“Antik Yunan” eserlerini okumaya çalışmalarını iddia etmek, yine Avrupamerkezci bir yaklaşımı gösterir. Oysaki Müslümanlar, 8 ve 12. yüzyıl arasında Beytü’l-Hikme aracılığıyla sadece Antik Yunan eserlerini değil, kadim uygarlıkların (Hint, Çin, Peklevi,Süryani, Babil ve hatta Mısır) neredeyse tamamında hikmet içeren eserleri Arapçaya çevirerek sadece muhafaza etmemişler, onları aşan yeni buluşlarla büyük ve güçlü bir
“ilim” literatürü yaratmayı başarmışlardır (Sezgin, 2008).

Sonrasında yine benzer iddialara rastlanmıştır: “Skolastik düşünce yıkılarak yerini deney ve gözleme dayalı pozitif düşünceye bıraktı. Pozitif ve özgür düşünce, bilim alanında yeni buluşların ortaya çıkmasına yol açtı. Rönesans’ın etkileri Avrupa dışında görülmedi.

Osmanlı Devleti, XV ve XVI. yüzyıllarda bilim, teknik ve mimaride Avrupa’dan çok ileri düzeydeydi. Bu sebeple Osmanlı Devleti Avrupa’da yaşanan bu gelişmelerden yararlanma ihtiyacı duymadı. Ancak Avrupa devletleri, Rönesans’ın etkisiyle oldukça hızlı bir gelişme süreci yakalamış oldu.” (s. 61) Buna göre söylendiği gibi Avrupa’da, “Skolastik düşünce yıkılarak yerini deney ve gözleme dayalı pozitif düşünceye bıraktı.” ifadesi bir Avrupamerkezci mittir. Zira bu süreç çok uzun sürmüş, Katolisizm ve dogmatizm uzun süre varlığını sürdürmüştür. Devamında bu “gelişmenin” Osmanlı’da görülmemesinin nedenseli ise “özcü” bir gerekçeyle açıklanmıştır.

“Coğrafi keşifler” kavramı bir ana bir alt başlık olmak üzere 58-59. sayfalarda “keşif”vurgusu defalarca geçmiştir. “Ayrıca Avrupalıların dünyayı öğrenmek ve Hristiyanlığı yaymak istemeleri coğrafi keşiflerin diğer nedenlerini oluşturdu.” (s. 59) denmiştir.

Aynı sayfada verilen ilgili haritada İngiliz, Portekiz İspanyol ve Fransızların dünya üzerindeki“keşfettikleri” yerler farklı renkler ile belirlenmiştir. John Cabot, Kristof Colomb, Vasga da Gama, Magellan, Bartolamau Diaz, Cartier, Marco Polo, Americo Vespuçi “büyük keşifçiler” olarak resimleriyle birlikte yer almışlardır (s. 59).

Bu durum, genel olarak“coğrafi keşif” olarak adlandırılan kolonyalizmin başlangıcının bilinçsizce meşrulaştırılması çabası olarak okunabilir.Kitapta, “Yapılan bu keşifler sonucunda yeni ülkeler, medeniyetler, bitki ve hayvan çeşitlerinin varlığı öğrenildi.” (s. 60) denmiştir. Bu keşif kimin için, kim tarafından yapılmıştır?Keşfedilen bu ülke ve coğrafyalarda kimse yaşamamakta mıydı? Avrupalı denizcilerin buraları görmesi neden bir “keşif” olarak tanımlanmaktadır?

Devamında, “Keşifler insanlar üzerinde merak, araştırma ve yeni şeyler keşfetme arzusu uyandırdı. Bu durum Avrupa’nın bilim, düşünce ve dinî hayatında önemli değişikliklere yol açtı. Keşiflerden sonra, başta İtalya olmak üzere Avrupa’da düşünce ve kültür hareketleri başladı (s. 60).”denmektedir. Burada da bu gelişmelere coğrafi/bilimsel bir hava verme çabası sürdürülmüştür.

Oysa 1550’li yıllarda İspanyol sömürgecilerin Amerika kıtasında yaptıkları soykırıma varan katliamı, o dönemde bile meşrulaştırma çabalarının olduğu bilinmektedir. Meşhur Las Casas adlı rahibin İspanyol yönetimindeki yerlileri köleleştirmenin doğru olmadığına yönelik çıkışının mahkemesi, duruma ilişkin önemli bir örnek oluşturur. İspanyol sömürgecilerce dört argümandan dolayı yerlilerin köleleştirilmesinin gerekli olduğu söylenmiştir. Bunlar: 1) Yerlilerin insan olamayacak kadar barbar oldukları, 2) Putperest ve insan kurban eden vahşi bir geleneğe sahip olmalarından dolayı, 3) Bu durumu, ancak İspanyol “efendiliği” önleyebilir, 4) Ayrıca bu durum,onların Hristiyanlaştırılması sürecinde rahiplerin güvenliği için gereklidir. Mahkemede yerlilerin barbar olmalarının bir göstergesi olarak yazılı bir kültürünün olmadığının bir kanıt olarak sunulması da ayrıca anlamlıdır (Wallerstein, 2007, s. 19-20).

Diğer bir mesele, yine kitapta Avrupa tarihine ilişkin rastlanan kesintisiz süreklilik algısını oluşturan konuya ilişkin cümlelerdir. “Coğrafi keşiflerle zenginleşen ve yeni bilimsel gelişmelerle ilerleyen Avrupa devletleri arasında din merkezli savaşlar yaşanmıştır.”(s. 107) denmiştir.

Burada coğrafi keşiflerle Avrupa’da bir zenginleşme olduğu doğrudur. Ancak, bunun sanıldığı gibi doğrudan yeni bilimsel gelişmelere ve din savaşlarına yol açtığı doğru değildir. Zira bilinmektedir ki özellikle Colomb’un hikâyesi, sadece onun tarihteki sömürgeciliğin doğuş figürü olmasından değil, bu hikâyenin sömürgeci paradigma için idealize edilmesinden dolayı da Avrupamerkezcilik için gereklidir. Stam ve Shohat’a göre Colomb’un hikâyesi, sadece “keşfi” ve “Yeni Dünya”yı tanıştırdığı için değil, tarih bilincini de sunduğu için Kuzey Amerika’da yaşayan birçok çocuk için totemiktir. Okulda okutulan birçok ders kitaplarında Colomb, yakışıklı, dindar, lider,yürekli olarak resmedilmiştir. Genç öğrenciler, çocukluk hayallerine ve özlemlerine onu almaya ikna edilir ve bazen dost bazen düşman olarak tanıtılan Yeni Dünya’nın“ötekileri”yle böylece tanıştırılır (Stam, & Shohat, 2002).

Oysa “coğrafi keşifler” denince hemen akla gelen Kristof Colomb’un Amerika’yı keşfeden kişi olarak gelmesine yanlış bir ilişkilendirme olduğu ortaya konmuştur. Yapılan pek çok araştırma, Amerika’nın 1422’de Çinlilerin, Büyük Okyanus’u kapsayan büyük seferleriyle çoktan görülmüş olduğunu, bunu kapsamlı haritalarına yansıtmış olduklarını (Tanrıkulu, 2012, s. 99-101)göstermiştir.

Üstelik Kristof Colomb’un Amerika’nın keşfedilmesi gibi bir olaydan ziyade, Orta Amerika’da birkaç yeri gördüğü ve bunlardan “Hispaniola” denilen yere çıktığı,burada bir süre kaldığı, buradan 500 yerliyi satmak için Avrupa’ya götürdüğü bilgileri mevcuttur. Bu bağlamda Colomb’un bir serüvenci olduğu (Messadie, 2013, s. 144-148)ve buranın bir kıta olduğunu göremeden öldüğü(Gümüşçü, 2012, s. 100) gerçeği göz ardı edilmemelidir. Bu sebepten coğrafi keşifler olarak tanımlama, yetersiz bir kavramsallaştırmadır.Bunun yerine “kolonyalizmin başlangıcı” kavramsallaştırması tercih edilebilir. Diğer yandan kitapta, “Avrupa devletleri arasında bu dönemdeki en büyük rekabet, coğrafi keşiflerle başlayan sömürge elde etme mücadelesidir.” (s. 102) şeklinde doğru bir tespit de yapılmıştır.

“Coğrafi keşifler” sonrasında zenginleşen Avrupa’nın sömürüyü örtbas etmek için icat ettiği kavramlardan biri de “merkantilizm”dir. Ders kitabında “Yeni Ekonomik
Model: Merkantilizm” olarak verilen kavram, sanki sömürgecilikle ilişkili olarak ortaya çıkmamış gibi şöyle tanımlanmıştır: “Coğrafi keşifler sonrası XVII. yüzyıl Avrupa’sında yeni bir ekonomik anlayış baş göstermiştir. Gelirlerini daha çok artırabilmek için Avrupalı devletlerin geliştirdiği merkantilizme göre bir ülke ne kadar çok madene ve paraya sahipse o kadar zengin sayılıyordu.” (s. 103)

Böylece, sömürgecilik olgusunun kitapta olması gerektiği gibi ele alınmaması sonucunda merkantilizm, meşru bir ekonomik sistem olarak tanımlanmıştır. Avrupa tarihiyle ilgili bütünüyle olumlu ele alınan; ama Türk tarih ders kitaplarında tam anlamı ile anlatılmayan bir diğer konu Hümanizmdir. Kitapta “Hümanizm; Orta Çağ Avrupa’sının baskıcı Skolastik düşüncesine karşı çıkarak insan ve doğa sevgisini temel alan düşünce sistemidir.” (s. 60) biçiminde tanımlanmıştır.

Bu eksik bir tanımlamadır. Zira Hümanizm, Orta Çağ Avrupa dünyasının ürettiği dinsel düşünceye karşı her şeyin merkezine insanı koyarak dinsel olanı reddeden, “her şey insan için, insan tarafından, insanca” şeklinde tanımlanabilecek bir felsefedir. Bu durum, ders kitabında Aydınlanma düşüncesi için bir zemin hazırlama girişimi gibidir. Türk tarih ders kitaplarında “insan sevgisi” ve “aklı” merkeze almak gibi bir genel değerlendirmeyi ön plana çıkarmak hem Hümanizm hem de Aydınlanma düşüncesini sevimli gösterme çabasından kaynaklanabilir.

Kitapta sık rastlanan kesintisiz sürekliliklere (ilerleme) diğer bir örnek de Rönesans ve Reformla birlikte “özgür düşünce”ye yapılan atıftır. “Günümüz Avrupa’sının siyasi, ekonomik, kültürel ve sosyal temelleri, XV. yüzyıldan başlayarak atılmaya başlanmıştır. İnsan hakları ve demokratikleşme çabaları, özellikle İngiltere ve Fransa’nın başını çektiği devletler arasında âdeta bir yarış başlatmıştır… Özgür düşünce ve bilim alanındaki çalışmalar devletlerin gelişmelerine katkı sağlarken bir yandan da aralarında bir yarışın oluşmasına zemin hazırlamıştır.” (s. 102) denmiştir.

Burada, 15. yüzyıldan itibaren Avrupa ülkeleri arasında insan hakları konusunda bir “insan hakları” ve “demokratikleşme” yarışından bahsedilmesi doğru değildir. Oysa tarih, yaşananlar itibarıyla insanlık açısından iniş-çıkışlarla doludur. Bu iniş-çıkışları tasvir edecek olaylar, ilerlemenin mükemmel doğrusal çizgisel zamanında yer bulamaz. Sanki Antik Yunan’dan, Rönesans’a, oradan modern zamanlara uzanan bir ilerleme olduğu imajı yaratılır. Bu “giderek yükselen eğrinin optik bir yanılsama” olduğu açıktır (Burke, 2003, s. 25-26). Bu durum kronolojiye Batı düşüncesine hizmet edecek örtük bir anlam verilmesinden kaynaklanmaktadır(Fabian, 1999, s. 53).

Avrupa tarihine ilişkin diğer bir mit, “Sanayi İnkılabı”nın ele alınış biçimidir. Kitapta“Yapılan bilimsel çalışmalar Avrupa’da sanayinin hızla gelişmesini sağladı... Sanayisi gelişen Avrupa devletleri, dünya siyasetinde daha çok sözü geçen bir güç hâline geldi (s.109)… Bilim alanında gerçekleştirilen buluşların alet yapımıyla teknolojiye dönüştürülmesi Sanayi İnkılabı’nı ortaya çıkardı.” (s. 133) denmiştir. Yukarıda belirttiğimiz üzere Sanayi İnkılabı bütün Avrupa için bir çırpıda ve aynı eş zamanlılıkta gerçekleşmemiştir. Kaldı ki Sanayi İnkılabı’nın altyapısı, bilimsel gelişmelerden ziyade artan sömürgelerden gelen emtia ile gelişen sermaye birikimi, serüvenci girişimci ruh gibi aslında kapitalizmin gelişmesi ve yaygınlaşmasıyla ilgiliyken bundan hiç bahis açılmaması ilginçtir.

Oysa bu dönemde sanayinin geliştirilmesi için Avrupalı devletlerin sömürgelerinde silahla katlettikleri dışında, buralara götürmüş oldukları “uygarlaştırma” faaliyetleriyle gerçekleşen toplu ölümler savaşlardan daha az insan kaybına mal olmamıştır. Örneğin İngilizlerin sömürge Hindistan’ı ve Güney Asya’nın tamamına getirdikleri demir yolu ve barajların yapılması için gerçekleştirdikleri tehcirler, hijyenik açıdan kötü koşullar,kitlesel kentleşme, verem, dizanteri gibi salgın hastalıkları tetiklemiş ve en az 30 milyon insanın ölümüne yol açmıştır (Traverso, 2013, s. 38).

Bir diğer konu, modern bilimin ortaya çıkışının ele alındığı “XVII. yüzyılda Avrupa’da Bilim ve Teknik Alandaki Gelişmeler” başlığı altında söylenenlerdir. Şöyle denmiştir:

“Avrupa’da Rönesans ve Reform ile modern düşünce ortamı oluşurken akıl ön plana çıkmaya başladı. Bu sayede modern bilimin temelleri atıldı. Halk ve yöneticiler bilimsel faaliyetleri takip etmeye başladı. Avrupa’daki skolastik felsefenin yerini özgür düşünce aldı (s. 108).”

Burada yine kesintisiz bir ilerleme duygusu yaratmanın yanında, modern düşünce ortamı olarak tanımlanan bilimsel düşünce tam açıklanmadığı gibi, bunun Rönesans ve Reform ile ortaya çıktığı bilgisi de muğlak bir zaman içerisinde sunulmuştur. Yani kastedilen zamanlama 15-16. yüzyılı içeriyorsa bu çok da doğru sayılmaz. Ama 17. yüzyılı kastediyorsa “Kopernik Devrimi” olarak yaratılan miti işaret etmesi bakımın-
dan Avrupamerkezci bir yaklaşımı içerdiği söylenebilir.

Oysa bu öngörünün izini tarih boyunca sürmek neredeyse imkânsızdır. Zira her toplumun yaşadığı tecrübeler ve süreç içinde oluşan toplumsal yapısı farklılıklar gösterir. Toplumsal ve yerel farklılıklar başta olmak üzere coğrafi ve diğer fiziksel şartlar, böyle homojen bir ilerlemenin olmasına imkân tanımaz (Fabian, 1999, s. 185). Bu durum, postmodernist tarih kuramcılarınca özellikle siyasal tarih anlatılarında baskıcı ve denetimci olarak görülmüş; hegemonik söylemi haklılaştırdığı, dünyaya Batı tarzı bakış açısını, Batılı olamayan bakış açısına göre ayrıcalıklı bir konuma getirdiği için eleştirilmiştir (Evans, 1999, s. 147, 159).

Diğer yandan “Halk ve yöneticiler bilimsel faaliyetleri takip etmeye başladı.” cümlesinin de gerçeği karşıladığını söylemek güçtür. Modern bilimsel düşüncenin gelişiminin, 17.yüzyılda Kopernik ile başlatılsa bile, söylendiği gibi kesintisiz olan bir süreç ve halkı çok da ilgilendiren bir gelişme olmadığını söylemekte yarar vardır. Burada konuyu halka mal etmeye ilişkin anlatımda, sanki bugünün dünyasındaki gibi bir meşruiyet sağlama çabası gizlenmiş gibidir. Son cümle ise Avrupa uygarlığını çağdaşlaştırma bağlamında tam bir acelecilik göstergesidir: “Avrupa’daki skolastik felsefenin yerini özgür düşünce aldı.”Bu genelleme içeren bahsedilenin olabilmesi için 20. yüzyılı beklemek gerekmiştir. Tarihte hiçbir zaman kesintisiz süreklilik olamayacağı gibi, Avrupa tarihinin içeriğini oluşturduğu bir süreklilik de tamamen bir yanılsamadan başka bir şey olmayacaktır.Kaldı ki Hodgson’a göre Avrupa tarihi bir süreklilikler değil, tam tersine süreksizlikler(kesintiler) tarihidir.

