Mevlana’nın Yöneticilerle İlişkileri Ve Moğol Casusluğu İddiaları II

MEVLANA’NIN YÖNETİCİLERLE İLİŞKİLERİ VE MOĞOL CASUSLUĞU İDDİARI II
Osman Nuri KÜÇÜK
Arş. Gör., Erciyes Ü. İlâhiyat Fakültesi

“Tanrı geçmişi hiç değiştirmedi, ama kimi tarihçi için bu, sorun değildir. ”
R. Shenkman

Bu makalede Mevlânâ’nın Anadolu’da etrafına Moğol propagandası yapan, Anadolu’daki Moğol işgaline zemin hazırlayan ve bu doğrultuda Moğol yanlısı Selçuklu yöneticilerini destekleyen, Moğol yanlılarını kayıran, bu uğurda gerektiğinde adam öldürtüp servet yağmalatan biri olarak sunulmaya çalışılmasıyla ilgili kimi zaman gündeme getirilen iddiaların ve bunlarla ilgili bir kısım bağlantı kurmaların, çıkarımların ve bu çıkarımlara mesnet teşkil ettiği belirtilen referans ve atıfların değerlendirilmesi üzerinde durulacaktır.
Mesajı, asırlardır İslâm dünyasını ve yaklaşık iki asırdan beri Batı dünyasını da saran, insana ve onun hakikatine dair söyledikleriyle insanlığın ortak bir değeri haline gelen Mevlânâ hakkında anılan türden iddiaların sıhhatinin incelenmesi, onun tarihsel boyutunun ve mesajının doğru anlaşılmasına da katkıda bulunacağı kanaatindeyiz. İslâm tasavvufunun, insan sevgisi ve hoşgörü denilince, önde gelen isimlerinden olan, dinin sevgi boyutuyla yorumunun eserleri ve geride bıraktığı mirasla asırlardır sözcülüğünü yapan Mevlânâ’nın, bu tür entrikalar içinde olduğunun iddia edilmesi şüphesiz Mevlânâ’yı anlama açısından da önem arz etmektedir. Kimileri tarafından bu tür iddiaların ele alınmayacak kadar marjinal addedilmesi ve bu iddiaların sıhhatini sorgulamanın bu tür yanlış iddiaları yaygınlaştıracağı değerlendirmelerine kısmen katılmakla birlikte Mevlânâ hakkında yukarıda anılan türden iddia ve yanlış değerlendirmelerin zaman, zaman kitle iletişim araçları da kullanılarak gündeme getirilmesi, konunun yaygınlık kazanıp kazanmamasındaki gerekçeyi kendiliğinden işlevsiz hale getirmektedir.
Önemli bir tarihi şahsiyeti sosyal ve siyasi çevresinden bağımsız ele alarak değerlendirmenin, birkaç karesi görülen filmin senaryo tahminlerine benzediğini hatırlatarak konunun bütünlüğü açısından makalenin bu bölümünün önceki bölümle birlikte ele alınarak değerlendirilmesi gereğine işaret etmek yerinde olacaktır. Bu nedenle
çalışmamız, konu ile ilgili iddia ve atıflara değinmek üzere ilgili rivayetler bütünü de göz önüne alınmak suretiyle Mevlânâ’nın bu yönünü inceleme gayesi gütmektedir. Bu açıdan ilk bölümde de belirttiğimiz gibi çalışmamızın, söz konusu çıkarım sahibi araştırmacıların bireysel şahsiyetlerine yönelik bir karalama amacı taşımadığını özellikle belirtmek isteriz. Amacımız, bir kısım hatalı değerlendirmelerin ilgili rivayetler bütünü gözetilmeksizin tekrar edilmesinin kısmen de olsa önüne geçmek, vardığımız sonuçlarla Mevlânâ’nın tarihsel şahsiyeti hakkındaki bilgilenmeyi daha sıhhatli kılabilmek ve konuyla ilgili bilgilenmeyi genişletmektir.
Mevlânâ’nın çeşitlli Selçuklu yöneticileri ve Moğollara ilişkin tutumu hakkında birinci bölümde verilen genel malumatın ardından bu bölümde Mevlânâ’nın Moğol tarafgiri olduğu, Anadolu’da Moğol propagandası yaptığı yönündeki iddialarla ilgili olarak yapılan atıflara, referanslara, olayların kaynak eserlerde nasıl geçtiğine ve yapılan değerlendirmelerin sıhhatli olup olmadığına değineceğiz.
Başlangıçta sadece Mevlânâ’nın konuyla ilgili tutum ve düşüncelerine yer vermeyi düşünürken, konunun araştırılması sürecinde haklı ve tutarlı gerekçelere dayanmadığını gördüğümüz iddiaların mükerreren gündeme getiriliyor olması, meselenin açık bir şekilde anlaşılması açısından bazı iddiaların bizzat ele alınarak değerlendirilmesi gereğini doğurduğu için söz konusu iddialara da yer vermek istiyoruz.
Mevlânâ’nın Moğol propagandası yaptığı yönündeki bir iddiada şöyle denilmektedir: “Mevlânâ’nın sohbet meclislerinde Moğolların müşrik oldukları söz konusu edildiğinde Mevlânâ’da Moğolların müşrik olmadığını etrafına telkine çalışmaktadır (Fihi Mâ Fîh, Terc. s. 101-102.). Cengiz Hanın Lahûtî bir şahsiyet olduğunu savunmakta (Menâkibu’l-ârifin c.I, s. 259. Tercümesinde, s. 284), Moğolların oruç tuttuklarına, hatta atlarına bile Oruç tutturduklarına etrafındakileri inandırmaya çalışmaktadır (Aynı eser, I, 219, Tercümesinde, s. 243).1
Öncelikle yukarıdaki iddiaya mesnet teşkil ettiği söylenen Fîhi Mâ Fîh’teki rivayeti ele alalım. Birisi Mevlânâ’nın sohbet meclisinde Moğolların büyük bir güç haline gelme sürecini kast ederek şöyle der: “Moğolların, buraya gelmeden önce giyecek bir şeyleri yoktu. Binek hayvanları öküzdü. Silahları odundandı. Şimdi ise haşmet ve azamet sahibi oldular, karınları doydu. En güzel Arap atları ve en iyi silahlar onların elinde bulunuyor. ”
Dönemin tarihçilerinin “Henüz istila etmedikleri ülkelerde herkes gecelerini, ya oraya da gelirlerse diye, korku içinde geçiriyor”2 dedikleri dönemin süper gücü Moğolların nasıl böyle bir güç haline geldiklerine ilişkin Moğolların yükseliş trendinden bahsedilip bunun nedenleri üzerinde tartışılırken Mevlânâ, Moğolların bu yükselişini ve gücünü tasavvufî bir perspektifle yorumlar. Bir medeniyetin güçlenmesiyle o toplumun uğradığı mağduriyet ve hak ihlalleri arasında bir bağ kuran Mevlânâ, manevi sebeplere de atıfta bulunarak genel kanının aksine sadece tahakküme dayanan güç ile bir toplumun gerçek kudreti arasında her zaman doğru orantı kurulmasının yanlışlığını ifade eder. Ve yukarıdaki söz üzerine şöyle der:
“Onların (Moğolların) gönülleri kırık ve kuvvetleri yokken, Allah yalvarmalarını kabul ederek onlara yardım etti. Şimdi ise bu kadar ihtişam ve kuvvetli oldukları şu anda, halkların bu fakirliği ve zayıflığı, Yüce Allah’ın onları yok etmesine yol açacaktır. Böylece dünyayı zaptetmelerinin kendi kuvvetlerinin karşılığı olmayıp, Hakk’ın inayeti ve yardımı ile olduğunu anlayabilsinler diye Hak Tealâ böyle yapar. Onlar önce insanlardan uzak, fakir, çırılçıplak ve acınacak bir halde, sahrada yaşarlarken, onlardan bazıları ticaret yapmak için Harezm vilayetine geliyorlardı. Harezm Şah bunu engelleyerek, tüccarların öldürülmesini emrediyordu. Tatarlar, padişahlarının yanlarına dert yanmağa giderek ‘Mahvolduk’ dediler. Padişahları da on günlük izin isteyerek bir mağaranın kovuğuna gidip orada tam bir vecd içinde ibadet ederek Tanrı ’ya yalvardı. Tanrı ’dan ‘Senin dileğini, yalvarışlarını kabul ettim. Dışarı çık. Her nereye gidersen, muzaffer ol! ’ diye bir ses erişti. Bu şekilde Hak buyruğuyla yola çıktıklarından, karşılarında bulunanları yendiler ve bütün yeryüzünü kapladılar. ”3
Mevlânâ’nın Moğolların güçlenip gelişmelerini manevi bir yoruma tabi tuttuğu bu rivayet aynı zamanda Moğolları imparatorluk haline getiren Cengiz Han dönemine ilişkin tarihi bilgilerle de uyum arz etmektedir. Şöyle ki Harzemşah sınırlarına dayanmış olan Cengiz Han, Harzemşah’ın Otrar yakınlarında, içinde Müslümanların da bulunduğu Moğol kervanını yağmalaması ve Moğol elçisini öldürtmesi üzerine bölgeye gelerek kuvvetlerinin Harzemşahlarınkinden az olmasına rağmen yapılan savaşı kazanmış, daha sonra da Belh ve Buhara’yı almıştır. Moğolların kuvvetlenip büyümesinde bu bölgenin ele geçirilmesi önemli bir katkı sağlamıştı.4 Mevlânâ’nın Moğolların Hakk’ın buyruğu ile çıktıklarına dair rivayet ise Moğolların tüm yeryüzünün Gök Tanrı tarafından kendilerine bağışlandığına dair eski Türklerden aldıkları inançla paralellik arz etmektedir.5 Moğolların bu inancının onların giriştikleri fetih hareketlerinde önemli bir rol oynadığı da bilinmektedir.6
Mevlânâ’nın Moğollar hakkındaki bu yorumundan destek aldığı anlaşılan sohbeti dinleyenlerden bazılarının Moğolları tezkiye sadedinde: “Aslında Tatarlar da kıyamete inanıyorlar ve ‘Elbette bir sorgu sual günü olacak!’ diyorlar demesi üzerine Mevlânâ, buna şöyle karşılık verir: “Hayır! Yalan söylüyorlar; böyle demekle, kendilerini Müslümanlarla aynı göstermeye çalışıyorlar. Yani biz de biliyoruz ve inanıyoruz, demek istiyorlar. Deveye: ‘Nereden geliyorsun?’ diye sormuşlar, ‘Hamamdan geliyorum ’ demiş; ‘Evet! Ökçenden belli!’ demişler. Bu atasözündeki gibi eğer onlar da kıyamet gününe inanıyorlarsa! delili nerede bunun? Yaptığınız bu kötülükler, günahlar ve zulümler üst üste birikmiş karlar ve buzlar gibi artık kat-kat olmuştur. Tevbe, ahiret endişesi ve Allah korkusu, güneş doğunca nasıl karları ve buzları eritirse; onların da bu kötülük karlarını öylece eritmesi gerekir. Halbuki bir kar veya buz: ‘Ben güneşi gördüm, Temmuz güneşi üzerime ışıklarını saldı ’ der; ancak hâlâ kar ve buz halinde varlığını sürdürürse, akıllı bir insan buna inanır mı? Temmuz güneşi parlasın da karı ve buzu yerinde bıraksın! Bu imkansız bir şeydir. ”1
Mevlânâ, Moğolların da ahiret inancına sahip oldukları yönündeki söze karşılık verdiği misallerle; Moğolların ahiret inancının olmadığını yaptıkları zulümlerle bunun bağdaşmadığını bu şekilde belirttikten sonra iyilik ve kötülüğün cezasız kalmayacağından bahisle bu sohbetine devam eder.8 Görüldüğü gibi Mevlânâ, Moğolların yükseliş ve kuvvetlenmesini yukarıdaki bakış açısıyla değerlendirmesi yanında deyim yerindeyse objektifliği elden bırakmamış ve onların yaptıkları zulümlerle kıyamete inanmanın bağdaştırılamayacağını açık bir şekilde ifade etmiş; böylece hakim gücün meddahlığı yerine olayları, kendilerini ortaya çıkaran gereklilikler çerçevesinde izaha özen göstermiştir.
Mevlânâ’nın, Cengiz Han’ın lahutî bir şahsiyet olduğunu savunduğu iddiasına kaynak olarak gösterilen bölümde ise Cengiz Han’ın adı geçmemekte; bu bölümde Mevlânâ’nın, kerametiyle Konya’yı Bacu komutasındaki Moğol askerlerinden kurtarmasıyla ilgili menkıbe anlatılmaktadır.9 Mevlânâ’nın Cengiz Han’ın lahutî bir şahsiyet olduğunu savunduğu şeklindeki iddianın ise Mevlânâ’nın ve Mevlevî kaynakların Cengiz Han’ın yaptığı zulümler hakkında söyledikleri görmezden gelinerek yapılmış bir değerlendirme olduğu açıktır. Zira Mevlevî kaynaklarda Cengiz Han ve Moğolların yaptığı zulümler bütün açıklığı ile anlatılmaktadır. Örneğin Eflâkî’de konuyla ilgili şunlar aktarılmaktadır: “Belh’i kuşattığı sırada oğlunun ölmesi sonucu Cengiz Han, Moğol askerlerinin ele geçirdikleri büyük-küçük herkesi öldürmelerini, hamile kadınların karınlarını yarmalarını, Belh’in bütün hayvanlarını keserek Belh’i yerle bir etmelerine dair bir ferman çıkardı. Bunun üzerine Moğollar giriştikleri yağmalar sonucu iki yüz bin insanı yere gömdüler” 1 Ayrıca Moğolların on iki bin mescidi ateşe verdikleri, on dört bin Kur’an’ı yaktıkları, elli bine yakın bilgin, öğrenci ve hafızı öldürdükleri, iki yüz bin insanı yere gömdükleri; yağma edip götürdüklerinin ise haddi hesabının olmadığı belirtilir.11 Mevlânâ’nın baba diyarı Belh’in de aralarında olduğu dönemin şehirlerinin Moğollarca yakılıp, yıkılması, halkının kılıçtan geçirilmesi, çocukluğundan beri Mevlânâ’nın da zihin dünyasında yer etmişti. Örneğin Mevlânâ’nın Fîhi Mâ Fîh te aktardığı bir anekdotta Cengiz Han’ın büyük istilâsından önce kendisinin de Belh’de bulunduğu sırada şehri kuşatan Moğolların yaptığı zulümlerden bahseden Mevlânâ; genç ve güzel bir kızın “Moğol zulmünden” Allah’a olan tevekkülü sayesinde nasıl kurtulduğunu anlatmaktadır.12 Nitekim Moğolların da ahiret inancına sahip oldukları şeklindeki söze karşılık Mevlânâ, ahiret inancı olan birinin bu zulümleri işlemesinin mümkün olmayacağını belirterek Moğolların dağ gibi zulümleri olduğunu yukarıda aktarılan rivayette açık bir şekilde ifade etmiştir.
Sûfî şahsiyetlerin incelenmesinde sıkça karşılaşılan anlama sorunlarından biri, ve belki de en önemlisi, kimi araştırmacılar tarafından incelenen sûfînin neşr ü nemâ bulduğu tasavvuf geleneğinden koparılarak yorum ve değerlendirilmeye tabi tutulmasıdır. Bu yorum ve değerlendirmelerin de maalesef çoğunlukla söz konusu sûfînin yaşamını ve onu yönlendiren ilkeleri anlamaktan çok uzak kaldığı, kimi zaman çarpıttığı ve yazarların kendi görüşlerini yansıtmadan öteye gitmediği görülmektedir. Bu açıdan İslâm kültürü içinde vücut bulan tasavvuf geleneğini bilmenin, kendilerini bu gelenek içinde yetiştiren sûfîlerin anlam dünyasını ve yaşam felsefelerini kavramayı daha da kolaylaştıracağı kanaatindeyiz. Bu açıdan yukarıda Mevlânâ’nın Moğolların yükselişiyle ilgili olarak, Cengiz Han’ın, halkının öldürülmesi sonucu Tanrı’ya yalvardığı ve duasının kabul olunduğu şeklinde tarihi kaynaklarla ve Moğollar arasındaki inançla da paralellik arz eden değerlendirmesi ise Mevlânâ’nın kötülük problemi hakkındaki tasavvuf felsefesiyle ilgili olduğundan tasavvufî arka planı bilinmeden onun bu konudaki görüşleri anlaşılamaz. Bu nedenle Mevlânâ’nın konuyla ilgili görüşünden kısaca bahsetmek istiyoruz.
Mevlânâ’ya göre iyilik ve kötülük, birbirinden bağımsız var olamayan birinin varlığı hayat sahnesinde diğerinin varlığını da gerektiren kavramlardır. Bu konuyu açıklarken Mevlânâ şöyle der: “Örneğin gece, gündüzün zıddı ise de onun yardımcısıdır ve sonuçta aynı işi görürler. Eğer her zaman gece olsaydı hiçbir iş meydana gelemezdi. Her zaman gündüz olsaydı insan şaşırır kalır, sonunda, delirirdi. Beyin, düşünce, el, ayak, işitme ve görme hepsi gece dinlenirler ve kazandıkları enerjiyi gündüz harcarlar. O halde bütün zıt şeyler, bize göre zıt görünür. Fakat hakîm olana göre hepsi tek işi görür ve birbirine zıt değildir. Göster bakalım, dünyada hangi şey sırf kötüdür de onda iyilik yoktur ve hangi şey sırf iyidir de onda kötülük yoktur? Meselâ; birisi birini öldürmek istediğinde başka bir takım kötü işlerle meşgul olsa, dökmek istediği kan dökülmez. Uğraştığı işler ne kadar kötü olsalar da ölümü önledikleri için iyi sayılırlar. Binaenaleyh kötülük ve iyilik birbirinden ayrı olamazlar. ”13
“Bir padişahın mülkünde suçlular için darağacı, ödüllendireceği kimseler için ödüller bulunur. Padişaha nispetle bütün bunlar kemaldir ve mülkünün yüceliğini gösterir. Fakat halka göre ödüllendirilmekle, darağacı nasıl aynı şey olabilir. ”14
Mevlânâ, nice şeyler vardır ki olmasını istemezsiniz, oysaki o sizin için hayırdır ayetini15 açıklarken; bekçiden kaçıp bilmediği bir bağa giren ve orada sevgilisini bularak bekçiye hayır dualar eden bir aşığın hikayesini anlattıktan sonra şöyle der:
“O kötü bekçi, özlem çeken aşığı sevgilisine kavuşturmuştu; herkese zehir olan bekçi, ona panzehir olmuştu.
Demek ki dünyada mutlak kötü yok; bunu da bil ki kötü de kötülük de nisbîdir. Dünyada hiçbir zehir, hiçbir şeker yoktur ki birine ayak, öbürüne ayakbağı olmasın. Birine ayaktır, öbürüne ayakbağı, birine zehirdir, öbürüne sanki şeker.
Yılanın zehri, yılana hayattır; fakat insana nispetle ölümdür.
Su canlısına deniz; bağ, bahçedir sanki; kara hayvanına ise ölümdür, dağlanmadır.
A işten anlayan kişi bu nispetlemeyi böylece bir kişiden tuttur da bine dek saya
dur."16
Bu bağlamda şeytanın varlığı bile Mevlânâ’ya göre iyi ile kötünün ayrılması hikmetine mebnî Tanrı iradesinin ve takdirinin bir sonucu, işleyen bir çarkın dişlisi durumundadır.17 Dolayısıyla Mevlânâ’nın olaylara bakış tarzına ilişkin bu yorumuna vakıf olmadan onu, Cengiz Han’ı lâhutî bir şahsiyet olarak gören bir Moğol tarafgiri şeklinde nitelemekle aşağıda aktarılan ifadelerine bakarak Mevlânâ’yı Tanrı karşısında şeytanı öven ve şeytanın tarafını tutan biri olduğunu iddia etme arasında çıkarılan “anlam” bakımından pek bir fark olmadığı kanaatindeyiz.
Mevlânâ’nın bu değerlendirmesinde kimi zaman gereksiz ve çok kötü olarak görülen durumların dahi farklı açılardan bakınca yeni fırsatlar için bir kapı olabileceği belirtilmektedir. Bu değerlendirmenin insanlık tarihinin bir çok olayı ile de ilgisi olan bir tarih felsefesi yorumu olduğu söylenebilir. İnsan, bu olayları kendi kısacık ömrü ve gündelik hesaplarıyla değerlendirince bunların kötülüğüne ve gereksizliğine hükmeder. Ancak bunların beşer tarihindeki rolleri, ancak tarihe böylesine bir üst bakışla mümkündür. Tarih olana, sonradan bakanların bu değerlendirmeyi yapması kolay gibi görünse de tarihin içinde yaşayan ve bu hadiselerin ıstırabı altında inleyenlerden, piramidin zirvesindeki çok az şahsiyetin dışındakilerin bu ufku görmesi oldukça zordur. Bu meyanda üç bin yıllık geçmişinin hesabını yapamayan insan günü birlik yaşayan insandır sözü manidardır. Mevlânâ’nın mesajını eskimez kılan hususlardan birinin de onun, devrinin hadiselerine gömülmeyerek, tarihe yönelik bu üst bakışı yakalayan tarih yorumları olduğu söylenebilir. Moğol akınlarından sonraki sürece bakıldığında da bu tür bir değerlendirme yapmak mümkündür. Nitekim kısa bir süre sonra Moğolların İlhanlı kolunun İslâmiyeti resmi din olarak seçmesi bir yana, Moğolların istilaları sonucu Anadolu’ya akın eden âlim, sûfî ve sanatçılar burada Anadolu aydınlanması denebilecek, kültür tarihimiz adına son derece renkli bir dönemin yaşanmasına sebep olmuş, artık iyice zayıflayan Anadolu Selçuklu Devletinin bu istilalar ile yıkılması ise Osmanoğulları Beyliğinin bir Türk İmparatorluğunun temellerini atmasına zemin hazırlamıştı.
Şimdi Mevlânâ’nın, Moğolların oruç tuttuklarına hatta atlarına bile oruç tutturduklarına etrafındakileri inandırmaya çalışmakta olduğu iddiasına kaynak olarak gösterilen rivayeti ele alalım.18 Eflâkî’nin ilgili bölümünde, Mevlânâ’nın namaz ve oruç ile ilgili görüşleri ve bunların faziletiyle ilgili görüşlerini aktaran rivayetlerden19 sonra Mevlânâ’nın orucun fazileti ile ilgili şu olayı anlattığı rivayet edilir: “Hulagu, Bağdat’ı kuşattı. Ancak şiddetli çarpışmalar sürmesine rağmen şehir bir türlü düşmüyordu. Bunun üzerine Hulagu ‘Üç gün kimse bir şey yemesin ve atlara da yem verilmesin. Herkes Bağdat’ın fethi için kendi Yaratganına20 yalvarsın’ diye emir verdi ve ‘Belki bütün kapıları açan Tanrı, fethi kolaylaştırır. Çünkü halife çok zengindir ve çok da azmıştır ’ dedi. Üç gün aç kalındıktan sonra şehir Moğollar tarafından teslim alındı. ” Mevlânâ, bu olayı anlattıktan sonra, o dönemin İslâm dünyasında geniş yankı bulan İslâm hilafetinin merkezi Bağdat’ın Moğollarca işgal edilmesi olayı ile açlığın fazileti ve oruç ibadeti hakkında şöyle bir bağ kurarak bu olayı anlatmaktan maksadını açıklar: “Yemek yemeyip, oruç tutmak, dini inkar edenler ve gerçek bilgiden haberi olmayan ham insanların işlerinde böyle tesir gösterir, onların galip ve muvaffak olmalarına sebep olursa, artık bunun, basiret sahibi Hak yardımcıları ve Allah dostları hakkında ne tesir yapacağını ve neler bağışlayacağını var sen kıyas et” der. Şiir:
“Oruca devam et, çünkü o, Süleyman’ın mührüdür.

