Darb / Dövmek: Aileyi Kurtaran Tedbir mi? Ailede Huzuru Bozan Şiddet mi?

Darb / Dövmek: Aileyi Kurtaran Tedbir mi? Ailede Huzuru Bozan Şiddet mi?


Bazı olaylar üzerinden ailede şiddet meselesi, yazılı ve gör­sel medyada çok sık şekilde ele alınmaya başlanmıştır. Özellikle vahşice katledilen kadınların hüzün bırakan hatıraları sebebiy­le hassasiyet arz eden bir konunun tartışılması, buna bir çözüm bulunması acil bir konudur. Sırf 2014 Nisan ayının ilk on günü içinde her gün bir kadın öldürülmüştür. Bunu insanlıkla bağ­daştırmaya imkân yoktur. Dolayısıyla ailede şiddet konusunun gündemde tutulması, sorunun topluma mal edilmesi açısından olumlu olmakla birlikte bunun aileyi şiddetle özdeşleştirecek biçimde sunulması bilinçli ya da bilinçsiz olarak aileden kaçışı teşvik etmekte, evlenecek genç kız ve erkekleri korku ve endişeye sevk etmektedir. Bunun dışında şiddet olgusunun daha çok aile ile sınırlandırılarak yansıtılması, toplum katmanlarındaki diğer şiddet hadiselerini perdelemektedir. Bu tutum şiddetle kapsamlı biçimde mücadelede ciddi bir engel oluşturmaktadır. Oysa ülke­mizde cahiliye toplumunu hatırlatan şiddet olaylarının çok ko­lay şekilde işlenebildiği dikkate alınırsa konuyu toplumsal sorun olarak ele almak ve ona göre tutum belirlemek bir zorunluluk olarak görülebilir.

Son zamanlarda bireysel silahlanmada, dövüş sporlarına ilgide bir artış gözlemlenmektedir. Hatta gençlerin dinlediği müzik parçalarında bile bir hayli şiddet vurgusu bulunmakta­dır. Bunun yanında basit sebeplere bağlı olarak son derece ağır ve telafi edilemez sonuçları olan şiddet olayları yazılı ve görsel medyada haber olarak yer almaktadır. Mesela tarla veya bahçe­de sınır kavgalarında, su nöbeti ile ilgili ihtilaflarda, trafikte yol verme ya da vermeme kavgasında, bir ağacın kime ait olduğu­nun belirlenmesinde, hayvan otlatma tartışmalarında, park yeri ve pazar yerini paylaşamamada, seçimlerde, öğrenci-öğretmen, hasta-hekim, memur-âmir vs. arasındaki tartışmalarda birçok insanımızı kaybettiğimiz vakalar yaşıyoruz.

Örnek kabilinden zikredilen bu tür olayları çoğaltmak müm­kündür. Bunların tekrarlanması da son derece kolay gözükmek­tedir. O zaman şiddeti sadece aile ile sınırlı tutmak yerine, onu toplumsal bir sorun olarak ele alıp sebep ve sonuçlarını tespit ederek uygun çözümler üretilebilirse sağlıklı bir sonuca varma imkânı olur. Şiddet “öğrenilen bir tepki ve saldırganlık” olduğu­na göre kaynağına inmeden, dinamiklerini analiz etmeden, onu oluşturan kültürel ortamı ele almadan çözülmesinin mümkün olmadığını da bilmek gerekir. Çünkü şiddet, bir rahatsızlık ve engellenme durumuna verilen sertliği ifade eder. Şiddete sebep olan faktörleri izah etmeden, sonuçlar üzerinden onu anlamaya çalışmak temel bir yanılgıdır. Dolayısıyla bir sonuç olarak şidde­ti gündeme almak yerine sebeplerini ele almak daha sağlıklı bir yoldur. Ancak bu sayede kalıcı ve kapsamlı bir sonuç üretilebilir.

Bugün sadece ekonomide değil bütün ilişkilere rekabetin hâkim olmasıyla şiddetin yaygınlaşmadığı ya da yürümediği alan kalmamıştır. Niçin?

“Allah’ın emir ve yasaklarına saygı, yaratıklarına şefkati” ahlakın tanımı olarak belirleyen merhamet merkezli medeni­yetin göz kamaştıran Müslüman toplumuna ne oldu da bütün ilişkilerine şiddet yön vermeye başladı?

Kış günü yiyecek bulamayan yırtıcı hayvanlara yiyecek vermek, yuvasız kuşlara yuva yapmak, yaralı hayvanları tedavi etmek, yerdeki balgamı közlü küle alıp mikrop yaymasını en­gellemek, genç kızlara çeyiz hazırlamak, yolcuya kervansaray yapmak, yolda kalmışa hakkını vermek, bardağı kıran hizmetçi kızın ev sahibesinden azar işitmemesi için onu ödemek üzere va­kıflar kuran şefkat medeniyetinin insanlarına ne oldu da şiddeti yaygınlaştırmaktadır?

Haksız şekilde kendisine savaş açan düşman askerinin esir olarak eline düştüğü hâllerde bile kendi yiyeceğini-içeceğini ve­ren, elbisesi yoksa elbise bulan, barınak sağlayan, bunları bula­mamışsa kendininkilerini veren ve bunun için bir teşekkür bile beklemeyen(İnsân (76), 8-12.) insanlar ne oldu da dünyaya sığamaz hâle geldi ve kendi kardeşlerine amansız bir düşman kesildi?

Ticari ve ekonomik hayatta neden insanlarımız vahşi bir re­kabet içine girdi? “Ben siftahımı yaptım, alacağını komşumdan satın al.” diyerek ahilik kültürünü yücelten kanaatkârlar, ne oldu da hastane karşısındaki üç dükkânı da kiralayıp birisinde ecza­cılık yapıp diğer ikisini başkası gelip kendisine rakip olmasın diye boş tutan insanlara dönüştü?

Spor müsabakaları bile neden savaş havasında cereyan et­mektedir?

Neden bütün hayatımız artık kameraların kontrolü altına girdi?

Neden kendi güvenliği için gecesini gündüzüne katan ve insanların huzuru için kendi hayatını tehlikeye atan güvenlik güçleri bile şiddete maruz kalmakta hatta kendisini koruyamaz hâle gelmekte ve daha da kötüsü bunun bir hak olduğu iddia edi­lebilmektedir?

Topluma hizmet veren araçlar, neden yakılmakta ve par­çalanmaktadır? Ya da topluma hizmet veren kamu araçlarının mesela bir belediye otobüsünün koltuğuna yazılan yazılar ya da jiletlenen koltuklar neyi ifade etmektedir? Umuma hizmet veren tuvaletlerin kapılan ve duvarları neyi anlatmaktadır?

Neden karıncayı incitmeyen bu insanlar, artık şiddeti bir ya­şam biçimi olarak benimsemektedir?

Bu sorulan çoğaltmak mümkündür. Bütün bu şiddet görün­tüleri ortada iken sadece kadına şiddet konusunu de almak so­runun çözümü için ciddi engeldir.

Toplumsal şiddetin bütün yükünü aile üzerinden tartışmak ve özellikle şiddet haberlerinin getirdiği telaşla aileyi, birbirine düş­man ve her an çatışmaya hazır kadın-erkek portresiyle tanımlanır noktaya getirmek, bütün suçu kocaya yıkmak, çözüm olarak da hukuk yoluyla ya da polisiye önlemlerle kocanın hizaya getirilme­sinin tedbirlerinin alınması gerektiğine dair bir beklenti oluştur­mak, en basit ifadesiyle insafla bağdaşır bir durum değildir.

Bu zihinsel savrulma sebebiyle nerdeyse Kur ân-ı Kerîm şid­detin kaynağı olarak suçlanır hâle geldiğinden Nisâ’ suresinin 34. ayetinde aile içi uyuşmazlıklarda tedbirlerden birisi olarak i öngörülen “darb” kelimesini anlamlandırmada zorluklar ya da zorlanmalar yaşanmakta, halk arasında son derece anlamlı olan sözler bile şiddetin referansı sayılıp eleştirilmektedir. Mesela “Kızını dövmeyen dizini döver.” sözü, “Kızım iyi yetiştiremeyen sonunda âh-vâh eder, üzülür, ona iyi terbiye vermede titiz olmak gerekir.” şeklinde anlaşılması gerekirken şiddetin referansı ola­rak görülmektedir.

Diyanet İşleri Başkanlığı Din İşleri Yüksek Kurulunun 08.01.2010 tarih ve 01 saydı kararıyla yayınlanan ve binlerce adet basılıp (Ankara 2010) din görevlderine dağıtılan Kadına Yönelik Şiddetle Mücadelede Din Görevlilerinin Katkısının Sağlanması El Kitabı adlı çalışmayı hazırlayan DİB uzmanlarının görüşlerinde az yukarıda tasvir edilmeye çalışılan zihinsel arka plan görül­mektedir.

Diyanet İşleri Başkanlığı bugüne kadar dinî yorum ve tu­tum bağlamında tutarlı yönteme sadâkatini, doğru istikameti­ni ve güven veren duruşunu devam ettirmektedir. O açıdan bu kurumun kadına şiddet konusundaki etkinliklerini -biri genel diğeri özel olmak üzere- iki açıdan önemsediğimizi özellikle be­lirtmemiz gerekir. Birincisi, ülkemizde toplumsal sorunlara din ile bağlantısı kurulamayan çözümlerin özelliğine göre ya işlev­selliği yoktur ya da zayıftır. İkincisi kadına şiddet, din, ahlak ve hukuk bakımından asla kabul görmemiş bir eylemdir. Kur’ân-ı Kerîm’in ve Hz. Peygamberin kadını yücelten, ona özel bir değer atfeden duruşunun şiddeti engelleyici bir etki yapabileceğinde asla şüphe yoktur. Bunun tek şartı, muhatabın imanının şekil­lendirdiği vicdanının devre dışı kalmamış olmasıdır. Bu açıdan Diyanet İşleri Başkanlığının konuya aktif olarak eğilmesi her türlü takdirin üzerindedir.

Ancak az önce bahse konu kitapçıkta şiddet tiplerinin Batı­lı formlara bağlı kalınarak kategorize edilip doku uyuşmazlığı dikkate alınmaksızın bunlarla mücadele için din görevlilerine bir yol haritası çizilmeye çalışılması isabetli gözükmemektedir. Avrupa Birliğinin kadını korumaya yönelik projelerinin ana fikrini oluşturan bu ifadeler yerine, toplumdaki sorunu içeriden tespit edip onlara yer vermek ve yine içeriden bir bakışla çözüm önerilerinde bulunmak daha isabetli olurdu. Eğer toplumdaki şiddetin kodlan çözülememiş ise Batılı sorunları satırlara diz­mek yerine en azından bu metinde Hz. Peygamberin “müjde­leyin”(Buhari,İlim,11..)hitabına uygun biçimde İslam’ın temel kaynaklarının kadın-erkek ya da aile ilişkileri için öngördüğü ölçüler gösterilip teşvik edici nitelikteki esaslar belirlenebilseydi hayırlı bir iş ya­pılmış olurdu. Batılı toplumlarda ortaya çıkan şiddet tiplerinin Müslüman erkeklerce de yapıldığı ön yargısıyla kadını bundan kurtarma çabasına dönük bir kampanya havasında din görevli­lerinden katkı istemek tutarlı bir yöntem değildir. Bu ifadelerden Müslüman karı-kocanın tam anlamıyla birbirlerine düşman olduğu ve ahlak dışı yollarla eşini ezen kocaya karşı dışarıdan bir güç ile onu koruma telaşı sezilmektedir.

Batı dünyasındaki standartlara göre belirlenmiş ve dört kate­goride ele alman şiddet ifadelerinin bizim toplumumuzla ne kadar uyum arz ettiğini ve bunların hangi oranda bulunduğunu okuyu­cuya bırakarak kadına şiddeti kategorize eden Diyanet işleri Baş­kanlığının bayan uzmanlarının ifadelerini aynen alıyoruz:

“Fiziksel Şiddet: İtip kakmak, tokatlamak, tartaklamak, tek­melemek, kesici ve vurucu aletlerle ya da yakıcı maddelerle bede­nine zarar vermek, sağlıksız koşullarda yaşamaya zorlamak, sağ­lık hizmetlerinden yararlanmasına engel olarak bedensel zarara uğratmak, saçını çekmek, yumruklamak, kol kıvırmak, odaya-eve kilitlemek” (s. 26).

“Psikolojik/Duygusal/Sözlü Şiddet: Kadına bağırmak, haka­ret etmek, aşağılamak, başka kadınlarla kıyaslamak, korkutmak, aşırı kıskanmak, ihmal etmek, yok saymak, çirkin olduğunu söy­lemek, kadının nasıl giyineceğine, nereye gideceğine, kimlerle gö­rüşeceğine karar vermek, kadına ve çocuklarına zarar vermekle, öldürmekle tehdit etmek, diğer insanlarla ilişkilerini sınırlamak, kendini geliştirmesine engel olmak, kadını maruz kaldığı şidde­tin sorumlusu olarak görmek, kadının kültürel farklılıklarını yok ' saymak, bastırmaya çalışmak veya bu gerekçeyle kötü muamelede bulunmak” (s. 26-27).

“Cinsel Şiddet: Kadını istemediği yerde, istemediği zamanda ve istemediği biçimde cinsel ilişkiye zorlamak (tecavüz), ensest, çocuk doğurmaya ya da doğurmamaya zorlamak, kürtaja zorla­mak, fuhuşa zorlamak, cinsel organlarına zarar vermek, fiziksel özelliklerini başka kadınlarla / erkeklerle kıyaslamak” (s. 27).

“Ekonomik Şiddet: Kadının çalışmasına izin vermemek, iste­mediği bir işte zorla çalıştırmak, az para vererek çok şey beklemek, aileyi ilgilendiren ekonomik konularda kadının fikrini sormadan tek başına karar almak, kadının parasını, kişisel mallarını elinden almak, kadının kariyerini engelleyen kısıtlamalar getirmek (iş gezilerine, toplantılara, kurslara katılmasına engel olmak), kadı­nın iş bulmasını kolaylaştırıcı becerilerini geliştirecek etkinliklere katılmasını engellemek, iş yerinde olay yaratarak kadının işten atılmasına neden olmak” (s. 27).

Bu şiddet kategorilerini toplumumuzla ilişkilendiren uz­manlara bazı sorular sormak gerekir.

Müslüman Türkiye’de, gerçekten dinî açıdan günah, ahlaki açıdan ayıp ve hukuki açıdan suç kabul edilebilecek durumda olan fiziksel şiddetin oranı nedir?

Kocanın eşinin giyimi ile ilgili teklifinin; çevresi ile ilişkile­rinde dikkatli olmasını istemesinin; evini, çocuğunu, kocasını bırakıp iş gezilerine katılmasına razı olmamasının; kariyer için evini ihmal etmemesini talep etmesinin eşe yönelik bir şiddet olduğunun delili nedir?

Batılı bir kısım köktenci feministlerin aile içi şiddet, tecavüz ve cinsel taciz iddialarını(Giddens,519) alıp bizim toplumumuzun sorunu hâline getirmek ne anlam ifade eder?

Evliliğin temelinde cinsellik büyük önem arz etmesine rağ­men “eşe tecavüz” diye bir kavram geliştirmek, ailenin en mah­rem ve en özel alanına dışarıdan müdahale etmenin naslardaki dayanağı nedir?

Batılı feministlerin “evlilik içi tecavüz”(Giddens,Sosyoloji,s.281,519) tanımlaması kendi sorunları ile ilgili bir tanımlama olduğu gibi, koca eşinden red cevabı aldığında önünde birçok seçenek vardır. Giddens’in plas­tik cinsellik dediği modern seks hayatında üreme ile cinselliğin bağı koparılmıştır ve bu açıdan modern toplum bireyleri daha önce hiç olmadığı kadar cinsel seçeneğe sahiptir.(age,282-283-283)

Karı-koca arasındaki cinsel hayatı dışarıdan düzenlemeye kalkmak, ona kurallarla sınır çizmeye çalışmak ne derece müm­kündür?

Cinselliğin daha serbest yaşandığı Batı dünyasındaki insa­nın sorunu olarak gözüken bir hususu eşi dışında bir başkasıyla cinsel ilişkinin haram olduğuna inanan Müslüman kocaya uy­gulamak hangi sosyolojik gerçekliğe dayanır?

Cinsellik her zaman son derece mahrem bir konu olarak görülegelmiştir.(age,483) Bu mahrem alanı hiçbir araştırmaya bağlama­dan doğrudan şiddet iddiasıyla dışarıdan düzenlemeye kalkmak ne derece isabetlidir?

Feminist ideolojinin, cinsellik, üreme, annelik, tecavüz şek­linde şiddete başvurma gibi yöntemlerle kadın bedeninin erkek tarafından denetin altına alındığı(1) iddiasını Müslüman zihni­yeti açısından şiddetle ilişkilendirmenin delili var mıdır?

Kadına kocanın cinsel ilişki talebine direnme hakkı tanınır­ken erkeğin cinsel ihtiyacını nasıl karşılayacağına dair bir çözüm önerisinde bulunmamak erkeği yok saymak ya da sadece sorunun ondan kaynaklandığı anlamına gelmez mi? Bu durum, meseleye sadece bir taraftan bakıp ayrımcılık yapmak anlamına gelmez mi? Böyle bir direnç kocaya uygulanan pasif şiddet değil midir?

Hz. Peygamber’in şehvetin etkisine giren kocanın hemen eşine dönmesini talep eden hadisine (Müslim, “Nikâh”, 9) dayanarak evine gelen bir kocaya eşi hazır olmadığını söylediğinde önerilen çözüm nedir?

Cinsel hayatı bile hukuk üzerinden inşa edip müzakerelere bağlamanın aile hayatı ile bağlantısını nasıl kuracağız?

Kocanın eşini fuhşa zorlamasının şiddet olarak ifade edil­mesindeki tuhaflık bir yana boşadığı eşinin bir başka erkekle evlenmesine bile tahammül edemeyen insanların bulunduğu bir toplumda böyle bir ahlaksızlığı kaç Müslüman koca eşine reva görmüştür? Bu konuda istatistiksel bilgi var mıdır? Şiddetle izah edilen bu ahlaksızlığın toplumumuzdaki varlığı ne ölçüde bu­lunmaktadır?