Avrupa’nın üstünlüğünü vurgulayan diğer bir gelişme ise Fransız İhtilali’dir. Kitapta konuyla ilgili verilmiş bir şemada, ihtilal sonucunda, “Feodal anlayış tamamen kalktı,sınıf ayrımı kalktı.”, “Mutlak yönetim sistemi yıkıldı.”, “Demokratik yönetimler kuruldu.” (s. 144) denmiştir.

Bu verilen sonuçlar yanlıştır. Örneğin “Sınıf ayrımı kalktı.” ifadesi bütünüyle izaha muhtaçtır. Diğer sorunlu madde ise siyasal alanda “Demokratik yönetimler kuruldu.” ifadesidir. Fransız İhtilali sonrasında hangi demokratik yönetimler kurulmuştur? Eğer kastedilen 19. yüzyıl demokrasisi ise (sosyal eşitliğin oluşmadığı,erkek ve hürlerin oy verdikleri vs.) bu doğrudur. Ancak, bugünün demokrasisini bulmak için 19. ve 20. yüzyıl siyasal çatışmalarını ve devrimlerinin sonuçlarını beklemek gerekecektir. Zira 1789’da Fransız İhtilali böyle bir söylemsel sonuç ortaya çıkarmış olsa da demokrasi, insan hakları ve eşitliğin önündeki en büyük engel olan “köleliğin”fiilî olarak kaldırılması için Avrupa’da 19. yüzyılın ikinci yarısını, ABD’de resmen yasaklanması içinse iç savaşın sonucunu, yani 1865 yılını beklemek gerekmiştir.

Köleliğin kaldırılması hareketi için devletlerin girişimleri, her ne kadar İngiltere’nin 1807 yılında yasağı ile başlasa da Fransa için bu tarih 1848’dir. Hatta bu sebepten Osterhammel ve Bayly gibi tarihçilerin “1789 ile 1917 yılları arasını” Avrupa aristokrasisinin etkinliğine ilişkin tespitleri, bu dönemin aristokrasi için -yazarın deyimi ile- “pastırma yazı”olduğunu göstermesi bakımından manidardır. Bu dönemde gerileyen aristokrasi ile yükselen burjuvazi arasındaki sentezden ortaya çıkan liberalizm, anarşi ve kitlelerin hâkimiyet biçimini gördüğü demokrasiden nefret ediyordu. Bu algı, seçkinci olarak tanımlanabilecek kesimlerde yaygındı.

Görüldüğü üzere demokrasi, yaygın kanaatin aksine liberalizmin sayesinde piyasanın tamamlayıcısı olarak değil, 18-20. yüzyılda gerçekleşmiş devrimlerin ve uzun mücadelelerin sonucunda bugünkü anlamını bulmuştur (Traverzo, 2013, s. 32).

Kitapta, Fransız İhtilali ile ilgili olumlu bulunabilecek bir yorum şudur: “Fransa, özellikle Napolyon Bonapart döneminde Fransız İhtilali’nin ortaya çıkarmış olduğu eşitlik, demokrasi, milliyetçilik gibi fikir akımlarını, düşman olarak gördükleri devletleri parçalamak için silah olarak kullanmaya başlamışlardır… Her millete bir devlet anlayışı temel özgürlüklerin aracı gibi gösterilmeye çalışılmıştır.” (s. 144)

Meslekten tarihçilerin, farklı tür tarihler(kültürel, ekonomik, sosyal, bilimsel vs.) için farklı türden dönemlendirmenin söz konusu olduğunu bilmelerine karşın tümünü belli başlı siyasal dönüm noktalarının oluşturduğu geleneksel zaman birimleri içine “tıkıştırmak” her ne kadar ulusal tarih ders  kitaplarında yeterince yapılmışsa da yapaydır, yararsızdır.” (Evans, 1999, s. 159) Bunun yanında kitapta, Avrupamerkezci diyakronik çizgisel bir zaman anlayışının tamamen kırıldığını görmek mümkün olmasa da bazı yerlerde görülen senkronik tarih şeritleri ve senkronik konu anlatımlarının bulunması olumludur (s. 5, 16, 24, 94, 95).

Tarih 11 Ders Kitabına İlişkin Bulgular

Lise Tarih 11 ders kitabı tamamen Türk tarihinde yönetim, hukuk, eğitim vs. gibi tematik konulara yer verdiği için diğerlerinden farklı bir yapıya sahiptir. Bu sebepten Avrupamerkezci yaklaşımın sızdığı çok az bilgiye rastlanmıştır. Bunlardan ilki yukarıda da dile getirdiğimiz gibi kesintisiz bir süreç gibi Avrupa’daki “ilerleme”nin anlatıldığı cümlelerdir. “Rönesans ve Reform ile beraber Avrupa’da, ilahiyat fakülteleri eski saygınlık-larını yitirmiş, müspet bilimler önem kazanmıştır. Üniversite dışında da birçok âlim, buluşlar yapmış, eserler vermişti.” (s. 184)

Tarih çalışmalarının tamamına yakınının geçmişten bugüne doğru bir yapı içinde olayları sunması, Simiand’ın dediği gibi “Kronolojiyi bir put hâline sokmuştur.” Bunu kırmayı başarmış çalışma örneği az da olsa bunun yolu, tarihi bazen “geçmişe doğru” yazmaktan geçer (Evans, 1999, s. 157-158).

Bir diğer konu Osmanlı maliyesinin gerilemesiyle ilgilidir. 16. ve 17. yüzyıllarda Osmanlı gelirlerinin azalması üzerine Moltke’den yapılan bir alıntı, değerlendirmede şöyle denmiştir: “Paranın ayarının bozulması artık son haddine gelmiştir. Burada toprağa pek az sermaye yatırılmaktadır ve servet çok defa şu ya da bu fertte toplanan paradan ibarettir. Avrupa’daki gibi üretimden doğmamıştır.” (s. 156)

Bu alıntı-değerlendirme pek çok açıdan sorunludur. Bunlardan ilki, konu bağlamı 16. ve 17. yüzyıl iken Moltke gibi 19.yüzyıl insanının gözlemlerini sunmak her şeyden önce anakroniktir. Diğer bir hata ise bunun sonucunda doğan anlama ilişkindir. Osmanlı’nın 16. ve 17. yüzyıldaki gerileme nedeninin Moltke’nin dediği gibi “gelirin Avrupa’dakinin tersine üretimden sağlan maması” olduğunu söylemesi, tam bir Avrupamerkezci bakışı göstermektedir. Zira 16. ve 17. yüzyılda Avrupa zenginliğini üretime değil, sömürgeleri yoluyla elde ettiği servetlere borçludur. Sanki bu sömürgelerden elde edilen servet, üretime tahvil edilerek Avrupa’nın ekonomik üstünlüğü farkında olmadan temize çekilmiş gibidir.

19. yüzyılın bir modernleşme devri olmasına karşın bu modernleşmenin ve hatta sanayileşmenin tüm Avrupa toplumlarınca topyekûn, hızlıca, homojen ve yüzyılın tamamını içerecek biçimde olmadığı, bugün artık kabul edilmektedir. Çünkü Sanayi İnkılabı, başlangıçta İngiltere ve Belçika dışında bir ülkeyi etkilememişti. ABD’de olduğu gibi Avrupa’da da ekonomi, sanayinin hâkimiyetine 1880’li yıllardan önce girmemiştir. Sanayi İnkılabı’nı bu yüzyıla yaymak ve bu süreçte gerçekleşmiş siyasi çatışmaları ve devrimleri sanayi toplumunun çelişkilerinin ürünü olarak yorumlamak yanlış olacaktır. Zira 19. yüzyılın Avrupa’sı hâlâ bütünüyle kırsaldır (Traverzo, 2013, s. 31).

Bir diğer konu, yine Avrupa’nın 19. yüzyılın başındaki varmış gibi sunulan “eşit vatandaşlık” mitini sürdürmeye yöneliktir. Kitapta, “II. Mahmut, Avrupa’da yaygınlaşan ve geniş kitleler tarafından benimsenen ‘eşit vatandaşlık’ anlayışının devlette egemen olması için ‘müsadere’yi kaldırmıştır.” denmiştir (s. 116). İfadede bahsedilen zaman dilimi, 19.yüzyılın ilk çeyreğidir. Bu dönemde Avrupa’da eşit vatandaşlık anlayışından bahsetmek için çok erkendir. Zira yukarıda bahsettiğimiz gibi ilk girişim, 1807’de İngiltere’nin köleliği yasaklayan kanunu çıkarmasıdır. Avrupa’da yaygınlaşan ve geniş kitleler tarafından benimsenen “eşit vatandaşlık” ifadeleri, bu sebepten gerçekçi bir tanımlama değil, tam bir Avrupamerkezci yaklaşımın ürünüdür.

Tarih 11 kitabında öğretimsel açıdan olumlu nokta, diğerlerinden daha sık olarak eş zamanlılık kartlarına ve bazı zamansal karşılaştırmalara yer verilmiş olmasıdır (s. 35, 41,42, 45, 80, 102, 118, 138, 139, 164, 170, 184, 189, 216, 225).

Tarih 12 Çağdaş Türk ve Dünya Tarihi Ders Kitabına İlişkin Bulgular

Tarih12 ders kitabı, 20. yüzyıla odaklı bir içerik çerçevesine sahiptir. Bu sebepten tüm dünyayı etkilemiş olan I. ve II. Dünya Savaşları’nın ortaya çıkışı, gelişimleri ve sonucunda yaşananları konu ettiği için kaçınılmaz olarak dünyayı etkileyen merkezî coğrafya Avrupa’yı ön planda almıştır. Ancak, buna rağmen Avrupamerkezci yaklaşımları barındıran bilgi ve ifadelere burada da rastlanmıştır.

Bunlardan ilki, “Manda Rejimi”nin işlendiği sayfalarda “ilk elden kanıtların önemine binaen konuya ilişkin sunulan” Versay Antlaşması’ndan alıntı değerlendirmedir: “Önceden kendilerini yöneten devletlerin hâkimiyetinden kurtulan ve kendi kendini yönetmeye yeterli olmayan halklar tarafından kalınan (yaşanılan) topraklar. Bu halkların iyiliği ve gelişmesi kutsal bir medeniyet görevi oluşturuyor. (…) Bu halkların vesayetinin, bu sorumluluğu daha iyi yerine getirebilecek gelişmiş milletlere verilmesine karar verildi.” (s. 14) denmiştir.

Buradaki tehlike, kitapta sonrasında bundaki yanlışları fark ettirecek yeterli sorgulamayı içerecek bir içerik planlanması olmadığı için, öğrencinin zihninde Manda Rejimi aslında “iyi bir şeymiş” izlenimini yaratılabilmesidir.

Yine kitapta, bu kez II. Dünya Savaşı sonrasında ülkelerin, özellikle Avrupa’nın durumuyla ilgili yanlış ve Avrupamerkezciliğe hizmet eden ifadelere yer verilmiştir: “Savaşın açtığı tüm hasar kısa sürede onarıldı. Avrupa, hemen hemen tüm denizaşırı kolonilerini yitirmesine karşın savaş öncesi herhangi bir dönemde görülmeyen verimliliğe ve refaha ulaştı. Avrupa’nın yeniden toparlanmasında toplumun tüm kesimlerinin aynı amaçla iş birliği yapması etkili oldu.” (s. 64) Burada Avrupa’nın hemen hemen tüm denizaşırı kolonilerini yitirmesine karşın savaş öncesi herhangi bir dönemde görülmeyen verimliliğe ve refaha ulaştığı bilgisi doğru değildir. Kaldı ki bu bilgi, aynı kitabın 99. sayfasında verilenle zaten çelişmektedir.

Burada, “Asya ve Afrika’da Sömürgecilik (1933-1977) Haritası”nda 1977 yılına kadar Avrupa devletlerinin sömürgecilik faaliyetlerinin denizaşırı sürmüş olduğu işlenmiştir. Yine kitabın devamında bağımsızlıklarını ilan etmiş

Pasifik Ülkeleri’nin (s. 100) “çoğunda yaşanan iç savaşlar”, “diktatör yönetimlerin hüküm sürmesinin” demokrasilerinin gelişmemesinde eski sömürge devletlerinin etkilerinin tamamen atlanarak dile getirilmemiş olması da sömürgeciliği ve bunda Avrupalı devletlerin rolünü örtbas etme eylemi sayılabilir. Aynı sayfada, bu anlaşılmaz tavır, bu kez Afrika kıtası ülkelerinin “geriliğinin” açıklanmasında da sürmüştür. Afrika’daki devletlerin bağımsızlıklarını kazanmalarına rağmen geri kalmaları, “kabilecilik anlayışını yıkarak ulus-devlet olamamaları”, “özgür basının, serbest seçimin toplum nezdinde bir değeri-nin olmaması”, “tek parti ve diktatörlüklerle yönetilmelerinin sonucu olarak dünyanın en fakir ülkeleri olmaları”, “dış yardım ile yaşamaları” gibi sebepler sayılmıştır.

Üstelik 1970’lerden (yani sömürgecilerin bu ülkelerden ellerini çektikleri tarihlerden) itibaren Afrika’nın (kara kıta tanımlamasıyla verilmiştir) dünya pazarındaki payının yarıya inmesi ve dış borcunun 20 kattan fazla artmış olması da özellikle vurgulu biçimde verilmiştir(s. 101). Bir sebep de şöyle açıklanmıştır: “Avrupa’nın büyük imparatorlukları da yüzyıllar süren iç savaşlar sonrasında ulus-devletlere dönüşebilmiştir. Afrika ülkeleri ise bu sürecin henüz başındadır.” (s. 101) Bu cümleye göre Afrika ülkelerindeki bu geri kalmışlık normal bir süreçtir. Çünkü “Avrupa, kolaylıkla Avrupa olmadı” demeye getirilerek“sömürgeci” yaklaşımın gerçek etkisi atlanmıştır. Sadece sayfa 101’de kısmen bir ifade ile sömürgeciliğin de Afrika’nın geri kalma sebeplerden biri olabileceği yazılmıştır.

Sömürgeciliğe olması gerektiği gibi yer vermeme durumu, Avrupamerkezci yaklaşımı pekiştirmiştir. Konuyla bağlantılı diğer bir sorun, sayfa 229’da “Yetersiz Beslenen Nüfus Oranları Haritası”nda eski sömürge ülkeleri % 35’den fazla görünmesine karşın, halkların yetersiz beslenmesinin asıl sebebi olarak Avrupalı devletlerin bu yerleri uzun yıllar sömürerek fakir bırakması gerçeğine hiç değinilmemiştir (s. 229).

NATO konusunun işlenişinde de benzer bir sorun vardır.

Sayfa 103’te NATO’nun,Sovyet yayılmacılılığına karşı kurulduğu kadar Batı (Amerikan) yayılmacılığına yönelik de bir strateji sağlamasının amaçlanmasına rağmen buna hiç değinilmemiş, NATO tümüyle “kurtarıcı” bir tanımlamayla ele alınmıştır (s. 103). Kitabın ileriki sayfalarında da 1990’larda Sovyetlerin yıkılması sonundaki gelişmeler şöyle özetlenmiştir: “Doğu Blokunun yıkılmasından sonra kendi başlarına hareket etme özgürlüklerine kavuşan Doğu Avrupa ülkeleri güvenlik arayışı içine girmişlerdir… Bu ülkelerin NATO’ya üyeliği Avrupa’nın tarihî bölünmüşlüğünün üstesinden gelmek için büyük bir adım olarak da kabul edilmiştir.”(s. 188) denmiştir.

Burada sorun son cümlede açıkça kendini göstermiştir. Bölünmüş(parçalanmış) Avrupa ya da bütünleşmiş Avrupa Türkiye açısından ne demektir? Avrupa
bütünleşmesi Türk ve Dünya tarihi açısından neden “özlenmesi” gereken bir durumdur?

Bu ders kitabında, diğerlerinden daha yoğun olmak üzere konuların işlenişinde eş zamanlılığa yer verilmiştir. Bu amaçla hazırlanmış olan “eş zamanlılık notları” (s. 5, 14,15, 18, 46, 48, 52, 54, 58, 80, 88, 88, 93, 137, 161, 161, 221) ve Türkiye’deki gelişmelerin kırmızı, dünyada olanların ise siyah yazı ile verildiği “senkronik tarih şeritleri” (s. 36,37, 72, 73, 114, 115, 166, 167, 230, 231) yer almıştır. Bu durum tekrar belirtelim ki tarih öğretiminde Avrupamerkezci diyakronik çizgisel zaman anlayışının, zamanı homojenleştirme, idealleştirme ve ilerlemeci bir mantıkla kurgulama girişimlerini kısmen kırabilecek bir yenilik olarak olumludur.