O mührü kendi şeytanının eline verip saltanat mülkünü yıkma”21

Yukarıda aktarılan rivayetten sonra verilen rivayette Mevlânâ, Bağdat’taki halifeyi lüks ve israfa dayalı yaşamından ve oburluğundan ötürü kınayarak bir anlamda Moğollara karşı savaşı kaybedişinin nedeni olarak bu tenperverliği gösterir ve halifenin yaşam tarzını eleştirir.22 Bilindiği gibi daha önce Mevlânâ’nın babası Baha Veled’in de Belh’ten göç esnasında Bağdat’a geldiğinde burada kalmayı düşünmesine rağmen dönemin Abbasi halifesinin israf ve lükse dayalı hayat tarzından ötürü bu kararından vazgeçtiği ve halifeyi şu sözlerle eleştirdiği bilinmektedir: “Ey Abbas oğullarının halefi! Yazıklar olsun, sen salih bir halef değilsin. Böyle mi yaşamak lazımdır? Şeriat dininde şeriatsızlık yaraşır mı? Böyle bir delile Allah’ın kitabında Peygamberin hadislerinde, ilk dört halifenin sözlerinde ve din imamlarının fiillerinde rastladın mı? Yüce Allah’ın intikamından korkmuyor ve Mustafa hazretlerinden utanmıyor musun?”22 Günümüz Arap dünyasının ileri gelenlerinin lüks ve israfa düşkünlükleri de hatırlanacak olursa Mevlânâ ve babasının o dönemin halifesine yönelik eleştirilerini daha iyi anlamak mümkündür. Ayrıca aktarılan bu rivayette Mevlânâ’nın, Moğolları “dini inkar eden ve gerçek bilgiden haberi olmayanlar” şeklinde nitelediğini de hatırlatmak gerekir.
Binaenaleyh bu rivayetle Mevlânâ’nın, hilafetin merkezi Bağdat’ın kaybedilişini, halifeye yönelik bir özeleştiri ve orucun önemi ile ilgili mesaj içeren “dini inkar edenlerin elinde açlık böyle etki yaparsa Allah dostları için orucun neler yapabileceğini kıyasla” ana fikriyle aktardığı görülmektedir. Mevlânâ, Moğolların bu savaştaki üstünlüğünü onların aç durabilmelerine, halifenin ise rahat yaşam tarzına alışmış olmasına bağlayarak açlığın faziletini vurgulamaktadır. Zaten Eflâkî, bu sohbeti Mevlânâ’nın açlığın fazileti hakkında anlattığını rivayetin sonunda belirtmektedir.24 Ayrıca Mevlânâ’nın bu tenkidinin, halifeye yönelik bir özeleştiri olduğu; halifeye karşı Moğolları destekleme tarzında bir mahiyeti bulunmadığı, yine Eflâkî’de aktarılan Mevlânâ’nın halife hakkındaki şu kanaatinden de anlaşılmaktadır: “Moğolların halifeye yaptıkları türlü işkence ve zulümlerle onu şehit etmeleri, halifenin günahlarının affolmasına ve derecesinin yükselmesine vesile olmuştur. Bu nedenle ‘Kötülük yapınca akıbetinden kork, çünkü tabiatta hiçbir şey cezasız kalmaz. ”’25 Binaenaleyh Mevlânâ’nın “Moğolların oruç tuttuğuna hatta atlarına bile oruç  tutturduklarına etrafındakileri inandırmaya çalışan bir Moğol propagandacısı” olduğu şeklindeki nitelemenin sağlıklı bir çıkarım olmadığını belirtmek gerekir.
Konuyla ilgili bir diğer iddiada ise şöyle denilmektedir: “Mevlânâ ile Moğollar arasında bu sıcak ilgiyi kuran da Şems-i Tebrizi olmuştur. Erzurum-Erzincan üzerinden Anadolu’ya gelen Şems’in çok geçmeden Moğollarla irtibat kurduğunu anlamak güç değildir. Erzurum, Erzincan üzerinden Anadolu’ya giren Moğollar daha burada iken Şems’i Anadolu’ya (Konya’ya)göndermiş olmalılar. Nitekim Şems’in Konya’ya gelmesi de Moğollardan bir iki sene önceye raslamaktadır. Seyyid Burhaneddin Tirmidi’nin talebesi olan vezir Şemseddin İsfehani de Moğolların adamı idi. Moğollar Anadolu’ya girdikten sonra onu vezir yapmışlardır. Bu durumda gösteriyor ki Mevlânâ ve çevresi Moğollar’ın Anadolu’ya girdiği 640/1243 yılından itibaren Moğollarla sıcak ilişkiler içine girmişlerdir.”26
Çeşitli tarihi olayların yap-boz misali derlenmesini ve bunun üzerine bina edilen bir hükmü anımsatan yukarıdaki değerlendirmede Şems’in Erzurum’da bir müddet Kur’an muallimliği yapmasına atıfta bulunularak Şems’in Moğollarla irtibatı olduğu iddia edilmektedir. Şems’in memleketi Tebriz’den şeyhi Ebubekir Selebâftan sonraki manevi açlığını gidermek ve kendi meşrebine uygun bir şeyh bulma arzusuyla ayrıldığını ve bu amaçla bir çok şehir gezip, dolaşarak sûfîlerle görüştüğünü, bu yüzden kendisine “Şems-i Perende” (Uçan Şems) denildiğini biliyoruz.27 “Erzurum, Erzincan üzerinden Anadolu’ya giren Moğollar daha burada iken Şems’i Anadolu’ya (Konya’ya)göndermiş olmalılar. Nitekim Şems’in Konya’ya gelmesi de Moğollardan bir iki sene önceye raslamaktadır.” iddiasıyla çeşitli tarihi olaylar arasında kurulan kronolojik determinizmin gerçekten ilginç olduğunu belirtmek isteriz. Hiçbir tarihi vesika ve delil gösterilmeksizin yapılan bu değerlendirmede Şems’in Moğollar için propaganda yapmak ve Mevlânâ’yı da bu doğrultuda etkilemek üzere Konya’ya gönderilmiş bir Moğol casusu olduğu ima edilmektedir.
Bu iddiayla bağlantılı olarak o dönemle ilgili şunları söylemek mümkündür. Şayet Şems, Konya’ya böyle bir misyonla gönderilmiş olsaydı, dönemin şartları göz önüne alındığında28 hayli önemli bir konumda olacak olan Şems’in Konya’da Mevlânâ ile karşılaşana dek geçirdiği süre zarfında bu yönüyle faal olması ve bu yönüne ilişkin kaynaklarda bir bilgi olması gerekirdi. Halbuki Şems’in Konya’ya vardıktan sonra Mevlânâ’nın düşünce hayatında ve tasavvuf anlayışında devrim yapıncaya kadar geçirdiği müddet hakkında elde bir bilgi olmadığını kaynaklar belirtmektedirler.29 Yine Şems, bir Moğol casusu olarak Konya’ya gelmiş olsa, dönemin şartları göz önünde alındığında Selçukluların Kösadağ mağlubiyetinin üzerinden bir buçuk-iki yıl geçmiş, Selçukluların Moğollara bağlı bir haraçgüzar il olması kabul edilmiş ve Moğollar Selçuklular üzerinde açık bir baskı kurmuşken niçin Şems ortadan kaybolduğu tarihe kadar (1247) kendisine o dönemde önemli mevki kazandıracak böyle bir kimliği gizleme gereği duysun; Şems’in açık bir şekilde Moğol propagandası yapması daha uygun olmaz mıydı? Ve neden Şems bu dönemde temel amacı olan bu tür bir propaganda faaliyeti ile kaynaklarda gündeme gelmemiştir. Yine Şems’in Moğollar nezdinde böyle bir fonksiyonu olsaydı Kösedağ mağlubiyetinden (1243) sonra bütün Anadolu’nun istila edileceği endişesiyle önce Moğol kumandanı Baycu ile Azerbaycan’daki Mugan ordu karargahında sonra Moğolların merkezi Karakurum’da Moğol Hanı ile yapılan anlaşmalara giden Selçuklu heyetlerinde ve dönemin diğer siyasi etkinliklerinde Şems’in adı niçin dönemin kaynakları tarafından zikredilmemektedir. Ayrıca Mevlânâ’nın Şems ile buluşmasından sonra tasavvuf anlayışında yaşanan kırılma üzerine resmi tedrisi terk edip artık talebeleriyle ilgilenmemesi üzerine Mevlânâ’yı değiştiren bu acayip derviş hakkında baş gösteren hoşnutsuzluk sürecinde, Şems’e yönelik bir çok eleştiri yapılmasına rağmen bunlar içinde onun Moğol propagandası yaptığına ilişkin kaynaklarda hiçbir iddianın olmaması da Şems’in o dönemde böyle bir misyonla Anadolu toplumunda gündeme gelmediğinin önemli bir kanıtı sayılabilir.
İddianın “Nitekim Şems ’in Konya’ya gelmesi de Moğollardan bir iki sene önceye raslamaktadır” değerlendirmesi de müphem ve çelişkilidir. Bununla şayet Moğolların Konya kuşatması kast ediliyorsa bu olay 654/1256 yılında olmuştur. Halbuki Şems’in Konya’ya gelişi 642/1244’e tekabül etmektedir.30 Selçukluların Moğol tabiiyetini kabul ederek onlara haraç veren bir haraçgüzâr oluşu ise Şems’in Konya’ya gelmesinden önce olmuştur.31
Mevlânâ ile Moğollar arasında sıcak ilgiyi kurduğu iddia edilen Şems ile Moğollar arasında bu türden bir ilişki olmadığını gösteren dönemle ilgili bir diğer karine ise şudur: Bilindiği gibi Konya’da Şems’e yönelik hoşnutsuzluk ve eleştirilerin nedeni, Mevlânâ’nın Şems ile beraberliğinin ardından medrese öğretimini ve vaazı bırakarak, fakihlere mahsus elbisesini değiştirip semâ’a başlaması, alim meclislerinde aktarılan coşkunca sözlerinin şeriatın kurallarına sıkıca bağlı görünen Konya ulemâsı ve mutaassıp kesimlerce eleştirilmesi ve bundan da Şems’in sorumlu tutulmasıydı.32 Bu nedenle hakkında bir çok dedikodu çıkarılan Şems, bu muameleye artık dayanamayarak Mevlânâ’dan ve Konya’dan ayrıldı.33 Şems’in Konya’dan bu ilk ayrılışında gittiği yer Şam’dır. Şems’in burada 15 ay kadar kaldığı da bilinmektedir.34 Şems’in Konya’ya dönüşünden sonraki ikinci kayboluşundan sonra da Mevlânâ, yine Şam’a gitmiş olabileceği düşüncesiyle onu aramak için iki kez Şam’a gitmiştir.35
Dönemin Şam şehri ele aldığımız konu açısından önemli bir fonksiyona sahipti. Bilindiği gibi Şam, o dönemde her yanı kasıp kavuran Moğol istilalarına karşı Müslüman Anadolu halkınca bir kurtarıcı olarak görülen, Moğolların kuvvetli düşmanlarından Memlük devletinin selefi Eyyubilere ait olan ve Moğollara karşı düşmanlığın hakim olduğu bir şehirdi.36 Moğollarla ilgili bir meseleden dolayı Konya’da Şems’e yönelik bir hoşnutsuzluk olsaydı Konya’yı terk eden Şems’in Moğollara yönelik nefretin hakim olduğu Şam şehrine gitmesi ve burada on beş ay kalması sanırız uygun olmazdı. Esas konumuzu Mevlânâ’nın Moğollara ilişkin tutum ve düşünceleri ve bu konudaki iddialar oluşturduğu için Mevlânâ’ya Moğol tarafgirliğini aşıladığı iddia edilen Şems konusunu bu kadarıyla ele almakla iktifa ediyoruz.
İddianın devamında adı geçen ve sonunda Moğolların emriyle öldürülen Şemseddin İsfehanî’nin söz konusu dönemdeki rolüne ve Mevlânâ’nın Moğol yanlısı olduğu söylenen37 diğer Selçuklu yöneticileriyle ilişkisinin mahiyetine dair I. Bölümde gerekli malumat verildiğinden çalışmamızın hacmini aşacak bu bilgileri tekrar vermiyoruz.38
Renkli çakıl taşları misali çeşitli tarihi olayların derlenip bunlar arasında bir sebep- sonuç ilişkisi varsayılması, yapılan kimi tarih yorumlarına ilişkin şu meşhur örneği akla getirmektedir. Evden sigara almak için çıkan ve karşıdan karşıya geçerken yoldaki keskin virajı alamayan alkollü bir sürücü tarafından ezilerek öldürülen Ahmet Bey’in, artık tarih olan bu olayını yorumlarken bir tarihçinin bazen, olaylar bütününü göz ardı ederek kimi vesikalardan çıkarımda bulunması, Ahmet Bey’in öldürülmesine ilişkin sebepleri sıralarken, öldürülmenin birincil nedeni olarak Ahmet Bey’in sigara içme alışkanlığını göstermesine benzemektedir.
Konuyla ilgili bir diğer iddiada ise Fîhi Mâ Fîht te aktarılan rivayetler kaynak gösterilerek Mevlânâ’nın Moğol aleyhtarlığı yapanlara öfkelendiği ve Moğol zulmünü haklı göstermeye çalıştığı iddia edilmektedir.39
Mevlânâ’nın Moğol zulmü hakkındaki kanaatlerine ilişkin daha önce aktarılanları bir kez daha hatırlatarak yukarıdaki iddiaya kaynak olarak gösterilen diğer rivayeti40 ele alalım.
İlgili rivayette Mevlânâ’nın sohbet meclisinde bulunanlardan birisi41 Mevlânâ’ya “Gece-gündüz kalbim ve canım sizin yanınızda, hizmetinizde fakat, Moğolların işinden ve meşgalesinden dolayı ziyaretinize gelemiyorum " dedi. Mevlânâ da buna cevaben “Bu işler de Hak işidir. Çünkü bunlar Müslümanların güvenini temin ediyor. Siz onların gönüllerini rahat ettirmek ve Müslümanların huzur ve güven içinde ibadetle, taâtle meşgul olabilmeleri için kendinizi malınızla canınızla feda ettiniz. Bu da hayırlı bir iştir," diye cevap verir.42
Daha sonra Mevlânâ, Moğollarla meşguliyeti nedeniyle kendi yanına gelememekten yakınan muhatabına, bazen hakkında kötü değerlendirmesi yapılan durumların bazı hayırlı sonuçlara vesile olabileceğiyle ilgili daha önce kötülük problemine ilişkin görüşlerini de hatırlatan tarzda bir hamam misali ile durumu şöyle açıklar: “Hamamın sıcaklığı, onun altında yanan ocak vasıtasıyla olur. Oraya tezek, ot, odun gibi görünüşü çirkin şeyler konulur. Ancak yukarıda hamamın ısınması bu kötü görünüşlü şeyler sayesinde olur. ”43
Burada Moğollara hizmet edip, onları memnun etmeye çalışmasından ötürü vicdanında bir huzursuzluk yaşayan ve bunu dile getiren kişiye Mevlânâ, onun bu işlerle ilgilenmesi olmasa Müslümanların güven ve huzur içinde olamayacağını, dolayısıyla zahiren kötü görünen bu işin Müslümanların huzurunu temine yönelik hayırlı bir sonucu olması nedeniyle böyle bir kötülüğün dahi hayırlı bir sonucu olduğundan bahsederek aynı zamanda bu durumun ıstırabını dile getiren muhatabını da teselli etmektedir. Nitekim bu şikayeti dile getirdiği söylenen44 dönemin yöneticisi Muineddin Pervâne döneminde, onun bu yöndeki siyasetiyle, Anadolu’da Moğollara dayanarak bile olsa kısmi bir refah ve huzur ortamının tesis edildiğini biliyoruz.45

Bu açıdan Mevlânâ’nın bu cevabından yola çıkarak onun Moğol zulmünü haklı göstermeye çalıştığını iddia etmek herhalde maksadını aşan bir yorum olsa gerektir.

