Rüzgâr ve Tayfun: İtidal ve istikrar Üzerine

Rüzgâr ve Tayfun: İtidal ve istikrar Üzerine

Acelemiz olduğunu söylüyoruz. Acele ediyoruz.

İşlerin, insanların ardından koşmaya, yetişmeye çabalıyoruz. Ama içimiz gene de, tatminsiz, çünkü biliyoruz ki, yetişemediğimiz, yarım bıraktığımız, yarım bırakmak zorunda kaldığımız işlerimiz, tamam­layabildiklerimizden daima daha az görünüyor. Bir de, içinde yaşadığımız çağın "hızlı" diye nitelenmesi, bizi, baş döndürücü bir hız girdabının içine sürüklemeye yetiyor, işimizin daima biraz daha aceleyle ve biraz daha hızla ifa edilebilmesi için, birileri elinden geleni ardına koymuyor. Böylece, nerdeyse hiç bir şeye demlenme fırsatı tanınmıyor dense yeridir.

Bir yerde okumuştum. Bir baba, oğlunun devam et­tiği okulun müdürüne, oğlunun daha kısa zamanda me­zun olabilmesi için, derslerin basitleştirilmesinin müm­kün olup olmadığını sorunca, müdürden şu cevabı al­mış: "Şüphesiz ki, mümkündür. Yalnız bu, sizin, oğlu­nuzu ne olarak yetiştirmek istediğinize bağlı. Şöyle ki, Allah, bir meşe ağacını murat edince ona yüz yıllık mühlet tanır. Ama bir balkabağını murat ettiğinde iki ay kâfi gelir!"

Gerçekten de, tabiatın işleyişinde daima itidalin ya- nında istikran görüyoruz. Her ne kadar andığımız anek­dotta, meşe ağacına yüz yıl gerektiğini, balkabağına da iki ayın yettiğini söylüyorsak da, bir başka görüngüden bakıldığında, balkabağı için gerekli olan iki ay, kendi bağ­lamı içinde itidal üzere bulunan ve istikrarla işleyen iki aya tekabül etmektedir. Eğer balkabağının ihtiyacı olan iki ayı ondan esirgersek, ortaya, olması gerekli biçimde bir balkabağının meydana gelmesini de önlemiş oluruz. Bizim, yani insanların acelesi var, ama tabiatın acelesi yok. Tabiat, insan gibi hür iradeyle teçhiz edilmiş olmadı­ğından, o, daima, kendine tanınan mühletin içinde kalır. Bu yüzden de onun verimi daima olması gerektiği gibi­dir. Bizim, tabiatın aceleciliğine dair olan benzetmeleri­miz daima birer istiare değerinde kalır. Rüzgâr ve tayfun da bu türden bir istiaredir. Rüzgârın her zaman tek düze estiğini farz ederiz. Rüzgâr istikrarlı biçimde esiyor, iti­dalini bozmuyor, deriz. Rüzgâr kendi tabiatına uygun bi­çimde estiğinde, baharda, tohumların taşınmasına yar­dımcı olur. Rüzgâr itidalli estiğinde, zaman içinde, ka­yaları aşındırır. Rüzgârın itidalini bozması, onun fırtına­ya, poyraza, karayele çevirmesi, ondan beklenen fayda­nın hâsıl olmasını engeller. Tayfuna dönüşmüş olan bir rüzgârsa, artık, tümüyle tahrip edici bir nitelik kazanır.

Yangının ateşi de ateştir, fırının ateşi de ateş. Ama biri, çığırından ve kendi tabiatının gereğinden, denetimden çık­mıştır; ötekiyse denetim altında ve itidal üzere kendi ma­hiyetinin gereğini icra etmektedir. Birincisi tahripkârken, İkincisi yapıcıdır.

Aceleci olduğumuzu söylüyoruz, değil mi? Aceleci ol- mak, aslında sabrın ters yüz edilmiş halidir. Tabiatın ace­lesi yoktur. Tabiat, kendi fıtratına uygun olan her ne ise, o uyguluk ve o tamlık içinde durur. Tabiatın bir parçası olan hayvan da, kendi fıtratının gerektirdiği itidali ve is­tikrarı muhafaza eder. Elbette tabiatta, bu muhafaza edi­şin iradî bir tavırla icra edildiğini söylemiyoruz. Ancak tabiat (ve onun parçası olarak hayatını idame eden hay­van), kendine vahyedilene harfiyyen bağlı kalarak mis­yonunu ifa ediyor: o misyonun ifasında ne bir gecikme­ye, ne aceleye yer bulunuyor. İtidal ve istikrar üzere bir tavır geliştirmek, ancak, kendisine irade ve bilinç veril­miş olan insana özgüdür.

Rüzgâr ve tayfun benzetmesine bile, bu bakımdan ih­tiyatla bakılmasını tavsiye ediyorum. Çünkü rüzgârın ifa ettiği bir misyon bulunuyorsa, tayfunun ifa ettiği bir mis­yon da bulunmaktadır. Başka bir söyleyişle, tayfuna, as­lında, rüzgârın hızlandırılmış hali olarak bakmamamız ge­rekiyor. Bu bakımdan, tayfunun tahrip edici niteliği bir görüngüden doğruysa da, bir başka görüngüden bakıl­dığında, onun da kendine özgü bir işlevinin bulunduğunu kabul etmek mecburiyetinde kalıyoruz.

Ebu Abdillah Bin Hafifin tasavvufu şöyle anlattığı ak­tarılıyor: "Tasavvuf, kadere sabır, Hakk'ın atâsına rıza ve hakikatleri aramak için dere tepe dolaşmaktır." Eğer sabrı, elimizde olan veya elimizde olmayan bir işin olması veya olmaması hususunda ona bir mühlet tanımak olarak anlıyorsak, itidal ve istikrarın, tam da bu noktada, sabrın destekçisi, dayanağı ve yardımcısı olduğunu da söylemiş oluyoruz. Hakikat belki aramakla bulunmaz, ama onu bu­lanların arayanlar olduğu da her zaman söylenir. Demek ki, bu arayışın, itidal ve istikrar üzere ifa edilmesi gerekiyor.

Maruf Kerhî de, bir müride: "Sakın ameli terk etme, seni ancak o amel Allah'ın rızasına götürür." deyince, mü­rit de: "O amel hangisidir?" diye sorar ve şu cevabı alır: "Hakkın emirlerine itaate devam etmek, Müslümanların işine koşmak ve onlara daima nasihatte bulunmaktır." Bu cümlede yer alan "devam etmek" fiiliyle "daima" zarfı, bizce aynı zamanda itidali ve istikran tazammun ediyor.