Tartışma ve Sonuç

Bu çalışmada, bir söylem/zihniyet ya da ideoloji olarak tanımlanan Avrupamerkezciliğin ne olduğu, nasıl ortaya çıktığı, tarihyazımı ve öğretimi alanlarına hangi biçimlerde nasıl sızdığının teorik tartışması yapıldıktan sonra, bugün Türkiye’deki yaygın tarih bilgi ve yaklaşımlarını göstermesi açısından lise tarih ders kitaplarındaki durum incelenmiştir.Bu çerçevede bugün Türkiye’de liselerde okutulan Tarih 9-10-11 ve Tarih 12 Çağdaş Türk ve Dünya Tarihi adlı ders kitapları, tarihsel bilginin unsurları olarak belirlemiş olduğumuz tarihsel zaman, tarihsel mekân, tarihsel olgu, kişi (kahraman) ve olay, tarihsel model, tarihsel anlatıda Avrupamerkezcilik başlıkları altında incelenmiştir.İnceleme sonucunda elde edilen verilere göre lise tarih ders kitaplarında,Avrupamerkezciliğin izlerine ilişkin sorunların başında, tarihin tek düz bir çizgi hâlinde zamansal olarak ilerlediğini anlatan diyakronik ilerlemeci tarihsel zaman nosyonun devam etmesi gelmektedir. Bundan vazgeçilmemekle birlikte kitaplarda az da olsa yer verilen eş zamanlılık bilgi kartları, eş zamanlı tarih şeritleri ve karşılaştırmalı tarihsel bilgiler olumlu gelişmeler olarak kabul edilmelidir.

Buna karşın “kesintisiz Avrupa ilerleyişi” miti ve “çağ taksimatı” sorunu hâlâ varlığını sürdürmektedir. Oysa bugün Avrupalı tarihçilerce genel kabul gören tarihin, “Eski Çağ bilimi” yahut antikite, “Orta Çağ” yahut medieval bilimi ve “modernite” (çağdaş) tarih” diye bölünmesi, sadece Avrupa açısından anlamlıdır (Khella, 2005, s. 43). Orta Çağ kavramı, Avrupa birliğinin doğuşu ve ilk gençliğini tespit etmek için işaret edilen uğrak olmak bakımından önemlidir. Çünkü 4-12. yüzyıllar arasında, 13-16. yüzyıllar arası ilk ortaklaşma ortaya çıkıncaya kadar yavaş yavaş Avrupa denilen bu yeni bölgeyi kuracak olan bir ortak tarih söz konusu olmuştur (Cadiou, Coulomb, Lemonde, & Santamaria, 2013, s. 404). Bu durum, “Orta Çağ” kavramının sadece bir dönemsel adlandırma olmaktan öte olduğunu gösterir.

Antik Çağ kavramı da böyledir. Yunan ve Roma’dan gelen geleneklerin biricikliğini izah etmek için Avrupalı klasik dönem tarihçileri tarafından geliştirilmiştir (Goody, 2012, s. 343). Bunun yerine daha senkronik bir zaman nosyonu yanında bilimsel gerçeklere dayalı bir içeriğin benimsenmesi, Avrupa imgesinin tarihte hak ettiği yeri bulmasını sağlayabilir.

Diğer bir sorun, Avrupamerkezci kavramlar olarak coğrafi keşifler, Orta Doğu, Uzak Doğu, Yakın Doğu vs.nin ders kitaplarında hiçbir alternatif açıklama içermeksizin kullanılmaya devam edilmesidir. Bu durum, Avrupamerkezci yaklaşımın coğrafi bilgi alanının imkânlarıyla kendisini yeniden üretmesine de imkân tanımaktadır. Çünkü Avrupamerkezciliği harita alanında ortaya çıkaran Merkator tarzı haritacılığın ürünleri,tarih ders kitaplarında varlığını sürdürmektedir. Bu teknik ile ortaya çıkan “çarpıtma”nın bütün dünyadaki modern haritacılığa egemen olacak biçimde Avrupa’ya doğru meylettiği görülmüştür (Goody, 2012, s. 24).

Oysa bu haritalar gerek Avrupa coğrafyasının alanı gerekse biçimleri bakımından itiraz edilebilir pek çok hatayı barındırırlar. Örneğin bu haritalarda gerçekte öyle olmadığı hâlde Hindistan, Çin, Endonezya ve Afrika kıtası olduğundan çok daha küçük gösterilmektedir (Hodgson, 2003, s. 33-34). Bu haritalarda büyük uygarlıkların çoğu 40. paralelin güneyinde yer almasına karşın Avrupa neredeyse bütünüyle kuzeyde yer almaktadır. Buna ek olarak Merkator tarzı Dünya ölçeğinde haritalar, Avrupa coğrafyasında birçok yeri adlandıracak pek çok mekân bulunabilirken Çin, Hint gibi meşhur diğer uygarlık merkezlerinin yer aldığı coğrafyada işaretlenmeye değecek pek önemli merkezler bulunmaması da ayrı bir sorundur (Hodgson, 2003, s.75-76).

Avrupa Uygarlığı fikrinin özellikle Rönesans’tan sonra zaman içinde tüm dünyaya yayılması, elbette maddi ve estetiksel güce kavuşmuş Avrupa devletlerinin bir zaferi
sayılabilir. Ancak, şu bir gerçektir ki 15. yüzyılın sonlarında “coğrafi keşifler” ile başlayan ve 18. yüzyılda gerçekleşen Sanayi İnkılabı’yla sistematik hâle gelen “sömürgecilik” modern bir biçim belirlemiş, bu çerçevede Avrupa dışında mukavemeti zayıf halklara/toplumlara “tarih dışı” bir bakışla yaklaşmıştır.Bu durum, Avrupalı devletler tarafından “medenileştirilen” tarih dışı varlıklar olarak “tarihsiz halklar” şeklinde tanımlanmıştır.

Bu“büyük buluş”un felsefi arka planı Hegel’e aitti. Hegel, “bir halkın tarihinin olmamasını yazıyı bilmemesine değil, devleti olmamasından dolayı yazacak bir şeyi olmamasına”bağlamıştır. Amerikan yerlilerinin “apaçık biçimde zekâdan yoksun olduğunu” söyleyerek bunları “aydınlanmadan nasibini almamış çocuklar” diye tanımlamıştır (Guha,2006, s. 21). Ona göre Güney Amerika devletleri henüz “oluşum” sürecindeydiler.

Hindistan’ın düşünsel başarıları olsa da bu devlet olmasına yetmiyordu. Bu yüzden buraların tarihi yoktu. Buna göre Rönesans’ın İspanyol fatihleri arasında pek meşhur olan “Yazı yoksa, tarih de yoktur.” formülü, 1830 yılında Hegel ile birlikte, “Devlet yoksa tarih de yoktur.” şeklinde güncellenerek sömürülenlerle aradaki kültürel fark birkaç çentik daha üste taşınmış oldu (Guha, 2006, s. 23).

Hegel’e göre bir dünya tarihi yazılabilirdi. Ancak bunun içinde sadece Yunan, Roma ve Germenler yer alabilirdi. Buradaki Germenler, sadece Almanlar değil, tüm Batı ve Orta Avrupa halklarıdır (Guha, 2006, s.60-61). Görüldüğü üzere “tarihsiz halklar” kavramsallaştırması ve yaklaşımı başta olmak üzere, “devleti olmayanın tarihi olmaz” gibi büyük teoriler, Avrupamerkezci bir tarihyazımının oluşmasına zemin hazırlamıştır.Son 20-25 yıldır tarihte üst-anlatıların ve büyük teorilerin tarihsel gerçekliğin inşası ve aktarılmasını maniple edebildiği, bu sebepten vazgeçilmesi gerektiğine ilişkin farklı görüşler dile getirilmiştir. Buna karşın büyük anlatıların hâlâ bilgiyi meşrulaştırma sürecinde toplumsal işleyişe katkı sağlayabileceği düşünülmektedir (Safran & Şimşek, 2011,s. 215).

Bilindiği gibi tarihte diyakronik bir zaman çizelgesinde tek yapılı ve sebep-sonuç ilişkisi zincirleme kurulmuş bir tarih anlatısı, elbette ki pek çok algı yanılmasını
beraberinde getirmektedir (Safran & Şimşek, 2009). Üstelik temelde bir çeşit seçme eylemine dayanan bu tercih, zamanla bu seçimlerin de tek gerçeklik olarak algılanmasına dönüşmekte, âdeta bir kısır döngü yaratmaktadır (Safran & Şimşek, 2011, s. 216).

Bunu kırmanın yolu, tarihyazımında olabildiğince senkronik bir yaklaşımı benimseye rek makul karşılaştırmalar içeren bir tarz benimsemek, okuyucu açısından ise olabildiğince eleştirel bir okuma tarzı ile metni okurken zenginleştirmektir.

Antik Çağ’da Avrupalı olmayan her şeyi antik tarih parantezi dışına koyan Avrupa tarihini kuşku götürür bir ilerlemeci değişiklikler anlatısı hâline gelmeye zorlayan teolojik modellerin çizgiselliğini bırakmak ve bunun yerine modernite öncesi dünyada benzersiz bir Avrupa üstünlüğünü benimsemeyen, dönemselleştirmede daha esnek davranan ve Avrupa tarihini bronz çağının kent devriminin paylaşılan kültürüyle ilişkilendiren bir tarih yazıcılığını benimsemek gerekmektedir (Goody, 2012, s. 7).

Türkiye’deki tarih kitaplarında büyük ölçüde Türk tarihi merkezli bir anlatı benimsenmiş olsa da Avrupa ile ilgili konularda yer yer Avrupamerkezci yaklaşıma kayıldığı fark edilmiştir. Antik Çağ ve Yunan-Roma Uygarlığı, Coğrafi Keşifler, Rönesans, Reform,Sanayi İnkılabı, Modern Bilim, NATO gibi konuların işlenmesinde yer yer yanlış bilgilenmeden kaynaklı, yer yer de Avrupamerkezci zihniyetin yansımalarını görmek mümkün olmuştur. Bu durum, ders kitabı yazımının bilimsel bakış açısı bakımından ihmal edilemeyecek bir sorunla karşı karşıya olduğunun da göstergesi sayılabilir.

Mevcut tarih ders kitaplarında Avrupamerkezci toplumsal gelişim modellerine iltifat edilmemekle birlikte, Avrupa’nın 12. yüzyıldan başlayan “ilerleyişinin” kesintisiz biçimde olduğuna ilişkin genel bir kabulün hem Avrupa tarihi konularındaki içeriğe hem de kitabın genelindeki ifadelere yansıdığını görmek mümkündür.

Bu durum, tarih ders kitaplarının genel bilgi hataları bakımından revizyonu yanında Avrupamerkezcilik konusunda hatalı bulunan noktalarda da düzeltmelerin yapılmasını zorunlu kılmaktadır. Böyle bir girişimin, Türkiye’de tarih eğitiminin hâlâ ana materyali olan ders kitapları aracılığıyla öğretim içeriğinde ve dolayısıyla kamuoyunun tarih bilgisi ve algısında zin-cirleme bir değişim ve dönüşümü beraberinde getireceği düşünülmektedir.

http://insanvetoplum.org/content/6-sayilar/6-6/m0079/ahmet-simsek.pdf

Dipnotlar:

1 “Modernlik” ve buna bağlı olarak “modern bilim”i, Avrupa düşüncesinden kaynaklı gelişmiş olmakla birlikte salt Avrupamerkezciliğin bir ürünü olarak görmek doğru olmaz. Bunlar bazı sosyal bilimcilerin kabul ettiği gibi aynı zamanda küresel süreçleri içerirler (Burke, 2003, s. 24). “Uluslaşma”, “ulusçuluk” ya da “kapitalizm” gibi kavramları da bu çerçevede almakta yarar vardır. Bunların kullanılma bağlamları, tartışmaya ilişkin konumlarını belirler. Örneğin Batı dışındakileri “daha aşağı seviye”de tanımlayan ya da sadece Avrupa’ya has bir durumu kesinkes kusursuz evrensellik iddiasında ele aldığı iddiasındaki ırkların kabiliyetlerini açıklayan ve beyaz ırkı üstün tutan “bilim” anlatısı gibi. Yine buna benzer biçimde Batılıların 19. ve 20. yüzyılda dünyanın Avrupa dışında kalanını sömürgeleştirmek için “uygarlaştırma” şeklinde nitelemeleri gibi.

2 Örneğin “coğrafi keşifler”in, aslında Avrupa’nın dünyayı tanımaktan çok sömürgeleştirmek için ön keşif faaliyetleri olduğu, Aydınlanma’nın evrensel bir iddiasının olmasına karşı Avrupa’da yerleşik olan “skolastik zihniyet”e karşı ortaya çıktığı bilinmektedir. “Uzak Doğu” ve “Orta Doğu”nun kime göre uzak ve orta olduğu açıklamalarının yapılması gereklidir. Orta Çağ’ın “karanlık” tanımlaması
yaygın olmasına karşın neye tekabül etmektedir? Avrupa için din tesiri ile skolastik düşüncenin hâkimiyeti karanlık olarak adlandırılmaktaysa, bu durum Avrupa’da Rönesans’ın ortaya çıkmasında katkı sahibi olan Çin ve Müslüman coğrafyaları için neyi anlatmalıdır? Örnek olması açısından Orta Doğu olarak kastedilen bugünkü Mısır, Türkiye, İran, Irak, Suriye, Ürdün, İsrail, Arabistan, diğer körfez ülkeleri, kime göre “orta”nın “doğu”sunda konumlanmıştır? Cevap çok açıktır: Bu konumlanış
19. yüzyılın “üzerinde güneş batmayan sömürge imparatorluğu”na sahip olan İngiltere’ye göredir.Hakeza “Uzak Doğu” kavramı da öyledir. “Orta Çağ” kavramı ise yukarıda belirtilen sadece zamansal bir dönemlendirmeye işaret etmez.

3 Özellikle toplumsal yapı ve zihniyetlerin belli bir değişim sürecinin olabileceği tezini kabul ettirmek için Batılı soy ağacını ileri sürmüştür (Amin, 2007, s. 112).

4 Burada dört farklı unsurun ön plana çıkarıldığı görülmüştür. Bunlar, bir mit olarak “Antik Yunan”, “birleşik Avrupa fikri”, “Hristiyanlık” ve “ırkçı yaklaşım”dır (Amin, 2007, s. 112). Bu dört unsur, döneme,modaya ve yazarlara göre değişen formüllerle bir araya getirilmiştir. Bu Avrupamerkezci ön yargı günün ideolojik ihtiyaçlarına göre söz konusu unsurlardan birini ön plana çıkarıp diğerlerini iterek bundan beslenmiştir. Örneğin Avrupa Burjuvazisi, Hristiyanlığa kuşku ve küçümsemeyle bakmasından dolayı Antik Yunan miti fazlaca abartılmıştır. Bunu, Marks gibi evrenselcilik iddiaları güçlü düşünürlerde bile görmek mümkündür. Onun bu toplumsal gelişim çizgisini genel hatlarıyla kabul ettiğini, buna en son aşama olarak sosyalist sınıfsız toplumu eklediğini hatırlamak gerekir. Marks’a göre toplumlar; “ilkel komünizm”, “köleci toplum”, “feodalite”, “kapitalizm” ve “sosyalizm” aşamala- rından geçmektedirler. Tarihsel materyalizmin bel kemiğini oluşturan bu dönemlendirme, Avrupamerkezciliğin bizzat kendisidir (Khella, 2005, s. 54-57).

Zira Avrupa dışında bu “gelişimsel” aşamalara uyan başka bir toplum bulmak mümkün görünmemektedir. Comte ise insanlığın önce “teolojik” ya da hayalî hâle, sonra “metafizik” ya da soyut hâle en son aşamadaysa “pozitivist”, yani bilimsel hâle
geçeceklerini iddia etmiştir (Aysevener & Barutça, 2003, s. 46-49). Diğer bir dönemsel sıralama ise“Kutsal Roma”, “Kutsal İspanyol”, “Kutsal İngiltere” ve “Kutsal Amerika İmparatorlukları”nın sınırları içine sığdırılmıştır. Burada değişimin yegâne gücü demokrasi, sınıfsal toplum, feodalizm, kapitalizm,Sanayi İnkılabı vs. çerçevesinde “Avrupa” olarak tasvir edilmiştir (Stam, & Shohat, 2002). Bu noktada
görülmüştür ki tarihin çağlara bölünmesinden, Antikite tanımlamasına kadar her şey Avrupa medeniyetine uygun tasarlanmıştır. Bu durum, “doğrular”ı paylaşmaları bakımından Marksist yaklaşım ile burjuva yaklaşım arasında bir farkın olmadığını göstermektedir (Khella, 2005, s. 43).

Bu düşüncelerde kuşkusuz Hegel’in büyük payı vardır. Onun görüşlerinin özünü, “Dünya Tarihi” fikri ve bunun ya ratıcı akıl (tin) üzerinden yaşadığı tekâmül serüveni oluşturur. Buna göre “bu tin, Asya’dayken çocukluk evresindedir, oradan Yunan’a geçtiğinde gençtir, Roma’ya geçtiğinde ise artık yetişkin adamdır.”

