Kafirlerin Kur'anın Hakikatini Anlamamaları

Kafirlerin Kur'anın Hakikatini Anlamamaları

Ne dersin, Ebû Cehil ve Ebû Leheb Kur’ân’ı anladılar mı anlamadılar mı? Arapça ve harf yönüyle anladılar, ancak onun hakikatine karşı kördüler. Kur’ân onlardan şöyle haber verdi: “Onlar birtakım sağırlar, dilsizler, körlerdir.”(Bakara,18) Ey Aziz! Bil ki Kur’ân müşterek lafza delalet eder. Yâni bâzen Kur’ân lafzıyla onun harf ve kelimeleri kastedilir, bu mecâzîdir. Bu makamda kâfirlerin Kur’ân’ı dinlemeleri husûsunda Allah şöyle buyurur: “Ve eğer müşriklerden bir kimse senden aman dilerse artık ona aman ver. Tâ ki, Allah’ın kelâmını dinlesin.”(Tevbe,6)

Fakat gerçekte Kur’ân denilir­ken sâdece onun hakikati kastedilir. Kâfirlerin işitmediğine işâret edilen makamda» Kur’ân’dan kasıt onun hakikatidir. “Şüphesiz sen ölülere duyuramazsın,”(Neml,80) “Fakat onu anlamalarına engel olmak için kalplerinin üstüne perdeler, kulaklarına da ağırlık koyduk.’’(Enam,25) gibi âyetler bu anlamda gelmiştir. Ebû Leheb Kur’ân’dan “Ebû Leheb’in iki eli kurusun! Kurudu da.”(Tebbet,1) dışında bir şey duyamadı Ebû Cehil “De ki: Ey kâfirler”(Kafirun,1) hâricinde ondan bir şey anlamadı Oysa Hz. Ebû Bekir ve Ömer “eli kurusun” ve “De ki: Ey kâfirler” ifâdelerinden başka bir şey anladılar. Bir çocuk aslan, kurt ve yılan lafızlarında harf görür, oysa büyükler onların mânâsını görür. Ebû Leheb ve Ebû Leheb’in duyduklarını Hz. Ebû Bekir ve Hz. Ömer de işittiler, fakat Ebû Bekir ve Ömer’in anladıklarına Ebû Leheb ve Ebû Cehil için yol yoktur. “Ve Biz onların önlerinde bir sed ve arkalarında bir sed vücuda getirdik, öylece onları sarıverdik. Artık onlar göremezler.”(Yasin,9)

Başka bir yerde Allah şöyle buyurdu: “Ve Kur’ân’ı okuduğun zaman seninle âhirete îmân etmeyenler araşma örtecek bir perde çekeriz.”(İsra,45) Bu yabancılık perdesi kalkmadığından, onların Kur’ân’ın cemâlini görmelerine izin verilmemiştir.
Hz. Ömer bu mevzûda şöyle demiştir: “Kur’ân’da düşman­lar zikredilmez ve kâfirlere hitap yoktur.” Kur’ân’da yabancılardan bahsedilmez, kâfirler muhâtap alınmaz. Ey dost, Kur’ân’da bu kimselerden bahsedilmesi ve Allah’ın kendi dostlarına bu kişileri hatırlatmasının sebebi, dostların ne kadar büyük şerefe nâil olduk­larını bilmeleri içindir. Bunlardan bahsetmek dostlar sebebiyledir, aksi hâlde kendilerinden ibret alınması için zikredilen Ebû Leheb, Ebû Cehil ve Firavun’un Kur’ân’da anılmasının ne faydası vardır?

Aynülkudat Hemedani – Temhidat (Dergah yay.)
Devamını Oku »

Ruhun ve Kalbin Hakikati

Ruhun ve Kalbin Hakikati






…Hz. Isâ kemal ve yücelik sâhibi olduğu için ona Rûhu’l-Kudüs elbisesini giydirmiş ve onu bütünüyle ruh yapmışlardı. “Onu Rûhu’l-Kudüs ile teyit ettik.”(Bakara,253) âyeti bu mânâda gelmiştir. Adem ve Adem sıfatlıların, başkalarına karşı kerâmet ve fazilete sâhip olmaları “Katından bir ruh ile onları desteklemiştir.”(Mücadele,22) âyetinde ifade edilen ruh ile desteklenmeleri sebebiyledir.

Rûhu Allah âleminden bedene gönderdiler, “Ona şekil verdiğim ve ona rûhumdan üflediğim zaman, siz hemen onun için secdeye kapanın!”(Hicr,29) bu anlamdadır. Çabala, tâ ki “İşte böylece sana da emrimizden bir rûh vahyettik.”(Şura,52) hakikati sana yüzünü göstersin. O zaman bu âyet, “Sana ruh hakkında soru sorarlar. De ki: Ruh, Rabbimin emrindendir.”(İsra,85) ifadesinin ne anlama geldiğini sana söyler.

Gayretullahın elinden el-emân! “Allah gayûrdur, her türlü fuhşu ve kötülüğü de bu gayretinden dolayı haram kılmıştır.” Allah gayretinden ötürü bütün muharremâtı haram kıldı, rûhun rûhun şerh edilmesini de bu şekilde haram kılmıştır. Beyit:

Yazık, mukaddes ruhu her iki cihan içinde,

Kimse ayan beyan görmemiş, ona işaret etmemiştir.
Eğer bir kimse mekân ve lâmekânda onu gördüm derse,
Böyle dedikten sonra onu gayret ağacına dara çekerler.

Kadir gecesinin bulduğu bütün şeref, ruh ve melekler sebe­biyledir. Bu yüzden “O gecede, melekler ve ruh iner dururlar.”(Kadr,4) buyurulmuştur. Rûhun güzelliği cilvelenir, bu cemal güneşi her neye erişirse o şeye kıymet katar ve o şey kıymet bulur. Ey Aziz! “De ki: Ruh, Rabbimin emrindendir.”(İsra,85) tam bir açıklamadır, ancak sâdece marifet ehline mahsustur. Zîra ruh emirdendir. Allah’ın emri ise irâde ve kudrettir. Şu âyeti dinle: “O’nun emri, bir şeyi murat ettiği zaman ancak ona ‘Ol!’ demesidir ki, o da hemen oluverir.”(Yasin,82)
Mukâtil âyette geçen “min emri rabbî/Rabbimin emrinden­dir” ifadesini “min nûri rabbî/Rabbimin nûrundandır” olarak tefsir etmiştir. Ebû Bekir Kahtabî burada şöyle demiştir: “Ruh ‘Kün/Ol emrinin zilleti altına girmez.” Zîra “Kün fekân” olmadığı vakit yaratılmış âlemden de olmaz, yaratanın âleminden olur, kıdem ve ezeliyet sıfatına sahip olur. Emir, emretmek, eşyâ ve mahlukatı meydâna getiren demektir. Ruh da emir âleminden olduğundan âmirdir, memur değil; faildir, mefûl değil; kahredicidir, kahre­dilen (makhûr) değil. Allah rızâsı için Abdullah b. Ömer’in Hz. Peygamber’den rivâyet ettiği şu habere kulak ver! Hz. Muhammed buyurdu ki melekler şöyle dediler: “Yüce Rabbimiz! İnsanoğluna dünyayı vatan ve mesken yaptın, orada yerler, içerler. Dünyayı onların nasîbi yaptığın gibi âhireti de bizim evimiz yap!” Allah onlara şöyle vahyetti: “Ben ‘kendi elimle’ yarattığımı ‘kün fekân’ diyerek yarattığımla bir tutmam. Ey melekler! Benim kendi kudret elimle yarattığımla, ‘ol’ diye emrettiğim an ‘oluveren’ varlıklar bir olmaz. Yani “iki elimle yarattım”(Sad,75) sırrıyla Allah eliyle yaratılan mahlûkat ile Allah’ın fiili ve sanatı olanlar aynı değildir.

Aklına “Allah ruhları bedenlerden iki bin sene önce yarat­tı” ifadesinin geldiğini biliyorum. Muhakkiklere göre buradaki yaratılmışlık izhar anlamındadır; irâde etme ve var etme sıfatını yaratma ve kudret sıfatına arzetmekten ibarettir. Bilir misin “iki bin sene”nin her bir yılı ne kadardır? Onun sâdece bir günü bin yıl eder. “İki bin sene”nin künhüne vâkıf olan kimse, kudret âleminin kemiyet ve keyfiyetine ulaşır. Gökyüzü neredeydi? Yeryüzü var mıydı? Gece ve gündüz nasıldı? “İki bin sene” bilgisi bu soruların cevâbını ortaya koyar. Rûhu diğer mahlûkat gibi zannetme, ruh ayrı bir izzet ve letafete sahiptir. Ebû Ali ed-Dekkâk bu beyitleri, şu mânâlar cihetiyle söylemiştir:

Canın yeri ve yurdu bu âlemin dışındadır,
Yoklukla ilgisi olan ne varsa onun dışındadır.
Bu gizli sır, gizliliğin dışındadır,
Yâni Allah, iki âlemin de dışındadır.
Canlar Hak’tandır, Hak canın dışındadır,
O noktayladır, fakat nokta O’nun dışındadır.

Bu rûha kudsî derler. Bunun dışında diğer iki ruh daha vardır ki birisine tabipler ve hakimler, hayvânî ve müteharrike, diğerine âlimler rûhânî derler. Bu rûhânî olanı bedene izâfe ederler. Bu ruhanî rûhun bedene izâfe edilmesi iki türlü olur.

Birinci Vecih: İnsan rûhunun, insanın hakikati olduğu söylenebilir. Bu rûhun, biri tasarruf edebilmek, diğeri bir tasarrufa sâhip olmamak üzere iki durumu vardır. Rûhun bedende olması ve ona tasarruf etmesini, benim yazı yazdığım kaleme tasarruf etmem gibi kabul et. İstersem kalemi hareket ettirir yazarım, ister­sem sâbit tutarım. Böyle olunca rûhun bedene tasarruf etmesine hayat, tasarrufun kesilmesine ise ölüm derler. Bu kesilmeden sonra rûha yeniden tasarruf verilmesine ihya ve ba’s derler. Tasarrufun kesilmesi ya uyku denilen durumda olduğu cüz’i ya da ölümde olduğu gibi külli olur. Aynı şekilde ruhun geri verilmesi de cüz’î olduğunda intibah (uyanma), külli olduğunda ise ba’s ya da kıyamet (yeniden dirilme) adını alır. “Geceleyin sizi öldüren” sözünü bu ciiz’i kesilme, “gündüzün sizi dirilten” ifadesini ise cüz’i iade olarak bil- “Belirlenmiş ecel tamamlansın diye…(Enam,60) ifadesi rûhun bedende kaldığı zaman zarfına, dünyada geçirdiği vakte işaret eder.

“Allah, ölenin ölüm zamanı gelince, ölmeyenin de uyku­sunda iken canlarını alır.”(Zümer,42) âyetinin elinden el-emân! Eğer bedende durma müddeti sona yaklaşmışsa, rûhun tasarrufu birden kesilir ve artık tasarruf etmez olur. Uykudan yeniden uyanamaz. “Artık üzerine ölüm ile hükmettiğini tutuverir.”(Zümer,42) Eğer ecelden ve vakti tâyin edilmiş ömründen hâlâ bir şey varsa, uykudan sonra tasarrufa devam eder. “Diğerini de tâyin edilmiş vakte kadar salıverir.”(Zümer,42) Hz. Peygamber uyku vaktinde şu şekilde duâ ederdi: “Allah’ım! Şu nefsimi öldüren sensin. Onun ölümü de hayatı da senin içindir. Eğer onu tutarsan (öldürürsen) onun mâliki sensin mağfiret et. Eğer salıverirsen (sağ bırakırsan) sâlih kullarını muhâfaza ettiğin gibi onu da muhâfaza et.”

Ey Aziz! Eğer, “Emrinden olan rûhu, kullarından dilediğine indirir.”(Mümin,15) cemâlinin sana kendisini göstermesini istersen, kevn ü mekândan geç. Zîra her iki cihandan ve kendinden geçtiğinde, rûhu arş tarafından istivâ edilmiş görürsün. Nitekim âyette bildirilmiştir ki “O Rahman arşa istivâ etti.”(Taha,5)
Sonra arşı da geç ki “Allah’ın kadrini bihakkın takdir edemediler.”(Hac,74) âleminde, “Dereceleri yükselten Arşın sahıbi”ni (Mümin,15) görebilesin. Bu makamdan sonra, Göklerin ve yerin anahtarları O’nundur.”(Şura,12) sırrıyla göklerin ve yerin kilidini açan anahtar olursun. Şeyhimiz Ebû Saîd-i Ebü’l Hayr dan dinle de bak ne söylüyor ve ne güzel anlatıyor:

Yazık ki kudsî ruh her şeyden gizlenmiştir,
Onun yüzünü kim gördü, sesini kim işitti?
Zaman içinde onun güzelliğini gören kâfir olur,
Yazık ki bu şeriat, sözümüzü kesmektedir.
Kevn ü mekânı birbirine vur, kendinden kurtul ki erişesin,
Zîra böyle bir canı, Allah iki cihâna tercih etmiştir.

Sen daha kalbini göremedin, rûhunu nasıl görecek­sin? Rûhunu dahi göremezken Allah’ı nasıl göreceksin? Bâzen “Rahman, Kur’ân’ı öğretti.”(Rahman,1-2) âleminden gelir, sana “Bismillah”ın “ba”sı veya “mîm”inde bulunan bütün ilâhı sırları gösterirler. “O Rab ki kalemle yazmayı öğretti. İnsana bilmediği şeyleri öğretti”(Alak,4-5) senin öğretmenin olur. Bütün bu sırların hepsi senin gönlüne nakşolur, kalbin levh-i mahfuz olur. “O, levh-i mahfuzda bulu­nan şerefli Kur’ân’dır.”(Buruc,21-22) hakikati, Rûhu’l-Emîn’e söylediği her şeyi bizzat sana da söyler. Sonra kalbinin ağzına ledünnı ilimden damla damla akıtırlar ki bu şekilde öncekilerin ve sonrakilerin ilmi sana açıklanmış, anlamı ortaya çıkmış olsun. “Ağzıma bir katre koydular, bununla öncekiler ve sonrakilerin ilmini bildim.” bu makamdır. Resûl ve nebilere “Onu, Rûhu’l-Emîn uyarıcılardan olasın diye, senin kalbine indirmiştir.”(Şura,193-194) mesajıyla muamele ettiği gibi, sana da “Hakk’ın cezbelerinden bir cezbe” ile yol bulur.

Bilmiyorum ki söyleyeceğimden ne anlayacaksın? Diyo- rum ki “Allah onları sever” muhabbeti irâdeye, irâde ise “O’nun emri, bir şeyi murat ettiği zaman ancak ona ‘Ol!’ demesidir ki,0 da hemen oluverir.”(Yasin,82) sırrıyla “emr”e götürür. Bu emir nedir?“De ki: Ruh, Rabbimin emrindendir.”(İsra,85) âyetinin bizzat kendisi
emrin kim ve ne olduğuna şahitlik eder. Emir, senin beden dediğin ubûdiyet noktasını değiştiren iksirdir. Bedeni, pervâne gibi aşk ve muhabbet ateşine öyle gark eder, seni öyle bir hâle sokar ki ancak şu beyitleri sana söylediğinde durumun farkına varırsın:

Her ne kadar aşkla dost isek ve o evimizde ise de,
Kederler kadehimizde bir yudum içkimizdir.
Aşk âleminde akıldan uzak dur,
O da dîvâne gönlümüzün kölesidir.

Senin gönül levhana yazılacakları bizzat Allah’ın kalemiyazar, olanları sana bizzat senin kalbin söyler. Bütün bunlar, ancak kalbin hizmetçisi ve müridi olduğunda meydâna gelir. Kalbin pîr sen mürit, kalbin hizmet edilen sen hizmetçi, kalbin âmir sen memur olduğunda bütün şerefler sende ortaya çıkar ve kalp seni kabul eder, seni terbiye eder. Bu iş öyle bir noktaya ulaşır ki artık her gün senin hizmetin görülmeye başlar. Sen de kendi kendine
şu beyitleri söylersin:

Onun kalbinin adıyla aşk kemerini kuşandım,
Sevgilime kalbimin haberini götürdüm,
Gönlümün neşesi ve keyfi yerine geldi,
Ey ben, rûhuyla kalbi arasındaki hizmetkâr.

Gayret göster de bedenle ruh arasındaki münâsebetin ne olduğunu, onun içeride mi yoksa dışarıda mı bulunduğunu anla! Ruh insana hem dâhildir hem de hâriçtir. O, aynı şekilde âleme de hem dâhil hem de hâriçtir. O, insana dâhil de değildir hâriç de değildir, âleme dâhil de değildir hâriç de değildir. Ne söylendiğini iyi anla! Ruh bedene muttasıl da munfasıl da değildir. Allah da âleme muttasıl da değildir, munfasıl da değildir. Şu beyitlere kulak ver:

Hak canda, can gönülde nihândır,
Ey nihân içinde nihân içinde nihân.
Böyle bir remiz iyân, bir işaret ve beyândır,
Ey cihan içinde cihan içinde cihan.

İkinci Vecih: Bu rûhun bedene izafe edilmesi insan lafzının insanlığa ıtlak ve izâfe edilmesi gibidir. Zira insan lafzını ıtlak ettiklerinde avâmdan bâzı kimseler zannederler ki bu mefhumla sâdece beden kastedilmektedir. Ancak hakikat ehli bu lafızla, insanın ruhu ve hakikatinden başka bir şeyin kastedilmediğini bilir.