Yine Mevlânâ’nın bir sohbet esnasında dönemin yöneticilerinden Muineddin Pervâne’yi Müslüman Memluklular’a karşı Moğollarla yaptığı işbirliğinden ötürü eleştirdiği rivayet, tam tersine yorumlanarak “(Mevlânâ’nın) Muinu’d-din Süleyman’ın 670 (1272) dolaylarında başlayan Moğollara karşı Memluklularla ittifakını desteklediği de anlaşılmaktadır (Fîhi Mâ Fîh Terc. s. 9). Aynı eserindeki (s. 102) Moğol aleyhdarlığı da bu döneme rasladığı muhakkaktır. 46 şeklinde verilerek Mevlânâ’nın Moğol karşıtı eleştirileri ve Moğollarla yaptığı işbirliği nedeniyle Pervâne’yi kınaması, okuyucudan kaçırılmaya çalışılmaktadır. Halbuki Mevlânâ’nın bu eleştirileri, Pervâne’nin Moğollarla Müslüman Memluklar aleyhine yaptığı ve h. 666-675/m. 1267-1276 yılları arasını kapsayan barış anlaşmasını, yani Pervâne’nin Memluklarla ittifakını değil Moğollarla işbirliğini tenkit amacıyla söylenmiştir.47 Mevlânâ’nın bu konuda Pervâne’ye yönelik eleştirilerine ilişkin söyledikleri, önceki bölümde ele alındığından konuyu tekrar etmiyoruz.48 Calibi dikkat bir diğer husus ise; “Mevlânâ, etrafına Moğolların müşrik olmadıklarını telkine çalışmaktadır”49 iddiası ile “(Mevlânâ’nın) Aynı eserindeki Moğol aleyhdarlığı da bu döneme rasladığı muhakkaktır”50 iddialarına; yani birinde Mevlânâ’yı Moğol yanlısı diğerinde Moğol karşıtı gösteren her iki iddiaya kaynak olarak da Fîhi Mâ Fîh’in aynı bölümünün referans gösterilmesidir.51
Bir diğer iddiada ise şöyle denilmektedir: “Baycu Noyan’ın Konya’ya gelip Mevlânâ ile görüşmesinden sonra (654/1256) Mevlânâ’nın Moğol askerleriyle de iyi ilişkiler içinde olduğu farkedilmektedir. Örnek olarak Moğol askerleri Konya’daki harmanları (Muhtemelen ahilere ait) yağma ederlerken Mevlânâ’nın işareti ile Mevlânâ’ya yakınlık gösteren Ahi Mehmed’in buğday yığınına ilişmemeleri (Menakibu’l-ârifin terc. I, 483) Mevlânâ muarızı, Konevi ile Ahi Evren’in dostu zengin bir Tacir olan Hacı Tâcu’d-Din-i Kâşi’nin öldürülmesi ve servetinin yağma edilmesi (Aynı eser, I, 297-298) olaylarında Mevlânâ’nın parmağı bulunduğu anlaşılmaktadır. ”52
Mevlânâ ile Baycu görüşmesi iddiasıyla verilen tarih, Konya’nın Moğol kumandanı Baycu komutasındaki Moğollarca kuşatılması olayına aittir. Bu kuşatma esnasında Mevlânâ’nın Moğol kumandanı ile anılan türden bir ilişkisinin olmadığına; nasıl bir rol oynadığına dair kendi gazelleri, Mevlevî kaynakları ve diğer tarihi kaynaklarda olayın ele alınış şekline ilişkin daha önce yeterli bilgi verildiğinden tekrarına lüzum duymuyoruz.53 Burada göze çarpan paradoks ise bir önceki paragrafta54 Mevlânâ’nın, Moğolların Anadolu’ya girdiği 640/1243 yılından itibaren sıcak ilişkiler içine girdiği belirtilirken hemen ardındaki paragrafta Mevlânâ’nın 654/1256 yılında Baycu ile görüşmesinden sonra Moğol askerler ile iyi ilişkiler içine girdiğinin söylenmesidir. Söz konusu dönemde zaten Anadolu’da askeri varlıklarıyla boy gösteren Moğollarla Mevlânâ, ilişkiye girmek için Moğolların Anadolu’ya hakim oldukları 640 yılından 654’e kadar neden on dört yıl beklemiş ve bu konuda Moğol askerleri ile ilişkisine dair bir olay kaynaklarda aktarılmamıştır.
Şimdi Mevlânâ ve Moğol askerleri arasında var olduğu iddia edilen bu işbirliğine ilişkin, örnek olarak verilen “Moğol askerleri Konya’daki harmanları (Muhtemelen ahilere ait) yağma ederlerken Mevlânâ’nın işareti ile Mevlânâ’ya yakınlık gösteren Ahi Mehmed’in buğday yığınına ilişmemeleri” ile ilgili rivayeti ele alalım. Mevlânâ’nın bir Ahi düşmanı olarak gösterildiği55 iddiaya kaynak gösterilen ve Eflâkî’de yer alan rivayette bir menakıb kitabından bekleneceği gibi Mevlânâ’nın kerametiyle ilgili bir olay şöyle anlatılmaktadır: “Mevlânâ’nın ‘Benim kardeşim’ dediği fütüvvet erbabının sultanı Ahi Mehmet Seyyid Âbadi’den şöyle rivayet edilir ki: Harman zamanı benim büyük bir buğday yığınım çıkmıştı. Bu sırada birdenbire Moğol askeri Konya sahrasını kapladı, harmanları darmadağınık edip yağmaya girdi. Mevlânâ hazretleri bana bir ferece giydirmişti. Hizmetçiye ‘o mübarek elbiseyi buğday yığınının üzerine at da onun bereketi ile buğday yığınına bir şey olmasın’ diye emrettim. Allah daha iyi bilir ve şahit olarak da kafidir ki, yakın ve uzak bütün komşularımızın buğdaylarını yağma ettiler; fakat ne biri bizimkinin etrafında dolaştı, ne bir saman çöpü kayboldu ve ne de bir tane götürdüler. Sonra hepsini şehre taşıdım ve sofra sofra misafirlere ikram ettim. Şehre inince doğru Mevlânâ’ya gittim. Gülerek beni karşıladı ve ‘Eğer Ahi isteseydi onların hepsi kurtulurdu’ dedi.”56
Görüldüğü gibi bu rivayetle, Mevlânâ’nın yüceliğini vurgulamak amacına matuf bir menkıbe anlatılmaktadır. Menkıbede Moğolların yaptıkları yağma ve yıkım anlatılmakta Ahi Mehmed’in harmanının ise Mevlânâ’nın kerametiyle kurtulduğu vurgulanmaktadır. Bir çok tasavvuf büyüğüne ait bu tür kerametlerin aktarıldığı menkıbeler, dönemlerinin psiko-sosyal atmosferi hakkında bizlere önemli ipuçları vermektedirler. Menâkıb geleneğinde bu tür rivayetlerle verilmek istenen mesaj, meselenin vahametine ve olağan üstülüğüne dikkat çekilerek, tarikat pirinin kerametinin vurgulanmasıdır. Buradaki aktarılan olayın da anılan türden bir keramet olabilmesi ise o dönem şartları ve toplum bilinci itibariyle olağan şartlarda mümkün görülmeyen bir olayın, Mevlânâ’ya atfen vuku bulduğunun söylenmesi ile mümkündür. Bu olayın bir işbirliği ile yapılması durumunda ise olayın keramet boyutu ortadan kalkacak ve bu rivayetin aktarımına da bir menakıb yazarı gerek duymayacaktır. Örneğin yine Eflâkî’de bu amaçla anlatılan benzer bir rivayette şöyle denilir:
“Hulagu Han büyük bir ordu ile Rum memleketlerine hücum etmiş, yıkımlar yapmıştı. Müslümanlar arasında büyük bir karışıklık meydana gelmişti. Hoca Mecdeddin’in bin tane besili koyunu vardı. Onları ne yapıp, nereye götüreceği konusunda son derece şaşırmıştı. Kalkıp Mevlânâ hazretlerinin yanına geldi ve meseleyi anlattı. Mevlânâ: ‘Hiç gam yeme, bir arslanı tayin ederim, senin koyunlarını uyuz kurtların şerrinden muhafaza eder’ dedi. Konya havalisinde bulunan bütün koyun ve davarları Moğol askerleri talan ettiler. Allah’ın inayetiyle Mecdeddin’in koyunlarından bir kuzu bile eksilmedi. ”57
Binaenaleyh ana mesajı belli olan bu tür bir rivayetten Mevlânâ’nın Moğol askerleriyle işbirliği yaparak birilerinin harmanlarını yağma ettirdiği sonucunu çıkarmak sanırız zorlama bir tevildir. Ayrıca ikinci rivayette Moğolların uyuz kurtlara benzetilmesi de iddia edilen türden bir işbirliğinin olmadığını gösteren karinelerden biridir.
Ayrıca yukarıdaki iddiada kısmen yer aldığı şekliyle Mevlânâ’nın bütün Ahilere karşı Moğollara isyan etmelerinden ötürü bir düşmanlık beslediği yönündeki Mevlânâ ve bütün Ahiler arasında Moğolları destekleyip desteklememeden kaynaklandığı söylenen58 Mevlânâ ve Ahiler konusunu etraflıca ele almanın müstakil bir çalışmanın konusu olabilecek kadar geniş olduğunu ve çalışmamızın kapsamını aştığını belirtmek gerekir. Bu açıdan konuyla ilgili yapılmış müstakil bir çalışmaya, Ahilik ile ilgili çalışmaları ile tanınan Franz (Münster) Taeschner’in “XIII ve XIV. Yüzyıllarda Anadolu Ahileri ve Bunların Mevlânâ ile Münasebetleri’ adlı Almanca makalesindeki konuyla ilgili değerlendirmelerine kısaca yer vermek istiyoruz. Taeschner, Anadolu’daki Mevlevilik tarikatı ile Ahilik müessesesini birbirlerini tamamlayıcı organizasyonlar olarak görmekte ve bunu izah ederken; Mevlevîlik’in daha ziyade içe yönelik manevi uygulamaları esas alan bir yapılanma olduğunu, Ahiliği ise daha çok bu esasları ilke olarak benimseyen ve bunları ticaret hayatına tatbik eden sosyal bir kurum şeklinde açıklamaktadır.59 Mevlevî kaynaklarda ve özellikle Eflâkî’nin eserinde Mevlânâ ve çevresinde bulunan bir çok Ahiden söz edildiğini60 hatırlatan yazar, bunların Mevlânâ’ya yakın ve uzak ilişkide olanları bulunduğunu belirtmektedir.61 Hatta Ahilerin semâ’ gibi ritüelleri Mevlevîlikten aldığını söyleyen62 Taeschner, Mevlevilik ile Ahiler arasındaki bu fikir uyumunun iki ekolce yazılan eserlerde de rastlanan bir husus olduğunu belirtir. Bu konuyla ilgili olarak Fütüvvetnâmeler ile Mevlevî kaynakları da karşılaştıran yazar, aradaki fikir uyumunu ve gaye birlikteliğini örnekleriyle ortaya koymaktadır.63
Mevlânâ ile Moğol askerler arasındaki işbirliğine örnek olarak gösterilen yukarıdaki iddianın geri kalanında ise “Mevlânâ muarızı, Konevi ile Ahi Evren’in dostu zengin bir Tacir olan Hacı Tâcu’d-Din-i Kâşi’nin öldürülmesi ve servetinin yağma edilmesi (Aynı eser, I, 297-298) olaylarında Mevlânâ’nın parmağı bulunduğu anlaşılmaktadır,”64 denilerek Mevlânâ’nın Hacı Kâşi’nin öldürülereke servetinin yağma edilmesinde parmağı olduğu belirtilmektedir. Şimdi Eflâkî’de geçen söz konusu rivayeti ele alalım. Bir gün Mevlânâ, zamanın az yetiştirdiği insanlardan olan şeyhlerin şeyhi muhaddislerin sultanı diye nitelenen Şeyh Sadreddin’i (Konevî) görmeye gitmişti. Şeyh Sadreddin Mevlânâ’yı saygıyla karşılayıp kendi seccadesi üzerine oturtu. Kendisi de onun karşısına diz üstü bir şekilde edeple oturarak hiçbir şey konuşmadan öylece murakebeye daldılar. Bu arada Şeyh Sadreddin’in hizmetinde bulunan, birkaç kez Kabe’yi ziyaret etmiş olan ve bir çok önemli şeyhin sohbetinde bulunmuş olan Hacı Kâşi adındaki bir derviş, Mevlânâ’dan “Fakr nedir?” diye sordu. Murakebeye dalan Mevlânâ, cevap vermedi. Derviş üç kez sorusunu tekrarladı. Mevlânâ hiçbir şey söylemedi. Böyle olmasına Şeyh Sadreddin incindi. Daha sonra kalkan Mevlânâ’yı Şeyh Sadreddin kapıya kadar uğurlayıp döndükten sonra dervişi Kâşi’ye kızarak: “Ey olgunlaşmamış ihtiyar ve ey vakitsiz öten kuş! O sırada soru sorma ve konuşmanın yeri miydi ki, terbiyesizlik ettin. Mevlânâ aslında senin soruna doğru cevap verdi. Şimdi sen, habersiz, vaktine hazır ol, çünkü gayb aleminden darbe yedin,” dedi. Kâşi “Cevabı ne idi?” deyince Şeyh Sadreddin: “Fakir Allah’ı bilince (marifet hasıl olunca) dili tutulur. Yani tam derviş velilerin huzurunda dille ve kalple bir şey söylemez; çünkü fakr, kemale erince kul (adeta) Tanrılaşır, ” dedi. Bu olaydan üç gün sonra ayak takımı (rindan) denilen şehir eşkıyasının Kâşi ’yi, bağına giderken yolda öldürdüğü ve nesi var nesi yoksa alıp götürdükleri rivayet edilmektedir.65
Burada anlatılan rivayette Hacı Kâşi’nin şehir eşkıyaları tarafından öldürülmesi olayı ile tasavvuf ve tarikat geleneğinde yaygın bir inanış olan Allah dostlarını incitmenin manevi gazabı gerektirdiğine ilişkin bir mesaj verilmektedir. Bu husus tasavvuf tarihinde bir çok tasavvuf büyüğüne atfen anlatılan menkıbelerde karşımıza çıkmaktadır. Bu inanış, verilen olayda adı geçen veli ile o olay arasında organik ve tarihi bir neden-sonuç ilişkisini göstermeden ziyade, meydana gelen bir olayı, kendi tarikat pirleriyle bir şekilde ilişkilendirerek pirin yüceliğinin vurgulanmasına yöneliktir. Bu hususa yine Mevlevî gelenekten bir örnek vermek gerekirse Mevlevî kaynaklarda Mevlânâ’nın babası Baha
Veled’in gönlünün Harzemşah sultanına incinmesinden dolayı müritleriyle birlikte Belh’ten ayrılmasından sonra, bölgenin Moğollar tarafından işgal edilerek yağma ve yıkıma tabi tutulması, Mevlevî kaynaklarda Baha Veled’in gönlünün sultana incinmesinin manevi bir cezası olarak yorumlanır.66 Şimdi bu rivayetten yola çıkarak Belh’in Moğollarca işgal edilmesinde Baha Veled’in parmağı olduğunu söylemekle yukarıdaki rivayetten Mevlânâ’nın, Kâşi’nin öldürülmesinde ve servetinin yağma edilmesi olayında parmağı bulunduğunu söylemek arasında yürütülen “mantık” açısından pek bir fark olmadığı kanaatindeyiz. Ayrıca rivayette olayın şehir eşkıyaları (rindan) tarafından işlendiği de belirtilmektedir. Yine Kâşi’ye murakabe esnasında edebi terk ettiğini söyleyen Mevlânâ değil, Şeyh Sadreddin’dir ki, buna göre de Şeyh Sadreddin’in kendi dervişinin öldürülmesinde parmağı olduğu şeklinde yanlış bir sonuç daha çıkmaktadır.
İnsan ve insan sevgisine ilişkin tutum ve düşünceleri bilinen Mevlânâ’nın bu tür entrikalar içinde olduğunun iddia edilmesi sanırız ehven tabirle maksadını aşan bir yorum olsa gerektir. Bu konudaki rivayetlerden anlaşıldığı kadarıyla, Mevlânâ’nın Moğollarla direkt bir ilişkisi olmamış, ya kendisine onlarla ilgili bir soru sorulmuş ya da o dönemde meydana gelen bir olay üzerine bu konudaki fikirlerini beyan etmiştir. Mevlânâ’nın bundan öteye geçmeyen Moğollar hakkındaki tutumu yanında dönemin Selçuklu yöneticileriyle de mahiyetine ilişkin I. bölümde bilgi verdiğimiz karşılıklı sevgi ve saygıya dayalı bir ilişkisi olduğu anlaşılmaktadır. Zira iddia edildiği gibi Mevlânâ, Anadolu’da Moğol çıkarlarına hizmet eden ve Moğollar nezdinde de bu yönüyle kabul gören birisi olsaydı, dönemin gündelik siyasetiyle ilgili olarak Moğolları ikna etmek ve onlarla iyi geçinmek için her türlü çabayı gösteren dönemin Selçuklu yönetiminde Mevlânâ’nın da etkin bir devlet adamı olması gerekirdi. Halbuki Mevlânâ’nın, etrafındakileri tasavvufî terbiye doğrultusunda yetiştirmeye çalışan bir gönül ereni olduğuna tüm yaşamı ve geriye bıraktığı eserlerindeki mesajı tanıklık etmektedir.

Sonuç

Şüphesiz ki her insan içinde yaşadığı muhitin içinde belli düşünce kalıpları alarak ve bunlardan etkilenerek yaşamını sürdürür. Ancak Mevlânâ’nın döneminin hadiselerine gömülü kalmayarak, devrinin gündelik olaylarından ziyade bunların insan doğasıyla ilgili evrensel ilkelerine atıfta bulunduğunu görmekteyiz. Bu konudaki rivayetler bütününden anlaşıldığı üzere Mevlânâ, dönemin siyasi ricali arasındaki çekişme ve rekabete dayalı siyasi mücadeleden uzak kalmaya özen göstermiş, bunun yanında siyasiler ile tasavvuf ehli dervişler arasında misyonları gereği mevcut ayrıma dikkat çekmiştir. Bu açıdan onun bilindik siyasetten uzak ancak tasavvufi neşvesinin kazandırdığı kendine özgün bir siyasetinin olduğu söylenebilir.
Mevlânâ’nın döneminde Selçuklu elitlerine hitap ettiği kanaatinin aksine Mevlânâ’nın dönemin yöneticileri ve ileri gelenleri tarafından, etrafındaki müritlerinin halkın bayağı görülen kesimlerinden olduğu şeklinde eleştirildiğini ve bu dönemin aristokratlarınca dile getirilen müşterek bir husus olduğu da anlaşılmaktadır. Ayrıca dönemin yöneticilerinin Mevlânâ’dan ziyade diğer şeyhler ile daha yoğun ilişki içinde olduklarını ve onlardan gördükleri türden bir iltifatı Mevlânâ’dan görmedikleri de yine kaynaklarca belirtilmektedir.
Mevlânâ’nın Selçuklu yöneticilerine göre direkt ilişkisinin bulunmadığı Moğollarla ilgili gündeme gelen meselelerde ise ne realiteden uzak, duygusal yalın bir milliyetçiliği, ne de güçlünün yanında olma kaygısıyla bir Moğol sempatizanlığı savunduğu görülmektedir. Bu meyanda Mevlânâ, bir yandan reel olarak var olan dönemin süper gücünün bu yükselişini ve gücünü tasavvufi bir yorumla izah ederken, diğer yandan onların tahakküme dayalı zulümlerini anlatmaktan çekinmemiş, Moğolların yaptıkları bu zulümlerle uzun süre bu güçlerini koruyamayacaklarını belirtmiştir. Bu açıdan aşk merkezli bir yaşam felsefesine sahip olan Mevlânâ’nın Moğollara karşı da sürekli ve onulmaz bir nefrete sahip olduğunu söyleyemeyiz.
Mevlânâ’nın Konya kuşatması esnasında halkın durumunu, Moğollara karşı hissiyatını ve kendi yaptıklarını ifade eden gazelinde onların gelecekte Müslüman olacaklarını manevi bir öngörü ile söylemesi ve daha sonraki gelişmelerin de bu öngörüyü haklı çıkarması, Mevlânâ’nın Moğollar hakkındaki düşüncelerinde kayda değer bir noktadır. Nitekim Mevlânâ’nın bu gazelini öğrenen Moğol hanedanından Gazan Han’ın gazeli altın sırma ile işleterek kaftanının üzerine yazdırdığını, yine bu gazel nedeniyle Timur’un da Mevlânâ’nın divanını Maverâünnehr’e götürdüğü MevlevÎ kaynaklarda belirtilmektedir. Bu açıdan yaşam ve öğretileriyle yerel bir söylemden ziyade, evrensel bir mesajı dile getirerek tüm insanlığı kucaklayan Mevlânâ’yı, Selçuklu dostu veya Moğol dostu diye nitelemekten ziyade üniversel manada bir “insan dostu” diye tanımlamak müsemmaya ve onun aradan geçen sekiz asırlık zamana rağmen üstlendiği misyonuna daha uygun bir tanımlama olacaktır.

DİPNOTLAR:

1 -Bayram, Mikâil, Ahi Evren ve Ahi Teşkilatının Kuruluşu, Konya 1991, s. 92. İddialara mesned olarak
verilen kaynaklar metinde gösterilmiştir.
2 -National Geographic, “Cengiz Han” kapak konulu sayı, Ağustos 2001, s. 73.
3- Mevlânâ, Fîhi Mâ Fîh, çev. M. Ü. Tarıkâhya, İstanbul 1954, ss. 96-7 (İddiaya kaynak olarak verilen Fîhi
Mâ Fîh çevirisinin İst., 1964 baskısında ss. 101-2’deki rivayet, bizim kullandığımız Tarıkâhya baskısında
(İst. 1954) 96-7. sahifelerdedir). Söz konusu bölümün orijinali için ayrıca krş. Mevlânâ, Kitâb u Fîhi Mâ Fîh,nşr. Bedîüzzaman Fürüzanfer, Tahran 1330, ss. 64-5.
4-Bkz. Kafalı, Mustafa, “Cengiz Han” mad., DİA, c. 7, s. 368; National Geographic, ss. 93-4. Moğolların gizli tarihinde Temücin Cengiz Han’ın Buhara’yı istilâ ettiği esnada bölge halkına Moğollar arasında bir efsane haline gelmiş olan şu sözleri söylediği aktarılır: “Ben Tanrı’nın gazabıyım. Eğer büyük günahlar işlemiş olmasaydınız, Tanrı üzerinize benim gibi bir gazap salmazdı.” (bkz. National Geographic, s. 92)

5- Turan, Osman, Selçuklular Zamanında Türkiye, s. 386.
6-Genç Temücin’e (Cengiz Han) büyük Moğol tanrısı Tengri’nin, onun dünyanın efendisi olmasını buyurduğu şeklindeki bu rivayet, Moğol Şamanların ayinlerinde canlandırılan bir sahne olarak Moğollar arasında bir mit halinde varlığını devam ettirmiştir. (bkz. National Geographic, s. 76)
7 -Mevlânâ, Fîhi Mâ Fîh, Terc., s. 98.
8-Sohbetin tamamı için bkz. Mevlânâ, Fîhi Mâ Fîh, Terc., ss.98-107
9- Krş Eflâkî, Menâkibu’l-Ârifin (Farsça Metin), c. I, s. 259 vd. Mevlânâ’nın Konya’yı Bacu komutasındaki
Moğol askerlere karşı korumasıyla ilgili Eflâkî’de anlatılan bu menkıbenin Mevlânâ’nın kendi gazellerinde ve diğer tarihi kaynaklardaki yer alış şekli hakkında önceki bölümde geniş bilgi verildiğinden konuyu tekrardan kaçınıyoruz (Geniş bilgi için bkz., “Mevlânâ’nın Yöneticilerle İlişkileri ve Moğol Casusluğu İddiaları I, Tasavvuf ilmi ve akademik araştırma dergisi, Temmuz-Aralık 2003, ss. 312-317).
10 -Eflâkî, Âriflerin Menkıbeleri, çev. Tahsin Yazıcı, İst. 1989, c. I, ss. 17-8.
11 -Eflâkî, age., c. I, s. 18.
12 -Mevlânâ, Fîhi Mâ Fîh, Terc., ss. 255-6.
13 -Mevlânâ, Fîhi Mâ Fîh, Terc., ss. 312-3.
14 -Mevlânâ, age., Terc., s. 46.
15 -Bakara 2/216
16- Mevlânâ, Mesnevi, c.IV, b. 64 vd.
17 -Mevlânâ bu konuda şöyle der:
“Hiçbir kimse O’nun mülkünde O’nun buyruğu olmadan, bir kılını bile kıpırdatamaz.
Mülk O’nun mülküdür, ferman O’nun fermanı; O’nun yarattığı Şeytan, O’nun kapısında en bayağı bir köpek.
Türkmenin kapısında bir köpek olsa, o kapıya yüz tutar, o kapıya baş kor.Evdeki çocuklar kuyruğunu çekerler; onların ellerinde horlanır durur.Ama kapıdan bir yabancı geçse, erkek arslan gibi saldırır ona.Çünkü “Kafirlere karşı çetindir onlar. Dosta güldür de düşmana diken kesilir.Türkmen, tutmaç suyundan verir ona, o da yeter bulur onu bekçilik eder.İşte Allah’ın yarattığı ve yüzlerce düşünce, yüzlerce düzen bellettiği Şeytan da bir köpektir.Allah, yüzlerin suyunu gıda yapmıştır ona; iyinin de yüzünün suyunu döker, kötünün de.Halkın yüz suyu, onun tutmaç suyudur; köpek Şeytan, onu içer, onunla geçinirKudret çadırının önünde onun canı, nasıl olur da buyruğa kurban olmaz? Sen söyle.İyilerinde kötülerinde hepsi Uluhiyet mağarasının kapısının önünde beklemektedirler…A köpek şeytan halk şu yola ayak bastı mı onları bir sına bakalım.Saldır, engel ol onlara dikkat et, kancık olan er olandan ayrılsın belli olsun. (Mevlânâ, Mesnevî, c.V, b.2938 vd.)

18 -Bu iddiaya gösterilen kaynakla ilgili sehven meydana geldiğine inandığımız bir hususu da belirtmek gerekir. Bu iddiaya kaynak olarak Menâkibu’l-Ârifin’in tıpkı basımının c. I, s. 219’u sahifesi verilmektedir(bkz. Bayram, age., s. 92, 69. dipnot). Ancak anlatılan bu olay Tıpkı Basım’ın c. I, ss. 202-204 sahifeleri arasında geçmektedir. Bu iddiya kaynak olarak gösterilen yerde ise Moğollarla ilgili hiçbir şeydenbahsedilmeyip Çelebi Şemseddin’den rivayet edilen Mevlânâ’nın Sadreddin’in zaviyesini ziyaretiyle ilgili bir olay anlatılmaktadır (Karşılaştırma için bkz. Eflâkî, Menâkibu’l-Ârifin, Farsça Metin, c. I, s. 219 ile ss. 202-
204).
19 -Eflâkî, age., Farsça Metin, c. I, s. 197 vd.
20 -Kelime Moğolların Tanrı için kullandıkları şekliyle verilmiş.
21 -Eflâkî, age., Farsça Metin, c. I, ss. 202-4; Terc., c. I, ss. 219-221.
22 -Eflâkî, age., Farsça Metin, c. I, s. 204-5; Terc., c. I, ss. 221-2.
23 -Eflâkî, age., Terc., c. I, s. 16.
24 -Eflâkî, age., Farsça Metin, c. I, s. 204.
25 -Eflâkî, age., Terc., c. I, s. 222.
26 -Bayram, age., s. 93.
27 -Eflâkî, age., Terc., c. I, s. 90, c. II, s. 36; Füruzanfer, Mevlânâ Celâleddin, s. 163.
28 -Zira bu dönemde Moğollar, Selçuklular üzerinde açık bir hakimiyet kurmuşlar, Selçuklular Moğollara bağlı bir haraçgüzar il olmayı kabul etmişlerdi (Söz konusu dönem hakkında geniş bilgi için bkz.“Mevlânâ’nın Yöneticilerle İlişkileri ve Moğol Casusluğu İddiaları I”, ss. 264-6).
29- Füruzanfer, age., s. 176.
30 -Sipehsalar, age., ss. 123-4; Eflâkî, age., Terc., c. I, s. 91, c. II, s. 39; Füruzanfer, age., s. 175.
31 -Bilindiği gibi bu, Kösedağ yenilgisinden hemen sonra vezir Mühezzebüddin Ali’nin Baycu ile yaptığı ve daha sonra Moğol Hanı ile güvence altına alınan anlaşma ile kabul edilmişti (Geniş bilgi için bkz.“Mevlânâ’nın Yöneticilerle İlişkileri ve Moğol Casusluğu İddiaları I”, ss. 265-6).
32 -Bu eleştiriler için bkz. Füruzanfer, age., ss. 211-6.
33- Sipehsalar, age., s. 126; Eflâkî, age., Terc., c. I, s. 93, c. II, s. 49; Füruzanfer, age., s. 199.
34 -Füruzanfer, age., s. 206.
35 -Füruzanfer, age., s. 221.
36- Selahaddin Eyyubi’den sonra ordu başkumandanı Aybeg tarafından Eyyubiler üzerine kurulan Memlukler ve Moğollar arasındaki söz konusu dönemdeki mücadele için bkz. “Mevlânâ’nın Yöneticilerle İlişkileri ve Moğol Casusluğu İddiaları I”, ss. 272-3.
37 -Bkz. Bayram, age., s. 94.
38 -Geniş bilgi için bkz. “Mevlânâ’nın Yöneticilerle İlişkileri ve Moğol Casusluğu İddiaları I”, ss. 265-7, 276-308.
39 Bkz. Bayram, age., ss. 92-3.
40 Bu iddiaya kaynak olarak verilen (bkz. Bayram, age., s. 93, 70. dipnot) Fîhi Mâ Fîh s. 100’deki rivayeti daha önce ele aldığımız için tekrar etmiyoruz (bkz. “Mevlânâ’nın Yöneticilerle İlişkileri ve Moğol Casusluğu İddiaları I”, ss. 309-11).
41 -Bu kişinin ismi açıkça zikredilmemiş olmakla beraber bağlamdan anlaşılan bu kişinin dönemin yöneticilerinden birisi büyük ihtimalle Muineddin Süleyman Pervâne olduğudur. Bu kişinin Pervâne olduğu yönünde benzer bir değerlendirme için bkz. Fîhi Mâ Fîh, Tarıkahya çev., Önsöz, XXXIV).
42 -Söz konusu rivayet, iddiaya kaynak olarak gösterilen Tarıkahya’nın Fîhi Mâ Fîh çevirisinde (İst., 1964 baskısında) s. 18’inde yer alırken bizim kullandığımız aynı çevirinin (İst., 1954) baskısında s. 16’da yer almaktadır. Söz konusu bölümün orijinal Farsça metin ile mukayesesi için ayrıca bkz. Kitâb u Fîhi Mâ Fîh,nşr. Bediüzzaman Füruzanfer, Tahran 1330, ss. 11-3.43 Mevlânâ, Kitâb u Fîhi Mâ Fîh, s. 11; Terc., s. 16.
44- Bkz. 41. dipnot.
45 -Turan, Selçuklular Zamanında Türkiye, s. 457, 557; Sevim-Yücel, Türkiye Tarihi, ss. 188-9.
46 -Bkz. Bayram, age., s. 93, 70 no’lu dipnot.
47 -Bu sohbetin, söz konusu anlaşma (bkz. Turan, age., s. 527) üzerine söylendiğine ilişkin ayrıca bkz.Mevlânâ, Fîhi Mâ Fîh, Terc., Önsöz, XLII.
48- Söz konusu eleştiriler hakkında geniş bilgi için bkz. Mevlânâ’nın Yöneticilerle İlişkileri ve Moğol Casusluğu İddiaları I”, ss. 289-290.
49 -Bayram, age., s. 92.
50 -Bayram, age., s. 93, 70 no’lu dipnot.
51- Krş. Bayram, age., s. 92-3, 67. ve 70. dipnotlar.
52 -Bayram, age., ss. 93-4.
53- Geniş bilgi için bkz. Mevlânâ’nın Yöneticilerle İlişkileri ve Moğol Casusluğu İddiaları I”, ss. 312-7.
54 -Bkz. Bayram, age., s. 93.
55 -Bkz. Bayram, age., ss. 89 vd.
56 -Eflâkî, age., Terc., c. I, ss. 600-1.
57 -Eflâkî, age., c. I, ss. 281-2.
58- Bayram, age., s. 92.
59 -Taeschner, Franz, “Das anatolische Achitum des 13./14. Jahrhunderts und seine Beziehung zu Mevlânâ Celâleddin Rumi”, VI. Türk Tarih Kongresi Bildirileri, T.T.K. Ankara 1967, s. 235. Bu konuyla ilgili benzer değerlendirmeler için bkz. Çağatay, Neşet, Bir Türk Kurumu Olan Ahilik, T.T.K., Ankara 1997, s. 35, 48-9,
87.- Ayrıca tasavvufî eğitim kuralları ile ahiliğin teşkilat yapısı arasındaki benzerlikler Mevlânâ ile Ahiler arasında bu yönde bir ihtilafı zorlaştıran en önemli unsurların başında gelmektedir (Geniş bilgi için bkz.
Çağatay, age., ss.22-29).
60 -Bir çok Ahi hakkında aktarılan övücü ifadeler için (bkz. Eflâkî, age., Terc., c.I, ss. 33-4, 92, 261-2, 268-9, 421-3, 600, c. II, ss.31-3, 265, 291, 295-7, 356-7). Bunun yanında Eflâkî’de Mevlânâ karşıtı olarak anılan Ahi Ahmed ve Ahi Nasıreddin gibi Ahilere ilişkin bu tutum ise Ahiler ve Mevlânâ arasında Moğollarla ilgili bir ihtilaf olmadan ziyade o dönemde fıkhın zahiri kurallarına bağlı tutucu kesimlerin sema, ney ve rebab gibi yenilikler sebebiyle Mevlânâ karşıtı tutumlarından kaynaklanan ve tekke-medrese ihtilafının o günkü uzantısı görünümünde olan ve tüm Ahilere teşmil edilemeyecek mahiyetteki bir ihtilaftan kaynaklanmaktadır.
Nitekim Ahi Ahmed ile Mevlânâ’nın müridi Alaeddin arasında geçtiği aktarılan şu diyalog, bu ihtilafın tekke-medrese menşe’li bir ihtilaf olduğunu ortaya koymaktadır: “Bir gün zamanın itibarlı kişilerinden Ahi Ahmed, Alaeddin’e ‘Ben bir eşek yükü kitap okudum, fakat bu kitaplarda sema’nın mübah olduğuna dair hiçbir şey görmedim ve sema’a ruhsat verildiğini de işitmedim. Siz bu bid’atı hangi delil ile ortaya attınız’dedi. Alaeddin: ‘Ahi Ahmed bir eşek gibi okudu, onun için bilemedi. Allah’a hamdolsun ki biz İsa gibi okuduk ve onun sırrına erdik’ diye cevap verdi” (bkz. Eflâkî, age., Terc., c. I, s. 303). Ayrıca Ahi Ahmed’in
oğlu Ahi Ali’nin bir Mevlevî olduğu rivayetinin de, bütün Ahilerle Mevlânâ arasında bu türden bir fikir ayrılığı olmadığını gösterdiği söylenebilir (bkz. Eflâkî, age., c. II, s. 173).
61 -Taeschner, agm., s. 234.
62 -Taeschner, agm., s. 234-5.
63 -Örneğin Nasırî tarafından yazılan Fütüvvetnâme de Mevlânâ’nın Mesnevî’si ile Divan’ından lafzi alıntılar olduğunu kaydeden yazar, ayrıca Sultan Veled’in Rebabnâme’sine de atıflar yapıldığını belirtir (Taeschner,agm., ss. 232-3).
64- Bayram, age., ss. 93-4.
65- Bkz. Eflâkî, age., Farsça metin, c. I, ss. 278-9.
66 -Bkz. Sipehsâlâr, s. 21 vd.; Eflâkî, age., Remzi Kitabevi baskısı, c. I, s. 94; Füruzanfer, age., s. 91 vd. bu hususun Mevlevî geleneğe kaynaklık eden Kübrevî gelenekte de bu şekilde olduğu görülmektedir. Örneğin;Harzemşah sultanının Necmeddin-i Kübra’nın halifelerinden Mecdeddin Bağdadî’yi Ceyhun ırmağında boğdurarak öldürdüğü haberi Necmeddin Kübra’ya ulaşınca tasavvuf geleneğindeki bu inanışa atfen “Bunun cezasını boynuyla ödeyecek” dediği ve Moğollar tarafından yapılacak kıyım arasında bağ kurduğu belirtilmektedir (bkz. Füruzanfer, age., s. 82)