Olgunluk dönemi de Cermen dünyasındadır. Burada asıl olan devletin tekâmülüdür. Çünkü devlet,burada tinin olgunlaşmasına ilişkin gösterge konumundadır (Aysevener & Barutça, 2003, s. 46-49).Hegelvari bir dünya tarihi, akıllarında yalnızca bir Avrupa bulunan ve meslekten veya amatör tarihçiler tarafından önerilen “feodalizm” ve “kapitalizm” gibi kategoriler tarafından şekillenmiştir. Yani
Avrupa’nın kendi özgül tarihsel arka planına uygun, içsel olarak kabul edilen ilerlemeci (prograsive) bir dönemleştirme gerçekleştirilmiştir (Goody, 2012, s. 8).

Kaynakça/References

Alkan, N. (2009). Tarihin çağlara ayrılmasında üçlü sistem ve Avrupamerkezci tarih kurgusu. Uluslararası Sosyal Araştırmalar Dergisi, 2(9), 23-42.

Amin, S. (2007). Avrupamerkezcilik bir ideolojinin eleştirisi (Çev. M. Sert). Chivi Yayınları: İstanbul.

Aysevener, K. & Barutca, M. (2003). Tarih felsefesi. İstanbul: Cem Yayınevi.

Başkaya, F. (2005). Avrupamerkezcilik, resmî ideoloji, bilim ve sosyalizm. Ankara: Özgür Üniversite Yayınları.

Berikan, F. & Şimşek, A. (2011). Tarihyazımında Avrupamerkezciliğin izleri. V. Engin & A. Şimşek (Ed.),

Türkiye’de tarihyazımı içinde (s. 301-315). İstanbul: Yeditepe Yayınları.

Bulaç, A. (1996). Tarih, toplum ve gelenek. İstanbul: İz Yayınları.

Burke, E. III (2003). Marshall G. S. Hodgson ve dünya tarihi. Dünya tarihini yeniden düşünmek içinde. (Çev.A. Kanlıdere & A. Aydoğan). İstanbul: Yöneliş Yayınları.

Cadiou, F., Coulomb, C., Lemonde, A. & Santamaria, Y. (2013). Tarih nasıl yapılır? İstanbul: İletişim Yayınları.

Cazgır, V., Genç, İ., Çelik, M., Genç, C. & Türedi, Ş. (2012). Tarih 10. Ankara: Devlet Basımevi.

Conner, C. D. (2012). Halkın bilim tarihi (Çev. Z. Çiftçi Kamburoğlu). Ankara: TÜBİTAK Popüler Bilim Kitapları.

Dirlik, A. (1998). Avrupamerkezcilikten sonra tarih var mı? Sömürgecilik-sonrası ve tarihin inkârı. Cogito,15, 251-274.

Ergun, D. (1993). Yöntemi bulmak (Türkiye’de toplumsal bilimlerin bunalımı). İstanbul: Gerçek Yayınevi.

Evans, R. J. (1999). Tarihin savunusu (Çev. U. Kocabaş). Ankara: İmge Yayınları.

Fabian, J. (1999). Zaman ve öteki, antropoloji nesnesini nasıl oluşturur? (Çev. S. Budak). Ankara: Bilim ve Sanat Yayınları.

Goody, J. (2012). Tarih hırsızlığı (Çev. G. Çağalı Güven). İstanbul: İş Bankası Yayınları.

Guha, R. (2006). Dünya tarihinin sınırında tarih (Çev. E. Ünal). İstanbul: Metis Yayınları.

Gümüşçü, O. (2012). Coğrafyaya davet. İstanbul: Yeditepe Yayınları.

Hodgson, M. G. S. (2003). Dünya tarihini yeniden düşünmek (Çev. A. Kanlıdere & A. Aydoğan). İstanbul: Yöneliş Yayınları.

İslamoğlu, H. (1997). Neden Avrupa tarihi? İstanbul: İletişim Yayınları.

Khella, K. (2005). Avrupamerkezci tarihsel bilincin yıkımı, üniversalist tarih (Çev. İ. Kaygusuz). İstanbul: Su Yayınevi.

Messadie, G. (2013). 4000 yıllık tarihî aldatmacalar. İstanbul: Pegasus Yayınları.

Okur, Y., Genç, İ., Özcan, T., Yurtbay, M. & Sever, A. (2012). Tarih 9. Ankara: Devlet Basımevi.

Okur, Y., Öztürk, M., Aksoy, M., Kızıltan, H., Sever, A. & Karaman, M. (2012). Tarih 11. Ankara: Devlet Basımevi.

Okur, Y., Sever, A., Aydın, E., Kızıltan, H. & Öztürk, M. (2012). Tarih 12 çağdaş Türk ve dünya tarihi. Ankara:Devlet Basımevi.

Önal, M. (2007). İslam düşüncesinde “hikmet” kavramları. Felsefe ve Sosyal Bilimler Dergisi, 4, 113-122.

Özlem, D. (1996). Tarih felsefesi. İstanbul: Anahtar Yayınları.

Said, E. (1991). Oryantalizm (Çev. S. Ayaz). İstanbul: Pınar Yayınları.

Sahlins, M. (1998). Tarihin adaları. Ankara: Dost Kitabevi.

Stam, R., & Shohat, E. (Kış, 2002). İç içe geçmiş tarihler: Avrupamerkezcilik, çokkültürcülük ve medya(Çev. E. Sözen), Köprü, 77. 6 Eylül 2013 tarihinde http://www.koprudergisi.com adresinden edinilmiştir.

Safran, M. & Şimşek, A. (2006). İlköğretim öğrencilerinde tarihsel zaman kavramının gelişimi. İOO(İlköğretim Online), 5(2), 87-109.

Safran, M. & Şimşek, A. (2009) Tarih yazımında bir sorun: Tarih ve zaman ilişkisi. Tarihin Peşinde Uluslararası Tarih ve Sosyal Araştırmalar Dergisi, 1(1), 9-26.

Safran, M. & Şimşek, A. (2011). Anlatı bağlamında tarihyazımının sorunları. Bilig, 59, 203-234.

Sezgin, F. (2007). İslam’da bilim ve teknik (C. 5). Ankara: TÜBA-İ.B.B.K.Y. tarihinde http://www.ibttm.org/TR/index.html adresinden edinilmiştir.

Şimşek, A. (2006). İlköğretim öğrencilerinde tarihsel zaman kavramının gelişimi ve öğretimi. Yayımlanmamış doktora tezi, Gazi Üniversitesi, Eğitim Bilimleri Enstitüsü, Ankara. Şimşek, A. (2007). Türkiye’de tarih öğretimin ulusallığı ve Avrupamerkezcilik. Türkiye Sosyal Araştırmalar Dergisi (TSA), 11(1), 9-38.

Şimşek, A. (2011). Geçmişin nesnesini arayan bilim arkeoloji: Türkiye’de tarih öğretimindeki durumu.Turkish Studies, 6(2), 919-934.

Şimşek, A. & Satan, A. (2012). Millî tarihin inşası. İstanbul: Tarihçi Kitabevi.

Tanrıkulu, M. (2012). Haritaya davet. İstanbul: Yeditepe Yayınları.

Traverso, E. (2013). Savaş alanı olarak tarih (Çev. O. Binatlı). İstanbul: Ayrıntı Yayınları.

Wallerstein, I. (2007). Avrupa evrenselciliği iktidarın retoriği. İstanbul: Aram Toplum Yayınları.

Yıldırım, A. & Şimşek, H. (2003). Sosyal bilimlerde nitel araştırma yöntemleri. Ankara: Seçkin Kitabevi.
Devamını Oku »

İnsanı İnsan Yapan Nedir?

İnsanı insan yapan ve diğer hayvanlardan esaslı surette ayıran, sahip olduğu irade ve hürriyettir. İrademizin güvenilir bekçisi olan disiplin ve inzibata ise ahlâk adı verilir. Vatandaşın ahlâkı, iş ahlâkı veya vazife ahlâkıdır. Gençliğimize yapmamız gereken ilk aşı, iş sevgisi, vazife segisi olmalıdır. Bu en büyük fazilettir.  İnsanı insan yapan ve en ulvi fedakarlıklara sürükleyen, hizmet duygusudur: Gayra hizmet, arza hizmet, ruha hizmet. Bu sevgi insana, hizmetten bıkılmayan, doyulmayan bir ahlaka bağlılığı öğretiyor. Bu sevgi yok oldu mu,ahlak yıkılıyor ve cemiyetin her tarafında işsizler peyda oluyor. Birgün bütün cemiyeti işsiz görebiliyoruz. Böyle işsiz insanlar yığını olan cemiyetin parazitleri vardır, büyücüleri vardır………..

'Kütle Halinde işsizleri nerde mi bulacaksınız ? Günün hemen hiçbir saatinde boşalmayan sinemalarda,stadyumda, nikah dairelerinde, zavallı ölünün değil ahretine, ruhuna da inanmadıkları için duasına el kaldırmayanların cenaze alaylarında, gençliğin mezarlığı olan kahvelerde, parti binalarında, sabahtan akşama kadar üzerine süründüğümüz, sürünmekten usandığımız, hepsi de işsiz olduklarından yine günün her saatinde aynı kalabalığı sırtında taşıyan kaldırımlarda, her yerde, her yerde. Ya kadınlığımız? Köylü kadını kendi cemiyet şeklini yaşatan ahlâkı ile bütün gün toprakla didinirken» şehirlerimizin ev kadınının hayatına sürekli bir çalışma sistemi sokabilmekten aciz durumdayız.

İşte insanın ahlâkî zaaflarını ortadan kaldıracak çareyi bularak Kadınlığımızın asaletini iadeye ve kendi ruhumuzun ışığında onu  dünya kadınlığıyla yarışabilecek seviyeye yükseltmeye mecburuz. Bugünkü hedefsiz, idealsiz mektep böyle bir yetiştirebilmekten pek uzaklardadır.


Nurettin Topçu
Yarınki Türkiye
Devamını Oku »

Cihan Harbi Nedir?

Anadolu'nun hayatında Birinci Dünya Harbi tarihi bir kasırgaydı. O büyük fırtına bir nesli tarih sahnesine çıkardı. İstiklâl mücadelemizin ruh ve hareket sahasında serdarları olan o devrin büyükleri, son neslin babalarıdır. Onları tanıyabilmek için, bize intikal eden tezli vesikaları okumak kâfi gelmez, hattâ çok kere yanıltır. Onları doğrudan doğruya tanımıyanlar için hiç olmazsa eserlerinin ciddî ve derinden tahlillerini yapmak zarureti vardır.

Onlar, Cihan Harbi denilen beşeri gaileden bayrağı kılıçlarına sararak ayrılmış meyus kahramanlardı. İstiklâl mücadelecinden sonra yaptıkları eseri, hakikî sahibi olan millete teslim ederek yine evvelki mütevazi hayat sahnesine çekildiler. Dâvanın saflarında herbirisi bir nefer gibi çalışmasını bilen bu insanlar, İlmî bir kültürün verdiği vukuf ile olmasa da millete, mukaddesata ve istikbâle inanıyorlardı. Onlarda, hayatın tehlikeli demlerinde bile düşmanla göğüs göğüse şerefle döğüşmek için arkadan vurmaya tenezül etmeyen Kılıçaslanların, Yıldırımların erkek kanı vardı. Hepsinde Türk ün isyankâr ruhu bir inkılâba hazırlanıyordu. Aşk, ümit ve iman eşsiz terkibini bu neslin hayatında ortaya koydu. Onlar Allah ın yardımına inanıyorlardı; onun için birleştiler. Hayatın temizliğine inanıyorlardı; onun için aldandılar. İstikbalin büyüklüğüne inanıyorlardı; onun için döğüştüler. Toprağın kutsallığına inanıyorlardı; onun için öldüler.

Mücadeleden sonra da herbirisi bir köşede bırakıldı, terkedildi. Kimi bir hastahane köşesinde, kimi sefaletin pençesinde, kimi de gündelik hayatın yükü altında ezildi. Hareketinin doktrinini meydana getirmek şöyle dursun, geriye dönüp eserini zevk ile temaşa edecek huzuru kendilerinde bulamadılar.

Kısaca denecek bir zaman içinde onlar hayat sahnesinden çekilirken son nesil bu sahnede gözükmeye başladı. Lâkin evvelkinin çocukları olan bu son neslin tam teşekkül devrindeki simasını olduğu gibi çizmek de güçtür. Tam bu oluş çağında, yani evvelkinden kopup ayrılırken bu nesilde yıkılan taraflar o kadar çok ve şaşıma idi ki, yıkım sarsıntısının şiddetiyle ümitsiz kalıyorduk. "Haramın, helâlin aslı yokmuş; şimdi öğrendik” diyen köylüden tutunuz da bir yumrukta babasını öldüren mektepli delikanlıya kadar her çeşit yıkım hadisesi istikbali kapkara gösteriyordu. Bu son neslin kendisini insan yapacak kadar mistisizmi, aşkı ve romantızmi olmıyacağına inanmıştık.

Eski devîrlerin Yunandan bugüne kadar akıl ve hikmet diye takdis ettiği ideal,onda kurnazlıkla siyasete yerini terk edecek diyorduk. İman onun kalbinden, bir çıban imiş gibi iddialı isimler taşıyan ameliyatla çıkarılıp atılmıştı. Fert olarak da cemiyet olarak da herkeste müşterek ideal, tek gaye, teknik denen hükümdarın huzuruna kavuşarak iltifatına nail olmaktı. Yediden yetmişe kadar her kalbe bir damla tekniğin hürmet ve ibadeti sunulurken ondan bir katre iman sökülüp atılıyordu. “Dindarsın, o halde teknikten hoşlanmazsın; teknik dostusun, yani medenisin, şu halde dinsizsin". Neslin parolası buydu. Dinî ibadetten teknik ziyafetine geçi-yorduk. Hayatı yaşanmaya değerli yapan şeyleri bir sistem halinde ortaya koyucu felsefî bir bütünlük, bir hayat hikmeti araştıracak yerde makinenin sesine koştuk. Bütün bu şaşkınlıklarla hataların sonunda hayat sahnesinde peyda olan hercümerc de şimdi durulur gibi olurken bu sahnede yer alan zümrelerin çokluğu ve başkalığı karşısındayız. Bugün artık köylü deyince saf ve beceriksiz, makineden şeytan diye korkan insanlar göremezsiniz. Sizi haklarının huzurunda sigaya çeken, makineye maharetle kumanda etmesini bilen, hem de eski dostu gibi onunla bağdaşmış, makine sevgisinde hiç de ağırkanlı olmayan insandır. Onun peşindedir ve yarınki Anadolu’nun makineye pek maharetle intibak ve kumanda edebileceğini düşündürücü bir alışkanlık yapmıştır.

Okuyan şehir gençliğinin bir kısmı milliyetçiliği inkılapçılıkla birleştirmeye çalışırken, diğer bir zümre millete dudak büken bir materyalist hümanizmin kucağındadır. Yabancı kültür müesselerinin yetiştirdiği, millet mefhumundan bir şey anlamayan bugünün yeni dünya hayranlarıyla beraber bunların hepsi de ruhunun bütün bölgelerine tatmin getirebilmiş bir spiritualizm terbiyesinden derece derece mahrumdurlar. Yabancı mektepde ve yabancı dilde öğretimin, bir tarih ve bir millet meyvesi olan gencin ruhunu tabaka tabaka koparıp kuruttuğu yolunda idrake ulaşamayiş bu buhranı devam ettirirken, Freud ile Sartrenin sabaha kadar ayakta duran ecdadın sistemlerinden koparılarak alınan çürütücü unsurlar.Kur’an huzurunda sabaha kadar ayakta duran ecdadın torunlarını içgüdülerine sonsuz serbestlik bağışlıyan Amerikalı zenci ruhunun meftunu yapmaktadır.

Görülüyor ki bu nesil evvelkinden ayıran muazzam bir uçurum vardır: Önce bu son nesli birliğe sürükleyici zaruretler yok.Bir kısmı ticarette saadet ararken bir başka zümre siyasette, daha başkaları büyük ve zengin Amerikan kıtasına sığınmakta selâmet aramaktadır. Bunlar içtimai terbiye ve ideal olarak hayatta muvaffakiyet sırlarını, vaktiyle Verter’in okunduğu ciltlerin arasından öğrenerek kurnazlaşmışlardı. Hayat temizliğine inanacak kadar safdil değildirler. Sirkten üniversite sıralarına muvaffakiyet sırlarını elde etmekle öğünen bu genç zümre kendi kendisini otomatlaştırdığının, bir teknik unsur haline getirdiğinin farkında değildir. Hayata karşı, vermeden isteyen iddialı yürüyüşleri, ona hürmetten doğacak aşkı da yıpratmıştır. İstikbal deyince bunlar, eskiler gibi köy ufuklarına değil, Atlantik'in ötesine gözlerini çeviriyorlar: Toprağın kutsallığına inanmak bir efsanedir, müsbet düşünüşle bağdaşmaz.