“Sizin eşiniz üzerindeki hakkınız hoşlanmadığınız kişilere evinizi açmamasıdır.”(Müslim,Hacc,147..) hadisi dikkate alındığında bu ve benzer naslara uygun davranan koca, eşine şiddet mi uygulamaktadır?

“Doğumdan kaçınmayan ve yüksünmeyen kadınlarla evle­nin.”(Ebu Davud,Nikah,3..) hadisi Müslüman aileye yol göstermişken eşinden doğum talebinde bulunan koca, bu isteğiyle ona nasıl bir kötülük yap­maktadır ve bu talebin şiddetle bağlantısının kurulmasının anla­mı nedir? Bizim toplumumuzda böyle bir şiddet var mıdır? Varsa ne kadardır? özellikle Batı dünyasında doğumu teşvik eden poli­tikalar da psikolojik şiddet olarak değerlendirilebilir mi?

Aile tipleri ve aileden beklentiler toplumlara ve kültürlere göre değişiklik arz etse de hiç bir zaman değişmeyen işlevleri vardır. Topluma yeni üyeler kazandırmak ve cinsel hazzı belli bir düzene sokmak bunlardandır.(Erol Güngör, Müslim, “Nikâh”, 9Ahlâk Psikolojisi ve Sosyal Ahlâk, İstanbul 1995, s. 207-208.) Kur’ân-ı Kerîm kadınları “çocuk yetiştiren tarlalar”(Bakara,223) olarak nitelerken insan neslinin de­vamında kadının rolüne ve ona verilen değere işaret etmektedir. Bu ayette modern Batının cinsel hayatla doğumun bağlantısını koparan(Giddens,443) zihniyet dünyasına da bir cevap vardır. Buna rağmen doğum şiddet bağlantısının kurulması anlamsızdır.

Bugün aile yapısının çöküşünde ve doğum oranlarının düş­mesinde bu tepkisel tutumun bozduğu dengelerin bulunduğunu göz ardı ederek Türk toplumuna bunu bir sorun olarak dayat­manın ve şiddetle ilişkilendirmenin anlamı olabilir mi? Şayet kadının doğuma direnme hakkı varsa erkeğin çocuk talebini karşılayabilecek imkânları nelerdir?

Şayet kadının doğuma ya da kocasının cinsel ilişki talebine direnme hakkı varsa kocanın çocuk talebini veya cinsel ihtiyacı­nı karşılayabileceği imkânları nelerdir? Mesela burada karı-kocanın birer de sevgili edinebildikleri Amerikan patentli “açık uçlu evlilik” önerilebilir mi?

Görüldüğü üzere aileyi ve cinsel hayatı tamamen Batılı gö­züyle algılayıp, sorunu buna göre tasvir edip kadın gözünden öngörülen direnci ifade ettikten sonra aynı problemin çözümü­nü Batılı erkek açısından göstermemek sorunu gizlemek anla­mına gelmez mi? Bu durumda mesela bir Batılı erkeğin istediği kadınla anlaşıp ya da onu kiralayıp ondan özgürce çocuk sahibi olması, çocuğu olduktan sonra da o kadınla ilişkisini koparması bir çözüm olarak Müslüman erkelere de önerilebilir mi veya ev­latlık müessesesi bir çözüm olarak sunulabilir mi? Yahut taşıyıcı annelik Müslümanlar için de bir çözüm müdür? Ya da Müslü­man erkekler için çok evlilik bir çözüm olarak görülebilir mi?

Sadece bir fikir vermesi açısından bahsedilen bu şiddet tiple­rinden sonuncusunu örnek kabilinden analiz etmemiz tamamı­na bir zemin hazırlayacaktır.

Doğumla bağlantısı kurulan cinsel şiddet sorunu, aslında erkeğin kadın bedeni üzerinde kurduğu tahakkümden ve erkek denetiminden kurtarılmasını amaçlayan Batılı feminist ideolo­jinin iddiasıdır. Bu söyleme göre modern kadının özgürce kendi bedeni üzerinde tasarrufta bulunabilmesinin, bedeni üzerinde her türlü kararı özgürce kendisinin verebilmesinin önündeki engeller kaldırılmalıdır. Bunun test edildiği en önemli gösterge doğum ve eşcinsel evliliklerdir. Şayet koca, eşinin hamile kalma­sında ısrar ediyor ve bunu dayatıyorsa bununla şiddet uyguluyor demektir. Bu durumda kadının doğuma direnme hakkı vardır. Çünkü o doğurmama özgürlüğüne sahiptir. Bu hakka bağlı ola­rak feminist ideoloji doğum kontrol hapları ve diğer tıbbi ope­rasyonları bu açıdan bir çözüm olarak görmektedir. Kadın, iste­mediği hâlde hamile kalmış ise kürtaj bir kadın hakkıdır. İnsan, bedeni üzerinde mutlak özgürlüğe sahipse Müslüman ilahiyatçı­lar olarak eşcinsel evliliklere ne demek gerekir?

Erkeğin kadını sömürmesine, onun üzerinde hegemonya kurmasına bir tepki olarak doğan ve erkeğe boyun eğdirmeyi hedefleyen feminist ideolojinin tezlerini alıp Müslüman toplu­ma dayatmak yerine, içeriden bir bakışla birbirlerini tamamla­yıcı rolleriyle ve birbirlerinin eşdeğeri olarak kadın-erkeği konu alan, yol gösteren, gerektiğinde bu ilkelere aykırı hatalara işaret eden bir üslup kullanmak gerekirdi.

İlgili ayetin değerlendirilmesine geçmeden önce son söz ola­rak şunu söylemeliyiz: Geleneksel aile yapısı içinde dinin özün­den değil farklı yorumundan oluşan kültürel formların oluştur­duğu bazı olumsuzlukların bulunduğunu kabul etmekle birlikte karı-kocanın kendi aralarında halledebilecekleri basit meseleleri daha büyük soruna dönüştüren ve çatıştıran, karı-koca dengesini alt üst eden modem zihnin aile huzuruna katkı sağlamada daha sorunlu olduğunu belirtmeliyiz. Ancak elimizde otantik yapısını muhafaza eden Kur’ân-ı Kerîm gibi dinamik bir metin ve sahih sünnet mevcut olduğuna göre bu kaynaklarla tutarlı bir yöntem doğrultusunda bağlantısını kurduğumuzda sorunlarımıza yaratı­lış gerçekliğine uygun çözümler bulmamız her zaman mümkün­dür. Dolayısıyla kendi geleneğimiz ve medeniyetimizin imkânla­rını görmeden doğrudan doğruya konservatif fikirleri almak daha büyük bir soruna ve çözümsüzlüğe sebep olmaktadır.

Ailenin kuruluş ve işleyişi(Rum,31) hatta sonlanması hâlinde bile(Bakara,229) Kur’ân-ı Kerîm’in getirdiği en temel ilke, eşlerin birbirlerine karşı sevgi (meveddet), nezaket (rahmet) ve iyilik (ihsân) göstermeleridir. Kur’ân-ı Kerîm başka bir ihtimale yol vermeyecek açıklıkta “Kadınlarınıza iyi davranın.”(Nisa,19) emriyle özellikle er­kekleri uyarırken Hz. Peygamber de her alanda olduğu gibi (Ahzâb (33), 21.) bu konuda da en güzel model olmuş, eşlerine şiddet uygulamak bir yana kötü bir söz bile söylememiştir. Bir hadisinde: “Allah ka­tında sizin en hayırlınız kadınlara karşı iyi davrananmızdır. Bu konuda en iyi örneğiniz de benim.” buyurmuştur.(Ahmed b. Hanbel, el-Müsned, II, 472.) Eşi Hz. Âişe de bunu tasdik ederek onun, eşlerine ve hizmetçilerine asla kötü davranmadığını açıkça ifade etmiştir.(İbn Mace,Nikah,51) Nitekim, onun kendisi­ne karşı olumsuz bir davranışı sebebiyle babası Hz. Ebû Bekir’in (r.a.) cezalandırma teşebbüsüne rıza göstermeyerek bizzat engel olmuştur.(Ebu Davud,Edeb,84)

Veda hutbesinde (vefat etmeden önce, bütün insanlığa yap­tığı son konuşma) kadınların Allah’ın emaneti olduğunu belirt­miş, onlara karşı sorumluluğa dikkat çekmiştir.(Ebu Davud,Menasik,56..) Şiddetin güç kullanarak haksız şekilde tahakküm kurmak anlamına geldiği düşünülürse “kadının emanet oluşu” onun erkeğin mülkiyetin­deki bir eşya gibi değerlendirilemeyeceğini göstermesi ve şiddet­le kontrol altına alınan bir varlık olmadığını, iradesinin ipotek altına alınamayacağını, bunun, sahibi olan Allah’a karşı bir say­gısızlık olduğunu göstermesi açsından önemlidir.

“Kadının kocası üzerindeki hakkı nedir?” diye soran bir sahabiye Hz. Peygamber. “Öncelikle kendi statüsü ve imkânına göre kocanın eşin yeme-içme, giyim, mesken ihtiyacını karşıla­ması ve bu konuda kendinden farklı davranmamasıdır. Şiddet uygulamaması, aşağılama gibi onur kırıcı davranışta bulunma­ması, evi terk edip gitmemesidir.”(Ebu Davud,Nikah,41..) cevabını vermiştir.

Eşlerini dövme alışkanlığından vazgeçmeyenleri uyarmış ve şiddetin Müslümana yakışmayan bir davranış olduğunu,(bk.Müslim,Cennet,49) eşle­rine şiddet uygulayanların iyi insan olmadıklarını, kötüler (şerr) olduğunu beyan etmiştir.(İbn Mace,Nikah,51..) “Eşlerinizi döveceksiniz, sonra da utanmadan onunla aynı yatağa girecek yüzsüzlüğü gösterecek­siniz, öyle mi?” diyen bizzat Hz. Peygamberdir.(Müslim,Cennet,49)

Hz. Peygamber (s.a.s.) pasif şiddet olarak nitelenen, eşin ko­cası tarafından ihmal edilmesine, terk edilmesine de asla rıza göstermemiş ve bunu yasaklamıştır.(İbn Mace,Nikah,3) Hatta kendisini ibadete verip eşini ihmal eden bazı sahâbîlerin birbirlerini uyardığını, Hz. Peygamberin de bu hususta titiz’ davrandığını birçok kay­naktan öğreniyoruz.(msl. bk. İbn Balaban, el-İhsân bi-tertibi Sahihi Hibbân(nsr SuaybArnaût), Beyrut 1414/1993. n. 23.)

Kur’ân-ı Kerîm, eşini yüz kızartıcı bir suç olan zina hâlin­de yakaladığını ve bunu hukuken geçerli olacak bir ispat vası­tasıyla destekleyememiş bir kocaya bile şiddet kullanma izni vermemiş, uygulanacak prosedürü belirlemiştir. “Li‘ân” veya “mülâ'ane” denilen bu uygulama, karısını zina hâlinde yaka­ladığını ya da doğan çocuğun kendine ait olmadığını savunan kocanın iddiasını ispat edememesi durumunda karısıyla bir­likte hâkim huzunda lanetleşip ayrılmalarını ifade eder, ilgili ayetler şunlardır:

“Kendi hanımlarına zina isnadında bulunup bu iddialarım ispatlamak için kendilerinden başka şahitleri olmayan kimseler­den her birinin şahitliği, dört defa Allah’a yemin edip doğrulardan olduğuna Onu şahit tutmalarından ibarettir. Beşinci defa, eğer yalan söyleyenlerden ise, Allah’ın lanetinin kendi üzerine olma­sını istemeleridir. Kadının dört defa Allaha yemin edip kocasının iddiasında yalan söylediğine Allah’ı şahit getirmesi kendisinden cezayı kaldırır. Beşincisinde de, kocası iddiasında doğru olduğu takdirde, Allah’ın lanetinin kendisi üzerine olmasını ister.’(Nur-5-9)

Böyle bir uygulamadan sonra İslam hukukçularının çoğun­luğuna göre karı-koca birbirinden ayrılır ve ebediyyen birleşemezler. Mâlikıler, Şâfı‘îler ve Hanbelîler bu görüştedir. Koca ya­lan söylediğini itiraf etse bile karı-kocanın evliliklerine dönme­lerine imkân yoktur. Ebû Hanîfe ve talebesi îmâm Muhammed’e göre bu bir bâin talâk gibidir. Ebedî haramlılık meydana getir­mez. Eğer koca yalan söylediğini ve karısına iftirada bulunduğu­nu itiraf ederse kendisine kazf suçuna uygulanan seksen değnek vurulur ve tekrar evlenebilirler.

Görüldüğü gibi son derece ağır ve yüz kızartıcı namus suçu oian zina hâlinde yakalanan eşe dahi şiddet ve cinayete geçit vermeyen Kur’ân-ı Kerîm ve Hz. Peygamber’in daha basit an­laşmazlıklarda buna kapı araladığını söylemeye imkân yoktur. Kaldı ki İslam hukukuna göre ric‘î talâkta boşanan kadın iddet suresi içinde kocasının evinde kalmaktadır. Bu ortamda şiddet­ten nasıl bahsedilebilir ki! Çok ilginç olan şu diyalogda bu husus berrak bir şekilde gözükmektedir

Ebû Hureyrenin rivayet ettiğine göre: Sa‘d b. Ubâde ile Hz. Peygamber arasında şöyle bir diyalog geçer:

Sa‘d b. Ubâde: "Yâ Rasûlallah! Eşimle birlikte olan bir adamı bulduğumda dört tanık getirinceye kadar ona bir şey yapamaya­cağım, öyle mi?"

Rasûlulllah (s.a.s.): “Evet, tabii ki!”

Sa‘d: “Asla olamaz! Seni hak din ile gönderen Allaha yemin ederim ki, ben hiç beklemeden kesinlikle onu kılıçla tepelerim!”

Rasûlullah yanındaki arkadaşlarına dönerek: “Efendinize bakın, neler söylüyor! O gerçekten çok kıskanç ama ben ondan daha kıskancım, Allah ise benden de kıskanç."(Müslim,Li'an,16)

Burada Hz. Peygamber sen kıskançlığın sebebiyle eşinle zina hâlinde yakaladığın adamı öldürmek istiyorsun ama senin kıs­kanç olduğunu bilen Allah ve Peygamberi bunu yasaklıyor de­mek istemektedir.

Kur ân-ı Kerîm, cahiliye döneminde kocanın kötüye kulla­narak eşine zulmettiği îlâ\ zıhâr, talâk gibi tasarrufları ıslah edip rahmete dönüştürerek kadım zulümden kurtarmıştır.(2)

Hz. Peygamber, kız çocuklarının diri diri toprağa gömül­düğü bir ortamda(Tekvîr (81), 8-9.)iyi yetiştirilen ve kendilerine iyi davranılan kızların cennete vesile olan Allah’ın lütfettiği varlıklar okluğu­nu belirtmiştir.(Ebu Davud,Edeb,121..) Kızıyla olan ilişkileri de bu konuda en güzel örnektir. Kızı Fatıma’yı (r.a.) görünce sevinçle dolar, kendisini ayakta karşılar ve onu yanına veya kendi yerine oturturdu. Fat­ıma da kendi evine geldiğinde babasını aynı şekilde karşılayıp ağırlardı;(Müslim, “Fezâilü’s-sahâbe”, 98..) Hz. Peygamber’in sefere giderken aile fertlerinden en son vedalaştığı, seferden dönünce de ilk görüştüğü hep kızı Fâtıma olmuştur.(Ebû Dâvûd, “Teraccül”, 21.)Buna göre hiçbir koca kendi kızına yapılmasını uygun görmediği bir davranışı başkasının kızı olan eşine -ki o Allah’ın emanetidir- yapmamalıdır.

Bütün bunların yanı sıra hayvanlara bile nezaketli davranıl- masmı isteyen bir dinin(Müslim, “Sayd”, 57) kadınlara karşı şiddeti tavsiye etmiş olması asla düşünülemez. Hz. Peygamber’in hayvanların yav­ruları için yeterince süt bırakmayanları uyarması, sağmal hay­vanların memelerinin incitilmemesi için sağanların tırnaklarını kesmelerini istemesi(Ahmed b. Hanbel, el-Müsned, III, 484) sadece insana değil bütün canlılara veri­len değeri ve acıya karşı duruşu ifade eder. Üzerinde bulundu­ğu devenin hırçınlığı üzerine ona kırbaç vuran eşi Hz. Âişe’yi yumuşak, nazik ve zarif olması konusunda uyarmış ve bu tutu­mun şeyi süsleyeceğini, kibarlığın gözetilmemesinin ise ona leke düşüreceğini anlatmıştır.(Buhâri, “De'avât”, 63;..)

Açık bir örnek olması kabilinden şu örneği zikredebiliriz. Abdullah b. Cafer’den nakledildiğine göre Hz. Peygamber bir gün ensardan bir adamın bahçesine girdi. Bir de ne görsün, bir deve! Rasûlullah’ı (s.a.s.) görünce deve inledi, gözlerinden yaşlar aktı. Bunun üzerine Peygamber (s.a.s.) onun yanına gelip başını okşadı ve hayvan sakinleşti. Peygamber (s.a.s.); “Bu devenin ta­bibi kimdir, kimindir bu deve?” diye sordu. Ensardan bir genç gelip “Ey Allah’ın Rasûlü o benimdir.” dedi. Hz. Peygamber (s.a.s.) de: “Allah’ın senin emrine verdiği şu hayvan hakkında Allah’tan korkmuyor musun? Bak bu hayvan senin kendisini aç bıraktığını ve çok yorduğunu bana şikâyet etti ” buyurdu.(Ebu Davud,Cihad,44)

Zaman içinde bazı Müslümanların, Hz. Peygamberin sade­ce kadınlara değil genel anlamda canlıya bakışındaki nezaket ve zarafetinin aksi yönündeki davranışlarının bireysel hataları ol­duğunu ve dini bağlamayacağını belirtmek gerekir. Bize döşen, onların uygulamalarıyla dini ölçmek yerine, yukarıdaki verilere göre onların davranışlarını değerlendirmektir.

Şiddet, bir bencillik, bir sindirme, otoritesini güçle kurma, şiddet uyguladığı kişinin duruşunu tehdit olarak görme sonucu ortaya çıkan haksız eylem anlamına gelir. Kadınlara uygulanan şiddet ise âcizliğin ve vicdansızlığın zirve noktasıdır. Kurân-ı Kerîm’de kadınlara vurma anlamındaki ayeti nasıl anlamak ve az önce bahsedilen hadislerle nasıl uzlaştırmak gerektiğine bak­mamız lazımdır.

