Fatih,Fetih ve Osmanlı Merkeziyetçiliği

Fatih,Fetih ve Osmanlı Merkeziyetçiliği

Giriş(*)

Bu makalenin amacı,Türkçe literatürdeki yaygın deyimiyle “Istanbul'un Fethi'nin,yahut biraz daha objektif bir ifade kullanılacak olursa,'Konstantinopolis'in zaptı'nın, önce onun kahramanı olan Osmanlı'nın genç sultanı 2.Mehmed’in kendi zihniyet dünyasında nerede durduğunu, başka bir ifadeyle, tasarladığı ne tür bir projenin parçası olduğunu,bunu başardığı takdirde ne yapmak istediğini ve neler yaptığını bir parça da oksa anlayabilmektir. Aynca buradan yola çıkarak, bu olgunun Osmanlı devletinin yapısal karakterinde ne gibi bir rol oynadığını, ne gibi bir dönüşüme sebebiyet verdiğini veya bu karaktere nasıl bir katkı sağladığını anlamaya çalışmaktan ibarettir.

Şurası muhakkak ki, 21 yaşında “Konstantinopolis veya Kostantiniyye Fatihi,"’ Ebu’l-feth ve’l-megâzi olan Sultan II. Mehmed’in zihinsel arka planına nüfuz etmeye çalışmak ciddi bir meseledir ve kolayca belirlenebilecek bir şey değildir. Üstelik onun ağzından bu meseleyi açıklamaya yönelik doğrudan bir beyan, bir ifade de elimizde bulunmuyor.

Ama öyle de olsa, gerek fetih öncesindeki söz ve davranışları, gerek fetihten sonraki bizzat kendisinin tutum ve hareketleri, içeriye ve dışarıya yönelik izlediği politika ve bunlara ek olarak devrinde onunla muhatap olmuş Latin ve Grek entelektüellerinin beyanları bize ipuçları verecek niteliktedir.

Konstantinopolis’in fethi olgusunda İslamm yüzyıllardan beri bü­tün İslam devletlerinde hem bir inanç olarak benimsenen, hem de yerine göre savunma, yerine göre genişleme ve yayılma siyasetinin aracı olarak kullanılan 'cihat ve gaza' kavramının rolü muhakkak ki çok büyüktür. Ama biz, Konstantinopolis’in fethi olgusunda bu kavramın rolüne vurgu yapmakla beraber, burada onun ne İslam inançlarındaki yerini, ne de tarih bo­yunca nasıl yorumlanıp uygulandığını tartışacağız. Bizim söylemek istediğimiz, İslam uluslar arası hukukunun teorik planda yüzlerce yıl boyunca işleyerek geliştirdiği cihat ve gaza kavramının ne olup olmadığını İslamın ya yılma tarihindeki ideolojik ve siyasal rolünü tartışmaktan ziyade(1), İslami ge­leneğin Osmanlı devletine aktardığı bu kavramın nasıl bir “politik araç,” na­sıl bir imparatorluk ideolojisi olarak fetih politikasında kullanıldığını dikka­te almak gerektiğidir. Bu kavram şüphe yok ki, Konstantinopolis’in zaptı, yahut İstanbul un fethi hadisesinin, onun baş aktörünün zihinsel arka pla­nındaki amacına ulaşma konusunda en önemli itici güçlerden biriydi. Do­layısıyla fetih olgusunu bu gelenekten ayrı düşünmek doğru bir yaklaşım olmayacaktır. Hatta bunun ötesinde, tarihsel bir gerçekliği hesaba katma­mak gibi sıra dışı bir tutum olur bu.


II. Mehmed ve İslâmî “Cihat ve Gaza” Geleneği

Osmanlı Devleti’nin, daha ilk kuruluş yıllarından itibaren bir cihat ve gaza geleneğini takip ettiği, Fuad Köprülü ve Paul Wittek’ten beri ileri sürülmüş ve Halil İnalcık’ın çalışmalarıyla da teyit edilmiştir.(2) Son 15-20 yıl içerisinde Rudi Paul Lindner ve Colin Imber gibi bazı tarihçilerce reddedilse de,(3) Cemal Kafadar ve daha başkaları bu tezin kolayca yabana atılmama­sı gerektiğini gösterdiler.(4) Ancak cihadın Batı’nın zihniyet dünyasında ve tarihçiliğinde, İslam dünyasının Hıristiyan dünyasına karşı, daimi bir surette sürdürülmesi şart olan, ideolojik İslami bir zorunlu savaş gibi algılanmasına mukabil, İslam dünyasında ise, daha ziyade, kendi hayat sahasını emniyete ve korumaya almak, zaman zaman da yayılmak, genişlemek için siyasal bir araç olarak kullanıldığını görmemiz gerekiyor. Kısaca, İslam dev­letleri daha başından beri bu kavramı sadece İslami yaymak için bir ideoleojik gereklilik olarak değil, daha çok Hıristiyan dünyasıyla olan mücadele­lerini, o dünya karşısında varlığını koruyabilmek, sürdürebilmek ve ekseri­ya kendi siyasal veya ekonomik hedeflerine ulaşmak için devreye sokmuş­lardır. Bu maksatla yaptıkları savaş veya giriştikleri fetih hareketlerini da­ima cihat ve gaza kavramına referans vererek gerçekleştirmişler ve zamanlarının gerek kendi, gerekse dünya kamuoyu önünde kendilerine ve politikalarına bir meşruiyet zemini olarak takdim etmişlerdir

Son tahlilde, II. Mehmed’in de îslamın cihad ve gaza kavramını hem samimiyetle bağlı olduğu bir inanç,hem de imparatorluk ideolojisinin önemli bir parçası sıfatıyla siyasal bir araç olarak görüp kullandığını Konstantinopolis’in, yahut İstanbul’un fethini böyle bir zihniyetle devreye soktuğunu düşünebiliriz.

Belki fethi gerçekleştiren Osmanlı askerlerinin ve dönemin Müslü­man Osmanlı tebaasının fethi yalnızca ideolojik boyutuyla görüp değerlen­dirdiğini, bu arada Peygamber’den nakledilen hadislerin de onlarda bu yön­de çok önemli bir teşvik faktörü oluşturduğunu tahmin etmek, bir vakıanın da altını çizmektir. Bu doğrultuda, Sultan II. Mehmed'in, Hıristiyan ülke­lerini İslamın, dolayısıyla Osmanlı Devleti’nin siyasal hâkimiyeti altına al­mak anlamında, geleneksel bir cihat ve gaza zihniyetine sahip bulunduğu­na muhakkak nazarıyla bakabiliriz. Nitekim Sultan II. Mehmed’de böyle bir zihinsel arkaplanın bulunduğunu bir vesileyle Âşıkpaşazade’den öğ­reniyoruz. Tarihçi, 1464’teki Trabzon seferinden bahsederken, kendisini ziyaret ederek bunca zahmetlere niçin katlandığını soran Uzun Hasan'ın annesine hitaben Osmanlı sultanının ağzından şu sözü nakleder:

Bu zahmetler dîn yolunadur kim, âhiretde Allah hazretine varıcak inayet ola direm. Zîrâ kim bizim elimizde İslam kılıcı vardır ve eğer biz bu zahmeti ihtiyar itmesevüz bize gazi dimek yalan olur.(5)


MERKEZİYETÇİ-MUTLAK PADİŞAHLIK AMACI

Öyle görünüyor ki, II. Mehmed bu kavramı kendi zihniyet dünya­sında, Müslüman bir hükümdar olarak hem Allah’a karşı bir sorumluluk şeklinde değerlendiriyor, hem de -sonraki gelişmelere bakıldığında çok açık bir biçimde ortaya çıktığı üzere- tek amacına ulaşmak için siyasal bir araç olarak da kullanıyordu. Bu amaç, “mutlak güç sahibi bir padişah” ola­rak dünyayı hâkimiyeti altına almaktı. Nitekim fetih sonrası gelişmeler dik­kate alındığında, bu genç, azimli ve atak sultanın asıl amacının yalnızca Konstantinopolis’i ele geçirerek, hem Müslüman hem hıristiyan dünyaya daha Önceki Müslüman hükümdarların ve hatta kendi ecdadının başarama­dıklarını başardığını göstererek kendini yüceltmek olmadığını çok açık bir biçimde görebiliyoruz. Ama onu Konstantinopolis’i almaya ahdettiren asıl amacın, Halil İnalcık'ın isabetle vurguladığı üzere, bir merkeziyetçi imparatorluk kurarak onun tek ve mutlak hâkimi olma ideali olduğunu buğun anlayabiliyoruz. İnalcık'a göre, genç şehzadenin 1444-46 yılla­rı arasındaki ilk saltanat döneminde kapıldığı haleti ruhiye şahsiyetin­de çok kuvvetli bir etki bırakmış, mutlak padişahlık hayali kuvvetle muhtemeldir ki daha o zaman kafasında yer etmeye başlamıştı.(6 )Onun bu hedefini gerçekleştirebilmek için, Kostantiniyye’yi muhakkak fethet-mesi gerektiği fikri, o zaman Veziriazam Çandarlı Halil Paşa’nın raki­bi Zağanos Paşa'nın da kuvvetli telkinleriyle vazgeçilmez bir amaç ha­line gelmişti.(7) Nitekim bu genç Osmanlı sultanının Kostantiniyye’yi fe­tih konusundaki sarsılmaz azmini, hatta ihtirasını Tursun Beg’in kay­dettiği şu satırlar açıkça gösteriyor:

Çün hayâl-i nev-arûs-i feth-i Kostantiniyye hemîşe hem-hâbe-i pâdişâh-ı cüvan-baht olmış idi. Bu cihetten dâyima zikrini dilden ve fik­rini dilden gidermez idi ve husûlinün isti'caline işaret iderdi. Gâhı nev-arûs-i fethin eyyâm-ı visali mülâhazasi ile ruh-i dildâr gibi hurrem ü handan, ve gâhî hayâli fikri ile zülf-i pür-çîn-i yâr-i nâzenîn gi bi âşüfte vü perişan.. ..(8)

Yine İnalcık’ın da belirttiği üzere, Kostantiniyye'yi fethetmek II. Mehmed için bir anlamda asıl saltanatı fethetmek demek olacaktı.9 Ama öyle görünüyor ki, Kostantiniyye’nin fethi ve o suretle mutlak saltanat sahibi olma amacı onun nihaî amacı değil, ama nihaî amacına ulaşma yolunda, sadece bir araçtan, merhaleden ibaretti.

Dünya Hükümranliği İdeali

Genç sultanın bu mutlak saltanat hedefi sadece Çandarlı’nın nüfuz ve otoritesine karşı oluşmuş tepkinin bir sonucu olmayıp, Kostantiniyye'yi alarak Roma İmparatorluğunuun vârisi sıfatıyla iyice açığa çıktığını gördü­ğümüz dünya sultanlığı hedefiyle alakalıydı. Başka bir deyişle, Fatih Sultan Mehmed’in kendinden önceki bazı büyük Müslüman hükümdarların hayalindeki Makedonyalı İskender gibi dünyaya hâkim olma, dünyayı kendi buyruğuna amade kılma ideali herhalde fetihten önce de vardı. Fethin sağladığı prestij ve avantajlar, kendine güven, özellikle dönemin Georgi0 Amirutzes ve Georgios Trapezuntios gibi Grek entelektüellerinin fetih sonrasında ona bizzat söyledikleri “Kimse şüphe etmez ki sen Romalılar’ın impa­ratorusun. İmparatorluk merkezini elinde tutan kimse imparatordur” mealin­deki sözleri ve telkinleriyle de birleşince, muhakkak ki ondaki bu ideali pe­kiştirmişti.(10) Onun gibi çok değişik yaratılışta güçlü bir karakterin, daha ilk saltanat yıllarında yaşadıklarının etkisiyle, dünyanın en kudretli tek devleti­nin mutlak padişahı olma fikriyle birlikte bu hayali kurmuş bulunduğu ve Kostantiniyye’nin fethini de en çok bunun için istemiş olabileceğini tahmin etmek hiç de zor olmamalıdır. Zaten fetihten sonra orasını her yönden bir dünya başkenti haline getirme çabasına girmesi de herhalde böyle bir ide­alin tabii neticesi olsa gerektir.