Meselâ “filan âlim, câhil, kâdir, âciz, cömert, cimri, mü’min ve kâfirdir” gibi lafızların hepsi carnn vasıf ve sıfatlarıdır. Bedenin bu sıfatlarla vasfedilmesi hiçbir şekilde mümkün değildir. Ancak benzer şekilde bâzen mecaz yoluyla beden için de “insan” lafr i ıtlak olunabilir. “Zeyd kısadır, uzundur, kördür, topaldır.” ifadeleri beden için kullandır. Kâfirlik, müslümanlık, cömertlik, cimrilik, ilim ve cehâlet cana mahsus vasıflardır ve bundan bedenin nasîbi yoktur. Kısalık, körlük, uzunluk vb. sıfatlar ise bedenin vasıfla­ndır, bundan da rûhun hiçbir nasîbi olmaz. Bu sebeple bedene atfedilen mecâzî vasıflar de can ve gönle atfedden hakîkî vasıflar arasında fark bulunur.

Buna göre halk üç çeşittir:

Birincisi,insanın bedenden başka bir şey olmadığını zanneden avamdır. Zîra Allah şöyle buyur­muştur: “Gerçek şu ki, biz inşam katışık bir nutfeden yarattık.”(İnsan,2) Başka bir yerde ise “ Şüphesiz biz kendderini yapışkan bir çamurdan yarattık.’’(Saffat,11) buyurulmuştur.

İkincisi, hem rûhun hem de bedenin varlığını kabul eden alimlerdir. Zîra Allah şöyle buyurmuştur:“Size şekil vermiş, sonra şekillerinizi güzelleştirmiştir.”(Mümin,64) Yâni “size kalple şekil vermiş, ruhla en güzel şekilde süslemiştir.”

Üçüncüsü ise, “insan” ve “âdem’den kastın sâdece ruh ve can olduğunu, bedenin insanla ilişkisinin bulunmadığını, bedenin sâdece rûhun merkebi olduğuna inanan havâstır. Ruh, insan için binici ve süvâridir, hiçbir şekilde binilen şey binicisinin zâtından olamaz. Meselâ insan bir ata bindiğinde, at başka binici başkadır. Kafes başka kuş başkadır, kör olan birisi kafese yönelse “Bu kuş kafesin kendisidir.” der, ancak gören birisi baktığında kuşu kafesin içinde görür ve bilir ki kafes kuş için yapılmıştır. Ancak kuş serbest bırakıldığında artık kafese gerek kalır mı?

Havâs yeme, içme, cinsi münâsebet ve uyku gibi beşeriyete taalluk eden sıfatlardan kendisini nefyetmiştir. Bu sebeple bunlar her ne kadar yer, uyur, acıkır ve su içerlerse de “yedik, uyuduk” demezler. Bu durum basiret ehline müşâhede ile mâlum olmuş, rûhun binici, bedenin ise binit olduğunu bilmişlerdir. Biniti olan ata yem veren bir kimse, yemi asla kendine izâfe etmez. Bu topluluk yeme ve uyumayı kendilerine izâfe etmeyi bu sebeple kendilerine lâyık görmezler, çünkü insanın hakikati başka bir şeydir, yeme, içme ve uyuma ise başka bir şeydir.

Ey Aziz! Her kim insanın mücerret bedenden ibâret oldu­ğuna, kabre girip çürüyeceğine inanır, rûha araz deyip arazdan başka bir şey olmadığını kabul etmez, bâzı kelamcılar gibi onu mâdûmattan sayar ve Allah’ın bunları kıyâmet günü yeniden yaratacağına inanırsa bu itikat küfür ile eştir. Eğer insan ölümle yok olsaydı, Hz. Peygamber ölüm anında neden “Bilakis en yüce refiki, en safı hayatı ve en üstün kemâli isterim.” dedi? Yine O, “Kabir cennet bahçelerinden bir bahçe, cehennem çukurlarından bir çukurdur.” buyurmuştur. Benzer şekilde kızma neden “Bana en çabuk ulaşacak semin.” dedi de onu güldürdü? Bilâl-i Habeşî ölüm anında niçin Yarın sevdiklerime, Hz. Muhammed ve arkadaşlarına katılıyorum, dedi? Bütün mânâların tamâmını Allah’tan dinle:’’Sakın Allah yolunda öldürülenleri ölüler sanmayın! Aksine onlar hep hayattadırlar.”(Al-i İmran,169) Hz. Muhammed’in bu anlamda “Mü’min her iki dünyada da hayattadır.” ve ‘‘Allah’ın velîleri ölmezler, ancak bir diyardan başka bir diyara göçerler.” gibi başka ifadeleri de vardır.

Bütün bu beyanlar, beden ölse bile rûhun canlı ve bakî kala­cağını göstermektedir. Bedeni kabre indirseler de rûhu “mak’ad-ı sıdk”a ulaştırırlar. Bu konuda avâmın îtikâdından kabul edile­bilecek bir husus varsa o da bedenin rûha musahhar ve itâatkâr olduğu, rûhun bedene hükmettiğidir. Fakat bâzen izafet ve nispet rûha yapılır.

Meselâ “Doğrusu insan çok zâlim,çok nankördür!”(İbrahim,34) ifadesinde zâlimlik ve nankörlük bedene değil rûha izâfe edilmiştir. Ancak Hz. Muhammed hakkındaki “De ki: Ben, yalnızca sizin gibi bir beşerim.”(Kehf,110) buyruğunda bedene işâret vardır. Yine “Ben size, Allah’ın hazîneleri benim yanımdadır, demiyorum. Ben gaybı da bilmem. Size, ben bir meleğim de demiyorum.”(En-am,50) âyetinde bedene işâret edilmiştir.

Fakat “Ben Ademoğlunun efendisiyim.” ve “Sizin gibi birisi değilim” hadislerinde muhâtap candır. Hz. Muhammed’in “Allah beni aziz kıldığı için toprağın altında üç geceden fazla bırakmaz.” hadîsi yine onun toprağa girmeyecek tertemiz rûhuna işâret eder. Ancak onun “Ben câhiliyyede kuru et yiyen bir kadının oğluyum.” hadîsi onun mübarek bedenine işâret eder. “Âdem su ile toprak arasındayken ben peygamberdim.” hadîsi de rûha dâirdir.

Bedenin bütün bu mânâdan uzak olduğu gizli değildir, ancak ona mecâzen can denebilir ki zâten beden tamâmıyla canın hükmü altındadır. Bağış, lütuf, ceza, korku bütün bunların hepsi onun içindir. Hz. Peygamberden dinle ki o “İnsanlar niyetlerine göre haşredilirler.” buyurmaktadır. Başka bir yerde ise “Ve kalplerde gizlenenler ortaya konduğu zaman.”(Adiyat,10) buyurulmuştur. Benzer şekilde ‘’Gizlenenlerin ortaya döküldüğü gün”(Tarık,10) gelmiştir. Atı üzerinde bir binici geldiğinde, buna mecazen at geliyor veya adam geliyor denebilir. Fakat süvari geliyor denildiğinde artık bu mecaz değil hakikattir. Hz. Muhammed’den dinle, şöyle buyurmaktadır:“Vücutta öyle bir et parçası vardır ki, sağlıklı olursa bütün vücut sağlıklı olur. O bozulursa bütün vücut bozulur.”

Eğer tam olarak öğrenmek istiyorsan iyi dinle. Bil ki Allah’ın nazarı ve muhabbeti bedene asla inmez, aksine kalbe ve rûha iner. “Allah sizin sûretlerinize ve amellerinize bakmaz, ancak kalplerinize bakar.” Kalp bir zaman, Allah’ın yerine, dünyada bulunduğu zaman zarfında ölüm anma kadar mecazî bir nazarla bedene bakar. Ölüm vakti geldiğinde eğer beden kalbin gözetimi altındaysa ölmez. “Muhakkak ona hoş bir hayat yaşatacağız. Fakat beden kalbin gözetiminde değilse küllî bir ölüm meydâna gelir. “Hayat bulmaz ölülerdir onlar.”(Nahl,21) bu anlamdadır.

Aynülkudat Hemedani – Temhidat (Dergah yay)





Devamını Oku »

Hz. İsmail'in (a.s.) Kurban Edilmek İstenmesi Allah'ın Emriyle DeğilMiydi?

Caner Taslaman ve Mehmet Okuyan'a Cevap

https://www.youtube.com/watch?v=Q6TPEhLmFg0&ab_channel=Ravza-iMutahhara



1-Mehmet Okuyan: Hz. İbrahim dedi ki: 'Yavrucum ben uykumda seni kesmekte olduğumu görüyorum, bu konuda ne diyorsun?' Allahu Teala ona sen oğlunu kes diye herhangi bir şey demiş değil.

Cevap: Bu bakış meseleyi kördüğüm haline getirir. Ve Hz. İbrahim'i (a.s.) akıl, vicdan, fıtrat ve din dışı bir işi hiç sebep yokken Allah'a ibadet, yakınlaşmak gayesiyle işleyen, Allah'ı ise hatalar silsilesini sessizce izleyen ve sonunda da Saffat suresindeki ilgili ayetlerle rızalığını seslendiren bir mabud konumuna iteler.



2-Mehmet Okuyan: Bütün dini öğretilerde bu en başta kuraldır ki o Maide Suresi 32. ayette yer alır: "Bir cana karşılık olmaksızın ya da toplumda bir fesadı öngörme tehlikesi olmaksızın kim bir cana kıyarsa bütün insanlığı öldürmüş gibidir..." Böyle sebepsiz yere bir çocuğu öldürmenin bütün insanlığı öldürmekle eş değer olduğu öğretisinin herkes tarafından hele ki peygamber tarafından çok net bilindiği bir ortamda nasıl olur da Cenab-ı Hak Hz. İbrahim'e oğlunu kesmeyi emreder ?

Cevap: Mehmet Okuyan, koca koca çamlar deviriyor. Sorusuna bir soruyla cevap verelim."Böyle sebepsiz yere bir çocuğu öldürmenin bütün insanlığı öldürmekle eş değer olduğu öğretisinin herkes tarafından hele ki peygamber tarafından çok net bilindiği bir ortamda" Hz. İbrahim bütün dinlerde olan bir temel kaideden nasıl olur da habersiz olur? Herkesin bildiğini bilmeyen, herkesin bildiği doğruya ve dinin kaidelerine muhalif hareket edenbir peygamber hele ki "azim" sahibi peygamber olur mu?

Mehmet Okuyan, güya kıssanın emir-itaat bağlamında Hz. Allah (c.c.) ile irtibatını keseyim derken tüm kuşkuyu ve hatayı Hz. İbrahim (a.s.) üzerine yöneltmiş ve onu delilsiz, sebepsiz, gereksiz yere oğlunu kesmeye çalışan -haşa- psikolojisi bozuk bir baba konumuna sokmuştur.



3. Sunucu: Peygamberlerin rüyaları vahiydir.

Caner Taslaman: Yok.

Cevap: Peygamberlerin rüyaları vahiydir ve üzerinde durduğumuz meseleyi bu hakikatin haricinde izah yolu kapalıdır. Caner Taslaman gibi mealciler bu hakikatı Kuran dışı vahyin (bkz: Hz. Peygambere Kuran'ın Dışında İnen Vahiyler) ve dolayısıyla sünnetin otoritesini kırmak gayesiyle inkar ederler. (bkz: Sünnetin Hüküm Koymada Müstakil Oluşu)

“Nebilerin uykuda gördükleri rüyalar vahiydir.” (İbni Ebi Hatim, Tirmizi) “Nebilerin rüyaları vahiydir.” (Buhari, Müslim)

Başka bir rivayette:“Nebilerin rüyaları vahiydir.” (İbni Cerir)
Hz.İbrahim'in (aleyhisselam) gördüğü bu rüya, vahiydir. Zira Peygamberlerin rüyası vahyin bir türüdür. (Buhari, Vudu 5, Ezan 161)

Buhari, Vudu;

4-.......Bize Sufyan (ibn Uyeyne), Amr ibn Dinar'dan tahdîs etti.

Amr şöyle dedi: Bana Kurayb (98), İbn Abbas (R)'tan haber verdi (ki şöyle demiştir): Peygamber (S) bir gece uyudu, hatta horladı. Ondan sonra (abdest almaksızın) namaz kıldı. Bu sözü İbn Abbâs'ın: Uzanıp horladı, ondan sonra kalkıp namaz kıldı, tarzında söylediği rivayet olunuyor.

(Ali ibn Abdillah el-Medînî şöyle dedi:) Sonra bu hadisi Sufyan, bize birçok defalar kâh uzun, kâh kısa olarak Amr'dan, o da Ku­rayb'dan, o da İbn Abbâs'tan olmak üzere tahdîs etti. İbn Abbas şöyle demiştir: Bir gece teyzem Meymûne'nin yanında kaldım. Gece­leyin Peygamber (S) kalktı. Gecenin bir kısmı olunca Peygamber kalktı ve asılı duran küçük bir tulumdan hafif bir abdest aldı. -Amr bu ab­destin pek hafif ve pek az su ile olduğunu söylüyordu- Ve kalkıp na­maza durdu. Ben de onun aldığı gibi abdest aldıktan sonra gelip sol tarafında namaza durdum. -Sufyan belki yine solu manasına olan "Şimâlihi" demiştir.- Peygamber benim yerimi değiştirdi; beni sağ tarafına geçirdi. Sonra Allah'ın dilediği kadar namaz kıldı. Ondan sonra uzanıp uyudu; hatta horladı. Sonra münadi (yani müezzin) Ona gelip namaz vaktinin girdiğini haber verdi. Bunun akabinde müezzin kalkıp Peygamber'in maiyetinde namaza çıktı. Peygamber (tekrar) abdest almadığı hâlde namazı kıldırdı. (Sufyan ibn Uyeyne şöyle de­di:) Biz Amr ibn Dînâr'a: İnsanlar, Rasûlullah'ın uyur, amma kalbi uyumaz derler; (ne dersiniz)? diye sorduk. Amr: Ben Ubeyd ibn Umeyr'den işittim: Peygamberlerin rüyaları vahiydir, diyordu. Ubeyd bu sözden sonra da "Ben seni rüyamda boğazlıyorum görüyo­rum... " (es-Saffât: 37/102) ayetini okudu, dedi.

[Amr ibn Dinar: Evet insanların söyleyegeldiği şey haktır. Çünkü ben Ubeydibn Umeyr'den işittim: Peygamberlerin rüyası vahiydir, dedikten sonra: "İbrahim: Oğulcuğum, ben seni rüyamda boğazlıyorum görüyorum, dedi" âyeti­ni okudu. -Bunu Müslim merfû' olarak rivayet etti.- Binaenaleyh, onların kalplerinin, kendilerine vahyedilen şeyleri bellemeleri için uyumamaları icap eder. Nitekim söyleyen söyledi ve söyleyişi de güzel yaptı: "Peygamber'in rüyasında vahy inkâr olunmaz. Çünkü onun öyle bir kalbi vardır ki, gözü uyuduğu zaman kalbi uyumaz" (ed-Dihlevî, Bûsirî'nin Bür'e Kasîde­si'nden) Peygamber'in kalbinin uyumaması, abdestinin bozulmadığına delalet etmiştir....Mehmed Sofuoğlu, Sahih-i Buhari ve Tercümesi, Ötüken Yayınları: 1/291.]



4. Caner Taslaman: Başka bir rüyasında mesela "sizlerin gözünde onları çok gösterdik, onların gözünde sizi çok gösterdik, iş bir an evvel bitsin" diye bir ifade var. Orada görüyoruz ki peygamberimiz ve yanındakilerin rüyası doğru çıkmamış.

Cevap: 

a-Diyanet Tefsiri; Enfal 43: Allah, rüyanda onları sana az olarak göstermişti, eğer onları sana çok gösterseydi korkup çekinirdiniz, savaşma konusunda görüşleriniz çelişir­di, fakat Allah korudu. Şüphe yok ki O kalplerin gizlediğini eksiksiz bilmek­tedir.

Allah hem bu savaşın olmasını hem de müslümanların yenmelerini is­tediği için bunun maddi, stratejik ve psikolojik sebeplerini de hazırlamış ve yarat­mıştır. Savaştan önce Resulullah rüyasında düşman askerlerin sayısının az olduğu­nu müşahede etmişti. Rüyasını müslümanlara anlattı, fakat yorumlamadı. Dinle­yenler anlatılanı olduğu gibi, açık bir bilgi olarak değerlendirdiler ve düşmanın sa­yısının az olduğunu anlayarak cesaret kazandılar. Halbuki rüya sembolik idi, yo­rumlanması gerekiyordu. Rüyadaki azlık, sayıca azlığa değil, zayıflık ve moralsiz­liğe delalet ediyordu, ama Hz. Peygamber siyaseten rüyasını yorumlamadı.

[Prof. Dr. Hayrettin Karaman, Prof. Dr. Mustafa Çağrıcı, Prof. Dr. İbrahim Kâfi Dönmez, Prof. Dr. Sadrettin Gümüş, Kur’an Yolu, Diyanet İşleri Başkanlığı Yayınları: II/546-547.]

*  *  *

İbni Ebî Hatim ve İbni Cerir, İbni Mes'ud'dan şöyle rivayet ederler: Bedir Günü, onlar bizim gözümüze az gösterilmişlerdi. Hatta ben yanımdaki bir ada­ma, onları yetmiş kadar mı gördüğünü sordum. O, hayır, yüz falan dedi. Niha­yet onlardan birini yakalayıp sorduğumuzda, bin kişiydik, dedi.

Bunların hepsi, savaştan önce olan şeylerdi. Savaş sırasındaysa, kâfirler müslümanları kendi sayılarının iki katı gördü. Korkuları arttı, maneviyatları zayıfladı. Nitekim Cenab-ı Hak, bunu şöyle ifade eder: "Muhakkak karşılaşılan iki toplulukta sizin için bir ibret vardı. Bir topluluk Allah yolunda savaşıyor­lardı ve diğeri ise kâfirdi. Onlar öbürlerini gözleriyle kendilerinin iki katı ola­rak görüyorlardı. Allah dilediğini yardımıyla destekler. Şüphesiz bunda basiret sahipleri için bir ibret vardır" (Al-i İmran, 3/12).