Lâkin sahne bundan ibaret değil. Böyle olsa, eğer kendileri için düşünülecek mesele kalmıyan bu ruhunu kaybetmiş zümre yalnız başına hayata hakim olsa, meselemiz kalmayacak, öyle bir zümre de var ki meselelerini arıyor ve meselelerini ararken kendini aramaktadır. Bu meseleler çok; birkaç tanesini gelişigüzel sıralayalım: Garpten neler alacağız? Teknik karşısında durumumuz ne olacak? Kurtarıcı mücadeleye nereden başlamalıyız Dinde neleri esas diye alıp hangilerinin hurafe olduğunu bilelim.. Daha, daha...

Türk çocuğu nasıl yetişmeli? Gençlik çağında da haysiyetli, Huzurlu bîr yaşayışı nasıl sağlayabiliriz. Nasıl hır aile kurmalıyız? Hangi mesleklerde muvaffakiyet arayalım? Hangi eserleri okuyatan? Zamanımızı nasıl kullanalım?

Dikkat edilirse ideal olan dâvalardan hayatın basit teferruatına kadar her hususun cevabını arayan bir milletin kalbinde bir afet gizlidir. O da iradi kudretinin noksan oluşudur Çünkü hayat onları demir örsün üstünde dövecek yerde şaşırttı, mesuliyetsiz yaşattı, Ancak biz inanıyoruz, ki millet kalbinin sahibi olan bu muztarip nesil, milletin kalbine uzanmak için irşad ve işaret bekliyor Onlar bizim beklediğimiz, yarınki kuvvettir.

Nurettin Topçu, Yarınki Türkiye
Devamını Oku »

Fatiha Suresi ile alakalı Hâdis-i Kudsi ve Şerhi


Hz. Peygamber (s.a.s.) Cenâb-ı Allah’ın şöyle buyurduğunu nakl etmiştir: “Salât Sûresini (Fatiha Sûresi’ni)kulum ile aramda ikiye bölüştürdüm. Kul, besmeleyi okuduğunda Cenâb-ı Allah: “Kulum Beni zikretti “der. Kul, dediğinde, Cenâb-ı Allah, “Kulum bana hamdetti” der Kul dediğinde. Cenâb-ı Allah: “Kulum Bana tazim etti” der. Kul: dediğinde, Allah: -Kulum Beni yüceltti” der. -Diğer bir rivayette de- “Kulum işlerini Bana havale etti” der. Kul, dediğinde, Cenâb-ı Allah: -Kulum Bana ibadet etti” der. Kul, dediğinde İse, Allah: ‘-Kulum bana tevekkül etti” der. -Diğer bir rivayette- Kul dediği zaman, Allah: “Bu Benimle kulum arasındadır”der. ‘dediğinde de “Bu kulumundur. Kuluma dilediği vardır (verilecektir)” der.(bk.Müslim,Śalât”, 38, 40)

Bu hadisten elde edilecek olan faydalar:

Birinci fayda: Cenâb-ı Allah’ın: “Fatiha Sûresi’ni Benimle kulum arasında ikiye bölüştürdüm” sözü, şer’î hükümlerin dayanağının, mahlûkatın faydasına olan şeyleri gözetmek olduğunu gösterir Nitekim O: “Eğer iyilik yaparsanız, kendiniz için yapmış olursunuz, kötülük yaparsanız, yine kendinize yapmış olursunuz” {isrâ. 7) buyurmuştur. Bu böyledir, çünkü, kulun en önemli işi, kalbini, önce rubûbiyyet bilgisiyle, sonra da ubûdiyyet bilgisiyle aydınlatmasıdır. Çünkü o, bu söze riayet etmek için yaratılmıştır Nitekim, Allah Teâlâ: “Cinleri ve insanları, ancak Bana ibadet etsinler diye yarattım ” (Zârıyat, 56), “Hakikaten Biz, insanı karışık bir damla sudan (meniden) yarattık. Onu imtihan ediyoruz.


Bu sebeble onu işiten ve gören yaptık.” {Dehr. 2) ve “Ey İsrailoğulları, size in’âm ettiğim nimetleri hatırlayınız ve ahdimi tutunuz ki, Ben de size verdiğim ahdi yerine getireyim ” (Bakara. 40) buyurmuştur. Durum böyle olunca, hiç şüphe yok ki, Cenâb-ı Allah, bu Fatiha Sûresi’ni Hz. Muham-med (s.a.s.)’e indirmiş, bu ahdi yerme getirme hususunda, muhtaç olunan her şeyi ihtiva etsin diye de sûrenin ilk kısmını rububyyet, ikinci kısmını da ubudiyet bilgisine tahsis etmiştir. Namazda Fatiha Sûresini okumak şarttır.


İkinci fayda: Allah Teâlâ. Fatiha Sûresine. “Salât” ismini vermiştir. Bu birçok hükme delâlet eder: Birinci hüküm: Fatiha sûresi namazda okunmadığı zaman, namazın olmaması gerekir. Bu da, namazda Fatihayı okumanın, bizimkilerin (Şâfiîlerin) dediği gibi, namazın bir rüknü olduğuna delâlet eder. Bu delil, başka delillerle kuvvet bulur:


1-) Hz. Peygamber (s.a.s.). namazda her zaman Fatiha Sûresı’ni okumuştur. Cenâb-ı Allah’ın O) Peygambere uyunuz” (Araf, 158) ayeti ve Hz. Peygamber (s.as)in “Benim nasıl namaz kıldığımı görüyorsanız, siz de aynı şekilde namaz kılınız.”[114] hadisinden ötürü, namazda Fatiha okumanın bize de farz olması gerekir


2-) Hulefâ-i Râşıdîn de bu sûreyi, her zaman namazlarında okumuşlardır. Re-sûllah (s.a.s.)’ın: “Benim ve benden sonra gelecek olan Hulefâ-i Râşidîn’in sünnetine sarılınız.[115] hadisinden dolayı, bunun bize farz olması gerekir.


3-) Doğudan batıya bütün müslümanlar ancak Fatiha Sûresi’yle namaz kılarlar Binaenaleyh, Cenâb-ı Allah’ın “Kim müminlerin yolundan başkasına uyarsa, onu döndüğü yere dönderir ve onu cehenneme yaslarız.” {Nisa. 115) ayetinden dolayı onlara uymamız gerekir.


4-) Hz. Peygamber (s.a.s.) “Fâtihâtü’l-Kitab olmadan namaz olmaz.” demiştir. [116]


5-) Cenâb-ı Allah “Kur’ân’dan kolayınıza geleni okuyunuz” (Müzzemmıl, 20) buyuruyor. Ayetteki “okuyunuz” ifadesi emirdir. Emrin zahiri ise vucûb (yapılmasının farz olduğunu) ifade eder. Buna göre, Kur’ân’dan insanın kolayına geleni okuması farzdır. Fatiha Sûresi’nden başkasını okumak farz olmadığına göre, emrin zahiri ile amel edilerek, namazda Fatihayı okumanın farz sayılması gerekir.


6-) Fâtiha’yı (namazda) okumak ihtiyatlı bir yoldur. Dolayısıyla ihtiyatlı olanı yapmalı. Çünkü Hz. Peygamber (s.a.s.) “Sana şüpheli gelen şeyi bırak, şüpheli olmayana geç demiştir. 117[117]


7-) Hz. Peygamber (s.a.s.). Fâtıha’yı her zaman namazlarında okumuştur. Bu sebeble, onun yolundan dönmenin haram olması gerekir. Çünkü Cenâb-ı Allah: “Onun emrinden uzaklaşıp gidenler çekinsinler…” (Nûr, 63) buyuruyor.


Namazda Fâtiha’ okumanın, onun dışındaki sûreleri okumaktan daha faziletli ve iyi olduğu hususunda müslümanlar arasında bir ihtilaf yoktur Bunun böyle olduğu sabit olunca biz deriz ki kul namaz kılmakla mükellef tutulmuştur. Var olan bir şeyde aslolan, onun devam etmesidir. Böylece, namazını ancak Fatiha Sûre-si’ni okuyarak ifa ettiğinde insanın sorumluluktan çıkacağına hükmederiz. Bu şekilde kılınan namazın, Fâtiha’dan başka bir sûrenin okunmasıyla kılınan namazdan daha üstün ve faziletli olacağına işaret etmiştik. Kâmil bir şekilde yapmakla mükellef olunan bir amelin sorumluluğundan, onu noksan bir şekilde yaparak kurtulunamaz. Buna göre, Fâtiha’dan başka sûre okunarak kılınan namazla sorumluluktan kurtulunamaz.


9-) Namazdan maksat, kalbin zikrinin meydana gelmesidir. Cenâb-ı Hakk: Ve Beni zikretmek için namaz kıl” (Tâhâ. 14) buyurmuştur Fatiha Sûresi kısa olmasına rağmen, rubûbiyyet ve ubûdiyyet makamlarını ihtiva eder. Bütün mükellefiyetlerden maksat, rubûbiyyet ve ubûdiyyet bilgilerinin elde edilmesidir İşte bu sebeble Cenâb-ı Allah, bu sûreyi Biz sana Sebu’l-Mesâniyi (Fatiha Sûresi’ni) ve Kur’ân-ı Azim’i verdik {Hicr, 87) diyerek, bütün Kur’ân’a denk kılmıştır Bundan dolayı, diğer sûrelerin onun yerini tutmaması gerekir.


10-) Rivayet ettiğimiz haberler, Fatiha Sûresi okunmadan namazın olmayacağını gösterir.[118]


Allah Teâlâ’yı zikretmenin önemi:


Üçüncü fayda: Cenâb-ı Allah’ın kudsî hadîsinde, “kul, besmeleyi okuduğunda. Allah; ‘Kulum beni zikretti” der.” ifadesinde birçok hüküm vardır.


Birincisi: Cenâb-ı Allah. “Beni zikredin ki Ben de sizi zikredeyim” (Bakara. 152) buyurur. İşte burada kul, Cenâb-ı Allah’ı zikretmeye yöneldiğinde şüphesiz ki Cenâb-ı Hakk, onu kendisini andığı bir toplumdan daha hayırlı bir toplulukta anar.


İkincisi: Bu, zikir makamının, kullukta çok yüce ve şerefli bir makam olduğunu gösterir. Çünkü geçen ayette, Cenâb-ı Allah, önce kulun zikrini mevzubahis etmiştir. Yine bu zikir makamının mükemmel bir makam olduğuna Cenâb-ı Allah’ın, zikri emrederek şöyle buyurması da delâlet eder: “Beni zikredin ki. Ben de sizi zikredeyim.” Sonra Cenâb-ı Allah “Ey iman edenler Allah’ı çok çok zikredin.” (Ahzâb, 41) “Onlar ayakta iken, otururken ve yanlan üstünde yatarlarken hep Allah’ı (hatırlayıp) zikrederler” {Âlı İmrân. 191) ve “Takvaya erenler, kendilerine şeytandan bir arıza iliştiği zaman, İyice düşünürler. Bir de bakarsın ki onlar (hakikati) görüp bilmişlerdir” {Araf, 201) buyurmuştur.


Cenâb-ı Hakk, kulluk makamlarından olan, zikir makamı üzerinde durduğu kadar hiçbir şeyin üzerinde durmamıştır.


Üçüncüsü: O’nun kudsî hadisteki, “Kulum beni zikretti” sözü “Allah” lâfzının Cenâb-ı Hakk’ın kendine mahsus zatı için bir alem (özel) ismi olduğuna delâlet eder. Eğer “Allah'” lâfzı, türetilmiş (müştak) bir isim olsaydı, onun mefhumu küllî bir mefhum[119] olurdu. Şayet böyle olsaydı, o zaman Cenâb-ı Hakk’ın hususî ve muayyen zatı bu lâfızla anılmazdı. “Rahman” ve “Rahîm” lâfızlarının küllî birer lâfız olduğu zahirdir. Böylece Allah’ın “Kulum beni zikretti” sözü, “Allah” lâfzının,Cenâb-ı Hakk’ın alem ismi olduğuna delâleti sabit olur.


Hadisteki, “Kul dediğinde, Cenâb-ı Allah: “Kulum Bana hamdetti” der” ifadesi, hamd makamının zikir makamından daha üstün olduğunu gösterir. Âlemin ilk defa yaratılmasında söylenilen sözün olması da buna delâlet eder. Çünkü, Hz. Adem (a.s.) yaratılmadan önce, melekler “Biz Seni hamdinle teşbih ve seni takdis ederiz ” (Bakara. 30) demişlerdir. Bu âlemin yok olmasından sonra söylenilen en son söz de “el-Hamdü” lâfzıdır. Çünkü Cenâb-ı Allah, cennetliklerin vasıfları hakkında: “Onların dualarının sonu demektir.” (Yûnus. 10)


Akıl da hamd makamının, zahir makamından üstün olduğunu gösterir, Çünkü Cenâb-ı Allah’ın zâtı hakkında tefekkür etmek imkansızdır. Zira, Hz. Peygamber (s.a.s.) “Mahlûkat hakkında düşünün fakat Yaratan(ın zâtı) hakkında tefekkür etmeyiniz[120] buyurmuştur ve çünkü bir şeyi düşünmeden önce, onu tasavvur etmek lâzım. Cenâb-ı Hakk’ın hakikatinin künhünü tasavvur etmek ımkânsızdır. Bu se-beble Cenâb-ı Allah’ın zatı hakkında tefekkür etmek imkânsızdır. Buna göre O nun, ancak fiilleri ve yarattıkları üzerinde tefekkür etmek mümkün olur. Sonra hayır olan şeyin bizatihi; şer olan şeyin ise geçici sebeblerden ötürü arandığı ve istendiği delil ile sabittir.


Buna göre Cenâb-ı Allah’ın yaptıkları ve yarattıktan üzerinde tefekkür eden herkes, O’nun rahmet, fazi ve ikramına daha çok vâkıf olur. Bu sebeble kişinin hamd ve şükürle meşguliyeti daha çok artar. Böylece”Elhamdü lillâhi rabbil’alemin ” der. Bunu deyince de Cenâb-ı Allah: “Kulum Bana hamdetti” der, ve bu sebebe Allah Teâlâ, kulunun, aklı ve fikri ile, gerek ulvî âlemlerin ve gerekse süfli âlemin tertibindeki ihsanına ve keremine vâkıf olduğuna; onun lisanının, aklına uygun ve ona denk olduğuna şehadet eder. Eğer Kul, O’na iman etme, kalbiyle, diliyle, aklıyla ve beyanıyla O’nun keremini tasdik deryasına dalarsa bu ne yüce bir hâl olur!


Hadîs-i Kudsî’deki “Kul ”Errahmânir’rahim”dediğinde, Allah Teâlâ: “Kulum Bana tazim etti.” der.” ifadesine geîince, bu hususta birisi şöyle diyebilir: Kul, besmeleyi okuduğunda da “rahman” ve “rahîm” lâfızlarını söylemişti, ama orada Cenâb-ı Allah “Kulum Bana tazim etti” dememiştir. Fakat Fatiha Sûresı’nde ”Errahmânir’rahim”dediğinde, “Kulum Bana tazim etti” demiştir. Bu ikisi arasındaki fark nedir?


Buna şu şekilde cevap verilir: Kulun”Elhamdü lillâh” sözü, onun, Cenâb-ı Hakk’ın zatında kemâl sahibi ve başkasını kemâle erdirici olduğunu ikrar ettiğini gösterir. Sonra,”rabbil’alemin”der. Bu da, zatında kâmil olan ve başkasını kemâle erdiren ilâhın, tek ve şeriki olmayan bir ilâh olduğunu gösterir. O,”Errahmânir’rahim”dediği zaman, bu, zatında kâmil ve başkasını kemâle erdiren ilâhın, rahmette, kullarına son derece lütuf ve ikram etmesinde şerikten, ortağı olmaktan, misli ve benzeri olmaktan, zıddı bulunmaktan münezzeh olduğuna delâlet eder. Şüphe yok ki kemâl ve celâl manalarını tasavvur etme hususunda, insan aklının, anlayışının ve hayalinin ulaşabileceği en son nokta ancak bu makamdır.


İşte bu sebeble, Cenâb-ı Hakk burada: “Kulum bana tazim etti” demiştir Hadis-i Kudsî’deki: “Kul,Mâliki yevmiddin dediğinde, Allah: “Kulum beni yüceltti .”,


Bana yakışmayan şeylerden tenzih ve takdis etti” der.” ifadesine gelince, bunun izahı şudur: Biz bu dünyada zalimlerin mazlumlara baskı yaptığını; güçlülerin güçsüzleri ezdiğini; muttakî, kâmil bir âlimin geçim sıkıntısına düşebildiğini; günahlara dalmış kâfirin ise rahatın ve lüksün zirvesinde yaşadığını görüyoruz. Bu durum ise merhametlilerin en merhametlisi, hükmedenlerin en iyisi olan Allah’ın rahmetine uygun düşmez. Cenâb-ı Allah’ın zalimlerden mazlumların hakkını alması, kendisine itaat edenlere mükafaatlarını, inkar edenlere ise cezalarını vermesi için kıyamet, ba’s ve haşr bulunmasaydı, bu ihmal ve imhal {mühlet tanıma), Allah’ın kullarına bir zulmü olurdu.