Kur’ân-ı Kerîm aile içinde kadından kaynaklanan haksız bir uygulamaya tedbir olmak üzere öğüt vermeyi, bu etki etmemişse yatağı ayırmayı bu da sonuç vermemişse üçüncü bir yol olarak vurmayı (darb) bir tedbir olarak öngörmüştür. Ayetin iniş se­bebi ve bizzat Hz. Peygamber’in açıklamasıyla bu anlam netlik kazanmıştır.

Hz. Peygamber’in, kocaların eşlerini dövmelerini kaldırmak istemesi ve kocasının kendisini dövdüğünden şikâyet eden bir kadın için kısasa hükmetmesi üzerine Allah Te‘âlâ: “Bir dakika, bu lazım olabilir!” anlamında bir üslupla vurmayı da kapsayan Nisâ’ suresinin 34. ayeti gelmiştir.(Taberî, Câmıul-beyân (nşr. Ahmed Muhammed Şâkir), Kahire 1420/2000, VIII, 291...)

Ancak Hz. Peygamber bu ayette geçen vurmayı sınırlan­dırmıştır. Az ileride kısaca izah edilecektir. Burada şu kadarı­na işaret edelim ki bu ayet, ne saik olarak ne de sonuç, hedef ve uygulama açısından şiddetle yorumlanamaz, kadına zulme alet edilemez. Çünkü Allah’ın hiçbir emri ya da yasağı kullara zulüm için meşru kılınmamıştır: "Allah, kullarına zulmedici de­ğildir.”(Âl-i İmrân (3), 182; Enfâl (8), 51; Hacc (22), 10; Fussılet (41), 46; Kâf (50), 29.) İbn Kayyim el-Cevziyye’nin (ö. 751/1350) şu sözlerinde vurgulandığı üzere:

“Şeriat, özü ve muhtevası itibariyle hikmetler üzerine kuru­ludur. Kulların dünya ve ahiret maslahatlarını hedefler. O, bütü­nüyle adalet, bütünüyle rahmet, bütünüyle maslahat ve bütünüy­le hikmettir. Ne zaman bir hüküm / düşünce / yorum; adaletten zulme, rahmetten gaddarlığa, maslahattan mefsedete, hikmetten saçmalığa dönerse -te’vil yoluyla Şeriate dâhil edilse bile- asla on­dan olamaz. Buna göre İslâm Şeriati, Allah’ın kulları arasındaki adaleti, yaratıkları arasındaki rahmeti, Allah’ın yeryüzündeki gölgesi, kendisinin varlığına ve Rasûlünün sıdkına en güçlü ve en tutarlı şekilde delalet eden hikmetidir.”(İbn Kayyım el-Cevziyye, ilâmü’l-muvakkı'în (nşr. Abdurrauf Sad), Beyrut, ts. (Dâru’l-Cîl), III, 3.)

Öncelikle burada bahsedilen vurmanın maksadının / ama­cının, ölçüsünün / dozunun, hangi sorun için çözüm olarak ön­görüldüğünün iyi belirlenmesine ihtiyaç vardır.

Bir defa vurma durup dururken ortaya çıkan bir eylem de­ğildir. Bir şeyin karşılığıdır. Bu da kadının az yukarıda çerçevesi çizilmeye çalışılan nüşûz hâlinin aile birliğinin devamını tehdit eder hâle gelmesi, önceki iki tedbirin yetersiz kalması ve kocası­na karşı psikolojik şiddete devam etmesidir. Ailenin yıkılması, sadece karı-kocaya dokunan bir zarar değil, diğer aile bireylerini ve tüm toplumu ilgilendiren ciddi bir sorundur. Aslında boşan­mak topluma uygulanan bir şiddettir.

Vurmanın amacı, ıslah ve aile birliğini kurtarmaya yönelik bir tedbir oluşudur.

Ölçüsü ise şok etkisi yapan sembolik bir vuruştan ibarettir ve onda aranan maddi değil manevi etkisidir.

Ulaşılmak istenen hedef ise kadının kibrini kırma, kocasını ezmeye çalışmasına bir tepki veya kocasını kıskandıran tutumu­nu fark ettirme, onu çizilmiş sınırların içine çekmedir.

Kur’ân-ı Kerîm’in çizdiği çerçeveye bakıldığında, kadın, haddi aşan tutumlarını fark ettikten sonra böyle bir cezayı hak ettiğini kabullenecek, böylece aile ilişkileri normalleşecektir.

Kadın, nüşûzu sonucu onur kırıcı davranışlarıyla kocaya ol­duğu kadar aileye de zarar vermektedir. Bütün bunlarla birlikte kadının kocası ile irtibatını koparmadığı, sevgisinin bulunduğu ve yaptığı davranışın ne tür ciddi sonuçlar doğuracağının çok fazla farkında olmadığı anlaşılmaktadır. İşte bu noktada Abdul­lah b. Abbas’ın açıklamasıyla diş fırçası türünden basit bir mal­zeme ya da fiske kabilinden sembolik bir vuruş(Taberî, VIII, 314-315.) evlilik önünde engel oluşturan kapalı damarları açmak amacıyla atılan neşter kabilinden bir eylemdir. İşte bu, gurur ve kibiri kıran, kadının kendisine gelmesini sağlayan bir tedbirdir. Kadının dövülmesini ifade eden bu ayette anlam Hz. Eyyûb Peygamber’in (a.s.) eşini dövmeye yemin etmesinden sonra Allah’ın bir çıkış yolu olarak gösterdiği “yüz buğday sapından oluşan bir demetle sembolik vuruşu’na(Sâd (38), 44.) benzer ölçüde bir psikolojik tedavi yöntemi olarak öne çıkmaktadır.

Hz. Peygamber’in vurmayı sınırlandıran hadisinden (Ebû Dâvûd, “Nikâh”, 41..)/hare­ketle İslam âlimleri bu tür bir tedbiri uygulamak zorunda kalan kocanın yüze vuramayacağı, vurmanın acıtıcı ve iz bırakıcı sert­likte olamayacağı görüşündedirler. Şiddet boyutuna varan vur­ma ise hem olumlu sonuç vermeyeceğinden hem de yetkiyi aşan özellik arz edeceğinden suç teşkil eder ve koca ta'zır kapsamına giren bir müeyyide ile karşılık görür.

Eğer bütün damarlar kapanmışsa evlilik ölmüştür. Bu du­rumda tarafların birbirlerini işkenceden kurtarmaları için Ku 'ân-ı Kerîm’in talep ettiği şekilde ihsan üzere yani güzellikle yrılma yoluna gidilecektir.(Bakara,229)

(1)-J. Pilcher, Cinsiyet ve Cinsiyet Eşitsizlikleri Üzerine Açıklamalar”, Sosyoloji: Başlangıç Okumaları (ed. A. Giddens, çev. G. Altaylar), İstanbul 2010, s.112.

(2)-Bu konuda bak. Saffet Köse, “Cahiliye Arap Toplumunda Kocaların Hanımlarına Yaptıkları Bazı Haksızlıklar ve İslâm’ın Getirdiği Hukuki Düzenlemeler”, Çağdaş İhtiyaçlar ve İslam Hukuku içinde, İstanbul, Rağbet Yayınlan, s. 383 vd.



Saffet Köse-Genetiğiyle Oynanmış Kavramlar ve Aile Medeniyetinin Sonu
Devamını Oku »

Baba Olarak Erkek-Anne Olarak Kadın: Mutlu Ailede Mutlu Çocuk

Baba Olarak Erkek-Anne Olarak Kadın: Mutlu Ailede Mutlu Çocuk


Çocuk, annenin transfer ettiği şefkat ve babanın verdiği güven ile gelen mutluluktur.

Bir toplum, değerleri doğrultusunda kültür üretir. Şiir, ede­biyat, sanat, günlük dilde klişe cümleler bu kültürün oluşma­sında ve taşınmasında etkili araçlardandır. Temel kaynaklardan beslenen bu kültürel formlar toplumsal ilişkilere derinlik ka­zandırır ve ait olduğu kaynağa gitmeden dilden dile dolaşarak değerler doğrultusunda ilişkiler ağını örer. Anadolu kültüründe aile alanında bu türden değerli sözler mevcuttur. Mesela Ana­dolu'da “intizar almak” deyimi anne-baba sorumluluğunu ifade eden âdeta birçok ayet ve hadisin hulasası olan bir sözdür. Hem sorumluluğu hem de bu sorumluluğa özen gösterilememesi hâlinde çekilecek cezayı ve başa gelecek belayı beraberce ifade eder. Bu ifade anne-babasının hoşnutluğunu almayanın dünya ve ahirette bedbaht olacağını ifade eden Türkçedeki en etkili sözlerdendir. Keza “âh almak” aynı yönde anne-baba ile sınırlı olmaksızın zulmedenin aldığı bedduanın kötü sonucunu ifade eder.

Bu gibi sözler ya da tutumlar temel kaynaklardaki veri­lerden beslenmeleri yanında tecrübeye, insanların zihninde yer bulan canlı olaylara ve yaşanan hatıralara işaret ettiği için çok güçlü bir etkiye sahiptirler. Hem olumlu davranış geliştirme de hem de olumsuzluğu engellemede eğitici bir güce sahiptirler.İşte bu bağlamda Anadolu kültüründe dilden dile dolaşan “hayırlı evlat , hayırsız evlat” ifadeleri aynı derinliğe sahip sözlerdendir Anadolu lisanında, “Hayırsız evlat ömür törpüsüdür.” sözü anne-babayı mutsuz kılan çok güçlü bir vurgudur. Tersinden bakıldığında “başarılı ve ahlaklı” çocuklar da anne-babalarının mutluluk kaynağıdır. Bu tecrübî olarak bilinen bir husus olsa da Kur’ân-ı Kerîm iyi çocukları anne-babaların mutluluğunu tamamlayan unsur olarak zikreder. Zira cennet ehlinin baba­ları, dedeleri, çocukları, hanımları ve hanımlarından sâlih amel işlemiş olanların topluca cennete girecekleri anlatılır.(Ra‘d (13), 23; Mü’min / Gâfir (40), 8.) Şayet iman bakımından atalarının izinden giden çocuklar amel ba­kımından onlardan daha geride ve bu sebeple makamları düşük ise anne-babalarından ayrı olmaları bu mutluluğa gölge düşüre­ceğinden çocukların dereceleri yükseltilerek onlara katılacak ve mutsuzlukları giderilecektir.(Tur,21) Bu da çocukların mutluluğunun aile saadetinde etkili olduğunu göstermektedir.

Ancak burada bir noktaya işaret etmek gerekir ki o da an­ne-babaların çocuklarından beklentilerini elde etmeleri ve on­larla mutlu olabilmeleri için üzerlerine düşen vazifeleri yerine getirmeleri gerekir. Şimdi bu hususu ele alabiliriz.

a- Çocuğa Din ve Dünya için Zarurî Bilgilerin Kazandırılması

''Bir anne-baba çocuğuna güzel terbiyeden / güzel ahlaktan daha değerli bir şey bağışlamamışttr” (Tirmizi, "Birr”, 33; Ahmed b. Hanbel, el-Müsned, M, 412; IV, 77,78).

Çocuklar anne-babaları için birer imtihandır,(Enfâl (8), 28; Tegâbün (64), 15.) sonucu da ya başarı ya da hüsrandır. İmtihanın konusu çocuğun dünya ve ahiret hayatına hazırlanmasıdır. Dünyevi olarak geçimini temin edeceği, kabiliyetine uygun bir eğitimle mesleğe hazırlamak ve hayatını ilgilendiren konularda temel bilgilerle donatmak, kül­türel mirası aktarmak, toplumdaki görgü kuralları ve adaba ri­ayet hususunda bilinçlendirmek; manevi olarak da dinî vecibe­lerini öğretmek, hassasiyetle ve sürekli olarak yerine getirecek bir duyarlılık kazandırmak, yüksek İslam ahlakı ile yetiştirmek en önemli görevdir. Kısaca söylemek gerekirse Hz. Peygamber’in Allah’m özel konuk olarak ağırlayacağını ve kıyamet sıkıntıları­nı yaşatmayacağını müjdelediği yedi bahtiyar sınıftan birisi olan “Allah’a kullukla büyüyen genç” (Buhârî, “Ezân”, 36, “Rikâk”, 24, “Zekât”, 16, “Hudûd”, 19..)olabilecek şekilde biçimlen­dirmektir. Bu, çocuk için en değerli sermaye, anne-baba için de en büyük saadettir.

Din ve dünya için zaruri bilginin kesiştiği önemli bir nokta vardır o da şudur: Kişisel beceri, yeti ve bu doğrultuda elde edilen maharet ahlak ile bütünleştiğinde olumlu sonuç verir. Bu da hem çocuğun hem de anne-babasının dünya ve ahiret mutluluğudur.

Çocukların hayata hazırlanması baba ve annenin müşterek görevleri olsa da özellikle erkek çocukların bir meslek ve meslek ahlakı edinmeleri için babanın, kızlara da ev işlerinin öğretil­mesi hususunda annenin sorumluluğu vardır. Geleneksel eğitim modeli bu yönde oluşmuştur. Dolayısıyla erkeğin daha çok ev geçiminden sorumlu tutulması sebebiyle meslek eğitimini baba üstlenmiş, kız da evin tertip-düzeninden mesul olduğu için an­nesi tarafından bu yönde eğitilmiştir. Bu iki hususu biraz açmak gerekirse şunlar söylenebilir:

Allah, her insanı farklı kabiliyet ve özelliklerle donatm tır.(Enam,165;İsra,21,Zuhruf,32)Her bir yeteneğe toplumun ihtiyacı vardır. Anne-babaya düşen, çocuğunu popüler meslekler doğrultusunda yönlendir­mek değil potansiyelini keşfedip işlemek, yeteneklerini geliştir mek ve o yönde hayata hazırlamaktır. Çünkü Nasîruddîn et-Tûsî (0.672/1274) gibi İslam düşünürlerinin isabetle belirttiği gibi bireysel farklılıklar ve toplumsal ihtiyaçlar açısından çocuğun eğitiminde kabiliyetlerinin merkeze alınması ve o doğrultuda eğitime tâbi tutulması esastır.(Tusi,Exlag-ı Nasıri(trc.Rahim Sultanov).Bakı 1989,s.160)Bu çaba hem nimetin takdiri ve fiilî şükrü anlamına gelir hem de çocuğa ve aynı zamanda toplu­ma yapılabilecek en büyük katkı ve iyiliği ifade eder.

Kabiliyet bakımından insan, yaratıldığı toprağa benzer. Bu açıdan her toprak farklıdır ve kendi özelliğine uygun bitkiler yetiştirir. Buğdaya uygun toprağa mısır ekmek anlamsız oldu­ğu gibi mesela sosyal bilimlere yatkın bir çocuğu fen bilimlerine yönlendirmek de o derece manasız ve sonuç olarak da verimsiz­dir. Bu, çocuğa eziyet olduğu gibi yetenek nimetinin kadr-u kıy­metini bilmeyerek nankörlük yapmak daha da önemlisi insanı taşıyamayacağı bir yükle sorumlu tutmak, toplumu da Allah’ın lütfettiği bir kabiliyetten mahrum bırakmak demektir. Bu yön­deki hatalı tercih, çocuğun başarısını olumsuz yönde etkileyece­ğinden ileride aile huzuruna olumsuz yansıyacak ilk kıvılcımdır.

Çocukları dindar ve ahlaklı yetiştirmek, anne-babanın be­raberce sorumlu oldukları alanı oluşturur. Hz. Peygamber’in bu konuda: “Bir anne-baba çocuğuna güzel terbiyeden / güzel ah­laktan daha değerli bir şey bağışlamamıştır.”,(Tırmızî, “Birr”, 33..) “Çocuklarınıza ikramda bulunun ve terbiyelerini güzel verin.”(İbn Mace,Edeb,3) şeklindeki ha­disleriyle ümmetine mesajı nettir.

İkramdan maksat helal dairesinde ve şımartmayacak ölçü­de çocukların ihtiyaçlarını gidermek, imkânlar ölçüsünde baş­kasına muhtaç etmemek, manevi anlamda da Allah’ın emir ve yasaklarına saygı bilinciyle donatmak, çevreleriyle ilişkilerinde yüksek İslam ahlakını ilke edinmelerini, Allah ve kul hakkına karrşı duyarlılıklarını temin edecek bir eğitim vermeleri anla­mına gelir. Bunun yanında çocuklara ikram anne-baba sevgisi kazandıracağı için(Bk. Münâvî, Feyzu’l-Kadîr, Kahire 1356, II, 90-91;..) aileye olan bağlılıklarını da güçlendirecek etki yapar.

Kur’ân-ı Kerîm ve Hz. Peygamber’in özel olarak anne-ba­balara yüklediği en önemli görev çocuklara namaz bilincinin kazandırılmasıdır. Namaz eğitimine küçük yaşta başlanarak temyiz döneminde bu işin halledilmiş olması gerekir. Çocuklu­ğun bu devri, genellikle hayatın yedi yaş ile bülûğ çağı arasın­daki kısmını kapsar. Temel özelliği çocuğun iyiyi-kötüyü, faydalıyı-zararlıyı belli ölçüde ayırabilecek akli olgunluğa ulaşmış, bu yönde meleke kazanmaya başlamış olmasıdır. Bu çağda ka­zanılan namaz bilinciyle çocuk, tam mükellef olduğu âkıl-bâliğ dönemine hazır olarak adım atacak ve küçük yaşta kazandığı bu bilinç, hayatı boyunca kalıcılık arz edecektir. Bir anne-baba için çocuklarına dinî vecibelerini öğretip içselleştirmelerini, bir yaşam biçimine dönüştürmelerini, Allah’ın rızasını her şeyden daha önemli görmelerini sağlamaktan daha değerli bir şey ola­maz. Bu ise küçük yaşlarda kazandırılabilir. “Ağaç yaş iken eği­lir.” sözünün anlatmak istediği budur. İşte bunun için Hz. Pey­gamber çocuklara namaz öğretimine yedi yaşında başlanmasını istemiş ve on yaşına kadar bu sorunun halledilmesi gerektiğini bildirmiştir.(Ebû Dâvûd, “Salât”, 26.) Aile reisinin hane halkına dinî vecibelerini öğ­retmek ve hatırlatmakla, kendisi de bunları yaşayarak örnek ol­makla yükümlü olduğuna dair açık ayetler vardır:

Ey inananlar! Kendinizi ve ailenizi, yakıtı insanlar ve taşlar olan ateşten koruyun...”(Tahrim (66), 6.) şeklindeki ayetiyle genel nitelikli bir sorumluluktan bahsettikten sonra namaz özelinde konuyu ay­dınlatır:

“Aile fertlerine namaz kılmalarını emret Sen de sabırla devam et,biz senden rızık istemiyoruz, rızıklandıracak olan biziz. Güzel sonuç, Allah'ın emir ve yasaklarına içtenlikle bağlılık veren ve saygıda titiz davrananların (takva sahipleri) olacaktır.(Taha 132)

b- Anne-Babanın Çocuklara örnekliği

Aile ile efradına namazı emret, sen de sabırla devam et" (Tahâ, 20/132) ayeti geldikten sonra, Hz. Peygamber da­madı Hz, Ali ve kızı Hz, Fatıma'ya sabah namazlarına kaldırmıştır.