İstiaredeki ihtiyat payını hesaba katarak biz gene de, insana, tayfun gibi değil, fakat rüzgâr gibi olmasını öne­riyoruz. Çünkü tayfun, her ne kadar rüzgârın azman hali olmasa da, tabiatın istisnaî vukuatındandır. Aynı biçim­de yangın ateşi olmayı değil, fakat fırın ateşi olmayı öne­riyoruz. Çünkü yangın ateşi itidalsiz ve istikrarsız oldu­ğu gibi ve işte tam da bu yüzden istisnaîdir de: yangın ate­şi pişirmez, yakar, tahrip eder. Ama fırın ateşi, belki yan­gın ateşinden daha yüksek bir ısıdadır ama o pişirir, çün­kü itidallidir ve istikrarlıdır ve acelesi yoktur, sabırlıdır. Nil ve Fırat ne kadar coşkun akarsa aksın, onlarda, bu coş­kunluk istikrarlı ve itidalli bir coşkunluk içindedir; bu ba­kımdan asla sellerin coşkunluğuyla bir tutulmazlar: bi­rinciler besleyici ve verimli olurken; itidalden ve istik­rardan mahrum bulunan sel suyu tahrip edicidir. Ben, ne­hir suyu olmayı öneriyorum, sel suyu olmayı değil...

Rasim Özdenören-Eşikte Duran İnsan
Devamını Oku »

Oruç

Oruç

Her şey değişiyor: su, ateş, toprak, hava. Hiç bir  şey bir an önce olduğu şey değildir. Bir an önce  ne ise, şimdi o değildir. Şimdi ortada yeni bir şey vardır ve o yeni denilen şey de, onun belirlendiği anda kendi mazisine karışıp gitmiştir. Nesnenin değişimi yal­nızca bir halden başka bir hale geçmek biçiminde olu­yorsa, insanın değişimi iyiden kötüye ve kötüden iyiye doğru yöneliyor, evriliyor. Ama hiç bir zaman aynı hal üzere kalmıyor: insan, iradesiyle devinmeden durduğunu sandığı zaman bile, bir halde ötekine, iyiden kötüye veya kötüden iyiye doğru evrilip duruyor.

Ateşli günlerden ve ateşin içinden geçen sınanmalarla da vuku buluyor bu değişim. Otuz günlük bir Ramazan ayının ilk on gününde rahmete ulaşmak için çabalayan mümin; ikinci on günde mağfirete ve üçüncü on günde de arınma ve dolayısıyla kurtuluşa erme çabası içinde bu­lunuyor. Çaba..elbette. Rahmet ve mağfiretle hafifleyen kişi, son safhada arınma sürecine giriyor. Oruç, ilkin göv­deyi arındırıyor. Gövde, kendi ağırlığından, kirinden, pa­sından kurtarılıyor; arkasından (bu, tarihsel sıralamayı ta- zammun etmiyor tabiî ki) ruhun arınması başlıyor ve bi­
tiyor.

Ramazanın bitmesiyle, onun hakkını verenler için gövdenin ve ruhun ağırlıklarından kurtulmuş olanlar için sürür (bayram) günleri başlıyor. Bunca çileden sonra me­serretin lezzetini tatmaya hak kazanılıyor. Oruç, yalnız­ca gövdeyi kirinden pasından arındırmakla kalmıyor; ru­hun arınma ihtiyacını da karşılıyor. Ruhun arınma ihti­yacı, onun şirke bulaşmışlığından arındırılması anlamı­na geliyor. İnsan, kendine dönüp diyebilir ki: "Ben hiç şirke düşmedim, ben sürekli Allah'ı zül celali her şeyden tenzih edip durdum." Bu söyleyişinde samimi de olabi­lir. Buna rağmen, nefsinin meylettiği şeyler, o, bazen far­kına varmasa, varamasa bile, gizli şirk oluşturmaktan hali kalmaz. Böylece durduk yerde kirlenen, paslanan, toz tu­tan nesneler gibi, nefs de kirlenir ve arınmaya muhtaç hale gelir. Oruç, gövdenin ve ruhun bu ihtiyacına cevap ve­rir. Ramazanın bitimiyle çileli sınanmaların her bir safhasını geride bırakan nefs böylece sürura kavuşur. Oruçla gerçekleştirilen başarılar nelerdir?

Oruç tutan kimse böylece ne yapmış olmaktadır? Oruç tutan kimse, bir bakıma yeni bir fiil işliyor: gövdesini yemek­ten içmekten kesiyor. Olaya başka bir görüngüden ba­kıldığında, oruç tutan kişinin fiilinden vazgeçtiğini, fiilini ifna ettiğini söyleyebiliriz. Arkasından oruç tutan kişi sıfatlarını da ifna ediyor, kötü sıfatlarım. Ve nihayet son safhada oruç tutan kişi zatından da vazgeçiyor, onu da ifna ediyor. Böylece oruçlu kimsenin fiilinden, sıfatından ve zatından vazgeçtiğini söylemiş oluyoruz. Peki, geri­ye ne kalıyor? Geriye elbette saf halde bir arınmışlık ka­lıyor. Kişi, Allah'ın izni ve inayetiyle bu arınmışlığı kut­luyor.

Ne var ki, insan olmanın şanı, hiçbir zaman aynı hal üzere kalmamayı gerektiriyor. Saflık (arınmışlık) asla ken-
di hali üzere kalmıyor: arınmışlık, insanın üzerinde ye­lden kirlenmeye dönüşüyor; kirlenmeyse yeniden arın­mayı talep ediyor, insan, nefsi varbulunan mahlûk ola­rak sürekli hata ve savap arasında gerili duruyor. Çünkü bir yandan insanın yasak ağaçları, öbür yandaysa mu­bahlar var kılınmıştır: insana da ihtiyar etme gücü ve­rilmiştir. İnsan, bu niteliğiyle insan olmaya hak kazanı­yor. Yanıyor ve dermanını yanmada bulduğunu söylü­yor. Fakirliğiyle iftihar ediyor, fakirliğini yok olup gitmede buluyor ve bu yok olup gidişte var oluşunu idrak ediyor, insanın yasak ağaçları (günahlar) bulunmasaydı, insan neyle insan olduğunu ayrımsayabilirdi?

Bütün bir Ra­mazan ayı boyunca, insan, yasak ağaçlara yaklaşmama­yı denedi. Hem de nasıl? Nefsinin, o yasak olanlara en çok meylettiği bir sırada. Böylece yasak ağaçlara yaklaş­maktan, Allah'ın rızası uğruna nefsini men etmeyi ba­şardıkça, Allah da onu rahmetle, mağfiretle ve arınmayla ödüllendirdi. Çünkü fiillerini, sıfatlarını ve en sonunda zatını ifna etmeyi başaran insan, böylece ödüllendirilmeye de hak kazanmış oldu. Kendi zatını ifna etmeyi "başaran" insan, son tahlilde, kendini ancak mutlak zatta yeniden bulabilir, yani, ancak mutlak zatın içinde yiter, yok olur, işte burada yeni bir gerilim uç verir: mutlakta yok olan, aynı zamanda, mutlakta beka bulmanın yolunu da açmış olur. Müminin bayramı da başka nedir ki? Hacı Bay- ram-ı Veli, o yanışlardan, yok oluşlardan, fakrdan geçen sürecin sonunda o sevinç çığlığım atıyor: "Bayramım imdi, Bayramım imdi/Bayram ederler yar ile şimdi?" Ve so­nunda o büyük niyaz: hamd: "Hamd-ü senâlar, Hamd- ü senâlar/Yâr ile bayram kıldı bu gönlüm!" Bayramın kal­bine tam da buradan nişan alınıyor: bayram, yâr ile vus­lat olarak ilân ediliyor!