Ceza günü ve din günü var olunca, Cenâb-ı Hakk’ın kullarına zulmettiği vehmi ortadan kalkar. Bu sebebten dolayı Cenâb-ı Allah: “(Bütün bunlar) kötülük edenleri, yaptıklarına mukabil cezalandırması, güzel hareket edenleri de daha güzeli ile mükâfatlandırması için ” (Necm, 31) buyurmuştur. Kudsî hadisteki işte Cenab-ı Allah’ın, “zulüm ve zulüm huyundan Beni tenzih eden” kulum Beni yüceltti” sözünden kastettiği budur.


“Kul ”İyyâke na’budü ve iyyâke neste’în” dediğinde, Allah: Bu Benimle kulum arasındadır” der.” ifadesine gelince, bu cebr ve kader meselesinin esrarına işarettir. Çünkü kulun”İyyâke na’budü”sözünün manası, kulun ibadet ve taat işine yöneldiğini haber vermektir. Sonra Cebr ve Kader bahsi gelir. Bu da şu demektir: Kul, bu işi yaparken bağımsız mıdır, değil midir?


Gerçek şu ki o, bağımsız değildir. Çünkü kulun kudreti, ya hem yapmaya hem de yapmamaya elverişlidir veya değildir. Eğer gerçek olan birincisi ise bu kudretin yapmamanın değil de yapmanın kaynağı olması ancak bir müreccih (tercih eden) sebebiyledir. Eğer bu müreccih kul ise, başa dönülmüş olur. Eğer bu müreccih kul değil de Allah ise, Allah’ın, engellerden kurtulmuş olan bu sebebi yaratmış olması, O’nun yardım etmesidir.”ve iyyâke neste’în” sözü ve, “kalbimizde bizi batıl inançlara ve bozuk amellere davet eden bir sebeb yaratma ve bize katından bir rahmet ver!” anlamına gelen (al-ı imrân. 8) ayetinden kastedilen de budur. Bu rahmet, Allah’ın bizi iyi “âmellere ve doğru inançlara çağıran sebebi yaratmasıdır.


İşte yardım etme ve yardım talebinde bulunmadan maksat budur. Bu sözü söylemeyen bir kimse, kesin olarak sözünün manasını anlamamıştır. Bu ortaya çıkınca, Hakk Te-âlâ’nın: “Bu benimle kulum arasındadır” sözünün doğruluğu ortaya çıkmış olur. Cenâb-ı Hakk’tan olan kısma gelince, bu Allah’ın kesin müessir sebebi yaratmasıdır. Fiilde kuldan olan kısma gelince bu kuldaki kudret ile Cenâb-ı Allah’ın yarattığı sebebin bir araya gelmesiyle, bu fiilin meydana çıkmasıdır. Bu, üzerinde iyice düşünülmesi gereken dakik bir meseledir.


Hadîsi Kudsîde Cenâb-ı Allah’ın: Kul ”İhdinessırâtel müstâkim”dediğinde, Allah: “Bu kuluma aittir ve kuluma istediği vardır” der ifadesine gelince, bunun izahı şöyledir: Biz, ulûhiyetle ilgili bütün meseleleri ısbat ve nefy hususunda, nübüvvet meşelerinin tamamında ve meâd (ahiret)la ilgili meselelerin bütününde, insanların ihtilâf ettiklerini görüyoruz.


Bu konuda, şüpheler baskın çıkıyor ve karanlıklarsa her tarafı basmıştır. Cenâb-ı Hakk’ın künhüne ve hakikatine, çoğunluk içindeki pek az insan vasıl olabilir Bütün insanlar, akıl, fikir, çok araştırma ve iyice düşünme hususunda eşit olmalarına rağmen, bu hâl pek azına nasip olabilmiş..


Şayet Cenâb-ı Allah’ın hidayeti ve yardımı olmasaydı, hakkı isteyenin gözünde hakkı süsleyip, batılı da onun gözünde çirkin göstermemiş olsaydı -nitekim Cenâb-ı Hakk “Fakat Allah size imam sevdirdi ve onu kalblerinizde süsledi. Küfrü, (âşıklığı ve isyanı da size çirkin gösterdi” (Hucurât. 7) buyurmuştur- hiç kimsenin hakka ulaşması mümkün olmazdı.


İşte bu sebeble kulun ” “Bizi dosdoğru olan yoluna ilet” sözü de, bu duruma işaret etmiş olur Yine, bâtılı bâtıl olarak bilen kimsenin bâtıla razı olmaması, onun ancak gerçek bir inancı, sağlam bir dini ve doğru olan hükmü istemesi de, buna delâlet eder. Eğer iş, sadece kulun ihtiyarıyla olmuş olsaydı, hiç kimsenin hataya düşmemesi gerekirdi. Birçok kimsenin sapıklık denizinde boğulduğunu görünce,Hakka ulaşmanın sadece Allah’ın hidayeti ile olduğunu anlarız. Bütün peygamber ve meleklerin bunda mutabık olmaları da, bu görüşümüzü güçlendirir. Meleklere gelince “Rabbimiz, seni tenzih ederiz. Senin öğrettiklerinden başka, bizim ilmimiz yoktur. Muhakkak kı Sen, her şeyi hakkıyla bilen ve sonsuz hikmet sahibi olansın ” (Bakara, 32) derler.


Hz. Âdem, “Rabbimiz, bizi bağışlamaz ve bize merhamet etmezsen, muhakkak ki biz hüsrana uğramışlardan olacağız” (A’râf. 23); Hz. İbrahim. “Eğer Rabbim beni hidayete ulaştırmazsa, muhakkak ki ben, sapılmışlardan olacağım!’ (En’âm 77); Hz. Yûsuf, ” “Beni müslüman olarak öldür ve beni salih kulların arasına kat” (Yûsuf. 101); Hz. Mûsâ, “Rabbim, göğsümü genişlet, işimi kolaylaştır, dilimdeki düğümü çöz, ki sözümü anlayabilenler…” (Tâhâ, 25-28) ve


Hz. Muhammed (s.a.s.) de. “Rabbimiz, bizi hidâyete erdirdikten sonra, kalblerimizi sapıtma! Ve bize, katından bir rahmet ver! Muhakkak ki, sen çokça verensin!” (Âl-i İmrân. 8) diye dua etmişlerdir


Bu hadîs-i kudsideki incelikler hususunda söyleyebileceğimiz söz budur. Söylemediklerimizse, söylediklerimizden daha çoktur.


Dördüncü fayda: Fatihanın ayetleri yedidir.Namazda gözle görülen ameller de yedidir Bunlar, kıyam, rükû, rükûdan doğrulma, ilk secde, bundan doğrulma, ikinci secde ve tahiyyâta oturmadır. Böylece Fâtiha’nın ayet sayısı, namazdaki bu işlerin sayısına eşit olmuş olur. Bundan dolayı da bu işler sanki bir beden, Fatiha ise o bedenin ruhu gibidir. Kemâl derecesi, ancak ruh ile bedenin birleşmesiyle elde edilir. Buna göre, besmele, namazdaki kıyamın karşılığıdır. Görmez misin ki besmeledeki “be” harfi Allah’ın ismi ile birleşince ayakta kalır Yine besmele ile işlere başlanır Peygamberimiz (s.a.s.) “Besmele ile başlanılmayan her önemli iş güdük’i”[121] buyurmuştur. Cenab-ı Allah da: “Hakikaten, iyi temizlenen ve Rabbinin adını zikredip de namaz kılan kimse felaha ermiştir” (Alâ. 14-15) buyurmaktadır.


Namazdaki işlerden kıyamın da durumu aynıdır. Böylece, şu yukarıda zikredilen hususlar muvacehesinde besmele ile kıyam arasındaki münasebet görülmüş olur.” sözü, namazdaki rükûun karşılığıdır. Çünkü kul, hamdetme makamında hem Hakka hem de mahlûkata bakar. Çünkü hamdetmek, Cenâb-ı Hakk’tan gelen nimetler sebebiyle O’na sena etmekten ibarettir. Bu makamda kul, hem nimet verene, hem de nimete bakar.


Bu bakımdan hamd makamı,arazlarla, istiğrak hali arasında orta bir haldir. Rükû da kıyamla secde arasında orta bir haldir.”el hamdu” lâfzı nimetlerin çokluğunu gösterir. Çok nimet ise, kişinin sırtına ağır gelen şeylerdendir.


Bu nedenle, insanın sırtı rükû ederek eğilmiştir.”er rahmanir rahim” sözü rükûdan doğrulma haline uygundur. Çünkü kul, rükûda, Allah’a tazarru edip eğilince, Cenâb-ı Hakk’ın rahmetine yakışan, onu yeniden doğrultmasıdır. İşte bu sebeble Hz. Peygamber (s.a.s.): “Kul, (ruküdan kalkıp da) (Cenâb-ı Allah, kendisine hamdedeni duyar) dediğinde, Allah o kula rahmet ile bakar” buyurmuştur. ”Maliki yev middin”sözü ilk secde haline uygundur. Çünkü senin böyle söylemen, Cenâb-ı Hakkın kahrının, celâlinin ve kibriyasının kemâline delâlet eder. Bu da çok şiddetli bir korkuyu gerektirir.


Bundan dolayı, buna, en mükemmel bir şekilde huzû ve huşu yakışır ki işte bu secdedir. ”İyyâke na’budu ve iyyâke nestaîn” sözü iki secde arasındaki oturuşa uygundur. Çünkü sözü birinci secdeyi sözü ise ikinci secdeyi yapabilmek için Cenâb-ı Allah’tan yardım istediğini haber vermektedir.


”Sırâtallezîne en’amte aleyhim gayril magdûbi aleyhim ve lâd dâllîn”(sözü, en mühim şeyi istemektir. Dolayısıyla bu isteğe, huzurun zirvesini gösteren ikinci secde uygun olur, sözü de, namazdaki tahiyyata oturma haline uygundur. Çünkü kul, son derece mütevazi olunca, Allah Teâlâ, onun tevazuuna ikram ile karşılık vermiştir. Bu ikram da, Allah’ın ona huzurunda oturmasını emretmesidir.


Bu ise Allah’ın, kula en büyük inamıdır. Bu, sözü ile bunun arasında son derece kuvvetli bir münasebet vardır. Hz. Peygamber (s.a.s.)’i, “Kabe kavseyn”e yükseltmiş olduğu için, ona nimet vermiş olunca, O, bu esnada: “En mübarek selâmlar ve en hoş salâtlar Cenâb-ı Allah’a aittir.” demiştir. Namaz müminin miracıdır Mü’min, miracında, Allah’ın huzurunda oturmasından ibaret olan, ikramın zirvesine mazhar olunca, Hz. Peygamber (s.a.s.)’in miraçta söylediği kelimeleri söylemesi vâcib olur. Yine kul, “ettehiyyât’i okur ve bu, namazda meydana gelen miracın, Hz. Peygamber (s.a.s.)’in miraç güneşinden bir meşale, ve o miracın denizinden bir damla olduğuna bir tenbih gibi olur.


Bu da Cenâb-ı Hakk’ın: “İşte onlar, Allah’ın kendilerine nimet verdiği peygamberler, sıddikler, şehitler ve sâlih kimselerle beraberdirler. Onlar ne iyi arkadaştır” (Nisa. 69) ayetinin gerçekleşmesidir Bil ki sayısı yedi olan Fatiha ayetleri, namazdaki bu yedi iş için, bir ruh; bu yedi fiil de, insanın yaratılmasında mevzubahis olan yedi mertebenin ruhu mesabesinde olur.


İnsanın yaratılışındakı yedi mertebe de şu ayetlerde bahsedilenlerdir: “Andolsun ki insanı çamurdan bir hulasadan yarattık. Sonra onu sarp ve metin bir karargâhta (rahimde) bir nutfe yaptık. Sonra o nutfeyi bir kan damlası haline getirdik, derken o (canlı) kan damlasını bir çiğnem (lokmalık) et yaptık. O bir çiğnem eti de kemiklere çevirdik ve o kemiklere et giydirdik. Daha sonra onu başka bir yaratışla inşa ettik. Suret yapanların en güzeli olan Allah’ın sanı ne yücedir” (Mü’minûn. 12-14). Buna göre bedenin ve ruhun birçok derecesi bulunduğu görülür. Ruhların ruhu, nurların nuru ise Cenâb-ı Hakk’tır. Nitekim Cenâbı Allah: “Şüphesiz en sonunda gidiş ancak Rabbinedir.” (Necm. 42) buyurmuştur. 122[122]


Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb, Akçağ Yayınları: 1/377-386.


Dipnotlar:


113 Müslim. Salât. 38. 40 (1/296, 297); Ebû Dâvud. Salât, 132 (1/217); Tirmizi, Tefsir; 2 (5/201); Ne-sâı, İttitah, 23 (2/136)


[114] Daha önce geçti.


[115] Daha önce geçti.


[116] Daha önce geçti.


[117] Daha önce geçti.


[118] Namazların her rekâtinde Fatiha Sûresi´nin okunmasının farz oluşu, Şafiî Mezhebine göredir. Ha-nefılere göre, namazda Fatiha Sûresi´ni okumak vaciptir.


[119] Mefhûm-u küllî: Manasında birçok varlığın ortak olduğu bir kelimedir “İnsan” kelimesi gibi. Bu kelime insan olan her varlığı ifade eder.


[120] Bu hadisi Ebu Nu´aym. Htlye´sınde; Tabarânî, Evsafında; Beyhakî, Şu´ab´mda zikretmiştir (Keşfu´l-Hafâ. 1/311)


[121] Daha önce geçti.


[122] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu?l-Gayb, Akçağ Yayınları: 1/377-386
Devamını Oku »

Yılbaşına Dair

Yarın yılın son günü. Yarın gece yarısı miladî takvime göre yeni yıl başlayacak. Her yılbaşında olduğu gibi bu yılbaşında da kutlamanın dinî niteliği gündeme gelecek. “Kutlama yapma yoksa gâvur olursun” diyen de var, “ne alakası var, bu bir dinî bayram değil ki” diyen de. Bana da bu konuda çeşitli sorular geldi. Hemen her konuda olduğu gibi bu konuda da aşırı (ifrat - tefrit) yaklaşımlar söz konusu. Bu konuda ifrat ve tefritten uzak, mutedil bir görüş ortaya koymaya çalışacağım.

Yılbaşı kutlamasının dinde haram ve günah olduğunu ifade edenlerin bu konuda ortaya koyduğu üç delil bulunmaktadır:

1. Rabbimiz Kur’an’da, Yahudi ve Hristiyanları veli edinmeyi yasaklayarak şöyle buyurmuştur:

“Ey iman edenler! Yahudi ve Hristiyanları veli edinmeyin, onlar birbirinin velisidirler. İçinizden kim onları veli edinirse o da onlardandır.” (Mâide, 51)

2. Allah Resûlü (s.a.v.) şöyle buyurmuştur: “Kim bir topluluğa benzemeye çalışırsa o da onlardandır” (Ebu Davud, Libas, 5)

3. Yine peygamberimiz bir başka hadisinde “kişi sevdiği ile beraberdir” buyurmuştur. (Buharî, edeb, 96; Müslim, el-Birr ve’s-sıla, 165)

Peygamberimiz, diğer dinlerden olanlara benzemeyi önlemek ve Müslümanları her bakımdan onlardan ayrı bir ümmet kılmak için pek çok tedbir almıştır. Kendisi saç tarama şekli bakımından bile müşriklere ve Yahudilere muhalefet etmiş, namaza çağırmak için çan çalma veya boru kullanma fikrini Yahudi ve Hristiyanlara benzemek olarak gördüğü için doğru bulmamış, başka pek çok konuda da alternatif uygulamalar yapmıştır.

Bu delileri dikkate alıp yılbaşı kutlamayı bir Hristiyan âdeti olarak görenlere göre bu kutlamayı yapanlar Kur’an’da yasaklanan “veli edinme” ve hadiste yasaklanan “başkasına benzemeye çalışma” yasağının kapsamına girmiş olurlar. Bu görüşte olanların bir kısmı işi tekfir boyutuna kadar götürürken bir kısmı bunun haram ve günah olduğunu söylemekle yetinir.

Yılbaşı kutlamasının söz konusu yasağın kapsamına girip girmediğini belirlemek için öncelikle bu yasağın kapsamını netleştirmemiz gerekir.

Eğer kişi inanç, amel veya ahlak bakımından İslam’a zıt yönleri bulunan kimselerin bu yönlerine benzemeye çalışıyorsa dinin yasakladığı “başkasına benzeme” günahını işliyor demektir. Benzemeye çalıştığı durum İslam’a aykırı değilse bu benzeme dince yasaklanmış değildir.