Sonuç itibariyle hiç olmazsa şunu kuvvetli bir tahmin olarak söyle­yebiliriz: Fatih Sultan Mehmed’i Kostantiniyye’yi fethe götüren ideolojik motifler arasında, en temel olanı, orasını, kendi mutlak saltanatının hâki­miyetinde kurmayı hayal ettiği dünya imparatorluğunun her bakımdan merkezi yapmak idealiydi. Mutlak saltanatın yolu ise, hiç şüphesiz, güçlü bir mer­keziyetçilikten geçiyordu. O halde onun fetihten sonra giriştiği bütün faaliyetleri bu amaca yönelik olarak değerlendirmek yanlış olmayacaktır.


Osmanlı İmparatorluğu ve Merkeziyetçilîk

Merkeziyetçilik bir kavram olarak politik bir yönetim sistemini ifa­de eder ve geçmişte olduğu gibi, bugün de dünya üzerindeki çeşitli siyasal rejimler içinde değişik biçimlerde yürürlüktedir. Mutlakıyetçi rejimler tabi­atları itibariyle merkeziyetçi ve hatta militarist olmak zorunda bulundukla­rı gibi, demokratik veya yan demokratik rejimlerde de merkeziyetçilik ola­bilir. Dolayısıyla yarı demokratik rejimler de merkeziyetçiliğe ve özellikle militarizme yatkındırlar.

Merkeziyetçiliği belki basit olarak “siyasal iktidarların, egemenlikle­ri altındaki halkları, tek merkezden yönetilen, kurumlaşmış bir bürokrasi aracılığıyla yakından denetleyici, otoriter ve buyurgan bir rejim aracılığıyla yönetmesi şeklinde tarif edebiliriz. Bu yüzdendir ki işin içine belli ölçüde militarizm de girmek durumundadır. Hatta çoğu defa militarist olmadan merkeziyetçi olmak mümkün değildir. Çünkü merkeziyetçilik tabiatı gereği otoriterdir ve merkeziyetçi iktidarlar da bunu da en iyi biçimde militarizmle sağlarlar.Tarihte hemen hemen uzun ömürlü bütün eski imparatorlukların merkeziyetçi ve militarist olduklarını söyleyebiliriz. Bunun en tipik ör­neklerini eski Mısır da, Mezopotamya'da, Roma’da, İran’da, Çin’de görebiliyoruz. Ortaçağlarda ise Yakındoğu’da Bizans, Emevi, Abbasi, Batı’da Charlemagne, yeniçağlarda V. Charles imparatorluklarında merkeziyetçi ve militarist örnekler bulabiliriz.

Osmanlı İmparatorluğu da yeni ve yakın çağların merkeziyetçi ve militarist imparatorluklarından biridir ve tarihteki nadir yerleşik Türk im­paratorluklarının en gelişmişi olarak aynı zamanda da söz konusu yapısıy­la öne çıkmış en güçlü olanıdır diyebiliriz. Atilla’nın Hun İmparatorluğu, Bilge Kağan’ın Göktürk İmparatorluğu, Cengiz’in Moğol İmparatorluğu, hatta Tuğrul Bey’in Büyük Selçuklu İmparatorluğu, İlhanlı (Moğol) İmpa­ratorluğu ve Timur’un Türk-Moğol İmparatorluğu gibi, büyük çoğunluğuy­la göçebe boyların tek bir otorite altında birleşmesinden oluşan imparator­luklar ise itaatlerinin sağlanması her zaman kolay olmayan göçebe boylar konfederasyonlarından oluşmaları sebebiyle, genellikle merkeziyetçi ola­mamışlardır. Bu yüzden de ömürleri daha kısa, dağılmaları veya parçalan­maları nispeten daha çabuk ve kolay olmuştur.

Osmanlı İmparatorluğu’nun merkeziyetçiliği konusu tarihçiler ara­sında bugün tartışılmakta olan bir konudur. Bu konu bir kısım tarihçilerce reddi mümkün olmayan bir gerçeklik, diğer bir kısmınca da tartışılabilir bir konudur.
Bilindiği gibi Osmanlı împaratorluğu’nda merkeziyetçilik olgusu birdenbire değil, göçebe uç beyliği statüsünden yerleşik imparatorluğa ev­rilme sürecine paralel olarak gelişmiştir. Bu gelişmenin, hiç şüphe yok ki, gerek önceki Türk devletlerinde, gerekse Fetret döneminde bizzat Osmanlı devletinde yaşanan tecrübelerle ilgili bir boyutu olduğu kadar, başlangı­cından beri sınırdaşı ve daha sonra peyderpey topraklarına vâris olduğu Do­ğu Roma’nın (Bizans) merkeziyetçi yapısıyla da yakından ilgisi olmalıdır. Her ne kadar Fuad Köprülü Bizans idari zihniyetinin ve müesseselerinin Osmanlı İmparatorluğu üzerinde çok az tesiri bulunduğuna döneminin ta­rihçilerini ikna etmeye çalışmışsa da,(11) bugün onun yaklaşımının en azın­dan bazı hususlarda tam anlamıyla geçerli olmadığı giderek daha iyi anla­şılmaktadır. Osmanlı İmparatorluğu İstanbul’u almakla yalnız Doğu Roma (Bizans) İmparatorluğu’nun bir şehir olarak başkentini ele geçirmemiş, aynı zamanda onun yapısal mirasına da (merkeziyetçilik ve militaristlik) vâris olmuştur. Bu sebeple Osmanlı İmparatorluğu’nu Üçüncü Roma İmpara­torluğu olarak değerlendirenler bu açıdan haklıdırlar.

Her halükârda Osmanlı İmparatorluğu 15. yüzyılın ikinci yarısından itibaren tam anlamıyla militarist ve merkeziyetçi bir imparatorluk olmuştur demek yanlış olmasa gerektir. Hatta modern Osmanlı tarihçileri Osmanlı İmparatorluğu’nun yapısını sosyolojik bir yaklaşımla “patrimonyal-merke- ziyetçi-militarist” tabirleriyle ifade etmektedirler. Halil İnalcık’ın çok yerin­de teşhisiyle, Osmanlı merkeziyetçi imparatorluğunun gerçek kurucusu Fatih Sultan Mehmed’dir,(12) sebebi de gayet açıktır: Çünkü ne ondan önce­ki, ne de sonraki hiçbir Osmanlı padişahı onun kadar hem kendi dönemin­de, hem de sonrasında bu devlete böyle bir imparatorluk statüsü kazandı­racak yapısal değişimlere girişmemiştir.


Fatih Sultan Mehmed ve Merkeziyetçi Politîkasinin Amaci

Sultan II. Mehmed’in fetihten hemen sonra merkeziyetçiliği geliştir­me yolunda gösterdiği çabalar topluca değerlendirildiği zaman, bunun temel bir sebebi ve amacı olduğu ve merkeziyetçiliğin belli aşamalar halinde tatbik mevkiine konulduğu dikkatimizi çekmekte gecikmez. Kanaatimizce onun böyle bir politika izlemesinin altında yatan temel sebep, belki daha çocuklu­ğundan itibaren, kısmen kişisel karakteri, kısmen gençliğinde yaşadığı peş peşe tahttan indirilmelerin tesiriyle oluşmuş olması kuvvetle muhtemel bir “kendini ispat güdüsü” olmakla beraber, yukarıda da işaret olunduğu üzere, esas itibariyle bir “cihan sultanı” olma amacı ile alakalı bulunmalıdır. Nite­kim onu fetihten sonra görmüş bir İtalyan bilgini olan Jacopo Langosebi onun “dünyada tek sultan tek iman” olması gerektiğine inandığını yazmıştır.”(13) İşte bu söz eğer gerçekten Fatih’in düşüncesini yansıtıyor olarak kabul edi­lirse, o zaman onun zihnindeki Dünya hükümranlığının yalnızca hâkim si­yasal kimliğini değil, ama hâkim dinî kimliğini de ortaya koymaktadır diye­biliriz.

Başka bir ifadeyle, Fatih Sultan Mehmed’in merkeziyetçi yönetim po­litikası onun için temel hedef değil, ama belirttiğimiz amacına, yani Müslü­manların ve Hıristiyanların mutlak ve biricik -ama “Müslüman”- hüküm­darı olma amacına ulaşmanın bir aracıdır. Hatta, daha önce de işaret olun­duğu üzere, onun Konstantinopolis’i fethe yönelik önüne geçilmez tutkusu da bu amaca veya ideale ulaşma yolunda bir aşama, bir basamak idi. Bu se­beple, kanaatimizce Konstantinopolis’in fethini, hiç şüphesiz onların da bü­yük etkisi olmakla beraber, ne sadece fetih hadisinin tebşirine mazhar ol­mak, ne de yalnızca Bizans’ın zaten çökmüş ve Osmanlı topraklarının orta­sında kalakalmış varlığına son vermek amacı ile izah etmek yeterli değildir.

O daha çok, Bizans İmparatorluğu’nu ortadan kaldırıp onun vârisi olarak hem “İslamın sultanı,” hem “Roma’nın kayseri” sıfatıyla bir cihan hüküm­darı olmanın peşindeydi. Başka bir ifadeyle, o hep “evrensel merkeziyetçi imparatorluğun tek ve mutlak hâkimi” olmayı kafasına koymuştu.


Fatih Sultan Mehmed ve Osmanli Merkeziyetçiliğinin Güçlenmesi

Tarihçi, Fatih Sultan Mehmed’in bu “evrensel merkeziyetçi impara­torluk” yaratma politikasının değişik alanlarda ve aşamalı bir şekilde yürürlü­ğe konulduğunu müşahede etmekte gecikmeyecektir. Bu alanlara bakıldığın­da, icraatının onun “cihan sultanı, cihan padişahı” yahut dünya imparatoru olma idealini yansıtan başlıca şu icraat alanlarına yöneldiğini söyleyebiliriz.

1- İmparatorluğun dahiline yönelik icraat,
2- İslam âlemine yönelik icraat,
3- Gayri müslim dünyaya yönelik icraat.

i. İmparatorluğun Dahiline Yönelik Merkeziyetçi İcraat

a) Kul sisteminin güçlendirilmesi: Bu konuda Fatih’in attığı en önem­li adım, Konstantinopolis’i alır almaz, “Osmanlı tahtının tek ve gerçek sa­hibi” sıfatıyla Bizans’ın Osmanlı devletine karşı zaman zaman devreye sok­tuğu bir şantaj aracı haline gelmiş olan şehzade Orhan’ı yakalatıp idam ettirdikten sonra,’(14) vezir-i azamlık kurumunun yetkilerini artırıp onu yalnızca kendisine karşı hesap vermekle yükümlü kılarak o vasıtayla bütün siyasi ve idari otoriteyi sadece kendi elinde toplamasıdır. Bilindiği gibi bu süreç uzun süredir Osmanlı iktidarını temsil etmekte olan büyük ve köklü bir Türkmen sülalesine mensup güçlü vezir Çandarlı Halil Paşa'yı 1453 yazın, da sat dışı etmekle başlamıştır. O bunun için yeterli gerekçelere sahipti. En büyük gerekçe ise Çandarlı'nın fetih karşıtı politikasının iflasıydı. Çok iyi bilindiği üzere, Fatih onu düzmece bir ihanet ithamıyla idam ve bütün yakınlarını tasfiye ettirdi.'(15) Böylece uzun süredir veziriazamlığı elinde tutarak padişahın otoritesine ciddi şekilde ambargo koyacak güce ulaşmış bulunan Çandarlı sülalesi bertaraf edilmiş, Osmanlı saltanatı üzerindeki önemli bir nüfuz faktörü böylece ortadan kaldırılmış oluyordu.