 

Rasim Özdenören-Eşikte Duran İnsan
Devamını Oku »

Oruç Bir Yolculuktur

Oruç Bir Yolculuktur

Hayır, yemek yemeyi zemmedecek değilim. Her ne kadar orucun bir veçhesi yemek yememek olarak tecelli ediyor olsa da, her oruç eninde so­nunda bir yemeğe ulaşır. Fakat ifratla tefrit arasında ge­rili durduğunu söylediğimiz Batı kültürüne ait insan bu­rada da işi zıvanadan çıkartıyor ve bu kez yemek yemenin, dahası birlikte yemenin aleyhinde verip veriştiriyor. Gio­vanni Papini'den söz açtığım tahmin edilmiştir sanırım. Yemek yemeyi öylesine kötülüyor ve onu öylesine iğrenç hale getiriyor ki, insanın bir bakıma faniliğinin sembolü mesabesinde duran ağız onun için: "Bütün bu açılan bin­lerce ağız ve çiğneyen dişler kadar iğrenç bir şey olamaz. Dikkatli, aç, parlak gözler; kasılan ve telaş eden çeneler; yavaş yavaş kırmızılaşan yanaklar... Umumi lokantala­rın varlığı, insanın hayvanlık safhasından kurtulamadı­ğına delalet ediyor." haline geliyor. Bu yüzden de döşe­diği hayali evinin mimarisini herkesin bir başına yemek yiyeceği biçimde oluşturuyor: buraları dar, fakat aydın­lık, tek masa ve sandalyeli küçücük yerlerdir. Kim acıkırsa gider ve kapanır. Her yemek kabının yanıbaşında en son ve en mükemmel sıhhî vasıtalar olan ayakyolları vardır.

Ağız ve yemek insanın faniliğine delalet ediyor, evet fakat bu iş böylesine utandırıcı bir eylem sayılmamalı. İşi bu denli ileriye götürmek öteki uçta duran bir marazîliğin ifadesi olur. Yemek yemenin bir Müslüman için aynı zamanda bir şükür vesilesi olduğu hatırlanırsa nimet te­lakki edilmesindeki sır da anlaşılmış olur. Kaldı ki, oruç, mücerret bir yemek yememe halinden ibaret bir olay değildir. İnsan kendisini bir faaliyetten alıkoymaktadır, fakat bu durum ayrı bir eylemin adıdır, çünkü isteyerek, iradeyle ifa edilmektedir. Bu bakımdan, bir hayvanın veya bir insanın aç bırakılması hali ile onun oruç tutması hali birbiriyle ilgisiz, birbiriyle hiç bir temas noktası bulun­mayan iki farklı durumdur. Oruç tutan insan yemek ye­meyi onu sırf kötü bulduğu için terk etmiyor; yemek ye­memekle belki gündelik bir alışkanlığa karşı çıkılmış olu­yor: iradî bir eylem gerçekleştiriliyor. Oruç bütün olarak bakıldığında bir yolculuk olarak görünüyor. Bir ömür yol­culuğunun bir güne sıkıştırılmış hali demek de müm­kündür buna. Yemek yemek hayatımızın en sık başvur­duğumuz uğraklarından biridir ama boğaz sahibi olmak canlı varlığın esasıdır. Boğaz hem bir yandan bu canlı olma halini ayakta tutar, hem de onun bir gün yıkılıp gidece­ğini ihtar eder.

"Herkes herkese bir lokma bir şey verebilir, ama bo­ğaz bağışlamak ancak Allah'a mahsustur" diyor Hz. Mev- lânâ. Ve fikirlerini şöyle sürdürüyor: Allah cisme de bo­ğaz verir, ruha da. Her uzvuna ayrı ayrı boğaz bağışlar. Allah'ın lûtfu, su içsin de yüzlerce ot bitirsin diye top­rağa da boğaz ihsan eder. Sonra topraktan yaratılan mah­luklara boğaz verir, dudak verir., onlar da arayıp top­raktan biten otları otlarlar. Hayvan ot yedi de semirdi mi/ insana gıda olur, ortadan kalkar. Fakat toprak da, ruhu çıkıp insanı görüşten ayrılınca onu yeyip sömürür. Mevlânâ sözünü sürdürüyor:

Bil ki, diyor, âlem yiyen ve yenenden ibarettir:yiyenin de yenenin de boğazı, gırtlağı var,galiple mağlûbun aklı, reyi. Allah, adalet asâsına boğaz verince bunca sapı, ipi yedi; öyle olduğu halde o yemeden semirmedi, şişmedi: onun yeyişi hayvan yeyişi de­ğildi, kendisi de hayvan değildi. Allah, her doğana, ha­yali yesin diye yanma da asâya verdiği gibi boğaz ver­di. Balıktan aya kadar mahlûkattan hiç biri yoktur ki gı­dayı çekecek, yiyecek ağzı olmasın. Nefsin boğazı ves­veseden boşaldı mı, ululuk vahyine konuk olur: akılla gön­lün boğazında fikir kalmadı mı, midenin hazmına muh­taç olmayan bakir rızkı bulur. Ancak bunun şartı miza­cı tebdil etmektir. Çünkü kötülerin ölümü kötü mizaç­tandır. İnsan hastalanır, düşkün bir hale gelir. Fakat kötü mizacı değişirse kötülüğü gider, yüzü çerağ gibi parlar. Dadı, süt emen çocuğu türlü türlü nimetlerle gıdalandırır, ama çocuğu memeden kesti mi ona yüzlerce bahçe­lerin, bostanların yolunu açar. Çünkü meme, o zayıf ço­cuk için binlerce nimetlerin, binlerce yemeklerin, binlerce ekmeklerin örtüsüdür.