Mesela bir Müslüman, gayri Müslimlerin, kendi dinlerinin gereği olarak giydiği kıyafetleri giyemez, yiyip içtiği şeyleri yiyip içemez, kutladığı günler ve bayramlarını kutlayamaz.Hristiyanlar haç işaretini kendi dinlerinin sembolü olarak taşırlar. Bir Müslümanın boynuna haç takması olacak şey değildir. Bir Müslümanın noel, haç yortusu, Meryem ana günü gibi Hristiyanlara ait bayramları kutlaması caiz olmaz.

Buna karşılık gayr-i Müslimlerin yemek yerken kaşık-çatal kullanması, evlerinde koltuk-büfe bulundurması, araba kullanması, ceket-pantolon giymesi,teknolojik aletleri kullanması konusunda onlarla benzer davranışlar göstermek dince yasaklanmış değildir. Çünkü gayri müslimler bunları kendi dinlerinin bir simgesi olarak yapmamakta, bu fiiller onların kimlik ve şahsiyetini ortaya koymamaktadır.

Bu ölçü doğrultusunda yılbaşı kutlamasına geldiğimizde şunu söylememiz mümkündür:

Yılbaşı ve noel farklıdır. Noel (kristmıs) Hristiyanlarca kutsal kabul edilen bir bayram olup Hz. İsa’nın doğumunu ifade etmektedir. Yılbaşı ise bir Hristiyan bayramı değildir. Noel 25 Aralık’ta, yılbaşı ise 1 Ocak’ta kutlanmakta arada bir haftalık zaman farkı bulunmakta, ikisinin kutlanma biçimleri farklı olmaktadır. Bununla birlikte dünya kamuoyunda noel ve yılbaşının bir arada anıldığı, kutlandığı, Hristiyan ülkelerin birçoğunda noelden başlayarak yılbaşına kadar tatil ve kutlamaların yapıldığı bilinen bir durumdur. Şu halde kutlanma sebepleri, zamanları ve biçimleri farklı olsa da dünya kamuoyunda noel ile yılbaşı adeta özdeş iki uygulama gibi görülmektedir.

Yılbaşı doğrudan doğruya bir dinî bayram değildir ve sırf yeni bir yıla girilmesi sebebiyle kutlama yapan kimsenin “Hristiyanlara benzemeye çalışan” bir kimse olarak değerlendirilmesi doğru değildir Şu halde bu kimselere “kâfir olmuş”, “dinden çıkmış” muamelesi yapmak haddi aşmaktır.

Bununla birlikte şunu da bilmek gerekir ki dünya kamuoyundaki algıda noel ile yılbaşı arasındaki çizgi o kadar kalın değildir. Birçok kimse, yılbaşı ve noel arasındaki farkı bilmez. Bu durumda, bir kimsenin dinen şüpheli bir duruma düşmekten kurtulması en doğru yoldur. Zira Allah Resûlü (s.a.v.) “sana şüphe veren şeyi bırak, şüphelendirmeyeni esas al” buyurmuştur. (Tirmizî, Sıfatü’l-kıyame ve’r-reqâiq, 60)

Ele alınması gereken bir başka husus da “kutlama” adı verilen faaliyetlerin kendisiyle ilgilidir.

Herhangi birine, “yılbaşı kutlaması deyince aklınıza ne geliyor?” diye sorsanız, size bir çırpıda sayacağı şeyler: Çam süslemesi, havai fişek gösterisi, noel baba kıyafeti, hindi, piyango, bira-içki, kadınlı erkekli eğlenceler olacaktır. İşte bu kutlama faaliyeti söz konusu olduğunda Hristiyan kültürüne ait unsurlar ve İslam dininin haram kıldığı diğer şeyler iç içe geçmiş vaziyettedir. Bunlar içinden “noel baba” kıyafetinin ve “çam süslemesi”nin farklı kültürün sembolü olduğu, piyango almak, içki içmek ve kadınlı erkekli dans partilerinin ise İslam’ın yasakladığı fiillerden olduğu su götürmez bir gerçektir.

Meseleye dinî hüküm açısından bakmak gerektiği kadar kültürel etkileşim açısından da bakmak gerekir. Yeni nesillerin bu tarz kutlamaları normal bir durum olarak görmeye başlaması, ister istemez kültür emperyalizmini de birlikte getirmekte, Müslümana has bir kimlik ve duruş sergileme imkânı ortadan kalkmaktadır.

Son olarak şunu sormak gerekir: Yeni bir yıla girmiş olmak insanların sevinmesi, coşkuyla kutlaması gereken bir şey mi? Bu kutlama dedikleri şeyin tarzı, yöntemi bizim dinimize uygun mu?

Müslüman coğrafyaların katliama maruz kaldığı, iç savaş ve yoksulluk ile boğuştuğu bir hengâmede… Dünyanın dört bir yanında mazlum ve mağdur, yiyecek ekmek bulamayan milyonlarca dindaşımız, kardeşimiz varken… Sırf yeni bir yıla giriyoruz diye havai fişek patlatarak, göbek atarak, hoplayıp zıplayarak kutlama yapmak neyin nesi?

Allah Resûlü (s.a.v.) “sizden biri kendisi için istediğini mümin kardeşi için de istemedikçe –gerçek anlamda- iman etmiş olmaz” buyurmadı mı? (Buharî, iman, 6; Müslim, iman, 17)

Yılın sonunda ve başında ille de bir şey yapılacaksa bu bir kutlama değil muhasebe olmalıdır. Geçip giden yıllar, aylar ve günlerin içine "hesabı verilecek bir ömür" doldurabilmişsek ne âlâ... Yok öyle değil de ömür treninin vagonları mesabesinde olan yıllar beyhûde gelip geçtiyse ne yazık!

Biz ki iman, sâlih amel, hakkı ve sabrı tavsiye etmekle geçmeyen her ânın hüsran olduğuna iman etmişiz!

“Yılın sonu” için yaptığı hazırlığı “yolun sonu” için yapmayanlar aldanmıştır. Üç günlük geçici mutluluk hayalini, milyonda bir ihtimale dayalı piyango biletine bağlarken, sonsuz mutluluğu, yüzde yüz kesin olan Allah'a teslimiyete bağlamayanlar aldanmıştır. Yeni yılı ayık bir akıl, sorgulayıcı bir nefis, tüm müminler için kuşatıcı bir duayla değil de kıyak bir kafa (!), boş vermiş bir ruh hali ve bencilce isteklerle karşılayanlar aldanmıştır.

Böyle bir aldanış içinde olan müslüman kardeşimize karşı tekfirci, ötekileştirici bir dil kullanarak onu daha da uzaklaştırmak, işi inat haline getirmek yerine yaptığının yanlışlığını kendisine samimi bir dille belirtip kazanmaya çalışan bir dil kullanmak, onların ıslahı ve şuurlanması için dua etmek gerekir.

İçinde bulunduğumuz takvim sisteminde yeni bir yıla başlıyoruz. Bu demde yapılması gereken iş bizim kültürümüze yabancı tarzda "yılbaşı kutlaması" yapmak değil, yeni olan her gün, ay, yıl gibi bu yılın da hakkımızda hayırlı geçmesi için dua etmektir.

Madem öyledir, peygamberimizin her yeni güne başlarken yaptığı duayı biz de yeni bir yıla uyarlayarak şöyle dua edelim:

“Allah’ım ben bu yılın ve sonrasının hayrını senden dilerim, bu yılın ve sonrasının şerrinden de sana sığınırım!"

Rabbimiz, yaşadığımız tüm zamanlarda ülkemize, milletimize ve ümmetimize birlik ve dirlik versin. Bizleri yolundan ayırmasın, şeytana uydurmasın.


(Soner Duman /12.Rebîülâhir.1439/Cumartesi)

Devamını Oku »

Kafirlerin Batıl İşlerini Taklid Etmeyin!

İzzet ve itibar tamamiyle Allahu Te(l(nın: O'nun ihsan ve ikramiyle de, Resulullah sallallahu aleyhi ve alihi ve sellem'in ve mümin-i muvahhid kullarınındır. İslam tam ve mükemmel, en faydalı ve en güzel nizam olduğundan müslümanların başka batıl din ve inançlara, yabancı örf ve adetlere asla itibarı ve ihtiyacı yoktur; o, gayri kimseyi taklid etmez, başka hiçbir sisteme tabi olmaz, sadece Allah'ın nurlu yolunda yürür; Kur'an-ı kerimin, sünnet-i Seniyye-i nebeviyyenin, Şeriat-ı garra-yı Muhammediyye'nin emir, yasak ve ölçülerine uyar; tüm hayatını, pak dininin, yüce imanının, as(l vicdanının, akl-ı seliminin, ilim ve irfanının gösterdiği yönde geçirir; ruhen rahat, kalben mutmain, bedenen sağlıklı, ailece mutlu, toplumca muhabbetli ve kuvvetli olur; izzetli, onurlu, şerefli, sevaplı yaşar.

İslam muazzam bir inkılaptır; yeryüzünde küfrün, şirkin, şeytana, puta, nefse, maddeye, menfaate, zevke masivaya tapmanın belini kırmış, batılın ve tag(tların köklerini koparmış atmıştır.

İslam, değil sadece batılı, kendinden önceki hak ve meşru semavci dinleri dahi nesh ve fesh etmiş; eski ve muharref ilahi kitapları bile hükümden ve yürürlükten kaldırmıştır. Artık devir devr-i münevver-i Muhammedi'dir, tüm insanlar İslam'a gelmeğe mecbur, Hz. Peygamber efendimize uymağa memurdur.

Nitekim sevgili Peygamberimiz, bir Yahudi alimden, Tevrat'a ait bazı konu ve hikayeleri dinlemeğe girişen bazı sahabileri -rıdvanullahi aleyhim ecmain-, bu işten şiddetle men'etmiş ve "Eğer şimdi Hz. Musa aleyhisselam bile gelmiş olsaydı, benim emrime ve şeriatime tabi olurdu" buyurmuştur.

Dinimiz bize açıkça, Allah'ın lanet ve gazabına uğramış Yahudilerin hak din ve imandan sapıtan Hristiyanların yoluna gitmemeyi; bil-akis Allah'ın, lütfuna erdirdiği, sevdiği ve razı olduğu muttaki kullar yolunda yürümeyi emr eder. Peygamberimiz sadece örf ve adette değil ibadet şekil ve zamanlarında dahi Yahudi ve Hristiyanlara benzememeyi, onlardan farklı davranmayı, böylece İslam'ın izzet ve istiklalini, özel şahsiyet ve asil mahiyetini daima, her yerde her vesile ile vurgulamayı tavsiye buyurur.

Yüce Peygamberimiz hal-i hayatında tüm Cahiliyye devri adet ve an'anelerini birer birer ortadan kaldırmış, yerine Sünnet-i Seniyyesi ile detaylanan muhteşem İslam kültürünü vaz ve ikame eylemiştir. Bunun giyimde, tıraşta, nikahta, ailede, yeme-içmede, çarşı-pazarda, toplum hayatında, ekonomik faaliyetlerde... sayısız misalleri vardır.

Günümüzle yakından ilgili çarpıcı ve net bir misal verelim:

Peygamberimiz Medine'ye hicret ettiğinde, ahalinin (herhalde bir müddet Arabistan ve yemen'de egemen olan Sasani devletinin, İran zerdüşt kültürü tesiri altında kalarak) Nevruz ve Mihrican, (yani ilk ve son baharda geceyle gündüzün eşitlendiği; günlerini bayram edinip kutladıklarını gördü; medineli ashabına -radıyallahu anhuma- sordu:

-Nedir bu iki günün mahiyeti?

Dediler ki:

-Ya Resulallah! Bunlar bizim iki bayram günümüzdür, İslam öncesi Cahiliyye devremizden beri bunları kutlar, bu günlerde eğlenir, çeşitli oyunlar oynarız...

Efendimiz bunun üzerine buyurdu ki:

-Yüce Allah sizler için bu iki günü, yerlerine, çok daha hayırlı olan Ramazan ve Kurban bayramlarını ikame ederek değiştirmiş bulunuyor. (Artık bu Nevruz ve Mihricanı değil, o Ramazan ve Kurban bayramını kutlayın.)

Sözü yılbaşı kutlama ve eğlencelerine bağlamak istiyorum. Görüyorsunuz ki Resulullah efendimiz folklor haline gelmiş, nisbeten masum, dini olmayan, kavmi ve mahalli birtakım günleri bile böyle yasaklayıp kutlamadığına göre;

Başka dinlere mensup gayri müslim milletlerin dini günlerini kutlamaları, içlerine küfür ve putperesi inançlarının karışmış olduğu batıl görenek ve adetlerine uymaları, bu vesilelerle eğlenceler tertiplemeleri, hediyeler alıp vermeleri müslümanlara kesinlikle ve şiddetli haram ve yasaktır, çok büyük günah ve feci bir yanlışlık olur, müslümanın din ve imanına, vakar ve asaletine, izzet ve şerefine asla ve kat'a uygun düşmez O halde lütfen:

Kimsenin yılbaşı gecesini kutlamayınız; eğlencelerine, davetlerine katılmayınız; bu sebeple verilen hediyelerini almayınız; içkili-kumarlı, haramlı-günahlı toplantılardan şiddetle kaçınınız; evinize o geceye mahsus çerez, meyva almayınız; o gün için hindi kesmeyiniz; odalarınıza, dükkan ve mağaza vitrinlerinize çam ağacı dikmeyiniz, yılbaşı süslemesi yapmayınız...

O gece özellikle yatsı namazını camide cemaatle kılıp, gafil ve şaşkın ahalinin islah olmasına dua edip, eve erkence gelip çocuklarınıza bu gecenin yabancı adeti olduğunu anlatınız, müslüman yaşamayı vasiyet ediniz, abdestli olarak erkekce yatınız, asla radyo ve televizyon açmayınız, gece sahur vakti teheccüd namazına kalkınız, Allah'ın, sizi ve evlar ü ıyalinizi, nesil ve zürriyetlerinizi; küfürden, dalaletten, gaflet ve cehaletten korunmasını; kahrına, gazabına uğratmamasını hidayet üzre yaşatıp, iman-ı kamil ile amel-i salih üzre can teslim etmeyi nasip buyurmasını, Ümmet-i Muhammed'e umumen rahmeylemesini can u gönülden, ihlas ve gözyaşları ile talep ve niyaz ediniz. Dinimize, iman ve irfanınıza, öz kültür ve pak adet ve an'anenize sımsıkı sarılın ki dünyada ve ahirette felah necat bulasınız.

M.Esad Coşan r.h

KADIN VE AİLE ARALIK 91
Devamını Oku »

Yılbaşını Müslümanca Kutlamak

I
Modern hayatın bizi ruhumuzdan kavrayıp kendine bağlamasına müsaade ettikçe onunla çatışan/çelişen değerlerimizi, inançlarımızı, düşüncelerimizi onun lehine dönüştürmemiz bir noktadan sonra kaçınılmaz hale geliyor. Bu modern zamanların Müslümanının en temel problemidir.

Kadın-erkek eşitliği meselesini Müslümanlar hiçbir zaman bugünkü gibi tartışmadılar söz gelimi. Buna bağlı olarak miras taksimatı, şahitlik meselesi… gibi hususlardaki tartışmalar için de aynı şey geçerli tabii.
Yahut akılla, bilimle, (kendi tasavvurumuz doğrultusunda oluşturduğumuz) Kur'an anlayışıyla çeliştiğini düşündüğümüz her ayet ve hadis için zihnimizde otomatiğe bağlanmış bir mekanizma işliyor. Ayetse tevil, hadisse reddederek modern hayatın taleplerine gönüllü olarak karşılık verdiğimizi deklare etmiş oluyoruz.

Bu ülkede miladi takvim sistemine geçişin niçin yaşandığını ve neyi simgelediğini çoktan unutmuş olan "İslamî kesim"in, daha doğrusu "İslamî kesimin bir kesimi"nin, "kutlanacak olanın "Noel" değil, "yeni bir yıla giriş" olduğu düşünülürse zoraki cepheleşmelere meydan verilmemiş olur" tarzı yorumlar yaparak dolaylı biçimde noeli meşrulaştıran yorumlar yaptığını görüyoruz.
Herhangi bir zaman dilimi için hayır dilemekte elbette bir sakınca yok. Biz bütün zamanlarımızın ve bütün ahvalimizin hayrını, bereketini dileriz; hem kendimiz için hem de başkaları için. Mesele bu değil.

Bu tarz yorumlara tevessül edenlere bodoslama bir soru sorsak ve desek ki: "Hicrî/Rumî takvim sistemine dönmeyi düşünür müsünüz?"

Alacağımız cevap, söz konusu yorumun nasıl bir zihin durumuyla yapıldığı sorusunun cevabını da teşkil edecektir. Cevabın "haaayır" olacağını söylemek için kehanete lüzum yok. Zira noel ile yılbaşı arasında bu tarz zorlama bir tefrik yapacak kadar modernleşmiş bir zihin için bu elbette "irtica" göstergesi sayılacaktır.