Ünlü Abbasi halifesi Harun Reşid’in, veziri Cafer el-Bermeki’yi uy­durma bir bahaneyle idam ettirerek Bermekiler'in hilafet kurumu üzerinde­ki nüfuzunu ortadan kaldırmasına benzeyen bu olay yalnızca bir vezirin ve ailesinin iktidarına son vermekle kalmıyor, yepyeni bir uygulamanın da kapı­sını açıyordu. Yani artık vezaret makamı Türkmen soylularının inhisarından çıkarılıyor, yerine kul sistemi ikame ediliyordu. Bu çok köklü bir değişimdi. Bu sistem padişahın otoritesine direnecek bir güç odağını ortadan kaldırmak­la beraber, Türkmen soyluları ile devşirme kökenli devlet erkânı arasında za­man zaman devreye girecek amansız bir rekabeti de beraberinde getirecekti.
Her halükârda bu sistem sayesinde vezaret-i uzma makamına getiri­len vezirler sık sık azledilebilecek, Gedik Ahmed ve Zağanos Paşalar örne­ğinde olduğu üzere sürgüne yollanabilecek(16) veya Rum Mehmed Paşa ve Mahmud Paşa örneğindeki gibi idama sevk edilebilecekti.(17) Böylece bundan sonra bu makama gelenlerin Çandarlı sülalesi mensupları gibi kökleşerek asker ve bürokrasi üzerinde nüfuz ve otorite elde etmeleri, dolayısıyla sul­tanın iradesine muhalefette bulunmaları engellenmiş oluyordu. Bu suretle Fatih Osmanlı saltanatında tek gerçek söz ve yetki sahibinin kendisi oldu­ğunu göstermek istiyordu.

b) Kardeş katline cevaz: Bir ikinci adım, çok iyi bilinen “kardeş katli” meselesidir. O, kardeş katlini, yayımladığı kanunname ile meşruiyet daire­sine sokmak suretiyle, saltanat makamına gelen sultanın herhangi bir şe­kilde yalnız kardeşleri tarafından değil, onların oğulları ve hatta kendi oğul­ları tarafından ve onlara bağlı menfaat gruplarınca tehdit edilmesini, böylece Osmanlı mülkünün bölünmesini önlemek istemesi olmuştur Bunun din, hukuk ve insanlık açısından ne ölçüde meşru sayılabileceği veya sayı­lamayacağı tartışması kanaatimizce ayrı bir konudur. Ama tarihsel açıdan bakıldığında, o mevkide olan, kafasında nasıl bir dünya hükümranlığı kur­mayı tasarlayan güçlü ve iddialı bir hükümdarın başka türlü düşünemeye­ceğini görmek gerekir. Fatih, kanunnamesine koyduğu bu cevaz hükmüy­le kendinden sonra gelecek sultanlara bir emniyet süpabı yaratmış oluyor­du. Bu şekilde kanunileşmiş olan kardeş katli meselesi, bilindiği üzere, bundan böyle Osmanlı şehzadelerinin ensesinde “Demokles’in kılıcı” gibi sallanmış ve şehzadeler hep bu korkuyla yaşamışlardır.

c) Uç beylerinin ve yeniçerilerin nüfuzunun kırılması: Merkeziyetçilik yo­lundaki bir diğer aşama da uçbeyleri ve yeniçerilerin nüfuzunun kırılması ol­muştur. Bilindiği üzere erken Osmanlı dönemi fetih çağında, Rumeli toprak­larında fetihler yapan Mihalzadeler, Evrenoszadeler, Malkoçzadeler, Ishak Beyzadeler ve Turhan Beyzadeler gibi uç (yahut akıncı) beyleri yaptıkları işin kazandırdığı prestij sayesinde siyasal iktidar üzerinde etkili olabiliyor ve beylerbeyilerinin, veziriazamların, hatta zaman zaman sultanların emir ve talep­lerine aykırı davranabiliyorlardı. Bunlar, emirlerinde bulunan hudut boyların­daki tımarlı sipahiler üzerindeki nüfuzlarına dayanıyorlardı. Fatih Sultan Mehmed, Kostantiniyye fatihi sıfatıyla bu uç beylerine sözünü geçirecek bir üstünlük faktörü sağlamış ve onlara fazla yüz vermez görünmüştür. Bu tavır ister istemez onları Fatih’in otoritesi karşısında boyun eğmeye zorlamıştır.

İkinci bir muhalefet grubu, esasını Yeniçeriler’in teşkil ettiği Kapı­kulu Ocakları idi. Bunlar Çandarlı örneğinde olduğu üzere, veziriazamların sultana karşı dayandıkları en etkili kuvvetti. Fatih gerek şehzadeliğinde, ge­rekse tahta yeni çıktığı günlerde bunların çıkardıkları huzursuzluklara şa­hit olmuş ve bunu unutmamıştı. Fetihten sonra, 1456’da girişilen Belgrad seferi ve bazı diğer seferlerde gösterdikleri başarısızlıklar Fatih’e yeniçeri­ler üzerinde baskı kurmak için iyi bir fırsat verdi. Sultan pek çok yeniçeriyi İstanbul'dan sürüp sekbanlığı ihdas ederek kendine bağlı yeni yeniçeri bir­likleri meydana getirdi.

d) Ulemanın ve sufiyenin nüfuzunun kırılması: Fatih’in iceriye yönelik merkeziyetçi uygulamalarından biri de ulemanın ve sufiyenin nüfuzunu kırmak ve kontrol altına almak olmuştur. Mesela, Molla Gürani, kazas­kerliği esnasında tayinleri sultandan habersiz yapmağa kalkınca, sultan kendisini istifaya zorlamış,(18) ulemanın tayin ve azillerini veziriazama hava­le etmiştir. Fakat bu konudaki asıl adım, şeyhülislâmlık kurumunu veziri­azama, dolayısıyla kendine bağlaması olmuştur. Böylece şeyhülislamın azil ve tayin yetkisi bizzat sultana ait hale getiriliyor, bu yolla imparatorluktaki bütün ulemanın doğrudan padişahın kontrolü ve buyruğu altına girmesi sağlanmış oluyordu. Bu suretle o, ulemanın, sultanın otoritesi dışında bir çeşit ruhani otorite merkezi niteliği kazanmasını engellemiş olmaktaydı. Fatih’in bu uygulaması, Bizans’ta yürürlükte olan sisteme çok benzemek­tedir. Bilindiği gibi orada da patriklik makamı bizzat imparatora bağlıydı ve onların azil ve tayinlerinde son söz ona aitti.
Fatih’in tasavvuf çevrelerinin nüfuzunun kırılmasına yönelik politi­kasının en belirgin uygulaması ise Osmanlı devletinin kuruluş yıllarında pek çok tekke ve zaviyeye ilk sultanlar tarafından vakfedilen topraklara el koyarak bunları timara çevirmesi olmuştur.(19) Bunun tarikat çevrelerinde ya­rattığı hayal kırıklığını ve antipatiyi tahmin etmek zor değildir. Bilindiği üzere bu uygulama II. Bayezid döneminde kaldırılmış ve el konulan vakıf arazileri sahiplerine iade edilmiştir.

e) Konargöçer Türkmen boylarının yerleşikliğe ve vergiye zorlanması: Daha İran’da Büyük Selçuklular zamanında vergi vermek ve savaşa git­mek konusunda devlete direnen ve sık sık bu yüzden ayaklanan Türkmen boylarının bu tavırları Anadolu’nun fethi ve Türkiye Selçukluları zama­nında da aynen sürmüştür. Bilindiği gibi ünlü Babaîler isyanı da zaten bu bahaneyle başlatılmış ve uzun süre büyük karışıklıklara yol açmış, sonun­da Selçuklu iktidarını iyice zayıflatmış ve Moğol işgalini kolaylaştırmıştı. İşte, konargöçer Türkmen boylarının problem çıkaran bu serazad tavırla­rına bir son vermek üzere Fatih onları yerleşikliğe zorlayarak hem prob­lem olmaktan çıkarmak, hem de bu vasıtayla bilhassa vergiye tabi kılmak maksadını gütmekteydi. Bu politikanın gerek iskân, gerekse vergi toplan­ması bakımından ne ölçüde başarılı olduğunu, beklenen sonucu doğurup doğurmadığını tam olarak bilemiyoruz, ama başlatılan bu zorlayıcı politi­kanın Türkmenler’i Osmanlı yönetimi altında yaşamaktan soğuttuğunu ve 16. yüzyıl başlarında Anadolu’da Safevi propagandalarına muhatap ha-zır bir kitle meydana getirdiğini biliyoruz. Nitekim çoğu Türkmen boyu­nun bu propagandalara tabi olarak İran’a göçüp Safevi Devleti’nin hizme­tine girdiği,(20) kalanların da Anadolu’da birtakım isyanlara giriştikleri çok iyi bilinir.(21)



2. İslam Âlemine Yönelik İcraat

a) Hac yollarının emniyeti meselesi: Bu doğrultuda Fatih’in ilk teşeb­büsü, Hac yollarının emniyeti ve hacıların iaşe ve ibatelerinin sağlanması meselesine el atması olmuştur ki, bu, o zaman bu işleri üstlenmiş olan Memluk devletine bir anlamda meydan okuma manasına geliyordu ve ta­biatıyla Memluk sultanını çok kızdırmıştı. Çünkü bu hizmet, Memluk devletine İslam dünyası içinde büyük bir nüfuz ve itibar sağlamakta, onu en itibarlı İslam devleti statüsünde göstermekteydi. Memluk Devleti ken­dini İslam dünyasının en kudretli devleti olarak görüyor, ayrıca Osmanlılar’a sınırdaş olan Dulkadiroğlu ve Karamanlı Beyliklerinin de hamisi mevkiinde telakki ediyordu. Fatih onun İslam dünyası içindeki nüfuzunu kırmak için önce Karamanoğulları’nı ortadan kaldırdı, arkasından Dulkadiroğulları’na gözünü dikti. Fatih bu tutumuyla Memluk devletinin İslam dünyasındaki sözü edilen statüsünü sarsmak ve dikkatleri Osmanlı İmpa­ratorluğu üstüne çekerek bu statüye aday olduğunu göstermek istiyordu.(22)

b) Cihat ve Gaza misyonu: İkinci olarak Sultan Mehmed Kostantiniy- ye’nin fatihi sıfatıyla, İslam dünyasının Hıristiyan âlemine karşı cihat ve ga­za misyonunun artık kendisine, dolayısıyla Osmanlı devletine ait bulundu­ğu mesajını veriyordu. Bu çok önemli bir şeydi.

c) İstanbul'u Dünya başkenti yapma: Bir başka önemli iddiası, İstan­bul’u İslam dünyasının hem politik hem de bilim, sanat ve kültür merkezi haline getirme teşebbüsüydü. Bu meyanda İslam dünyasının önemli bilim, sanat ve kültür merkezlerinde yaşamakta olan alim ve sanatkârlara mektuplar yollamış, onları bu yeni merkeze davet etmişti. Bunlardan bazıları dave­ti kabul ederek İstanbul’a geldiler. Ünlü astronomi âlimi Ali Kuscu bunlar
dan biriydi. Bir kısmı ise gelmedi. Gelmeyenlerden biri de 15.yüzyılın ünlü mutasavvıf ve edibi Molla Abdurrahman Cami idi.



3. Gayri Müslim Dünyaya Yönelik İcraat

Fatih’in bu alandaki icraatını iki noktada toplamak gerekir, ki biri Kostantiniyye fatihi sıfatıyla Roma İmparatorluğu’ nun vârisi olma iddiası diğeri de bu prestijli şehri Katolik dünyası dışındaki bütün Doğu Hıristi­yanlığının ve Museviliğin merkezi yapması şeklinde özetlenebilir.

a) Roma'nın vârisi olma iddiası: Fatih’in bu birinci fikre kendini psiko­lojik olarak hazırladığı, nedimlerine Roma tarihi okutmak suretiyle bu impa­ratorluğu tanımaya çalıştığı biliniyor. O İstanbul'u aldıktan sonra, zamanın Rum alimlerinin “Kimse şüphe etmez ki sen Romalılar’ın imparatorusun, impa­ratorluk merkezini elinde tutan kimse imparatordur ve bu imparatorluğun merke­zi de Konstantinopolis’tir” şeklindeki ifadelerine dayanarak, Roma tahtının sa­hibi olduğunu düşünüyor ve bunun kendine dünya sultanı olma imkânı sağ­layabileceğinden emin bulunuyordu.(23) Bu fikrin onda iyice yerleşmesinde hiç şüphesiz Kritovulos, Georgios Trapezuntios, Amirutzes gibi Rum ve Benedetto Dei, Jacopo di Gaeta ve Ciriaco d’Ancona gibi Latin entelektüellerinin tel­kinlerinin de rolü olduğu biliniyor.(24) Hatta Papa II. Pius’un Fatih’e ulaşmadı­ğı bilinen, 1460’larda yazılmış ünlü mektubunda, onu hıristiyanlığa davet et­tiği, bunu kabul ettiği takdirde kendisini dünyanın en kudretli hükümdarı ve bütün doğunun ve batının imparatoru ilan edeceğini vaat ettiği malumdur.(25)

b) Rum Ortodoks Patrikliğinin ve Musevi ve Ermeni cemaatleri başhahamlığının yeniden ihdası: Fatih kendisine ulaşmayan bu teklife uygun ha­reket etmemişse de, Latin ve Ortodoks kilisesinin birleşmesine karşı çıktı­ğı için patriklik makamından azledilen Gennadios Scholarios’u bütün yet­kilerini iade etmek suretiyle bu makama tekrar tayin etmiş, ayrıca Ermeni patriğini ve hahambaşıyı da başkente getirterek,26 bir Bizans imparatorluk geleneğini de devralıyor ve merkeziyetçi politikasını bu alanda da göstermiş oluyordu. O bu uygulamasıyla, Batı hıristiyanlığına, bundan böyle Osmanlı sultanlarının, doğu hıristiyanlarının ve Yahudilerin hâmisi ve imparato­ru olduğu mesajını veriyordu.