Hulâsa yaşamamız sütten kesil­memize bağlıdır. Bu noktada Hz. Mevlânâ şu öğüde ula­şıyor ve devam ediyor: Sen de yavaş yavaş kendini gı­dadan kesmeye çalış. İnsan ana karnındayken kan emer, varlığı kanladır, bedenin nesci kanla vücut bulur. Kan­dan kesilince gıdası süt olur, sütten kesilince lokma ye­meye başlar. Lokmadan kesildi mi Lokman kesilir, giz­li matluba talip olur. Ana karnındaki çocuğa birisi dese ki, dışarda pek düzgün, pek güzel bir âlem var, enine boyuna geniş bir yeryüzü, orada nice nimetler var, nice son­suz yiyecek şeyler, dağlar, denizler, ovalar, bostanlar, bağ­lar, çayırlar, ışıklı bir gökyüzü, güneş, ay ışıği/ yüzlerce süha yıldızı, yıldızdan, poyrazdan, doğudan, batıdan esen yeller, bütün bunlar var, o âlemdeki şaşılacak şeyler an­latmakla bitmez ki, sen neden bu kapkaranlık yerde mih­netler içindesin, bu daracık çarmıhta kan yemektesin, ha­pis içinde, pislik içinde, sıkıntılar içindesin? Çocuk ken­di haline bakıp bunları inkâr eder. İşte cihandaki halk da buna benzer. Abdâl, onlara öbür âlemden bahsetti mi, bu söz onların hiç birinin kulağına girmez. Çünkü bu dün­ya tamahı kuvvetli ve büyük yerdedir. Tamah, kulağa bir şey duyurmaz. Nitekim o ana karnındaki çocuk da kana tamah ettiğinden, o aşağılık yurtlarda kan onun gı­dası olduğundan, bedendeki kanı gönlüne sevdirir.

Hz. Mevlânâ, burada, ömür boyu süren ve bir ömre anlamını katan, ona anlam veren bir oruçtan ve bir yol­culuktan söz açıyor. Insanın gündelik orucuysa, bu ömürlük orucun bir güne sıkıştırılmış temsilî hali gibi gö­rünüyor. Ömür orucunu tutan nasıl ki başka bir âlemin nimetiyle ödüllendirilmiş oluyorsa, gündelik oruç da ye­mek nimetiyle ödüllendiriliyor. İnsan oruçlu durum­dayken, kendini yemek yeme faaliyetinden alıkoydu­ğunda da, iftara ulaştığında da, her gün ve sürekli biçimde bir halden başka bir hale doğru bir yolculuğun içine gir­miş oluyor.

Bu yüzden orucu bir yolculuk gibi düşünüyorum. Evinden, yurdundan ayrılmış insanın, günün birinde evi­ne, yurduna döndüğünde karşılaştığı değişiklik, tutulan her orucun sonunda insanın karşısına çıkıyor. İnsan, bu dönüşte bir şeylerin değişmiş olduğunu görüyor. Fakat değişmiş olan nedir? Değişmiş olanı görmesi, değişmiş olanın ne olduğunu teşhis etmesine her zaman yol aç­mayabiliyor. Değişmiş olan nedir? Yurduna dönen yol­cunun kendisi mi? Ev halkı ve evin kendisi mi? Yoksa her ikisi birden mi?

Oruç yolcusu için bu sorulara vereceği veya alacağı cevabın fazla bir değer taşımayacağını da söy­leyebiliriz. O farklı bir konumda başladığı yolculuğunun sonunda şimdi artık aynı noktada bulunmadığını gör­mekte, bu değişikliği bilincine sindirmektedir. Açlıkla tok­luk arasındaki yolculuk, bir bakıma artık hayatla ölüm ara­sında da vuku bulmuştur. Ölmeden önce ölmenin tadı­na birazcık olsun temas edilmiştir. İftara ulaşmak diri kal­mış olmanın tadını hissettirmiştir. Ama her şey bir yana, Hz. Mevlânâ'nın uyanlarına kulak veren insan, şimdi, bu­rada, bu dünyada mı diri olduğunu, yoksa öteye geçin­ce mi diri olmakla irtibat kuracağını kestirmekte zorluk çekecektir: bu yüzden oruçla olan irtibatım kopartmaması gerektiğine dikkat etmek zorunda bulunduğunu aklın­dan çıkartmamaya savaşacaktır. Böyle bir yolculuk, çünkü kesintisizliği de gerektirmektedir.

 

Rasim Özdenören-Eşikte Duran İnsan
Devamını Oku »

Din Kardeşliği

Din Kardeşliği

Hazreti Ömer anlatıyor: Bir defasında umre yapmak için Allah'ın Resulü (sav)nden izin istemiş, istediği izni kendisine: "Kardeşim duânda beni de unutma!" diye buyrularak verilmiş. Hazreti Ömer, Allah'ın Resulü (sav)nün: "Bu tarzda hitap buyurmaları benim için dünyaya be­deldir" diye ilave ediyor.(Riyazüs-Salihîn)

Buradaki değer, O'na ümmet olmaktan daha fazla bir anlam ifade ediyor: bir peygamberle ümmetinden bir fert pasında kurulmuş olan ilişkide, her şeye rağmen, belli bir sorumluluğa dayanan bir statü kurulmuş oluyor. Kar­deşler arasındaki statü ise kendiliğinden oluşuyor: kar­deşlik bağının kurulması aynı ana-babanın evladı olma­yı yeterli sayıyor. Kardeşler arasında bu bağdan kay­naklanan zorunluluklar doğmuyor ve meselâ kardeşler birbirlerini sevmek yükümlülüğü altında bırakılmıyor. Fa­kat buna rağmen kardeşler arasında bir sevgi bağı oluşuyor ve gelişiyorsa, işte bu olguya değer atfediliyor. Çünkü bu sevgide karşılık beklenmiyor, bu sevgi karşı taraftan hiç bir talepte bulunmuyor. Bu sevgi bir başına oluşuyor ve olgunlaşıyor. Karşı tarafa düşen şey, sadece ve sadece var olmasıdır. Fakat onun varlığından sevgi talep edilmiyor. Sevgi, kendiliğinden hâsıl olan kardeşlik bağının içinde, yine kendiliğinden boy atıyor. Bu yüzdendir ki, kimile­rinin dediği gibi kardeşçe olmaktan başka bir şey olmakta özgür değilsem, nerde kaldı özgürlük (D.H.Lawrence) di­yerek reddedilebilecek bir vakıa değildir karşımızda du­ran. Bu vakıa belki yalnızca Fransız İhtilalinden sonra veya o esnada ortaya atılan "liberté, fraternité, égalité" deyişin­deki gizİi zorbalığa atıfta bulunuyor. Böyle düşünenler için, buradaki özgürlük, kardeşlik, eşitlik, aslında özgürlüğe karşıt bir durum meydana getiriyor: canımın istediğince eşitliğe, kardeşliğe karşıt olabilmem gerekir, diye düşü­nenlere belki de hak verilmelidir.

Ama bir de, Ebu îdris el-Havlâni nin şu rivayetine ku­lak vermeliyiz. Anlatıyor:

"Bir gün Dımeşk mescidine gitmiştim, bu sırada gü­ler yüzlü bir genç vardı; halk onun başına toplanıyor, bir şeyde ihtilafa düştüklerinde meselenin halli için ondan soruyor ve fikrini kabul ediyorlardı. Bu zatın kim oldu­ğunu sordum:

  • Muaz b. Cebel'dir, diye cevap verdiler. Ertesi gün kuşluk vakti mescide koşmuştum. O zatı, benden evvel gelmiş ve namaz kılar buldum. Namazı bitirinceye kadar bekledim, sonra önüne gelerek selam verdim ve:

  • Vallahi ben seni seviyorum, dedim. Bunun üzerine:

  • Allah için mi seviyorsun? Dedi.