Başkasından talep edilen ortak bir davranışın ya da yapılması istenen bir eylemin öncelikle o kişi tarafından yerine getiril­mesi tutarlılık açısından çok önemlidir. Kur’ân-ı Kerîm:

“Yapmayacağınız şeyleri niçin söylüyorsunuz? Böyle yapma­nız Allah katında çok sevimsiz bir davranıştır. (Saff,2-3)

*İnsanlara iyiliği emredip kendinizi unutuyor musunuz yoksa?(Bakara,44)şeklindeki ayetlerinde bu hususu özellikle vurgular. Do­layısıyla ortak sorumluluklarda birisinden bir şeyi talep eden kişinin istediği şeyi öncelikle kendisi uygulayarak örnek olma­sı önemli bir ahlak ilkesidir. Bu, inandırıcılık, güvenilirlik ve tutarlılık açısından olduğu kadar eğitim bakımından da hayati önemi haizdir. Bu sebeple "aile efradına namazı emret, sen de sabırla devam et.” ayeti emredenin emrettiğini yapmaması hâ­linde tutarsız davranması sebebiyle talebinin karşılık görmeye­ceğine, inandırıcılığını ve güvenilirliğini kaybedeceğine, pratik olarak da sonuç alamayacağına işaret eder. Böyle bir durumda çocuk anne-babasının denetiminde bulunduğu sıralarda isteni­leni korku ya da bir başka saikle yapar, kendi başına kaldığında yapmaz, neticede istenilen yönde bir davranış ya da alışkanlık kazanmaz. En önemlisi ikiyüzlülük gibi bir şahsiyet bozukluğu geliştirmiş ve yalan söylemeyi öğrenmiş olur,.(Bk. Ebû Zehre, Zehretü 't-tefâsir, IX, 4814.)

Konunun dikkate değer bir başka boyutu daha vardır. O da çocuğun belli bir yaşa kadar anne-babasını taklit ederek bilgi kazandığı ve şahsiyetinin şekillendiği dikkate alınırsa aile bü­yüklerinin söz-davranış bütünlüğü sergilemesinin ve bu yolla küçüklere örnek olmasının ne kadar önemli olduğu kendiliğin­den ortaya çıkar.

Aile reisi çevresindekileri iyiye yönlendirmek, görevlerin ifa­sını sağlamakla yükümlüdür. Bu ise bizzat kendisinin en kâmil manada ve sürekli biçimde söylediklerine önderlik etmesi ve gü­zel örnek olmasıyla mümkündür.

Bunun içindir ki Hz. Peygamber’in cennetle müjdelenmiş olmasına rağmen “Aile efradına namazı emret, sen de sabırla devam et.” ayeti geldikten sonra, damadı Hz. Ali ve kızı Hz. Fa- tıma’ya sabah namazları için seslendiği nakledilmekte,(Kurtubî, e-Câmi' li-ahkâmi’l-Kur'ân, Kahire 1384/1964, XI, 263..) bizzat Hz. Ali de bu bilgiyi teyit etmektedir.(Ahmed b. Hanbel, el-Müsned, 1,91.)Bundan başka Hz. Pey­gamber’in sadece onları değil sabah namazına giderken yolu üstündekileri namaz için uyandırdığı bilinmektedir.(Ebû DAvûd, “Tatavvû*”, 4.)

Aile bireylerine karşı aile reisinin sorumluluklarını açıkça ifade eden ayetlerde özellikle namazın vurgulanması onun bü­tün ibadetleri bünyesinde bulundurması sebebiyle dinin dire­ği(Beyhakî, Şu'abü'l-imân, IV, 300;..) ve cennetin anahtarı(Ahmed b. Hanbel, el-Müsned, III 330.)olarak nitelenmesinden olmalıdır. Kötülük ve çirkinliklerden alıkoyan özelliğiyle namaz(Ankebût (29). 45.) ahlakın teminatı ve dindarlığın ölçüsünü veren bir ibadettir. Bu nokta sadece Kur’ân-ı Kerim'de değil Hz Peygamber'in hadislerinde de teyit edilir. Mesela Hz, Peygamberin: “Kimi kıldığı namaz kötülük ve çirkinliklerden alıkoymuyorsa onun ancak Allah'ta,uzaklığı artmıştır.”(..Muttaki el-Hindî, Kenzü’l-ummâL, nr. 20083.) hadisi ayetle tam paralellik göstermekte­dir. Aynı yöndeki: “Nice oruç tutanlar vardır ki onun yanına kalan açlık, nice gece namazı kılanlar vardır ki onun yanına kalan uykusuzluktur.”(İbn Mace,Sıyam,21)hadisi davranışa yansımayan ibadetin içi boş, anlamsız, kuru bir şekilden ibaret olduğunu bildirmektedir. Kıyamet günü kulun ilk hesaba çekileceği amelinin namazı oluşu, namazından hesabı kolay olanın diğer amellerinin muhase­besinin de kolay geçeceği(Tirmizî, “Salât”, 188)yönündeki Nebevi bilginin verdiği me­saj namazın hemen öğretilmesi ve süreklilik kazanması için takip edilmesi yönünde aile reisinin gerekli hassasiyeti göstermesidir.

Ayetlerde, öncelikle kişinin dinî vecibeleri kendisinin öğrenip yaşaması ve bu yönüyle örnek olması, sonra ailesini eğitip-öğretmesi, “önce en yakın akrabanı uyar.(Şuara,214) düsturundan anlaşıldığı kada­rıyla da yakınlarını doğru yola ulaştırmak için çabalaması,(Cessâs, III, 466.) iyiliği emir ve kötülüğü önleme prensibi(Al-i İmrân (3), 104,110,114; A‘râf(7), 157;Tevbe(9),71,112...)gereğince de gücüyle orantılı biçimde bütün toplumla ilgilenmesi (Müslim, “İmân”, 78;..) şeklinde gittikçe genişleyen bir sorumluluk alanının bulunduğu dikkati çekmektedir.

Bütün bu anlatılanlar dikkate alındığında dünyevi ve uhrevi işlevi nedeniyle çocuğa namaz bilincinin küçük yaşlardan itibaren kazandırılması ailenin en önemli görevidir denilebilir.

Bunun anne-babaya dönen tarafı da vardır. Kendileri öldü­ğünde hayatta kalan çocukları namaz kıldığı sürece amel defterleri kapanmayacaktır. Çünkü Hz. Peygamber, öldükten sonra geride kendilerine dua eden sâlih çocuk bırakan anne-babanın amel defterinin kapanmayacağını ve sevap yazılmaya devam edileceğini haber vermiştir.(Müslim, “ Vasıyyet”, 14;..) Namaz, salih ve muttaki insan­ların ameli(Bakara (2), 2-3,177.) olduğu gibi içinde de ana-babaya hayır-dua vardır. Son oturuşta Kur’ân-ı Kerîm’de yer alan ve dua olarak okunan şu ayette bu görülmektedir: “Rabbim! Bana, ana-babama ve bü­tün mu minlere mağfiretinle muamele et!” (ibrahim (14), 41.)

Konuyla bağlantısı bulunan Hz. Peygamber’in amcasının oğlu, tefsir ve fıkıh ilimlerinde otorite kabul edilen ve çok hadis rivayet edenler arasında sayılan büyük sahâbî Abdullah b. Abbâs’ın (Ö.68/688) bir tespitine burada yer vermemiz uygun olur. O, Kur’ân-ı Kerîm’de üç ayette üç şeyin birbirine bağlı olarak nazil olduğunu ve peşindekinin eksik bırakılması hâlinde Al­lah’ın diğerini kabul etmeyeceğini söyler:

Birincisi “Allah’a itaat edin. Rasûlüne de itaat edin” ayeti.(Nisa 59) Kim Allah’a itaat edip de Rasûlüne itaat etmezse bu ameli mak­bul değildir.

İkincisi: “Namazı kılın, zekâtı verin.” ayeti.(Bakara (2), 43,83,110; Nûr (24), 56.) Kim namazı kılar, zekâtını vermezse namazı kabul edilmez.

Üçüncüsü de “(önce) bana ve (sonra da) ana-babana şükret. ayeti.(Lokman 14) Kim Allah’a şükreder de ana-babasına teşekkür etmezse şükrünü Allah kabul etmez.(Zehebî, Kitâbü’l-Kebâir, Kahire 1355,s. 43;...)

Son kısımla ilgili olarak Süfyân b. Uyeyne (Ö.198/814) beş va­kit namazı kılan Allah’a şükretmiş, namazın sonunda da onlara dua eden onlara teşekkür etmiş olur şeklinde bir değerlendirmede bulunur.(Âlûsî, Rûhu’l-me'ânî, Beyrut, ts, (Dâru İhyâi’t- türâsi’l-Arabî), XXI, 87.)Aslında namazın sonunda teşehhüdden sonra okunan duada ana-babaya mağfiret dileği yer aldığı için (rab. benâ’ğfir lî veli-vâlideyye...)(İbrahim 41)namazını kılıp bu duayı okuyan Müslüman bu emri yerine getirmiş olmaktadır.(Âlûsî, XV, 57.)

c- Çocuk için Annenin özel Görevi: Şefkat ve Merhamet Transferi

Son dönemde yapılan araştırmalara göre doğumu takip eden özellikle ilk yılda çocuğun ruh sağlığının temelinin atılması sebebiyle bu dönemde çocukta anne ilgisi, sevgisi ve şefkatindeki eksiklik ömür boyu telafi edilemez.

Kadının annelik rolü üzerinde özel olarak durmak gerekir. Çünkü Kur’ân ve Sünnette ona özel önem verilmiş, günümüzde yapılan bazı araştırmalarda da annenin çocuk için özel konu­muna vurgu yapan tespitlere yer verilmiştir. Çünkü anneliği öne çıkaran temel bir kavram vardır ki bu şefkattir. Şefkat sevginin en ileri boyutudur, ruhsal bir enerjidir ve çocuklar açısından en değerli kaynaktır, annenin çocuğa en değerli hediyesidir. (Nevzat Tarhan, Makul Çözüm, İstanbul 2007, s. 26...)Dolayısıyla anne sevgisi çocuğun gelişiminde hissettiği en temel ihtiyaçtır.(bk. Nevzat Tarhan, Evlilik Psikolojisi, İstanbul 2010, s. 147-148)

Babanın aile içinde oluşturduğu güven duygusunun çok önemli olduğunu, bunun getirdiği eksikliğin son derece olum­suz birtakım sonuçlar doğuracağını belirtmek gerekir. Ancak özellikle annelerin üzerinde durulmasının sebebi onun yerinin bir başkası tarafından doldurulamaması, bunun doğurduğu olumsuzluğun çok daha etkili olduğu gerçeğidir.

“Biz insandan anne-babasının üstüne titremesini istedik. Hele annesi, onca sıkıntılar sonucu güçten düşmesine aldırmayarak onu rahminde taşımıştır. Süt emme için belirlenen süre iki yıldır. İşte biz insana bana şükret, anne-babana teşekkür et diye tavsiyede bu­lunduk Dikkat edin! Dönüp-dolaşıp bana geleceksiniz.”(Lokman 34) ayetinde anne-baba beraberce zikredildikten sonra bir de ayrıca anneye yer verilmiştir. Hz. Peygamber de üç defa peş peşe "İyilik etmeme en layık kimdir?” sorusuna “Annendir” şeklinde aynı cevabı vermiş, dördüncü defa tekrar sorulduğunda “Babandır” demiştir.(Buhârî, “Edeb”, 2;..)

Babadan bir adım önde oluşunun sebebi çocuk açısından annenin alternatifinin bulunmamasıdır. Onu vazgeçilmez kılan, baba ve diğerlerinde bulunmayan annelik sevgisi ve şefkatidir ki bu bakımından onun yerini bir başkası alamaz.

İslam âlimleri, Kur’ân ve Sünnetin verileri ışığında kulluğun özünü ve ahlakın temelini “Allah’ın emir ve yasaklarına saygı, varlığa şefkat”(Serahsî, el-Mebsût, Kahire 1324-31, X, 209;...) olarak belirlemişlerdir. Allah’ın kullarına, (En'âm (6), 12; Araf(7), 151; Yusuf (12), 64,92; Enbiyâ’ (21), 83; Mü’minûn (23), 109,118... )Hz. Peygamber’in ümmetine olan yaklaşımı hep şefkat ve mer­hamet kavramlarıyla ifade edilmiştir.(Tevbe (9), 128.) O zaman, “Şefkat ne­dir?” sorusuna cevap arayabiliriz.

Derinliği ve zenginliği olan kavramlar için tanım yapmak, onu sınırlandırmak ve anlamını kısırlaştırmak gibi olumsuz so­nuca yol açabileceğinden imkânlar ölçüsünde onu tasvir etmek daha sağlıklı bir yol olarak öne çıkmaktadır.

Şefkat, annenin önce rahminde sonra kollarında taşınmış, kucağında büyümüş, sütünü emmiş, ayaklarında uyumuş, ninnisini dinlemiş, salıncakta sallanmış, nefesini ve sıcaklığım his setmiş herkesin tanımlayamasa bile yaşayarak öğrendiği derin bir duygudur. O hâlde hem şefkat gören hem de şefkat gösteren açısından tasvir etmek gerekirse şefkat, Allah’ın ruhundan üfle­diği can, evreni kucaklayan, feleklere coşku veren hayat enerjisi­dir; incitmeksizin varlığa sevgiyle dokunuş, içten gelen bir tebes­sümle gönül tahtına kuruluştur, nezakettir, zarafettir, imtiyaz ve hiyerarşinin aşıldığı ilişkidir; kalbin sarmaladığı hayat iksiridir; tevazu ile yücelmenin sevincidir; vahşete meydan okuyan sığı­naktır, vahşice kükreyen güce gemdir; susuz köpeği sulamanın adıdır; Hakkın rızasına vuslat, cenneti bulmanın yoludur. Şef­kat, diğerini hissediş, onunla hâllenme, dertlenme, derdi olma, derde derman olurken derman bulmadır; zorluğu omuzlayış, acziyete meydan okuyuş, çaresizliğe çare oluş, karşılık beklemeden tutup kaldırış, sahibine mutluluk, karşısındakine hayat, güvenli sığınak, sağlam kalede ikamet, canavarları kovuş, yürekte yer kaçıştır. Şefkat, sevgi ile yoğrulanların, kalbi aklının önüne geçmiş olanların sahip olabileceği bir enerjidir.

Bu sebeple annenin çocuğuna transfer edeceği, ona üfleyeceği en değerli güçtür. Şefkat, Allah’ın anneye çocukları için lütfet­tiği çok değerli bir kaynak ve ayrıcalıktır. En vahşi hayvanların bile bu sevgi ve şefkatin etkisiyle yavrusunu korumak için ken­dini tehlikeye atması, hatta feda etmesi bu gerçekliği teyit eden bir husustur. Dolayısıyla anne-çocuk ilişkisinin zeminini oluş­turması gereken temel değer şefkattir.

İşte bütün bu tasvir edilen duyguları, tutumları kuşatan şefkatin makamı anneliktir, şefkat hissi onunla özdeştir. Yara­tılanlar içinde bu muhteşem özü taşıyan ve nakledebilen eşsiz varlık odur. Bu yüzden onun hakkı ödenemez ve cennet onların ayakları altındadır.(Kudâî, Müsneduş-şihâb, Beyrut 1407/1986, s. 102.)

Psikiyatr Sefa Saygılı ve Pedagog Ali Çankırılı, müşterek araştırmalarında doğumu takip eden özellikle ilk yılda çocuğun ruh sağlığının temelinin atılması sebebiyle bu dönemde çocukta anne sevgisi ve şefkatindeki eksikliğin ömür boyu dolduralamayağını, hiçbir zaman yeniden kazanılamayacağını ve telafi edilemeyeceğini, bu mahrumiyetin ilerleyen yıllarda birçok ruhsal hastalığı beraberinde getireceğini tespit etmişler­dir. (Annemi İstiyorum, İstanbul 1998, s. 24-26,29-31.)Modern psikiyatrinin çocuğun ana kucağından ve sevgi­sinden mahrumiyetini en temel depression sebeplerinden birisi olarak tespiti bu gerçekliğin teyididir.

Anneliğin bir kadın rolü olduğu tezini savunan John Bovvlby (1953) de şu tespitlerde bulunur:

“Eğer anne yoksa ya da çocuk annesinden küçük yaşta ayrılırsa -ki bu duruma anneden yoksunluk denir- çocuk büyük bir yeter­siz toplumsallaşma riski ile karşı karşıya kalır. Bu durum çocuğun hayatının ilerleyen dönemlerinde toplum karşıtı olması ya da psikopatik eğilimler göstermesi gibi ciddi toplumsal ve ruhsal sıkıntılar yaşamasına neden olabilir. Bir çocuğun refahı ve ruhsal sağlığı en iyi şekilde annesiyle kuracağı yakın ve sürekli bir kişisel ilişki yo­luyla güvence altına alınabilir. Şayet anne yerine bir başkası ikame edilecekse anne gibi olmasa da bu da bir kadın olmalıdır.”(Giddens, 515-516.)

İslam âlimlerinin varlıkla ilişkide şefkati merkeze almalarını ve İslam ahlakının özü saymalarını haklı çıkaran sebep budur.