Sonuç

Buraya kadar söylediklerimiz, bu yazının dar çerçevesi içinde söyle­nebilecek genel tespitlerden ibarettir. Temas edilen konuların tafsilatına girişilmemiştir. Bunların tartışılması hiç şüphesiz ki gereklidir ve uzun za­man ister. Ancak sonuç olarak şunu söyleyebiliriz ki, Fatih’in merkeziyetçi­lik anlayışı ve siyaseti, kanaatimizce, bir amaç değil araç ohıp, onun zihinsel arka planında yatan ve Halil İnalcık ‘ın ifadesiyle "muhtelif menşeleri Türk- Moğol hakanlık, îslami hilâfet ve Roma imparatorluk fikri olan dünya hâkimi­yeti, cihan padişahlığı amacına yöneliktir.(27) Onun cihangir olma iddiası bir yandan kendi karakterinden gelen eğilimin bir sonucu olduğu gibi, bir yan­dan da İslam tarihinde İskendername edebiyatının da gösterdiği üzere, hemen hemen bütün Müslüman hükümdarlar gibi, aynı zamanda Büyük îskender’e olan hayranlığından da kaynaklanıyordu. Zira Büyük İskender Müslüman hükümdarlar arasında gelenekselleşmiş bir imaj idi. Bu sebeple Fatih’in hem Plutarkos’un İskender hakkındaki kitabını, hem de Ahmedi’nin ve Nizami’nin İskendemamelerini okuduğunu ve İskender’i kendine bir model olarak görmüş olabileceğini tahmin etmek de yanlış olmayacaktır.

* Doğu Batı, Haki İnalcık Armağanı, Ankara 2009, c.ı, s. 89-104.

Kaynak:Ahmet Yaşar Ocak - Yeniçağ  Anadolusunda İslamın Ayak İzleri(Osmanlı Dönemi),syf;36-50


NOTLAR

1- Cihat ve gaza kavramının teorik boyutu üzerinde pek çok tartılma yapılmş ve pek çok kitap ve makale yazılmıştır. Mesela, bu konuda şu makaleler külliyatına bakılabilir .’Just war and jıhad. Hıstorical and Theoretical Perspectives on War and Peace on Western and Islamic Tradition, ed. John Keisay- J. Turner Johnson, Greenvood Press, New York 1991. Ayrıca şunlara da bakılmalıdır: Halim Sabit Şibay, “Cihad/ İA; E. Tayn, “Djihâd/ E/z: Bekir Topaloğlu. “Cihad. TDVİA.

2- F. Köprülü, Osmanlı Devleti’nin Kuruluşu. TTK, Ankara 1988 S.83-89:P.Wittek,Osmanlı İmparatorluğunun Doğuşu,Pencere yay.,İstanbul 1995,s.47-68:H.İnalcık,The Ottoman Empire;The Classical Age 1300-1600, Londra 1973.

3- Özellikle C. Imber, “The legend of Osman Gazı' The Ottoman Emirate (1300-1389) inst of Medi­terranean Studies, ed. E. Zachariadou, Girit Üni.. Rethymnon 1993. s. 73-75.

4- C Kafadar, Between Two Worlds: The Construction of the Ottoman State. Uni. of California Press,
Berkeley-Los Angeles-Londra 1995. s. 47-60. 63-90; Ayrıca. bkz Linda Darting. ‘Contested terri­tory: Ottoman holywar in comparative contexte.* S1. 91 (aooo), s. 133-164.

5- Bkz. Aşıkpaşazade Tarihi, yay. Alî Beğ, İstanbul 133a, s. 160. Nihal Atsız neşrinde bu metin biraz daha tafsilatlıdır bkz. Osmanlı Tarihleri, Türkiye Yayınevi, İstanbul 1949, s. a06

6- Halil İnalcık, “Mehmed II/ İA. c. VII, s. 511-513

7- İnalcık, aynı yerde.

8- Bkz. Tarih-i Ebul-Feth, yay. Mertol Tulum. İstanbul 1977,s.40

9- İnalcık, aynı yerde.

1o- Bu konuda Michel Balivet'nin yayımladığı makale ve kitaplardaki yazıları çok ufuk açıcı ve aydınlatıcıdır.’Pour ne Concorde İslamo-Chretienne;Demarches Byzantines et Latines a la fin de Moyen-age(de Nicolas Cuc a Georges de Trébizonde), Roma 1997; aynı yazar, "Les contacts byzantino-turcs ent­re rapprochement politique et échanges culturels (milieu XIIIV-milieu XIV," Les Turcs au Moyen- âge: Des Croisades aux Ottomans (Xle-XVe Siècles), Isis, Istanbul 2002, s. 103-116.

11- F. Köprülü, “Bizans müesseselerinin Osmanlı müesseselerine tesiri hakkında bazı mülahazat,” Türk Hukuk ve İktisat Tarihi Mecmuası, I (1931), s. 165-313 (İngilizce çevirisi: Sotne Obsarvations on the Influence of Byzantine Institutions on Ottoman Institutions, çev. Gary Leiser, TTK, Ankara 1999).

12- İnalcık, The Otoman Empire: The Classical Age 1300-1600, Londra 1973, s. 29.

13- İnalcık, “Mehmed II," JA, c. 7, s. 513.

14- Mehmed Neşri, Kitâb-ı Cihannümâ, nşr. F. Reşit Unat-M. Altay Köymen, TTK,Ankara 1957- c2,s. 207; İnalcık, Fatih Devri Üzerinde Tedkikler ve Vesikalar, Türk Tarih KurumuYay.,Ankara1954,s.119-120,132.

15- Âşıkpaşazade, s. 142; İnalcık, Fatih Devri Üzerinde Tedkikler ve Vesikalar, s. 132-133.

16- M. Halil Yinanç, “Ahmed Paşa, Gedik,” İA, c. 1, s. 195: İnalcık, a.g.e., s. 135.

17- M.C. Şehabettin Tekindağ, "Mehmed Paşa, Rum,” İA, c. VII, s. 594-595: aynı yazar, "Mahmud Pa­şa,” İA, c. 7, s. 183-188.

18- Ahmed Ateş, “Molla Gürani,” İA, c. 7, s. 407. Molla Gürani sultanın yolladığı bir fermanı şeriata aykırıdır diye yırtmış ve onu getiren çavuşbaşını da hakaretle kovmuştu. Fatih buna kızmıştı.

19- Bu yöndeki icraatı eleştiren Âşıkpaşazade bu fikrin bizzat Verziriazam Nişancı Mehmed Paşa’dan kaynaklandığını yazmaktan çekinmez: bkz. Tevarih-i Âl-i Osman, s. 192; Oktay Özel, “Limits of the almighty: Mehmed II’s ‘land reform’ revisited,n JESHO, 42, 2 (1999), s. 226-246.

20 -Oktaj Efendiev, “Le rôle des tribus de la langue turque dans la création de l’Etat safevide,” Turcica, VI (1975), s. 24-34; Faruk Sümer, Safevi Devletinin Kuruluş ve Gelişmesinde Anadolu Türklerinin Ro­lü, Selçuklu Tarih ve Medeniyeti Enstitüsü yay., Ankara 1976.

21 -H. Sohrweide, “Der Sieg der Safaviden in Persien und seine Rückwirkungen auf die Schiiten Ana­toliens im 16. Jahrhundert,” Der Islam, 41 (1965), s. 95-222.: E. Eberhard, Osmanische Polemik ge­gen die Safawiden im 16. Jahrhundert nach arabischen Handschriften, Klaus Schwarz Verlag, Freiburg 1970.; A. Allouche, The Origins and Development of the Ottoman-Safavid Conflict (906-962/1500- 1555)’ Klaus Schwarz Verlag, Berlin 1983.

22- İnalcık, a.g.e., s. 31.

23- İnalcık, “Mehmed II,” İA, c. 7, s. 511.

24- Bu konuda bilhassa bkz. Balivet, “Humanistes du quattrocento et Turcs ottomans,” Les Turcs au Moyen-âge: Des Croisades aux Ottomans (Xle-XVe Siècles), s. 121-151 (Türkçe çevirisi: Ortaçağda Türk-ler, çev. Ela Güntekin, Alkım yay., İstanbul 2005

25- Bkz. Balivet, o.g.m., s. 122-124.

26- İnalcık, The Otoman Empire, s. 29, 57; Balivet, “Entre Rome et les Turcs, un homme de dialogue: Le Patriarche de Constantinople Gennadios Scholarios (environ 1405-1472),” Les Turcs au Moyen- âge: Des Croisades aux Ottomans (Xle-XVe Siècles), s. 117-119.

27- İnalcık, a.g.e., s. 57.
Devamını Oku »

Din İnsanı Muhtar ve Otonom Kılmaktır

Din İnsanı Muhtar ve Otonom KılmaktırHz. Peygamber'in doğumu münasebetiyle düzenlenmiş bu toplantı bana İslam'ın cüret edebilirsem böyle söyleyeyim, kefeni yırttığını göstermektedir. Bir fikriyat olarak, zihniyet olarak dolu dizgin yürüyüp insanlığı, dünyayı bugün büyük meselelerden kurtarmaya geldiğini göstermektedir.

Bunu bir laf cambazlığı olarak alınamanızı rica ediyorum. Bir medeniyet ve onun fıkri temelleri 300-400 yıllık derin bir uykudan böylesine uyanabiliyor ve bu fikir dünyasının mensupları bir araya gelip fikri alışverişte bulunabiliyorlarsa buradan çıkarabileceğimiz tek sonuç, demin size arzettiğim sonuçtur. İnsanlık, tarihinde görmediği müthiş bir bunalım içerisinde yaşa­maktadır günümüzde. Suçlu aramıyoruz, zaten lüzum da yok. Ama teşhiste bulunmak mecburiyetindeyiz. Bu teşhisi çocuklarımız, torunlarımız için yapmamız gerekiyor. Burada kazaya uğrarsak, teşhiste yanılırsak bunun hesabını herhalde ahirette bizden fena halde soracaklardır. Mesele, islam medeniyeti ile falanca medeniyet arasındaki düşmanlık değil, mesele Hak dini olarak, vahyi arkasına almış ve meşruiyetini oradan kazanmış bir düzen olarak İslam'ın gücünü kaybetmiş olması ve onun yerine sırtını Hakka dayamamış olan bir medeniyetin ortaya çıkmasıdır. Bunun sonuçlarını bütün açıklığıyla görüyoruz. Bunun sonuçları sadece Türkiye'de, Mısır'da, Cezayir'de, Madagaskar'da, Malezya'da, Fiji'de değil, Almanya'da, Kana da'da, Amerika'da, Avustralya'da, İngiltere'de ve Fransa'da da bütün vehametiyle yaşanıyor. Hadiseyi çok çeşitlendirmeyelim, çok çetrefilliğe götürmemize hacet yok. Birkaç basit fırça darbeleri ile resmi ortaya koyabiliriz.