Sonra Cenab-ı Hak şöyle buyuruyor: "İşler ancak Allah'a döndürülür".
[Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları: 5/255-257.]

*  *  *

Az Gösterme Aldatma Değildir

Şayet, "Çok olanı az görmek, bir hatadır. O halde, bunu Allah'ın yapması nasıl caiz olabilir?" denilirse, biz deriz ki: Bizim mezhebimize göre, Allah Teala dilediğini yapar ve istediği hükmü verir. Yine muhtemeldir ki Cenâb-ı Hak, Hz. Peygambere, müşriklerin tamamını değil de bir kısmını göstermiş; bunun üzerine de Hz. Peygamber, gördüğü kimselerin az olduğuna hükmetmiştir. Hasan el-Basrî'den rivayet edildiğine göre o şöyle demiştir: "Allah Teâlâ'nın bu göstermesi, uyanıklık halinde olmuştur... Menâm kelimesinden maksat ise, uykunun meydana geldiği yer olan gözdür (yani, bu kelime, ism-i mekândır)."

Daha sonra Cenâb-ı Hak, "Eğer onları sana çok gösterseydi, elbette çekinecek ve iş hakkında çekişecektiniz" buyurmuştur. Yani, "Ben onları sana çok gösterseydim, sen de bunu ashabına söyleseydin; işte o zaman da onlar bunu duysaydılar çekinip hezimete uğrarlar ve çekişirlerdi. " demektir......

Müminlerin de Kâfirlere Az Gösterilmesi

"Hani karşılaştığınız zaman Allah onları gözlerinizde az gösteriyor, sizi de onların gözlerinde azaltıyordu. Çünkü Allah işlenmesi gereken emri yerine getirecekti. Bütün işler, ancak Allah'a döndürülür" (Enfal, 44).

Bil ki bu Allah Teâlâ'nın, Bedir Günü'nde müslümanlara vermiş olduğu nimetlerin üçüncü nev'idir. Maksat şudur; "Uykuda meydana gelen o azlık, böylece onun uyanıklık halinde de tahakkuk etmesiyle pekişmiştir".....Bil ki, "Allah Teala, müşriklerin sayısını müminlerin gözünde azaltmış, aynı şekilde, müminlerin sayısını da müşriklerin gözünde azaltmıştır. Birinci azaltmadaki hikmet, Hz. Peygamber'in rüyasını tasdik edip doğru çıkartmak; yine, müminlerin kalplerinin kuvvetlenmesi ve düşmanlarına karşı olan cesaretlerinin de fazlalaşmasını temin etmek içindir. İkinci azaltmadaki hikmet ise şudur: Müşrikler, müslümanların sayısının az olduğunu görünce, hazırlanmak, teçhizatlanmak ve tedbir almak gibi meselelere fazla önem vermemişler; bu da, müminlerin onlara galip gelmesine sebep olmuştur.

Buna göre şayet, Allah Teâlâ'nın, çok olanı az göstermesi nasıl caiz olur?" denilirse, biz deriz ki: "Dediğimiz bu şeye gelince, bu caizdir. Çünkü Allah görülme işini, onların hepsi hakkında değil, sadece bir kısmı hakkında yaratmıştır."

Mutezile'ye gelince onlar da şöyle demişlerdir: "Muhtemeldir ki göz, tamamını idrak etmekten men edildi, bunun önüne geçildi; yahut da, onların büyük bir kısmı son derece uzakta bulunuyordu, bu sebeple de görülmemişlerdir.

Daha sonra Cenâb-ı Hak, "Çünkü Allah, işlenmesi gereken emri yerine getirecekti, yapacaktı " buyurmuştur.

Buna göre eğer, "Bu söz, önceki ayette geçmişti; onun burada yeniden zikredilmesi sırf bir tekrar olmaz mı?" denilirse, deriz ki: Bu sözün önceki ayette zikredilmesinden maksat şudur: "Allah Teala bu fiilleri, Hz. Muhammed'in nübüvvetinin doğruluğuna delil olacak bir biçimde, müminlerin müşriklere üstün gelmesi için yapmıştır, yaratmıştır. Bu ifadenin burada zikredilmesinden maksat ise, bu mezkûr mana değildir. Aksine maksat şudur: Cenâb-ı Hak burada, müminlerin sayısını müşriklerin gözlerinde azalttığını zikretmiştir. Böylece Cenâb-ı Hak burada, bunu müşriklerin hazırlık yapmak ve tedbir almak hususunda gevşeklik göstermelerine bir sebep olsun, böylece de bu, onların hayal kırıklığına yol açsın diye yaptığını beyan buyurmuştur.

Daha sonra Cenâb-ı Hak, "Bürün işler, ancak Alah'a döndürülür" buyurmuştur. Bu ifadeden gaye, dünya hallerinin bizzat maksut olmayıp, onlardan sadece ahiret için azık teşkil edecek şeylerin matlup olduğuna dikkat çekmektir. [Fahruddin Er-Razi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb, Akçağ Yayınları: 11/324-326]

b- Dolayısıyla rüyada görülen uyanıkken görülenin aynısı olduğu için rüyanın yanlış çıkması diye bir durum mevzu değildir. Bir kişi henüz olmamış bir olayı uyanıkken müşahede edilenin aynısıyla rüyasında gördüyse rüyasında gördüğü yanlıştı denemez. Göz rüyayı tasdik etmiştir.

c- Caner Taslaman'ın dediği gibi bile olsa verdiği örnek kendi lehine değil aleyhine işler. Zira ayetteki gibi eksik gösterilmenin Allah'ın bilgi, takdir ve iradesi dahilinde olduğunu kabul etmiş oluyor. Bu Peygamberin rüyasının yanlışlığını, anlamsızlığını, geçersizliğini değil tersine Allah'ın kasıt ve muradıyla örtüştüğüne delalet eder. Allah öyle istediği için az gösterildi ve Nebisinin düşmanı (Caner Taslaman'a göre) az zannetmesi murat edilmiş.Aynı şekilde hiçbir işinde abes olmayan Hâkim-i Hakîm hazretleri öyle istediği için de Hz. İbrahim'in gördüğü rüya Hz. İsmail'i (a.s.) kurban etme şeklinde yorumlanmış, rüya bu içtihadı yaptıracak, bu sonuca vardıracak şekilde gösterilmiştir.



5. Mehmet Okuyan: Eğer bu Allah'ın emri olsaydı yerine gelirdi.

Cevap: Saffat 107. Ayetteki Kurban'ın fidye olarak verilmesi nedendir?

Biz, şu iki sebepten dolayı, muhakkak ki Allah İbrahim (a.s)'e oğlunu boğazlamasını emretmiştir dedik:

1) İbrahim (a.s) oğluna, "Evladım, seni rüyamda boğazladığımı görüyorum" demiş, oğul da "Sana ne emredildiyse öyle yap" diye cevap vermiştir. Bu da, İbrahim (a.s)'in, bizzat boğazlama ile değil de, boğazlamanın ön hazırlıklarını yapmakla emrolunduğuna delalet eder. Sonra o, boğazlamanın mukaddimelerini yapmış, böylece de onları varlık alemine sokmuş gerçekleştirmiştir. O zaman da, o, bir şey ile emrolunmuş ve onu gerçekleştirmiş olur. Burada, bir "fidye"ye ihtiyaç duyulmaz. Fakat o, Cenâb-ı Hakk'ın, "Ona, büyük bir kurbanlık fidye verdik" ayetinin delaletiyle, fidyeye ihtiyaç duymuştur. Bu da delalet eder ki, İbrahim (a.s), kendisine verilen emri yerine getirmiştir. Böylece onun, boğazlama işinin bütün ön hazırlıklarını, mukaddimelerini yaptığı sabit olmuş olur. Bu da, Cenâb-ı Hakk'ın, ona bizzat boğazlama işini emrettiğine delalet eder. İşte, bu sabit olunca biz deriz ki: "Cenâb-ı Hak, ifa ve ispatından önce, bu hükmü neshetmiştir." Bu da, bizim maksadımıza delalet eder.... (1)



6. Mehmet Okuyan: Hz. İbrahim dedi ki: Yavrucum ben uykumda seni kesmekte olduğumu görüyorum, bu konuda ne diyorsun? Allahu Teala ona sen oğlunu kes diye herhangi bir şey demiş değil.

Caner Taslaman: Söylese zaten ifade böyle olmaz. "Allah bana bunu emretti" olurdu.

Cevap: Allah'ın emri olmadığını kabul durumunda bu rüyanın Hz. İbrahim (a.s.) tarafından Allah'ın emri şeklinde yorumlanmasını büyük bir hata, tevil edilemez büyük bir kusur, ilmi eksiklik v.s. olarak farz etmeliyiz. Bu yaklaşımın ne kadar eksik olduğunu şöyle irdelemiştik:

1. Merhum Muhammed Esed, esas olarak Mutezilenin görüşünü savunmuş ve Hz. İbrahim'in Hz. İsmail'i (a.s.) kurban etme ile emrolunduğunu reddetmiştir. Bu duruma göre Allah'ın Hz. İbrahim'i imtihan etmesini değil -haşa- Hz. İbrahim'in kendi yanlışlarını çocuğuna dayatmasını, kuruntuları ve rüyalarını önemseyip küçük yaştaki çocuğunu kesmeyi Allah'ın emri sanması gibi neyi neden yaptığını bilemez bir davranış psikolojisine, -haşa- problemli bir ruh haline sahip olduğunu da bu itikat dahilinde kabullenmeleri gerekiyor.

Zira eğer Allah'ın (c.c.) emri değilse Hz. İbrahim'in (a.s.) hatalı (hem de nasıl hata!) içtihadı olmalı. Biliyoruz ki içtihadın anlamı "kesin ve açık delillerle sabit olmayan öznel yargıları, şer'î delillere uygun olarak ortaya çıkarma konusunda bütün güç ve takatini sarf ederek çalışmaktır." Hz. İbrahim'in böyle bir içtihadını doğrulayacak nas bulması ise mümkün gözükmüyor. Zira bu konuda masum kişiyi ve çocuğu öldürmeme noktasında her dinde sabit hükümler olduğuna göre Hz. İbrahim'in bu içtihadı esas olarak nassa yani Allah'ın emrine, onun dinine muhalefet anlamına geliyor. Bu yaklaşıma göre Hz. İbrahim (a.s.) dinde hiç benzeri olmayacak şekilde masum bir çocuğu sırf gördüğü bir rüya nedeniyle boğazlamaya çalışmıştı.

Bu yaklaşım sahiplerine göre ne Hz. İbrahim'in tavrını anlamlandırmak, ne böylesi bir fiilin hikmetini belirlemek mümkün değildir. Ne de çocuğuna bu rüyayı açmasını, İsmail'in Allah'ın emrine inkıyadını ve "yanlış bir değerlendirme sonucu, o da babasına uyarak" Allah'ın emri olarak gördüğü bir şeyi Allah'ın neden düzeltmediğini, gerekli düzeltmeleri yapmadan Kuran'da aynen naklettiğini (demek ki Allahu Teala -haşa- kendi indirdiğine değil de bizim tahminimize havale ediyor. 'Ey kullarım! İsmail'den bunu aktarıyorum bu ama siz bu sözün zahirine değil bunun yerine tahminlerinize müracaat edin' demek istiyor!)

Yine aynı itikat sahiplerine göre Hz. İbrahim (a.s.) rüyayla amel edilemeyeceğini bilememiş, sebepsiz, mesnetsiz, haksız yere bir masumu (hem de öz evladını) öldürmenin bütün insanlığı öldürmekle eş değer olacağını unutmuş (Mehmet Okuyan'a sorsaydı, Okuyan kendisine söylerdi! (2)) dinde delil olmaması gereken rüyalarını dinleştirerek ve rüyalarını Allah'ın emri veya işareti yerine koyarak usulü bir hataya daha imza atmıştır. Böylesi -haşa- saçma denilebilecek ve hayra yorumlanamayacak fiilleri olan bir kişiyi ise Allah'ın neden peygamber olarak seçtiği ve hepsinden önemlisi 'Ey İbrahim! Benden herhangi bir emir ve işaret almadan neden çocuğunu boğazlamaya çalıştın!' şekinde uyarmaması ise ayı bir muamma.

İşte rüyanın peygamberler için vahiy olmadığını, Peygamberlerin indirilen kitap veya suhuftan gayrı vahiy almadığını savunanların objektifinden Hz. İbrahim'in Hz. İsmail'i kurban etmesinin ifade edilemeyen dramatik/kanlı fotoğrafı!

2.Bu duruma göre kıssada Hz. İbrahim'in imtihanından, Hz. İsmail'in sadakatinden, kıssanın hikmetlerinden, güzelliğinden v.s. bahsetmek mümkün değil. Bunun yerine kıssayı acı bir ibret levhası olarak sunmak, Hz. İbrahim'in durup dururken kendi başına açtığı işten son anda dönmesinden ve Hz. İsmail'in uyarması gereken yerde susmasından -benzer yanılgılara düşmeme adına- ibretle bahsedilebilir.

3.Şu soruları da sorabiliriz:

1) Madem ki Peygamberin rüyası vahiy değil, rüyayla amel edilmez. Neden Allahu Teala Hz. İbrahim'i "rüyana sadakat gösterdin" cümlesiyle övmüştür?

2) Allah'ın emri değilse ya nehyettiği ya da mübah kıldığı bir şeydir. Mübahlık şıkkını masumun kanının haram olmasıyla ilgili her dinde gelen emirlerden eleyebiliriz. Hz. İbrahim'in (a.s.) canı gibi sevdiği çocuğunu boğazlama işi (ki normalde böyle bir işi ancak psikopatlar, şizofrenler, aklını kaçırmış olanlar yapar) günah ve çirkinse, fıtrata ve akla tersse ve hiç emredilmemişse nasıl olurda akla, fıtrata, dine ters çirkin bir fiilinden dolayı Hz. İbrahim (a.s.) Allah tarafından övülür, sadakatlerine vurgu yapılır?

Cenâb-ı Hakk'ın, "rüyana sadakat gösterdin" beyanına gelince, bu, Hz. İbrahim (a.s)'in, bu rüya ile amel edilmesinin vacip olduğuna inanmış olduğunu gösterir. Eğer böyle bir zorunluluk yoksa neden Allahu Teala Hz. İbrahim'i rüyasına sadık kaldığı için övmüş te böyle bir zorunluluğun olmadığını ona bildirmemiş. Zira Kuran'da pek çok yerde peygamberlerin zellelerinden bahsedilir. Oysa bu vakanın zelle şeklinde anlatılmadığını görüyoruz. Muhammed Esed acaba bu meseleyi Hz. İbrahim'in zellesi olarak mı görüyor? Eğer öyleyse Allah'ın en ufak bir şekilde yermediği bir şeyi kendisi nasıl eleştirir? Eğer bu zelle değilse ve başından beri de Allah'ın emri değilse Hz. İbrahim (a.s.) hiçbir şeri dayanağı olmayan kendi yorumuna göre masum bir çocuğun öldürülmesini nasıl helal görür ve kendisine helal olur? Yok eğer bu mesele kendisine helal değilse ve günahsa bunun zelle üslubunda nakledilmesi gerekmez miydi?

3) Madem ki Allah'ın emri değildi neden ayet bu kurban etme işini Allah'a teslim olma olarak tanımlıyor?

4) Esed'in penceresinden baktığımızda şunu görürüz: Hz. İsmail'in -haşa- "Ey babacığım, sana emredilen neyse onu yap! İnşallah beni sıkıntıya göğüs gerenler arasında bulacaksın!" yerine "Ey babacığım, kendinde misin? İyi düşündün mü? Ne yapıyorsun ? Benim suçum ne, ne yaptım da beni keseceksin ve böylece kendini de büyük bir günaha sokacaksın. Ben senin de günah düşmeni istemem. Gördüğün karışık rüyalara beni kurban ediyorsun. Masumun ve dahası küçük çocuğun kanı dinen haramdır. Bunu bilemeyecek durumda mısın? Beni öldürerek Allahın gazabını üstüne çekeceksin...v.s. " demesi lazımdı. Veya en azından "Ey Babacığım emin misin? Doğru bir karar mı bu seninki?" tarzında doğrulatma yapması gerekirdi. Nasıl ki annesi Hz. Hacer benzer bir durumda, ilk bakışta sebebi anlaşılamayın bir meselede nasıl da sorgulamış ve Allah'ın emri olduğunu duyunca ona tevekkül etmişti.

5) Saffat 105. ayette neden "Biz iyileri böyle mükâfatlandırırız" buyruluyor? Muhammed Esed madem ki bu işi Allah'ın emri, sınaması olarak görmüyor, bu kurban işinde mükafata değer olan nedir?

6) Madem olayın baştan beri Allah'la bir ilişkisi yok, (meselenin çıkış noktası Allah'ın emri değil) neden 106. ayette “Şüphesiz bu apaçık bir imtihandır.” deniliyor? Esed'e göre imtihana tabi tutan Allah değil mi? Veya imtihan nerede başlıyor?

7) Allahu Teala kıssayı neden yüzde 99.9 yanlış anlayacağımız şekilde naklediyor. Oysa bin kişiye şu kıssayla ilgili ayetleri okusak en az 999'u ayetin zahirine kapılıp (!) bu kesme işinin Allah'ın emri olduğu anlamını çıkaracaktır.