  • Evet, Allah için seviyorum, dedim.

  • Allah için seviyorsun, değil mi? Dedi.

  • Evet, Allah için seviyorum, dedim. Bunun üzerine beni elbisemin kenarından tutarak kendisine çekti ve şöy­le dedi:

  • Seni tebşir ederim. Ben Resulü Ekrem'in şöyle bu­yurduğunu işittim: 'Allahu Teala buyurdu ki, sırf benim için sevişen, benim için meclis kuran, benim uğrumda bir­birini ziyaret eden, benim uğrumda bezlü infak edenler, benim sevgime hak kazanmışlardır/"


Burada, insanların gövdesini aşan, onlar arasındaki mü­cerret bir din kardeşliğinden başka hiç bir şey bırakmayan, fakat böylesine bir "kardeşlik" statüsünü bile arkada bı­rakan bir sevginin ön aldığını görüyoruz: Allah sevgisi ve bu sevginin yol açtığı kardeşçe sevgi. Burada, hiç bir zor­balığın payı yoktur, hiç bir özgürlük kısıtlanmış değildir, insan kendi başına buyruk bırakılmış olduğu halde, bu ser­bestliğinin içinden sevgi üretmektedir. Buradaki kardeş­lik duygusu da sırf bu yüzden değerli olsa gerektir...

Rasim Özdenören-Eşikte Duran İnsan
Devamını Oku »

Dua

Dua

Dua, bir çocuğun babasından bir şeyler tırtıklamak istemesi türünden bir olgu değildir. Dua, Al­lah'a sığınmak ve Onun rızasını talep etmektir. Aslında dünyevî veya uhrevî taleplerin tümü, O'nun rızasında iç­kin bulunmaktadır. Onun rızasını talep eden ve O'nun rı­zasından başka bir niyeti içinde barındırmayan birisi için, somut ve özgül taleplerin her biri sefil, gülünç,'maska­ra şeyler olarak görünür. Dua, Allah'a sığınmak, onun rı­zasını talep etmek, daha da ileriye giderek Allah'la be­raber olmak ve O'nunla bütünleşmek ise, bu, aynı za­manda, kişinin Allah'ın rahmetine gark olma anlamım da tazammun eder, demeye gelir.

Rahmetin içinde yaşamayı istemekse, akla gelebilecek duaların en yücesi olmalıdır. Yunus Emre: "İsteyene ver sen onu (Cenneti), bana seni gerek, seni" derken, Cemalullahı talep ediyordu. Yani Cennetten daha fazlasına talipti: Cennet ve onun bütün makamları zaten Cemalullahta mündemiç değil miydi? Rahmet de içinde olarak... .

 

Rasim Özdenören-Eşikte Duran İnsan
Devamını Oku »

Teslimiyete Ulaşan Özgürlük

Teslimiyete Ulaşan Özgürlük

"Ey Âdem! Sen ve eşin cennette yerleşin, orada olan­dan istediğiniz şeyi bol bol yiyin, yalnız şu ağaca yak­laşmayın; yoksa zalimlerden olursunuz" dedik. (Kur'an, 2/35).

İnsanı başka canlılardan ayıran özelliklerden biri de, kendisinin ne olduğunu merak etmesidir. İnsan, kendi­sinin ne olduğunu, nerden gelip nereye gittiğini merak ediyor. Böylece kendisini çeşitli görüngülere göre çeşit­li biçimlerde sınıflıyor, kendini bir yerlere yerleştiriyor ve kendisine bir de o yerden bakmayı deniyor. Ama her seferinde, insan, kendini, son tahlilde eyleyen bir varlık olarak belirliyor. Kuşkusuz başka canlılar da hareket edi­yor, hayvan kısmı da, uçsuz bucaksız bozkırların ortasında bir o yana, bir bu yana koşup durur; otobur türünden olanlar otlanır, etobur olanlar avlanır ve böylece hayat­larını sürdürürler. Ama bir hayvan için yiyeceğini bilinçli biçimde seçmesi diye bir olay söz konusu değildir. Hayvan, fıtartının gerektirdiği şey her ne ise onu yemekten başka bir seçeneği kullanma yetisiyle donatılmış değildir. Kendisine zarar verecek bir yiyeceğe o kendiliğinden yaklaşmaz. Ama insan, yalnızca kendisine yaraya olanla değil, her şeyle ilgilenir, her şeyi merak eder.

Bir rivayete göre, Âdem aleyhisselam, Cennette bir uy­kudan sonra uyandığında Hz. Havva'yı görünce: "Sen kimsin? Niçin geldin?" diye sordu. Hz. Havva: "Ben sana zevce olarak yaratıldım." dedi. Âdem aleyhisselam, Hak Teala'ya: "Bu ne cinstir ki, onu sevdim ve ona bağ­landım?" diye sordu. Hak Teala şöyle buyurdu: "Sen be­nim kulumsun, seni topraktan yarattım. Adım Âdem koy­dum. O da benim kulumdur. Admı Havva koydum." Âdem aleyhisselam: "Ya Rabbim, kalbim ona meyletti, sanki ciğerimden bir parçadır." dedi. Hak Teala da: "Onu senin için yarattım. Benden onun için bir şey iste." dedi. Âdem aleyhisselam: "Ya Rabbi, ne isteyeyim?" dedi. Hak Teala: 'Takva ve salih amel iste." buyurdu. Hak Teala hazretleri, Adem aleyhisselam ile Hazreti Havva'nın nikâhlarını kıydı ve onlara: "Ey Âdem ve Havva! Cen­netimde oturun, meyvelerimden yiyin. Şu ağaca yak­laşmayın. İkinize de selam ve rahmetim olsun." dedi.

Allah'ın, insana yönelik "şu ağaca yaklaşmayın" tembihi, insanı tam da onun varlık yapısından kavrayan bir uyarıdır. İnsan, aslında, özgür olarak yaratılmıştır. Yak­laşılmaması istenen ağaç kendiliğinden kötü değildir. 0 ağacın buğday olduğu söyleniyor. Buğday, insanın bu dünyadaki başlıca gıdasıdır. O ağaca yaklaşılmamasıdaki hikmeti, insanın bazı şeylerden yasaklanabilmesi'nin sembolü olarak açıklamak gerekiyor. İnsanın özgür bir varlık yapısıyla donatılmış olması keyfiyeti de ancak bu suretle ortaya çıkıyor. O ağaca yaklaşılmaması hu­susundaki tembih, insanın, bilkuvve o ağaca yaklaşabi­lecek bir eğilim içinde bulunmasıyla anlam taşımaktadır. Yani insanın fıtratında zaten o ağaca yaklaşma hususunda bir eğilim bulunmasaydı, ona, o ağaca yaklaşmaması ge­rektiği yolundaki tembihin de anlamı kalmazdı.