 

KAYNAKÇA
AKSARAYÎ, Kerîmüddin Mahmud, Müsâmeretü’l-Ahbâr, çev. Mürsel Öztürk, T.T.K. yay., Ankara 2000.
ALİ Sevim-Erdoğan Merçil, Selçuklu Devletleri Tarihi, Siyaset, Teşkilat ve Kültür, T.T.K. yay., Ankara 1995.
ALİ Sevim-Yaşar Yücel, Türkiye Tarihi, Fetih, Selçuklu ve Beylikler Dönemi, T.T.K. yay., Ankara 1989.
ANBARCIOĞLU, Meliha Ülker (Tarikâhya), “Mevlânâ ve Muhiti”, Diyanet İşleri Başkanlığı Dergisi, Ankara 1961.
AYDIN, Mehmet, “Hz. Mevlânâ’nın Yaşadığı Devrin Sosyal Yapısı”, 2. Milli Mevlânâ Kongresi (Tebliğler), Selçuk Üniv. yay., Konya 1986, ss. 281-6.
BARTHOLD, W., MEB. İA., “Argun” mad., c. I.
BAYRAM, Mikâil, Ahi Evren ve Ahi Teşkilatının Kuruluşu, Konya 1991.
, Ahi Evren Tasavvufi Düşüncenin Esasları, TDV yay., Ankara 1995.
, “Ahi Evren Kimdir?”, Türk Kültürü, sayı: 191, Ankara 1977-8, ss. 658-668.
, “Selçuklular Zamanında Konya’da Kültürel Faaliyetler”, Yedi İklim, Aralık
1994, ss. 90-2.
, Evhadiyye Tarikatı, Konya 1993.
BOYUAĞA, A. Yılmaz, Tebliğinden Günümüze İslâm Tarihi, İstanbul 1993.
CAHEN, Claude, Osmanlılardan Önce Anadolu’da Türkler, E yay., İstanbul 1979.
DÂYE, Necmeddin (Râzî), Mirsâdu’l-lbâd, haz. M. Emin Riyâhî, İntişârât-ı İlmî ve Ferhengî, Tahran 1366.
DEMİRCİ, Mehmet, “Moğollar ve Mevlânâ”, Türk Dünyası Tarih Dergisi, Eylül 1987, ss. 54-7.
EFLÂKÎ, Ahmed, Manâkib al- ‘Arifin I-II (Farsça Metin), yay. Tahsin Yazıcı, T.T.K. yay., Ankara 1976.
, Ariflerin Menkıbeleri I-II, çev. Tahsin Yazıcı, M.E.B. yay., İstanbul 1989.
, Ariflerin Menkıbeleri (Mevlânâ ve Etrafındakiler) I-II, çev. Tahsin Yazıcı,
Remzi Kitabevi, İstanbul 1986.
FÜRÜZANFER, Bediüzzaman, Mevlânâ Celâleddin, çev. F. N. Uzluk, MEB. yay., İstanbul 1997.
GENCİNEİ Güftar-Ferhengi Ziya, MEB. Farsça-Türkçe Lûgat I-III, “key” mad., c. III. HUART, Clément, Mevlevîler Beldesi Konya, çev. Nezih Uzel, İstanbul 1978, Tercüman 1001 Temel Eser.
İBN-İ BÎBÎ, el-Evâmirü’l-Alâ’iyye fî’lUmûri’l-‘Alâ’iyye, Tıpkı Basım, T.T.K. yay., Ankara 1956.
İBN-İ MÂCE, Ebu Abdullah Muhammed b. Yezid, Sünen-ü İbn-i Mâce, thk. M. Fûad Abdülbâkî, Dar-u İhyâi’l-Kütübi’l-Arabiy, Mısır 1952.
KAFALI, Mustafa, “Cengiz Han” mad., DİA, c. VII.
KAYAOĞLU, İsmet, “Mevlânâ’nın Mektuplarının Döneminin Tarihi Açısından Bir Değerlendirilmesi”, XII. Türk Tarih Kongresi, T.T.K. Ankara 1999. c. II, ss. 583-8. , “Mevlânâ’nın Moğol Yöneticilerle Münasebetleri”, Mevlânâ İle İlgili
Yazılardan Seçmeler, haz. Vedat Genç, MEB. yay., İstanbul 1997, ss. 197-204.
, Mevlânâ ve Mevlevîlik, Konya 2002.
KAYMAZ, Nejat, PervâneMu‘înü’d-Dîn Süleyman, AÜDTCF. yay., Ankara 1970. KONYALI, İbrahim Hakkı, Konya Tarihi, Konya 1964.
KÖPRÜLÜ, M. Fuad, Türk Edebiyatında İlk Mutasavvıflar, Diyanet İşleri Başkanlığı yay., Ankara 1991.
, “Anadolu Selçukluları Tarihinin Yerli Kaynakları”, Belleten, T.T.K., Ankara
1943, c. VII, ss. 379-458.
, Anadolu’da İslâmiyet, haz. Mehmet Kanar, İnsan yay., İstanbul 2000.
KRAMERS, J. H., “Müin-üd-Din” mad., MEB. İA, c. VIII.
M. Ferit ve M. Mes’ut, Selçuk Veziri Sâhib Atâ ile Oğullarının Hayat ve Eserleri, İstanbul 1934.
MERÇİL, Erdoğan, Bizans’ta Selçuklu Hanedan Mensupları”, XI. Türk Tarih Kongresi, T.T.K., Ankara 1994, c. II, ss. 709-723.
MEVLÂNÂ Celâleddin, Külliyât-ı Divân-ı Şems I-II, haz. Bedîüzzaman Fürûzanfer, İntişârât-ı Behzâd, Tahran 1378.
, Dîvân-ıKebîr I-VII, haz. A. Gölpınarlı, K.B. yay., Ankara 2000.
, Dîvân-ı Kebîr Gül-deste, haz. A. Gölpınarlı, Remzi Kitabevi, İstanbul 1955.
, Kitâb u Fîhi Mâ Fîh, haz. Bedîüzzaman Fürûzanfer, Tahran 1330.
, Fîhi Mâ Fîh, trc. A. Avni Konuk, haz. Selçuk Eraydın, İz yay., İstanbul 1994.
, Fîhi Mâ Fîh, çev. M. Ü. Anbarcıoğlu (Tarıkâhya), MEB. yay., İstanbul 1954.
, Mektûbât-ı Mevlânâ Celâleddin, (metin), yay. F. N. Uzluk, Ahmed Remzi
Düzeltmesi, İstanbul 1937.
, Mektuplar, çev. A. Gölpınarlı, İnkılâp ve Aka Kitabevi, İstanbul 1963.
, Mesnevi-iM’anevî, haz. R. A. Nicholson, İntişârât-ı Behzâd, Tahran 1375.
, MesnevîI-VI, çev. Veled İzbudak, MEB. yay., İstanbul 1991.
NATIONAL Geographic, “Cengiz Han” konulu özel sayı, Ağustos 2001.
NECMEDDİN Râzî, Mirsâdu’l- İbâd, haz. Muhammed Emin Riyahî, Tahran 1366. ÇAĞATAY, Neşet, “Mevlânâ Devri Selçuklu Türklerinin Politik ve Sosyo-Ekonomik Sorunları”, Y. HikmetBayur’a Armağan, T.T.K. yay., Ankara 1985, ss. 329-336.
OCAK, A. Yaşar, Babaîler İsyanı, Dergâh yay., İstanbul 1980.
, Türk Sûfîliğine Bakışlar, İletişim yay., İstanbul 1999.
ORAL, M. Z., Sultan Hatun Senedi, Belleten, sayı 75, (Temmuz 1955).
ÖZTUNA, Yılmaz, Büyük Türkiye Tarihi, İstanbul 1977.
PAKALIN, M. Zeki, Osmanlı Tarih Deyimleri ve Terimleri Sözlüğü I-III, M.E.B. yay., İstanbul 1993.
PARMAKSIZOĞLU, İ., “Pervâne Mu’înedîn Süleyman” mad., MEB. Türk Ansiklopedisi, Ankara 1977, c. 26.
SEPETÇİOĞLU, M. Necati, “Mevlânâ Celâleddin Rûmî’de Yönetenler ve Yönetilenler”,
2. Milli Mevlânâ Kongresi (Tebliğler), Selçuk Üniv. Yay., Konya 1986, ss. 151-7.
SEVGİ, Hacı Ahmet, Mevlânâ’nın Mesnevî’sinde Devrin Örf ve Adetleriyle İlgili Bilgiler, Kayseri 1994.
SİPEHSÂLÂR, Ferîdûn bin Ahmed, Mevlânâ ve Etrafındakiler er-Risâle, çev. Tahsin Yazıcı, İstanbul 1977, Tercüman 1001 Temel Eser.
SULTAN Veled, Dîvân-ı Sultan Veled, yay. F. N. Uzluk, İstanbul 1941.
, İbtidâ-nâme, çev. Abdülbaki Gölpınarlı, Güven Matbaası, Ankara 1976.
SÜMER, Faruk, “Anadolu’da Moğollar”, Selçuklu Araştırmaları Dergisi I., Ankara 1969. , “Argun” mad., DİA, c. III.
TANPINAR, Ahmed Hamdi, Beş Şehir, MEB. yay., İstanbul 1994.
TEMİR, Ahmet, “Moğollar” mad., MEB. Türk Ansiklopedisi, Ankara 1976, c. 24.
, Kırşehir Emîri Caca-oğlu Nur el-Dîn’in 1272 tarihli Arapça-Moğolca
vakfiyesi, Ankara 1959.
TOGAN, Z. V., Moğollar Devrinde Anadolu’nun İktisâdî Vaziyeti, THİTM, İstanbul 1931, c. I, ss. 1-42.
TURAN, Osman, Selçuklular Zamanında Türkiye, Turan Neşriyat Yurdu, İstanbul 1971.
, “Celâleddin Karatay Vakıfları ve Vakfiyeleri”, Belleten, T.T.K. yay., Ankara
1948, c. 12, sayı: 47, ss. 17-49.
UZUNÇARŞILI, İbrahim Hakkı, Osmanlı Devleti Teşkilâtına Medhâl, İstanbul 1941. ÜLKEN, Hilmi Ziya, “Mevlânâ ve Yetiştiği Ortam”, Bildiriler Mevlânâ’nın 700. Ölüm Yıldönümü Dolayısıyla Uluslararası Mevlânâ Semineri, haz. Mehmet Önder, Ankara 1974. TAESCHNER, Franz (Münster), “Das anatolische Achitum des 13./14. Jahrhunderts und seine Beziehung zu Mevlânâ Celâleddin Rumi”, VI. Türk Tarih Kongresi Bildirileri, T.T.K. Ankara 1967, ss. 230-5.
TANERİ, Aydın, Türkiye Selçuklularının Kültür Hayatı, Konya 1977.
YUVALI, Abdülkadir, “Gazan Han” mad., DİA c. XIII.
Devamını Oku »

Mevlana'nın Yöneticilerle İlişkileri Ve Moğol Casusluğu İddiaları 1

Mevlana'nın Yöneticilerle İlişkileri Ve Moğol Casusluğu İddiaları 1

Tanrı geçmişi hiç değiştirmedi,

ama kimi tarihçi için bu, sorun değildir.”Shenkman

Bu muhtasar incelemede* Mevlânâ"nın, Anadolu"da etrafına Moğol propagandası yapan, Anadolu"daki Moğol işgaline zemin hazırlayan ve bu doğrultuda Moğol yanlısı Selçuklu yöneticilerini destekleyen, Moğol yanlılarını kayıran, bu uğurda gerektiğinde adam öldürtüp servet yağmalatan biri olarak sunulmaya çalışılmasıyla ilgili kimi zaman gündeme getirilen bazı iddiaların ve bunlarla ilgili bir kısım bağlantı kurmaların, çıkarımların ve bu çıkarımlara mesnet teşkil ettiği belirtilen referans ve atıfların değerlendirilmesi üzerinde durulacaktır.

Kimileri tarafından bu tür iddiaların ele alınmayacak kadar marjinal addedilmesi ve bu iddiaların sıhhatini sorgulamanın, bu tür yanlış iddiaları yaygınlaştıracağı değerlendirmelerine kısmen katılmakla birlikte Mevlânâ hakkında yukarıda anılan türden iddia ve yanlış değerlendirmelerin zaman zaman kitle iletişim araçları da kullanılarak gündeme getirilmesi, konunun yaygınlık kazanıp kazanmamasındaki gerekçeyi kendiliğinden işlevsiz hale getirmektedir.

Çalışmamızın, söz konusu çıkarım sahibi araştırmacıların bireysel şahsiyetlerine yönelik bir karalama amacı taşımadığını özellikle belirtmek isteriz. Amacımız, bir kısım hatalı değerlendirmelerin ilgili rivayetler bütünü gözetilmeksizin tekrar edilmesinin kısmen de olsa önüne geçmek, vardığımız sonuçlarla Mevlânâ"nın tarihsel şahsiyeti hakkındaki bilgilenmeyi daha sıhhatli kılarak kümülatif bilgilenmeye mümkün mertebe katkıda bulunabilmektir.

Konunun araştırılması sürecinde haklı ve tutarlı gerekçelere dayanmadığını gördüğümüz iddiaların mükerreren gündeme getiriliyor olması, meselenin açık bir şekilde anlaşılması açısından bu iddialardan bir kısmının bizzat ele alınarak değerlendirilmesi gereğini doğurduğu için metin içinde söz konusu iddialara da yer vermek istiyoruz.

Mevlânâ"nın Moğol propagandası yaptığı yönündeki bir iddiada şöyle denilmektedir: “Mevlânâ"nın sohbet meclislerinde Moğolların müşrik oldukları söz konusu edildiğinde Mevlânâ"da Moğolların müşrik olmadığını etrafına telkine çalışmaktadır (Fihi Mâ Fîh, Terc. s. 101-102.). Cengiz Hanın Lahûtî bir şahsiyet olduğunu savunmakta (Menâkibu"l-ârifin c.I, s. 259. Tercümesinde, s. 284), Moğolların oruç tuttuklarına, hatta atlarına bile Oruç tutturduklarına etrafındakileri inandırmaya çalışmaktadır (Aynı eser, I, 219, Tercümesinde, s. 243).1

Öncelikle yukarıdaki iddiaya mesnet teşkil ettiği söylenen Fîhi Mâ Fîh"teki rivayeti ele alalım. Birisi Mevlânâ"nın sohbet meclisinde Moğolların büyük bir güç haline gelme sürecini kast ederek şöyle der:

“Moğolların, buraya gelmeden önce giyecek bir şeyleri yoktu. Binek hayvanları öküzdü. Silahları odundandı. Şimdi ise haşmet ve azamet sahibi oldular, karınları doydu. En güzel Arap atları ve en iyi silahlar onların elinde bulunuyor.”

Dönemin tarihçilerinin “Henüz istila etmedikleri ülkelerde herkes gecelerini, ya oraya da gelirlerse diye, korku içinde geçiriyor” dedikleri dönemin süper gücü Moğolların nasıl böyle bir güç haline geldiklerine ilişkin Moğolların yükseliş trendinden bahsedilip bunun nedenleri üzerinde tartışılırken Mevlânâ, Moğolların bu yükselişini ve gücünü tasavvufî bir perspektifle yorumlar. Bir medeniyetin güçlenmesiyle o toplumun uğradığı mağduriyet ve hak ihlalleri arasında bir bağ kuran Mevlânâ, manevi sebeplere de atıfta bulunarak genel kanının aksine sadece tahakküme dayanan güç ile bir toplumun gerçek kudreti arasında her zaman doğru orantı kurulmasının yanlışlığını ifade eder. Ve yukarıdaki söz üzerine şöyle der:

“Onların (Moğolların) gönülleri kırık ve kuvvetleri yokken, Allah yalvarmalarını kabul ederek onlara yardım etti. Şimdi ise bu kadar ihtişam ve kuvvetli oldukları şu anda, halkların bu fakirliği ve zayıflığı, Yüce Allah"ın onları yok etmesine yol açacaktır. Böylece dünyayı zaptetmelerinin kendi kuvvetlerinin karşılığı olmayıp, Hakk"ın inayeti ve yardımı ile olduğunu anlayabilsinler diye Hak Tealâ böyle yapar. Onlar önce insanlardan uzak, fakir, çırılçıplak ve acınacak bir halde, sahrada yaşarlarken, onlardan bazıları ticaret yapmak için Harezm vilayetine geliyorlardı. Harezmşah bunu engelleyerek, tüccarların öldürülmesini emrediyordu. Tatarlar, padişahlarının yanlarına dert yanmağa giderek "Mahvolduk" dediler. Padişahları da on günlük izin isteyerek bir mağaranın kovuğuna gidip orada tam bir vecd içinde ibadet ederek Allah"a yalvardı. Allah"tan "Senin dileğini, yalvarışlarını kabul ettim. Dışarı çık. Her nereye gidersen, muzaffer ol!" diye bir ses erişti. Bu şekilde Hak buyruğuyla yola çıktıklarından, karşılarında bulunanları yendiler ve bütün yeryüzünü kapladılar.”2

Mevlânâ"nın Moğolların güçlenip gelişmelerini manevi bir yoruma tabi tuttuğu bu rivayet aynı zamanda Moğolları imparatorluk haline getiren Cengiz Han dönemine ilişkin tarihi bilgilerle de uyum arz etmektedir. Şöyle ki Harzemşah sınırlarına dayanmış olan Cengiz Han, Harzemşah"ın Otrar yakınlarında, içinde Müslümanların da bulunduğu Moğol kervanını yağmalaması ve Moğol elçisini öldürtmesi üzerine bölgeye gelerek kuvvetlerinin Harzemşahlarınkinden az olmasına rağmen yapılan savaşı kazanmış, daha sonra da Belh ve Buhara"yı almıştır. Moğolların kuvvetlenip büyümesinde bu bölgenin ele geçirilmesi önemli bir katkı sağlamıştı.3 Moğolların Hakk"ın buyruğu ile çıktıklarına dair rivayet ise Moğolların tüm yeryüzünün Gök Tengri tarafından kendilerine bağışlandığına dair eski Türklerden aldıkları inançla paralellik arz etmektedir.4 Moğolların bu inancının onların giriştikleri fetih hareketlerinde önemli bir rol oynadığı bilinmektedir.5

Mevlânâ"nın Moğollar hakkındaki bu yorumundan destek aldığı anlaşılan sohbeti dinleyenlerden bazılarının Moğolları tezkiye sadedinde: “Aslında Tatarlar da kıyamete inanıyorlar ve "Elbette bir sorgu sual günü olacak!" diyorlar” demesi üzerine Mevlânâ, buna şöyle karşılık verir:

“Hayır! Yalan söylüyorlar; böyle demekle, kendilerini Müslümanlarla aynı göstermeye çalışıyorlar. Yani biz de biliyoruz ve inanıyoruz, demek istiyorlar. Deveye: "Nereden geliyorsun?" diye sormuşlar, "Hamamdan geliyorum" demiş; "Evet! Ökçenden belli!" demişler. Bu atasözündeki gibi eğer onlar da kıyamet gününe inanıyorlarsa! bunun delili nerede? Yaptığınız bu kötülükler, günahlar ve zulümler üst üste birikmiş karlar ve buzlar gibi artık kat kat olmuştur. Tövbe, ahiret endişesi ve Allah korkusu, güneş doğunca nasıl karları ve buzları eritirse; onların da bu kötülük karlarını öylece eritmesi gerekir. Hâlbuki bir kar veya buz: "Ben güneşi gördüm, Temmuz güneşi üzerime ışıklarını saldı" der; ancak hâlâ kar ve buz halinde varlığını sürdürürse, akıllı bir insan buna inanır mı? Temmuz güneşi parlasın da karı ve buzu yerinde bıraksın! Bu imkansız bir şeydir.”6

Mevlânâ, Moğolların da ahiret inancına sahip oldukları yönündeki söze karşılık verdiği misallerle; Moğolların ahiret inancının olmadığını yaptıkları zulümlerle bunun bağdaşmadığını bu şekilde belirttikten sonra iyilik ve kötülüğün cezasız kalmayacağından bahisle sohbetine devam eder.7

Görüldüğü gibi Mevlânâ, Moğolların yükseliş ve kuvvetlenmesini yukarıdaki bakış açısıyla değerlendirmesi yanında deyim yerindeyse objektifliği elden bırakmamış ve onların yaptıkları zulümlerle kıyamete inanmanın bağdaştırılamayacağını açık bir şekilde ifade etmiş; böylece hakim gücün meddahlığı yerine olayları, kendilerini ortaya çıkaran gereklilikler çerçevesinde îzaha özen göstermiştir.