Aşağı yukarı XVI. yüzyılın başlarından itibaren Akdeniz'in kuzeyinde, İtal­ya'da başlayan bir süreç nihayet XVIII. yüzyılın başlarında İngiltere'de zirveye ulaşıyor ve ingiltere'nin bayraktarlık ettiği yeni hareketle hadise deniz aşırı boyut kazanmıştır. Amerika'ya, Avustralya'ya, Asya'ya, Afrika'ya taşınmıştır. Mesele birtakım anatomik kelimelerin tartışması değil. Esası­mız "kalp midir, baş mıdır, beyin midir" meselesi değil. Aklı XVI. yüzyıldan itibaren temel alan bir medeniyet aklın aslını unutmuştur. "Aklın esası nerededir" sorusunu sormayı ihmal etmeye başlamıştır ve akıl kendi kendisine dayanan kendi meşruiyetini kendisinde bulan bir hadise olup karşımıza çıkmıştır. "Aklın aslı esası nerededir" diye sorduğumuzda sorumuz havada kalmıştır. Aklın ilahi esası, aklın vahye dayanan esasları ihmal edilmiştir,unutulmuştur. Bunun yol açmış olduğu ahlaki sonuçlar müthiştir. İslam'ın en önemli umdesi adalettir. Adalet yerini bulmak, tayin etmek demektir.

Halbuki adaletin zıddı olan zulümde yer şaşırılır. İşte şaşırmanın en belirgin örneği olan kavram kargaşası da zulümde ortaya çıkmıştır. Yerli yerine konulamayan kelimeler karanlıkta kalmışlar ve bizi karanlıkta bırakmışlardır.

Ne ortaya çıkmıştır? Cüret ortaya çıkmıştır, ukalalık ortaya çıkmıştır, edepsizlik ortaya çıkmıştır. "Dik duran her şeyi ben meydana getirdim" diyen bir insan tipi ortaya çıkmaya başlamıştır. Birden bire olmamıştır bu. Bu hadise yüzyıllar boyunca sürüp gitmiş ve en açık örneklerini günümüzde gözümüzün önüne sermiştir. "Haddini bilmez insan" tipi karşımıza çıkmıştır. inanalım inanmayalım, herkesin inancı kendine. Kimse kimseye iman aşılamakla görevli değil, bu Peygamberimiz'e bile verilmiş bir görev değil iken hiçbirimiz böyle bir cürete kapılamayız. Ama her birimizin başta gelen ödevi saygılı olmaktır. işte bu süreç, biraz önce bahsettiğim ve İslam'ın karşısına dikilmeye başladığı o süreç, tek kelime ile saygısızlığı beraberinde getirmiştir, haddini bilmezliği getirmiştir. Aklımın sınırları vardır. Aklımın ulaşamayağı yörelere el atmanın beni gayri meşru bir duruma düşürebilir. Tabii ki tıpta çeşitli meselelere, çeşitli hastalıklara çare bulmak gerekir, ama ben kalkıp da "ölüme çare bulacağım, artık ölümü ortadan kaldıracağım" şeklinde bir zehaba ve zanna kapılırsam orada aklımın sınırını aşmış olurum. Gelenek ile sünnet arasındaki fark da buradadır. Sünnet değişmez değerlerin nesilden nesile aktarılmasıdır.

Bunlar senden benden bağımsız ilahi bir ilhamla Allah'ın elçisine gelmiş olan vahyin yanında biz hadisleri de bu şekilde görmemiz gerekiyor. Ama gelenek elbette değişen olaylardır. Geleneğin değişme sınırı nedir, değişme frekansı nedir? Geleneğin değişme frekansı sünnete ve vahye uyma ve uymama derecesine bağlıdır.Akılla bütün meselelere çare bulmak mümkün mü? İrade-i külli dediğimiz alana çare getirmemiz, cevap getirmemiz mümkün değil. "Ben niye insanım da kuş değilim?" sorusu mesela, bu çeşit sorudur. Buna cevap verilemez. "Ben niye falanca tarihte Türkiye'de doğdum da bundan 300 yıl önce Uganda'da doğmadım" sorusunun da cevabı yoktur. Buna cevap veremeyiz. Bunun üzerinde durmamız saçmalıktır. İşte dinen caiz olmayanla, felsefi anlamda saçma olanlar örtüşürler.

İddia edildiği gibi İslam'da felsefe ile din arasında bir kavga yok; yeter ki o felsefe haddini bilsin. Haddini bilmeyen felsefe sadece islam'a aykırı düş­mez, insanın tabiatına da aykırı düşer. Çünkü islam insanın tabiatı demektir ve belli bir millete, kavme gelmiş bir tebliğ de değildir, o bütün insanlık içindir. Sonuçta islam'ı biz dinle çakıştırabiliriz, bunlar ayrı şeyler değildir ve hangi din İslam'a yaklaşıyorsa Hak dini olmaya hak kazanır, uzaklaştığı ölçüde de batıla gider. Ancak iş bununla da bitmiyor. Yani, meseleyi bu şe­kilde sadece teorik bağlamda halledemiyoruz. İşin ibadet yanı da var. İslam,ibadetiyle birlikte insan için en önemli değer olan disiplini de getiriyor. Kimse kimsenin namazından, orucundan, zekatından sorumlu değil, karışamaz.

Ama bunun yararı nedir, bunun yararı biraz önce söylediğim gibi haddimizi bildirmek yönünde terbiye edici en önemli unsur olan disiplinin gelmesidir.İşte şımaran insan disiplinsiz insandır. Disiplini olmayan kişi üretemez. Sadece din mi disiplin getirir? Hayır, askeriyede de, okulda da disiplin vardır.

Bunlar dış disiplinlerdir, din iç disiplini getirmektedir. insanın kendi kendisini zaptına alma hadisesini getirir. Yani kısaca din, insanı muhtar ve otonom kılmaktır. Senin tepene kimse balyozla vurup da "şöyle yapacaksın, böyle. yapacaksın" demeden kendi kendine, zaptının altına alınana yol açmaktadır. Tabii dünyada en zor iş dindar olmaktır. Her an, her durumda Allah'ın seni denetlediği hissetmen müthiş, zor bir iş olsa gerektir. Ve bundan dolayıdır ki, mümine dünya cehennem, münkire cennet denmiştir. Hakikaten, İslam'ı tam manasıyla uyguladığınız vakit iş çok zor olmaktadır. Ancak uygulamadığınız vakit, kısa vadede çok kolay oluyor gibi görünse de, uygulandığında, uzun vadede toplumu refaha ve huzura eriştirmektedir. Bilim bu disiplinin içerisinde tek başına bir değer değildir. Bilim genel manada din çerçevesi içerisinde mühim bir yer işgal eder. Geçenlerde yaptığım bir konuşmanın tasnifini burada tekrarlayacağım. Bizim asıl bilgilerimizi veren kaynak vahiydir. Bu vahiyden gelen bilgileri tercübeyle denetleriz.

Denetlemek belki iyi yerine oturmadı, bunların farkına tecrübeyle varırız. Vahiy hayatı,vahiyden gelen değerlerin sentezinden biz ilmi elde ederiz. ilim insanın hem manevi hem de tabiat karşısında aldığı tavırla ilgili bir çalışmadır ve nihayet ilmin içerisinde bilim bir şubedir ve sadece tabiat hadiselerinin incelenmesine bizi götürür. Tabiat hadiselerinin, tabiat kuvvetlerinin incelenmesinde biz ölçmeyi biçmeyi ve hesabı kullanırız ama sınırımızı aşar, haddimizi hududumuzu bilmezsek bilimin yöntemini ilme taşımaya başlarız, ilim ile bilimi karıştırırız ve insanı da taş, toprak, sümbül, bülbülmüş gibi görür ve bilimsel bir anlamda açıklamaya başlarız.

Gelenek bahusus bilim için söz konusudur. Yenileşme bilimde olur. Devrimler dahi bilimde olur. ilme geçtiği­niz vakit bunlar anlamlarını kaybederler. ilimde sürekli olarak muhafaza etme hususu söz konusudur. Kazanılmış değerleri muhafazayı terkettiğiniz vakit kendinizi boşlukta bulmaya başlarsınız. Tabii ki bilimde de kazanılmış değerlerin yeri çok önemlidir. Yani quantum mekaniği için relativite teorilerine ihtiyacınız vardır. Relativite teorileri için klasik mekanikle hareket edersiniz. Ancak bilimde gelenekler önemli ölçüde ilmin çerçevesinde yer almaktadır. Şu halde iddia edildiği gibi bilim de tümüyle değerden bağımsız değil­dir. Bilim adamının tabiata yönelişinde yine büyük ölçüde değerleri vardır.

İşte müslüman mütefekkirler günümüzdeki şartları analiz ederken üç farklı alanı çok iyi bilmek zorundadırlar. Bunlardan birisi din, öbürüsü ilim ve nihayet bilim. Bu üç alanı ihata etmekle memur kişi en önemli diyebilecegimiz düşünce adamı hakimdir, fılozoftur. Her üç sahayla içten içe bağ kurması gerekir. Bunlardan birinde veya ikisinde daha özelleşmiş, uzmanlaşmış olabilir ama öbürlerini de bilmek zorundadır. Şu halde biz bu "din, ilim ve bilim" sınıflamasını esas alırsak, sanıyorum gelenek ve yenileşme kavramları yerlerini bulacaklardır. Az önce Hamid Algar beyefendi' İran'dan bahsederken devrim kelimesini kullanmıştır. İslam'da devrimin dinen söz konusu olabilecegini düşünemiyorum. Çünkü devrimin tarifinde alınmış, mirasına konulmuş degerlerin terki ve yeni degerlerin yaratılması söz konusudur.

İslam adına yola çıkmış kişi yahut kişilerin geçmiş değerleri terketmeleri düşünülecek bir şey değildir. Diyeceksiniz ki, "bu bilim çerçevesinde söz konusu olabilir mi?" Olabilir ama toplumla ilgili hadise bilimin konusu degildir.

Bilim sadece ve sadece tabiat olayına yöneliktir. Çünkü tabiatta bize konu olan nesnedir. Nesneyi ölçüp hiçebiliriz ama insanı kendimize konu aldıgı­mızda insan yüce bir yaratık olarak Allah'ın kainattaki temsilcisi, halifesi olarak o bir nesne olamaz. O da benim gibi bir öznedir. o da benim gibi bir sübjedir. Şu halde insanı bilimin çerçevesinde ele almak insanı öteki varlıkların derecesine düşürmek demektir. Efendim, bu ölçülerin içerisinde müslüman düşünürlerin, mütefekkirlerin, filozofların, bilim adamlarının yol alacaklarını ve böyle güzel münasebetlerle bir araya gelip daha nice fikir alış­verişlerinde bulunacaklarını Allah 'tan diliyorum. Hepinize tekrar saygılar,sevgiler arzediyorum. 'Teşekkür ederim

 

http://isamveri.org/pdfdrg/D048137/1996/1996_DURALIT.pdf
Devamını Oku »

IŞİD'in eylemleri dinen meşru değil

İslâm'da aynı mezhepten olmayan veya kendileri gibi düşünmeyenleri kâfir kabul edip can, mal ve ırzlarını helal saymak sapkınlıktır. Hemen her uygulaması İslâmî açıdan gayrimeşru sayılan IŞİD, bütün dünyada Müslümanlara yönelik nefret uyanmasına yol açmaktadır.