4. Çocuğunu kurban etmesi Allah'ın emriydi bunu fidye meselesinden (Saffat 107: Ve fidye olarak o'na büyük bir kurban verdik) de anlayabiliriz. Hz. İbrahim (a.s.) bitiremediği eylem için madem ki fidyeye ihtiyaç duydu, buradan onun emrolunduğu şeyi tamamlayamamış olduğunu anlarız.5. Hz. İsmail'in (a.s.) "Sana verilen emir ne ise, onu yap" dediğini nakletmiştir ki, bu, "Kendisiyle emrolunduğun şeyi yap!" takdirindedir. Bu çocuğun anlayışına göre böyleydi de denilemez. Çünkü öyle olsaydı "Hayır ey oğlum bu konuda açık bir emir almadım. Bu ancak benim yorumumdur. Bunun Allah'ın emri olduğunu söyleyemem" gibi cümlelerle çocuğunu tashih etmesi beklenirdi. (1)



7. Mehmet Okuyan: Ben bunu bir takım dinler tarihçisi arkadaşlarla görüştüm. O dönemde böyle çocukların kurban edilmesi diye bir şey mi vardı ? Evet vardı. Toplumların öyle bir şeyi var. Yani en kıymetli şeyinden mahrum bırakılmak diye. Muhtemelen Hz. İbrahim o psikolojiyle Sare'den doğma oğlunu veya Hacer'den doğma oğlunu kaybetme korkusunu içinde yaşıyordu. Muhtemelen o korkuyla rüyasında bunu görüyordu.

Cevap: Demek ki Hz. İbrahim (a.s.) millete uymuş, millet Hz. İbrahim'e değil. Oysa biz toplumlar peygambere uysun diye peygamber gönderildiğini sanırdık. Hz. İbrahim oğlunu kaybedeceği korkusu nedeniyle kötü kötü rüyalar görüyor. Daha da kötüsü bu karmaşık rüyalarının tesiri altında kalarak oğlunu kurban ediyor. İşte Mehmet Okuyan'ın peygamber tasavvuru. Acaba bu tasavvur 3 Muhammed yazarına göre 3 ten hangisine tekabül ediyor? (2) Sıradan insanlar gibi anlamsız, -haşa-şeytani rüyalar gören (3), sebepsiz yere anlamsız rüyalarına teslim olan, korkularına yenik düşen, amel etmemesi gereken delille amel eden, zannına esir düşmüş ve bu esaretten kurtuluş sebebi olan Allah'tan kesin emir (veya en azından işaret) beklemeyi aklına getiremeyen aceleci bir Peygamber Mehmet Okuyanın ki.



8. Mehmet Okuyan: Allahu Tealanın böyle bir şey emretmiş olması mümkün değil. Allahu Teala sebepsiz yere bir çocuğu babası tarafından kestirme emrini vermez.

Cevap: Senin akıl ettiğini koskoca Peygamber akıl edememiş ki Allah böyle emrediyor sanıvermiş! Sebepsiz yere bir çocuğu katletme işini üzerine vazife edinmiş ! Mehmet Okuyan'a göre Hz. İbrahim;

★ Korkularına yenik düşmüş, bilince/şuura göre değil bilinçaltına/şuuraltına tabi olmuş,
★ Sebepsiz yere bir çocuğu hem de öz çocuğunu kesmeye yeltenmiş,
★ Millete uymuş, Allah'tan gelen emri beklememiş... bir peygamber olması gerekiyor.
9. Caner Taslaman: Kuran'ın hiçbir yerinde peygamber Allah'ın emrettiği bir şeyi oğluna "bak bunu yapayım mı yapmayayım mı, sen ne söylüyorsun?" diye danışmaz.

Cevap: Caner Taslaman iftira ediyor. Ayette yapayım mı yapmamayım mı diye bir danışma söz konusu değil. Bu emir hakkında senin düşüncen nedir diye sorulmuş. Bu sualin sebebi ise:

İbrahim, kendisinin tatmış olduğu itaatin tadını oğlu da tatsın istiyor

İbrahim Rabb'inin işaretini yerine getirmek için oğlunu aldatmaya başvurmuyor. Aksine, oğluna bu emri alışılmış bir emir gibi sunuyor. Zaten bu emir, İbrahim'e göre diğer emirler gibidir. Rabb'i istiyor... Rabb'inin istediği olsun. Baş ve göz üstüne... Oğlu bunu bilmeli. Emri zorla ve mecbur ederek değil itaat ve teslimiyet içinde kabullenmeli. Böylece o da, itaatin karşılığını elde etmeli, o da teslim olmalı ve teslimiyetin tadını tatmalı. İbrahim, kendisinin tatmış olduğu itaatin tadını oğlu da tatsın istiyor. Kendisinin görmüş olduğu hayrı, dünya hayatından daha baki ve daha kazançlı olan hayrı o da elde etsin istiyor. Babasının görmüş olduğu rüyayı tasdik etmek için boğazlanma teklif edilen çocuk ne durumdadır? Oğul, kendisinden önce babasının yükseldiği ufka yükselmekte.

Çocuk: "Babacığım, sana emredileni yap, inşallah beni sabredenlerden bulacaksın' dedi." Oğul, emri sadece itaat ve teslimiyetle kabullenmekle kalmıyor, fakat bunun yanında hoşnutluk ve kesin bir inançla karşılıyor. "Babacığım" bu sözde sevgi ve yakınlık var... "Boğazlanma" durumu, onu huzursuz etmiyor; korkutmuyor ve doğru yolu kaybetmesine yol açmıyor. Hatta terbiye ve sevgisini bile sarsmıyor. "Sana emredileni yap." Babasının kalbinin hissettiklerini o daha önceden hissediyor. Rüyanın işaret olduğunu hissediyor. Bu işaretin de bir emir olduğunun farkında. Bu kadarı tereddütsüz, hileye sapmadan ve şüpheye düşmeden emri yerine getirmek ve emre uymak için yeterli. Sonra bu söz Allah'a karşı edeptir. Bu, kendi gücünün sınırını ve dayanma gücünün hududunu bilmektir. Bu güçsüzlüğüne karşı Rabb'inden yardım dilemektir. Ve kurban olurken; itaat ederken bu gücü asıl verenin Allah olduğunu bilmektir. "İnşallah beni sabredenlerden bulacaksın dedi." Oğul, kahramanlık, cesaret gösterisine kalkışmamış, umursamaksızın tehlikeye atılmamıştır. Kendi şahsında ne gölge ne hacim ne de bir ağırlık görmemiştir. Bütün yaptığı, kendisinden yüce Allah'ın dilemiş olduğu şeylere, Allah'dan yardım görmüşse ve ona sabır gücü vermişse bütün üstünlüğü Allah'a bağlamaktır. "İnşallah beni sabredenlerden bulacaksın." Allah'a karşı ne güzel bir edeptir bu! Ne hoş bir iman, ne şerefli bir itaat ve ne büyük bir teslimiyettir bu!



******

(1) http://ravzaimutahhara.blogspot.com.tr/2016/03/hz-ismailin-as-kurban-edilme-kssas.html
(2) Mehmet Okuyan'ın mezheptaşı olan İslamoğlu daha doğruya yakın bir görüşe sahip:
Evet, Görülen bir rüya var, bir rü’yet belki de, bir ilham veya ilham benzeri bir başka şey. Her ne ise adını ne koyarsak. Peygamber rüyası ya vahiydir, ya salih bir ilhamdır. Diğer rüyalardan farkı da budur. Rüya ile amel edilmez. İslam ilim tarihinin tüm otoritelerinin ortak görüşüdür. Rüya bilgi kaynağı olmaz. Ama neden olmaz, çünkü rüyanın kaynağının nereden olduğunu biz kesinlikle tespit etmekte zorlanırız. Eğer kaynağını tespit etmemiz kesin olarak mümkün olsaydı rüya bilgi kaynaklarından biri olurdu.Peygamber rüyası onun için bilgi kaynağıdır. Çünkü kaynağı sahihtir, selimdir, temizdir.

Ama onların dışında ki insanların rüyalarına müdahil olan birden çok kanal vardır. Şeytani müdahale mümkün, nefsani müdahale mümkün, bilinçaltı mümkün, içgüdü mümkün, her şey mümkün. Onun için rüya ile amel olunmaz denilir. Fakat bu rüya Hz. Peygamberin rüyası ise, bu rüya Hz. İbrahim’in rüyası ise, bu Rüya Hz. Yusuf’un rüyası ise işte o zaman başkalaşır iş. Çünkü onların yürekleri Allah’ın yed’i kudretindedir.Sabitlenmiştir. Sebbit kalbi ‘ala diynik, sebbit kalbi ‘ala muhabbetik diyen Resulallah’ın yüreğinin sabitlenmesi gibi.
Ömür sonunda gelen biricik evlatla sınanmak. Anne ve baba olmak gerekir böyle bir sınavın ne demeye geldiğini hissetmek için. Yetmez, anne ve baba olmak, bir ömrü çocuksuz, evlat hasretiyle geçirmekte gerek. Evlat hasretiyle geçen bir ömrün arkasından size ömrünüzün sonunda son bahar goncası gibi sunulan hediye olması gerekir. Hediyenin de İsmail gibi olması gerekir. Çünkü o da yetmez. Kurban edeceğiniz yavru öyle bir yavru ki adeta insanlık güzeli övmüşte yaratmış cinsinden, böyle gerekir. Bütün bunları bir araya getirdiğinizde Hz. İbrahim’in baba yüreğinin nasıl çırpındığını siz anlayabilirsiniz, veya anlayabilir miyiz acaba.

Bu bir senaryo değil dostlar. Senaryo değil, Hz. İbrahim de bir oyuncu değil. Yani ben bu senaryo da oynayayım nasıl olsa film icabıdır falan demiş değil. Yavrusunun kurbanlık koç gibi yatırdığında bittim diye davranmış. Ağır bir imtihan, çok ağır. En sakındığınız şeyle sınanmak, en çok sevdiğiniz şeyle sınanmak. Kaybetmekten korktuğunuz, tir tir titrediğiniz, üzerine kol kanat gerdiğiniz şeyle sınanmak. Sınanmak budur zaten, sınavların en çetini budur. Sakındığınız göze çöp batar, genellikle onunla sınanırsınız.

Rüyasını yerine getirdi Kad saddakterrü’ya diyordu ya, rüyanı yerine getirmiş bulunuyorsun. Çünkü kestiğini değil, kurban ederken görmüştü. Metin bu. enniy ezbehuke, inniy zebahüke değil. seni kesmiş olduğumu kurban etmiş olduğumu görüyorum değil metin. Muzari fiille geliyor. Seni kurban ederken görüyorum. İnce bir fark gibi duruyor ama ciddi bir fark. Onun için rüyanı yerine getirdin çünkü bu kadarını görmüştün zaten. Ötesini görmedin. Kesmiş olarak görmedin, kurban etmiş olarak görmedin.

inna kezâlike neczil muhsiniyn işte biz iyilik yapanları böyle ödüllendiririz. Ödülle mi, ödül 4.200 yıl öteden gök kubbeye koy verilmiş bir çığlık. İşte bugün bile bu çığlık yüreğimizin ta ortasında güm güm ötüyor. Bugün bile bu çığlığın arkasına milyonlarca kadın ve erkek dökülüyor. İnanmayan gitsin Kâbe'nin etrafından insanları seyretsin. Bu çığlığın ardına geldiler o milyonlar. 4.200 yıldan beri bu çığlık gök kubbede yankılana yankılana bir çok insanın peşine takılmasına neden oluyor. Yüz milyonların gönlünde çoğala çoğala yayılıyor. İşte ödül bu. Asıl büyük ödül bu.

https://kurantefsir.wordpress.com/2013/03/22/islamoglu-tef-ders-saffat083-182-141/

(3) "Sizden biriniz sevdiği bir rüya görürse o Allah'tandır. Bunun için Allah'a hamd edip rüyasını söylesin. Hoşuna gitmediği bir rüya görürse o şeytandandır. Şerrinden Allah'a sığınsın ve onu kimseye de açmasın. Yoksa kendisine zarar verecektir."

http://www.risaleajans.com/soru-cevap/kac-cesit-ruya-vardir

Devamını Oku »

Recm Meselesi 2

Recm Meselesi 2

2.Bölüm

Recmi kabul etmeyenler özetle şöyle demektedirler: Celde cezasını öngören ayet nüzul olmazdan evvel zinakarlar için evlerde hapsedilme cezası öngörülmüştü.

Nitekim bu Nisa-15. ayette şöyle ifade edilmektedir:

Kadınlarınızdan fuhuş (zina) yapanlara karşı içinizden dört şahit getirin. Eğer onlar şahitlik ederlerse, o kadınları ölüm alıp götürünceye veya Allah onlar hakkında bir yol açıncaya kadar kendilerini evlerde tutun (dışarı çıkarmayın).

Bundan sonra Nur suresi 2. ayet nazil olarak Nisa 15. ayetteki Allahu Teala’nın onlara bir yol açmasını, her birine yüzer değnek vurulma olarak açıklamıştır.

Allah Teala söz konusu ayette şöyle demektedir:

İstidlal vechi ise özetle şöyle:

‘’Ayetin ifadesinde zina eden erkek ve kadına vurgu yapılmıştır. Zani ve zaniye ifadelerinin başında elif-lam takısı bulunmaktadır ki, bu; Arap dilinde cinsini istigrak eden elim-lam olarak bilinir. Buna göre anlamı, evli olsun bekar olsun tüm zinakarlara celde uygulayın demektir. Bu ayet hem evlerde hapsedilmeyi ön gören Nisa 15. ayetini, hem de bundan önce tatbik edilmiş recm cezalarını neshetmiş nihai bir hükümdür! (Bitti)

Cevap:

Bu kimseler bu iddialarına Buhari’nin evli zinakar babında Ebu İshak eş-Şeybani’den naklettiği şu sözünü de delil olarak almaktadırlar. Şöyle demektedir: ‘’Ebu Abdillah bin Ebi Evfa’ya şöyle sordum: Resulullah (s.a.v) hiç recmetti mi? Dedi ki: Evet. Peki Nur suresinden önce mi sonra mı? Dedi ki: ‘’Bilmiyorum.’’

Meselemize delil olması hususunda bu rivayet olsa olsa Allah resulü’nün (s.a.v) recmi tatbik ettiğine delil olabilir. Yoksa neshedildiğine değil. Çünkü buradan en fazla anlaşılan Ebu Abdillah bin Ebi Evfa’nın recm vakıalarının tarihlerini bilmediğidir. Bir kişinin ne olumlu ne de olumsuz bir şey söylememesi neshedildiğine nasıl bir delil olabilir? Doğrusu anlamak mümkün değil.

Sonra onlara şöyle deriz: Sizin de vurguladığınız üzere ayetin hitabı umumidir. Âm (genel) ifadelerin delaletleri ise, zannîdir. Bu durumda zina eden her bireyi istisnasız kapsaması zayıf kalır. ‘’Lafzi umum’’ ifadelerin tümü hemen hemen tüm dillerde böyledir. Oysa uygun olan el-umumu’l-mutlak kavramıdır. Mesela devlet 50 doktor alacağız veya 50 öğretmen alımı yapılacaktır diye ilan verse, hiç kimse bundan öğretmenlerin veya doktorların vasıfları veya dalları gözetilmeden alım yapılacağını anlamaz. Aynı vasıfları taşıyan kişilere aynı anda ihtiyaç istisnaîdir. Ayrım gözetilmeden lafzın tüm öğretmen veya doktorları kapsaması ihtiyacı karşılamaz. Hususi olarak belli bir dalda uzmanlığa veya vasfa mensup kişilerin alınması durumunda ise, zikrettiğimiz gibi umum ifadeler kullanmak yerine tahsis yapılarak doktorlardan veya öğretmenlerden tüm fertlerin umum ifadeye dahil olması engellenir. Nitekim bazı durumlarda ihtiyaca binaen nadir de olsa böyle bir gereklilik olabilir.

Tenbih: el-umumu’l-lafzi: Vasıf ve hallerine bakılmaksızın istisnasız herkesi kapsar.

El- umumu’l-mutlak: Belirli vasıflarla muttasıf bir kişiye delalet etmektedir.

İleride geleceği üzere, umum ifadelerin delaletinin zannî olduğu konusunda cumhurun ittifakı vardır. Şöyle demektedirler: ‘’Yapılan tüm araştırmalara göre Arap dilinde hiç bir âm (genel ifade) yoktur ki, tahsise uğramamış olsun.’’ Yani yukarıda lafzi umum tanımında zikrettiklerimiz gerekçeleri sunarlar.

Özetle, Nur suresi 2. ayetinde gelen zannî umum ifade, bizzat Allahu Teala tarafından sünnet yolu ile gelen kat-î haberlerle evli zinakarlar tahsis edilerek, istisnasız tüm zinakarların bu ayetin umumuna girdiği düşüncesi engellenmiş olmaktadır. Ne dil, ne de nasların delaleti açısından buna hiç bir engel bulunmamaktadır. Kur’an, Kur’an (!) diye tutturanların, Kur’an-ı Kerim’i, nazil olduğu Arapça dili ile açaıklamamaları, Kur’an iddiaları hakkındaki samimiyetlerini ortaya koyması bakımından, kusur olarak yeterlidir.

Sünnet’in Kur’an-ı Kerim ile tearuz ettiği (çatıştığı) iddiasına gelince; evvela tearuz olabilmesi için bir hükmün nefiy, bir diğerinin de ispatı ifade etmesi lazımdır. Yani birinin olumlu şeyi, buna mukabil bir diğerinin de olumsuz bir şeyi ifade etmesi lazımdır. Buna göre Kur’an’da recm yoktur veya evli zinakarlara da celde uygulanır diye sarih bir emir olmadığına göre, sünnet yolu ile sabit olan recmin Kur’an ile çeliştiği söylenemez. Zikrettiğimiz bu açılardan, onların ‘’Kur’an ile tearuz’’ iddialarının hiçbir ilmî değeri olmadığı Allah’ın izni ile açıklığa kavuşmaktadır. Bundan sonra hala inat ederslerse, hevalarını Peyagmber (s.a.v)’in hatta Allahu Teala’nın kitabının önüne geçirdiklerine kendileri de şahit olsunlar.