Evet takvim sistemi gibi sadece "fonksiyonel tarafı" itibariyle üzerinde durulması gereken bir konuda bile modern zihin durumu hiç tereddüt etmeden olumsuz cevap veriyorsa maruz kaldığımız durumun vehameti üzerine fazla söz söylemeye hacet yok demektir. Çinlilerin, Hintlilerin, Yahudilerin, Hristiyanların… kendilerine özgü takvim sistemleri vardır ve bu, onlar için son derece "tabii"dir. Ama biz mevcut takvim sisteminin terki söz konusu olduğunda adeta öz değerlerimizden birinden uzaklaşmış gibi hissediyoruz. Yaşadığımız dönüşümün derinliğini düşünebiliyor musunuz?

Bu elbette "tek başına" bir mesele değil. Bu zihin ve algı durumunun hakimiyeti devam ettikçe takvim sistemini değiştirseniz ne olur, değiştirmeseniz ne olur? Aslolan daha derindeki dönüşümü düşünebilmek. Daha derinde maruz kaldığımız yabancılaşmanın etkilerini fark edebilmek.

Bunun "yapısal" bir mesele olduğunun altını çizelim. Yapısal dönüşümleri "gerçekleştirmek" şöyle dursun, gündeme getirmek ve üzerinde konuşmak bile belli bariyerleri aşabilmiş olmayı gerektiriyor.
Dolayısıyla herhangi bir meseleyi İslam'la ve onun hayata yansımalarıyla irtibatlandırarak konuşabilmek için evvela böyle bir iradeyi göstermek durumundayız.

Dolayısıyla "yılbaşını Müslümanca kutlamak"tan değil, öncelikle "yılbaşı üzerinde Müslümanca düşünmek"ten söz etmeliyiz.

Ebubekir Sifil Hoca
Devamını Oku »

Neoliberalizmin İslamcılığa Etkisi



'“Neoliberalizmin İslâmcılar nezdinde bir karşılığı var mı? 1980 sonrasında oluşan ve 2015’lere gelinceye kadar Müslümanla­rın ve İslâmcıların hayatlarında, fikriyatlarında büyük tesirleri olan neoliberalizm, bu dönemin İslamcılığına “rengini” vermiş midir?Neoliberalizm kapitalist dünya sistemi içinde önemli bir kırılma, yöntem olarak ayrışmadır. Kapitalizm neden neoli- beralizmi benimsedi? “Genel olarak bakıldığında kapitalizmin yapısal bir krizi söz konusuydu. Yani, geçmişte kapitalizmin sermaye birikimi hedefine iyi hizmet etmiş olan politikalar,uygulamalar ve kurumlar artık bu işlevlerini yerine getiremiyorlardı.” (Filho-)ohnston, 2007,309) Kapitalizmi büyük savaş­lar arasında çıkmazdan, iflastan kurtaran Keynesçi ittifak, dil, kültür, siyasallık, vaatler, teknikler, metotlar sona ermişti.

Dünya sistemi krizi aşmayı kapitalizme katılımı yaygınlaş­tırarak gerçekleştirdi. Neoliberalizm dünya çapma genişlettiği piyasa mantığını diri tutmak için mutlaka dünyanın genelinde bireylerin etkin katılımına ihtiyaç duydu. Klasik merkez-çevre sisteminde dünya sistemi sınırlı merkez dışındaki çevrenin tümünde bireyleri, pasif, etkisiz ve sadece sömürmeye göre ayarlamıştı. Bu bakımdan çevredeki bireylerin inançlarının ge­reğini yerine getirmesinde, kültürlerini yaşamasında bir beis yoktu. Çevre sadece merkeze kaynaklarını aktarmakla sorum­luydu. Fakat neoliberalizm ile birlikte artık çevredeki bireyle­rin hepsini “piyasanın içinde” kabul edilmeye başlandı.

Piyasa­nın dönmesi için sistemden kaçan hiçbir birey bulunmayacak; dolayısıyla herkesin evine televizyon, bilgisayar, telefon gire­cek, yaşadığı belde de finans döngüsünü sağlayacak mutlaka kurum bulunacaktır. Kimse parasını, tasarrufunu yastık altına atamayacak, tüm emekliler maaşlarını bankalardan almaya mecbur tutulacak. Bu taktik piyasa ve finans sistemi neoliberal İktisadî kültürün, yeryüzü sathına yayılmasını sağladı. 80’li yıllardan sonra İslâmcıların, dindarların, muhafazakârların finans sektörü, bankacılık ve iletişim ile girdiği ilişki yeni kül­türün, bu kültürün siyasal dilinin de sahiplenilmesini berabe­rinde getirir.

Piyasaya giren, piyasada iş yapan elbette kendini önemli hissetmeye başlar. Evinin geçimi, ekmek parası bu piyasanın sağlıklı işlemesine bağlı olduğu müddetçe, sistem bireylerin sakalıyla, şalvarıyla, başörtüsüyle, akşam tekkesine gitmesiyle İlgilenmez. Hatta bu tür inanç ve kültür unsurları bireylerin psikolojik rahatlama sağlamasına, tüm gerginliklerinden dini ritüelleriyle kurtulmasına imkân verdiği için piyasanın moti­vasyonunu da artırır.

Üstelik dindarlar devletin, statükonun yıllardır kendilerini kenara itmesinden de kurtulmuş, “adam yerine konmaya” "özgürlükleri yaşamaya” başlamışlardır. Dünya sistem içinde neoliberal doktrin kadar dünyaya, tüm insan­lara etki edebilen başka bir uygulama olmamıştır. Bu açıdan, Müslümanların modernleşmesi en hızlı, en aktif biçimde neo­liberal dönemde gerçekleşmiş, iletişim, ulaşım teknolojilerinin etkisi, kamusal görünürlük ve özgürlükler bahsiyle Islâmcılar ve Müslümanlar genel olarak hızlı bir dönüşüm sürecine dâhil olmuştur. Neoliberalizmin diğer dünya sistem uygulamaların­dan farklı olması nedeniyle, İslâmcılık 1980 öncesinden metot, fikriyat, amaç bakımından bütünüyle ayrılmıştır.

Neoliberalizmin bu derece etkili olması onun iktisat ile siya­seti, fikriyat ile gündelik yaşam kültürünü harmanlamasından kaynaklanır. Tüm dünyayı piyasa olarak gören neoliberalizm, bu “dünya pazarı”nı kendi kaideleriyle yönlendirirken, pazarın işleyişini sürdürdükleri müddetçe bireylerin nasıl giyindikleri, neler yaptıkları, hangi dinden olduklarıyla ilgilenmemiştir.

Pazarın kültürünü sahiplenenler ödüllendirilirken, pazar dışına çıkmaya çalışanlar cezalandırılmıştır. Özgürlük pazar içindedir. Dünya sisteminde “özgürlük ve serbestlik” propa­gandasıyla en baskıcı, en müdahaleci idareyi kurma, yani ya­lan söyleyerek, karşıt propaganda üreterek etkinleşme başa­rısını neoliberalizm göstermiştir: “Neoliberalizm, müdahale etmeme ideolojik bahanesiyle toplumsal yaşamın her alanında kapsamlı ve saldırgan müdahalelerde bulunur. Finansın öne çıkmasına, uluslararası seçkinlerin bütünleşmesine, bütün ül­kelerde yoksulların tabi kılınmasına, ABD’nin çıkarlarına ev­rensel olarak rıza gösterilmesine dayanan özgül bir toplumsal ve İktisadî düzenleme biçimini dayatır” (Filho-Johnston, 2007, 19) Neoliberalizm kapitalizmin çelişkilerini derinleştirmiş, kapitalist uygulamaları zirveye taşımıştır. Zaten 70’lere kadar gelen refah devleti uygulamaları rahatsızlık yarattığı için kapi­talist zenginler sınıfı neoliberalizmi üretmişti.

Siyasî ve Teknik Devrimler, Borçlandırma, Krizler

Neoliberalizmin ivme kat etmesinde başta ABD ve İngiltere olmak üzere 70’lerin sonundaki siyasal değişiklikler etki etmiş­tir. 1979 darbesinde İngiltere ve ABD'deki lider değişimleri, zenginlerin ve neoliberalizmin siyasal başarısının sonucudur. Ronald Reagen ve Margaret Thatcher İkilisinin iktidara gel­mesiyle gelir dağılımı, bölüşüm, çalışanların hakkı gibi konu­larda neoliberalizm çok daha katı ve dengesiz işlemiştir.

Neoliberalizmi belirleyen, kimliğini veren saiklerin başında iletişim teknolojisindeki devrim gelir. Kapitalizm bu bakımdan İktisadî işleyişte olduğu kadar, teknikte devrimdir. Teknik dev­rim dünya sisteminin kültürel boyutunu, ideolojik tezlerini ortaya serecek gelişmelerin çok daha sağlam adımlar atmasını sağlar. Siyaset bu açıdan teknik devrimi, İktisadî yapıyı takip eder. ABD ve İngiltere'nin liderleri, kendi ülkelerinde gerçek­leştirdikleri büyük dönüşümleri çevre ülkelere de taşıyarak ne­oliberalizmi dayatmışlardır:

1.Gelir, şirket, sermaye ve mülkiyet vergilerinin düşürül­mesinin yanı sıra devlet harcamalarının azalması; 2. Kit'lerin özelleştirilmesi; 3. İşgücü ilişkilerinin yeniden düzenlenmesi; 4. Sosyal giderlerin azaltılması; en azından o güne kadar devletin üstlendiği sosyal güvenlik sisteminin adım adım özel şirket ve kurumlara devredilmesi; 5. Devletin yatırımlardan ve düzenleme görevlerinden çekilmesi ve yönetimin ‘laisser faire' uyarınca pi­yasaya bırakılması; 6. Paranın istikrarına öncelik tanınması. (Fülberth, 2008, 267)

Bu şekildeki bir piyasa modelinde, büyük pazar içinde çevre ülkelerindeki herkes basit sömürmelerin ötesine geçerek, ken­di topraklarında hem çalışıp hem sömürülmeye başlamıştır. Öyle ki kırdakiler bile işgücüne katılmak mecburiyetinde ka­lırken; neoliberalizm varlığını “borçlandırma, kredilendirme” ve sürekli krizlere bağlı kılmıştır. (Harvey, 2014,19,27,68) Ne- oliberal dünya sistemi krizi yatay ve dikey yönde geliştirerek varlık sahasını sağlıklı hale getirir. Neoliberal dönemde nere­deyse her on yılda bir ciddi kriz yaşanır, sistem dünyanın her­hangi bir köşesinde Güneydoğu Asya’da finans ya da ABD'de mortgage krizi biçiminde gösterir, kısa sürede neoliberalizmin küresel kimliği nedeniyle yaygınlaşıp, kendi halindeki “dağ köylüsu’nü bile tehdit etmeye başlar.

Her ekonomik kriz gelir, fırsat ve servet eşitsizliği neticesinde doğar aynı şekilde o kriz yine eşitsizliklerin artırılmasıyla atlatılır. Şirketlerin garantili rekabeti, sürdürülebilir tekeller (Stiglitz, 2014, 17, 87, 95) ne­oliberalizmin, ulus devletleri de ezen şirket kimliğinin sonu­cudur. Neoliberalizm biraz da şirket demektir, ABD demektir:

Şirket çıkarları, ABD’nin ulusal çıkarlarını tanımlaması ve bunlar ve diğer küresel kurumlarla ilişkilerini belirlemesinde hâkim bir rol oynamaktadır. Bu yüzden, ABD’deki şirket gücü­nün tarihi, salt ulusal olmaktan daha fazla bir önem taşımaktadır. Amerika, İngiliz sarayları ve saray tarafından sömürge ekono­mileri üzerinde kontrol sağlamak amacıyla ayrıcalıklı şirketlerin kötüye kullanılan gücünce karşı yapılan devrimden doğmuştur. (Korten, 2008, 86)

Modernite ve kapitalizm doğa üzerinde insan varlığının üs­tünlüğünü kabul ettirme açıklamasına dayalı olarak gelişmiş ama doğaya katliam emri verilmemişti! Neoliberalizm, özel­likle şehirlerin yakınlarındaki verimli finans kaynağı olabilecek sahâlârdaki doğaya rant gözüyle bakar. Bu yüzden neolibera­lizm insan, doğa ve varoluş konusunda naif gibi görünse de gaddardır. Şirketler bunun en süzülmüş halidir:

Şirketler otonom bir kurumsal güç kazandıkça, insanlardan ve mekândan ayrı kaldıkça insani çıkar ve şirket çıkarları giderek ayrışmaktadır. Bu, gezegenimizi sömürgeleştirmeyi, bizi kölelere dönüştürmeyi ve aramızdan ihtiyaç duymadıklarını yok etme­yi amaçlayan uzaylıların istilâsına uğramaya benziyor. (Korten, 2008,109)

Neoliberal şirketler, sahtekârlık, korsanlık, yamyamlık gibi vahşi kavramlarla anlatılır. Zira bu dünya sisteminde dünyanın parası, teknoloji ve piyasaları devasa küresel şirketler tarafın- dan yönetilir, yüceltilmiş maddenin kutsanmış tüketim mantı­ğı ve kültürü, ezmeye dayalı işçi-işveren rekabet kültürü, kârı elde etmeyi her halükarda üstün tutan, değerleri tamamıyla rafa kaldıran anlayış, şirket düzeni içinde tüm dünyaya yaygınlaştırılır. Neoliberalizm bu ilkeler doğrultusunda, isteyen her­kesi, dileyen her grubu, dini, etnik yapıyı sistemin içine almayı taahhüt etti. Bu şirket ideolojisi neoliberal piyasa ve pazar, re­kabeti, zafer değerlerini hakkıyla yerine getirebilmek çok daha büyük olduğu için klasik merkez-çevre farkını ortadan kaldır­dı. Islâmcılar, Kürtler, radikaller, solcular neoliberalizmin açık çekini bu bakımdan çok rahat biçimde kullanmaya başladı.

İslamcılık 1980 sonrasında esasında tam manasıyla neo­liberal şirket kültürünü devşirmiştir. Neoliberal insan, şirket mantığı içinde yeri gelecek Darwinci kesilerek en yakınındakini bile tanımayacak yeri gelecek hayatta kalabilmek için rekabet, mücadele kavramlarını hayat-memat meselesi haline getirebilecektir. Neoliberal kültür İslâm’ın tavsiye ettiği top­lum hayatının tam tersini savunur ve dikte eder. Mesela neoli­beral dönemde ülkelerdeki evlenme yaşında büyük değişimler meydana gelmiştir. (Standing, 2014,116) Türkiye’de de benzer biçimde evlenme yaşları gecikmiş, yükselen maddi beklentile­ri karşılayamamaktan kaynaklı evlenmeme gibi sorunlar tüm topluma yayılmıştır.

Yaratıcı, girişimci, özgür, merkeziyetçi­likten hoşlanmayan, geleneksel bağlardan, tasarruftan nefret eden, maceracı, çabuk kimlik değiştiren, köksüz, “yiyoz, içi- yoz, geziyoz, para vermiyoz” diyen, kredi kartlarına bağımlı, değerlerden kurtulmak isteyen insan tipi (Şimşek, 2014, 163) neoliberal İslâmcılığın bilhassa 2000’li yıllardan sonraki genel karakterini işaret eder.

Neoliberalizmin umumî planda şirketler üzerinden yü­rümesi, ulus devletlerin kimi zaman çaresizlik görüntüle­ri ABD’nin bu aşamada gerilediği fikrini ön plana çıkarır. Hâlbuki ABD neoliberalizmi kusursuz biçimde yürütme yete­neğini göstermiştir. Dünya Ticaret Örgütü'nün ABD değerle­rini piyasaya sürmesi, neoliberal kültürün ABD popüler kültü­rüyle ortaklığı bir tarafa sistem tıkandığı yerlerde ‘‘operasyon yapmak”tan çekinmez. Nikaragua'dan Afganistan’a kadar, çe­şitli bahanelerle savaş değil "kötüleri ve teröristleri önleme" girişimleri başarıyla sonuçlandırılır. (Chomsky, 2014, 17, 67 -71) Neoliberalizm ister şiddetle isterse İktisadî kültür ve pazar modeliyle olsun yeni bir emperyalizm, “el koyma” yöntemi olarak varlığını sürdürür. (Harvey, 2008,153) Sınırlar bu yeni algıda, neoliberal küreselleşmede hiç de önemli olarak görül­mez. (Hobsbawm, 2007,93)

Mesele, sınırları, dinleri, kültürleri, hassasiyetleri ve değer­leri aşan büyük pazarda, küresel piyasada yerini alabilmek ya da alamamaktır.

Ercan Yıldırım - Neoliberal İslamcılık(1980-2015)İslamcıların Dünya Sistemine Entegrasyonu,pınar yay.,syf:23-29

Devamını Oku »