Allah nev-i beşerin â’mâlini hıfzeder


Bismillahirrahmanirrahim


İ’lem eyyühe’l-aziz!


Bir incir tohumunu tavırdan tavıra hıfzeden, devirden devire himaye eden, inhilâlden vikaye eden ve o tohumda incir ağacının teşkilâtına lâzım olan esasları kemâl-i ihtimam ile muhafaza eden, elbette ve elbette, halife-i arz ünvanını alan nev-i beşerin â’mâlini ihmal etmez, hıfzeder.


Bediüzzaman Said Nursi

(Mesnevi-i Nuriye-Şemme)
Devamını Oku »

Ey nefis! Namaz neden seni usandırıyor?



Bismillahirrahmanirrahim

Bir zaman sinnen, cismen, rütbeten büyük bir adam bana dedi:

“Namaz iyidir. Fakat hergün, hergün beşer defa kılmak çoktur. Bitmediğinden usanç veriyor.”

O zâtın o sözünden hayli zaman geçtikten sonra, nefsimi dinledim. İşittim ki, aynı sözleri söylüyor. Ve ona baktım, gördüm ki, tembellik kulağıyla şeytandan aynı dersi alıyor. O vakit anladım: O zat o sözü bütün nüfus-u emmârenin namına söylemiş gibidir veya söylettirilmiştir. O zaman ben dahi dedim: Madem nefsim emmâredir. Nefsini ıslah etmeyen başkasını ıslah edemez. Öyle ise nefsimden başlarım.

Dedim: Ey nefis! Cehl-i mürekkep içinde, tembellik döşeğinde, gaflet uykusunda söylediğin şu söze mukabil, Beş İkazı benden işit.

BİRİNCİ İKAZ

Ey bedbaht nefsim! Acaba ömrün ebedî midir? Hiç kat’î senedin var mı ki, gelecek seneye, belki yarına kadar kalacaksın?

Sana usanç veren, tevehhüm-ü ebediyettir. Keyif için, ebedî dünyada kalacak gibi nazlanıyorsun. Eğer anlasaydın ki ömrün azdır, hem faidesiz gidiyor; elbette onun yirmi dörtten birisini, hakikî bir hayat-ı ebediyenin saadetine medar olacak bir güzel ve hoş ve rahat ve rahmet bir hizmete sarf etmek, usanmak şöyle dursun, belki ciddî bir iştiyak ve hoş bir zevki tahrike sebep olur.

İKİNCİ İKAZ

Ey şikemperver nefsim! Acaba, hergün hergün ekmek yersin, su içersin, havayı teneffüs edersin; sana onlar usanç veriyor mu?

Madem vermiyor; çünkü ihtiyaç tekerrür ettiğinden usanç değil, belki telezzüz ediyorsun. Öyle ise, hane-i cismimde senin arkadaşların olan kalbimin gıdası, ruhumun âb-ı hayatı ve lâtife-i Rabbâniyemin havâ-yı nesîmini cezb ve celb eden namaz dahi seni usandırmamak gerektir.

Evet, nihayetsiz teessürat ve elemlere maruz ve müptelâ ve nihayetsiz telezzüzâta ve emellere meftun ve pürsevda bir kalbin kut ve kuvveti, herşeye kadîr bir Rahîm-i Kerîmin kapısını niyaz ile çalmakla elde edilebilir.

Evet, şu fâni dünyada kemâl-i sür’atle vâveylâ-yı firakı koparan giden, ekser mevcudatla alâkadar bir ruhun âb-ı hayatı ise, herşeye bedel bir Mâbûd-u Bâkînin, bir Mahbûb-u Sermedînin çeşme-i rahmetine namaz ile teveccüh etmekle içilebilir.

Evet, fıtraten ebediyeti isteyen ve ebed için halk olunan ve ezelî ve ebedî bir Zâtın âyinesi olan ve nihayetsiz derecede nazik ve letâfetli bulunan zîşuur bir sırr-ı insanî, zînur bir lâtife-i Rabbâniye, şu kasavetli, ezici ve sıkıntılı, geçici ve zulümatlı ve boğucu olan ahvâl-i dünyeviye içinde, elbette teneffüse pek çok muhtaçtır ve ancak namazın penceresiyle nefes alabilir.

Bediüzzaman Said Nursi

(Sözler)
Devamını Oku »

Her yüz, yüzer cihetle Allah'a şehadet eder



Bismillahirrahmanirrahim

Eşya, vücut ve teşahhusatlarında, nihayetsiz imkânat yolları içinde mütereddit, mütehayyir, şekilsiz bir surette iken,birden bire gayet muntazam, hakîmâne öyle bir teşahhus vechi veriliyor ki,meselâ herbir insanın yüzünde, bütün ebnâ-yı cinsinden herbirisine karşı birer alâmet-i farika o küçük yüzde bulunduğu ve zâhir ve bâtın duygularıyla, kemâl-i hikmetle teçhiz edildiği cihetle, o yüz, gayet parlak bir sikke-i ehadiyet olduğunu ispat eder.

Herbir yüz, yüzer cihetle bir Sâni-i Hakîmin vücuduna şehadet ve vahdetine işaret ettikleri gibi, bütün yüzlerin heyet-i mecmuasıyla izhar ettikleri o sikke, bütün eşyanın Hâlıkına mahsus bir hâtem olduğunu akıl gözüne gösterir.