IŞİD'in eylemleri dinen meşru değil

Özellikle son bir yıl içinde Irak-Suriye-Lübnan çizgisinde kendisine bir egemenlik alanı açmaya çalışan ve bu yolda şaşılacak bir şekilde ilerleme kaydeden IŞİD (Irak-Şam İslâm Devleti; Arapçası DÂİŞ: ed-Devletü’l-İslâmiyye fi’l-Irâk ve’ş-Şâm) bir taraftan siyasî tartışmalara konu olurken bir taraftan da ele geçirdikleri yerlerde küçük-büyük ve kadın-erkek demeden sivilleri kitleler halinde öldürme, kadınları cariye edinip cinsel istismara maruz bırakma gibi eylem ve uygulamalarıyla dinî meşruiyet tartışmalarına konu oldu. Öncelikle bir grup, örgüt, cemaat veya devletin İslâmî vasfının onun İslâm ölçülerine bağlılığıyla ölçüleceği bilinmelidir. Dolayısıyla İslâm prensiplerine bağlılığı ölçüsünde İslâmî, bu ölçüleri ihlal ettiği ölçüde de İslâm’dan uzak sayılır. Bu açıdan IŞİD’in uygulamaları değerlendirilecek olursa şunlar söylenebilir:

İslâm hukukçularının büyük çoğunluğu Hz. Peygamber ve Hulefâ-yi Râşidîn'in talimat ve uygulamaları doğrultusunda, bizzat savaşa katılanlar dışında kalan sivilleri yani kadın, çocuk ve yaşlıları, engellileri, çiftçileri, mabetlere çekilmiş din adamlarını ve savaşla ilgisi bulunmayan diğer insanları öldürmenin yasak olduğuna hükmetmiştir. Düşman askeri esir alındıktan sonra onunla ilgili hüküm devlet başkanına ait olduğundan kaçmaya teşebbüs etmesi veya savaşmaya yönelmesi gibi durumlar dışında birileri tarafından öldürmesi haramdır; ancak öldürülmesi halinde kâtil günahkâr olmakla birlikte savaş ortamı sebebiyle diyet ödemekle yükümlü tutulmamıştır. Bazı hukukçular öldüren kimseye ta'zîr cezası (Kur’an-ı Kerim ve sünnette belirlenmeyip zaman ve şartlara göre devlet veya mahkemece uygun görülen ceza) verileceğini belirtmişlerdir.

Savaşın amacı karşı tarafı etkisiz hale getirerek bir zarar vermesine engel olmaktır. Bu sebeple savaş sırasında belirli şartlar çerçevesinde muhariplerin can ve mallarına yönelik saldırı meşru kabul edilmiştir. Ancak düşman etkisiz hale getirilip esir alındıktan sonra daha ileri bir davranış uygun görülmemiş, esirlere uygulanacak hüküm Muhammed sûresi 4. âyetinde şu şekilde belirlenmiştir:

"İnkâr edenlerle -savaşta- karşılaştığınız zaman boyunlarını vurun. Nihayet onları iyice yıldırıp sindirince bağı sıkıca bağlayın (esir alın). Savaş sona erince de artık ya karşılıksız veya fidye alarak onları salıverin".

İslâm hukukçularının çoğuna göre bizzat savaşa katılanlar dışında kalan sivilleri öldürmek yasaktır.











Gerek bu âyeti gerekse Hz. Peygamber'in uygulamalarını esas alan mezhepler, devlet başkanının esirleri bedelsiz veya fidye karşılığında serbest bırakma, Müslüman esirlerle mübadele, öldürme, köle statüsüne geçirme konusunda muhayyer olduğunu belirtmişlerdir. Hukukçular, devlet başkanının tercihini kullanırken keyfî değil içinde bulunulan şartları ve esirlerin özel durumlarını göz önüne alarak en uygun hükmü vermekle yükümlü olduğunu belirtirler. Meselâ zararlı olacağı düşünülenlerin öldürülmesi, böyle olmayacağı bilinenlerle zayıf ve güçsüzlerin, malî imkânı bulunmayanların karşılıksız bırakılması, hizmetinden faydalanılacağı umulanların köleleştirilmesi, ekonomik imkân sağlayacakların da fidye karşılığında salıverilmesi uygun bir çözüm olarak önerilir.

Bu seçenekler arasında yer alan ve gerekli görülmesi halinde başvurulabilecek öldürme hükmü dört mezhep tarafından savunulmakla birlikte sahabeden İbn Ömer, tabiînden Ata b. Ebû Rebâh, Hasan-ı Basrî, Saîd b. Cübeyr, Mücâhid ve Muhammed b. Sîrîn gibi müctehid âlimlere ve Şiî Ca'feriyye mezhebine göre esirin öldürülmesi caiz değildir. Esirlere uygulanacak hükmü belirleyen âyet yanında Hz. Peygamber'in genellikle esirleri bedelsiz veya fidye karşılığında serbest bırakması bu görüşün dayanağıdır. Esirlerin gerektiğinde öldürülebileceğini  savunanların Hz. Peygamber döneminden verdikleri birkaç örneğin hepsinde esirler sadece savaştıkları ve esir alındıkları için değil savaş öncesinde veya esaret halinde işledikleri suçlar ve özel durumları sebebiyle ölümle cezalandırılmış olup bundan hareketle esirin öldürülebileceği sonucunu çıkarmak isabetsizdir.

Yine bu âlimlerin delil olarak ileri sürdükleri, Bedir Gazvesi'nden sonra nazil olan "Yeryüzünde ağır basıncaya -düşmanı tamamen mağlûp edinceye- kadar hiçbir peygambere esirler alması yakışmaz. Siz geçici dünya malını arzuluyorsunuz, halbuki Allah -sizin için- âhireti istiyor. Allah güçlüdür, hikmet sahibidir" (el-Enfal 8/ 67-69) âyetinde esirlere uygulanacak herhangi bir hüküm sevk edilmemiş, sadece Müslümanların düşmanlarıyla yaptıkları bu ilk savaşta onları iyice mağlûp edip kendilerine üstünlük sağlamak yerine maddî menfaati ön planda tutarak esir almaları hoş karşılanmamıştır.

Esirlerin köleleştirilmesi de İslâm'ın ortaya koyduğu ve arzuladığı bir uygulama olmayıp o dönemde yaygın olan ve bir devletin tek taraflı iradesiyle ortadan kaldırılması mümkün olmayan bir teamül, uluslar arası bir problemdi. Dolayısıyla İslâmiyet bir taraftan yaptığı hukuki düzenlemelerle bu yaygın uygulamayı mümkün oldukça insanî ölçülere çekmeye çalışmış bir taraftan da bu uygulamanın zaman içinde ortadan kalması için tedbirler geliştirmiştir.

Sonuç olarak İslâm'da esirlerle ilgili temel hükmün karşılıksız veya fidye ile serbest bırakmaktan ibaret olduğunu, fukahanın buna öldürme ve köleleştirme tercihlerini de eklerken içinde bulundukları milletlerarası şartlardan etkilendiklerini, düşmanın Müslümanlara karşı uyguladığı bu hükmü mukabele bilmisil esasına göre muhafaza etmek zorunda kaldıklarını söylemek mümkündür. Esirlerin beslenme, giyim ve barınma ihtiyacını esir alan devlete yükleyen Hz. Peygamber çeşitli talimat, tavsiye ve uygulamalarıyla esirlere iyi davranılmasını istemiş, onlara eziyet ve işkence edilmesini yasaklamıştır.

Esirlere kötü muamele yapılması yasaklandığı gibi esir alınan kadınların kişilik ve iffetleri de belirli bir hukukî düzenleme getirilerek güvence altına alınmıştır. Dört Sünnî mezhebe göre, kölelik yolu ile hukukî bir statüye kavuşturulmadan önce esir alınan bir kadınla cinsî münasebette bulunmak haramdır. İmam Mâlik ve Ebû Sevr'e göre böyle bir fiil işleyen askere zina için öngörülen recim veya sopa cezası uygulanır. Diğer üç mezhebe göre ise esirlerin bir bakıma ganimet çerçevesinde mütalaa edilmesinden doğan “mülk” şüphesi sebebiyle, bu kimseden zina cezası düşmekle birlikte ta'zîr cezası  uygulanır. Devlet esirleri kölelik statüsüne geçirme (yani gaziler arasında ganimet olarak paylaştırma)  kararı alırsa ancak o zaman belirli şartlar çerçevesinde kişi kendi payına düşen cariye ile cinsel ilişkide bulunabilir. Dolayısıyla bu şartlar içinde gerçekleşecek bir ilişki bugünkü anlamda bir tecavüz değil hukuk düzeni içinde yer alan ve belirli hukukî sonuçlar doğuran bir tür karı-koca ilişkisi mahiyetindedir.

İslâm'ın arzuladığı bir hedef olarak bugün bütün insanlığın ortak iradesi ve bunun yansıdığı siyasî ve hukukî düzenlemelerle kölelik müessesesi ortadan kaldırıldığı için savaş esirlerinin köle statüsüne geçirilmesi İslâm bakış açısına göre artık meşru değildir; dolayısıyla esir kadınların da cariye edinilip kendileriyle cinsî ilişkide bulunulması hiçbir şekilde helal sayılamaz.

IŞİD dine zarar veriyor

Bu anlatılanlar gayrimüslim bir düşmanla yapılan savaşla ilgilidir. Müslüman toplumlar arasında meydana gelen savaşın hükümleri bundan farklı olduğu gibi esirlerine uygulanacak hükümler de farklıdır. Böyle bir savaş sırasında ulemanın çoğunluğuna göre esir alınan erkekler hapsedilirler, öldürülemezler; öldürülmeleri halinde diyetleri ödenir. Kadın ve çocuklar hiçbir şekilde esir alınamaz. Esir alınan erkeklerle koruma altında bulundurulan kadın ve çocuklar savaş sonunda serbest bırakılırlar. Bu konuda sünnî-sünnî olmayan veya ehl-i sünnet içinde herhangi bir mezhep ayrılığı söz konusu edilemez.

IŞİD'in kendisini İslâm devleti ilan etmesi dikkatleri başka şeylere çekme maksadı taşımıyorsa hepten cehalet eseri ve gülünçtür.








by Ahmet Özel



Hâricîler gibi kendi mezheplerinden olmayan veya kendileri gibi düşünmeyenleri kâfir kabul edip can, mal ve ırzlarını helal saymak bir sapkınlıktır. Bir Müslüman ancak İslâm esaslarını açık şekilde inkâr etmekle dinden çıkar; hiç kimse kendince (sözde) geçerli saydığı bir te’vile dayanıp başkasını tekfir edemez. Üstelik IŞİD ve benzeri örgütler böyle geçersiz bir te’ville kendilerinden başkalarını kafir saysalar bile yukarıda işaret edildiği üzere gayrimüslimler hakkında bile bugün yaptıkları uygulamalar meşru değildir.

Dışa yansıyan hemen bütün uygulamaları İslâm bakış açısından gayrimeşru sayılan, bu eylemleriyle bütün dünyada İslâm ve Müslümanlara yönelik bir nefret uyanmasına vesile olan bir örgütün  kendisini İslâm devleti ilan etmesi ve diğer ülkeleri de kendisine biate çağırması, dikkatleri başka şeylere çekme maksadı taşımıyorsa hepten cehalet eseri ve gülünçtür. Üstelik bu örgüt tamamen İslâm esaslarına uysa bile böyle bir çağrı bugünkü uluslararası şartlarda ciddiye alınacak bir şey değildir.

Batı sömürgeciliği doğrudan işgal, kendilerine bağlı güvenli ordu ve yönetimlere bırakarak çekilme merhalelerinden sonra bugün aşırı düşünce ve eğilimlere sahip taşeron örgütler vasıtasıyla İslâm ülkelerinde istikrarsızlık yaratarak ekonomik ve siyasi  bağımlılık hallerini sürdürmek şeklinde üçüncü bir safhaya geçmiş bulunmaktadır. Bunun için de soğuk savaş döneminin sona ermesinin ardından Batı’da yeni tehdit algısı İslâm’a ve İslâm dünyasına dayandırılarak terör bir küresel hegemonya aracı olarak öne çıkarılmıştır.

Küresel güçler dünyadaki her karış toprağı, iletişim ve ulaşım kanallarını rahatlıkla denetleyebilme imkânına sahipken terör örgütlerinin gizli servis bağlantıları olmadan faaliyet gösteremeyeceği, bu servislerin desteği sağlanmadan istihbarat, eğitim, lojistik destek, silah tedariki gibi ihtiyaç ve faaliyetlerinin imkânsız olduğu göz önüne alındığında bugün el-Kâide ve onunla bağlantılı olarak Somali’de eş-Şebâb, Nijerya’da Boko Haram, Libya’da Ensâru’ş-şerîa ve Ortadoğu’da sınırların yeniden oluşturulması sürecinde IŞİD gibi örgütlerin kendilerinden ibaret olmadıkları ve bilerek veya bilmeyerek bu üçüncü sömürgecilik merhalesi için eşi bulunmaz birer araç teşkil ettikleri daha iyi anlaşılır.