Konu, aslında, insanın özgürlüğüyle, onun özgür ya­ratılmış fıtratıyla ilgilidir. İnsan, o ağaca yaklaşmaktan men edilmiş olmasaydı, kendisinin özgür olduğunu an­laması da mümkün bulunmayacaktı. Nitekim melekler ve hayvanlar, her ne yapacaklarsa onu ve yalnızca onu yapabilirler. İnsansa, başka şeyleri ve mesela o yasak ağa­ca yaklaşma imkânı ile de donatılmışken onu yapmak­tan men edilmektedir. Çünkü o özgür yaradılıştadır. Ger­çi hayvana da yemesi ve yememesi gereken şeyler vah- yedilmiştir: o da ancak yemesi gereken şeyleri yer. An­cak hayvan yememesi gereken yiyeceğe yönelme yeti­sinden mahrumdur. Hayvan yememesi gereken şeye za­ten meyletmez. İnsansa, yapması ve yapmaması gereken şeylerin tümüne meyillidir. Onu, bu meylinden alıkoyansa iradesidir. Yani bir şeyi isteme ve istememe hususundaki karar verme yetisi.

Bu durum, insanın maceracı tavrının da kökenini oluş­turuyor. Nitekim Kuran'dan insanın şu özelliğini de öğ­reniyoruz: "Bundan evvel biz, Âdem ile ahd etmiştik. O bunu unuttu. Biz onda bir azim bulamadık./Meleklere: 'Âdem'e secde edin' dediğimizde hepsi secde etti. Ancak İblis secdeden çekindi./Biz de: 'Ey Âdem! Bu, sana da, zevcene de düşmandır. Sakın sizi Cennetten çıkarmasın, sonra meşakkate düşersiniz' demiştik./Çünkü sana ora­da ne acıkma ne de çıplaklık vardır. /Ve sen orada susamazsın ve güneş sıcaklığı da çekmezsin./Şeytan ona vesvese verdi ve: 'Ey Âdem! Seni ebedîlik ağacına ve son bul­mayacak bir devlete delalet edeyim mi?' dedi./Bunun üzerine ikisi de ondan yediler..." (XX/115-121).

İnsanda bir azim bulunmaması, onun özgür varlık ya­pısıyla doğrudan ilişkilidir. Hayvan ve melek taifesi, ya­ratılmış oldukları günden bu yana, kendi varlık yapıla­rı üzerinde sabit biçimde duruyorlar. Çünkü onların bu yapılarının dışına çıkabilecek özellikleri yoktur. Onların yaptıkları amelin dışında başka bir ameli seçme imkân­ları da yoktur. Onlar her ne iseler öyle kalmaya ve her ne yapıyorlarsa onu yapmaya zorunludurlar. Böyle olduğu için onların sorgulanması da söz konusu değil. Sorgu­landıklarında ise (faraza) diyecekleri, onların, yaptıkla­rından başka bir şeyi yapmaya muktedir olmadıkları bi­çimindeki cevaplan olacaktır. Oysa insan için yaptığın­dan başka yapabileceği daha çok sayıda bir imkânlar spektrumu bulunmaktadır. İnsanın, şeytana karşı uya­rılmasının sebebi de, onun, bu husustaki eğiliminden baş­ka ne olabilir? Hayvan veya melek taifesinin varlık ya­pısında şeytana uymalarını sağlayacak bir yetileri ve ye­tenekleri mevcut değildir.

Hayvan ve melek için "her şey" mubahtır. Çünkü on­lar yalnızca kendilerine mubah olanları yapabilirler. Yapabileceklerinden başkasını yapmaya muktedir ol­madıkları için yaptıkları şeylerin tümü onlara mubahtır. Oysa insan, potansiyel olarak her şeyi yapabilir; her şeyi yapmaya muktedir olduğu için de, ona "yapmaması ge­rekenler" hususunda sınırlar belirlenmiştir. İnsanın insan olarak tecelli edebilmesi de, onun bu sınırlara uymasıyla ortaya çıkar, çıkıyor. Nitekim örtünmek de insana mah­sus bir eyleme türüdür ve şeytana uymakla çirkin yer' leri kendilerine açıldı ve onlar yeniden örtünmeleri ge­rektiği hissini duydular. Fakat bir imkân olarak düşü­nüldüğünde insan için örtünmemek de mümkün kılınmıştır. Fakat bütün bu kısıtlamalar, insanın özgür yara­tılmış olan varlık yapısının sonuçları olarak ortaya çık­maktadır. İnsanın, Cennette, Cennetin tanımı gereği, kaideten her şeyi yapabilme ve her zevki tadabilme imkâ­nı varken, onun şeytana ve yasak ağaca karşı uyarılmış olması (bunlarla sınırlanmış olması) anlam taşıyor. Dos- toyevski'nin Tanrı yoksa her şey mubahtır" sözü, bu bağ­lamda, aslında bir bakıma insanın varoluşsal (ontik) ya­pısıyla ilişkilidir. Tanrı demek, bu bağlamda, sınır koyucu demek olur. Sınır koyucu, insana, temel olarak iki belir­lemede bulunuyor: biri şeytan, öteki yasak ağaç.

Yasak ağaç sınırı, insanın bizzat nefsanî eğilimleriy­le ilintilidir. Şeytansa ruhanî sferdeki eğilimleri hususunda bir işarettir, insanın yasak ağaca doğru eğilimi bulunmasaydı şeytanın iğvası da saçma kalırdı. Öte yandan, in­sanın, şeytanın iğvasına kapılması, onun aynı zamanda ebedî kalmak, çökmez bir mülk ve saltanat sahibi olmak kabilinden ruhi eğilimlerinin de bir sonucu olarak orta­ya çıkıyor. Bunu böyle de söylememiz mümkündür: in­sanın özgürlük alam içinde yapabileceklerinin sınırı hem şeytanın, hem de kendi nefsinin taleplerini içine alı­yor. Öyleyse, insanın, insan olarak tecelli etmesini bu iki sınırla kısıtlamak ve bu kısıtlama içinde onun insan ola­rak tecelli edebileceğini söylemek de mümkün hale ge­liyor. Özgürlük de, bu çerçeve içinde kendi tanımını bu­labilir. Şöyle ki, özgürlüğü, yalnızca bir şeyi ifa etmekle mukayyet kılmayıp, onu aynı zamanda bir şeyi yap­maktan vazgeçme olarak da tanımlayabilmeliyiz. Bu du­rumda, özgürlük, insanın, bir imkân olarak yapmaya muktedir olduğuyla değil, bunu da içine alarak bir şeyi yapabilecekken ondan içtinap etmeyi de tanımına dâhil eder. Bu da, sınırlara riayeti, yasa (veya sınır) koyucunun getirdiği sınırlara insanın özgür iradesiyle teslim olabi­leceği hususundaki bir özelliğini belirler. Bu özellik, in­sandan başka mahlûkta bulunmuyor: teslimiyete öz­gürlükle ulaşmak veya teslimiyeti özgürlüğünü kulla­narak elde etmek yalnızca insana mahsus bir haslet ola­rak görünüyor.