Ey münkir! Hiçbir cihetle kabil-i taklit olmayan şu sikkeleri ve mecmuundaki parlak sikke-i samediyeti hangi destgâha havale edebilirsin?

Bediüzzaman Said Nursi

(Sözler, 33. Söz)
Devamını Oku »

Ücretimizi almışız hizmetle ve ubûdiyetle muvazzafız



Bismillahirrahmanirrahim

İkinci Meyve:
Ey nefis! Ubûdiyet, mukaddeme-i mükâfat-ı lâhika değil, belki netice-i nimet-i sâbıkadır. Evet, biz ücretimizi almışız; ona göre hizmetle ve ubûdiyetle muvazzafız.

Çünkü, ey nefis! Hayr-ı mahz olan vücudu sana giydiren Halık-ı Zülcelâl sana iştihâlı bir mide verdiğinden, Rezzâk ismiyle bütün mat'umâtı bir sofra-i nimet içinde senin önüne koymuştur. Sonra, sana hassâsiyetli bir hayat verdiğinden, o hayat dahi bir mide gibi rızık ister. Göz, kulak gibi bütün duyguların, eller gibidir ki, rûy-i zemin kadar geniş bir sofra-i nimeti o ellerin önüne koymuştur. Sonra, mânevî çok rızık ve nimetler isteyen insaniyeti sana verdiğinden, âlem-i mülk ve melekût gibi geniş bir sofra-i nimet, o mide-i insaniyetin önüne ve aklın eli yetişecek nisbette sana açmıştır.

Sonra, nihayetsiz nimetleri isteyen ve hadsiz rahmetin meyveleriyle tegaddî eden ve insaniyet-i kübrâ olan İslâmiyeti ve imânı sana verdiğinden, daire-i mümkinât ile beraber, Esmâ-i Hüsnâ ve Sıfât-ı Mukaddesenin dairesine şâmil bir sofra-i nimet ve saadet ve lezzet sana fethetmiştir. Sonra, imânın bir nuru olan muhabbeti sana vermekle, gayr-i mütenâhî bir sofra-i nimet ve saadet ve lezzet sana ihsan etmiştir. Yani, cismâniyetin itibâriyle küçük, zayıf, âciz, zelîl, mukayyed, mahdut bir cüz'sün. Onun ihsanıyla, cüz'î bir cüz'den, küllî bir küll-ü nurânî hükmüne geçtin. Zîrâ, hayatı sana vermekle, cüz'iyetten bir nevi külliyete; ve insaniyeti vermekle, hakiki külliyete; ve İslâmiyeti vermekle, ulvî ve nurânî bir külliyete; ve mârifet ve muhabbeti vermekle, muhît bir nura seni çıkarmış.

İşte ey nefis! Sen bu ücreti almışsın. Ubûdiyet gibi lezzetli, nimetli, rahatlı, hafif bir hizmetle mükellefsin. Halbuki, buna da tembellik ediyorsun. Eğer yarım yamalak yapsan da, güyâ eski ücretleri kâfi gelmiyormuş gibi, çok büyük şeyleri mütehakkimâne istiyorsun. Ve hem, "Niçin duâm kabul olmadı?" diye nazlanıyorsun. Evet, senin hakkın naz değil, niyazdır. Cenâb-ı Hak, Cenneti ve saadet-i ebediyeyi mahz-ı fazl ve keremiyle ihsan eder. Sen, dâimâ rahmet ve keremine ilticâ et, Ona güven ve şu fermanı dinle:

“Onlara söyle ki, ancak Allah'ın lütfuyla ve rahmetiyle ferahlansınlar. Bu, onların dünyada toplayıp durduklarından daha hayırlıdır.” (Yûnus Sûresi: 58.)

Bediüzzaman Said Nursi

(Sözler
Devamını Oku »

O (asm) her hareketinde istikamet ve itidal üzere gitmiş


Bismillahirrahmanirrahim


Üçüncü Mesele: Resul-i Ekrem Aleyhissalâtü Vesselâm hilkaten en mutedil bir vaziyette ve en mükemmel bir surette halk edildiğinden, harekât ve sekenâtı itidal ve istikamet üzerine gitmiştir. Siyer-i Seniyyesi kat'î bir surette gösterir ki, her hareketinde istikamet ve itidal üzere gitmiş, ifrat ve tefritten içtinap etmiştir.

Evet, Resul-i Ekrem Aleyhissalâtü Vesselâm  1ﻓَﺎﺳْﺘَﻘِﻢْ ﻛَﻤَٓﺎ ﺍُﻣِﺮْﺕَ emrini tamamıyla imtisal ettiği için, bütün ef'al ve akval ve ahvâlinde istikamet, kat'î bir surette görünüyor. Meselâ kuvve-i akliyenin fesat ve zulmeti hükmündeki ifrat ve tefriti olan gabâvet ve cerbezeden müberrâ olarak, hadd-i vasat ve medar-ı istikamet olan hikmet noktasında kuvve-i akliyesi daima hareket ettiği gibi; kuvve-i gadabiyenin fesadı ve ifrat ve tefriti olan korkaklık ve tehevvürden münezzeh olarak, kuvve-i gadabiyenin medar-ı istikameti ve hadd-i vasatı olan şecaat-i kudsiye ile kuvve-i gadabiyesi hareket etmekle beraber; kuvve-i şeheviyenin fesadı ve ifrat ve tefriti olan humud ve fücurdan musaffâ olarak, o kuvvenin medar-ı istikameti olan iffette, kuvve-i şeheviyesi daima iffeti, âzamî mâsumiyet derecesinde rehber ittihaz etmiştir.