Nur suresi 2. ayetin recmi neshettiği konusunun aslına gelince; recm vakıalarının tümü Nur suresinden sonra vuku bulmuştur. Çünkü Nur suresi ifk hadisesinden sonra nazil olmuştur. Bu hadise, yani hakkında Nur suresinin nazil olduğu ifk hadisesi ise, Ben-î Mustalik Gazvesi’ne hemen bitişik bir zamanda gerçekleşmişti. Tarihçiler, bu gazvenin tarihi konusunda ihtilaf etmişlerdir. Kimisi hicretin 3. senesi, kimisi 5. senesi kimisi de 6. senesinde vuku bulduğunu söylemiştir. Siyer konusunda en sağlam alimlerden olan Musa bin Ukbe, Ahzab Savaşı’ndan önce hicretin 5. senesinde olduğunu söylemektedir. Hafız İbn Hacer (al-Askalanî) bu görüşü bir çok delil ile destekleyerek Fethu’l-Bari’de tercih etmiştir. Aynı şekilde Bedruddin el-Ayni dahi, kendi şerhinde bu görüşü destekleyerek bunun Vakıdî’nin görüşü olduğunu da zikretmektedir. Racih olan bu gazvenin her ne kadar hicretin 5. yılında gerçekleşmesi olsa sa, biz, muhaliflerimizi rahatlatmak adına en uzak tarihi ele alsak dahi, yine de hicretin 6. seneyi geçmemektedir. En uzak tarih olan 6. seneyi, tartışmanın hatrına kabul etmemize rağmen, tarih ve siyer kitaplarında recm hadiselerinin tümünün bu seneden sonra gerçekleştiği söylenmektedir.

Recmin evli zinakar hakkında sabit olduğunu ispat sadedine burada muhtelif recm vakıalarının tarihlerini zikrederek, ispat sunmaya gayret edeceğiz. İleride de değineceğimiz üzre, bu vakıalardan birisi de Maide suresi ayetlerinin nazil olmasına sebep olan, ‘’iki Yahudi’’ kıssasıdır. Resulullah (s.a.v) recmi ilk defa bu Yahudilere tatbik etmiştir. Dikkat edin, bundan önce recmi hiç uygulamamıştır.

Söz konusu Maide suresindeki ayetlerin nüzul sebepleri hakkında farklı rivayetler olmakla bilrikte, en sahih olanı iki vakıadır. Bunlardan biri, tartıştığımız recm hükmü konusu hakkındadır; diğeri ise, katl olayındaki kısas hükmü ile ilgili olaydır. Her iki rivayetin sıhhat bakımından müsavi oluşları sebebi ile, İbn Kesir el-Bidaye ve’n-Nihaye isimli kitabında şöyle demektedir:

‘’Bu iki olay, aynı zamanda olmuş olasa gerek ki, bunun üzerine bu ayetler nazil olmuştur.’’

Yani söz konusu ayetler her iki kıssa üzerine nazil olmuş olabileceğini söylemektedir. Buna hiçbir mani yoktur. Usul ilmindeki mukarrar kaideye göre, sebepler arasında çatışma olmaz. Çünkü bir şeyin birden fazla sebebi olabilir. Ne akıl, ne de nakil buna karşı değildir. Bunu zikretmemizin nedeni, muhaliflerin söz konusu ayetlerin nüzul sebebindeki ihtilafı aleyhimize sunmalarını engellemektir. Şimdi vakıaların tarihsel olarak ispatı sadedine geçebiliriz.

Recm Vakıalarının Tarihi Tespiti

1-Vakıa:

İlk recm vakıası Maide suresindeki ayetlerin haklarında nazil olduğu iki Yahudi kıssasında vaki olmuştur. Bunu Abdurrezzak el-Musannef’inde cilt 7 sayfa 316’da 333. numaralı rivayette zikretmektedir. Söz konusu rivayet Ebu Hureyre (radiyallahu anh) tarafından ‘’Resulullah (s.a.v’in ilk recmettiği kişi Yahudilerden biriydi.’’ Şeklinde başlamaktadır. İlk olduğunu, rivayette de geçtiği üzere Resulullah’ın (s.a.v) ‘’Ey Allah’ım! Öldürdüklerinden sonra senin emrini ilk defa dirilten ben oldum.’’ şeklinde buyurması sarih bir şekilde kanıtlamaktadır.

Rivayeti bu şekilde İmam Ahmed, İbn Abbas (r.a)’tan nakletmektedir. İbn abbas (r.a) iki Yahudi kıssasını anlatıktan sonra: ‘’Zina haddi konusunda bu iki kişinin recm edilmesi ilk olması bakımından Allah Teala’nın Resulü (s.a.v)’ne hass olarak nasip ettiği şeylerdendi.’’ demektedir. (Lam ihtisas lam’ıdır, hususiyet ifade eder)

Es-Siretu’l-Halebiyye’nin sahibi bu hadisenin hicretin 4. yılında olduğunu söylemiş, fakat bunu destekleyen hiçbir delil getirmemiştir. İbn Hacer ise Fethu’l-Bari’de Mekke’nin fethinden sonra vuku bulduğunu söyler. Bu görüşünü Abdullah bin Haris’in olaya şahitlik etmesiyle delillendirir. Nitekim Abdullah bin Haris Müslüman olarak babası ile Mekke’nin fethinden sonra gelmişlerdir. Abdullah bin Haris şöyle demektedir: ‘’Yahudileri recmedenler arasında ben de vardım.’’ Mecmuu’z-Zevaid’te belirtildiği gibi bunu Bezzar ve Taberani rivayet etmektedirler. Bunu destekleyen delillerden birisi de İbn Cerir’in Maide 45. ayetin tefsirinde zikrettiği üzere, bu hadisede Ebu Hureyre (r.a.)’nin Nebi (s.a.v) ile birlikte olmasıdır. Ebu Hureyre şöyle demektedir: ‘’Yahudilerden bir kişi geldiğinde ben Resulullah’ın (s.a.v) yanında oturuyordum.’’ Ebu Hureyre’nin Müslüman oluşu ise, 7. senedir. O halde bu hadise kesinlikle 7. seneden sonradır. Bunu destekleyen bir diğer delil, söz konusu zinakarların Fedek Ehli’nden olmalarıdır. Meseleyi Fedek Ehli’nden Resulullah’a sormalarını isteyenler Humeydi’nin müsnedinde ifade edildiği gibi Hayber ahalisiydi. Rivayetlerden zahir olan, 7. senede Hayber, Resulullah’ın hükmü altına tamamen girdikten sonra bunu yapmışlardı.

İbn Hacer’in, Kadı İbn Arabi yolu ile Taberi’den naklettiği özetle: ‘O zamanlar Hayberle savaş vardı’’ sözünün mutemed bir senedi bulunmamaktadır. Üstelik bu, Buhari’nin ‘’Onlar o zamanlar zimmet ehliydiler’’ şeklindeki sözü ile de çelişmektedir. Bunu Bedruddin el-Ayni Umdetu’l-Qari 11. Cilt sayfa 153’te ibn Tıla’dan rivayet etmektedir.

Bir diğer delil:

Maide suresinin Kur’an’ın son inen surelerinden olmasıdır. Bunu Suyûtî ed-Durru’l-Mensur cilt 2 sayfa 252’de Hamza bin Habib yolu ile Atıyye bin Kays’tan, Resulullah’ın şöyle dediğini nakleder: ‘’Maide, Kur’an’ın son inen surelerindendir. O yüzden o neyi haram kılıyorsa onu haram yapın, neyi de helal kılıyorsa onu helal yapın.’’

Nitekim müfessirler Maide suresinin bir kısmının Hudeybiye’de, bir kısmının Mekke Fethi’nde, bir kısmının da Veda Haccı’nda nazil olduğunu söylemektedirler. Kaynak olarak Kurtubi (r.a)’in Maide suresi 30. ayetin tefsirine bakılabilir. Tüm bu zikrettiklerimiz açıkca göstermektedir ki, Maide suresinin en önce iniş tarihi Hudeybiye sulhunun tarihini geçmemektedir. Hudueybiye ise 6. senede vuku bulmuştur. Ben-î Mustalik Gazvesi ise, Hudeybiye’den önce olduğuna göre, Nur suresinin Allah’ın izni ile Maide’den önce indiği ortaya çıkmış olur.

Kimileri bu görüşe: ‘’Yahudiler hakkında inmesi, Yahudilerin o zamanlarda Medine’de olduklarını gösterir. Ben-'i Nadir’in sürgünü 2. yılda, ben-î Kureyza’nın katledilmesi de 5. yılda olduğu için kıssa için en fazla 5. senede olmuştur deriz. Bu da, Maide’nin Nur suresinden önce indiği anlamına gelir.’’ Şeklinde itiraz edebilir. Bu itiraza evvela şöyle cevap verilir:

‘’Bu istidlal, en fazla kıssanın, ben-î Kureyza’nın katlinden sonra olduğuna delil olabilir, yoksa Nur suresinden önce olduğuna değil. Çünkü ben-î Kureyza’nın katli hadisesi Ahzab vakıasında bitişik olarak gerçekleşmişti. Yukarıda Musa bin Ukbe’den de rivayet edildiği gibi, içinde Nur suresinin nazil olduğu Ben-î Müstalik Gazvesi, Ahzab Savaşı’ndan önceydi.

2- Yahudilerin ben-î Kureyza hadisesinden sonra istisnasız bir şekilde Medine’den sökülüp atıldığı söylenemez. Bilakis Medine’nin çeşitli yerlerinde onlardan kalıntılar olmuştu. Buna Buhari’nin rivayet ettiği ‘’Resulullah vefat ettiğinde zırhının bir Yahudi’de rehin kalması’’ sözü delalet etmektedir. Semehvedi Vefau’l-Vefa’da Yahudilerin bakiyelerinin çıkarılmalarının 7. senede olduğunu söyledikten sonra, buna rağmen ben-î Nağısa Yahduilerinin hala Medine’de kaldıklarını ve Ömer (r.a.)’in onları fetih mescidine yakında bir yere naklettiğini ifade etmektedir.

Buraya kadar anlattıklarımızdan ilk recm vakıasının hicretin 7. senesinde olduğu anlaşıldığına göre, Nur suresinin sonradan gelip bunu neshettiği söylenemez. Özellikle şunu belirtmemiz gerekmektedir: ‘’Bu delillere direkt Maide suresinin hakkında nazil olduğu bir diğer kıssa olan katl kıssası ile itiraz edilemez. Yukarıdaki tarihi vesikalar, Maide suresi ayetlerinin nüzul tarihlerini isbattan ziyade, ilk recm vakıasının isbatına yöneliktir. Nitekim gerek olaya şahitlik eden sahabîlerden Müslüman oldukları tarihleri, gerekse savaşların tarihlerine değinilerek ilk vakıanın tarihi ispatlanmış oldu.’’

2. Vakıa:

Diğerlerine oranla, fazla sahih senedlere sahip olmamakla birlikte, ikinci kıssa, Maiz kıssasıdır. Hakim el-Müstedrek’te (4/361) İbn Abbas’tan rivayet etmektedir. İbn Abbas’ın bu olaya şahitlik etmesinden, bunun, ya İbn Abbas’ın Medine’ye geldiği ilk sene olan 9. senede, veya 9. seneden sonra olduğunu göstermektedir. İbn Hacer’in de Fethu’l-Bari’de zikrettiği gibi İbn Abbas, babası ile birlikte hicretin 9. yılında gelmişlerdi. Demek ki, Maiz kıssası da Nur suresinden çok sonraları vakî olmuştur. Ne var ki, ilk zikrettiğimiz iki Yahudinin kıssası diye bilinen kıssa, Maiz kıssasından önce hicretin 7. yılında olmuştur.

3. Vakıa:

Üçüncü kıssa, Ğamidiyye kıssasıdır. Bu kıssanın Nur suresinden sonra vakî olduğuna dair bir çok sahih rivayet vardır. Nitekim Bureyde hadisesinde geçtiği üzere Halid bin Velid’in bu vakıada taş attığı ifade edilir. Halid’in (r.a) Müslüman olarak Medine’ye gelişi ise, Nur suresinin nüzulundan çok sonaları hicretin 8. yılında olmuştur.

4. Vakıa:

Dördüncü recm vakıası ise, Asif kıssasıdır. Bunun da Nur suresinden çok sonraları vaki olduğuna dair bir çok sahih nakil vardır. Buna bir kaç yön delalet etmektedir:

Birincisi, babası Resulullah’a gelerek: ‘’Benim bu oğlum falana asiflik-rençberlik yapıyordu. Sonra adamın karısı ile zina etti. Karşılığında yüz koyun ve bir hizmetçi verdim. Sonra ilim ehlinden bazı kişilere sordum ki, zina edene yüz değnek ve bir yıl sürgün cezası varmış.’’ demektedir. Babasının bu sözü bu hadisenin Nur suresinden sonra olduğunu göstermektedir. Çünkü celde haddi ancak Nur suresi ile sabit oldu. Nitekim bundan evvel cezanın evlerde hapsedilmek olduğu Nisa 15. ayet ile sabittir. Taberani’nin İbn Abbas’tan rivayet ettiği, ‘’Kadınlar evde hapsedilirdi. Ta ki, ölen ölür, yaşayan yaşardı. Sonra bu durum Nur suresi ayetleri ininceye kadar sürdü.’’ sözü de bunu göstermektedir. (Mecmau’z-Zevaid, 6/263)

İkincisi: Asif kıssasına Ebu Hureyre’nin şahitlik etmesidir. Bunu Buhari sahihinde nakletmektedir. Malumdur ki, Ebu Hureyre (r.a) hicretin 7. yılında Müslüman olmuştur.
Tüm bu delillerle recm vakıalarının hepsinin Nur suresinin nüzulundan sonra vaki olduğu Allah’a hamd olsun ki, anlaşılmaktadır. Dikkat edilirse, bu rivayetler, Resulullah’ın (s.a.v) içinde bulunduğu kıssalar ile iligiliydi. Hulefa-i Raşidiyn’den tutun, tüm sahabîlerin bu olaya bir kez dahi itiraz etmeden Resulullah’dan sonra muhkem genel şer-î bir hüküm olarak tatbik etmelerini de eklediğimizde, meselenin şeksiz şüphesiz olarak, tartışmasız şer-î bir hüküm olduğu ortaya çıkar. Onlardan hiçbirinden bir tane bile muhalefet nakledilmemiştir. Meselenin üzerinde ittifak edilmiş kat-î bir icmaa meselesi olduğu şüphesizdir. İcmaa ise, kuşkusuz şer-î bir asıldır. Tüm bu nakiller, recm hükmünün muhaliflerin söylediklerinin aksine, Nur suresi 2. ayetinde sonra bizzat Resulullah (s.a.v) tarafından tatbik edildiğini göstermektedir.

Nükte

Recm hükmünün İslam’da câri olan şer-î bir hüküm olduğu, Yahudilerin bile bildiği meşhur bir hüküm idi. Bunu Cabir bin Abdillah’tan rivayet edilen Yahudi kıssasını incelediğimizde rahatlıkla görmekteyiz. Cabir bin Abdillah (r.a.) şöyle rivayet etmektedir: Fedek ehlinden bir kişi zina etmişti. Fedek ehli, Medine’li Yahudilerden bir takım insanlara bu konuyu Muhammed’e (s.a.v) sorun diye yazmışlardı. ‘’Eğer size celde ile hüküm verirse alın, recm edilmesine hükmederse almayın’’ demişlerdi. Resulullah’a sorduklarında, Resulullah onlara cevap vermeden önce, ‘’Bana en bilginlerinizden iki kişiyi gönderin.’’ dedi. Bunun üzerine onlar, İbn Suraya denilen bir gözü kör bir adam ile bilrikte, iki kişi getirdiler. Resulullah (s.a.v) bu ikisine ‘’Siz mi en bilginlerisiniz?’’ diye sordu. Onlar cevaben ‘’Kavmimiz bu iş için bizi öne sürdü (görevlendirdi)’’ dediler. Resulullah (s.a.v) onlara ‘’yanınızda Allah’ın hükmü bulunan Tevrat yok mu?’’ dedi. Onlar da ‘’elbette var’’ dediler. Resulullah (s.a.v) ‘’o halde ben-î İsrail için denizi yaran, bulutları üzerinize gölge yapan, Firavun’un zulmünden kurtaran ve üzerinize gökten bıldırcın eti ve kudret helvası indiren Allah aşkına söyleyin, recm hakkında Tevrat’ta hangi hükmü buluyorsunuz?’’ dedi. Onlardan birisi diğerine ‘’şimdiye dek, hiç böyle bir yemine verdirilmemiştim’’ dedi. Sonra şöyle dediler: ‘’Biz Tevrat’ta sürme çubuğunun sürme şişesine girip çıktığı gibi gördüklerine dair dört şahidin şehadet etmeleri durumunda böyle birisi hakkında recmin vacip olduğunu görüyoruz.’’ Resulullah bunun üzerine ‘’ İşte bunların hükmü de o halde böylece recm olmalarıdır.’’ diyerek, onların recm edilmelerini emretti.

Bu hadise hakkında ‘’Eğer sana gelirlerse aralarında ister hükmet, ister yüz çevir’’ ayeti ve devamındaki ayetler indi. Bu rivayetten, Yahudilerin Resulullah’ın (s.a.v) yanına gelip sormadan önce recm ve celde hükümlerinin İslam’da sabit olduğunu bildikleri anlaşılmaktadır. Nitekim ‘’Eğer size celde olarak hüküm verirse alın, recm edilmesine hükmederse almayın’’ cümlesi, Resulullah’ın (s.a.v) vermesi muhtemel olan iki cevabını bildiklerini göstermektedir. Böyle bir ifadeyi ancak bu cezaların İslam’da hali hazırda carî olan hüküm olduğunu bilen biri kullanabilir. Başka türlü celde ve recmden bahsetmeleri mümkün değildir. Bunu bilmeleri ancak bu hükümlerin teşrî edilmesinden sonra mümkün olabilir. Tüm bunlar recm hükmünün Nur suresinden sonra sabit olduğuna delalet etmektedir.