Bütün bu açılardan Hz. Peygamberin şefkati anne ile ta­nımlaması açıklayıcı olduğu kadar da anlamlıdır. Zikredilecek şu örnekler meramı ifadeye kâfidir.

Hz. Ömer’den rivayet edildiğine göre kendisine getirilen bir grup esir arasında bir kadının panikle kaybettiği çocuğu­nu araması ve bulduktan sonra da onu şefkatle bağrına basıp emzirmeye başlaması Rasûlullah’ın (s.a.s.) dikkatini çekmiş ve yanındakilere: “Şu kadın hiç çocuğunu ateşe atabilir mi?” diye sormuş, onların: “Elbette atamaz yâ Rasûlallah!” cevabı üzerine: “İşte Allah, bu kadının çocuğuna olan şefkatinden kullarına çok daha şefkatli / merhametlidir.” buyurmuştur.”(Buhârî, “Edeb", 19; Müslim, “Tevbe”, 22.)

Bir kadın tandırı yakar ve ateş alevlenince de oradaki ço­cuğunu zarar görmesin diye ateşten uzaklaştırır. Sonra da ya­kınındaki Hz. Peygambere gelir: “Ey Allah’ın Rasûlü! Allah merhametli olanların en merhametlisi değil mi?” diye sorar. Hz. Peygamber “evet” cevabını verince kadın: “Allah, kullarına bir annenin çocuğuna olan şefkatinden daha da şefkatli değil mi” diye ekler. Hz. Peygamber: “Evet” deyince bu sefer de kadın: “Bir anne çocuğunu asla ateşe atamaz, O zaman merhametli olan­ların en merhametlisi olan Allah kullarından bir kısmını nasıl ateşe atacak?” diye sorar. Bunun üzerine Hz. Peygamber başını önüne eğip gözleri yaşlı biçimde: Allah ancak yaratıcısını red­deden, azgın, inatçı, zorbayı ateşe atar, buyurur.(İbn Mace,Zühd,35)

Hz. Peygamber, Allah’ın rahmet ve şefkatini yüz parçaya böldüğünü doksan dokuzunu yanında tuttuğunu, bir parçasmı dünyaya indirdiğini, o bir parçayı yeryüzünün tamamına dağıt­tığını anlattıktan sonra bunun açılımını anne üzerinden yapar. Annenin çocuğuna, hayvanın yavrusuna gösterdiği şefkat ve merhamet o yüzde birden aldığı payın etkisiyledir. Allah ahiret yurdunda bütün mü’minlere yanında tuttuğu doksan dokuz ile muamele edecektir.(Buhari,Edeb,19..)

Sahabeden bir zat, ormanda seslerini işittiği kuş yavrularını alıp elbisesinin içine koyar. Anne kuş, yavrularını alan bu ada­mın başının üstünde dolaşmaya başlar. Adam tuzak olmak üze­re anneye yavrularını gösterir ve şefkatle onların üzerine kon­duğunda onu da yakalar ve elbisesine sararak bir ağacın altında arkadaşlarıyla sohbet eden Hz. Peygamber’in huzuruna gelir. Olayı anlatır. Hz. Peygamber de “Onları yere bırak!” buyurur ve bıraktığında annesinin yavrularının başından ayrılamadığını görürler. Hz. Peygamber oradaki arkadaşlarına: “Şurada gördü­ğünüz, annenin şu olağanüstü esirgeyici çabası hayranlık uyan­dıran bir tutum değil mi?” diye sorar. Onlar hep bir ağızdan: Evet Yâ Rasûlallah! Gerçekten öyle” diye cevap verirler. Bunun üzerine Hz. Peygamber: “Beni hakkın temsilcisi olarak gönderen Allah’a yemin ederim ki Allah’ın kullarına olan şefkati bu annenin yavrularına olan şefkatinden kat be kat fazladır. Şimdi 0 yavruları annesiyle birlikte götür, yuvalarına bırak.” buyurur ve adam da emri yerine getirir.(Buhari,Cenaiz,1)

Abdullah b. Mes'ud şöyle anlatıyor: Rasûlullah (s.a.s.) ile bir seferde idik, bir ihtiyacından dolayı yanımızdan ayrılmıştı. O sı­rada iki kuş yavrusu gördük ve aldık, anneleri de gelip onların üzerine kanatlarını germeye çalışıyordu. Derken Hz. Peygamber geldi. Bir başka rivayete göre onun gelişiyle anne Hz. Peygamber’in başının üstünde dolaşıyor ve sanki ona yavrularının alın­dığını şikâyet ediyordu. Hz. Peygamber: “Yavrularından ayıra­rak bu kuşa azap çektiren kim ise hemen onları annesine versin.” buyurdu ve emri yerine getirildi.(Ebû Dâvûd, “Cihâd”, 112,..)

Bir gün yoksul bir kadın Hz. Âişe’nin evine geldi. Sırtında iki çocuğu vardı. Hz. Âişe ona üç hurma verdi. O da çocukla­rına birer tane verip ötekini yemek için tam ağzına götürür­ken çocuklar onu da istedi. Kadın o hurmayı da ikiye bölüp çocukları arasında paylaştırdı. Bu yoksul kadının şefkatine hayran kalan Hz. Âişe, gördüklerini Hz. Peygamber’e anlattı. Hz. Peygamber: “Bu şefkati sebebiyle, Allah Teâlâ o kadına mutlaka ya cenneti vermiş ya da onu cehennemden âzâd et­miştir.” buyurdu.(Müslim,Birr,148..)

Şefkat, İslam kültürünün en merkezî kavramlarındandır. Geleneğimizde anne ile birlikte anılmıştır. Büyük âlim, zahid Abdullah b. Mübârek’ten az önceki hadislere paralel olarak nak­ledilen şu söz başka bir şeye hacet bırakmayacak derinliktedir: “İnsanları övgü ve yergide acele etme! Zira bugün hoşuna giden bir adam yarın hiç hoşlanmadığın birisi hâline gelebilir. İnsan­lar tonlarca günah işler, kıyamet günü geldiğinde Allah günah­ları affeder. Allah kullarına, çocuğu için bir yatak serip de eliyle yatağın üzerinde çocuğunu sokacak bir yılan var mı ya da ona batacak bir diken var mı, varsa çocuğum yerine bana gelsin diye araştıran anneden daha şefkatlidir.” (Abdullah b. Mübârek, ez-Zühd ve’r-rekâik (nşr. Habîburrahman el-A‘zamî), Beyrut, ts. (Dâru’l-Kütübi’l-îlmiyye), s. 314;..)

Sünnet ve sahabe uygulamaları doğrultusunda İslam huku­kunda şefkatin hayati önemi dikkate alınarak belirlenmiş hü­kümler mevcuttur. Bu konuda karı-kocanın herhangi bir sebeple ayrılmaları ya da boşanmaları hâlinde çocuğun yedi yaşına kadar mutlaka anneye verilmesi gerektiği konusunda İslam hukukçula­rının görüş birliği içinde olmaları (icma)(Bk. Ali Bardakoğlu, “Hidâne”, DİA, XVII, 467-468.) örnek olarak zikredile­bilir. Temelinde de az önce bahsedilen gerçeklik vardır. Bu sebeple olmalı ki ayrıldığı kocasıyla çocuk hakkında anlaşmazlığa düşen ve Hz. Peygamber e gelerek: “Ey Allah ın elçisi! Şu oğluma rahmim yuva, göğsüm pınar, kucağım kundak oldu. Şimdi ise babası beni boşadı ve çocuğu benden çekip almak istemektedir, şeklinde müra­caatta bulunan kadına Rasûlullah, Sen evlenmedikçe çocuğunda daha fazla hak sahibisin.” cevabını vermiştir.(..Ahmed b. Hanbel, el-Müsned, II, 182;)

Buna benzer bir olay da Hz. Ebû Bekir’in halifeliği döne­minde meydana gelmiş, Hz. Ömer ile boşadığı karısı Ümmü Âsim arasında çocukları Âsım’m kimde kalacağı hususunda anlaşmazlık çıkmış, nihayet Hz. Ebû Bekir, Hz. Peygamber’in uygulaması istikametinde çocuğun annesiyle birlikte kalmasına karar vermiş ve bu vesileyle Hz. Ömer’e şunu söylemiştir: 'Anne­nin kokusu, nefesi, okşaması ve şefkati çocuk için büyüyüp kendi tercihini kullanıncaya kadar senin yanındaki petekli baldan daha hayırlıdır.”(Abdürrezzâk, el-Musannef (nşr. Habîburrahmân el-A‘zamî), Beyrut 1403/1983, VII, 154, nr. 12601; Zeyla‘1, Nasbu’r-râye, III, 266;..)

Yedi yaşına kadar anne şefkatini, merhametini içselleştiren ço­cuk, bu aşamadan sonra hayata hazırlanması için babasına verilir.

Bütün bunlar göstermektedir ki bir annenin en önemli göre­vi ve kendisine biçilen rol çocuğuna şefkat ve merhamet trans­feridir. Kur’ân-ı Kerîm’in özellikle kadınlan çocuk yetiştiren tarlalar olarak tavsif etmesi(Bakara,223) kadın için annelik rolünün fıtrî ol­duğuna, şefkatin de bunun merkezinde bulunduğuna işaret eder.

Bir annenin topluma kazandıracağı en temel değer, şefkatli ellerinde yetiştirdiği ahlaklı, şefkatli çocuktur. Mısırlı şair Hafız İbrahim annenin çocuk yetiştirmedeki rolünü ve bunun top­lumsal hayattaki önemini çok güzel şekilde resmeder:

Anne okuldur. Onu iyi yetiştirdiğinde, temiz (ahlaklı) bir top­lum yetiştirmiş olursun.(1)

Anne bahçedir. Onun suyu hayâdan verilmişse yemyeşil bitki­leriyle coştukça coştuğunu temaşa edersin

Anne, başarıda /yiğitlikte şöhreti ufukları aşan büyük hoca­ların ilk hocasıdır.(İbrahim el-Hâşimî, Cevâhiru’l-edeb, Beyrut, ts. (Müessesetü’l- Me ârıf), II, 249.196)

Bütün bunlar anne-çocuk ilişkisinin çok derinlikli bir özel­lik taşıdığının göstergesidir. Bu sebeple annenin babaya göre daha önde olması, yerinin doldurulamayışı ve hakkının öde- nemeyişi İslam’ın temel kaynaklarında ifadesini bulan bir hu­sustur. Bunun sebepleri arasında baba ile mukayese edildiğinde annenin hem şefkat ve sevgisinin hem de çocuğuna olan bağlılığının ona göre daha çok olması ve çocuğun da buna ihtiyacının bulunması sayılmıştır.(2)

Günümüzün iş hayatında kadının aktif olarak yer almasıyla birlikte çocukla olan ilişkisinin azalması sebebiyle annenin şef­kat ve merhamet elinin çocuğun üzerinden kalkması, bir başka ifadeyle çocuğu yoğuran annenin şefkat elinin aktivitesini kay­betmesi halkın öfke toplumuna dönüşmesinde belli ölçüde et­kisinin bulunduğunu belirtmek gerekir. Bu sebeple işten gelen ebeveynin, hususiyle annenin, çocuklarına olan sevgisini gös­termeleri, onlarla yeterince ilgilenmeleri ruh sağlığı açısından kaçınılmaz bir zorunluluktur. Çünkü ihmalin pasif şiddet anla­mına geldiğini ve bunun insan psikolojisi üzerinde olumsuz etki bıraktığını modern psikiyatri de kabul etmektedir.

d- Modern İş Hayatında Kadın: Doğumdan ve Evden Kaçış

Hz. Peygamber buyurur ki: “Sevecen ve doğumdan kaçınmayan, yüksünmeyen kadınlarla evleniniz. Çünkü kıyamet günü ben sizin çokluğunuzla övüneceğim. (Ebû Dâvûd, “Nikâh”, 3; Nesâî, “Nikâh”, 11; Ahmed b. Hanbel, el-Müsned, III, 158,245). “Kadınların en hayırlı namazgahı evleri­nin köşesidir.” (Ahmed b. Hanbel, el-Müs- ned, VI, 297, 301).

1980’li yılarda İslam ülkeleri ve Türkiye’de “aile planlaması” politikalarıyla doğum oranlarının düşürülmesi ve nüfus artış hızının aşağıya çekilmesi yönünde birtakım çalışmalar yapıldığını o dönemde yaşayan insanlardan hatırlamayan yoktur. Maalesef o donemde ülkemizde bazı ilahiyatçıların da Hz. Peygamber- doğurgan ve sevecen kadınlarla evlenip çoğalmayı tavsiye (den ve bu sayede kıyamet günü diğer ümmetlere karşı Muhammed ümmetinin çokluğuyla övüneceğini beyan eden hadisini(Nesai,Nikah,11..) farklı şekillerde yorumlayarak modern dünyanın İslam Alemini öğütmek için İnşa ettiği değirmene su taşıdıkları bilinen bir husustur. Bu hadisi “Hz. Peygamber'in kalitesiz, yoksul, geri kalmış insanların çokluğuyla övünemeyeceği, kastedilenin ekonomik durumu iyi, ilerlemiş, kültürlü Müslümanların çokluğuyla övü­neceği, dolayısıyla çok olup geri kalmış insanlardansa az olup ileri seviyedeki insanlara sahip olmanın daha iyi” olacağı şeklin­de yorumlayanlar olmuştu. Sosyal bir politika olarak aile plan­lamasının beklenen neticeyi vermediği söylenebilirse de gelinen noktada kariyer ve iş planlaması ya da işin araç olmaktan çıkıp amaca, bir varoluş mücadelesine dönüştürülmesinin de etkisiy­le kadınların doğumdan ve çocuktan kaçışı yönünde bir sonuç doğmuştur. Neticede ülkemizde de Batının yaşadığı sorunlara paralel biçimde nüfus yaşlanması probleminin işaretleri alınmış durumdadır. Kısa süre öncesinde % 3’lerden bugün % 13’lere gelmiş bulunan dünyadaki yaşlılık oranlarının 2050’li yıllarda dünya nüfusunun yarısına ulaşacağı dikkate alınırsa tehlikenin boyutları daha iyi anlaşılabilir.

Hz. Peygamber’in “Doğurgan kadınlarla evlenin.”(Ebu Davud,Nikah,3) hadisi­nin gerçekten mucizevi karakter arz ettiği bugün daha iyi anla­şılabilmededir. Trend bu şekilde devam ederse belli bir zaman sonra insan neslinin tehlikeye düşeceğini söylemek çok da güç değildir. Bugün, özellikle yaşlı nüfusun çoğunluğu oluşturduğu Avrupa ülkelerinde doğumun teşvik edilmesi ve doğum ücreti ödenmesi nüfusun önemine vurgu yapan uygulamalardan birisidir. Ancak ne kadar maddi imkân tanınırsa tanınsın zihinsel anlamda kadının evini işine önceleyebileceği, işini amaç değil araç olarak göreceği bir zihniyet oluşturulamadığı sürece bu so­run kolay çözülemeyecektir.

Modern iş hayatının bir varoluş mücadelesine dönüşmesi, işin araç olmaktan çıkıp amaç hâlini alması, kadınların kariyer önceli­ği, sadece doğumu sınırlandıran, geciktiren bir olgu değil doğum sonrasında da anne-çocuk ilişkisini kısırlaştırmış, çocuğa ayrılan zamanı daraltmıştır. Bencilliğin egemenliği ve fedakârlığın kay­bolması sebebiyle çocuğun ekonomik açıdan yük, iş ile kariyer önünde engel, özgürlüğü kısıtlayan ayak bağı olarak görülmesinin de bunda etkisi vardır. Yoğun iş hayatı ve değişen zihniyetin doğal sonucu olarak çocuklar, ev dışında kreş ve anaokullarında belli bir yaştan sonra da eğitim sürecinin gerektirdiği diğer resmî kurumlarda çocukluğunu tüketmekte; anneden, babadan, yuvadan mahrum büyüyen çocukların sayısı her geçen gün artmaktadır. Bu da çocuğun şefkat ve merhamet duygularıyla yoğrulması, ço­cukların sosyalleşmesinin temini, manevi değerlerin, kültürel bi­rikimlerin kuşaklar arasında geçişinin sağlanması ve yaşatılması gibi ailenin en temel fonksiyonlarını olumsuz yönde etkilemekte­dir. Bu, hemen her ailede gözlenebilen bir durumdur.

Gündüzleri kreşe giden ve akşamları da anne-babası yanın­da olmasına rağmen onların yalnızlığını çeken çocuğun ileride ebeveynine sıcak davranması ya da çevresiyle zarafet ve nezakete dayalı bir ilişki içinde olması oldukça güçtür. Bugün ailenin ço­cukla buluşma süresini en aza indirmiş olan bir hayat tarzının dayatıldığı dünyada aile dışı kurumlar sadece dışarıda değil eve geldiğinde de çocukların zamanını çalmakta ve onları ailesine bırakmamaktadır. Dolayısıyla günümüzde aile içi ilişkiler çocuk açısından olumsuz bir seyir takip etmektedir. Burada esas sorun bu yaşantının aileler nezdinde normalleşmiş olmasıdır. Çocuğu­nun ve kendilerinin mutluluğunu isteyen aileler bunun farkında olmalılar ve ona göre tedbirlerini almalıdırlar.

Aile içi ilişkiler sıcaktır, samimidir ve derinliğe sahiptir. Bu onun mutluluğuna ortak olmak yapılması gereken işlerdendir Bazı psikiyatri uzmanlarının isabetle belirttiği gibi oyun çocu­ğun işidir, oyun ise seyirci ile oynanır. (msl. bk. Mücahit öztürk, Çocuk Sorunları ve İslam Sempozyumu (İstanbul 2010)’ndaki bir tebliğin müzakeresi, s. 519.) Bu sebeple çocuklara özel odalar tahsis edip istediği bütün oyuncakları alıp onunla baş başa bırakmak çözüm değildir. Ebeveynler modern döne­min yorucu iş trafiğine rağmen çocuklarını kazanmak için ge­rekli fedakârlığı göstermek, aile içinde yalnız olarak kalmasına ve yalnızlık içinde kendisine, ailesine ve hayata küsen bir birey olarak yetişmesine fırsat vermemek, yalnızlığına çare bulmak zorundadırlar. İlgisiz çocuklar sadece aileye değil içinde yaşa­dığı topluma da büyük sıkıntıdır. Çocukla çocuk olmak, onunla çocukluğu paylaşmak, oyununu fark etmek, seyretmek, gerekti­ğinde onunla oynamak Hz. Peygamberin ifadesiyle çocukla ço­cuklaşmak en ideal çözüm yolu olarak gözükmektedir.