Ve hâkezâ, bütün sünen-i seniyyesinde, ahvâl-i fıtriyesinde ve ahkâm-ı şer'iyesinde hadd-i istikameti ihtiyar edip, zulüm ve zulümat olan ifrat ve tefritten, israf ve tebzirden içtinap etmiştir. Hattâ tekellümünde ve ekl ve şürbünde iktisadı rehber ve israftan kat'iyen içtinap etmiştir.

Ayet Meali:

1-
"Emrolunduğun gibi dos doğru ol." (Hûd Sûresi: 11:112.)


Bediüzzaman Said Nursi

Lem'alar
Devamını Oku »

Postmodernin mi var, derdin var !..



 

Hasan Boynukara

Rivayete göre, padişahın biri sarayına bir hahamı çağırmış ve tavlada bağlı olan atı gösterip "bu nedir haham efendi?" diye sormuş, haham da “at’ demiş. “Vurun buna seksen değnek” demiş.

Papazı çağırmış. Papaz hahama ne olup bittiğini sormuş o da başına geleni anlatmış. Papaz tedbirli. Padişah “bu nedir papaz efendi” diye sormuş, papaz da “öküz efendim” demiş. “Sen nasıl ata öküz dersin. Vurun buna yüz değnek” demiş. Sıra keşişe gelmiş. Hahamın ve papazın başına geleni bilen keşiş huzura çıkmış. Daha padişah bu nedir diye sormadan “Padişahım bu Allah (Azze ve Celle)’ın bir belası, sen benim cezamı söyle” demiş. Postmodernizmin durumu da bundan çok farklı değil. Cezamızı bir bilsek rahatlayacağız. Bu yazıyı yazmakla bir kısmını çekmiş olabileceğimi umuyorum.

Postmodernizme dair bir yazının en zor tarafı, yazıya nereden başlanacağını tespit etmektir. Bu işi becerdikten sonra arkasını getirmek daha kolay gibi. Ama ben hala ne nereden başlayacağımı kestiremedim. Acaba aklı başında herkesin yaptığı gibi önce bir tanım mı yapmaya çalışsam, daha doğrusu bir yerlerden bir tanım mı aşırsam, biraz tarihçesinden mi sözetsem, yani bir yerlerden aktarsam, belli bir mantık çerçevesi içinde mi ele alsam yoksa postmodernizmin rûhunu yaralamamak için aklıma geldiği gibi mi yazsam, bilemiyorum.

Toplumca postmoderne büyük bir sempatiyle baktığımız kesin. Bir kısmı ilgilenmiyor görünse de, bırakın bu saçmalıkları diyerek bilgiçlik taslasa da içlerinin yandığını, açıklama yapacak bir yetkili beklediklerini adım gibi biliyorum. Tanık olduklarımdan yola çıkarak diyorum ki bu konuda bir şey bilip de söylemeyen herkes vebal altındadır. Son zamanlarda çeşitli kesimlerden gelen sorular üzerine, bir dişin kovuğunu dolduracak kadar da olsa bir şeyler yazmak için araştırmaya başlamamın kaçınılmaz olduğunu, aksi halde vicdanen rahat olmayacağımı,vicdanen rahat olsam da okumuş yazmış okur vatandaşın dipnotsuz, kaynakçasız bir yazıyı görünce kalbinin kırılacağını hissettim. Yazıma ciddi bir hava vermek için bir bibliyografya
taraması yapayım dedim, demez olaydım. Oturup hepsini karıştırmaya kalksam, geçecek süre içinde postmodernizm demode olurdu. Zaten bunun post'u çıkmış bile: Post-postmodernizm.

Yapısalcılıkta bu felaket başımıza gelmedi mi? Yapısalcılığı çözdük çözeceğiz demeye kalmadan post-yapısalcılık çıkmadı mı? İzninizle ben asıl konuya dönmek istiyorum çünkü bu gidişle işin post'u değil, suyu çıkacak.

Evvela, ne olduğu konusunda hala ciddi tartışmaların yapıldığı bir konuda uzman edasıyla  açıklamalar yapacak durumda olmadığımı hissettiğimden böyle bir başlık seçtiğimi belirtmeliyim. Biraz tarihçe, biraz tanım, epeyce birazı da okuyucunun takdirine bırakılacak bir yazı olacaktır.

Ellilerden sonra ortaya çıkan en önemli akım. Ne akımı? Her şeyi içine alan bir akım: Mimari,edebiyat, müzik, sosyoloji vs... Nereden çıktı, niye çıktı? Batı’da ortaya çıkan ve romantizm,realizm, naturalizm, modernizm gibi kültürel ve edebi akımların bir devamı mı, bunların tümünden bir kopuş mu, tıkanan modernizme soluk aldırmak mı? Okuduklarımdan ve duyduklarımdan aklımda kalanı söyleyeyim: Modernizmin bir dünya cenneti yaratma projesinin başarısızlıkla sonuçlanmasının ardından başlayan, sınırları ve sorumlulukları çok net bir biçimde ortaya konulamayan, yapılan tanımların çoğuna sığmayan kültürel, edebi, mimari bir akım.