Recm Vakılarını ve Ayetler Üzerindeki Şüphelerin Defedilmesi

Bu kısmı toparlayacak olursak, vakıaların tarihleri hakkında muhalifimiz için üç seçenek vardır:

1-Ya Resulullah’ın recmi hiçbir zaman tatbik etmediğini söyleyecekler.

Bunu söylemeleri boştur. Aksini, yukarıda tarihleri ile birlikte zikrettiğimiz rivayetler kanıtlamaktadır. Bu açıdan buna cevap verilmiştir. Aksi halde tarihe dair hiçbir bilgiyi kabul etmemeleri gerekir.

2-Ya tatbik ettiğini ama bunun Nur suresi 2. ayetin nüzulundan önce olduğunu söyleyecekler

Bu da batıldır. Zira az önce de değindiğimiz gibi Nur suresi 2. ayet inmeden evvel Nisa suresi 15. ayette, cezanın açıkça hapsedilmek olduğu ifade edilmektedir. O halde Nur suresinden önce recmi değil hapsetmeyi uygulaması gerekirdi. Aksi halde Yahudiler mektupta celde ve recmi değil, bilakis hapsedilmeyi zikrederlerdi.

3- Ya da ‘’Nur suresi 2. Ayetinden sonra tatbik etmiş ancak, İslam’da farz olan bir hüküm olarak değil, Yahudilerin şeriatına göre onlar üzerine hükmetmiştir.’’ diyecekler.

Bu görüşün dinin değişmez sabitleri ve asılları ile çeliştiğini ifade ederek yukarıda buna bir nebze değinmiştik. Burada da tekar etmekte yarar vardır. Şöyle ki, Allah Teala ‘’Aralarında ister hükmet ister yüz çevir’’ diyerek Resulullah’ın (s.a.v) muhayyer bırakmışır. Sonra, eğer yüz çevirmeyip de hükmetmeyi tercih edersen, onların hevalarına göre değil, bilakis ‘’Allah’ın hükmü ile hükmet’’ demiştir. Resulullah (s.a.v) ise hükmetmeyi tercih ettiğine göre, Allah’ın hükmü ile hükmetmiş demektir. Aksi halde Resulullah (s.a.v)’ın Allah’ın hükmünü terkettiğini söylemiş oluruz. Üstelik ayette ‘’onların hevalarına uyma’’ denmektedir. Hevanının umumuna İslam dışı tüm dinler dahil olduğuna göre Yahudilik de heva dini olmuş olur. Her ne kadar tahrif olmayan bir takım kalıntı hükümler kalsa da, bu durum, onu heva olmaktan çıkartmaz. Çünkü yeni din eskisinin hükmünü iptal etmektedir. Bu durumda Resulullah’ın Yahduilerin hükmü ile hükmetmesi durumunda heva ile hükmetmiş olduğu söylenmiş olur. Resulullah (s.a.v) ise asla heva ile hükmetmez.

Resulullah’ın uyguladığı recmin Yahudilerin şeriatındaki recm olduğunu bir Müslümanın kabul etmesi mümkün değildir. Yukarıda bu kısma bir nebze olsun değinmiştik, ancak önemine binaen bu hususa tekrar değinerek, recmin İslami bir hüküm olduğuna dair şüpheleri kökten yıkmak istiyoruz.

Şöyle ki, söz konusu recm hükmünün İslamdaki farz olan recm oluğunu şöyle delillendirebiliriz:

Ayetlerde geçtiği üzere recm hükmünün terkedilmesinin karşılığında tehdit varid olmuştur. Nitekim tehdit ve zemm, ancak hüccet ulaştıktan sonra bir vacibi terketme sonucunda vakî olur. Bu tehdidi Allah Teala açıkça bir sonraki ayette ‘’Allah’ın hükmü ile hükmetmeyenlerin kafir oldukları’’nı söyleyerek buyurmuştur. İslam geldikten sonra kişinin hükmetmekle mükellef olduğu aksi halde kafir olacağı hüküm Tevrattaki neshedilmiş bir hüküm değil, aksine İslamdaki vacip olan bir hükümdür. Ayetteki uygulamama durumunda varid olan tehditlerin sadece Yahudilere hamledilmesi düşünelemez. Çünkü Yahudiler bunu uygulasalardı kafir olma vasfından kurtulamayacaklardı. Bilakis küfürleri üzerine ziyade bir küfür eklemiş oldular. Onların küfürleri sadece bununla mahsur değildi. O hükmü sadece Yahudilere hamletmek, onların bu hükmü uygulamakla mümin olabileceklerini söylemeyi gerektirir ki, bunun batıl olduğu çok açıktır. Buradan da anlaşılmaktadır ki, Resulullah’a Allahu Teala tarafından uygulanması vacip kılınan Allah’ın hükmünden murad, İslamda zaten sabit olan recm hükmüdür. Tevrattaki hükümle sadece zahirde isim ve suret olarak uygunluk söz konusudur. Bu açıdan Tevrattaki hüküm ile İslam’daki recm hükmü, Allah’ın hükmü vasfını alma konusunda muvafık olabilir; lakin Tevrattaki neshedilmiş ve bağlılığını yitirmişken, İslam'daki henüz taze ve vucubiyet ifade etmesi açısından canlılığını korumaktadır. Geçmiş şeriatlarla yeni şeriatın arasını ayıran en belirgin özellik, vücup vasfıdır.

Resulullah’aın bilginleri çağırtıp Tevrat’ın hükümlerini ikrar ettirmesinin nedeni, Resulullah’ın bunu Yahudilerin kendi kitaplarına nasıl muhalefet ettiklerini göstermekti. Kendisine muhakeme olmalarının maksadının hakka tabi olmak olmadığını, aksine iki yüzlülüklerini beyan etmek içindi. Bu üslup Bakara suresi 91. ayette göre çarpmaktadır. Allah Teala şöyle buyurur:

Onlara, “Allah’ın indirdiğine (Kur’an’a) iman edin” denilince, “Biz sadece bize indirilene (Tevrat’a) inanırız” deyip, ondan sonra geleni (Kur’an’ı) inkâr ederler. Hâlbuki o, ellerinde bulunanı (Tevrat’ı) tasdik eden hak bir kitaptır. De ki: “Eğer inanan kimseler idiyseniz, daha önce niçin Allah’ın peygamberlerini öldürüyordunuz?”

Yahudiler güya Tevrat’a uyduklarını iddia etmektediler. Bunun üzerine Allah Teala onların kendi kitaplarına uyma iddialarında dahi samimi olmadıklarını bu suretle ispat etmektedir. Maide suresindeki durumda da aynı üslup söz konusudur. Üstelik ehli kitaptan olanların bize muhakeme olmaları durumunda onların değil, bilakis genel şer-î bir hüküm olarak kendi şeriatımızla onlara hükmetmemizin gerektiği konusunu bir çok alim açıkça ifade etmektedir. Alimlerin bilip ittifak ettikleri bir meseleyi Resulullah’ın (sallallahu aleyhi ve sellem) bilmemesi düşünülebilir mi? Nasıl olur da İslam alimleri bir şeyi hak bilip üzerine ittifak edecekler de, Resulullah (s.a.v) söz konusu haktan habersiz olacak? Bir diğer açıdan, Resulullah burada Yahudi şeriatıyla hükmetmiş olsaydı, Resulullah’ın uygulamasına muhalif bir hüküm üzerine alimlerin ittifak etmeleri mümkün olur muydu? Allahu a’lem.

Sonuç

Buraya kadar gerek recm vakıalarının tarihlerini ispat ederek gerekse recm hükmünü rivayet eden hadislerin tevatür derecesini ispat ederek ihtilafsız icmaa edilmiş şer-î bir hükmün olduğunu ortaya koymaya çalıştık. Bundan sonra yukarıda anlatlanların ışığında, topluca bazı şüphelere cevapları özet olarak vererek konuyu sonlandıracağız Allah’ın izni ile.

1-Maide suresi ve Nisa suresi ayetleri konusunda değindiğimiz üzere recm hükmü sadece sünnette değili, bilakis her ne kadar saraheten olmasa da Kur’an’da da işaret yolu ile bildirilmiş bir hükümdür.

2-Ubade bin Samit (r.a)’in hadisinin şerhinde değindiğimiz gibi, Resulullah’aın recm cezalarını uygulamasını kabul etmekten, Kur’andaki Nur suresi 2. ayetin celde hükmünü neshettiği lazım gelmez. Buradaki durum ‘’zina edenlerden sadece evli olanlar için celde cezası üzerine recm hükmünün ziyade edilme’’ durumudur. Bu durumda evlilere hem celde hem de recm sabit olmuş olur. Ancak küçük cezasının büyük cezaya idğam edilme kaidesine göre sadece recm edilerek yetinilmiştir. Fakat Ali (r.a)’nin yaptığı gibi asl olana iltizam etme babında bazen her ikisi de uygulanabilir. Bu durumda neshedilmiş olması ne de tahsis edilmiş olması söz konusu değildir.

3- Ne varki, recm ile birlikte celdeyi öngörmeyenlere göre, yani sadece recmi öngörenlere göre Nur suresi 2. ayetinde evliler için tahsis konusu olmuş olur. Bu ise عام (Âm)’ın tahsisi babından olur ki, cumhura göre عام Âm ifadelerin tahsisi nesh sayılmaz. Üstelik cumhur Âm’in tahsisini haberi ahadla caiz görmektedir. Çünkü onlara göre Âm ifadelerin delaletleri kat-î değil, bilakis tıpkı haberi ahad gibi zannîdir. Bu durumda zannî olan Kur’an’da geçen Âm bir ifadeyi aynı menzilede olan fakat sünnet yolu ile sabit olmuş denk bir haberle açıklamış olmaktadırlar. Âm’in delaletinin haberi ahadla tahsis edilmesini kabul etmeyenler Hanefilerdir. Bunun nedeni Hanefilerin Âm ifadelerin delaletini kat-î görmeleridir. Delaleti kat-î olanlar, delaleti zannî olan ahad haberlerle ziyade yapılmak sureti ile açıklanamazlar. Ancak haberin derecesi meşhur ve mütevatir derecesine çıkarsa o zaman durum başkadır. Nitekim recm konusunda haberler meşhurdan öte mütevatir derecesine ulaştığı için bu haberlerle Kur’an’da geçen Âm bir ifadeyi nesh etmektedirler.

Hanefilere göre de recm konusunda tahsis vardı. Ancak buna nesh demelerinin nedeni, Hanefiler’in tahsisi neshin bir çeşidi saymalarıdır. Yoksa bilinen anlamda hükmün tümünden gerçerliliği iptal etme, yani tebdil anlamındaki nesh değildir. Sonra nesh olduğunu kabul etsek bile bunun sünnetle değil, Ömer (r.a)’ın hadiste ifade ettiği ayet olarak inip de, daha sonra tilaveti neshedilen ayetle neshedildiği söylenebilir. Bu durumda diğer tüm tartışmalara hacet kalmamış olur.

Bu açıklamalara göre tüm ekollere göre celde hükmü mütevaitr hadislerle tahsis edilmiş olmaktadır. Bu, hem cumhura göre hem Hanefilere göre ihtilafsız kabul görmüş bir esastır. Nitekim cumhurun usulündeki mukarrar kaideye göre Kur’an’ın ispat sadedinde gelen tüm umum ifadeleri, istisnasız tahsis edilmiştir.

4- Nur suresi 2. ayetinde evli zinakarlara hiçbir şekilde hususi olarak değinilmemiştir ki, recmin kabulünün Kur’an’la çeliştiğini söyleyebilelim! Muhalifler sadece ayetin Âm hükmünün delaleti üzerinden gitmektedirler. O halde onların ‘kat-î ayet varken sünete iltifat edilmez’ olarak ifade ettikleri bu sözleri batıldır. Çünkü ayetteki kat-î olan husus, ayetin sübutunun kat-î oluşudur; biz ize delalet hakkında konuşuyoruz. Nitekim ayetin sübutunu kimse inkar etmiyor. Delaletine gelince yukarıda değindiğimiz gibi Arap dilinde Âm ifadelerin delaletleri kat-î değil zannîdir. Her ne kadar Hanefiler kat-î görmüşseler de bu, tahsise uğramama durumu ile kayıtlıdır. Zaten Hanefilerin de muvafakat ettikleri gibi mütevatir haberlerle tahsise uğradığını beyan etmiştik.

Yukarıda bir nebze değindiğimiz gibi, tearuz olabilmesi için bir hükmün nefiy, bir diğerinin de ispatı ifade etmesi gerekir. Yani birinin olumlu şeyi, buna mukabil bir diğerinin de olumsuz şeyi ifade etmesi gerekir. Buna göre Kur’an’da recm yoktur veya evlilere de celde uygulanır diye sarih bir emir olmadığına göre, sünnet yolu ile sabit olan recmin Kur’an ile çeliştiği söylenemez. Bu durumda Kur’an ile çelişmesi söz konusu değildir. Bunu ancak delilin hakikatini ve derecelerini bilmeyenler idda ederler.

5- Recm hükmü ihtilafsız bir şekilde nakledilmiş kat-î icmaalardandır. Eğer icmaanın haddi zatında kendisini inkar ederlerse, bu onların şer-î bir delil oluşu bakımından icmaa hakkındaki koyu cehaletlerini gösterir. Eğer Resulullah’ın uygulaması yönünden inkar ederlerse, buna yukarıda cevap verdik. Resulullah’dan sonra bunu tatbik eden aahabîlerin uygulamalarını zikretmeye gerek görmedik. Bu konuda sahabîlerin uygulamaları da recmin şer-î bir hüküm olarak Kur’an’a muhalif olmadığını gösterir.

Dini sahih olarak fehmetme hakkında bir kaide: ‘’Bir konuda eğer Selef-i Salihiyn’den zahirde nasslarla çelişen farklı bir uygulama ihtilafsız olarak vaki olursa, yapmamız gereken, onları bu konuda hatalı saymak değil, bilakis söz konusu nassı anlamadığımıza hükmetmek olmalıdır. Çünkü Allah bu ümmetin tümünü bir hata üzerinde ittifak etmekten korumuştur. Aksi ahlde sahabe, büyük imamlar ve Müslümanların alimlerinden hiç kimsenin anlamadığı bir hakikati bizim keşfettiğimizi idda etmek gibi küstah bir duruma düşmüş oluruz. Bu ise şeriattan önce akla muhalefettir.

Sahabenin anlayışı onları bağlar, ben Kur’an’dan sorguya çekileceğim’ gibi sözlerin samimiyet namına hiçbir değeri olmadığı aşikardır. Güvenerek Kur’an’ı aldığımız kişilere, tefsir hakkında güvenmemek açık bir çelişki ve iki yüzlülüktür. Dindeki bir hüküm hakkındaki bilgiyi o dinin mensuplarından, dahası o dini nakledenlerden almayacaksak merak ediyorum kimden alacağız? Düşünün bir kişin Hristiyan olduktan sonra İncil bana yeter, dolayısıyla binlerce yıldır bu dinin sahiplerinin anlayışları beni bağlamaz demesi bir rahip tarafından nasıl karşılanır sizce?

6-Nur suresi 2. ayetinin sadece bekarlar hakkında varid oluğunu savunan alimler bunu delillendirme sadedinde Nisa suresi 25. ayeti delil getirmektedirler. Bu ayeti kerimece yüce Allah şöyle buyurmaktadır:

''Cariyeleriniz evlendikten sonra bir fuhuş yaparlarsa, onlara hür kadınların cezasının yarısı uygulanır’’

Ayetteki istidlal yönleri şunlardır: Allah Teala bu ayette hürlere uygulanan cezasının yarısına hükmetmektedir. Bu ise hürlere uygulanan cezasının yarıya bölünmesini gerektirir. Recmin ikiye bölünmesi mümkün olmayacağına göre geriye celde cezası kalır. Mütevaitr hadisler ışığında evlinin cezası recm olduğuna göre bu ayetteki zina edenlerden maksat sadece bekarlardır.

Not: Ayetin zahirine göre bekar cariyelere ceza öngörülmemektedir. Bu, sünnet yolu ile sabit olmuştur.

7- Hz. Ömer’in hadisi ile delillendirmeye karşılık sahabi sözünün Kur’an karşısındaki bir hükümle çelişmesi durumundaki hücciyeti üzerinden itiraz edilemez. Çünkü Ömer (r.a) bunu kendi sözü olarak değil bilakis Allah’ın bir ayeti olarak nakletmektedir. Huzurunda bulunan o kadar sahabenin içlerinden bir tekinin dahi itiraz etmemesi bunu açıkça desteklemektedir.

Allah’u alem,
Sallallahu ala seyyidina ve nebiyyina Muhammed.

Mehmet Bulgan Hoca (Abu’l-Hasan)
Devamını Oku »

Recm Meselesi 1

Recm Meselesi 1

1. Bölüm

Mukaddime

Meseleye Genel Bir Bakış

Bu risale, sünnetin teşrî konumunu isbat sadedinde detaylı malumat içermesi amacı ile yazılmamıştır. Ancak her ne kadar bu amaçla yazılmamış olsa da, ele alacağımız recm meselesi ile doğrudan bir bağ bulunmasından dolayı az da olsa sünnet hakkında genel bir bakış açısı oluşsun diye bir takım noktalara değinmek istiyoruz.

Genel bir mesele olarak sünnet başlığını değerlendirdiğimizde, bu meselede şüpheci başlıca iki grup karşımıza çıkmaktadır. Her ikisinin de buluştukları ortak nokta sahih yollarla sâbit olmuş haberi yorumlamada takındıkları yöntemdir. Sünnetten gelen haberler Kur’an-ı Kerim’e nispetle üç kısımdır;

1- Ya zahirde Kur’an ile çelişki var gibi görünen
2- Ya zahirde Kur’dan ile uyumlu gibi görünen
3- Ya da Kur’an’da nefyine veya isbatına aslen değinilmemiş olanlardır.