Prof.Dr.Ahmet Özel

http://www.aljazeera.com.tr/gorus/isidin-eylemleri-dinen-mesru-degil
Devamını Oku »

Kültür

Rasim Ozdenoren

Kültür, bir kez daha belirtelim, bir hayat ve yaşama tarzıdır. İslam yaşanmadıkça ona ait bir kültür ortamının oluşması da söz konusu olmayacaktır. Durum, İslâm'ın yeniden yaşanır hale gelmesi hususunda taşıdığı potansiyelle ilgili değil; bu hususa dikkat istiyorum. İslam,din olarak ortadadır. Mesele, onu yaşamaya layık insan üzerinde toplanmaktadır.

Kaynak:

Rasim Özdenören-Yeniden İnanmak
Devamını Oku »

İnkılaplar

Nurettin Topcu- Yarinki Turkiye

Bütün inkılâplar, şekil ve kıyafet değiştirmeden ibaret kalıyor; ruh daima aynı oluyor. Aynı mefhumlar, divan edebiyatından intikal ediyor, buna ilâve edilen yeni konular yine eski ruhla işleniyor. Nedim-Mehmet Rauf edebiyatı yeni nesilde, divân edebiyatının medhiye ve mersiyeleriyle birlikte devam ediyor. Edebiyatta milliyet cereyanından bahsedenler, millî edebiyatı sade şekil, isim ve kalıpların başkalığında arıyorlar. Hayat sahasında yapılan inkılâplar da kıyafet değiştirmekten ibaret oldu.

Yarım asırdan fazla zamandır evlerimiz değişti, elbisemiz değişti; lisanımız ve selâmımız bile bambaşka şekiller aldı. Dışımızdaki âleme bakıyoruz, hemen herşey değişmiş, fakat insan değişmemiş. Kendini görebilen insanın içine çevirdiği dikkatine cevap olarak, benliğinin derinliklerinden samimi bir ses haykırıyor: Ben ne elbiseyim, ne eşyayım, ne de dışından değiştirilebilir bir varlık. Hakikî inkılâp, bu isme değer hareket, insan ruhlarım değiştiren, insanda yeni bir irade yaratan harekettir. Asırlardan beri hayat sahnemizin şekil ve maddeye ait zaruretlerle birlikte ve dışardan gelen tesirlerle değişmiş olması, İçtimaî inkılâp sayılmamalıdır.

Kaynak:

Nurettin Topçu-Yarınki Türkiye
Devamını Oku »

Kale İçinden Alınır

Nurettin Topcu- Yarinki Turkiye

Düşmanlarımız, vaktiyle bütün hayat ve irfanınızı idare ederek din müessesesine nüfuz etmiş olan cehaletle taassuptu Sonra devletin müsamahasından faydalanarak onun mukadderatına sahip olan yabancılar, selâmet ve mukadderatından mesul olmadıkları ana vatana suikast yaptılar. Nihayet geçen asrın içinde komiteleşen “Jön Türkler”in asıl gayesi de hürriyet perdesi altında gizlenmişti.

Herşeyden önce Anadolu’nun bir vatan oluşunu inkâr ettiren, mâsum heyecanlarla yüklü nesilleri avlamaya kabiliyetli, yaldızlı bir mefkûreyi ileri sürdüler. Tıpkı lânetli Timurun ordusu gibi, bizim ideal arayan neslimizi içinden bozdular ve bu sihirli perdenin arkasından, bütün millet mukaddesatını imha edecek olan Mason dâvasını Anadolu’ya soktular. İstikbâli gören gönüller için Ayasofya’ya asıl o zaman çan takılmış, Yıldırımla Yavuz o zaman katledilmişti. Milletimizin kuruluş hamlelerine vaktiyle saldırarak o hamleleri ezmek hırsiyle asırlarca boşuna kan döken haçlı zihniyet, nihayet bizi içimizden vurmanın sırrını elde etmişti. “Kale içinden alınır” atasözümüzü, atalarımızın düşmanları tatbike koyuldular. Birinci Cihan Harbi ni kaybettikten sonra Anadolu, İstiklâl Savaşı’na atıldı. Harp cephesinde kılınç muzaffer oldu.

Lâkin hakikatte muzaffer olan milletin ruhu idi. Biz bu ruhun hâkimiyeti dâvasını bayrak yaparak yükseltmesini bilmedik. Cepheye koşan millet ruhunu alkışlayacak yerde, cepheden dönen ve zafer fırtınasından faydalanarak ganimet yağmasına katılan efeleri alkışladık. Bağrımıza basmamız gereken ruh, kanlı kefene büründü. Dünyamıza, insan ve hürriyet aşkından yapılmış yeni bir ruh getirmeye ve Fâtih’lerden sonra yeni bir devir açmaya kabiliyetli mücahidler, zulme sunulan alkış sesleri arasında gömüldüler. İsyanları ve feryatları pek çabuk unutuldu. Bilâkis pek uzun süren zafer yağmalarından hisse almak istiyenler zümreleştiler. Bunlar, halkın menfaat duygularını istismar ederek memleketin bütün damarlarına yayıldılar ve Anadolu'yu kalbinden vuran Haçlı zihniyetinin vârisleri oldular. Azar azar, gururunu besledikleri bir gençlik zümresini de ellerine geçirdiler. Bu millet mukaddesatı ve Anadolu'nun mukadderatı böylelikle büsbütün sahipsiz bırakılmak istendi, önce kütle halinde çetin saldırışlarla yıprattıkları ve böldükleri millet ruhunu sonra çete harpleriyle yer yer perişan etmeye koyuldular.

Bunlar, öyle sistemli çalışmışlardı ki, gözlerimizi açtığımız anda fikir müesseselerini onların eline geçmiş bulduk. Üniversitelerin ruhunu tahlil ederseniz onda ne Türk'ü bulursunuz ne Avrupalıya Onda her yerden alınmış, benliğimizi çürütücü unsurları bulursunuz. Ne bir ilim aşkı yaratıcı zihniyet, ne bir felsefî iman, ne de samimi ve tarafsız bir din ve ahlâk ilmi... Hiçbir sistem, hiçbir kanaat, hareket yaratıcı hiçbir kuvvet, üniversitelerimizin kapısından içeri girmedi. Sade tahrip silâhları, sade insan ruhunun ortaya koyabileceği her inancı yere seren, çürüten kuvvetler, hakikat aramanın metodlariyle telkin edildi. Her sahada mutlaka bir inanca bağlanan doktrin zihniyeti tezyif edildi.

Kaynak:

Nurettin Topçu-Yarınki Türkiye
Devamını Oku »

İlerde Olan

İlerde Olan

Kimi bir iş yaptığını sanır. O, boşuna bir çırpınıştır.

Kimini de yerinde durur sanırsınız. O, ilerlemekte­dir; fakat bu ilerleyişi görecek göz gerektir.

İlerleyiş, sadece hareket etmek demek değildir. Çev­resini de beraber hareket ettirmek demektir.

Bir tertibi bozarak eşyaya bir başka tertip vermek, bir ilerleyiş değildir. İlerleyiş, özde bir değişiklikle baş­lar. Görünüşlerde ve biçimlerdeki bir değişmeyle değil, özdeki değişme, biçimdeki ve görünüşdeki değişmeden önce başlar.

İçine çürüyüşün her türlü tohumu serpilmiş bir dü­zeni başka bir tertiple ilerleteceğini uman, gitsin başını dev kayalara çarpsın.

İlerleyiş, ilkin zihnî ve ruhîdir. Sonra dışa vurur, fizikte görünür.

Halkıyla çöle dalmış olan Hz. Musa, büyük şehirler­de oturan Firavun’dan daha çok ilerliyordu.

Başka çare kalmayınca, bir mağarada, ebedî bir ide­alin düşü içinde uyuyan yedi genç, mermer sütunlar arasında dolaşan Romalılardan daha ileriydi ve daha çok ilerliyordu.

Hira mağarasında mutlak hakikatin zuhuru önünde ürperen Peygamber, Şam kervanlarının ipeğe gömülü parıltısı içinde ilerleyen Kureyş eşrafından çok ilerler­deydi. Ve o Kureyş ileri gelenleri bir gün gelecek, ilerde olanın hakkını teslim edeceklerdi.

Su ilerlemese üstündeki saman ilerlemez. Siz, ilerle­yen olarak samanı görürsünüz; aslında ilerleyen sudur. Gölge, uzar veya kısalır. Bu uzayış veya kısalış, gölge­nin kendinden değil, ait olduğu varlığın güneşe göre olan konumundan dır.

Mağara ve şehir, güneş ve gölge, bütün bunlar bizim için birer meseldir. Gururu yıkmak için mesel. Kuvve­tin asıl sahibini görmeyip kendini görenlere bir mesel. Gurura düşen, şu veya bu derecede Allah’a ortak koş­maya başlamıştır. O, artık yanşa kalktığı Kudret tara­fından ezilmeyi hakketmiştir.

Gurura kapılan gerileyecek, sönecek, küçülecek ve sonunda yok olacaktır.

Eğer, gurur düşkünü uyanmazsa, pişman olmazsa tövbe etmezse, cezalanacaktır. Gurur, bir varlık iddiası olduğu için, yoklukla cezalanacaktır gurur hastası.

Gurura batmış olan, önümüzde en büyük ve canlı bir anıt gibi yükselen ölümü görmeyendir.Ölüme kör olandır.

Ölümün her an hatırlatıp durduğu faniliği unutan­dır.

Gören, anlayan ve düşünen için, en lüks bir apart­manda yatsa da, insanın yattığı yatakla ilerde yatacağı kabir aynı boyda, aynı endedir aşağı yukarı. Alnı ak gi­denler için kabrin toprağı, en yumuşak yatakların yü­nünden ve pamuğundan daha yumuşaktır. Alnı kara­lar ise, hayatta, en yumuşak yataklarda bile rahatsız, ölümde de, kabrin kavurucu mengenesinde azaptadır. Ve daha sonrası daha çetin.

İlerleme ve gerilemenin gerçek perspektifi, alçakgö­nüllülükle yapılan bir nefs muhasebesinde belli olur. Yoksa şu veya bu çıkar için övücülerin dillerinden ve kalemlerinden dökülen samimilikten ırak kelimelerden değil.

Zaman, uzun vadede, hakikî olanı sahte olandan, gerçek ileriyi geri olandan ayıran bir ödevlidir.

Dışı şatafatlı ve süslü, fakat temeli bozuk, maddesi çürük bir yapıyı, Arz da uzun zaman ayakta tutamaz, zaman da.

Nice şatafatlı yapılar, otuz yıl sonra yoktur; nice ha­rabeler de bin yıl dayanır.

Sahtelerin ve sathîlerin övgüsünden korunan se­vinsin. Güçsüzlerin, çekemeyenlerin yergisine uğrayan sevinsin. Bir dâva uğruna, yavaş yavaş, çetinliklerle boğuşa boğuşa, yergilerin en zehirlisinden tada tada, zaferini ancak ahundan boşalan terle kazana kazana, imtihan ola ola ilerleyen, şükretsin.

Sezai Karakoç-Günlük Yazılar 2

 

 

 
Devamını Oku »

Her Şey Aslına Döner

Her Şey Aslına Döner

Her şey aslına döner.

Yeryüzündeki müslümanlar da asılları olan İslâm’a dönecekler.

Bu dönüş, geriye doğru dönüş değil, asla, öze, köke dönüştür.

Dağı görmek istiyorsanız dağa kadar gitmeden de onu görebilirsiniz. Göz, dağı gördü mü, dağ, göze gelir.

Siz bir çukurda dağa arkanızı çevirmişseniz dağı geride kalmış savmanız, sadece size ait bir aldanıştır. Dağ belki arkanızda fakat çok yüksektir. Tepenizdedir. Siz çukurdasınız, o yüksektir. Bereketli yağmurlarını Allah’m izniyle göndermese ovada ot bile bitmez. Ova­nın görünüşteki ekinsizliğinden dolayı dağı küçümse­mesi ve kınaması ne kadar gülünçtür. Ekin ovada yeti­şir, ama dağın payım kim inkâr edebilir?