Batı uygarlığına duyulan güvensizlik ve iki dünya savaşı, soykırımlar, modern
sömürgecilik, yoksullarla varsıllar arasında ortaya çıkan inanılmaz uçurumlar gibi olumsuzluklar yeni çıkış yollarının aranmasına yol açtı. Habermas, Loyotard, Jencks gibi düşünürler, yeni kültürel oluşumların gerekliliğine dikkat çektiler. Yüksek kültür ve halk kültürü gibi ayrımları göz ardı ederek, geçmişi ve şimdiyi, seçkin olanla sıradanı bir araya getirme gibi yönelimleriyle modernizmin elit/seçkinci yapısıyla karşılaştırıldığında daha demokratik, daha katılımcı, daha kucaklayıcı ve daha özgür bir “faaliyet alanı” olarak belirmektedir.

İzin verirseniz Gilbert Adair’in yardımına başvuralım. Adair’e göre “Post-modernizm, neredeyse tanımı itibariyle toplumsal, kültürel, ekonomik ve ideolojik tarih içerisinde modernizmin dürüst ilkelerinin ve uğraş alanlarının artık işleyemediği ama yerlerine tam anlamıyla yeni bir değerler sisteminin de konamadığı bir geçiş döneminin zirvesi”dir. [1]. Bu da fazla bir şey söylemiyorsa biraz tarihçesine bakalım. Tarihçe bize postmodernizm modernizmden bir kopuş mu, yoksa modernizm artı bir şey mi olduğu konusunda bir yardım sağlayabilir.

1970'lerin başından beri modern çağın sonunun 1940'lar (yoksa 45 mi?) ile 70’ler arasında bir yer olduğu ve bunun ciddi olarak tartışılması gerektiği söylenmektedir. İkinci dünya savaşından sonra yazılanlar için bir süre “Savaş-sonrası" (Post-war) kelimesi yaygın ve popüler  bir ifadeyken, sonraları post-tarihsel, post-aristotelyan, post-Hristiyan, post-humanist, post-rasyonal, post-endüstriyel, post-liberal ve post-modern ifadeleri ortaya çıktı (1).

İlk bakışta post'la başlayan bu kadar farklı etiketlemenin can sıkıcı bir tarafı olduğu söylenebilir. Bununla birlikte yaşanan olaylar ve ortaya çıkan olguları anlamada her birinin geçmişe ve bugüne ışık tutacak ipuçları taşıdığı da belirtilmelidir. Edebiyat açısından post-modern ifadesi kayda değer bir yenilik ve farklı bir bakış açısı demektir. Modern dönem, Romantik dönem şiirinden başlayarak bu yüzyılın ilk otuz yılında denenen avant-garde (yenilikçi) [2] edebiyatı içine alır. Genel olarak 18.yy’ın sonlarıyla 20.yüzyılın ilk çeyreğini içine alan döneme modern dönem denilmektedir. Kuşkusuz bu dönemde üretilen edebi yapıtların tümünü tema, dünya görüşü, zaman ve kişi açısından aynı kefeye koymak mümkün değildir. Özellikle 1910–45 arasında yaratılan sanat ve edebiyat eserlerinin geleneksel modernizmin tematik ve formel geleneklerine uymadıkları söylenmelidir.

Çünkü modernizm bir anlamda modern paradigmalardan bir sapmadır ve son derece bireysel bir yaklaşımı ifade eder. Bazı eleştirmenler 1930'lara kadar olan dönemi modern, sonrasını ise postmodern olarak adlandırırlar. Toynbee post-modern'i "Batı kültürünün son aşaması" olarak tanımlar. Toynbee’ye göre modern dönem 1875'te başlar[3]. Amerikalı eleştirmen Ihab Hassan ve Harry Levin, bu sözcüğü Toynbee'den ödünç alırlar. Charles Olson da kelimeyi aynı kaynaktan alır.
Olson "1875'ten bu yana, bilginin doğasının ne kadar değiştiği henüz ortaya konmuş
değildir. Bu tarihlerde insanlar evrenle ilgili bilinen teknikleri kendisine uyguladı ve bu değişiklik, insanı, radikal biçimde ve ölçülerde değiştirdi” der. [4]

Toynbee gibi Olson'da yeni çağın başlangıcı olarak önceki yüzyılın son çeyreğini gösterir. Bu sınılandırma edebi olmaktan çok tarihsel bir yaklaşıma dayalıdır. Howe ve Levin, 1950’lerin sonunda, gerideki bıraktıkları son on yılı (50-60 arasını) modern-sonrası olarak tanımlarlar. [5] Modern klasiklerin (Yeats, Eliot, Pound and Joyce) dönemlerini tamamladıklarını belirtirler. Howe ve Levin’e göre "Modernlerin sahip oldukları kararlılık ve ilkelerden yoksun olanlar, sanat ve edebiyatta sadece bozmaya ve karmaşıklaştırmaya yönelmektedirler. Kişisel bir takım deneyimlerini ve algılarını yansıtmaktan başka bir şey yapmamaktadırlar” [6]. Philip Stevic de “Ben şahsen post-modern ifadesini çok can sıkıcı ve yararsız görüyorum.