Söz konusu itirazcı gruplardan birincisi, sünnetin teşrî değerini yani bağlayıcı olmasını ayrım yapmaksızın tamamen inkar etmektedir. Diğer grup ise sünnetin nev’ini yani haddi zatında sünnetin dindeki bağlayıcı konumunu bilcümle kabul etmekle birlikte, bir takım yersiz şüphelerden dolayı sünnetin ahâdına yani muayyen bir takım konularına itiraz etmektedirler. Özellikle belirtmek isterim ki, reddiye ve cevaplarımızı özelde bu gruba yönelik yapacağız inşaAllah. Çünkü bunlar genel olarak sünneti kabul etmekte fakat bir takım şüphelerden dolayı muayyen konulara itiraz etmektedirler. Bunlarla ihtilaf diğerlerine oranla hem cüzîdir, hem de bu kesimle uzlaşma, -söz konusu şüpheleri giderildiği takdirde- bir önceki kesime oranla -Allah’u a’lem- mümkündür.

Bu grubun başlıca şüphesi ise, araştırmalarımız neticesinde temelde şuna dayanmaktadır:

‘’Vahiy tek kaynaktan geldiği için çelişmemesi lazım. Kur’ân, sübut-u kat-î olduğu için ana esastır. Sünnet de sabit olduğuna göre tümünü inkar etmek mümkün değildir. Her iki delille birlikte amel etme adına, sünnet yolu ile vârid olan haberlerin sadece Kur’ân’a muvafakat edenleri alınır, zıt ve çelişenler ise alınmaz. Aksi halde hem vahiyde çelişki olduğunu söylemiş olur, hem de katî olan üzerine zannî olanı takdim etmiş oluruz.’’ demektedirler.

Bu asla dayanılarak ‘’Kur’ân’a zıt hadisler’’ diye yaygın olan tabir ihdas edilerek, ‘’Sünneti Kur’ân’a arzetme’’ yöntemi icad edildi.

Bu görüş, her ne kadar haklı ve masum gibi görünse de, kendi içinde çelişkili ve ilmî açıdan dayanaksızdır. Yazımız tamamen bittiğinde Allah’ın izni ile görüleceği üzere bu görüş akla muhalefeti bir yana, Kur’an, sünnet ve Arap dilinden habersiz olmanın neticesinde oluşmuştur. Çünkü bu görüşün lazımı olarak bir haberin sened yönünden ele alınması ikinci plana atılarak, söz konusu haberin kabul edilmesinde Kur’an’ın zahirine ‘’uygunluk’’ kısmı öne geçirilmiş olmaktadır. Sonuçta peygamber söylesin veya söylemesin, haber olarak ne gelirse gelsin Kur’an’a ne uyarsa alınmalıdır, sonucuna ulaşılmıştır.

Netiecede bir facir hatta bir kafir dahi Kur’an’a uygun söz söyleyebilir. Bu durumda Kur’an’a manaca uygunluk arzeden zayıf, hatta uydurma rivayetler sahih nakillerin önüne geçirilmiş olur. Ancak ne var ki, zannedildiği gibi sahih yolla sabit olmuş hiçbir nassta, zıtlık diye bir şey söz konusu değildir.

Biz muarızlarımıza şöyle diyoruz:
Uygunluk veya zıtlık ya mantuk açısındandır ki, bu durumda genelde mesele, nâsih/mensuh, mutlak/mukayyed, mücmel/mufassal veye mukhem/müteşâbih kısımlarından birinde çözülerek vüzûha kavuşturulur; ya da, söz konusu zıtlık, mefhum ile ilgilidir ki, bu ise aklî bir şeydir, yoksa sanıldığı gibi haddi zatında nakille ilgili değildir.

Mefhuma yani anlayışa dayalı hususlarda, bir naklin Kur’an ile çelişiyor iddiası meseleye bakan kişinin durumu ile ilgili izafî bir şeydir. Bir diğer ifade ile, istidlâl yapan kişinin zeka seviyesine göre ya da delillendirmedeki maharetine göre değişken bir şeydir. Bu suretle haberin Kur’an’a uyup uymaması araştırmacının insafına terkedilmiş olur. Bunu anlarsak, meselenin haberin Kur’an’a uyup uymamasından ziyade, araştırmacının aklına uyup uymama meselesi olduğunu da anlarız. Onların Kur’an’a uygun bulmadıkları bir çok hususu biz baktığımızda Kur’an’a uygun buluyoruz. Dikkate şayan olan budur.

Halbuki dinî telakkî esasları kişiden kişiye değişkenlik arzetmemelidir. Aksi halde bu din Batınî'lerin yaptığı gibi zorlama yorumlar, aklî çıkarımlar ve şahsî istinbatlara dayalı bir din haline gelir. Bu husus tutundukları yöntemin kaçınılmaz bir çelişkisidir. Bu kimseler, sünnetin Kur’an ile çelişmesini konuşmadan önce kendi çelişkilerini çözmedikleri sürece meseleyi anlayamayacaklardır. Biz diyoruz ki, bilgi edinme yollarından birisi de nakildir. Bir naklin sıhhati ise, aklın da muvafakat ettiği alet ilimleri işletilerek bilinir. Elimizde bulunan mevcut Kur’an’ın sübûtunun sıhhatıni de bir nakille bilmekteyiz. Sünnetin, nakil yoluyla gelmesi nedeniyle reddedilmesi, başta Kur’an olmak üzere tüm tarihi rivayet ve haberleri inkar etmek demek olur. Buna ‘’Kur’anın yazılı olarak nakledilmesi’’ vakıasıyla cevap verilmesi yeterli değildir. Çünkü Kur’an’ın yazılı olarak muhafaza edilmesi en fazla sübûtunun katîyeti üzerine ziyade bir delil olur. Yoksa zannedildiği gibi Kur’an dışında yazılı olarak gelmeyen nakillerin sahih olmadığını göstermez. Nitekim örf ve ananeler yazılı olarak nakledilmezler. Buna rağmen örf ve ananeler, sahipleri tarafından üstelik din konusu gibi ahireti ilgilendiren önemli bir konuda olduğunun aksine, hiçbir titizlik gösterilmeksizin nesilden nesile sahih olarak aktarılabilmektedir.

Tarihte, hatta içinde bulunduğumuz asırda dahi, anayasaları yazılı olmayan ülkeler bulunmaktadır. Bir hükmün hüccet oluşunu yazılı olmasına bağlamanın delili bulunmamaktadır. Bu kesime ‘’Kur’an’ın değişmediğini ispatlayın’’ dediğinizde, sünnetin hücciyeti konusunda bizim tutunduğumuz naklî verilere tutunduklarını görürsünüz. Üstelik başta kuşku ile yaklaştıkları sünnet ile delillendirmekten başka ellerinde hiçbir asıllarının kalmadığını görürsünüz. Kur’an’ın mushaf haline getirilmesinin, Peygamberimiz (s.a.v)’den sonra olduğu bilinmektedir. Buna göre, vahyin muhafaza edildiğini ifade eden ayet dahi, Peygamberimiz(s.a.v.)’den sonra, Kur’an mushaf haline getirildiğinde kaydedilmiştir.

Sünnet yolu ile gelen haberlerin üzerindeki bir takım ihtilafları korunmuşluk sıfatı hakkında sünnet aleyhine delil yapmaları da bu kesimin sahih haberi telakki etme yöntemleri hakkındaki cehaletlerini ortaya koymaktadır. Bu ihtilafları sünnetin korunmadığı için hüccet olamayacağına delil saymaları, bir çok Kur’an ayetini inkar etmelerini gerektirir. Zira aynı ihtilaflar bizzat Kur’an ayetlerinin delaletleri hakkında da varid olmaktadır.

Eğer bir şeyin sübût açısından kat-î olarak gelmesi ittifak olgusu için yeterli olsaydı, sübut-u kat-î olduğu halde Kur’an ayetlerinin fehmedilmesi konusunda görüş birliği olurdu. Oysa neredeyse hiçbir Kur’an ayeti yoktur ki, birileri bunu ya Arap dili açısından ya da bir başka ayet ışığında te’vil etmiş olmasın!

Vahyin yegane kaynağının Kur’an olmadığının belki en hususî delili, sahabîlerin Kudame bin Ma’zun ve arkadaşları hakkındaki tutumudur. Haramlığı hakkında hiçbir kuşku olmayacak derecede kat-î nassların sarih ifadesine rağmen, bazı sahabîler bunu bile bir başka ayet ile te’vil etmek sureti ile kendilerine helal kılmışlardı. Sahabîlerin onlara (helal kılanlara) hücceti ikame etmesi ise bir başka ayetle değil, aksine o ayetin onların anladıkları gibi bir anlamı olmadığına dair sahabîlerin icmaa etmeleriyle olmuştu.

Buraya dikkat!

Öyle bir icmaa ki, tevbe etmeme durumunda irtidatına hükmedeceklerdi!

Üstelik bu menhece mensup kişilere bakın, her biri Kur’an dedikleri halde tefsiri konusunda ittifak edememekte, sadece Kur’an yeter dedikleri halde tek cilt olan Kur’an’ı tefsir etmek için onlarca kitap yazmaktadırlar. Kendilerine tanıdıkları müfessirlik hakkını açıkca Peygamberimize (sallallahu aleyhi ve sellem) ve ashabına (radiyallahu anhum) tanımıyorlar.
Sormak hakkımızdır; Kur’an üzerindeki tartışmalar makul ve makbul oluyor da, neden sünnet yolu ile gelen nakillerdeki ihtilaflar ‘’vahyin tartışmasız olması lazım’’ gibi gayri ilmî batıl bir endişe ile reddediliyor?

Buraya kadar anlattıklarımızdan anlaşılmaktadır ki, mesele nakilden ziyade nakli elde etme yöntemi ilimleri üzerindeki aklî yakaşımlar meselesidir. Meselenin aklî ve kişisel anlayışlar meselesi olduğunu anlarsak, problemin cevabını sünnetin Kur’an ile çelişmesi başlığı altında aramak yerine, ‘’akıl ile nakil çatışır mı?’’ başlığı altında aramaya yöneliriz.

Akıl ile nakil çatışır mı konusunda biz şunları söylüyoruz: Allah’ın dini insan aklının ittifak ettiği güzellikleri ve insanların maslahatına olup, akıl ile bilinen evrensel kaideleri nefyetmeye değil, bizzat bunları muhafaza edip eksikliklerini tamamlamak için gelmiştir. Bu açıdan akıl ile nakil asla çatışmaz. Aksi halde mükellefler, aklın zorunlu olarak kabul ettiği inkar edilemez hakikatleri reddetmekle imtihan olunmak gibi zor bir imtihana tabi tutulmuş olurlar. 2+2=4 sonucunu, hayır ‘’5’’ eder gibi bir şeye iman etmemizin istenmesi gibi bir durum olur bu.

Bu konuda doğru olan söz, ‘’selim aklın, sahih nakille asla çatışmayacağıdır.’’ Çelişki sadece zahirde olabilir, buysa, ya tam manada aklın selim olmayışından, ya da naklin sahih olmadığından kaynaklanır. Dikkatinizi çekmek istediğim önemli bir husus da şudur, aklın nakil ile çatışması durumunda aklın nakil üzerine takdim edileceğini söyleyenler dahi, aklı, sünneti kabul kıstası olarak kullanmamışlardır. Bunu kullandıklarını varsaysak bile, akıl yolu ile reddedilmesi hükmüne varılan tüm konularda bir ittifak söz konusu olması lazımdır. Herkes bir akla sahip olduğu halde böyle bir ittifakın söz konusu olmaması dahi, böyle bir tezin batıllığını ortaya koymaya yeter de artar bile.

Mesela günümüzde Kur’an’a uymuyor diye reddedilen sünnetler, onların (aklı takdim edenlerin) zamanında hem akla hem de Kur’an’a gayet tabi uymaktaydı. Onlardan hiçbirinin bu yöntemle sünnette varid olmuş bir haberi inkar ettikleri araştırmalarımıza göre varid değildir. Hatta tearuz (çatışma/çelişki) olduğunda aklı tercih edenleri bırakalım, İslam tarihinden sünnete temkinli yaklaşan hatta recm konusu da dahil bir çok nebevî hakikati reddedenler dahi böyle bir gerekçeyi isti'mâl etmemişlerdi. Aksine onları redde sevkeden şey, kendilerine göre haberin sıhhatındaki kusurdu, (şerî hükümlere karşı kişinin sorumlu olması, ancak söz konusu hükmün sarih ifadelerle birlikte sahih ve katî yollarla sabit olmasından sonra olur. Kişiye bu sıfatla gelemeyen tüm hükümlerde kişi, araştırmadaki çabasına bağlı olarak yerine göre günahkar, yerine göre de mazur olur. Bu katî nassların delaleti ile mukarrar bir kaide haline gelmiş şerî bir hakikattir.)

Recmi tarihte ilk reddedenler olmaları sebebi ile örnek vermek için Haricîleri ele alalım. Bunların muayyen bir takım hükümleri inkar sebepleri, Kur’an ile çatışma değil, kendileri dışındaki herkesi tekfir etmelerinden dolayı, sahih haberi kendilerince nakledecek ‘’adil kişiler’’in olmamasıydı. Çünkü sünnete dair haberler Sahabe vasıtası ile gelmektedir. Sahabîlere kafir ve fasık (haşâ) dendikten sonra, adaletine ta’n edilmiş kişilerden haber almayı reddetmeleri gayet doğaldı. Bu durumda elinde Kur’an’dan başka hiçbir şey kalmayan, tabiki de Kur’an’da zinakarın cezası celdedir diyecektir, bundan başka ne beklenebilir ki?

Peki ya gümüzdekilere ne oluyor? Onlar niçin recmi reddediyorlar? Yoksa onlar da mı Sahabeye ve içinde büyük fakihlerimizin ve imamlarımızın bulunduğu nesillere güvenmiyorlar?

Kaldı ki Hariciler 22 fırkadır. Bunu bu sebeple inkar edenler sadece Ezarika taifesidir. Bizzat Sahabîleri tekfir ederek kanlarını ve mallarını helal görüp onlarla savaşmışlardı. Ömer bin Abdulaziz (r.h) ile bu recm meselesini tartıştıkları rivayet meşhurdur. Sünnet yolu ile sabit olan bir takım hükümleri kabul ettikleri yöntemle recmi de kabul etmeleri gerektiğini kendilerine açıklanınca, çelişkilerini anlayan Hariciler inkar etmekten vazgeçmişlerdi. Özetle Ezarika fırkasına mensup kişiler eğer Sahabeyi tekfir etmeselerdi veya aralarında adaletine güvendikleri birileri bunu doğrulasaydı, her ne kadar zahirde Nur suresi 2. ayet ile tearuz söz konusu olsaydı bile, itiraz etmeksizin kabul edeceklerdi. Çünkü haberin sahih yolla sübutundan sonra, geriye birbiri ile zahirde çatışan sahih iki haber konusunda ‘’tercih yöntemi’’ ilmini işletme kalır. Bu tür haberler arasında tercih yöntemi hakkında usul kitaplarına başvurulabilir.

Peki günümüzdekilerin reddetmek için ne gibi gerekçeleri var? Onların da en azından rivayetin sıhhati yönünden endişeleri giderildikten sonra kabul etmeleri gerekmez mi? Eğer evet diyeceklerse o halde haberin sıhhatini ele alalım. Bunun yolu ise, selim akıl kaideleri ile birlikte isnad ilmini teknik olarak işletmektir. Unutulmamalıdır ki, genel olarak dinler arasında, özel olarak İslam içi franksiyonlar arasında, Ehl-i Sünnet’in haberi doğrulamadaki isnad yöntemi, Yahudi ve Hristiyanları bile hayretler içerisinde bırakmıştır. Üstelik recm hükmünün kabulü Ehl-i Sünnetin münferit olduğu bir kabul değildir. Diğer başka fırkalar da recmi kabul etmektedirler.

Son olarak bunlara şöyle diyoruz: Eğer sahih olması halinde bunu kabul edecekseniz, yani yukarıda zikri geçen birinci grubun dediği gibi Kur’ana (haşâ) ters olan peygamber (s.a.v) sözü bile olsa reddederiz demiyorsanız, buyurun bu haberin sıhhatini inceleyelim. Görülecektir ki, bu konu, Sahabe arasında hiçbir itirazın olmadığı derecede katî icmaaî bir meseledir. Sahabeden sonra da Tabiîn ve Tebe-i Tabiîn’den hiçbiri buna itiraz etmeden nesilden nesile kabul ile aktarmışlardır. Onlardan hiçbiri ‘’bu Kur’an’a zıttır o yüzden reddedelim’’ dememiştir. Buraya kadar zikrettiklerimiz özel bir konuya değil, bilakis genel olarak redd ve kabul işlemine yönelik değerlendirmelerdi. Bundan sonra özel olarak recm konusu hakkında konuşacağız. Recmin ispatını ve karşı tarafın iddialarını cevapları ile birlikte ele alacağız inşAllah.

Recme Dair Rivayetler Ve Değerlendirmeler

Recm meselesi az önce değindiğimiz gibi Sahabe, Tabiin ve Tebe-i Tabiin ve sonradan gelen sözü dinlenilir Müslümanların imamlarından ve fakihlerinden hiçbir itiraz olmaksızın kabul görmüş şerî bir hükümdür. Öyle ki, recm konusu, belki sünnet yolu ile nakledilen hükümlerin tartışmasız olarak en sahihini oluşturmaktadır. Nitekim 60’a yakın sahabe tarafından ayrı ayrı nakledilmiştir. Bu açıdan mütevatir bir hükümdür. Mütevatir olması her bir hadisin başlı başına mütevatir olmasını gerektirmez. Mütevatir oluşu manendir. İmam Suyuti’nin de dediği gibi muhtelif mütevatir vakıalardaki ‘’asgarî manadaki tevatür’’ manevi tevatür olarak isimlendirilir. Bu şart, recm rivayetlerinde fazlası ile oluşmuştur. Çünkü her ne kadar bazen bazı rivayetler ravi tarafından bir başka amaçla zikredilse bile, kesiştikleri ortak nokta recmin vaki olduğudur. Sonra bu rivayetlerden hiçbirinin mustakil olarak mütevatir olmadığı söylenemez. Bilakis tevatüre ulaşan da vardır.