Rasim Özdenören-Eşikte Duran İnsan
Devamını Oku »

Edep ve Ahlak

 

Edep ve AhlakEdep ile ahlâk arasındaki ilişkiye baktığımızda, bazen ahlaka aykırı sayılmayan bir durumun edebe uygun görülmediğine rastlanabilir. Belli bir davranış ahlaken ay' kırı telakki edilmeyebilir, fakat aynı hareket edep yönünden uygunsuz sayılabilir; bazen de bunun tersi bir du­rumla karşılaşılabilir: belli bir davranış ahlâkça uygun düş­meyebilir, fakat edeben uygun olabilir. Örnek: eve misafir gelmişken onun müsaadesini almadan, misafirin otur­duğu odayı süpürmeye kalkışmanın ahlaka aykırı bir yanı yoktur, fakat bu hareket edebe uygun görülmez. İkinci duruma örnek, gene tasavvufta, büyüklerin emrinin edep­ten üstün olduğuna dair telakki tarzı içinde verilebilir. Bü­yük sayılan kişinin öyle bir emri vaki olabilir ki, bu em­rin yerine getirilmesi zahiren edebe uygun görülmeye­bilir, buna rağmen gene aynı edep tavrı o emrin yerine getirilmesini gerektirir.

Faraza büyük sayılan kişi öğ­rencisine dese ki: "Gel başıma otur!" Bu emre uyulması öğrenci bakımından zahiren edebe aykırı görülür, fakat ortada, büyükten sadır olmuş bir emir bulunduğu için ona da uymak gerekir ve bu durumda edebe uygun olan ha­reket doğrudan emrin yerine getirilmesi olduğu için, em­rin muhtevasına bakılmayarak söylenen şeyin gereği ye­rine getirilir. Böylece, bir büyüğün tepesine çıkmak ka­bilinden zahiren edebe uygun görülmeyen bir davranış tarzı, bir başka bakımdan edepli tavrın kendisi haline ge­lir. Buradaki edep tavrı, belli bir disiplinin sağlanması amacına matuf olarak bazı emirlerin tartışmasız biçim­de yerine getirilmesini öngörüyor, diyebiliriz. Özellikle savaşta komutanın emirlerine tartışılmadan riayet edil­mesi, o belli durumun gerektirdiği edep tavrının içinde mündemiçtir. İnsanlar bazen akıl erdiremedikleri emir­lere de riayetkâr olma durumunda bulunurlar. Bunun böyle olmasını,bu özel durumun gerektirdiği edep tavrı belirler.

Milletinin başında bulunan bir lider için edep tavrı ken­di milletinin kalbindeki nuru keşfetmektir, diyoruz. Bi­zim kendi milletimizin özel gerçekliğinde bu nurun, ona kimliğini veren din olgusunda keşfedilebileceğini söy­leyebiliriz: din, yani İslâm. Islâm ıstılahında millet keli­mesinin aynı zamanda din anlamına da geldiğini hatır­larsak, bu bağlamda din ve millet kelimelerinin nasıl bir­birinin içinde mündemiç olduğu ve birbirini tamamla­dığı da anlaşılabilir olur. Bu anlamda, Islâm milletine li­der olma mesabesinde bulunan birinin, kendi önderliğini ancak milletinin arkasından giderek gerçekleştirebileceği ifade edilmiş oluyor. Ve burada aynı zamanda, kimin kim­den büyük telakki edilmesi gereği de öne çıkıyor: lider denilen kişi kendisini milletinin üstünde mi tutuyor, yok­sa milletini mi büyük sayıyor? Bu durum "el emri fevkal edeb" (emir edepten üstündür) düsturunun uygulanma istikametinin belirlenmesinde önem kazanacaktır. Batı­lı değer yargılarına ve düşünme biçimine göre ulaşıla­bilecek muhakeme tarzına çelişkili görünebilecek hu­suslar, Islâm milletinin gerçekliği ve onun kafa yapısı ba­kımından düşünüldüğünde, bu demektir ki, kim kimin hizmetinde bulunduğu noktasında (lider mi milletin hiz­metinde, millet mi liderin), durum, berraklık kazanır.

Millete lider olma pozisyonunda bulunanlardan, milletlerinin kalbindeki nuru arayacakları yerde, kendi önyargılarını millete telkin etmeye çalışanlar görüldü­ğünde, bu zevatın edebin neresinde durduğunu anlamak da böylece kolaylaşmış olur.

Rasim Özdenören-Eşikte Duran İnsan
Devamını Oku »

Prof. Dr. Muhammed Ali Es-Sabuni: Oryantalizmden Etkilenenler Kur’an-ı Kerim ‘i Doğru Anlayamazlar





Prof. Dr. Muhammed Ali Es-Sabuni: Oryantalizmden Etkilenenler Kur’an-ı Kerim ‘i Doğru Anlayamazlar

 

İhsan ŞENOCAK: Bismillahirrahmanirrahim. Hocam Kur’an-ı Kerim’in anlaşılabilmesi için İslam’ın erken asırlarından bu tarafa uygulanan ve zaman içerisinde de tedvin edilerek metin haline getirilen tefsir ve fıkıh usulü günümüzde modernist müslümanların yenilenme çağrıları ile karşı karşıyadır. Modernistler, mevcut tefsir ve fıkıh usulü ile Kur’an-ı Kerim’in anlaşılamayacağını, mutlaka batılıların geliştirdiği çağdaş anlambilimin verilerinden istifade edilmesi gerektiğini söylemektedirler. Üç telif tefsirin sahibi olarak ne söyleyeceksiniz? Kur’an-ı Kerim’i anlarken fıkıh/tefsir usulünde yetersizlik gördünüz mü? Görmediyseniz, bu çağrının arka planında ne olabilir?

 

M. Ali SÂBÛNİ: Allah Teala’ya hamd ve O’nun bütün beşeriyete rahmet olarak gönderdiği Muhammed Mustafa’ya salat-u selam olsun.

Kur’an-ı Kerim Allah Teala’nın bütün insanlığa gönderdiği Arabi bir kitaptır. Bütün insanlık O’nun nuru ile aydınlansın diye nebilerin sonuncusu olan Muhammed Mustafa’ya -sallallahu aleyhi ve sellem- Arapça olarak indirilmiştir. Çünkü; Allah Resul’ü Arap’tı ve Arabi bir çevrede yaşıyordu. Bu yüzden fesahat ve beyanın zirvesi olan Kur’an’da Arapça olarak indi. Niçin indiğini, gayesinin ne olduğunu bizzat kendisi açıklıyor: “Bu Kur’an, Rablerinin izniyle insanları karanlıktan aydınlığa çıkarman için sana indirdiğimiz bir kitaptır.” (İbrahim: 1)
Allah Teala Kur’an-ı Kerim’i irşat için indirdi. O, bütün alemi aydınlatacak, insanlık da O’nun nuru ile aydınlanacaktır.