Son zamanlarda kurgusal yapıtlar yaratılırken, modern ustaların yapıtlarını göz önünde bulundurmuyorlar ve modern olandan bu kopuş, yeni romanın başlıca özelliklerinden biridir” der [7]. Bu açıklamalardan postmodernin serazatlığı ve pervasızlığı konusunda bir düşünce birliği olduğu, önceki dönemden bir kopuşu, bir uzaklaşmayı ifade ettiği anlaşılmaktadır. Ancak modernizmle bağların koparıldığı düşüncesine katılmayanlar da var. Çünkü postmodernizm “modernite ve modernizmin projelerine kayıtsız değildir. Amacı daha geniş, demokratik bir yapı oluşturmaktır.” [8]. Kültür ve sanat karşısındaki duruşu itibariyle modernizm ile postmodernizm arasında bir takım farklılıkların varlığından söz etmek mümkün olmakla birlikte, radikal bir kopuştan ya da bir uzaklaşmadan söz etmek doğru değildir.

Gerçekte bu önek, yani post, bize, biten şeyin ne olduğunu anlamamızda yardımcı olabilir. En basit biçimiyle bu belirli bir disipline ve bir takım kurallara dayalı olmanın ötesine geçmek demektir. Post-moderne şöyle yaklaşırsak daha anlaşılabilir bir sonuca ulaşabiliriz diye düşünüyorum: Modernin ötesine geçme, şiirde, tiyatroda ve romanda geleneksel modern eğilimden daha özgür, daha yaratıcı, daha farklı üsluplar ortaya koyma. Postmoderni eleştirenler düşüncelerine bir rezerv koyma gereği de duyarlar. Örneğin Levin söylediklerinin çağdaş yazarları kınamak anlamına gelmediğini çünkü en doğru sözü zaman söyleyeceğini belirtir.

Howe da benzer bir görüşü paylaşır ve bu durumu, içinde yaşanılan değer yoksunluğuna bağlar "Artık karakterin karşı koyacağı, bağlayıcı ahlaki bir öğe kalmadı, dolayısıyla kahramanca nitelikler geliştirmesine de olanak kalmadı. Artık büyük romanlar çağı sona erdi”. Levin daha sonra, zamanın yargısını beklemeden "evet durum nesnel bir biçimde değişmekte ancak bu daha iyiye doğru bir değişme değildir.

Norman Mailer’ın yeni çalışmalarına bakın, ya da Saul Bellow'un. Ben bunlara Đngilizce bölümü romanı diyorum: Barth ve Pynchon'ı düşünün” der. [9] Postmodernin doğasını büyük ölçüde değiştiren Leslie Fiedler olmuştur. Altmışların ortalarında post modernizmin temel yöneliminde fütüristik bir isyan, bi başkaldırı görür. [10] Fiedler postmodernizmin geçmişten radikal bir biçimde bir kopuş olduğu kanısındadır. Buna geleceğe kilitlenmek de denilebilir. Dolaıyısıyla Howe ve Levin için hala vazgeçilmez olan modernizme fazla aldırmadan, edebi faaliyetlerin gelişme yönüne bakar. Fiedler bu konuda yalnız değildir. Susan Sontag da Fiedler'le benzer görüşleri paylaşır.

Terminoloji farklı olsa da Fiedler’in futuristik isyanı ile Sontag'ın '”Yeni Duyarlılığı” aynı şeydir.Her ikisi de düşüncenin tarihsel değişimini, yani geleneksel olandan bir kopuşu dile getirirler.

Günümüzde kahraman yoktur ve kahramanlık çağı geride kalmıştır. Herkes yeni bir başlangıç noktasında olduğumuzu kabul etmelidir. İşte postmodern sıfatı bu yeni başlangıcı ifade için kullanılmaktadır ve bu gelecek vaadlerle, umutlarla doludur. Postmodern, çağın değişen yüzünü, görünüşünü ve niteliğini belirtmek için kullanılmaktadır. Postmodern sadece bir üslup değişikliği değil, modernizmin ötesine geçmeyi amaçlayan çabaların toplamıdır. Buna ister karşı-sanat deyiniz, isterse modern sanat anlayışının aşındırdığı üslupların yeniden anlandırılması, yaşama yeniden kazandırılması deyin.

Postmodernizm çoğulculuk rûhunun diriltilmesidir. Geleneksel tutuculuk ve bağnazlıklardan uzaklaşmadır. Postmodernin popüler kültürle yüksek kültür, yüksek sanatla pop sanatı arasındaki farkı ortadan kaldırma eğilimi edebiyatta “ne yazsan gider” anlayışına zemin hazırlar. Bu da her türlü sayıklamanın, kuralsızlığın, ilkesizliğin, estetik kaygısızlığın ve yüzeyselliğin sanatsal bir çerçeve içine alınabileceği tehlikesini doğurmaktadır. Kültürel anlamda bu yeni, kucaklayıcı tavır dışlanmış, küçük görülmüş, unutulmuş hatta yasaklanmış kültürel alanların keşfini,bunların yeniden değerlendirilmesini mümkün kılarken, edebiyatta beyaz dizilerle Shakespeare’in yapıtlarını aynı kefeye koyma aymazlığını getirmektedir.