Mesela bunlardan birisi ‘’Çocuk kimin yatağında dünyaya gelmişse onundur, zina etmiş kadın içinse taş vardır’’ hadisidir.

Muhaddislerin de özel olarak vurguladıkları üzere bu hadis 30’dan fazla sahabî tarafından rivayet edilerek tevatür şartlarını fazlası ile barındırmıştır. Üstelik bu hadis, lafzen dahi mütevatirdir. Yani 30’dan fazla sahabînin her biri bu hadisi aynı lafızla zikretmişlerdir. [1]

Birinci hadis: İmam Müslim’in sahihinde geçen, 4390 numaralı hadistir. Ubade bin Samit (ra)’dan rivayet edilmektedir. Hadis şöyledir: ‘’Resulullah (s.a.v) dedi ki, ‘Benden alın benden alın. Allah onlara bir yol açtı. Bekarla bekar yüz değnek ve bir yıl sürgün, evli ile evlinin cezası ise yüz değnek ve recm edilmedir.’’
Hadisin geçtiği diğer kaynaklar: Tirmizi Evli Zinakarın Recmi Konusunda Hudud Bahsi’nde 1434 rakamlı hadis; Ebu Davud Recm Bahsi’nde 4415 rakamlı hadis; İbn Mace Recm Haddi Babında Hudud Bahsi’nde 2550 rakamlı hadiste.

Şerh:
Hadiste ‘’Allah onlara bir yol açtı’’ ifadesi ile Nisa suresi 15. ayete işaret edilmektedir.

‘’Kadınlarınızdan fuhuş (zina) yapanlara karşı içinizden dört şahid getirin. Eğer onlar şahitlik ederlerse, o kadınları ölüm alıp götürünceye veya ‘’Allah onlar hakkında bir yol açıncaya kadar’’ kendilerini evlerde tutun (dışarı çıkarmayın)’’ (Nisa-15)

Bundan önce zinakarlara verilen ceza evlerde hapsedilmek veya Allah Teala’nın onlar hakkında bir hüküm indirmesini beklemekti. Ayetteki sebil (yol)’dan maksat da budur. Resulullah (s.a.v) bu hadiste onlar hakkındaki yolun ne olduğunu beyan etmiştir.
Resulullah (s.a.v)’ın ‘’Evli ile evlinin cezası yüz değnek ve recm edilmedir’’ sözüne gelince, hadisin bu cüz’ünden istidlâl eden Hasan Basri, İshak bin Rahaveyh, Davut ez-Zahirî ve İbnu’l-Munzir gibi imamlar, evli zinakarın önce celde sonra da recm edileceğini savunmaktadırlar. Yani her iki cezasının birden tatbik edileceğini söylerler. Ayrıca bu, İmam Ahmed’in mezhebindeki muhtar olan görüştür. (İbn Kudame, cilt 10, sayfa 120’ye ayrıca İbn Hacer, Fethu’l-Bari, cilt, 12, sayfa 119’a bakılabilir.)

Cumhura göreyse, sadece recm edilir. Çünkü Nebi (s.a.v) gerek Maiz kıssasında ve gerekse Ğamidiyye ve Asif kıssasında sadece recmetmekle yetinmiştir. Cumhurun bu görüşünü Nevevî (rh) şöyle savunur: ‘’Ubade bin Samit hadisi (yani bu hadis) zikri geçen kıssalardaki hadislerle neshedilmiştir. Nitakim Ubade bin Samit hadisi Nisa-15 ayetinden sonra gelen ilk hadistir. Diğer hadislerinse tümü, bu hadisten sonra varid olmuştur. Sonradan gelen önceden gelene takdim edilerek neshedildiğini söyleriz.’’ demektedir.

Kimileri de Amir eş-Şa’bi (r.a)’nın Ali (r.a) hakkında rivayet ettiği habere dayanarak, sahih olanın ikisini birden uygulamak olduğunu, ancak yerine göre küçük cezasının büyük cezaya idğam edilip girdirilerek küçük olan celde cezasının uygulanmamasının da mümkün olduğunu söylemişlerdir. Tıpkı bazı alimlere göre namazın sefer halinde kısaltılıp kısaltılmayacağı konusunda kişinin muhayyer olması gibi. Amr eş-Şa’bi’nin İmam Ali’den rivayet ettiği söz konusu hadise şudur:
Amir eş-Şabi der ki: Ali (r.a) Şüraha el-Hamedaniyye’ye Perşembe günü celde atıp, Cuma günü de recmetti. Sonra şöyle dedi: ‘Allah’ın kitabına göre celde attım, Resulullah (s.a.v)’in sünnetine göre de recmettim.’’

Bu kimselerin bu hadisedeki istidlal yönleri şudur: ‘’Eğer celde atmak Nevevî (r.a)’nun dediği gibi mensuh olsaydı, Ali (r.a) böyle yapmazdı.’’

Hülasa ‘’Resulullah’ın (s.a.) Maiz, Ğamidiyye ve Asif kıssalarında celdeyi uygulamaması neshedildiğinden değil, bilakis büyük cezanın küçüğe idğam edilebileceği kaidesine binaen yapılmıştır. Ali (r.a) ise asl olan ile amel etmiştir’’ demektedirler. Allah’u- a’lem (Birinci hadisin şerhi bitti) [2]

Konu ile ilgili bir diğer hadis Ömer (r.a) hadisidir:
Müslim 4394 rakamlı ibn Abbas’’tan rivayet edilen hadis şöyledir:
Hadisin senedi: Bana Ebu Tahir ve Harmele bin Yahya şöyle dediler: Bize Vehb dedi ki, bana Yunus ona İbn Şihab, ona Ubeydullah bin Abdillah bin Utbe dedi ki: Ben İbn Abbas’ın şöyle dediğini işittim

Hadisin metni: Ömer (r.a) Resulullah (s.a.v) minberinde oturmuş halde şöyle dedi: Allah Muhammed’i (s.a.v) hak ile gönderdi. O’na kitabı indirdi. Ona indirilenler arasında recm ayeti de vardı. Biz onu okurduk, iyice kavradık ve aklımıza kazıdık. Sonra bizzat Resulullah’ın kendisi recmi uyguladı ve O’nun (s.a.v) ardından biz de öylece uyguladık. Ve bn şimdi uzun zamanlar gerçer de birilerinin ‘’biz Allah’ın kitabında recm hükmünü bulamıyoruz’’ demek suretiyle Allah’ın indirmiş olduğu bir farzı terkederek sapmalarından korkuyorum. Oysa recm, zina eden evliler hakkında Allah’ın kitabındaki sabit hak bir hükümdür. Erkek veya kadın hakkında ya itiraf yoluyla ya da gebe kalma yoluyla delil sabit olmuş herkese uygulanması vaciptir.’’(hadis bitti)

Hadisi Müslim dışında İmam el-Buhari kitabının 10’a yakın yerinde, İmam Malik Muvatta’nın hudud bahsinde, İmam Tirmizi aynı şekilde hudud bahsinde, Ebu Davud hudud bahsinde, İbn Mace hudud bahsinde, Darimi hudud bahsinde ve İmam Ahmed bin Hanbel ise, Müsned’inin bir kaç farklı yerinde nakletmektedir.

Şerh:
Bu hadise ve diğer rivayetlere baktığımız zaman Ömer (r.a) aslında hutbeye çıkış amacı başta hilafet hakkında konuşmak olmakla birlikte kendisinden sonra olabilecek muhtemel sapmalara değinmekti. Bu konuların arasına recmi de ekeleyerek bu konudaki sapmalardan insanları sakındırmak istediğini görüyoruz. Özelliklle Buhari’nin rivayetine baktığımızda hutbeye çıkış amacı hakkında bize açık bilgiler verilmektedir. Hadisteki ‘’birilerinin biz Allah’ın kitabında recm hükmünü bulamıyoruz’’ sözünde geçen ‘’kitap’’tan maksat, Kur’an’ı-Kerim’dir. Buradaki kitaptan maksadın Kur’an olduğunu bir önceki ‘’O’na indirilenler arasında recm ayeti de vardı’’ sözü teyid etmektedir. Nitekim indirilme yani nüzul ifadesi çoğunlukla Kur’an ayetleri için kullanılır. Hadisin sonundaki ‘’Oysa recm, zina eden evliler hakkında Allah’ın kitabındaki sabit hak bir hükümdür.’’ sözünde geçen kitaptan maksat ise, Kur’an-ı Kerim değildir. Aksi halde Kur’an’da mevcut bir ayet olarak geçmesini gerektirir. Buradaki ‘’kitap’’tan maksat, ‘’sabit hak bir hükümdür’’ ifadesi ile bilrikte ele aldığımızda, ‘’sabit farz bir hükümdür’’ anlamındadır. Zira kitabın anlamlarından birisi de ‘’farz oluştur.’’ Şerî irade konusunda ‘’Allah Teala bunu yazdı’’ denirse, Allah bunu farz kıldı şeklinde anlaşılır. Tıpkı ‘’Oruç sizden öncekilere yazıldığı gibi size de yazıldı’’ ayetinde olduğu gibi. Burada farz oluş, kitabet kelimesi ile ifade edilmektedir. Bu durumda burada lugat manası kullanılmıştır.

Hadisteki ‘’birilerinin biz Allah’ın kitabında recm hükmünü bulamıyoruz demesinden korkuyorum’’ sözünceki kitapta bulamamaktan kasıt, sarih olarak bulamamaktır. Yoksa recm hükmü işareten Allah’ın kitabında vardır. Allah’ın kitabında recmin işaret yolu ile değinildiğine dair deliller şunlardır:

Birinci delil: Nisa 15. ayette, Allah’ın onlara bir yol açıncaya kadar evlerde hapsedilmesi buyrulmaktadır. Ubade bin Samit hadisinde ortaya çıktığı üzere, ayetteki ‘’yol’’dan maksat, evliler hakkında recm, bekarlar hakkında ise celde cezasıdır. Resulullah’ın (s.a.v) bu Ubade bin Samit hadisinde geçen ‘’Allah onlara bir yol açtı’’ ifadesi, Nisa suresi 15. ayette geçen ‘’Allah onlara bir yol açıncaya kadar’’ ifadesinin ta kendisidir. Bu açıdan ayette recm hükmüne işaret vardır. Bunu İbn Hacer (r.a) Fethu’l-Bari cilt:12, sayfa:148’de buna yakın manada dile getirir.

İkinci delil: Sahih riavayetlere göre recm vakıası hakkında nazil olan Maide suresi ayetleridir. Allah Teala şöyle buyurmaktadır:

‘’Yanlarında içinde ‘’Allah’ın hükmü (hukmullah)’’ bulunan Tevrat varken, nasıl oluyor da seni hakem yapıyorlar, sonra bunun ardından verdiğin hükümden yüz çeviriyorlar? İşte bunlar inanmış değillerdir.’’ (Maide,43)

Ayette geçen ‘’Allah’ın hükmü’’ ve bir sonraki ayette zikredilen ‘’Her kim Allah’ın indirdiği ile hükmetmezse işte onlar kafirlerin ta kendileridir.’’ (Maide,44) ayetinde zikredilen ‘’Allah’ın indirdiği’’ ile kastedilen, recm hükmüdür. Çünkü Yahudiler, Allah Teala’nın zinakarlara verilen hükmünü sormuşlardı, bu ayetler de bunun üzerine nazil olmuştu.

Bu deliller recmin işaret yolu ile Kur’an’da sabit olduğunu göstermektedir. İşaret yolu ile sabit olan hükümler tıpkı ibare yolu ile sabit olan hükümler gibidir. Çünkü Şarî Tealâ kelamının işaret, lazım ve muktedasının doğurduğu sonuçları bilmektedir. Ve bizlere delaletleri ile amel etmemiz için kelamını tedebbür etmemizi emretmektedir.

Muhaliflerimiz bu noktaya şöyle bir şüphe ekmek istemektedirler: ‘’Her ne kadar ayetlerde geçen Allah’ın hükmü ifadesi ile kastedilenin recm olduğunu kabul etsek bile bunun Tevrat’taki bir hüküm olduğunu dolayısıyla İslam’da geçerli olmadığını söyleriz.’’ demektedirler.

Bu şüpheyi gidermek adına söz konusu ayetleri biraz daha açmak istiyoruz. Ayette Allah’ın hükmü diye ifade edilen recm cezasının İslamî bir hüküm olduğunu bir kaç açıdan anlayabiliriz.

1-Buradaki Allah’ın hükmünden maksat sadece Tevratta’ki tahrif edilmemiş Allah’ın hükmü olması dinin değişmez sabiteleri ile çelişmesi bir yana, nüzul sebebi ile birlikte düşündüğümüzde ayetin akışına ve ifadelerine ters düşmektedir. Şöyle ki, ayetler, mücerred bir hükümden değil, bilakis yerine getirilmesi farz olan, aksi halde tehditle karşılaşılan Allah’ın bir hükmünden söz etmektedir. Tevrat ise İslam dini geldikten sonra hükmü neshedilmek sûreti ile ‘’Allah’ın farz olan hükmü’’ vasfını yitirmiştir. Hükmü neshedilen bir şey müminler için Allah’ın hükmü olamaz. Aksi halde insanların son hak din olan İslam’a bağlanmaları konusunda işkal oluşur. Ve birilerinin ‘’madem Tevrat’taki tahrif olmamış hükümler de Allah’ın hükmüdür, o halde onunla da amel edilebilir!’’ gibi sözler söylemeye hakları olur!

Oysa tüm ehli İslam’ın ittifakı ile neshedilmiş şeriatlarla hükmetmek haramdır. Bu ayetlerde Allah Tealâ Resûlüne hitaben ‘’Aralarında Allah’ın indirdiği ile hükmet’’ demektedir. Usul ilmindeki mukarrar kaideye göre ‘’Allah’ın resûlüne hass olduğuna dair açık bir karine olmayan tüm hitaplar ümmeti için de bağlayıcıdır.’’ Resulullah ise onlar arasında hükmetmişse -ki hükmetmişti- o halde ne ile hükmettiği sorusu kaçınılmaz gündeme gelecektir.

Cevap olarak, Resulullah’ın (s.a.v) ‘’Aralarında Allah’ın indirdiği ile hükmet’’ ayetindeki emir uyarınca onlar arasında kuşkusuz Allah’ın hükmüyle hükmetti deriz. Verdiği hüküm ise recm olduğuna göre, recmin, Resullah’ın şahsında İslam dininde tüm ümmete farz olan bir hüküm olduğu ortaya çıkar. Çünkü emir sîgası vücûp ifade eder ve engelleyici bir karine olmaksızın Resulullah’a (s.a.v) yöneltilen emirlerin tümü ümmeti de bağlar.

Bazı Müslümanlar sözlerinin nereye gittiğinin farkında olmadan cehaleten, maalesef Resulullah’ın Yahudi şeriatı ile hükmettiğini söyleyebiliyorlar. Oysa bu sözün batıllığı o kadar açıktır ki, İbn Hazm (rh) Muhallâ adlı eserinde buna işaret ederek ‘’Kim Resulullah bu hadisede Yahudilerin şeriatı ile hükmetmiştir derse mürted olur.’’ demektedir.

Her Müslüman kesinlikle şunu söylemelidir, ‘’Bir peygamber olarak Resulullah (s.a.v) bizden önceki şeriatlarda geçerli olan hükümler bile olsa, asla Allah’ın hükmü dıında bir başka hükümle hükmetmez. Çünkü bir sonraki ayette Allah Tealâ şöyle buyurmaktadır: Kim Allah’ın indirdiği ile hükmetmezse, işte onlar kafirlerin ta kendileridir.’’

Bu ayet, vacip olan İslam’ın hükmüne muhalif ister salt hevaya dayanan beşeri bir hüküm olsun, ister hükmü neshedilmiş bir hüküm olsun, herhangi bir hüküm ile hükmetmenin açıkça yasaklanmış şeytan işi haram amellerden olduğunu şüphe götürmez biçimde beyan etmektedir. Bu açık nehiy hükmüne rağmen, hala Resulullah (s.a.v)’in Yahudiler arasında Tevrat’la hükmettiğini söylemek, aklı başında birinin söyleyebileceği bir şey değildir.

Buraya kadar hadis, ayet ve icmaa ile recmin sübûtunu ispatlamaya çalıştık. Bundan sonra recmin vukû bulduğu tarihleri vesikaları ile birlikte açıklayacağız inşAllah.

Mehmet Bulgan (Abu’l-Hasan)

-------------------------------------------------
[1] Söz konusu hadisleri, sahabî isimleri, hangi kitapta geçtikleri ve rivayet ettikleri hadislerin özeti ile birlikte burada hazırladık. İsteyen olursa özel olarak ulaştırabiliriz. Burada hepsinin tek tek okunmasındansa, bir kaçını okumakla yetineceğiz inşAllah. Başarı kuşkusuz yüce Allah’tandır.

[2] Bu meseleyi zikreden üç hadis daha var. Müslim 4391 , 4392, ve 4393 rakamlarındaki hadisler. Birinci 4391 rakamlı hadis, Amir bin Nakıd, Huşeym’den, o da Mansur yolu ile birebir aynı isnad ile tahriç etmiştir. (Ubade bin Samit (r.a)’dan gelen bire bir aynı hadis) İkinci 4392 rakamlı hadis de, aynı şekilde Ubade bin Samit’den fakat bir başka tarikten (yoldan) rivayet edilmiştir. Bu hadisteki özellik şudur ki, bunun Resulullah’a (s.a.v) vahiy şeklinde indiği ifade ediliyor. Üçüncü 4393 rakamlı hadiste ise, aynı hadiseyi mustakil olarak başkası naklediyor.
Devamını Oku »