İnsan, İslâm’m önünde, dağın önündeki ova gibidir. İslâm’dan gelip kendinde esere ve verime dönüşen ni­metleri kendinden bilerek gurura kapılan insan, dağı küçümseyen çukurun gülünç durumuna düşer.

Ova aldanmaz, fakat insan aldanır. Ova alçak gö­nüllüdür, fakat insan çarçabuk gurura kapılır.

Bizim dağ ve ova meselemiz bir örnektir. Yoksa ger­çekte, dağlar da, ovalar da nimetin ve cezanın nereden geldiğini bilirler, öğünmezler, benliklerini ileri sür­mezler, ödevlerini yaparlar ve Hakkın takdiri önünde boyun eğerler.

İnsansa dağa arkasını çevirir ve dağ geride kaldı der. Halbuki dağ yerindedir, yerini hiç değiştirmez. Gerile­yen, ilerleyen insandır. Kendisinin gerilediğini görmez de dağı itham eder.

Halbuki, insan yüzünü dağa çevirse, dağ önünde olur. Dağ ileride olur. Ve gerekeni de o değil midir?

İslâm, en ulu dağlar gibi yerinde sabit, sağlam, başı dik ve tertemizdir. Kaypak olan, kaçan, saklanan, dağı kendi boş vehimleriyle itham eden insandır.

Tabiattan aldığımız dağ-ova örneği, insanın bütün aldanışlarında benzerini bulur.

İnsanın iyi olan asla dönmesi için Kur’an bir rehber olarak sağ ve diri, önümüzde ve başımızdadır.

Oruç, gözü keskinleştirir ve aldatıcı görünüşlere karşı insanı uyarır.

Namaz ruhu kuvvetlendirir; asla dönüşün engelle­rini ayıklar.

Zekât, insanın mal ihtirasından dolayı kam kirlenen birikmiş maldan kan alma, hacamattır adeta.

Zekâtı verilmiş mal, kanı arınmış bir kurbandır in­sanın önünde âdeta.

Eşyanın kan çarpmasından böylece korunmuş olur insan.

Komünizm, zekâtsız geçen çağlarda birikmiş kirli kanın çağımızda birdenbire patlak vermesidir. Evren­sel bir ceza gibi.

Müslümanlar asılları olan İslâm’a dönerlerse, umu­lur ki, insan da ona bakarak İslâm’a dönsün.

Çünkü: müslümanlar, ifratla tefritin çarpışmasında, ortadaki selâmetin topluluğudurlar. Hakem millettir­ler. Haktan ve hakikatten ayrılmazlar.

Müslümanlar, örnek millettirler. İnsanlık onu görse yüzeydeki aldanışı aşıp derindeki öze ulaşabilir.

Çağımızdaki her müslümanın ödevi, mümkün olan bütün gücüyle Islâm’ı önce kendi şahsında, sonra bütün insanlarda tam yaşanır bir hayat iksiri sayarak çalış­mak ve bu yolda savaşmaktır.

Her şey aslına dönecektir.

Kader çizgisi eğilmez, bükülmez.

İnsan kader çizgisinin dışına çıkamayacağını anlar da gurura kapılmazsa yol kolaylaşmış olur.

Yol kurallarına uyarak vekar ve onurla gitmeyen, kaderin itişiyle yuvarlana yuvarlana gider.

Sezai Karakoç,Günlük Yazılar 2
Devamını Oku »

Dinin Sütunu

Dinin Sütunu


»Namaz, dinin sütunudur» buyurdu Peygamber. Evet, namaz, dinin ana sütunlarının birincisidir.


Din, insanın ve toplumun ruhuna yerleşmiş ulu bir ağaçsa, bu ağacın kökü iman, gövdesi namaz ve namaz sütununun etrafında halkalanmış olan oruç, zekât ve hac daireleri, dallan ve budakları da iyi ahlâk, davra­nışlave yemişleri ve çiçekleri de, bütün iyilikler, gü­zellikler ve doğruluklardır.


Namaz, bir ucu imana açık, öbür ucu iyilikler, doğ­ruluklar ve üstünlüklere bağlı, din köprüsüdür.


Adeta bu dünyanın sıratı namazdır.


Namaz, günde beş vakit gelerek kötülük fırsatlarını yok eden bir gök eridir.


Namaz, Kur’an-ı Kerim gibi sürekli bir mucizedir.


Bir elmanın bir yansı oruç, bir yansı namazdır.


Namazın protestolusu, telinlisi, siyasetlisi, gösterili­si olamaz. Namaz, sadece namazdır.


Ve bu namaza dokunulamaz.


Bu halk, yirmi yıldır durmadan yıkılmış camilerini onanyor, eksik yerlerini yaptınyor, camisiz semt bırak­mıyor. Bu camileri yaptırdı, şimdi sıra ihmal edilmiş namazlara geldi. Halkın namaza koşusunun anlamı, din duygusunun canlanışından başka bir şey değildir.


Camiler yapıldı, din duygusu canlandı, elbet halk namaza koşacaktır. Dinin sütununa sarılmaya.


Çünkü, dinin sütunu namazdır. Toplumu ayakta tu­tan sütun da dindir.


Bu çağda dinsiz yoksul toplumlar, komünizmin ku­cağına kolaylıkla yuvarlanırlar.


Ayakları şişinceye kadar namaz kılan Peygamberim ümmeti olmak, bir insan topluluğu için yeter şandır.


Çocuk, ulvilik âlemini ilkin babasının namazında canlanmış olarak görür.


Beş esrarlı camii olan bir kent düşününüz. Birinci cami, sabah ortalık ışımaya başlayınca insanları, ama nasıl insanları, Allah’a tam inanmış, kullara tapmayı reddetmiş, vahye ve onu getirenlere inanmış insanları çağırsın; o çağırınca, melekler yalnız onları uyandırsın. İkinci cami, güneş tam tepe noktasını biraz aşınca, işini dosdoğru yapıp insanlara iyilik saçan müminleri; üçün­cü cami, güneş de her fani gibi boynunu batışa doğru eğince ve ışıklarını son saatten bir haber gibi serin se­rin göndermeye başlayınca, olgun, dosdoğru ve inanmış insanları; dördüncü cami, güneşin adeta ruhu kabz edilmiş bir insanın kabrine konuluşu gibi batışından biraz sonra, gecenin yerde dirilerek çıkmaya başladığı saatte evine dönen müminleri ve nihayet beşinci cami, gecenin kalın örtüsü altında yine de eşyaya ve tabia­ta, günün yorgunluğuna ve insanların tahakkümüne karşı Allah’ın bahş ettiği güven ve huzurla donanmış müminleri çağırsın ve bu çağırışa karşı konul amasın, îşte böyle bir kentin insanları, günde beş kere dünya kirinden ayıklanıp çıkacaklar, faniliğin zararlarından kurtulacaklar, sonsuzluğun eşiğinde Allah’a tapmak­tan dolayı mutlu olacaklardır.


İşte bu esrarlı şehrin, bu esrarlı beş camii sembol değil bir hakikattir. Her İslâm şehri, o şehrin her camii, o beş camiin özelliğini taşımaktadır.


Her namaz, kubbesi gökyüzü olan dünyamızda müslümanları toplayan bir camidir.


Namazda, miraç mucizesinin kuvvetinden bir kuv­vet gizlidir.


Din ve tanrıtanımazlarla inanmışların savaşı, in­sanlık içinde bir gün müslümanların zaferiyle son bu­lunca, dinin temel sütunlarından namaz, ulu bir kubbe­yi ayakta tutan mermer bir sütun gibi insanın ruhunda yeniden bütün ihtişamıyla yükselecektir.


Sezai Karakoç-Günlük Yazılar 2

Devamını Oku »

Yanlışın Bir Kaynağı

Yanlışın Bir Kaynağı


İhtiyaçtan müstağni olan yalnız Allah'tır. Bütün yaratılmışlar, yaradılış şartlarına, çağlarına, hayat dö­nemlerine göre bir ihtiyaç kataloğunu taşırlar umutla­rının sırtında. Umut, bir ihtiyaç repertuvarıdır. Cansız eşya, kimya bağıntısıyla açıklar ihtiyacını ve umudunu. Ateş suya, su ateşe muhtaç. Toprak buluta muhtaç. Bit­ki, hayvan, insan, derece derece bütün yaratıklar git­tikçe kabaran bir ihtiyaç dizisiyle çevrili.


İhtiyaçtan arınmamışlık, yalnız müşahhas varlıklar için değil, mücerret varlıklar için de söz konusudur. Her reel varlığın bir beslenme alanı ve kaynağı olduğu gibi kavramların ve kavramlara dayalı kuruluşların da bes­lendiği öbür kavramlar ve kuruluşlar vardır. Yaratılmış varlık ve kavramlar böylece bir süreklilik kanunu içinde hep birbirine muhtaçtırlar. Putlaştırma ve ortak-koşma, unsurlardan birini muhtaç oluştan kurtarıp bütün öbür unsurları ona muhtaç saymadan doğar. Böylece yalnız Allah’a ait bir özellik, fani ve yaratılmış bir varlık veya kavrama haksız olarak bağışlanmış olur.


İşte yaratık­ların ve kavramların ilâhlaştırılması böyle başlar. Kaç çarpık yol ve düşünce varsa aşağı yukarı böyle doğmuş­tur. Allah'ın yalnız İsrail kavmine aitliği, bir ırkın öbür ırkların üstüne çıkarılması ve ihtiyaç bağının kırılmak ve koparılmak istenmesi arzusunun bir iddiası olmuştur. Hristiyanlık sözde merhamet unsurunu yücelteyim derken, onu besleyen kaynaklardan mahrum etmiş ve bunun farkında bile olmamıştır. Bu yüzden en büyük zulûmlar, hristiyan ırklardan sadır olmuştur. Halbuki merhametsiz sevgi olmadığı gibi adaletsiz merhamet olmaz. Yalnız merhameti tutundurayım derken onun dayandığı sütunları yıkmak, bizzat merhameti yıkmak demektir. Bunun için Hristiyanlık tarihi, adetâ merha­metin yıkılış tarihi olmuştur. Nihayet merhametin tam zıddı olan komünizm, bu yanlış merhametçilikden doğ­muştur. Kapitalizm aşın hürriyetçilik adına adaletin yıkılışıyla gerçekleşmiştir.


İslâm yalnız insanların değil, kavram ve kuruluşla­rın da birbirine ve her şeyden önce ve her şeyin üstünde Allah’a muhtaç olduğunu ilân etmiş, bir kavramı öbür kavrama, bir inşam öbür insana köle yapmanın yan­lışlığını açıkça ortaya koymuş, yaradılışın sürekliliğine eş olarak, her alana hâkim sürekli bir hayat sistemini varlık tablosuna sindirme yolu olmuştur.


İnsanlığın ilerleyiş çizgisinde kimi topluluklar eşya­ya, kimileri hayvana, kimileri insana tapmak noktası­na takılıp kalmış. Biraz daha ilerde takılanlar peygam­berleri veya melekleri ilâhlaştıranlardır. Modern çağda da, kavramlar ve kuruluşlar putlaştırılmıştır. Yalnız müslümanlardır ki, eşyada, canlı ve cansız varlıklarda, kavramlarda ve kuruluşlardaki ihtiyaç damarım gör­müşler ve ihtiyaçtan müstağni olanın Allah olduğunu bilmişlerdir. Onun için müslüman sadece Allah’a tapar ve O’na kulluk eder. İnsanlara ve kavramlara kulluk ve kölelik yapmaz. İnsanlara ve kavramlara duyduğu saygı ancak Allah’ın buyruğu iledir. Allah yolunu tıka­yan her eşya, insan ve kavram bir engel sayılır. Cihad,işte bu engellerin kırılışıdır. Yolun ayıklanması, kölelik karanlığından arıtılmasıdır.


Aşk, sevgi, hakikat, merhamet, adalet, hürriyet, di­siplin gibi bütün kavramları birbirine ihtiyaç bağıyla bağlaya bağlaya, insanın, Allah’ın razı olduğu bir mutlu düzen içinde ebediliğe bitişmesi gerçekleştirilmiş olur.


Sezai Karakoç-Günlük Yazılar 2

Devamını Oku »