Şiir yazma ile fatura yazmayı aynı değerde görme anlayışına meşruluk kazandırmaktadır. Bir başka açıdan bakıldığında, yukarıda bazı özellikleri ortaya konulan postmodernizm edebiyatta, sanatta, politikada ve hayatın diğer alanlarında kendilerini ifade etme fırsatı bulamamış, görüşlerini açığa vurması engellenmiş gruplara, topluluklara, tek tek bireylere önemli fırsatlar sunmaktadır.

Modernizmin baskıcı/otoriter tavrı yerine sınırsız özgürlükler sunma gibi bir özellik taşımaktadır.Postmodern, içinde yaşadığımız belirsizlikler çağında ne sorunların eksiksiz bir tanımı ne de bu sorunlara mutlak çözümleri öngörür. Edebiyatta olabilirlik, süreksizlik, kopukluk, mantıksal gelişimi dışlama gibi nitelikler taşır. Geleneksel dilin, ciddi bir kimlik ve benlik krizi yaşayan günümüz insanının deneyimlerini ve düşüncelerini aktaramayacağı kanısından yola çıkarak yeni bir tarzda kullanımı savunûr. Pynchon’ın The Crying Lot of 49’ı, Joseph Heller’ın Catch 22’su akla gelen iki örnektir. Bu ve benzeri romanlarda ne alışkın olduğumuz kahramanlar, ne mekân,ne de olay örgüsü gelişimi vardır. Sınırların belirsizleştiği, belirsizliğin sınır tanımadığı yeni bir durumla karşı karşıyayız. Bu durumun ne kadar süreceği ve nasıl sonuçlanacağı ise hala meçhul.
--------------------------------------------------------------------------------
[1] Gilbert Adair, Postmodern Kapıyı iki Kere Çalar, Çev. Nazım Dikbaş, Đletişim Yay.,1994.s. 26

[2] Avant-garde: Sosyoljik açıdan geleneksel yazar-okuyucu ilişkisinin çözülmesi ve yazarın yapıtı karşısında okuyucu gibi davranması. Đdeolojik olarak avant-garde. Bilimin başarılarının reddi ve gerçeğin şimdiye kadar bilinmeyen yönlerinin ortaya çıkarılmasının reddi. Estetik açıdan 19.yy estetik ölçülerine karşı çıkmadır. M,PM and Cont.:Hoffman, Hornung, Kunow.s. 19

[3] A Study of History_, abridged by D.C. Somervall (Oxford, 1947). 8 A. Toynbee, _A Study of History_, Parts I-III, (Oxford, 1934), 14-15.

[4] Levin What was Modernism? de Massachusetts Review,1960

[5] Howe Mass Society and Postmodern Fiction, Partisan Review, 1959 ve Levin What was Modernism? de Massachusetts Review,1960

[6] A.g.e

[7] Philip Stevick, "Scheherazade Runs out of Plot, Goes on Talking; the King, Puzzled, Listens:
An Essay on New Fiction," TriQuarterly, 26 (Winter, 1973), 338

[8] The Major Literary Movements in Western Lit. Sevim Kantarcıoğlu, Hatiboğlu yay. 1997,Ankara.s. 194).

[9] Harry Levin, "What Was Modernism?" Refractions, (New York, 1966) 227

[10] "The New Mutants" Partisan Review, 1965
Devamını Oku »

Resulullah en mükemmel fert, en mümtaz şahsiyettir



Bismillahirrahmanirrahim

İşte, Resul-i Ekrem Aleyhissalâtü Vesselâm, madem masnuat içinde en mükemmel ferttir ve mahlûkat içinde en mümtaz şahsiyettir.

-Hem san'at-ı İlâhiyeyi bir velvele-i zikir ve tesbihle teşhir ediyor ve istihsan ediyor.

-Hem esmâ-i İlâhiyedeki cemal ve kemal hazinelerini lisan-ı Kur'ân ile açmıştır.

-Hem kâinatın âyât-ı tekviniyesinin, Sâniinin kemâline delâletlerini parlak ve kati bir surette lisan-ı Kur'ân'la beyan ediyor.

-Hem küllî ubudiyetiyle rububiyet-i İlâhiyeye aynadarlık ediyor.

-Hem mahiyetinin câmiiyetiyle bütün esmâ-i İlâhiyeye bir mazhar-ı etemm olmuştur.

Elbette bunun için denilebilir ki, Cemîl-i Zülcelâl, kendi cemâlini sevmesiyle, o cemâlin en mükemmel âyine-i zîşuuru olan Muhammed-i Arabî Aleyhissalâtü Vesselâmı sever.

-Hem kendi esmâsını sevmesiyle, o esmânın en parlak aynası olan Muhammed-i Arabî Aleyhissalâtü Vesselâmı sever ve Muhammed-i Arabî Aleyhissalâtü Vesselâma benzeyenleri dahi derecelerine göre sever.

-Hem san'atını sevdiği için, elbette Onun san'atını en yüksek bir sadâ ile bütün kâinatta neşreden ve semâvâtın kulağını çınlatan, ber ve bahri cezbeye getiren bir velvele-i zikir ve tesbihle ilân eden Muhammed-i Arabî Aleyhissalâtü Vesselâmı sever ve ona ittibâ edenleri de sever.