Bugün eskiden olduğu şekliyle büyük ve geniş ailenin ye­niden oluşturulması oldukça güç gözükmektedir. Bunun âhını çekmek yerine kendi değerlerimiz doğrultusunda yeni duruma adaptasyonun nasıl sağlanabileceğinin yollarını aramak gerekir. Bugün aile, ev içinde “çekirdek aile” konumuna gelse de evin dı­şına taşan yönüyle en azından ülkemiz açısından yine de geniş aile özelliğini korumaktadır. Bu yönüyle hâlâ Batıdan farklılığı­nı korumaktadır.

O hâlde yapılması gereken şey kadınların iş hayatının çocu­ğu ile ilgilenebilecek şekilde düzenlenmesi, aile bağlarının güç­lendirilmesine dair bir bilinç oluşturulması, geniş aile üyeleriyle ilişkilerin literatürümüzdeki ifadesiyle “sıla-i rahim” kültürünün diriltilmesiyle kurulması, bu yolla özellikle çocuk açısından iş ha­yatının eksik bırakacağı boşlukların doldurulması sağlanabilir.

Babanın aileye sağladığı güven duygusunun ya da ilgisinin yeterince oluşturulamaması da diğer bir ciddi sorundur. Burada hiçbir işin aileden daha önemli olmadığı bilinciyle baba, istis­nalar dışında işini evine taşımamalıdır. Ancak burada özellikle annelerin üzerinde durulmasının sebebi çocuk açısından mo­dern hayatın getirdiği eksikliğin bir başkası tarafından doldurulamaması, bunun doğurduğu olumsuzluğun çok daha etkili olduğu gerçeğidir.

Çalışan kadınların çocuklarına yeterli zamanı ayıramadık­ları bilinen bir gerçektir. Günün büyük bir bölümünü işinde ge­çiren ve evine yorgun hatta ortamına göre psikolojik yıpranmış- lıkla dönen kadın bir de geldiğinde ev işleriyle meşgul olmakta, şayet ev işlerini gören bir hizmetçi varsa yorgunluğunu gidermek için dinlenmeye ayırdığı zaman sebebiyle eşine ve çocuklarına yeterli ve kaliteli zamanı ayırma konusunda zorlanmaktadır.

Annesiyle yeterli zamanı geçiremeyen çocuk sıkıntı içinde büyümektedir. Çocuk ana kucağında merhamet-şefkat etkileşi­mi içindedir ve bununla yoğrulur. Daha ana kucağının tadını çı­karmadan, annesine doymadan, orada yoğrulmadan kreş, ana­okulu gibi kurumlara gönderilmesi, hem çocuk hem de toplum için sorunlu bireyin büyüyor oluşunu ifade eder. Çünkü çocuk okulda düzeni sağlamak için otoriteyi temsil eden öğretmeniyle karşılaşmakta, onu görerek yetiştiğinden belli ölçüde otoriter bir yapı kazanmaktadır. Çünkü belli dönemlerde çocuk gözleyerek, izleyerek, hayranlık duyduğu büyüklerini taklit ederek öğrenir. Bu çağdan sonra şefkatin telafisi var mıdır? Psikiyatr Sefa Saygı­lı ve Pedagog Ali Çankırılı kendilerine başvuran iş hayatındaki birçok kadının bunun ezikliğini yaşadığını ve bu sebeple de suç­luluk duygusu taşıdıklarını, sosyal hayata intibak sorunu çeken çocukların önemli bir bölümünün de çalışan annelerin çocukla­rı olduğunu tespit etmişlerdir.(Annemi İstiyorum, İstanbul 1998, s. 12*13.)Bu iki uzman, konu ile ilgili şu önemli tespitlerde bulunmaktadırlar:

Çalışan annelerin en önemli sorunu çocuk eğitimidir. An­neler, kendilerine ayıracak yeterli zamana sahip olamadığından ister istemez çocuklar yabancılar elinde büyümekte, bu da ço­cukla anne arasında sevgi ve şefkat ilişkisini kurmaya yetme­mekte, sonuçta da anne çocuğuyla sıcak bağ kuramamaktadır.

Bunu anlayamayan çocuk annesinin kendisini sevmediği gibi bir duyguya kapılabilmekte ve bu da çocukta güven duygusunun yerleşmesine mâni olmaktadır. Sevgi ve güven duygusu ise an­cak yaşanarak kazanılabilmektedir. Bu durum çocukların ruh sağlığını olumsuz olarak etkilemektedir. Bir çocuğun bakıcı eli­ne veya kreşe ne kadar erken yaşta verilirse ruh sağlığının da o kadar tehlike altında olacağı, anne kucağından, aile ocağından uzakta büyüyen çocukların ruh sağlığının ağır yaralar almış olacağı, şahsiyet kazanamayacağı da bilimsel olarak ispat edil­miş durumdadır.(Annemi İstiyorum, İstanbul 1998, s. 14*15.)

Ebeveynler modern dönemin yorucu iş trafiğine rağmen çocukları kazanmak için gerekli fedâkârlık için uygun şartla­rı oluşturmak durumundadırlar. İlgisiz çocuklar sadece aileye değil içinde yaşadığı topluma da bir sıkıntıdır. Çocukla çocuk olmak, onunla çocukluğu paylaşmak, oyununu fark etmek, seyretmek gerektiğinde onunla oynamak Hz. Peygamber’in ifade­siyle çocukla çocuklaşmak en ideal çözüm yolu olarak gözük­mektedir. Gündüzleri kreşe giden ve akşamları da anne-babası yanında olmasına rağmen onların yalnızlığını çeken çocuktan ebeveyni kendisine muhtaç hâle geldiğinde, yani yaşlandıkların­da merhametli davranmasını beklemek safdillik olur.

Çocukların merhametli oluşunun önündeki en önemli en­gellerden birisi de rekabet ortamı içinde yetişmeleridir. Bu du­rum, onların hayatları boyunca herkesi devre dışı bırakılması gereken birer rakip olarak görmelerine yol açmaktadır. Özel­likle imtihan hazırlıklarında diğer arkadaşlarını önünü kesen ve daha iyi okullarda okuyabilmesinin engeli olarak görmesine sebep olabilecek tutumlardan uzak durmak bir zorunluluktur.

(1)-Merhum Prof. Dr. Salim öğüt aile hakkında verdiği konferanslarda bu şiirin ilk mısraını sürekli okur ve anneyi bunun üzerinden anlatırdı. Kendisini rahmetle anıyorum.

(2)-İbn Atıyye, el-Muharrarul-vecîz (nşr. Abdüsselâm Abdüşşâfı Muhammed), Beyrut 1413/1993, IV, 348-349; Zehebî, s. 45; İbn Hacer el- Heytemî, II, 130-131; Ahmed Davudoğlu, Sahîh-i Müslim Tercemesi ve Şerhi, İstanbul 1983, X, 481. Bu konuda bk. Saffet Köse, “İslam Açısından Ebeveynin Çocukları Üzerindeki Hakları veya Çocukların Ebeveynine Karşı Vazifeleri”, İslam Hukuku Araştırmaları Dergisi, sy. 12, Konya 2008, s. 345-368.



Saffet Köse-Genetiğiyle Oynanmış Kavramlar ve Aile Medeniyetinin Sonu
Devamını Oku »

Necm Suresi, İsra, Mirac ve Mealcilerin Çelişkileri

Necm Suresi, İsra, Mirac ve Mealcilerin Çelişkileri


Abdulaziz Bayındır – Bu konuyu anlatan ana ayet şudur:

“Kulunu bir gecede Mescid-i Haram’dan alıp, çevresini bereketli kıldığı ((Bir yazıda “Sen…” veya “Siz …” yerine “O…” veya “Onlar…” denmesine Arap edebiyatında iltifat denir. O, ifadeye güzellik katar. Burada da üçüncü tekil şahıstan ikinci çoğul şahsa geçilerek “bereketli kıldığımız” ifadesi kullanılmıştır. Türkçede iltifat sanatı olmadığından tercüme cümlenin akışına göre yapılmıştır.)) el-Mescid’ul-aksâ’ya götüren Allah, eksikliklerden uzaktır. Bu, ona bir kısım ayetlerimizi göstermek içindir. Allah işitir ve görür.” (İsrâ, 17/1)

el-Mescidu’l-aksâ, en uzak mescit demektir. Şu ayetler onun yerini bildirmektedir:

“O (Muhammed) Cebrail'i, onun bir başka inişinde daha görmüştü; Sidretü'l- Müntehâ'nın yanındaydı. Me'vâ Cenneti de oradadır. O gün Sidre'yi bürüyen bürüyordu. (Muhammed’in) gözü kaymadı; sınırı da aşmadı. Orada Rabbinin en büyük ayetlerinden bir kısmını gördü.” (Necm, 53/13-18)

Sidretü'l- Münteha yedinci kat semadadır. ((Buhârî, Bed’ul-halk 6.)) el-Mescidu’l-aksa ise oradaki Beyt-i Mamûr’dur. Allah’ın Elçisi (a.s.) bir gün ashabına:“Beyt-i Ma’mûr’un ne olduğunu biliyor musunuz?” diye sordu:“Allah ve Elçisi daha iyi bilir” dediler. “O, gökte olan bir mescittir, Kâbe tam altında kalır. O mescit aşağı düşse Ka’be’nin üzerine düşer. Orada her gün yetmiş bin melek namaz kılar. Oradan çıktılar mı artık sonuna kadar oraya dönmezler." dedi. ((Muhammed b. Cerîr et- Taberî, Camiu’l-Beyan fî Te’vîl’l-Kur’ân, Beyrut 1992, c: 11, s: 481)) (1)

İsrafil Balcı: Necm suresi ilk inen surelerdendir..Necm suresinde Peygamberimizin ilk vahiy tecrübesi anlatılır..Ama bizim gelenek getirmiş bunu İsra ayetiyle birleştirmiş..İsra ayetinde Peygamberimiz bir takım olağanüstülükler yaşıyor..Yaşadığı olağanüstülükleri getirip Necm Suresiyle ilişkilendiriliyor..Necm Suresi Risaletin 5. yılında da İsra suresi 10. yılda...Yani 10. yılda yaşanan İsra olayı 5. yılda nazil olan sure ile ilişkilendiriyor..(2)

Değerlendirme:
1-Görüldüğü gibi İsrafil Balcı Bayındır Hoca'nın itikadını tekzip etmiş oluyor..Bu arada rivayete derinden kuşkuyla bakan İsrafil Balcı'nın Kuran'da olmayan Necm Suresinin risaletin kaçıncı yılında olduğu, İsra olayının kaçıncı yılında gerçekleştiği bilgisini nereden bulduğu muamma..Eğer rivayetlerden gördüm aldım diyorsa tefsir amaçlı olarak rivayetleri ne zaman delil olarak alıp ne zaman almayacağınızın bir usulü var mıdır, yoksa bu iş sizin keyfinize göre mi cereyan ediyor?



2-Tefhim'de şu bilgi vardır: Nüzul Zamanı: Hz. Abdullah b. Mes'ud'dan rivayet olunduğuna göre, "Necm Suresi kendisinde secde ayeti bulunduğu halde nazil olan ilk suredir." (Buhari, Müslim, Ebu Davud, Nesaî). Bu hadisin Esved b. Yezid, Ebu İshak ve Zuhir b. Muaviye'nin İbn Mes'ud'dan rivayet ettikleri bölümünden anlaşıldığına göre "Necm Suresi, Hz. Peygamber'in (s.a) Kureyş'ten bir topluluk karşısında okuduğu ilk suredir." (İbn Merduye'nin rivayeti, surenin Harem-i Şerif'de okunduğunu göstermektedir.) Bu topluluk içinde, kafirler de mü'minler de bulunuyordu. Surenin sonunda Hz. Peygamber (s.a) secde ettiğinde, İslâm düşmanı Kureyşliler ve ileri gelenleri Müslümanlarla secde ettiler. İbn Mes'ud, "Ben orada secde etmeyen bir tek kafir olarak Umeyye b. Halef'i gördüm. O da secde etmediği gibi yerden bir avuç toprak almış ve alnına sürmüş, bu bana yeter", dedi. demiştir. "İbn Mes'ud bu sözüne ayrıca "Ben bu kafirlerin küfür hali üzerindeyken öldüğünü gördüm" diye ilavede bulunmuştur.

Bu olayın bir diğer şahidi de, o döneme kadar hâlâ İslâm'ı kabul etmemiş olan Muttalib b. Veda'dır. O bu olayla ilgili olarak şunları söylemektedir. "Resulullah (s.a), Necm Suresi'nin sonunda secde ettiğinde ben secde etmedim. Şimdi bu sure ne zaman okunsa, muhakkak surette secde eder ve o zaman secde etmemekle işlediğim hatayı telafi etmeye çalışırım." (Nesaî, Müsned-i Ahmed)

"Risaletin 5. yılında Şevval ayında küçük bir topluluk Habeşistan'a hicret etmişti. Aynı senenin Ramazan ayında Hz. Peygamber'in (s.a) Necm Suresi'ni tilaveti esnasında kafirlerle Müslümanların birlikte secdeye gitmeleri hadisesi vuku buldu. Bu hadise, Habeşistan'daki muhacirlere "Mekke'de kafirler İslâm'a girdi şeklinde ulaşınca, onlardan bazıları bu haberi duyar duymaz Şevval ayında Mekke'ye geri döndüler. Fakat Mekke'de Müslümanlara yapılan zulüm devam etmekteydi. Bu olaydan sonra Müslümanlar, birincisinden daha çok sayıda olmak üzere, ikinci kez Habeşistan'a hicret ettiler." (ibn Sa'd).

Yukarıdaki rivayetlerden bu surenin Risalet'in 5. yılında nazil olduğu kesinlik kazanmaktadır...



A.Bayındır'ın sitesi: Miraçta peygamberimizin hâşâ Allah ile buluşması diye bir şey yoktur. Onun oraya çıkması Allah’ın bazı ayetlerini, kudretini gösteren alametleri görmesi içindi. İlgili ayetler şunlardır:

“Bir kısım ayetlerimizi kendisine göstermek için, kulunu bir gece Mescid-i Haram’dan, çevresini bereketlendirdiğimiz el-Mescidül-Aksa’ya (yeryüzüne en uzak olan mescide) götüren O Allah her türlü noksanlıktan yücedir. Gerçekten O, işitendir görendir.” (İsra, 17/1)

“O (peygamber), Cebrail’i bir başka inişinde de görmüştü. Sidretü’l- Müntehâ’nın yanında. Ki Cennet’ül-Me’va da onun yanındadır. O zaman ki, o Sidre’yi bürüyen bürüyordu. Gözü kaymadı ve sınırı aşmadı. Andolsun o, Rabbinin en büyük ayetlerinden bir kısmını gördü.” (Necm, 53/13-18) Yolculuğun amacını “kendisine bir takım ayetlerimizi göstermek” (İsra, 17/1) olarak açıklayan Allah Teâlâ, bu ayetlerde peygamberimizin yolculuğunun amacına ulaştığını belirterek “Andolsun ki o, Rabbinin en büyük ayetlerinden bir kısmını gördü.” (Necm, 53/18) buyurmaktadır. İsra suresindeki ayetle Necm suresindeki bu ayetler karşılaştırıldığında aynı olaydan bahsettikleri görülmektedir. İsra suresindeki ayetler yolculuğun amacını, Necm suresindeki ayetler de yolculuğun yapıldığı mekânı, sonucunu ve bu yolculukta görülenleri anlatmaktadır. Necm suresindeki bu ayetler âlimlerin çoğuna göre mi’rac’ı anlatmaktadır.1 Demek ki Allah Teâlâ “kendisine bir takım ayetlerini göstermek için” (İsra, 17/1) peygamberini bir gece mi’rac’a çıkarmış ve bu amaca uygun olarak ona en büyük ayetlerinden göstermiştir. (Necm, 53/18) Bunlar gök katları, her katta orada bulanan peygamberlerle görüşme, Cebrail’in (as) asli suretinde görülmesi, Sidretü’l-Münteha, Cennet, Cehennem, Beyt-i Ma’mur vs. dir. (3)



Hakkı Yılmaz: Necm suresi, bazı iddiaların aksine “Miraç”ı anlatmaz. Tarihiyle, coğrafyasıyla [bir nevi koordinatlarıyla] vahyin ilk geliş şeklini Mekkelileri tanık tutarak anlatır. Gerçek ilah ile putların mukayese edildiği surede salihler övülür, yalanlayanlar kınanır ve herkesin yaptığının karşılığını göreceği bildirilir. (4)


Değerlendirme: Görüldüğü gibi Mealciler Necm suresinin miraçla ilgili olup olmadığı konusunda kendi aralarında hemfikir değiller..