Mevlânâ"nın, Cengiz Han"ın lahutî bir şahsiyet olduğunu savunduğu iddiasına kaynak olarak gösterilen bölümde ise Cengiz Han"ın adı geçmemekte; bu bölümde Mevlânâ"nın, kerametiyle Konya"yı Bacu komutasındaki Moğol askerlerinden kurtarmasıyla ilgili menkıbe anlatılmaktadır.8

Mevlânâ"nın Cengiz Han"ın lahutî bir şahsiyet olduğunu savunduğu şeklindeki iddianın, Mevlânâ"nın ve Mevlevî kaynakların Cengiz Han"ın yaptığı zulümler hakkında söyledikleri görmezden gelinerek yapılmış bir değerlendirme olduğu açıktır. Zira Mevlevî kaynaklarda Cengiz Han ve Moğolların yaptığı zulümler bütün açıklığı ile anlatılmaktadır. Örneğin Eflâkî"de konuyla ilgili şunlar aktarılmaktadır:

“Belh"i kuşattığı sırada oğlunun ölmesi sonucu Cengiz Han, Moğol askerlerinin ele geçirdikleri büyük-küçük herkesi öldürmelerini, hamile kadınların karınlarını yarmalarını, Belh"in bütün hayvanlarını keserek Belh"i yerle bir etmelerine dair bir ferman çıkardı. Bunun üzerine Moğollar giriştikleri yağmalar sonucu iki yüz bin insanı yere gömdüler.”9

Ayrıca Moğolların on iki bin mescidi ateşe verdikleri, on dört bin Kur"an"ı yaktıkları, elli bine yakın bilgin, öğrenci ve hafızı öldürdükleri, iki yüz bin insanı yere gömdükleri; yağma edip götürdüklerinin ise haddi hesabının olmadığı belirtilir.10 Mevlânâ"nın baba diyarı Belh"in de aralarında olduğu dönemin şehirlerinin Moğollarca yakılıp, yıkılması, halkının kılıçtan geçirilmesi, çocukluğundan beri Mevlânâ"nın da zihin dünyasında yer etmişti. Örneğin Mevlânâ"nın Fîhi Mâ Fîh"te aktardığı bir anekdotta Cengiz Han"ın büyük istilâsından önce kendisinin de Belh"de bulunduğu sırada şehri kuşatan Moğolların yaptığı zulümlerden bahseden Mevlânâ; genç ve güzel bir kızın “Moğol zulmünden” Allah"a olan tevekkülü sayesinde nasıl kurtulduğunu anlatmaktadır.11

Sûfî şahsiyetlerin incelenmesinde sıkça karşılaşılan anlama sorunlarından biri, ve belki de en önemlisi, kimi araştırmacılar tarafından incelenen sûfînin neşr ü nemâ bulduğu tasavvuf geleneğinden koparılarak yorum ve değerlendirilmeye tabi tutulmasıdır. Bu yorum ve değerlendirmelerin de maalesef çoğunlukla söz konusu sûfînin yaşamını ve onu yönlendiren ilkeleri anlamaktan çok uzak kaldığı, kimi zaman çarpıttığı ve yazarların kendi görüşlerini yansıtmadan öteye gitmediği görülmektedir. Mevlânâ"nın yukarıdaki Moğolların yükselişiyle ilgili olarak, Cengiz Han"ın, halkının öldürülmesi sonucu Tanrı"ya yalvardığı ve duasının kabul olunduğu şeklinde tarihi kaynaklarla ve Moğollar arasındaki inançla da paralellik arz eden değerlendirmesi; Mevlânâ"nın kötülük problemi hakkındaki görüşleriyle yakından ilgilidir. Bu görüşlerin tasavvufî arka planı bilinmeden Mevlânâ"nın bu konudaki görüşleri anlaşılamaz.

Mevlânâ"ya göre iyilik ve kötülük, birbirinden bağımsız var olamayan birinin varlığı hayat sahnesinde diğerinin varlığını da gerektiren olgulardır.12 Bu bağlamda şeytanın varlığı bile Mevlânâ"ya göre iyi ile kötünün ayrılması hikmetine mebnî Hakk"ın irade ve takdirinin bir sonucu, işleyen bir çarkın dişlisi durumundadır.13 Dolayısıyla Mevlânâ"nın olaylara bakış tarzına ilişkin bu yorumuna vakıf olmadan onu, Cengiz Han"ı lâhutî bir şahsiyet olarak gören bir Moğol tarafgiri şeklinde nitelemekle Mevlânâ"nın şeytan hakkındaki ifadelerine bakarak onu Allah karşısında şeytanı öven ve şeytanın tarafını tutan biri olduğunu iddia etme arasında çıkarılan “anlam” bakımından pek bir fark olmadığı kanaatindeyiz.

Mevlânâ"nın bu değerlendirmesinde kimi zaman gereksiz ve çok kötü olarak görülen durumların dahi farklı açılardan bakınca yeni fırsatlar için bir fırsat olabileceğine işaret edilmektedir. Tarih olana, sonradan bakanların bu değerlendirmeyi yapması kolay gibi görünse de tarihin içinde yaşayan ve bu hadiselerin ıstırabı altında inleyenlerin bu tür bir tarih felsefesi yorumunda bulunması manidardır. Mevlânâ"nın mesajını eskimez kılan hususlardan birinin de onun, devrinin hadiselerine gömülmeyerek, tarihe yönelik bu üst bakışı yakalayan tarih yorumları olduğu söylenebilir.

Moğol akınlarından sonraki tarihi sürece bakıldığında bu tür bir değerlendirme yapmak mümkündür. Nitekim Moğolların istilaları sonucu Anadolu"ya akın eden âlim, sûfî ve sanatçılar, bu kültür havzasında Anadolu aydınlanması denebilecek, kültür tarihimiz adına son derece renkli bir dönemin yaşanmasına sebep olmuşlardır. Yine bu istilalar neticesinde artık iyice zayıflayan Anadolu Selçuklu Devleti"nin yıkılması, Osmanoğulları Beyliğinin bir Türk İmparatorluğunun temellerini atmasına zemin hazırlamıştı. Ayrıca kısa bir süre sonra Moğolların İlhanlı kolu İslâmiyeti resmi din olarak seçmiş, İslâm kültürü içinde asimile olmuşlardır.

Şimdi Mevlânâ"nın, Moğolların oruç tuttuklarına hatta atlarına bile oruç tutturduklarına etrafındakileri inandırmaya çalışmakta olduğu iddiasına kaynak olarak gösterilen rivayeti ele alalım.14 Eflâkî"nin ilgili bölümünde, Mevlânâ"nın namaz ve oruç ile ilgili görüşleri ve bunların faziletiyle ilgili görüşlerini aktaran rivayetlerden15 sonra Mevlânâ"nın orucun fazileti ile ilgili şu olayı anlattığı rivayet edilir:

“Hulagu, Bağdat"ı kuşattı. Ancak şiddetli çarpışmalar sürmesine rağmen şehir bir türlü düşmüyordu. Bunun üzerine Hulagu "Üç gün kimse bir şey yemesin ve atlara da yem verilmesin. Herkes Bağdat"ın fethi için kendi Yaratganına(16) yalvarsın" diye emir verdi ve "Belki bütün kapıları açan Tanrı, fethi kolaylaştırır. Çünkü halife çok zengindir ve çok da azmıştır" dedi. Üç gün aç kalındıktan sonra şehir Moğollar tarafından teslim alındı.”

Mevlânâ, bu olayı anlattıktan sonra, o dönemin İslâm dünyasında geniş yankı bulan İslâm hilafetinin merkezi Bağdat"ın Moğollarca işgal edilmesi olayı ile açlığın fazileti ve oruç ibadeti hakkında şöyle bir bağ kurarak bu olayı anlatmaktan maksadını açıklar:

“Yemek yemeyip, oruç tutmak, dini inkâr edenler ve gerçek bilgiden haberi olmayan ham insanların işlerinde böyle tesir gösterir, onların galip ve muvaffak olmalarına sebep olursa, artık bunun, basiret sahibi Hak yardımcıları ve Allah dostları hakkında ne tesir yapacağını ve neler bağışlayacağını var sen kıyas et” der. Şiir:

“Oruca devam et, çünkü o, Süleyman"ın mührüdür.

O mührü kendi şeytanının eline verip saltanat mülkünü yıkma”17

 

Yukarıda aktarılan rivayetten sonra verilen rivayette Mevlânâ, Bağdat"taki halifeyi lüks ve israfa dayalı yaşamından ve oburluğundan ötürü kınayarak bir anlamda Moğollara karşı savaşı kaybedişinin nedeni olarak bu tenperverliği gösterir ve halifenin yaşam tarzını eleştirir.18 Bilindiği gibi daha önce Mevlânâ"nın babası Baha Veled"in de Belh"ten göç esnasında Bağdat"a geldiğinde burada kalmayı düşünmesine rağmen dönemin Abbasi halifesinin israf ve lükse dayalı hayat tarzından ötürü bu kararından vazgeçtiği ve halifeyi ağır bir şekilde eleştirdiği bilinmektedir.19 Günümüz Arap dünyasının ileri gelenlerinin lüks ve israfa düşkünlükleri hatırlanacak olursa Mevlânâ ve babasının o dönemin halifesine yönelik eleştirilerini daha iyi anlamak mümkündür. Ayrıca aktarılan bu rivayette Mevlânâ"nın, Moğolları “dini inkar eden ve gerçek bilgiden haberi olmayanlar” şeklinde nitelediğini de hatırlatmak gerekir. Ayrıca Mevlânâ"nın bu tenkidinin, halifeye yönelik bir özeleştiri olduğu; halifeye karşı Moğolları destekleme tarzında bir mahiyeti bulunmadığı, yine Eflâkî"de aktarılan Mevlânâ"nın halife hakkındaki şu kanaatinden de anlaşılmaktadır:

“Moğolların halifeye yaptıkları türlü işkence ve zulümlerle onu şehit etmeleri, halifenin günahlarının affolmasına ve derecesinin yükselmesine vesile olmuştur. Bu nedenle "Kötülük yapınca akıbetinden kork, çünkü tabiatta hiçbir şey cezasız kalmaz."”20

Binaenaleyh Mevlânâ"nın “Moğolların oruç tuttuğuna hatta atlarına bile oruç tutturduklarına etrafındakileri inandırmaya çalışan bir Moğol propagandacısı” olduğu şeklindeki nitelemenin sağlıklı bir çıkarım olmadığını belirtmek gerekir.

Konuyla ilgili diğer bir iddiada şöyle denilmektedir: “Mevlânâ ile Moğollar arasında bu sıcak ilgiyi kuran da Şems-i Tebrizi olmuştur. Erzurum-Erzincan üzerinden Anadolu"ya gelen Şems"in çok geçmeden Moğollarla irtibat kurduğunu anlamak güç değildir. Erzurum, Erzincan üzerinden Anadolu"ya giren Moğollar daha burada iken Şems"i Anadolu"ya (Konya"ya)göndermiş olmalılar. Nitekim Şems"in Konya"ya gelmesi de Moğollardan bir iki sene önceye raslamaktadır. Seyyid Burhaneddin Tirmidi"nin talebesi olan vezir Şemseddin İsfehani de Moğolların adamı idi. Moğollar Anadolu"ya girdikten sonra onu vezir yapmışlardır. Bu durumda gösteriyor ki Mevlânâ ve çevresi Moğollar"ın Anadolu"ya girdiği 640/1243 yılından itibaren Moğollarla sıcak ilişkiler içine girmişlerdir.”21

Bu iddiayla bağlantılı olarak o dönemle ilgili şunları söylemek mümkündür. Çeşitli tarihi olayların yap-boz misali derlenmesini ve bunun üzerine bina edilen bir hükmü anımsatan yukarıdaki değerlendirmede Şems"in Erzurum"da bir müddet Kur"an muallimliği yapmasına atıfta bulunularak Şems"in Moğollarla irtibatı olduğu iddia edilmektedir. Şems"in memleketi Tebriz"den şeyhi Ebubekir Selebâf"tan sonraki manevi açlığını gidermek ve kendi meşrebine uygun bir şeyh bulma arzusuyla ayrıldığını ve bu amaçla birçok şehir gezip, dolaşarak sûfîlerle görüştüğünü, bu yüzden kendisine “Şems-i Perende (Uçan Şems)” denildiğini biliyoruz.22

Şayet Şems, Konya"ya böyle bir misyonla gönderilmiş olsaydı, dönemin şartları göz önüne alındığında23 hayli önemli bir konumda olacak olan Şems"in Konya"da Mevlânâ ile karşılaşana dek geçirdiği süre zarfında bu yönüyle faal olması ve bu yönüne ilişkin kaynaklarda bir bilgi olması gerekirdi. Hâlbuki Şems"in Konya"ya vardıktan sonra Mevlânâ"nın düşünce hayatında ve tasavvuf anlayışında devrim yapıncaya kadar geçirdiği müddet hakkında elde bir bilgi olmadığını kaynaklar belirtmektedirler.24 Yine Şems, bir Moğol casusu olarak Konya"ya gelmiş olsa; dönemin şartları göz önünde alınarak şunlar söylenebilir. Selçukluların Kösedağ mağlubiyetinin (1243) üzerinden bir buçuk-iki yıl geçmiş, Selçukluların Moğollara bağlı bir haraçgüzar il olması kabul edilmişti. Moğollar, Selçuklular üzerinde açık bir baskı kurmuşken Şems niçin ortadan kaybolduğu tarihe (1247) kadar kendisine o dönemde önemli mevki kazandıracak böyle bir kimliği gizleme gereği duysun? Şems"in açık bir şekilde Moğol propagandası yapması gerekmez miydi?

Yine Şems"in Moğollar nezdinde böyle bir fonksiyonu olsaydı Moğollarla anlaşmaya giden Selçuklu heyetlerinde ve dönemin diğer siyasi etkinliklerinde dönemin kaynakları tarafından niçin zikredilmemektedir? Ayrıca Mevlânâ"nın Şems ile buluşmasından sonra tasavvuf anlayışında yaşanan kırılma üzerine resmi tedrisi terk edip artık talebeleriyle ilgilenmemesi üzerine Mevlânâ"yı değiştiren bu acayip derviş hakkında baş gösteren hoşnutsuzluk sürecinde, Şems"e yönelik bir çok eleştiri yapılmasına rağmen bunlar içinde onun Moğol propagandası yaptığına ilişkin kaynaklarda hiçbir iddianın olmaması da Şems"in o dönemde böyle bir misyonla Anadolu toplumunda gündeme gelmediğinin önemli bir kanıtı sayılabilir.

Dönemin Şam şehri de ele aldığımız konu açısından önemli bir fonksiyona sahiptir. Bilindiği gibi Şam, o dönemde her yanı kasıp kavuran Moğol istilalarına karşı Müslüman Anadolu halkınca bir kurtarıcı olarak görülen, Moğolların kuvvetli düşmanlarından Memlük devletinin selefi Eyyubilere ait olan ve Moğollara karşı düşmanlığın hakim olduğu bir şehirdi.25 Moğollarla ilgili bir meseleden dolayı Konya"da Şems"e yönelik bir hoşnutsuzluk olsaydı Konya"yı terk eden Şems"in Moğollara yönelik nefretin hakim olduğu Şam şehrine gitmesi ve burada on beş ay kalması sanırız uygun olmazdı.

Renkli çakıl taşları misali çeşitli tarihi olayların derlenip bunlar arasında bir sebep-sonuç ilişkisi varsayılması, yapılan kimi tarih yorumlarına ilişkin şu meşhur örneği akla getirmektedir. Evden sigara almak için çıkan ve karşıdan karşıya geçerken yoldaki keskin virajı alamayan alkollü bir sürücü tarafından ezilerek öldürülen Ahmet Bey"in, artık tarih olan bu olayını yorumlarken bir tarihçinin bazen, olaylar bütününü göz ardı ederek kimi vesikalardan çıkarımda bulunması, Ahmet Bey"in öldürülmesine ilişkin sebepleri sıralarken, öldürülmenin birincil nedeni olarak Ahmet Bey"in sigara içme alışkanlığını göstermesine benzemektedir.

Diğer bir iddiada; Mevlânâ"nın bir sohbet esnasında dönemin yöneticilerinden Muineddin Pervâne"yi Müslüman Memluklular"a karşı Moğollarla yaptığı işbirliğinden ötürü eleştirdiği rivayet, tam tersine yorumlanarak “(Mevlânâ"nın) Muinu"d-din Süleyman"ın 670 (1272) dolaylarında başlayan Moğollara karşı Memluklularla ittifakını desteklediği de anlaşılmaktadır (Fîhi Mâ Fîh Terc. s. 9). Aynı eserindeki (s. 102) Moğol aleyhdarlığı da bu döneme rasladığı muhakkaktır.”26 şeklinde verilerek Mevlânâ"nın Moğol karşıtı eleştirileri ve Moğollarla yaptığı işbirliği nedeniyle Pervâne"yi kınaması, okuyucudan kaçırılmaya çalışılmaktadır. Halbuki Mevlânâ"nın bu eleştirileri, Pervâne"nin Moğollarla Müslüman Memluklar aleyhine yaptığı ve h. 666-675/m. 1267-1276 yılları arasını kapsayan barış anlaşmasını, yani Pervâne"nin Memluklarla ittifakını değil Moğollarla işbirliğini tenkit amacıyla söylenmiştir.27 Calibi dikkat bir diğer husus ise; “Mevlânâ, etrafına Moğolların müşrik olmadıklarını telkine çalışmaktadır”28 iddiası ile “(Mevlânâ"nın) Aynı eserindeki Moğol aleyhdarlığı da bu döneme rasladığı muhakkaktır”29 iddialarına; yani birinde Mevlânâ"yı Moğol yanlısı diğerinde Moğol karşıtı gösteren her iki iddiaya kaynak olarak da Fîhi Mâ Fîh"in aynı bölümünün referans gösterilmesidir.30

Konuyla ilgili bir diğer iddiada ise Fîhi Mâ Fîh"te aktarılan rivayetler kaynak gösterilerek Mevlânâ"nın Moğol aleyhtarlığı yapanlara öfkelendiği ve Moğol zulmünü haklı göstermeye çalıştığı iddia edilmektedir.31 Bu özet çalışmanın hacmini aşmamak için Mevlânâ"nın Moğol zulmü hakkındaki kanaatlerine ilişkin daha önce aktarılanları hatırlatmakla iktifa ediyoruz.32

Bir diğer iddiada ise şöyle denilmektedir: “Baycu Noyan"ın Konya"ya gelip Mevlânâ ile görüşmesinden sonra (654/1256) Mevlânâ"nın Moğol askerleriyle de iyi ilişkiler içinde olduğu farkedilmektedir. Örnek olarak Moğol askerleri Konya"daki harmanları (Muhtemelen ahilere ait) yağma ederlerken Mevlânâ"nın işareti ile Mevlânâ"ya yakınlık gösteren Ahi Mehmed"in buğday yığınına ilişmemeleri (Menakibu"l-ârifin terc. I, 483) Mevlânâ muarızı, Konevi ile Ahi Evren"in dostu zengin bir Tacir olan Hacı Tâcu"d-Din-i Kâşi"nin öldürülmesi ve servetinin yağma edilmesi (Aynı eser, I, 297-298) olaylarında Mevlânâ"nın parmağı bulunduğu anlaşılmaktadır.”33

Burada göze çarpan paradoks ise bir önceki paragrafta34 Mevlânâ"nın, Moğolların Anadolu"ya girdiği 640/1243 yılından itibaren sıcak ilişkiler içine girdiği belirtilirken hemen ardındaki paragrafta Mevlânâ"nın 654/1256 yılında Baycu ile görüşmesinden sonra Moğol askerler ile iyi ilişkiler içine girdiğinin söylenmesidir. Söz konusu dönemde zaten Anadolu"da askeri varlıklarıyla boy gösteren Moğollarla Mevlânâ, ilişkiye girmek için Moğolların Anadolu"ya hâkim oldukları 640 yılından 654"e kadar neden on dört yıl beklemiş ve bu konuda Moğol askerleri ile ilişkisine dair bir olay, kaynaklarda aktarılmamıştır.

Şimdi Mevlânâ ve Moğol askerleri arasında var olduğu iddia edilen işbirliğine ilişkin, örnek olarak verilen “Moğol askerleri Konya"daki harmanları (Muhtemelen ahilere ait) yağma ederlerken Mevlânâ"nın işareti ile Mevlânâ"ya yakınlık gösteren Ahi Mehmed"in buğday yığınına ilişmemeleri” ile ilgili rivayeti ele alalım. Mevlânâ"nın bir Ahi düşmanı olarak gösterildiği35 iddiaya kaynak gösterilen ve Eflâkî"de yer alan rivayette bir menakıb kitabından bekleneceği gibi Mevlânâ"nın kerametiyle ilgili bir olay şöyle anlatılmaktadır:

“Mevlânâ"nın "Benim kardeşim" dediği fütüvvet erbabının sultanı Ahi Mehmet Seyyid Âbadi"den şöyle rivayet edilir ki: Harman zamanı benim büyük bir buğday yığınım çıkmıştı. Bu sırada birdenbire Moğol askeri Konya sahrasını kapladı, harmanları darmadağınık edip yağmaya girdi. Mevlânâ hazretleri bana bir ferece giydirmişti. Hizmetçiye "o mübarek elbiseyi buğday yığınının üzerine at da onun bereketi ile buğday yığınına bir şey olmasın" diye emrettim. Allah daha iyi bilir ve şahit olarak da kafidir ki, yakın ve uzak bütün komşularımızın buğdaylarını yağma ettiler; fakat ne biri bizimkinin etrafında dolaştı, ne bir saman çöpü kayboldu ve ne de bir tane götürdüler. Sonra hepsini şehre taşıdım ve sofra sofra misafirlere ikram ettim. Şehre inince doğru Mevlânâ"ya gittim. Gülerek beni karşıladı ve "Eğer Ahi isteseydi onların hepsi kurtulurdu" dedi.”36

Görüldüğü gibi bu rivayetle, Mevlânâ"nın yüceliğini vurgulamak amacına matuf bir menkıbe anlatılmaktadır. Menkıbede Moğolların yaptıkları yağma ve yıkım anlatılmakta Ahi Mehmed"in harmanının ise Mevlânâ"nın kerametiyle kurtulduğu vurgulanmaktadır. Birçok tasavvuf büyüğüne ait bu tür kerametlerin aktarıldığı menkıbeler, dönemlerinin psiko-sosyal atmosferi hakkında bizlere önemli ipuçları vermektedirler. Menâkıb geleneğinde bu tür rivayetlerle verilmek istenen mesaj, meselenin vahametine ve olağan üstülüğüne dikkat çekilerek, tarikat pirinin kerametinin vurgulanmasıdır. Buradaki aktarılan olayın da anılan türden bir keramet olabilmesi ise o dönem şartları ve toplum bilinci itibariyle olağan şartlarda mümkün görülmeyen bir olayın, Mevlânâ"ya atfen vuku bulduğunun söylenmesi ile mümkündür. Bu olayın bir işbirliği ile yapılması durumunda ise olayın keramet boyutu ortadan kalkacak ve bu rivayetin aktarımına da bir menakıb yazarı gerek duymayacaktır. Örneğin yine Eflâkî"de bu amaçla anlatılan benzer bir rivayette şöyle denilir:

“Hulagu Han büyük bir ordu ile Rum memleketlerine hücum etmiş, yıkımlar yapmıştı. Müslümanlar arasında büyük bir karışıklık meydana gelmişti. Hoca Mecdeddin"in bin tane besili koyunu vardı. Onları ne yapıp, nereye götüreceği konusunda son derece şaşırmıştı. Kalkıp Mevlânâ hazretlerinin yanına geldi ve meseleyi anlattı. Mevlânâ: "Hiç gam yeme, bir arslanı tayin ederim, senin koyunlarını uyuz kurtların şerrinden muhafaza eder" dedi. Konya havalisinde bulunan bütün koyun ve davarları Moğol askerleri talan ettiler. Allah"ın inayetiyle Mecdeddin"in koyunlarından bir kuzu bile eksilmedi.”37

Binaenaleyh ana mesajı belli olan bu tür bir rivayetten Mevlânâ"nın Moğol askerleriyle işbirliği yaparak birilerinin harmanlarını yağma ettirdiği sonucunu çıkarmak sanırız zorlama bir tevildir. Ayrıca ikinci rivayette Moğolların uyuz kurtlara benzetilmesi de iddia edilen türden bir işbirliğinin olmadığını gösteren karinelerden biridir.