-Hem masnuatını sevdiği için, o masnuatın en mükemmeli olan zîhayatı ve zîhayatın en mükemmeli olan zîşuuru ve zîşuurun en efdali olan insanları ve insanların bil'ittifak en mükemmeli olan Muhammed-i Arabî Aleyhissalâtü Vesselâmı elbette daha ziyade sever.

-Hem kendi mahlûkatının mehâsin-i ahlâkiyelerini sevdiği için, mehâsin-i ahlâkiyede bil'ittifak en yüksek mertebede bulunan Muhammed-i Arabî Aleyhissalâtü Vesselâmı sever ve derecâta göre ona benzeyenleri dahi sever.

Demek, Cenâb-ı Hakkın rahmeti gibi, muhabbeti dahi kâinatı ihata etmiş. İşte, o hadsiz mahbuplar içindeki mezkûr beş veçhinin herbir veçhinde en yüksek makam, Muhammed-i Arabî Aleyhissalâtü Vesselâma mahsustur ki, "Habîbullah" lâkabı ona verilmiş.

Bediüzzaman Said Nursi

(Mektubat)
Devamını Oku »

İnsan ise şecere-i hilkatin zîşuur meyvesidir



ÜÇÜNCÜ NOKTA:

ﺍِﻥْ ﻛُﻨْﺘُﻢْ ﺗُﺤِﺒُّﻮﻥَ ﺍﻟﻠَّﻪَ ﻓَﺎﺗَّﺒِﻌُﻮﻧِﻰ ﻳُﺤْﺒِﺒْﻜُﻢُ ﺍﻟﻠَّﻪُ


Madem kâinatta hüsn-ü san'at, bilmüşahede vardır ve kat'îdir. Elbette risalet-i Ahmediye (A.S.M.), şuhud derecesinde bir kat'iyyetle sübutu lâzım gelir. Zira şu güzel masnuattaki hüsn-ü san'at ve zînet-i suret gösteriyor ki: Onların san'atkârında ehemmiyetli bir irade-i tahsin ve kuvvetli bir taleb-i tezyin vardır. Ve şu irade ve taleb ise; o Sâni'de, ulvî bir muhabbet ve masnu'larında izhar ettiği kemalât-ı san'atına karşı kudsî bir rağbet var olduğunu gösteriyor.

Ve şu muhabbet ve rağbet ise, masnuat içinde en münevver ve mükemmel ferd olan insana daha ziyade müteveccih olup temerküz etmek ister. İnsan ise, şecere-i hilkatin zîşuur meyvesidir. Meyve ise, en cem'iyetli ve en uzak ve en ziyade nazarı âmm ve şuuru küllî bir cüz'üdür. Nazarı âmm ve şuuru küllî zât ise, o San'atkâr-ı Zülcemal'e muhatab olup görüşen ve küllî şuurunu ve âmm nazarını tamamen Sâni'in perestişliğine ve san'atının istihsanına ve nimetinin şükrüne sarfeden en yüksek, en parlak bir ferd olabilir.

Şimdi iki levha, iki daire görünüyor. Biri: Gayet muhteşem, muntazam bir daire-i rububiyet ve gayet musanna', murassa' bir levha-i san'at... Diğeri: Gayet münevver, müzehher bir daire-i ubudiyet ve gayet vâsi', câmi' bir levha-i tefekkür ve istihsan ve teşekkür ve iman vardır ki, ikinci daire bütün kuvvetiyle birinci dairenin namına hareket eder.

İşte o Sâni'in bütün makasıd-ı san'atperveranesine hizmet eden o daire reisinin ne derece o Sâni' ile münasebettar ve onun nazarında ne kadar mahbub ve makbul olduğu bilbedahe anlaşılır.

Acaba hiç akıl kabul eder mi ki: Şu güzel masnuatın bu derece san'atperver, hattâ ağzın her çeşit tadını nazara alan in'amperver san'atkârı, Arş ve Ferşi çınlattıracak bir velvele-i istihsan ve takdir içinde, berr ve bahri cezbeye getirecek bir zemzeme-i şükran ve tekbir ile perestişkârane ona müteveccih olan en güzel masnuuna karşı lâkayd kalsın ve onunla konuşmasın ve alâkadarane onu resul yapıp, güzel vaziyetinin başkalara da sirayet etmesini istemesin? Kellâ! Konuşmamak ve onu resul yapmamak mümkün değil.