İsrâ Ve Miraç Rivayetleri Üzerine



İzzet Derveze: Müfessirlerin çoğunluğu[34] bu ayetlerin. Peygamber (s)'in semaya yükselişi (miraç) olayına işaret ettiğini ifade etmişler, bununla İlgili olarak azı hariç çelişkili pek çok rivayete yer vermişlerdir. Bu rivayetlerden bir kısmi, miracın rüyada olduğunu ve Peygamber'in vücudunun bulunduğu yerden ayrılmadığını, bazıları bu olayın ruhani bir görüş olduğunu ifade etmektedir. Bazıları ise olayın uyku ile ve uyanıklık halinde meydana geldiğini anlatmaktadır. Bu bir. İkinci olarak, rivayetlerin çoğu, Miraç ve İsra olaylarını birbirine yaklaştırmakta ve her iki olayı da aynı zaman dilimine koy­makta, her iki olayda meydana gelen sahneleri bir zincir içerisinde anlatmakladır. Peygamber (s)'in, İsra olayında Mescid-i Aksa'ya ulaşmasından sonra, semaya yük­seltildiği zikredilmiştir. Bununla birlikle İsra olayına, Necm suresinden uzun bir devir sonra nazil olan İsra suresinde işaret edilmiştir. İsra suresinde sadece Mescid-i Haram'dan Mescid-i Aksa'ya yürüyüş (İsra) zikredilmiştir. Nitekim İsra 1. ayetin metninde de bu görülmektedir:

"Kulunu geceleyin Mescid-i Haram'don çevresini bereketli kıldığımız Mescid-i Ak­sa'ya götüren O Allah eksiklikten uzaktır." Bazı rivayetler var ki; bunlar, Miraç olayına yer vermeden, sadece Mescid-i Haram'dan Mescid-i Aksa'ya İsra /yürüyüşü belirtmekte, bazıları da var ki, İsra ve Miraç olaylarının bir defadan daha fazla olduğunu ifade etmektedir. Üçüncü olarak, rivayetler, olayın meydana geldiği vakit hakkında çelişkili haberler vermekledir. Bir rivayet îsra ve Miraç olaylarının bisetten 15 ay sonra birlikte meydana geldiğini zikretmekledir. Bu zaman dilimi Necm Sûresi'nin nüzul tarihiyle örtüşmekte ise de îsra suresinin nüzul ta­rihiyle örtüşmemektedir ki, İsra suresinin, Peygamber (s)'in Mekke döneminin ortala­rında nazil olduğu (görüşü) tercih edilmekledir. Bir diğer rivayet, her iki olayın da bisetten beş yıl sonra meydana geldiğini belirtmekledir. Bu ise İsra suresinin nüzul tari­hiyle uyuşmakla fakat Necm Suresinin nüzul tarihiyle uyuşmamaktadır. Zira Necm Sû­resi İsra'dan çok önceleri nazil olmuştur:

Başka rivayetlere göre, her iki olay hicretten beş veya bir yıl önce meydana gelmiş­tir. Bu zaman ise her iki surenin de iniş tarihleri ile uygunluk arz etmemekte. Dahası, çok tuhaf bir rivayet de iki olayın hicretten bir yıl önce olduğunu belirtmektedir. İsra ve Miraç olaylarının anlatıldığı rivayetlerde tuhaf bazı açıklamalar vardır:



- Mescid-i Haram'dan Mescid-i Aksa yolculuğu esnasında Peygambere seslenen yaşlı bir kadın;

- Allah'ın bütün Peygamberleri Mescid-i Aksa'da toplaması

- Ve Peygamberin göğe merdiven dayaması ve gök kapılarının birbiri arkasından açılması gibi gök hakkında doğru olmayan açıklamalar, Allah'ın peygamberlerden bir gurup ile göklerde buluşması,

- Arş. Levh, Kalem, Sidretül Münteha, gibi lafızların maddi şekillerde anlatımı

- Peygamber (s)'in Rabbini ve devasa şekilleriyle melekleri görmesi, cennet, cehen­nem, cehennem ehlinin azabı, cennet ehlinin ödüllendirilmesi.

- Beş vakit namazın farz olma şekli, Musa'nın uyarısı ile namazın hafifletilmesi için, Peygamber'in bir kaç kez Allah huzuruna inip-çıkması; bunun sonucu olarak da aslında 50 vakit olan namazın 5 vakte indirilmesi,

- Peygamber'in karnının yarılması ve kalbinin çıkartılıp yıkanması, vs.



Bütün bunlar gösteriyor ki, şu an konumuzu teşkil eden Necm suresi ayetleri ile İsra ve Miraç ile ilgili anlatılan ruhani-ilahi tablo irtibatlandırılmakta ve her iki olay tek bir satıhta birleştirilmek istenmektedir. Daha önce geçen ayetlerin izahını yaparken söylediklerimizin doğru olduğu görü­şündeyiz: Buradaki ayetler Tekvir suresinde anlatılan tablo ile alakalıdır ki bu ayetler bundan sonra vaki olan benzer bir olayı aydınlatmıştır. Biz olayın künhüne vakıf olama­yız. Elimizde olayı, özellikle de "sidretü'l-münteha" ve "cennetü'l-me'vâ"' boyutunu açıklığa kavuşturmaya yardım edecek kesin bir delil de bulunmamaktadır. Bir hususa daha dikkat çekmek istiyoruz ki, biz bu anlattıklarımız içerisinde İsra ve Miraç hadisesini, iki olay etrafında rivayetlerin anlattığı ayrıntıları tamamen reddet­tiğimizi söylemiyoruz. Bunları Allah'ın kudreti ve Peygamberi ile ilişkisi çerçevesine girdiği gaybi hususlar olarak değerlendirmek gerekir. Bunları sıradan akıl ile idrak ve maddi bakış açısıyla mukayese etmek imkansızdır. Kur'an nassı ve Rasulullah'ın söylediği sabit olan haberler, herhangi bir ilaveye ve tahmine gitmeden, nassın durduğu sınırda durulması gerekli imanî gerçeklerdir, Bununla birlikte biz Miraç konusuyla ilgili hâlin uykuda ve rüya halinde olduğunu belirten rivayeti tercih ediyoruz. Allahu Âlem. (Allah en iyisini bilir)[35] [36]

Dipnot:

[34] Necm ve İsra surelerinin tefsirleri hk. bkz. Taberi, İbn Kesir, Nisaburi Begavi, Tabresi, Hazin, İbn Kesir belki de bu rivayet, söz ve hadisleri en fazla cem'edendir.

[35] İsra suresinin ilk ayet yorumuna bakınız.

[36] İzzet Derveze, et-tefsiru’l-hadis, Ekin Yayınları: 1/159.



İslamoğlu gönülsüz de olsa Miraçla İrtibatlandırıyor gibi:



18-) Lekad rea min âyâti Rabbihil Kübra hakikaten de o rabbinin en büyük ayetlerinden bazılarını, en büyük sembollerinden bir kısmını görmüş oldu.. Bir benzeri İsra suresinde yer alır bu ayetin. Subhanelleziy esra Bi abdihi leylen minel Mescidil Harami ilel Mescidil Aksalleziy barekna havlehu linüriyehu min âyâtina. (İsra/1) Evet, Min âyâti, O’nun ayetlerinden bir kısmını. Hepsini değil, altı çizilmesi gereken nokta burası. Yani O’nun mucizelerinin tamamını değil bir kısmını gördü. Razi; Allah’ı değil raa rabbeh değil Min âyâti rabbih, rabbinin ayetlerini gördü şeklinde açıyor bu ibareyi. Rabbini gördü ile rabbinin ayetlerini gördü çok farklı şeyler diyor. Onun için bazı müfessirlerin rabbini gördü diye algılamasını adeta metne zorla ve sonradan giydirilmiş bir algılama olarak görüyor. Efendimiz mirac hadisinde, daha doğrusu hadislerinden birinde öyle buyuruyor. “Öyle bir yere vardım ki kalemlerin cızırtısını işitiyordum ötelerden gelen.” Bu aslında maddi ve fiziki dünyanın bitip metafizik dünyanın başladığı sınır. Yani meleğin bile bir adım atarsam yanarım dediği bir sınır beklide bilmiyoruz. Hatta bu hadislerde Resulallah’ın ondan ötesinde Burak’a binip ötelere aldığını dile getirilir. Şah Veliyullah Dihlevi, Resulallah’ın miracta Burak’a bindiğini, binişini çok güzel biçimde te’vil eder. Der ki; Yani Burak bir hayvan olarak temsil edilir. Nefsi hayvaninin sırtına bindi, ona galip geldi ve onu aşarak nefsi ruhani ile mevlaya yüceldi. Yani kendi potansiyelinin sınırına nefsi ruhani ile yüceldi. Anlamını verir. Ki gerçekten hoş bir anlam. (5)



Bu yazısında daha net:

Peygamberimiz de davet sürecinin en zor yıllarında miracla ödüllendirildi. Bedenin bittiği an, ruhun önünde ufuklar açılırdı. Miraçla bu gerçek gösterildi. Onun son miracı, çevrenin baskısının en şiddetli anında yaşanmıştı. Allah Rasulünün miracı hakkında sorular sorup, cevaplarını Kur'an'dan alalım:

-Rasulullah bir kez mi miraç etti?

-Necm suresi bu soruya, birden fazla diyor .

-Rasulullah miracta ne gördü?

-"Rabbinin ayetlerinden bir kısmını" gördü (17:1). Gördüğü ayetlerin en büyüğü vahiy meleği idi (53:18). Onu, asli suretinde gördüğünü Allah Rasulü ifade etti. Yine miraçta müminlere vaat edilen cennet bir biçimde gösterildi (53:15). (6)

-----

Açıklama

Tefhimul Kur'an-Mevdudi, (Necm Suresi);

6- (Ki O,) Görünümüyle çarpıcı bir güzelliğe sahiptir. 6Hemen doğruldu.7

7- O, en yüksek bir ufuktaydı.

8- Sonra yaklaştı, derken sarkıverdi.

9- Nitekim (ikisi arasında uzaklık) iki yay kadar (oldu) veya daha da yakınlaştı.8

10- Böylece O'nun kuluna vahyettiğini vahyetti.9

11- Onun gördüğünü gönül yalanlamadı.10

12- Yine de siz görmüş olduğu üzerinde onunla tartışacak mısınız?

13- Andolsun, onu bir de diğer inişte görmüştü.

14- Sidretü'l-Münteha'nın yanında.

15- Ki Cennetü'l-Me'va 11onun yanındadır.

16- Sidreyi örten örtmekte iken,12



AÇIKLAMA

6-"zümarrete" İbn abbas ve Katade'ye göre "güzel ve şahane", Macahid, Hasan Basri İbn Zeyd ve Süfyan Sevri'ye göre 'kuvvetli', Said b. Müseyyeb'e göreyse, "hikmet sahibi"dir. Hz. Peygamber'den (s.a.) rivayet edilen bir hadiste "zu mirre", sağlam, sıhhatli anlamında kullanılmıştır. Lugatta bu kelime, sağlam akıllı ve akıl sahibi anlamına gelir. Allah Teâlâ burada, Cibril için çok yönlü bir kelime kullanarak, onun akıl ve beden bakımından kemale erişmiş bir varlık olduğunu vurgulamıştır. Urducada bu kelimenin tam karşılığı olmadığı için, biz bunu "hikmet sahibi" olarak tercüme ettik. Çünkü Cibril'in bedenî kuvvetlerinin kemali hakkında başka ayetlerde de izah yapılmıştır.



7-"Ufuk kelimesiyle, güneşin doğduğu ve gündüzün aydınlığının yayıldığı yer, yani gökyüzünün doğu tarafı kastolunmuştur. Aynı ifade Tekvir: 23'de, "Ufuk'ıl-Mübin" şeklinde geçmiştir. Bu iki ayetten de anlışıldığına göre, Cibril ilk kez Hz. peygamber'e (s.a) gökyüzünün doğu tarafında gözükmüştür. Çeşitli rivayetlere göre Cibril, o zaman Allah'ın kendisini yarattığı asıl suret üzre idi. İleride ilgili rivayetler zikrolunacaktır.



8-Yani, "Cibril, gökyüzünün doğu tarafında göründü ve Hz. Peygamber'e (s.a) yaklaşarak havada durdu. Sonra daha da yaklaştı, hatta o kadar yaklaştı ki, aralarındaki iki yay veya ondan daha az bir mesafe kaldı" Müfessirler genelde "" ifadesini iki yay ile karşılamışlardır İbn Mes'ud ve İbn Abbas "Kays" kelimesini "zir'a" şeklinde tercüme etmişlerdir. Yani aralarında iki zir'a mesafesinde bir uzaklık kalmıştır.

"Aralarındaki mesafe iki yay veya ondan daha az idi." şeklindeki ifadeden (neuzubillah) Allah'ın söz konusu mesafeyi hesaplamaktan aciz olduğu anlamı çıkarılamaz. Böyle bir izah tarzı, tüm yayların aynı uzunlukta olmayışındandır. Dolayısıyla bu mesafenin eksik ya da fazla olması mümkündür.



9-"Kuluna vahyettiğini vahyetti" şeklindeki ifadeyi iki şekilde de anlamak mümkündür. Birincisi, "O (Cibril) Allah'ın kuluna vahyettiğini vahyetti." İkincisi O (Allah) kendi kuluna vahyettiğini vahyetti." Birinci anlamı ele alırsak, Cibril'in Allah'ın kuluna vahyettiği anlaşılır. İkinci anlamı ele alırsak, Allah'ın Cibril vasıtasıyla kuluna vahyettiği anlaşılır. Müfessirler bu her iki anlamı da öne sürmüşlerdir. Ancak siyak ve sibak içinde bir değerlendirme yapıldığında, birinci anlamın daha uygun olduğu görülür. Nitekim Hasan Basri ve İbn Zeyd'in bu görüşte oldukları nakledilir. Burada "Hu" zamirinin (Abdihi), başlangıçtan beri isminin zikredilmemesine rağmen Allah'a nasıl izafe edilebileceği sorulacak olursa, şu şekilde bir cevap verilebilir. Şayet o izafe olunan, belli bir şahıs ise, onun zikri geçmese bile, zamir kendiliğinden ona işaret eder. Nitekim Kur'an da bu tür örnekler vardır. Örneğin, "Şüphesiz Allah onu Kadir Gecesi'nde indirdi" ayetinde, açıkça zikredilmemesine rağmen, ayetlerin siyakından (sonrasından) Kur'an'ın kastedildiği anlaşılmaktadır. Yine "Eğer Allah yaptıkları yüzünden insanları hemen cezalandıracak olsaydı, onun üstünde canlı bir yaratık bırakmazdı." (Fatır 45) ayetinde kendisi açıkça zikredilmemesine rağmen kastedilenin yeryüzü olduğu açıkça bellidir.

"Biz ona şiir öğretmedik, bu zaten ona yakışmaz" ayetinin ne öncesinde ne de sonrasında Hz. Peygamber'in (s.a) hiç zikri yoktur. Ama sözün gelişinden Hz. Peygamber'in (s.a) kastedildiği açıkça ortadadır. Rahman Suresi'nde de, "Üzerinde bulunan herşey yok olacaktır" denilirken, ayetin ne öncesinde ne de sonrasında zikri geçmemesine rağmen, yeryüzünün kastolunduğu bellidir. "Biz onları yeniden inşaa ettik." (Vakıa: 35) ayetinde, cennetteki kadınlardan bahsetmesine rağmen, onların ismi zikredilmemiştir. Bununla beraber, yukarıdaki ayetten de Cibril'in kendi kuluna vahyettiği anlamı çıkarılamaz. Dolayısıyla buradan, Cibril'in Allah'ın kuluna vahyettiği ya da Allah'ın Cibril vasıtasıyla kuluna vahyettiği anlaşılır.



10-Yani, Rasûlullah (s.a) O'nu gündüzün aydınlığında gördüğü için, bunun bir cin, şeytan, hayal ya da rüya olduğu şeklinde bir şüpheye kapılmamıştır. Net bir şekilde gördüğünden dolayı da O'nun Allah'dan vahiy getiren Cibril olduğu konusunda bir tereddüt duymamıştır.

Burada insan Hz. Peygamber'in (s.a) bu kadar istisnai bir vakıayı müşahede etmiş olmasına rağmen, gördüğü şeyin, hayal, cin veya şeytan olabileceği şeklinde neden bir şüpheye düşmediğini düşünebilir ve dolayısıyla bunun nedenini sorabilir. Bize göre bu sorunun beş şıkka dayanan bir cevabı vardır:

1-a) Rasûlullah (s.a) bu vakıayı gündüzün aydınlığında görmüştür. Yani, uyku esnasında bir rüya olarak veya yarı uykulu iken ya da derin düşüncelere daldığında değil, tıpkı insanın gündüzün aydınlığında etrafındakileri net bir şekilde gördüğü gibi görmüştür. İnsan bu şekilde her gördüğü şeyden (dağlar, nehirler, evler vs.) şüphe etmiyorsa, Hz. Peygamber (s.a) de apaçık bir hakikat olarak gördüğü bu manzaradan şüphe etmemiştir. Bunu dış (âfâkî) bir neden olarak öne sürebiliriz.

1-b) İçsel (enfusî) diye niteleyebileceğimiz diğer bir neden, içinde bulunduğu haleti ruhiye dolayısıyla, Hz. Peygamber'in (s.a) yanlış bir şey görmediğine inanmasıdır. Çünkü Hz. Peygamber (s.a) Cibril'i ruhen uyanık ve musait bir vaziyette görmüştür. Daha önceden zihninde bu tür hayaller kurmadığı için, gördüğü manzarayı hayal olarak nitelememiştir. Aksine O, şuuru yerinde iken O'nu görmüştür.

1-c) Ayrıca karşısındaki varlık, o kadar harikulede bir güzelliğe sahipti ki, Hz. Peygamber (s.a) böyle bir güzelliği tasavvur dahi etmemişti. Dolayısıyla Hz. Peygamber (s.a) gördüğü varlığın kendisinin hayallerinin bir ürünü olduğunu veya bu özelliklere sahip bir cinle karşılaştığını düşünmemiştir. İbn Mes'ud'un Rasûlullah'dan (s.a) rivayet ettiği bir hadise göre O, "Ben Cibril'i 600 kanatlı olarak gördüm" demiştir. (Müsned-i Ahmed). İbn Mes'ud'un izahına göre, Cibril'in bir kanadı bile o kadar büyüktü ki, adeta ufku kaplamıştı. Allah bunu "Şedid-ül Guva' ve 'Zu mirre" sıfatlarıyla ifade etmiştir.

1-d) Hz. Peygamber'e (s.a) vahyi aktarmak için görevli varlık, itimat telkin eden ve emin bir şahsiyete sahipti. Rasûlullah'a (s.a) kainatla ilgili öğrendiği ilmi anında aktarıyordu. Aktarılan bu bilgi, onun zan ve hayal sınırlarını aşmaktadır. Çünkü Hz. Peygamber'in (s.a) önceden edindiği böyle bir bilgi yoktu. Dolayısıyla O, zihninde kendisine bu bilgiyi aktaran varlığın, cin veya şeytan olabileceği ihtimalini düşünmemiş, hatta bu tür bir tereddüde kapılmamıştır. Zira şeytan, şirke rağmen Tevhid, cahiliyyeye rağmen yüksek ahlâk ve fazilet, zulüm ve haksızlığa rağmen ise Allah'ın birliği hakkında bilgi aktarmaz.