Mevlânâ ile Moğol askerler arasındaki işbirliğine örnek olarak gösterilen yukarıdaki iddianın geri kalanında ise “Mevlânâ muarızı, Konevi ile Ahi Evren"in dostu zengin bir Tacir olan Hacı Tâcu"d-Din-i Kâşi"nin öldürülmesi ve servetinin yağma edilmesi (Aynı eser, I, 297-298) olaylarında Mevlânâ"nın parmağı bulunduğu anlaşılmaktadır,”38 denilerek Mevlânâ"nın Hacı Kâşi"nin öldürülerek servetinin yağma edilmesinde parmağı olduğu belirtilmektedir. Şimdi Eflâkî"de geçen söz konusu rivayeti ele alalım.

“Bir gün Mevlânâ, zamanın az yetiştirdiği insanlardan olan şeyhlerin şeyhi muhaddislerin sultanı diye nitelenen Şeyh Sadreddin"i (Konevî) görmeye gitmişti. Şeyh Sadreddin Mevlânâ"yı saygıyla karşılayıp kendi seccadesi üzerine oturtu. Kendisi de onun karşısına diz üstü bir şekilde edeple oturarak hiçbir şey konuşmadan öylece murakebeye daldılar. Bu arada Şeyh Sadreddin"in hizmetinde bulunan, birkaç kez Kabe"yi ziyaret etmiş olan ve bir çok önemli şeyhin sohbetinde bulunmuş olan Hacı Kâşi adındaki bir derviş, Mevlânâ"dan “Fakr nedir?” diye sordu. Murakebeye dalan Mevlânâ, cevap vermedi. Derviş üç kez sorusunu tekrarladı. Mevlânâ hiçbir şey söylemedi. Böyle olmasına Şeyh Sadreddin incindi. Daha sonra kalkan Mevlânâ"yı Şeyh Sadreddin kapıya kadar uğurlayıp döndükten sonra dervişi Kâşi"ye kızarak: “Ey olgunlaşmamış ihtiyar ve ey vakitsiz öten kuş! O sırada soru sorma ve konuşmanın yeri miydi ki, terbiyesizlik ettin. Mevlânâ aslında senin soruna doğru cevap verdi. Şimdi sen, habersiz, vaktine hazır ol, çünkü gayb aleminden darbe yedin,” dedi. Kâşi “Cevabı ne idi?” deyince Şeyh Sadreddin: “Fakir Allah"ı bilince (marifet hasıl olunca) dili tutulur. Yani tam derviş velilerin huzurunda dille ve kalple bir şey söylemez; çünkü fakr, kemale erince kul (adeta) Tanrılaşır,” dedi. Bu olaydan üç gün sonra ayak takımı (rindan) denilen şehir eşkıyasının Kâşi"yi, bağına giderken yolda öldürdüğü ve nesi var nesi yoksa alıp götürdüğü rivayet edilmektedir.39

Burada anlatılan rivayette Hacı Kâşi"nin şehir eşkıyaları tarafından öldürülmesi olayı ile tasavvuf ve tarikat geleneğinde yaygın bir inanış olan Allah dostlarını incitmenin manevi gazabı gerektirdiğine ilişkin bir mesaj verilmektedir. Bu husus tasavvuf tarihinde birçok tasavvuf büyüğüne atfen anlatılan menkıbelerde karşımıza çıkmaktadır. Bu inanış, verilen olayda adı geçen veli ile o olay arasında organik ve tarihi bir neden-sonuç ilişkisini göstermekten ziyade, meydana gelen bir olayı, kendi tarikat pirleriyle bir şekilde ilişkilendirerek pirin yüceliğinin vurgulanmasına yöneliktir. Mevlevî gelenekten bu hususa bir örnek vermek gerekirse Mevlevî kaynaklarda Mevlânâ"nın babası Baha Veled"in gönlünün Harzemşah sultanına incinmesinden dolayı müritleriyle birlikte Belh"ten ayrılmasından sonra, bölgenin Moğollar tarafından işgal edilerek yağma ve yıkıma tabi tutulması, Mevlevî kaynaklarda Baha Veled"in gönlünün sultana incinmesinin manevi bir cezası olarak yorumlanır.40 Şimdi bu rivayetten yola çıkarak Belh"in Moğollarca işgal edilmesinde Baha Veled"in parmağı olduğunu söylemekle yukarıdaki rivayetten Mevlânâ"nın, Kâşi"nin öldürülmesinde ve servetinin yağma edilmesi olayında parmağı bulunduğunu söylemek arasında yürütülen “mantık” açısından pek bir fark olmadığı kanaatindeyiz. Ayrıca rivayette olayın şehir eşkıyaları (rindan) tarafından işlendiği de belirtilmektedir. Yine Kâşi"ye murakabe esnasında edebi terk ettiğini söyleyen Mevlânâ değil, Şeyh Sadreddin"dir ki, bu “mantığa” göre Şeyh Sadreddin"in kendi dervişinin öldürülmesinde parmağı olduğu şeklinde yanlış bir sonuç daha çıkmaktadır.

İnsan ve insan sevgisine ilişkin tutum ve düşünceleri bilinen Mevlânâ"nın bu tür entrikalar içinde olduğunun iddia edilmesi sanırız ehven tabirle maksadını aşan bir yorum olsa gerektir.

Bu konudaki rivayetlerden anlaşıldığı kadarıyla, Mevlânâ"nın Moğollarla direkt bir ilişkisi olmamış, ya kendisine onlarla ilgili bir soru sorulmuş ya da o dönemde meydana gelen bir olay üzerine bu konudaki fikirlerini beyan etmiştir. İddia edildiği gibi Mevlânâ, Anadolu"da Moğol çıkarlarına hizmet eden ve Moğollar nezdinde de bu yönüyle kabul gören birisi olsaydı, dönemin gündelik siyasetiyle ilgili olarak Moğolları ikna etmek ve onlarla iyi geçinmek için her türlü çabayı gösteren dönemin Selçuklu yönetiminde Mevlânâ"nın da etkin bir devlet adamı olması gerekirdi. Halbuki Mevlânâ"nın, etrafındakileri tasavvufî terbiye doğrultusunda yetiştirmeye çalışan bir gönül ereni olduğuna tüm yaşamı ve geriye bıraktığı eserlerindeki mesajı tanıklık etmektedir.

Mevlânâ, yöneticilerle ilişkilerinde dönemin şartları gereği Selçuklu yöneticileri arasındaki çekişme ve rekabete dayalı siyasî mücadeleden uzak kalmaya özen göstermiş; siyasîler ile dervişler arasında misyonları gereği bir ayrımı vurgulamıştır. Bu açıdan onun bilindik siyasetten uzak, ancak tasavvufî neşvesinin kazandırdığı kendisine özgün bir siyasetinin olduğunu söylemek yanlış olmaz. Mevlânâ"nın etrafındakilerin, genelde Selçuklu elitlerinden meydana geldiği ve Mevlânâ"nın aristokrat çevrelere hitap ettiği yönündeki kanının aksine dönemle ilgili rivayetlerden Mevlânâ"ya en yakın bilinen aristokratların dahi Mevlânâ"yı, etrafındaki müridlerinin halkın bayağı sayılan kesimlerinden olması nedeniyle kınadıklarını ve bu eleştirilerin, dönemin elitlerince müşterek olarak dile getirilen bir husus olduğu anlaşılmaktadır. Buna rağmen Mevlânâ"nın müridlerine karşı tavrını değiştirmeyerek onlara olan şefkatini ve rehberliğini esirgememesi, Mevlânâ"nın dönemindeki toplumsal yerini tahlil açısından önemlidir.

Mevlânâ"nın yöneticilerle ilişkisinde dikkati çeken bir diğer nokta; dönemin idarecilerinin Mevlânâ"dan ziyade diğer şeyh ve bilginleri daha sık ziyaret ettikleri; Mevlânâ"nın da yöneticilere karşı diğer şeyhlerin gösterdikleri türden sıcak iltifatlarda bulunmadığı yönündeki rivayetlerdir. Mevlânâ, yöneticilerin, işleri gereği kendi irfan dünyasını ve tasavvufî hakikatleri anlamakta güçlük çektiklerini, bu anlamda onların gönül estetiğinden yoksun olduklarını ifade ederek muhataplarınca anlaşılamadığından da yakınmaktadır.

Mevlânâ"nın resmi tedris ile yetişmiş olması, babasından beri yöneticilerle ilişkilerinin iyi olması, mevcut düzene karşı çoğunlukla resmi tedris görmemiş göçebe gruplar tarafından çıkarılan isyanlara Mevlânâ"nın iyi gözle bakmamasında ve bu anlamda Selçuklu yöneticilerini desteklemesinde etkili olduğunu söylemek mümkündür. Bu açıdan Mevlânâ, isyan yerine mevcut düzenin huzur içinde sürdürülmesinden yanadır. Ona göre yöneticilerin esas fonksiyonu, halkın işleriyle meşgul olup onların huzur içinde yaşamasına, dervişlerin rahatça ibadet etmelerine olanak sağlamalarıdır. Bu işlevi yerine getirmeleri, onların meşruiyeti için yeterlidir. Yöneticilere bu anlamda olumlu katkı sağlayan Mevlânâ, yanına gelen veya değişik vesilelerle bir araya geldiği yöneticilere de bazen açıkça bazen de çeşitli hikayelerle öğüt vermekten, yönetimde uymaları gereken ilke ve prensipler hakkında onları uyarmaktan da çekinmez. Bu yönüyle Mevlânâ, çeşitli vesilelerle hitap ettiği yöneticilerle ilişkilerinde genel olarak onlara nasihat edici konumdadır. Bunun yanında dönemin yöneticilerinin de Mevlânâ"ya saygı duydukları ve kimi zaman Mevlânâ"nın, etrafındaki kimselerin bazı ihtiyaçları için onlardan ricalarda bulunduğu da görülmektedir. Ancak bu ricalarda dahi Mevlânâ tasavvufî ilke ve prensiplerinden taviz vermez ve padişahlığın geçici olduğunu paralar üzerindeki padişah adlarının ve hutbelerde okunan hükümdar isimlerinden hangisinin bâkî kaldığını sorar.41 Bu açıdan Mevlânâ"ya göre “Padişah, padişahlığa boş veren kişidir; böylesi kişi ay ve güneş olmaksızın da parlar durur.”42

Mevlânâ, dönemindeki yöneticilerle ilişkileri de dâhil olmak üzere yaşadığı olaylarda genellikle olayın yakın vadedeki sonuçlarından ve yerel özelliklerinden ziyade insanın evrensel anlamdaki değişmez doğasına yönelik açılımlarına atıfta bulunmaktadır. Bu bağlamda o, kendisine sorulan o döneme ilişkin spesifik bir olaydan yola çıkarak evrensel ilkelere açılım sağlayabilmektedir. Bu anlamda Mevlânâ"nın zihin dünyasını, döneminin karmaşık olayları ve gündelik siyasetinden ziyade insanın olgunlaşması ve sevgilim dediği “Mutlak Hakikat” olan Allah"a ulaşmanın temrinleri ve ilkeleri yönlendirmekteydi demek mübalağa sayılmaz.

Şüphesiz ki her insan içinde yaşadığı muhitin içinde belli düşünce kalıpları alarak ve bunlardan etkilenerek yaşamını sürdürür. Ancak Mevlânâ"nın, döneminin hadiselerine gömülü kalmayarak, devrinin gündelik olaylarından ziyade bunların insan doğasıyla ilgili evrensel ilkelerine atıfta bulunduğunu görmekteyiz. Bu konudaki rivayetler bütününden anlaşıldığı üzere Mevlânâ, dönemin siyasi ricali arasındaki çekişme ve rekabete dayalı siyasi mücadeleden uzak kalmaya özen göstermiş, bunun yanında siyasiler ile tasavvuf ehli dervişler arasında misyonları gereği mevcut ayrıma dikkat çekmiştir. Bu açıdan onun bilindik siyasetten uzak ancak tasavvufî neşvesinin kazandırdığı kendine özgün bir siyasetinin olduğu söylenebilir.

Mevlânâ"nın, Selçuklu yöneticilerine nispetle direkt ilişkisinin bulunmadığı Moğollarla ilgili gündeme gelen meselelerde ne realiteden uzak, duygusal yalın bir milliyetçiliği, ne de güçlünün yanında olma kaygısıyla bir Moğol sempatizanlığı savunduğu görülmektedir. Bu meyanda Mevlânâ, bir yandan reel olarak var olan dönemin süper gücünün bu yükselişini ve gücünü tasavvufî bir yorumla îzah ederken, diğer yandan onların tahakküme dayalı zulümlerini anlatmaktan çekinmemiş, Moğolların yaptıkları bu zulümlerle uzun süre bu güçlerini koruyamayacaklarını belirtmiştir. Bu açıdan aşk merkezli bir yaşam felsefesine sahip olan Mevlânâ"nın Moğollara karşı da sürekli ve onulmaz bir nefrete sahip olduğunu söyleyemeyiz.

Mevlânâ"nın Konya kuşatması esnasında halkın durumunu, Moğollara karşı hissiyatını ve kendi yaptıklarını ifade eden gazelinde onların gelecekte Müslüman olacaklarını manevi bir öngörü ile söylemesi ve daha sonraki gelişmelerin de bu öngörüyü haklı çıkarması, Mevlânâ"nın Moğollar hakkındaki düşüncelerinde kayda değer bir noktadır. Nitekim Mevlânâ"nın bu gazelini öğrenen Moğol hanedanından Gazan Han"ın gazeli altın sırma ile işleterek kaftanının üzerine yazdırdığını, yine bu gazel nedeniyle Timur"un da Mevlânâ"nın Divân"ını Maverâünnehr"e götürdüğü Mevlevî kaynaklarda belirtilmektedir. Bu açıdan yaşam ve öğretileriyle yerel bir söylemden ziyade, evrensel bir mesajı dile getirerek tüm insanlığı kucaklayan Mevlânâ"yı, Selçuklu dostu veya Moğol dostu diye nitelemekten ziyade üniversel manada bir “insan dostu” diye tanımlamak müsemmaya ve onun aradan geçen sekiz asırlık zamana rağmen üstlendiği misyonuna daha uygun bir tanımlama olacaktır.

 

* Erciyes Üniversitesi İlahiyat Fakültesi Tasavvuf Anabilim Dalı Araştırma Görevlisi.

*** Bu özet makale daha önce Tasavvuf ilmi ve akademik araştırma dergisi"nin 11 (ss. 259-322) ve 12. sayı (ss. 173-195)larında yayımlanan çalışmalarımızın kısmî bir özeti mahiyetindedir.

1 Bayram, Mikâil, Ahi Evren ve Ahi Teşkilatının Kuruluşu, Konya 1991, s. 92. İddialara mesned olarak verilen kaynaklar metinde gösterilmiştir.

2 Mevlânâ, Fîhi Mâ Fîh, çev. M. Ü. Tarıkâhya, İstanbul 1954, ss. 96-7 (İddiaya kaynak olarak verilen Fîhi Mâ Fîh çevirisinin İst., 1964 baskısında ss. 101-2"deki rivayet, bizim kullandığımız Tarıkâhya baskısında (İst. 1954) 96-7. sahifelerdedir). Söz konusu bölümün orijinali için ayrıca krş. Mevlânâ, Kitâb u Fîhi Mâ Fîh, nşr. Bedîüzzaman Fürüzanfer, Tahran 1330, ss. 64-5.

3 Bkz. Kafalı, Mustafa, “Cengiz Han” mad., DİA, c. 7, s. 368; National Geographic, “Cengiz Han” kapak konulu sayı, Ağustos 2001, ss. 93-4. Moğolların gizli tarihinde Temücin Cengiz Han"ın Buhara"yı istilâ ettiği esnada bölge halkına Moğollar arasında bir efsane haline gelmiş olan şu sözleri söylediği aktarılır: “Ben Tanrı"nın gazabıyım. Eğer büyük günahlar işlemiş olmasaydınız, Tanrı üzerinize benim gibi bir gazap salmazdı.” (bkz. National Geographic, s. 92).

4 Turan, Osman, Selçuklular Zamanında Türkiye, s. 386.

5 Genç Temücin"e (Cengiz Han) büyük Moğol tanrısı Tengri"nin, onun dünyanın efendisi olmasını buyurduğu şeklindeki bu rivayet, Moğol Şamanların ayinlerinde canlandırılan bir sahne olarak Moğollar arasında bir mit halinde varlığını devam ettirmiştir. (bkz. National Geographic, s. 76)

6 Mevlânâ, Fîhi Mâ Fîh, Terc., s. 98.

7 Sohbetin tamamı için bkz. Mevlânâ, Fîhi Mâ Fîh, Terc., ss.98-107 .

8 Krş Eflâkî, Menâkibu"l-Ârifin (Farsça Metin), c. I, s. 259 vd. Mevlânâ"nın Konya"yı Bacu komutasındaki Moğol askerlere karşı korumasıyla ilgili Eflâkî"de anlatılan bu menkıbenin Mevlânâ"nın kendi gazellerinde ve diğer tarihi kaynaklardaki yer alış şekli hakkında önceki bölümde geniş bilgi verildiğinden konuyu tekrardan kaçınıyoruz (Geniş bilgi için bkz., “Mevlânâ"nın Yöneticilerle İlişkileri ve Moğol Casusluğu İddiaları I, Tasavvuf ilmi ve akademik araştırma dergisi, Temmuz-Aralık 2003, ss. 312-317).

9 Eflâkî, Âriflerin Menkıbeleri, çev. Tahsin Yazıcı, İst. 1989, c. I, ss. 17-8.

10 Eflâkî, age., c. I, s. 18.

11 Mevlânâ, Fîhi Mâ Fîh, Terc., ss. 255-6.

12 Mevlânâ"nın konuyla ilgili görüşleri için bkz. Mevlânâ, Fîhi Mâ Fîh, Terc., ss. 312-3, 46; Mesnevî, c. IV, b. 64 vd.

13 Mevlânâ"nın bu konudaki görüşleri için bkz. Mesnevî, c. V, b. 2938 vd.

14 Bu iddiaya gösterilen kaynakla ilgili sehven meydana geldiğine inandığımız bir hususu da belirtmek gerekir. Bu iddiaya kaynak olarak Menâkibu"l-Ârifin"in tıpkı basımının c. I, s. 219"u sahifesi verilmektedir(bkz. Bayram, age., s. 92, 69. dipnot). Ancak anlatılan bu olay Tıpkı Basım"ın c. I, ss. 202-204 sahifeleri arasında geçmektedir. Bu iddiya kaynak olarak gösterilen yerde ise Moğollarla ilgili hiçbir şeyden bahsedilmeyip Çelebi Şemseddin"den rivayet edilen Mevlânâ"nın Sadreddin"in zaviyesini ziyaretiyle ilgili bir olay anlatılmaktadır (Karşılaştırma için bkz. Eflâkî, Menâkibu"l-Ârifin, Farsça Metin, c. I, s. 219 ile ss. 202-204).

15 Eflâkî, age., Farsça Metin, c. I, s. 197 vd.

16 Kelime Moğolların Tanrı için kullandıkları şekliyle verilmiş.

17 Eflâkî, age., Farsça Metin, c. I, ss. 202-4; Terc., c. I, ss. 219-221.

18 Eflâkî, age., Farsça Metin, c. I, s. 204-5; Terc., c. I, ss. 221-2.

19 Bkz. Eflâkî, age., Terc., c. I, s. 16.

20 Eflâkî, age., Terc., c. I, s. 222.

21 Bayram, age., s. 93.

22 Eflâkî, age., Terc., c. I, s. 90, c. II, s. 36; Füruzanfer, Mevlânâ Celâleddin, s. 163.

23 Zira bu dönemde Moğollar, Selçuklular üzerinde açık bir hakimiyet kurmuşlar, Selçuklular Moğollara bağlı bir haraçgüzar il olmayı kabul etmişlerdi (Söz konusu dönem hakkında geniş bilgi için bkz. “Mevlânâ"nın Yöneticilerle İlişkileri ve Moğol Casusluğu İddiaları I”, ss. 264-6).

24 Füruzanfer, age., s. 176.

25 Selahaddin Eyyubi"den sonra ordu başkumandanı Aybeg tarafından Eyyubiler üzerine kurulan Memlukler ve Moğollar arasındaki söz konusu dönemdeki mücadele için bkz. “Mevlânâ"nın Yöneticilerle İlişkileri ve Moğol Casusluğu İddiaları I”, ss. 272-3.

26 Bkz. Bayram, age., s. 93, 70 no"lu dipnot.

27 Bu sohbetin, söz konusu anlaşma (bkz. Turan, age., s. 527) üzerine söylendiğine ilişkin ayrıca bkz. Mevlânâ, Fîhi Mâ Fîh, Terc., Önsöz, XLII.

28 Bayram, age., s. 92.

29 Bayram, age., s. 93, 70 no"lu dipnot.

30 Krş. Bayram, age., s. 92-3, 67. ve 70. dipnotlar.

31 Bkz. Bayram, age., ss. 92-3.

32 Bu konuda geniş bilgi için şu çalışmalarımıza bkz. “Mevlânâ"nın Yöneticilerle İlişkileri ve Moğol Casusluğu İddiaları I, Tasavvuf ilmi ve akademik araştırma dergisi, 2003, sayı: 11, ss. 259-322; “Mevlânâ"nın Yöneticilerle İlişkileri ve Moğol Casusluğu İddiaları II”, Tasavvuf ilmi ve akademik araştırma dergisi, 2004, sayı: 12, ss. 173-195).