ﺍِﻥَّ ﺍﻟﺪِّﻳﻦَ ﻋِﻨْﺪَ ﺍﻟﻠَّﻪِ ﺍﻟْﺎِﺳْﻠﺎَﻡُ ٭ ﻣُﺤَﻤَّﺪٌ ﺭَﺳُﻮﻝُ ﺍﻟﻠَّﻪِ ﻭَﺍﻟَّﺬِﻳﻦَ


Sözler - 232
Devamını Oku »

Risalet-i Ahmediye'ye Dairdir

Ondokuzuncu Söz 

Risalet-i Ahmediye'ye Dairdir 

ﻭَ ﻣَﺎ ﻣَﺪَﺣْﺖُ ﻣُﺤَﻤَّﺪًﺍ ﺑِﻤَﻘَﺎﻟَﺘِﻰ ٭ ﻭَ ﻟَﻜِﻦْ ﻣَﺪَﺣْﺖُ ﻣَﻘَﺎﻟَﺘِﻰ ﺑِﻤُﺤَﻤَّﺪٍ ﻉ.ﺹ.ﻡ


Evet şu söz güzeldir. Fakat onu güzelleştiren, güzellerin güzeli olan evsaf-ı Muhammediyedir.
"ONDÖRT REŞEHAT"ı tazammun eden Ondördüncü Lem'anın

BİRİNCİ REŞHASI: 

Rabbimizi bize tarif eden üç büyük, küllî muarrif var. Birisi: Şu kitab-ı kâinattır ki, bir nebze şehadetini onüç lem'a ile arabî Nur Risalesinden Onüçüncü dersten işittik. Birisi: Şu kitab-ı kebirin âyet-i kübrası olan Hâtemü'l-Enbiya Aleyhissalâtü Vesselâm'dır. Birisi de Kur'an-ı Azîmüşşan'dır. Şimdi şu ikinci bürhan-ı nâtıkî olan Hâtemü'l-Enbiya Aleyhissalâtü Vesselâm'ı tanımalıyız, dinlemeliyiz.

Evet, o bürhanın şahs-ı manevîsine bak: 

-Sath-ı Arz bir mescid,
-Mekke bir mihrab,
-Medine bir minber...

-O bürhan-ı bahir olan Peygamberimiz Aleyhissalâtü Vesselâm bütün ehl-i imana imam,
-bütün insanlara hatib,
-bütün enbiyaya reis,
-bütün evliyaya seyyid,
-bütün enbiya ve evliyadan mürekkeb bir halka-i zikrin serzâkiri... 
-Bütün enbiya hayattar kökleri, 
-bütün evliya taravettar semereleri bir şecere-i nuraniyedir ki; herbir davasını, mu'cizatlarına istinad eden bütün enbiya ve kerametlerine itimad eden bütün evliya tasdik edip imza ediyorlar. Zira o, ﻟﺎَٓ ﺍِﻟَﻪَ ﺍِﻟﺎَّ ﺍﻟﻠَّﻪُder, dava eder. Bütün sağ ve sol, yani mazi ve müstakbel taraflarında saf tutan o nuranî zâkirler, aynı kelimeyi tekrar ederek, icma' ile manen "SADAKTE VE BİL-HAKKI NATAKTE" derler. Hangi vehmin haddi var ki, böyle hesabsız imzalarla teyid edilen bir müddeaya parmak karıştırsın.

İKİNCİ REŞHA:

O nurani bürhan-ı tevhid, nasılki iki cenahın icma' ve tevatürüyle teyid ediliyor. Öyle de, Tevrat ve İncil gibi Kütüb-ü Semaviyenin(Haşiye) yüzler işaratı ve irhasatın binler rumuzatı ve hâtiflerin meşhur beşaratı ve kâhinlerin mütevatir şehadatı ve şakk-ı Kamer gibi binler mu'cizatının delalatı ve şeriatın hakkaniyeti ile teyid ve tasdik ettikleri gibi, zâtında gayet kemaldeki ahlâk-ı hamîdesini ve vazifesinde nihayet hüsnündeki secaya-yı galiyesini ve kemal-i emniyetini ve kuvvet-i imanını ve gayet itminanını ve nihayet vüsukunu gösteren fevkalâde takvası, fevkalâde ubudiyeti, fevkalâde ciddiyeti, fevkalâde metaneti; davasında nihayet derecede sadık olduğunu güneş gibi aşikâre gösteriyor.

{(Haşiye): Hüseyin-i Cisrî "Risale-i Hamîdiye"sinde yüzondört işaratı, o kitablardan çıkarmıştır. Tahriften sonra bu kadar bulunsa, elbette daha evvel çok tasrihat varmış.}

Sözler - 236
Devamını Oku »

Hz.Muhammed (a.s.m) kainatın sırrını açıklıyor



Bismillahirrahmanirrahim

("Risalet-i Ahmediyeye dair" 19. Söz dersinden...)

ÜÇÜNCÜ REŞHA


Eğer istersen, gel, Asr-ı Saadete, Ceziretü’l-Araba gideriz. Hayalen olsun, onu vazife başında görüp ziyaret ederiz.

İşte, bak: Hüsn-ü sîret ve cemâl-i suretle mümtaz bir zâtı görüyoruz ki,

-elinde mu’ciznümâ bir kitap,
-lisanında hakaik-âşinâ bir hitap,
-bütün benî Âdeme, belki cin ve inse ve meleğe, -belki bütün mevcudata karşı bir hutbe-i ezeliyeyi tebliğ ediyor.

Sırr-ı hilkat-i âlem olan muammâ-i acibânesini hal ve şerh edip ve sırr-ı kâinat olan tılsım-ı muğlâkınıfetih ve keşfederek, bütün mevcudattan sorulan, bütün ukulü hayret içinde meşgul eden üç müşkül ve müthiş sual-i azîm olan “Necisin? Nereden geliyorsun? Nereye gidiyorsun?” suallerine mukni, makbul cevap verir.

Bediüzzaman Said Nursi

(Sözler)
Devamını Oku »