1-e) En önemli neden; Allah'ın Peygamberlik görevi gibi yüce bir makama seçtiği kimsenin kalp ve zihnini şek ve şüphelerden arındırmasıdır. Artık o kimse, Allah'ın tevfikiyle her gördüğü ve duyduğu hakikatı "şerh-i sadr" ve "itminan-ı kalb" ile tasdik eder. Kendisine vahiy ilham ve diğer yollarla gelen bilgiler hakkında kuşkuya düşmez. Çünkü Allah tarafından gönderilen mesaja, şeytanın müdahale edemeyeceğini çok iyi bilir. Allah'dan başkasının kelamı karışmış olsa bile, yine de geri çevirebilecek bir şuur ve hissiyat, tüm peygamberlere Allah tarafından verilmiştir. Faraza böyle bir şey olsa hemen fark ederler. Tıpkı balığın yüzmesinden, kuşun uçmasından ve insanın kendi varlığından şüpheye düşmediği gibi, bir peygamber de "Ben Allah'ın elçisi miyim?" şeklinde herhangi bir şüpheye düşmez.



11-Bu, Hz. Peygamber'in (s.a) kendisini asıl suretiyle gördüğü Cibril ile yaptığı ikinci görüşmeye işaret etmektedir. Bu görüşmenin vuku bulduğu yerin adı olarak, "Sidretu'l-Münteha" ifadesi kullanılmış ve yanında da "Cennet'ul- Me'va" olduğu bildirilmiştir.

"Sidretu'l-Münteha", bir sıra ağacın en sonundaki ağaca atfen kullanılır. Nitekim Allame Alusi, Ruhu'l-Meani adlı eserinde bu hususu şöyle açıklar: "Tüm ilimler orada son bulur ve ötede bulunan herşeyi Allah bilir." İbn Cerir de aynı açıklamayı hemen hemen kabul eder. İbn Esir ise, "En Nihaye fi Garibi'l-Hadis" adlı eserinde şöyle bir açıklama yapar: "Bu hususu anlamak, yani maddi dünyanın son sınırındaki "Sidre"nin keyfiyetini bilebilmek çok güçtür." Mahiyeti ne olursa olsun Allah Teâlâ, insanların lisanındaki "Sidre" kelimesini seçip kullanmıştır." Cennetu'l-Me'va' ise lugatte, barınılacak, oturulacak yer anlamına gelir. Hasan Basri'ye göre bu Cennet, mü'minlerin gireceği cennettir. O, bu ayetten yola çıkarak cennetin gökte olacağını söyler. Katede ise bu cenneti şehid ruhlarının gideceği cennet olarak kabul eder. Yani Ahirette verileceği vaad edilen cennet değildir. Nitekim İbn Abbas da aynı kanaattedir. O ayrıca şöyle der: "Ahirette va'd edilen cennet gökte değil, bu dünyada olacaktır."



12-Yani, O'nun keyfiyetini ve niceliğini aktarmak mümkün değildir. İnsanın tasavvur edemeyeceği boyutlarda olduğu gibi izah etmekte mümkün değildir.



17- Göz kayıp-şaşmadı ve (sınırı) taşmadı.13



18- Andolsun, o, Rabbinin en büyük ayetlerinden olanını gördü.14



AÇIKLAMA



13-Yani, Hz. Peygamber (s.a) o kadar çok tahammül sahibi idi ki, orada tecelli eden olaylar, onun gözlerini kamaştırmadı, kendisini rahatsız etmedi ve sakin bir şekilde müşahede etmeye devam etti. Diğer yandan gayet teveccüh, kemal-i zabt ile dikkatini, çevresiyle hiç ilgilenmeden meleklerin çağırdığı maksat üzerinde toplamıştı. Bu meseleyi şöyle bir örnekle açıklamak mümkün: Büyük ve kuvvetli bir hükümdar tarafından, huzura çağrılan bir kimsenin, hükümdarın sarayında ömrü boyunca görmediği müthiş bir debdebe ve ihtişam ile karşılaştığını düşünelim.

Şayet bu kimse yüksek meziyetlere sahip değilse, şaşkınlık ve hayret içinde kalarak, sürekli sağa sola bakacaktır. Fakat yüksek meziyetleri olan ve edep sahibi bir şahıs, ne bir şaşkınlık içine düşer ne de orada gördüğü harikulede manzaradan etkilenir. Aksine vakar içinde, huzura niçin çağrılmışsa, dikkatini ona verir. İşte Rasûlullah'ın (s.a) aynı şekilde hasletleri bu ayette beyan edilmiştir.



14-Ayetten açıkça anlaşıldığı gibi, Hz. Peygamber (s.a) Allah'ı değil, O'nun büyük ayetlerini görmüştür. Siyak ve sibakdan bu olayın ikinci görüşmede vuku bulduğu anlaşılmaktadır. İlk kez onu Ufuku'l-Ala da görmüştü ve bu, Allah değildi. İkincisinde ise "Sidretu'l-Münteha"da görmüştü o da Allah değildi. Rasûlullah (s.a)her ikisinde de Cibril'i görmüşdü. Eğer Hz. Peygamber (s.a) Allah'ı görmüş olsaydı muhakkak bu kadar büyük bir hadiseyi açıkça anlatmış olması gerekirdi. Kur'an'da Hz. Musa, Allah'ı görmeyi arzu ettiğinde Allah Teâlâ kendisine, "sen beni göremezsin" demiştir. Yani Hz. Musa'ya böyle bir şeref verilmemiştir. Şayet bu şeref, Hz. Peygamber'e (s.a) verilmiş olsaydı, Allah onu açıkça beyan ederdi. Ayrıca Kur'an'da, miras hadisesiyle ilgili olarak aynı ifade kullanılmıştır: "O'na (Peygambere) ayetlerimizden bir kısmını gösterelim diye..." (İsra: 1) Söz konusu ayette ise, Hz. Peygamber'in (s.a) Sidret'ul-Münteha'da, Allah'ın büyük ayetlerini gördüğünden bahsedilerek aynı ifadeler kullanılmıştır.

Aslında Kur'an'ın bu ayetlerinden, Hz. Peygamber'in (s.a) Allah'ı değil, O'nun ayetlerini gördüğü açıkça ortadadır. Fakat bu ihtilaf, bir takım hadisler yüzünden meydana gelmiştir. Bunun için de, biz, çeşitli sahabelerden bu konuyla ilgili rivayet edilen hadisleri aşağıda nakletmeyi istedik:

1-a) Hz. Aişe (r.a)'dan gelen rivayetler.

Hz. Mesruk şöyle beyan etmiştir: "Bir defasında ben Hz. Aişe'ye, "Ya validemiz! Hz. Peygamber (s.a) Allah'ı gördü mü?" diye sorunca, o: "Senin bu sorun tüylerimi ürpertti" diye cevap verdi. "Şu üç şeyi iddia edenin yalan söylemiş olduğunu nasıl unutursunuz!" İlk olarak Hz. Peygamber'in (s.a) Allah'ı görmediğini söyleyip, şu ayetleri okumuştur. "Gözler onu görmez", "Allah bir insanla konuşmaz, ancak vahiyle yahut perde arkasından veya bir elçisini gönderip dilediğini vahyeder." Daha sonra da şöyle dedi: "Rasûlullah (s.a) Cibril'i iki kez asıl suretinde gördü." (Buhari, Kitabu'l-tefsir.)

Aynı hadisi, Buhari, "Kitabu't-Tevhid" ve "Kitab'u Bidau'l-Halk" bablarında yine Hz. Mesruk kanalıyla şöyle nakletmiştir: Hz. Aişe'nin bu cevabı üzerine kendisine "Sonra yaklaştı, sarktı" ayetinin anlamını sordum. Bunun üzerine o, "Bununla Cibril kastedilmektedir. O her zaman Rasûlullah'a (s.a) insan şeklinde geliyordu, ama bu sefer asıl suretinde gelmiş ve tüm ufku kaplamıştır" dedi.

İmam Müslim "Kitabul-İman Sidretu'l-Münteha'nın zikri" babında Hz. Aişe ile Hz. Mesruk arasındaki konuşmayı şu şekilde nakletmiştir. Ancak bu rivayette dikkat edilecek nokta, "Kim Allah'ı gördüğünü iddia ederse, o Allah'a iftira etmiştir." şeklindeki ifadedir. Nitekim Hz. Mesruk şöyle anlatıyor: "Ben arkama yaslanıyordum, aniden dik oturdum ve "Ey mü"minlerin annesi! acele etmeyin. Allah, "Onu yüksek ufukta iken gördü" ve "Andolsun onu bir kez daha inerken gördü" diye buyurmamış mıdır? dedim. Hz. Aişe şöyle cevap verdi: "Ümmetin içinde Hz. Peygamber'e (s.a) bu konuda ilk soruyu ben yönelttim. O da "Bununla Cibril kastolunuyor. Ben onu iki kez Allah'ın yarattığı asıl suretinde gördüm. İkisinde de gökten iniyordu. Öyle ki, görüntüsü tüm ufku kaplamıştı" diye cevap verdi bana.

İbn Merduye yine Hz. Mesruk kanalıyla, ilgili rivayeti şu şekilde nakletmiştir. "Hz. Aişe, herkesden önce Hz. Peygamber'e (s.a.) "Rabbini gördün mü?" diye ben sordum. O da, "Hayır, Ben Cibril'i gökten inerken gördüm" diye cevap verdi demiştir."

1-b) Abdullah b. Mes'ud'dan (r.a) gelen rivayetler:

Zir bin Humeyş'in, İbn Mes'ud'dan rivayet ettiğine göre, O "fe kâne kabe kavseyni ev edna" ayetini şöyle tefsir etmiştir: "Rasûlullah (s.a) Cibril'i 600 kanatlı olarak görmüştür" (Buhari, Kitabu't-Tefsir, Müslim, Kitabu'l-İman, Tirmizi, et-Tefsir).

İmam Müslim'in naklettiği başka bir rivayete göre, İbn Mes'ud "O'nun gördüğünü kalbi yalanlamadı" ayetini de aynı şekilde tefsir etmiştir.

Müsned-i Ahmed'te İbn Mes'ud'un bu tefsiri Zir b. Hubeyş'in dışında ayrıca Abdurrahman b. Yezid ve Ebu Vayl tarafından da rivayet edilmiştir. Ayrıca yine Zir bin Hubeyş'den nakledilen iki rivayet daha vardır. Hubeyş İbn Mes'ud'dan şöyle rivayet eder: "İbn Mes'ud, O'nu Sidret'ul-Münteha'nın yanında gördü. " ayetini tefsir ederken Rasullah. "Ben Cibril'i Sıdretu'l-Münteha'da 600 kanatlı olarak gördüm" dedi, demiştir" İmam Ahmed, aynı konudaki başka bir rivayeti, Şakik b. Seleme kanalıyla nakletmiştir. Bu rivayete göre İbn Mes'ud, "Rasûlullah, Cibril'i Sidretu'l-Münteha'da asıl suretinde gördü." demiştir.

1-c) Ata b. Ebi Rebiha, "Andolsun onu birkez daha inerken gördü." ayeti hakkında Ebu Hureyre'ye sorduğunda O, "Hz. Peygamber (s.a) Cibril'i görmüştü" diye cevap verdi (Müslim, Kitabu'l-İman)

1-d) İmam Müslim, Ebu Zer'den, Abdullah b. Şakik kanalıyla gelen iki rivayeti, Kitabu'l-İman'da şu şekilde nakletmiştir: 1) Ebu Zer, Hz. Peygamber'e (s.a) "Ya Rasûlullah, Rabbini gördün mü?" diye sormuş, O da "Ben O'nun nurunu gördüm" diye cevap vermiştir 2) "Ben sadece nur gördüm" demiştir. Bu hususu İbn Kayyım, Zadu'l-Mead'da şöyle izah eder. "Birinci ifadenin anlamı ", Ben Allah'ı değil, O'nun nurunu gördüm şeklindedir."

Nesei ve İbn Ebi Hatim, Ebu Zer'in sözünü, "Rasûlullah (s.a) Rabbini gözleriyle değil, kalbiyle gördü" şeklinde nakletmişlerdir.

1-e) İmam Müslim, Kitabu'l-İman'da, Ebu Musa el-Eşari'den bir rivayeti şu şekilde nakletmiştir: "Mahlukun gözleri Allah'a kadar ulaşamaz."

1-f) Hz. Abdullah İbn Abbas'dan gelen rivayetler:

İmam'ı Müslim'in İbn Abbas'dan naklettiği bir rivayete göre, "Rasûlullah (s.a) Rabbini iki defa kalbiyle görmüştür." (Aynı rivayet Müsned-i Ahmed'de de kayıtlıdır.)

İbn Merduye, Ata bin Ebi Rebiha kanalıyla İbn Abbas'ın şu sözünü nakletmiştir. "Rasûlullah (s.a) Rabbini gözleriyle değil, kalbiyle görmüştür."

Nesei, İkrime kanalıyla İbn Abbas'ın şu sözünü nakleder: "Niçin hayret ediyorsunuz? Allah, Hz. İbrahim'i dost edindi, Hz. Musa ile konuştu ve Hz. Muhammed'e kendini gösterdi." (Hakim de aynı sözü nakleder ve sahih olarak kabullenir.)

Tirmizi, Şa'bi kanalıyla İbn Abbas'ın bir mecliste şöyle söylediğini nakleder: "Allah, Ruyeti ve Kelamı Hz. Musa ile Hz. Muhammed (s.a) arasında taksim etmiştir. Hz. Musa iki kez Allah ile konuşmuş ve Hz. Muhammed de (s.a) iki kez Allah'ı görmüştür. Bu konuşmayı işittikten sonra Hz. Mesruk, Hz. Aişe'nin yanına giderek O'na, "Rasûlullah (s.a) Allah'ı gördü mü?" diye sormuştur. Hz. Aişe, "senin bu sorun tüylerimi ürpetti" dedikten sonra, aralarında yukarıda zikrettiğimiz konuşma geçmiştir.

Tirmizi, İbn Abbas'dan rivayet edilen üç görüşü şu şekilde nakleder.

1) Rasûlullah (s.a) Allah'ı görmüştür.

2) Allah'ı iki kez görmüştür.

3) Allah'ı kalbiyle görmüştür.

Müsned-i Ahmed'de İbn Abbas'dan bir-iki rivayet daha nakledilir. O, Rasûlullah'ın (s.a) "Ben Allah'ı gördüm" dediğini söyler. Diğer rivayette ise şöyle demiştir: "Rasûlullah (s.a) "Bu gece Rabbim bana en güzel şekilde geldi" diye buyurduğunda, ben, Rasûlullah'ın (s.a) Allah'ı rüyasında gördüğünü anladım."

Taberani ve İbn Merduye, İbn Abbas'tan başka bir rivayeti şu şekilde nakletmişlerdir: "Rasûlullah (s.a) Rabbini iki kez gördü. Birinde gözleriyle, diğerinde ise kalbiyle"

1-g) Muhammed b. Kaab el-Kurzî'nin nakline göre, bazı sahabiler Hz. Peygamber'e (s.a); "Ya Rasûlallah! Sen Allah'ı gördün mü?" diye sormuş ve o da "Ben O'nu iki kez gördüm" demiştir. (İbn Ebi Hatım) İbn Cerir ise aynı sözü şu şekilde nakleder: "Ben O'nu gözlerimle değil kalbimle gördüm."

1-h) Şerik bin Malik kanalıyla Hz. Enes b. Malik'den miraç hakkında şöyle bir rivayet bulunmuştur. "Rasûlullah (s.a) Sidretu'l-Münteha'ya ulaştığında, Allah O'na yaklaştı ve üstüne sarktı, hatta o kadar yakınlaştı ki aralarında iki yay veya ondan daha az bir mesafe kaldı. Ondan sonra emirlerden bir emirle 50 vakit namazı farz kıldı. Bu hadise, İmam Hattabi, Hafız b. Hacer, İbn Hazm ve el-Cami Beyne'l-Sahiheyn sahibi hafız Abdulhak, senet ve metin yönünden itiraz etmişlerdir. Onların itiraz ettikleri en önemli nokta, sözkonusu hadisin metninin Kur'an'ın açık ifadelerine ters düşmüş olmasıdır. Çünkü Kur'an her iki Ruyeti de zikreder ve ikisinin de, biri Ufuku'l Ala'da, diğeri Sidretu'l-Münteha'da olmak üzere ayrı zaman ve mekanlarda vuku bulduğunu söyler. Fakat yukarıdaki hadislerde her iki Ruyeti birbirine kavuşmuştur. Dolayısıyla bu hadisi kabul etmek mümkün değildir.

Son tahlilde yukarıda zikrettiğimiz rivayetlerin sıhhatli olanlarının İbn Mes'ud ve Hz. Aişe'den gelenler olduğunu söyleyebiliriz. Çünkü bu iki kişi de, Rasûlullah'ın (s.a) Allah'ı değil, Cibril'i gördüğünü ittifak ile söylemişlerdir. Ayrıca bu rivayetler, Kur'an'ın ifadeleriyle de mutabakat arzetmektedir. Ayrıca Ebu Zer'den ve Ebu Musa el-Eşari'den nakledilen hadisler bu hususu teyid ediyorlar. Bunların aksine İbn Abbas'dan gelen rivayetler karma karışıktır ve çelişkilerle doludur. Nitekim bu rivayetlerin hiçbiri Hz. Peygamber'e (s.a) kadar ulaşmaz. Bu konudaki istisnalar içerisinde de, Kur'an'da zikredilen, "Ru'yet" hakkında bir açıklama yoktur. Ancak bir rivayette açıklama bulunuyor, onda da "Benim anladığıma göre Rasûlullah (s.a) Allah'ı rüyada görmüş" denilmektedir. Dolayısıyla bu rivayetlerin İbn Abbas'a ait olduğu şeklindeki iddialar güven verici değildir. Muhammed bin Ka'b el-Kurzi'nin naklettiği rivayete gelince, hangi sahabilerin soru yönelttikleri zikredilmemiştir. Yine o, Hz. Peygamber'in (s.a) Allah'ı gördüğü şeklindeki iddiayı reddeden başka bir rivayeti nakletmiştir.

***

(1) http://www.suleymaniyevakfi.org/roportajlar/isra-ve-mirac.html

(2) https://www.youtube.com/watch?v=5KcoZ4Y7Wl4&t=14&t=28m33s

(3) http://www.fetva.net/yazili-fetvalar/mirac-hadisesine-kuranda-yer-veriliyor-mu-bu-isin-asli-nedir.html

(4) http://www.istekuran.com/index.php?page=necm

(5) https://www.youtube.com/watch?v=rhe7ZByTSgo&t=41m30s

(6) http://www.mustafaislamoglu.com/yazar_487_8_mirac-ilerleme-mitine-karsi-yucelme-hakikati-.html
Devamını Oku »