33 Bayram, age., ss. 93-4.

34 Bkz. Bayram, age., s. 93.

35 Bkz. Bayram, age., ss. 89 vd.

36 Eflâkî, age., Terc., c. I, ss. 600-1.

37 Eflâkî, age., c. I, ss. 281-2.

38 Bayram, age., ss. 93-4.

39 Bkz. Eflâkî, age., Farsça metin, c. I, ss. 278-9.

40 Bkz. Sipehsâlâr, s. 21 vd.; Eflâkî, age., Remzi Kitabevi baskısı, c. I, s. 94; Füruzanfer, age., s. 91 vd. bu hususun Mevlevî geleneğe kaynaklık eden Kübrevî gelenekte de bu şekilde olduğu görülmektedir. Örneğin Harzemşah sultanının Necmeddin-i Kübra"nın halifelerinden Mecdeddin Bağdadî"yi Ceyhun ırmağında boğdurarak öldürdüğü haberi Necmeddin Kübra"ya ulaşınca tasavvuf geleneğindeki bu inanışa atfen “Bunun cezasını boynuyla ödeyecek” dediği ve Moğollar tarafından yapılacak kıyım arasında bağ kurduğu belirtilmektedir (bkz. Füruzanfer, age., s. 82)

41 Mevlânâ, Mesnevî, c. I, s. 89, b. 1103-6.

42 Mevlânâ, Mesnevî, c. II, s. 112, b. 1469.

 

 

Yazar: Osman Nuri Küçük

http://akademik.semazen.net/ sitesinden 06.04.2015 tarihinde yazdırılmıştır.

 
Devamını Oku »

Yeniçağa Doğru

Mutlak Üstünlük Ancak Allah -İnsan Bağlantısında Kendini Gösterir...

 

1- Kur’âna göre, Kur’ân, insanlığı bütün zamanlar zarfında topyekûn kucaklayan Allah Tebliğidir. Ondan önce nâzil olmuş bütün Tebliğler, Kur’ânın az yahut çok tahrîf olunmuş, saptırılmış, tozlanmış cüzleridir. O, kendisinden önce gelmiş tümünü özce kapsar. Bu sebeple, onlar ile kendisi arasında yer yer benzer bahislerin zuhuru olağandır. Nihâyet, hepsinin müellifi birdir, aynıdır. İslâma gelince; o, düpedüz ‘Din’le anlamdaştır; ikisi, birdir. Nitekim bu husus bize Al-i İmrân Sûresinde ―/3 (19)― açıkca bildirilmektedir: “Allah katında din, şüphesiz, İslâmdır...” Şu hâlde dinlerden biri olmayıp Dinin ta kendisidir. Bir inanç düzeni, içerikce İslâma yaklaştığı oranda dinleşir; uzaklaştığı ölçüde dinsizleşir: “Bütün dinlere üstün kılsın diye Resûlünü kılavuzluk ödevi ve Hak diniyle gönderen Odur. Varsın, müşrîkler, bundan nefret etsinler” ―Tevbe /9 (33), Saf /61 (9)...

Tabîî aynı husus tek tek kişiler için de söz konusudur. Herkes, inancının sahihliği ile sâlihliğinden kendisi ‘sorumlu’dur. İşte Al-i İmrânda/3 (20) bu, bize şöyle anlatılır: “...seninle münâkaşaya kalkışanlara, ‘benliğimi tümüyle Allaha teslîm ettim; aynı şeyi takîpcilerim de yaptılar’ de. Ehlikitab olanlar ile olmayan müşrîklere dahî, ‘sizler de, teslîm oluyormusunuz?’ diye sor. Oluyorlarsa, mesele yok, Hak yolundadırlar. Hakka sırtlarını çevirirlerse, sana düşen, Tebliği bildirmektir. Allah, kullarının hepsini görür.” Peygâmberlerin, öncelikle de Hz Muhammed Mustafa’nın (570 – 632) tek ödevi, Allah Tebliğini insanlara iletmekten ibâret değildir. Tebliğin nasıl uygulanacağını dahî, izâhla ve izâhlarını hayatın binbir vechesinde kendi yaşayışını örnek kılarak göstermekle yükümlüdür(ler).

Şu durumda, genellikle sanılanın tersine, Hz Peygâmber, edilgin bir alıcı–aktarıcı olmayıp son derece etkin bir yorumcu ve uygulayıcıdır. ‘İnsanlar, nasıl olsa belli bir görüş ile inanca saplanıp kalmışlar; artık onları inatlarından vazgeçirmek benim harcım değil’ demek, bir vâize, bu arada, Peygâmbere düşmez. Sabırla ödevinin gereklerini yerine getirmek, dini bütün kişinin başta gelen görevidir. Allah Kelâmının gönüllerde nasıl yeşereciğini Onun dışında kimse bilemez. Zirâ insanların gönlünden geçeni bir tek O bilir —bkz: Nahl/ 16 (125→128); ayrıca şerh sayısı, 2162ye bkz.

İmdi, Dinin, yânî, İslâmın açıklama anahtarları Hz Muhammed’de ve dahî, İlim medinesinin kapısı olan Hz Ali’dedir (598 – 661). Onlar, velî–dâhîdir, kısacası ‘insanıkâmil’dirler; Nietzsche’nin deyişiyle ‘üstüninsan’dırlar.Ne var ki, anahtarların kendileri de zaman ile zemîne göre ehlivukûfun yeniden yorumlarına ihtiyâç gösterirler. Başka bir ifâdeyle, ictihât kapıları hiçbir vakit kapanmaz.

2- Bütün Teblîğlerin ortak paydasının, Kur’ân, inanç düzenlerininse, İslâm olduğu söylenmişti. Bu durumda, Allah elçilerinin, İslâm peygâmberleri oldukları da ortadadır. Bütün Teblîğler, Kur’âna doğru aktığı gibi, Elçiler de, İlahî bildiriler denizinin kendisine vahyolunduğu Resulluğun tâcı Hz Muhammed’in geleceğini müjdeleyip ona zemîn hazırlamışlardır. Bu, sâdece ehlikitap dediğimiz dinlerde böyle olmayıp onların dışında kalan Hinduluk gibi inanç düzenlerinde dahî rastgelinen bir vakıadır. Hz Muhammed’in, Kur’ân açımlaması ―Hadîs― ile İslâmı bilfiil yaşamasından ―Sünnet― ortaya çıkan dinin yaşanabilir hâlini ifâde eden Müslümanlıktır.

3- İslâm, Allaha teslîm olmak anlamındadır. Ona teslîm olup olmamak, kişinin kendi kararına kalmış bir husustur. Kişi, hazır bilgiler ve değerlerle dünyaya gelmediğinden, içerisine doğduğu kültür–toplum ortamının da etkisiyle hayatını kendi elleriyle inşâa eder: “Allah, sizi annelerinizin karnından bir şey bilmez hâldeyken çıkarmıştır. Belki şükredersiniz diye size kulak, göz ve kalb vermiştir” ―Nahl/16 (78).

Görüldüğü gibi, İslâmla birlikte hürlük, ödev – hak ve sorumluluk ilkeleri de belirmiştir. Ahlâk ise, bu ilkelerin örgüsüdür. Bahis konusu ilkelerin başında hürlük gelir. Kur’ân uyarınca, insan ile hür varlık çakışırlar. Buna göre, insanın özü hür olmaktır. Nitekim insan, henüz bedenlenip dünyada arzıendâm etmezden önce bu vasfını konuşturmuştur: “Rabbinin Ademevlâdından misâk aldığını da düşünün: Rabbin, onların —insanlığın— sulbünden soylarını alıp sürdürmüş, onlara da, ‘Ben, Rabbiniz değilmiyim?’ diye sorup buna kendilerini tanık tutmuştur. Onlar ise, ‘elbette, tanığız!’ (‘kâhî belâ, şahidnâ’) demişlerdir...” ―A’râf/ 7 (172). Buradan da, dünyaya ister gelsin, ister gelmesin, toplu hâldeyken, ama aynı zamanda teker teker tüm insanların, Allahla misâka girdiklerini anlıyoruz.

Nihâyet, 173. Âyetteyse, bizi şöyle uyarmaktadır: “Kıyâmet günü (yavm elkiyâmeti), ‘bizlerin bundan haberi yoktu’ yahut ‘ne yapalım, önceleri atalarımız Allaha şirk koştular, bizlerse, onlardan sonra gelen nesiliz; şimdi o bâtılı başlatanların yaptıkları yüzündenmi bizleri helâk edeceksin?’ itirâzını ileri sürmeyesiniz diye Allah, sizlerden bu ikrarı aldı.”

4- Kavramlar ile terimlerin tersine, özel adların, bir dilden bir başkasına tercümesi yapılamaz; özge sözel temsîlcileri bulunmaz. Şu hâlde, Allaha Allahtan gayrı bir şey denilemez. O, Kadîm zamanlarda, insanın, özlediği, arzuladığı, düşleyip de beceremediklerini yakıştırıp yüklemiş olduğu üstün güçlerden ―ilah/lar― apayrıdır. İlah yahut benzeri ilke/ler, insanın kendisini ölçü ―İnsanmerkezcilik― aldığı düzlemde, üstün becerileri67 temsîl ettiğine inanılan varlıktır.

5- Hangi özgül Hak dinine yahut geleneksel iytikât câmiasına mensub olursa olsun, dürüst ve meşrûu zeminlerde yürüyen herkes, belli ölçülerde İslâm çerçevesinde ‘din’dar olup ‘ümid insanı’dır (L homo spes). İslâmın en üst basamağında duran ise, Kur’ân ile Sünnetin öngördüğü tarzda ibâdet edip yaşayan Müslümandır. Burada, ‘en üst basamakta durma’nın, kavmî–dünyevî sıradüzeniyle uzaktan yakından ilgisi yoktur. Zirâ öyle bir sıradüzeni, Kur’ân Teblîğine tümüyle aykırıdır. Kur’ânın bildirdiği, İlahî derecelenmeden başkası değildir. İslâmla birlikte Kadîm zamanlardan gelen unsurlar, ya dince yasaklanmış ya da gündemden düşürülmüştür ―bâtıl iytikâtlar.

Bu cümleden olmak üzre, Tanrısallık ile insanlık yahut Uhrevîlik ile dünyevîlik arasında halka gibi duran ve zulmün esas menbaı olan yarı-tanrı kahramanların, daha açıkcası, insanın inasana köleliği  ve belli bir insan nevinin ―’kahraman’ın― putlaştırılması yeğinlikle yerilmiş ; doğa, hiçbir vechile duyumlanamayan periler, hayâletler, hortlak ile şer güçler gibi, uyduruk varlıklardan temizlenmiştir. İnsanlar arasındaki ilişkiler, böylelikle adâlet esâsına dayalı hukuk çerçevesinde vuzûha kavuşturulurken, doğa da, meraktan doğan araştırma ile inceleme eylemine ve, ölçüyü, haddi aşmamak kaydıyla, insanın tasarrufuna açılmıştır ―ölçüyü, haddi aşan gayrımeşrûu iş görüyor demektir. İnsanın, Allahla doğrudan, aracısız irtibâtta olması, Kur’ânın ana savıdır.

Şu durumda bağlantı kişisi yahut mercii yoktur. Allah, Kendisine yardımcı, vekilharç ve benzeri bir makamı ihdâs etmemiştir. Gönlü mühürlenmiş olandan tututunuz da ‘İnsanıkâmil’e varana dek insanların tümü insandır. Aralarındaki farklılıklar, derecelenme bâbındandır. ‘İnsanıkâmil’, demekki ‘üstüninsan’ dahî, Allahın Özünden pay almış ‘insanüstü’ bir varlık değildir. Elçileri bile, öteki bütün insanlar gibi, Allahın yaratıklarıdır, kullarıdır: “... ve eşhedu enne Muhammeden Abdûhû ve Resûluhu”. Ayrıca: “Resûlleri onlara: ‘Elbette sizler gibi biz de sâdece beşeriz’ dediler. ‘Nihâyet, peygâmberlik şan ile şerefini Allah, dilediğine ihsân eder. O, cevâz vermedikce, sizlere mucîze de gösteremeyiz.’ İnsanlar, yalnızca Allaha dayanıp güvenmelidirler” —İbrâhîm/14 (11). “Senden önce gönderdiğimiz peygâmberlerin hepsi de yiyip içen, dolaşan insandılar. Hepinizi birbirlerinizle sınıyoruz.” —Furkân/25 (20).

Mutlak üstünlük ancak Allah - insan bağlantısında kendini gösterir. O, her şeyden önce, mutlak anlamda hem aşkın hem de içkindir. Buysa her çeşit fehmin, dolayısıyla da izâhın fevkındedir. Onu hayatın olağan, düzgün akışı içerisinde ta­nımazlıktan gelmemiz pek kolaydır; ve talîmâtlarını hiçe saymamız rahatlık da­hî sağlar. “... Denizde sıkıntıya düştüğünüzde, Allahtan gayrı yalvardıklarınız, kaçıp kayboluverirler. Fakat O, sizi kurtarıp karaya çıkarınca da, yüz çevirirsiniz. İnsan, çok nankördür” —İsrâ/ 17 (68). Çünkü tavırlarımızın, tutum ile davranış­larımızın süreklice göz altında tutulmalarını bir yana bırakınız; fakat insan için, içinden geçenlerin, niyetlerinin — bkz: Kâf/50 (16)- dahî her dem denetlendiği­ne inanması ve bu inanç doğrultusunda yaşaması kadar zor başka ne olabilir!

Ni­tekim Hz Muhammed, dünyanın, mümîne cehennem, münkîreyse cennet gibi ol­duğunu söylemiştir. Mümîn, kendisine varoluşunun başlarında tanınmış olan hür tercihini Allahtan yana kullandıktan sonra, Allah yolunda hürlüğünden serbestçe vazgeçmiş sayılır. Dinî manâda artık hür değildir. Bundan böyle İlahî Tebliğ ve vicdân yoluyla Allahla süreklice, kesintisizce baş başadır. Bu hâlin manâsını ala­bildiğine bütün boyutlarıyla idrâk edene dünya zorlu bir yaşama ortamı olmak­tan çıkıp cennete dönüşür; hele o kişi, varoluşça, şiddetli bunalıma girdiği za­manlarda!

 

Teoman Duralı - Çağdaş Küresel Medeniyet,syf;48,49,50,51
Devamını Oku »

Seçeneksiz Bir Medeniyetle ve onun İdeolojisiylemi Karşı Karşıyayız?

Çağdaş İngiliz-Yahudî Medeniyetinin Üç Merkez Ülkesi ve Toplumu

................

4-Çağdaş İngiliz-Yahudî medeniyetinin, dolayısıyla da, Imperyal isminin üç merkez ülkesi ile toplumu var: Anavatan Ingiltere, yavruvatan A.B.D. ile Islâm âleminin yüreğine hançermişçesine saplanmış Siyoncu İsrail. Yeryüzü ve insan sâkinleri, değişen ölçülerde, işte bu üç merkez ülke tarafından sevk ve idâre olun­maktadır. Her şey bu üçünden neşet eden değer yargıları ile anlayışları doğrultu­sunda ayarlanıp düzenlenmektedir. Dünya ile insanlığa iktisâtça da siyâsetçe de hâkim olabilmek gâyesine ulaştıran bütün yollar mubâhtır. Bu yollardan özellik­le Protestanlığın İngiliz çeşidi yahut şubesi olan Anglikanhk, sağladığı yararlar açısından kendisini kanıtlamıştır.

Protestanlığın, tutumluluğa yöneltip girişimcilik ile çalışmağı teşvik buyur­duğu, başta Alman toplum ile iktisât fılosofu Max Weber (1864 - 1920) olmak üzre, birçok aklıevvel tarafından ileri sürüle-durulmuştur. Tek kelimeyle, lâfıgü- zâf! Bir kere, emek,çalışma, alın teri yoluyla geçimin temini Müslümanlıkta ibâ­det mesâbesindedir: “Herkes, kendi yükünü taşır; kimsenin sırtına başkasının yü­kü vurulmaz; kişinin nesi varsa, o, emeğinin ürünüdür; emeğinin semeresini er geç görür” — Necm/53 (38,39,40). Sömürü aracılığıyla emeksiz elde edilmiş servet, harâmdır. Nitekim fâiz, bu meyânda yasaklanmıştır.

Ayrıca, Protestanlık,doğal Tanrı vergisi birdin olduğu iddiasını taşımaz. İn­san elinden çıkma bir iytikât nizâmıdır. Başlıbaşına mezheb olmayıp bir mezhep­ler camiasıdır Ona mensup mezheplerden her biri, bağlı bulunduğu Devlet ile Toplumun —millî Kilise— çıkarları ile duyarlılıklarını dikkate almak mecbûriyetindedir. Zâten bahse konu kiliseleri devletler kendi hesaplarına kurmuş yahut, en azından, desteklemişlerdir. Ardından da onlardan yararlanmışlardır.
Emek, İslâmda da öteki bellibaşlı dinlerde de yaşamakçin elzem hasadın yo­luyken, Sermâyecilikte, kârın aracıdır. Sermayecilik ile Milliyetçiliğin ‘sırtlarını dayadıkları' Protestan kiliseleri, sefihliğe dek uzanmaktan kaçınmayan kazanç sağlayıcı etkili iş görmeye, yâni, işletmeciliğe hayatı dar eden yahut edebilen cümle dinî—ahlâkî etkenlerin ‘temizlenme'sine cevâz vermelerinden ötürü, Sö­mürücü - Sermâyeci - Laik çevrelerin takdirlerini toplamışlardır.

5- Dinyayma etkinliği, Hırıstıyanlığın esaslarındandır. Bu temel yönelimi ilkin Katoliklik, öncelikle Güney Amerika, Doğu Asya ile Güney Afrikada uygulamağa sokmuştur. Cihânşumûl olmak gâyesi ile iddiasını taşımakla birlikte, Katoliklik dahî, millî duyarlılıklar ile çıkar çekişmelerinden kendisini tümüyle azât kılamamıştır. Bu durum kendisini dinyayma etkinliklerinde bile göstermiştir. Ispanyollar ile Portekizlilerin, 1500lerin sonuna değin sürmüş keskin, zaman zaman kanlı safhalara sürüklenmiş denizaşırı diyârlarda hâkimiyet tesîs etme hususundaki çekişmelerine258 dinyayma etkinlikleri de karışmıştır.

Katolik dinyayma çabalarına 1600lerde Fransızların da katıldığını görüyoruz. Gerçi onların bu doğrultudaki etkinlikleri Ispanyollar ile Portekizlilerinkisi kadar teşkilâtlı, sebâtlı ve yoğun olmamıştır. Zirâ İhtilâlikebîrle birlikte kendisini laik ilân eden Fransa, dini resmen dışlamıştır. 1650lerden sonraysa, esâs hız ile yoğunluk kazanan, Protestan olan millî kiliselerin dinyayma etkinlikleri olmuştur. Bunların başını, özellikle 1750lerden itibâren İngiliz Anglikan, Iskoç Presbiteryen ile Felemenk kiliseleri çekmişlerdir.

Her kilise kendi millî hükümrânlığı peşinde koşmuştur. Bu uğurda birbirlerine düşüp birbirlerini baltalamışlardır. Bunun çarpıcı örneklerinden biriyle Güney doğu Asyada karşılaşıyoruz. Bölgeye başkalarından önce Portekiz, nufuz edip hâkim olmuştur. Portekizli kâşif kaptan Affonso de Albuquerque (1453 – 1515), birkaç gemilik ufak donanmasıyla Malaka Boğazının Malay kıyılarına 1511de ulaşmıştır. Burada Portekizliler, yurdundan sürülen Sultanın sarayının bulunduğu yere müstahkem mevki ile büyük kilise inşâa etmişlerdir. Yüz otuz yıl sonra Portekizlilerin Malakası Felemenklilerin eline geçmiştir.

Neredeyse yemeden içmeden Portekizlilerin Katolik kilisesini yıkıp yerine Felemenk Protestan kilisesini inşâa etmiş, ellerinden geldiğince, ahâlîyi kendi dinlerine kazanmağa çaba harcamışlardır.Şehrin Portekiz mimarî uslubundan olan taş yapı ustalığı yerini, zamanla Felemenklilerin kiremetli dik çatılı ve tuğladan inşâa olunmuş binâlarına bırakmıştır. Nihâyet İngilizler, 1786da Penang ile 1819da Singapur adalarının ardından 1824te Malakayı zaptedip kiliseleri ile diğer yapılarını inşâa etmişler, Anglikanlığı öncelikle oradaki Çinli azınlık arasında yaymağa koyulmuşlardır.260 Benzer durumlarla yeryüzünün dörtbir yanında karşılaşmak mümkün. İngilterenin Atlas Okyanusaşırı devâmı olan Yeni İngiltere, yânî A.B.D., henüz devletleşme aşamasında bulunduğu 1700lerin son çeyreğinden itibâren bahsi geçen sahnenin baş oyuncularından olmağa soyunmuştur.

Bağımsızlığının ilânından yarım yüzyıl geçmemişti ki, Yeni İngiltereden dinyayıcılar, Osmanlının batı ile güney Anadolu, Kuzey Afrika, Lübnan ile Filistin kıyılarına çıkmış, Anadolu ile Kafkasyanın içlerine doğru keşîf gezileri tertipler olmuşlardır. Bu keşîf gezilerinin temel amacı, başlıca görevi Protestan dinyayma (Fr&İng Evangelisation) etkinliklerini yürütmek olan okulların, nerelerde, hangi şartlar altında açılabileceklerine ilişkin malûmât derlemekti. Okul açmanın yanısıra, Ortodoks ile Katolik Hırıstıyan ahâlîyi Protestanlaştırmağa yönelik dinî yayım yapılmağa başlanmıştır.

Başta Rum ile Ermeni olmak üzre, bir miktar Hırıstıyan çocuk A.B.D. ile İngiltereye, zamanla Fransa ile Rusyaya da götürülüp eğitilmiştir. Istanbuldan tâ Anadolunun kuş uçmaz kervân geçmez köşe bucaklarına dek dinyayma maksadına yönelik tam kadro eğiticileri öğreticileriyle mücehhez okullar kısa sayılabilecek sürede faaliyete geçmişlerdir. Buralarda öncelikle Rum, Ermeni, Nasturî, Süryanî ile Kaldanî gibi yerli Hırıstıyan çocuklar ile gençlere Protestan İngiliz-Amerikan fikriyâtı zerkolunmuştur.Buralardan yetişen nesiller, anne-babalarının inançlarına ters düşmenin yanında, Milliyetci ile Ayrılıkcı eylemlere dahî tevessül etmişlerdir.

Sonuçta, gâye hâsıl olmuş, İngiliz-Yahudî medeniyeti ile İmperyalisminin baş hasmı İslâm âlemi ile bunun taşıyıcısı ile hâmisi Osmanlı parçalandı parçalanacak duruma getirilmiştir. Artık iş, öldürücü darbenin ne zaman indirileceğine kalmıştır. Bu darbe sâdece ‘beden’e değil, daha önemlisi, ruha yönelik olmalıydı. Darbeye maruz kalan canlının bünyesi bozulur. Ne var ki bozulan bünye yeniden onarılabilinir. Ölüm ise, kimliğin dağılmasıdır. Tarihte baş rollere çıkabilmiş toplumların yahut devletlerin yüksek ülküleri yıkılırsa, kimlikleri de dağılır.

Bunun en sağlam ve kestirme yolu, eğitim ile öğretim yapısının baştan aşağı değiştirilmesidir. Bahis konusu maksada yönelik İngiliz-Yahudî odaklar, bir taraftan Osmanlı ülkesinin dörtbir köşe bucağında Protestan dinyayma esaslı okullaşmayı gerçekleştirirlerken, öbür yandan Ondokuzuncu yüzyılın başlarından itibâren Devletiâliyenin seçkin askerî ile mülkî zevâtını yetiştirmekle yükümlü Mülkiyeye, Tıbbiyeye, Harbiye ile Mektebisultaniyeye yerli Yahudî çevrelerin kurup önderlik ettiği Farmasonluk marifetiyle Müslümanlık karşıtlığı, Positivcilik ile Kavmî Milliyetcilik görüşlerini yerleştirmiştir.

Bahsi geçen görüşlerle yetişen zevât, Ondokuzuncu yüzyılın ikinci yarısından itibâren Osmanlı Türklüğünün kaderine hükmedebilecek mevkileri tutar olmuştur. Giderek, söz konusu zevâtın yönetim şemsiyesi altında Türklük, tarihî birikimi ile ülküsünü, yânî ‘İslâm kızılelması’nı terketmek zorunda kalmıştır. Böylelikle yalınkat bedeninin ortadan kaldırılmasından daha da etkili bir çâreye başvurulmuştur: Kimlik, kişilik tahrîf ve tahrîb edilmiştir. Bahsi geçen çökertme ile yıkma etkinliği, dışarıdan Londra, içerideyse Selânik merkezli tasarlanıp yürürlüğe sokulmuştur. Üçüncü merkez Nev York – Vaşington ekseni, 1950ye değin, ilk ikisi kadar etkili gözükmez. Niye? İngiliz-Yahudî medeniyeti ile onun ‘omurga’sını teşkîl eden İmperyalismin ‘merkez karargâhı’ İngiltereden Okyanusun öbür yakasına, yânî A.B.D.ne temelli nakli İkinci Dünya Savaşı sonrasına rastlar da ondan.

Bununla birlikte, Ziyonculuğun ilk esâslı teşkilâtlanışını ifâde eden B’nai B’rith, 1843te Amerika Birleşik Devletlerinde kurulmuştur. Farmasonluğa koşut teşkilâtlanan B’nai B’rith, mahfiller hâlinde iş görür. Avrupadaki ilk locasını (Augustin Keller) 23 mayıs 1909da İsviçrenin Zürih şehrinde açmıştır.263 Nasıl, İhtilâlikebîrin arkasında Farmasonluğu görürsek, benzer biçimde, B’nai B’rith’in, 1862 – 1864 Amerikan iç savaşının ve ondan Konfederasyonculara (İng Confederate) karşı zaferle çıkan Birleşik Devletlerinin en önemli belirleyicilerinden olduğunu teslîm etmemiz lazım gelir. İşte adı sanı hemen hemen işitilmeyen bu Ziyoncu teşkilât, Farmasonluk ile Palmerston264 İngilteresi el ve işbirliği yaparak ‘Devletiebedmüddet’in ipini çekmişlerdir. Bu uğurda aklı havsalayı durduracak tezgâhlar tertiplenmiştir. En sık başvurulan yöntem ise, Devletin ipini bir kısım kendi vatandaşına çektirmek olmuştur.

Bu meyânda ilk önemli teşebbüs, 1870lerin ortalarında ‘Yeni Osmanlılar’ın Londrada teşkilâtlanmasıdır. Bunların devâmı ‘Genç Türkler’dir. İngiliz-Yahudî imperyalismi, imparatorluğu dağıtıp yıkmak amacıyla bütün yolları mubâh saymış, ziyâdesiyle başvurduğu araçsa, milliyetcilik ile mezhep–tarîkat sekterliğidir. Osmanlı şemsiyesi altında yer alan toplumlar arasında milliyetcilik tohumları serpilirken, İngiliz istihbâratına çalışan Macar Yahudîsi Ziyoncu ve Türkiyât araştırmalarının kurucusu sayılan Arminius Vambery (1831 – 1913) de meselâ, Devletiâliyenin asıl taşıyıcısı Türkleri daha 1860larda ‘Tümtürkcülüğ’e (Fr Panturquisme) doğru yönlendirmeğe çaba harcamıştır. Birara Sultan II. Abdülhamît Han’a (1842 – 1918) danışman dahî olma becerekliliğini gösteren Vambery, Pâdişâh ile Ziyonculuğun öncülerinden, yine, bir Macar Yahudîsi Theodor Herzl (1860 -1904) arasında ‘köprü’ kurmuştur.

II. Abdülhamît Han, Herzl’in FilistiniYahudî yerleşimcilere açma talebini reddedince de sonun başlangıcı iyice hızlanmıştır. Evvelemirde o vakte değin ‘Sâdık kavim’ diye nitelenen Ermeniler, kışkırtılmış, buradan sökün eden çatışmalar, fecîi sonuçlar doğurmuştur. İngiliz-Yahudî imperyalisminin, “zincirlerinden başka kaybedecek bir şeyi kalmamış” ‘helâl–lokma–ehli’ cümle ezilenlerin ortak mücâdele narası ve davâsı demek olan İslâmve onu yüklenmiş bulunan Osmanlı devletini târümâr etme hesaplarını, hiç olmazsa belli bir süre, akîm bırakan Sultan II. Abdülhamît Han, sonuçta, ‘Kızıl sultan’ ile ‘Zalîm’ nitelemeleriyle birinci dereceden hasım ilân olunmuştur. Sultan II. Abdülhamîd’in 26 nisan 1909da halliyle Osmanlı devletinin sonu gelmiş oldu. Bu yıkımı tertîpleyenler, İttihât ve Terakkî adı altında partileşen ‘Genç Osmanlılar’ın devâmı ‘Genç Türkler’di. Onları teşkilâtlandıran ise, B’nai B’rith’ın İtalya koluna mensûp ve yine İtalyadaki Farmason localardan birine kayıtlı Selânikli Yahudî Emmanuel Karasso efendiydi (d: ?, Selânik – 1934, Venedik).

Selânikte ilk Farmason locasını teşkîl eden, B’nai B’rith’in Avrupa cihetindeki, demekki 1860da kurulan ‘Evrensel Israil İttifâkı’nın (Fr ‘Allience Israélite Universelle’) önderi, İtalyan milliyetciliğinin öncü kuruluşlarından ‘Genç İtalya’nın (İ ‘Giovane Italia’) başını çekmiş Giuseppe Mazzini’den (1805 – 1872) de etkilenmiş olan Venedikli Yahudî Emmanuel Veneziano’dur. Bu kişi ve onun yanısıra Baruh Kohen’in Selânikte kurmuş olduğu Iskoç ritine bağlı İtalyan locasında (‘Macedonia Risorta’) toplanan ‘Genç Türkler’, 1903te ‘İttihât–Terakkî’ adıyla partileştiklerinden az önce söz edildi. İkinci Meşrûutiyetin ilânıyla iktidâra gelen ‘İttihât–Terakkî’, Osmanlının sonunu getirecek Trablus ile Balkan savaşları ve nihâyet ‘Harbıumumî’yle kaderimizi tayîn eden baş etken olmuştur.

Bahsi geçen dönem, İngiliz-Yahudî küresel imperyalisminin de altın çağıdır. Bu çağa iki İngiliz ile bir Amerikalı Yahudî damgalarını basmışlardır. Birincisi kraliçe Victoria’nın (1819 – 1901) başbakanlarından Benjamin, First Earl of Beaconsfield, Disraeli (1804 – 81); ikincisi İtalyan Yahudîsi asıllı İngiliz işadamı Sir Moses Haim Montefiore (1784 – 1885); ve nihâyet üçüncüsü Almanyadan A.B.D.ne hicret etmiş hariciyecisi, 1913ten 1916ya değin de adı anılan ülkenin Devletiâliye nezdindeki büyükelçisi baba Henry Morgenthau’dır 271 (1856 – 1956).

.....

8-Çağımız (muâsır) medeniyet seviyesi’ müphem deyiminin arkasında saklı duran bütün kurumları, kuruluşları ve teşkilâtlarıyla Çağdaş İngiliz-Yahudî medeniyetidir. Şu var ki, çağımız medeniyetinin dayandığı İngiliz-Yahudî ittifakının İngiliz ‘yaka’sı, Yahudî olana oranla gözden kaçmayacak raddede öncelik taşır. Yahudî tarafında dahî, İngiliz düşünme ile yaşama uslubuna yaklaşıldığı ölçüde kabul ve rağbet görülür.

9-'İngilizlik' dendiğinde, bundan ‘Amerikalılığ’ı dahî anlamak gerekir. Aralarındaki farklılıklar görünüştedir ve ‘yöresel ayrılıklar’dan ileri geçmezler.

Aslında, Amerikan tarihi bağlamında, ‘Bağımsızlık Savaşı’yahut ‘Devrimi’ deyimleri, gerçek anlamlarında alınmamalı, anlaşılmamalıdırlar. ‘Amerikan Devrimi’, kimilerine göre ‘devrim’den başka her şeydir:

“On üç müstemlekenin sâkinleri” diyor David McKay, “kendilerini ‘hâlis İngiliz’ olarak kabul etmekteydiler. Bundan ötürü her İngiliz için söz konusu olan haklardan, denizaşırı ülkede yaşamalarına rağmen, kendilerinin yoksun kılınamayacaklarını öne sürmüşlerdir. İşte, haklarını gasbettiğine, kendilerine ‘gayrimeşru’ muâmeleyi revâ gördüğüne inandıkları Kral III. George'z (1738 - 1820) karşı ‘kazan kaldırmış’lardır. Öz ilkelerine ihânet etmiş olduğu kanâatına vardıkları bir düzene ‘sırt çevirmeğ’i hak saymışlardır.

Daha da ötesi,öteki devrimci mücâdelelerden farklı olarak Bağımsızlık Savaşından da türemiş yeni anayasa düzeninden de pek az güç, servet ve tüzük değişiklikleri doğmuştur. Esasında, anayurd İngiltereden bu yana göze çarpan gelişmeler, bu vesileyle güçlenip hızlanmışlardır. Bu, doğrusu, muhafazakâr bir devrim şeklinde nitelenmelidir” — ‘muhafazakâr devrim’ nasıl oluyorsa! Amerikadaki ‘millî mücâdele’,“İhtilâli'' kebîrin tersine, toplumda yeni sınıf farklılaşmalarına yol açmamıştır. Getirdiği belli birtakım köklü değişiklikler varsa, sonuçta, gerçek iktidar, yine sağlam bir orta sınıf ile mülk sahibi seçkinlerin elinde kalmıştır.”

............

6- Din ile mezhep nifâklarıyla birlikte, Milliyetcilik, Batı Avrupa dışındaki toplumları parçalayıp yönetmenin yöntemi olmuştur: ‘Böl ve yönet’ yöntemi. Kavmî Milliyetcilik, Kuzey batı Avrupada Germen dillerini konuşan toplumlar ile Israil kavminin kendilerine mahsûs tarihî, coğrafî, iktisâdî ile millî şartlarının verisi olduğunu söylemiştik. Kavmî Milliyetciliğin ideolojileştirilmiş iki ucu, Millî toplumculuk ile Ziyonculuk (Fr Sionisme), doğal sonuçlardır. Bunun, Germen ile Israil toplumlarının dışına taşınması, özellikle de, Müslüman âleme ‘ekilme’si doğal olmayan sonuçlar yaratmıştır. Arap ile Türk milliyetcilikleri, bu doğal olmayan duruma örnek teşkil ederler. Çağdaş —yânî İngiliz-Yahudî— eğitim ile öğretim düzeniyoluyla Osmanlının toplumsal ile millî dayanışması kırılıp millî birlik ile bütünlüğü bozulmuştur. Aynı yoldan özge irili ufaklı kültür ile medeniyetler de yıpratılıp çökertilmişlerdir. Hintte, sözgelişi, bir yanda üst kastlara ayrıcalıklar tanınırken, diger tarafta alttakilere Hırıstıyan Tanrı anlayışı uyarınca, İsâ sûretinde yaratılmış insanlar arasında özden ayırımın yapılamayacağı fikri zerkedilmiştir. Buradan da murad olunan Hint toplumunun bölünmesidir. Uygulanan yöntem, ‘tavşana kaç, tazıya tut’ örneğine ne kadar da uymaktadır.

...................

10- İnsanlık, şaşmazcasına ‘tekörneğ’e göre ‘tekboyut’ta biçimlenmektedir; o da, İngiliz ile onun devâmı olan Amerikan hayat uslubu ve insan ile dünyaya bakma tarzıdır. Bu, spordan —golf, kriket, ragbi, tenis, futbol, basketbol, voleybol, beyzbol, bilardo, bovling—, ıskambilden —poker, bezik, konken, briç—, eğlenceden —Holywood sinema, Las Vegas kumar, Disney eğlence sanayileri—, mesken tarzından —gökdelen-konutları (İng condominium), müstâkil ev (single house), bahçeli ev (country house)—, giyim-kuşam biçimine —düne değin çıplaklığı vahşî ilkellik, iffetsizlik, şehvet kışkırtıcılığı, ayıp telâkkî ederlerken, bugün giyinmeği, edep yerlerini örtmeği çağdışı ile gerilik addediyorlar!—, yeme içme usullerine —koka kolalı, hamburgerli, kızartılmış patatesli ayaküstü atıştırma (fastfood) ile alıp-götürülenyiyecekler (takeaway)—, basın-yayıncılığa —gazetecilik yüzeyelliği, televizyon ile yaygın-bildirişme (INTERNET) uyuşturucuları iptilâsı—, gezginlik (tourism) yıkıcılığı ile aile bölücülüğüne —Kadıncılık (Feminism)—, beşerin beden varlığının mahreci olan cinsiyetin ayağa düşürülmesine —müstehcenlik—, sanatın, bayağılaştırılmasına —avam sanatı (pop art, pop music)—, iktisâdî ihtirâsa —ihtikâr, ‘köşe-dönmecilik’, ‘her mahalleye dolar milyoneri’— ve nihâyet devlet idâresi tarzına —meclise dayalı halkidâresi (parliamentary democracy)— dek uzanan ve yaşamanın tüm köşe bucağının belirli bir toplum – kültür – iktisât – siyâset odağınca belirlenmesi hâli: Tekörnek–kültür.

Bu tekörnek–kültür, bütün insanlığı kapsamına alıyor; o kadar ki, İngiliz-Yahudî —yânî, çağdaş— yaşama tarzı ile bakış açısına karşı çıkan ve “aşırılar”, “yobazlar”, “gericiler” şeklinde suçlanıp horlanan toplumun ‘çizgidışı’ kesimlerinin bile bu cihânşumûl olaydan ve onun câzibelerinden kendilerini kurtaramamaları dikkat çekicidir. Herkes gibi onlar dahî, arabayla, cep telefonu ve bilgisayarla ‘oynama’ marazının ve alışveriş çılgınlığının dışında kalmış gözükmüyorlar.

Çağdaş medeniyetin, bunca câzip gelmesi, basit ve kestirme bir ifâdeyle, beşerin ‘hayvanî’ kesimini hedef seçmesindendir: Bedene rahatsızlık ve acı verebilecek, tekmil hoş olmayan etkenlerin yok edilmesi; bazan çılgınlık derekelerine varabilen eğlenme, gezip tozma, ve hiçbir maddî ihtiyâçla uzaktan yakından ilgisi ilişiği bulunmayan giyim-kuşam ile doymak bilmez yeme içme türü sınırsız tüketim tutkularının karşılanması; üreme ile bağlanma, sâdıklık musîbetinden vâreste seleserpe sevişme —buna ‘çiftleşme’ demek daha doğru olur— güdüsüne alabildiğine imkân tanınması... İnsanlığından git gide uzaklaştıran bu korkunç sürece hiçbir suretle ‘kafayı takmama’sı için ‘barışcıl’laştırılıp gerçekliğin hakîkîsi yerine, sanalında yaşamağa hüküm giyen —demekki doğada yaşamayan ve tabiatı, zâtı, özü kalmamış olan— beşer, merkezî ideoloji Hür Sermâyeciliğin başını çektiği Çağdaş medeniyet sahnesinin tek oyunculu oyunun tek oyuncusudur.

Teoman Duralı - Çağdaş Küresel Medeniyet,syf;159,-165,172-173

 
Devamını Oku »

Bolluk ve Kıtlık

Bolluk ve KıtlıkBilinmelidir ki, aç kalmaya veya az gıda almaya gücü yetenler için, çok gıda almaktan ise aç kalmak, her bakımdan beden için daha elverişlidir. Söylediğimiz gibi, temiz ve düzgün olma hususunda beden ve akıl üzerinde bunun tesiri vardır. Bu husu­su, bedenlerde meydana gelen gıdaların eser ve tezahürleriyle mukayese ediniz. İh­yan ve büyük cüsseli hayvanların etleriyle beslenenlerin neslinden bu nitelikte ihyan vücutlu insanlar ve nesiller meydana geldiklerini görmüşüzdür.

Hadarîlerle mukayese edildikleri zaman, bedevilerin, kırlar ahalisinin aynı durumda oldukları müşahede edi­lir. Gıdası, devenin eti ve sütü olanlarda da bu durum vardır. Devenin eti ve sütü ile beslenenler iriyarı olmakla beraber aldıkları gıda onların ağır yük taşıma, tahammül ve sabır gibi ahlâklarına (huy ve karakterlerine) da tesir eder ki bu hususlar develer­de de mevcuttur. Develerden elde edilen gıda ile beslenenlerin bağırsakları da sıhhat ve kalınlık bakımından develerin bağırsakları nisbetinde (sağlıklı ve sağlam olarak) vücuda gelir. Bu bağırsaklara zayıflık ve gevşeklik ârız olmaz. Başkalarına zarar veren gıda maddeleri, bunların bağırsaklarına zarar vermez. O yüzden bunlar, müshil olarak pişmemiş Ebu Cehil karpuzu (acı elma), kına otu ve karbion gibi mahlûl olmayan süt- leğenleri içerler. Bağırsaktan bundan zarar da görmez. Halbuki aynı şeyleri, latif ve nazik gıda maddeleri yemeleri sebebiyle bağırsakları ince ve nazik olan hadariler alsa hemen helâk olurlar. Çünkü sözkonusu maddelerde zehirli olma niteliği vardır.

Çiftçi ve ziraatçıların bahis konusu ettikleri, tecrübe sahibi olanlann da şahit oldukları şu husus, gıdanın beden üzerinde ne derece tesirli olduğunu gösteren del il (erindendin “Tavuk, deve dışkısında pişirilmiş hububat ile beslenir, hasıl olan yumurta kuluçkaya konursa, piliçler gayet iri olur, çiftçiler bazan kuluçkalık yumur­tanın üzerine deve fışkısı atmak suretiyle de hem kuluçkalık tavuk beslemekten hem de hububatı pişirmekten müstağni olarak çok iri piliç elde etmiş olurlar.”

Gıdanın beden üzerindeki bahiskonusu tesirlerini gördüğümüz zaman, aç kal­manın da beden üzerinde bir takım tesirleri bulunduğu hususunda artık hiç şüphe etmeyiz. Çünkü tesir meydana getirme veya getirmeme konusunda, iki zıt şey tek bir nisbet üzere bulunur. Bu da gösteriyor ki, bozuk ve lüzumsuz artıklardan, vücudu ve akla zarar veren karmakarışık rutubetlerden bedenleri temizleme ve arıtma hususun­da aç kalmanın tesiri vardır. Nitekim gıda da bahis konusu (kötü) şeylerin, bedende mevcut olmaları hususunda tesirli olmaktadır, Allah ilmi ile her şeyi kuşatmıştır.

İbn Haldun,Mukaddime,cild:1
Devamını Oku »

İnsan'ın Rahatlık Arayışı

İnsan'ın Rahatlık Arayışı

Türkiyedeki Avrupalılaşma özleminin kökünde, ra­hatlık arayışı var. Mücâdele gücünü azaltmağa dönük eği­lim söz konusu. Depremde allak bullak olduk. Nasıl da sar-sıldık! Oysa, ikinci Dünya Savaşının sonunda, Japonyanın dört büyük şehri yüzde yüz oranında yok olmuştu. O insan­lar banamısın, demediler, efsâne varlığı benzeri, hayatı ye­niden oluşturdular. Japon işçisi, üç yıl boyunca boğaz tok­luğuna çalıştı. Diyebilirsiniz ki, belki de insanda asıl fışkır­ma ve kendini yenileme yeteneği, büyük bir yıkımdan son­ra harekete geçebilir. Sonuçta bu bir ‘hazırlık’ meselesidir. Bugünün insanı için, artık zorlukların üstesinden gelmeğe dönük hazırlıktan bahsetmek yanlıştır. İnsanın doğayla bağlantısı ile dinle ilişkisi aynı şeydir.

Din ile doğa, biribirleriyle iç içedirler. Zâten din doğadan koparıldığında dinîyobazlık başgosterir. Dinsiz ele alındığında da doğa meka­nikleşir. Doğasız din, kulaktan dolmadır. Neyi niçin yaptı­ğınızı, nereye yöneldiğinizi bilmezsiniz. Doğada sorun ya­şadığınızda zorluğa güçle cevap veriyorsunuz. O gücü ve­ren dindir. Doğayı mahvettiğinizde dine gerek kalmıyor. Dini ortadan kaldırdığınızda da, doğayla mücâdele gücünü­zü kaybediyorsunuz.

Teoman Durali,Sorun Çağının Anatomisi
Devamını Oku »

Dil Devrimi

Dil DevrimiDert,üzüm yemek olmayıp bağcıyı dövmek, yâni sözleri Türkçeleştirmek değil; İslâmî hayatımızdan topyekûn atmak. Türkçe bu yüzden mahvedilmiştir. Hayat ile ‘yaşam’ sözlerini de taşıdıktan tasavvurgüçleri açısından karşılaştırmak şart. ‘Hayat'ta bin küsur yıllık bir kültürün iş­leyip belirlemiş olduğu tasavvurgücü saklı, ‘ Yaşam'ınsa tasavvur gücü sıfır.

İki kelime arasındaki fark, nesiller boyu ot...urulmuş aileye iyi kötü günlerde ocak barınak olmuş bir ev ve yurtla yuvayla ilgisi ilişiği olmayan soğuk, kişiliksiz fab­rika mekânı gibidir. Dile yeni sözler tabîî ki girip yerleşecek. Sözgelişi elli, altmış yıl önce bilgisayarmı vardı? Bu ihtiyâç çok yerinde bir sözle dolduruldu. Geçmişte olmayıp da orta­ya çıkan yeni bir araç için söz elbette türetilir. Ancak, bazı türetmelerimizin yanlış olduğu da aşikârdır. Konunun dışın­da kaldığından, bunlardan bahsetmeği başka zamana bırakıp varolan kelimeler neden değiştiriliyor sorusuna dönelim. Sözgelişi ‘cevher'e niye ‘töz’ deniliyor? Cevher, felsefe dı­şında, gündelik hayata da girmiş, herkesin anlamını bilip bin yıldır kullandığı bir sözdür.

Meselâ cevher kelimesini, "bu çocukta cevher var" gibi, çeşitli anlamda, konuda kullanıyo­ruz. Cevher kelimesi ile töz kelimesi ayn nesneler için kul-lanılabilir. Bilimde, özellikte de kimyada ‘töz’ kelimesi kul­lanılabilir. ‘Cevher’ bahusus metafizik alan için söz konusu­dur. Bu deyimler, bilim ile metafizik anlayışımıza büyük zenginlik katabilir. Başka dillerde olmayan bir aydınlıktır. Kafaların aydınlanması dille başlar. Düşünmekçin akıl şart. Ama mesele aklı konuşturmak değil. Sorun, İslâmî başıyla, kılıyla, kılçığıyla, elbette dilde ifâdesini bulan maşerî şuuru- muzdan söküp atmak. İngiliz-Yahudî imperyalist medeniye­tinin ‘iyi saatte olsunlar' böyle buyuruyorlar da ondan.

Osmanlıca kelimeler, Türkçe değil, bu nedenle dilden atılmalı diyorlar. Öte yandan rağbet ettiğimiz, tapındığımız, secde ettiğimiz yeni medeniyetin Türkçe olmayan sözlerini alıyorsunuz. Bu çelişki değil de ne? Sorun, çözüm bulmanın, istenmemesinden doğuyor. Türkiyede öğretim kurumları, ye­tişen neslin düşünmemesini sağlamak üzre inşâa edilmişler. Ezberciliğin önüne geçmek, düşünen insan yetiştirmekten bahsediyorlar. Ezber bozan akıllı nerede? Bulsak da onu ba­şımıza tâç diye geçirsek. Talep, düşünen değil; düşünmeyen İnsan. Bu yüzden felsefe geleneği hiçbir zaman oluşmayacak.

Teoman Durali,Sorun Çağının Anatomisi
Devamını Oku »