Kur’an’ın nurundan istifade ede bilmek için, O’nu Arapça’nın esaslarına göre anlamalıyız. Usul kitapları bunun için telif edilmiştir. Bütün müfessirler de bu esasları kullanmışlardır.

Kur’an-ı Kerim’i anlamak için müsteşriklerin usulüne ya da onların geliştirdikleri anlambilime hem ihtiyacımız yok, hem de kullanmamız durumunda Allah’ın muradına aykırı manalar ortaya çıkar. Bu nasıl olabilir ki?! Arapça’yı Arap gibi bilmeyenlerden Arapça inen Kur’an-ı Kerim’i anlamanın usulünü nasıl alabiliriz?!

Müsteşrikler kısmen Arapça konuşabilirler; fakat ibarenin mantûk ve mefhumunu Arap gibi anlayamazlar. Bu durum “ben Türkçe’nin felsefesini sizin kadar iyi bilirim” dememe benzer.

Kur’an-ı Kerim, ilahi bir nur olarak indi. Nitekim Allah Teala “Biz size apaçık bir nur (Kur’an) indirdik.” (Nisa: 174) buyurmaktadır. Bu yüzden O’nu anlayacak kişinin kalbinde nur olması gerekir. Nur olacak ki, nur olan Kur’an-ı Kerim’i anlayabilsin. Kalbinde zulmet olan ya da küfür ve fısk içinde yüzen kişiler Kur’an’ı doğru bir şekilde anlayamazlar. Çünkü Cenab-ı Hakk böyle bir kalbi Kur’an’ı anlayacak şekilde açmaz. Allah Teala şöyle buyuruyor: “Yeryüzünde haksız yere büyüklük taslayanları ayetlerimden uzaklaştıracağım. (Onlar) her ayeti görseler de ona iman etmezler. Doğru yolu görseler de onu yol edinmezler. Ama sapıklık yolunu görseler onu hemen yol edinirler. Bu onların ayetlerimizi yalanlamaları ve onlardan gafil olmaları sebebiyledir.” (A’raf: 146) Bu ayet göstermektedir ki, asilerin ya da fasıkların son nebi Muhammed aleyhisselam’a indirilen ve nur olan Kur’an-ı anlamaları mümkün değildir. Buna göre müsteşriklerin dar akılları ve yetersiz dil bilgileri ile Allah’ın ayetlerini anlamaları nasıl mümkün olabilir?! Allah fasıkları, nurunu anlamaktan mahrum ederken kafirlere nasıl bu imkanı verebilir?! Bu durumdaki kişilerin anlambilimlerini kullanmak sadece Kur’an’ın anlamını tahrif etmeye yarar. Bu, batıl bir davadır.

Kur’an-ı Kerim’i anlamak isteyen kişi öncelikle meani, beyan, bedi’, usul-u fıkıh, usul-ü tefsir,…, gibi ilimleri bilmesi gerekir. Aksi takdirde kendi görüşüne göre Kur’an’ı Kerim’i tefsir eder ki bu fahiş hatalara ve batıl anlamlara irtikap edilmesine yol açar. Tıpkı ayetleri zahir anlamalarına göre tefsir edenlerin fahiş hatalara düşmeleri gibi… Nitekim Adiyy b. Hatim -radiyallahu anh- Allah Resulü’ne -sallallahu aleyhi ve sellem- gelip şöyle der: “işittim ki Allah Teala şöyle buyuruyor: ‘sabahın beyaz ipliği (aydınlığı), siyah ipliğinden (karanlığından) ayırt edilinceye kadar yiyin, için.’ (Bakara: 187)” Bu ayet, Allah’ın Kitabı Kur’an’ı Kerim’dedir. Kitap Arapça, bu sahabi de Arap’tır. Fakat usul bilmediğinden ayeti anlayamıyor. Sahabi ayetten güneşin doğmasına yakın bir ana kadar yani beyaz ipin siyah ipten ayrılmasına kadar yemek yemeye devam etmeyi çıkarıyor. Halbuki “beyaz iplik” fecir vaktini yani tan yerinin ağırmaya başladığı anı, “siyah iplik” de gecenin karanlığını anlatmaktadır. Yoksa gerçek anlamda iplikleri birbirinden ayırmak değildir.

Bu yüzden asıl kaynaklara dönmemiz gerekir. Kur’an’ı Kerim, ihatası imkansız bir deniz gibidir. Lügat ve belagat bilmeyenler O’nun anlamlarını bulup çıkaramazlar. Müfessirlere bakın; her biri lügat, usul ve fesahatta zirve şahıslardır. Buna rağmen takrib yoluyla Allah’ın muradını anladılar. Kesin bir şekilde anladıklarını belirtmediler. Herkes nasibi nisbetinde Kur’an’dan istifade etmiştir. Onlar bu halde iken açıklamalarının altına “her şeyin en doğrusunu Allah Teala bilir.” kaydını düşmekten imtina etmediler.
Âma olanlar, gören kişilere yol gösteremezler. Müsteşrikler ulemaya nisbetle âmadırlar. Bu kişilerin Kur’an’ın anlaşılmasında referans kabul edilmeleri ya da görüşlerine itibar edilmesi âmanın görenlere yol göstermesine benzer. Müsteşrikler nasipsiz olmaları cihetiyle âmadırlar.

Usul Bilmeyenler Kur’an’ın
Muradını Anlayamazlar


İhsan ŞENOCAK: Çağdaş anlambilimden etkilenen yakın dönem tefsir telakkilerinin bir çoğuna göre ahkam ayetlerinin mevcut halleriyle modern dünyada uygulama alanı bulmaları imkansızdır. Bunlara göre, -örneğin- müslüman bir kadına mirasta erkek kardeşinin yarısı kadar pay alacağını ya da iki kadının bir erkek şahide denk olabileceğini anlatmak güçtür. Böyle bir yaklaşım ya da usul, İslami bir esasla izah edilebilir mi?

M. Ali SÂBÛNİ: Bu usul değil, cehalet ve ahmaklıktır. Bunlar Kur’an’ın muradını anlayamayan cahil kişilerdir. Mesela şehadetle ilgili ayete bakalım: Bunda ki sır nedir? Bu konu maddi ve mali hususlar ile alakalıdır. Erkekler bu alanlarda ihtisas sahibidirler. Kur’an-ı Kerim kadını aile meselesinde ihtisas sahibi kabul ettiğinden mali hususlarda erkeği mütehassıs olarak görür. Erkek gece, gündüz mali hususlar ile ilgilenir. Zihni bu alanda daha canlıdır. Mali meselelerde unutkanlığı kadına nisbetle daha azdır. Bu yüzden kadın mali işlerde erkek kadar başarılı olamaz. Sonra kadın, erkeğe nisbetle daha unutkandır. Ayet bağlamında düşündüğümüzde kadının bu işlerle iştigal etmemesi unutkanlığının artmasına etki eder. Çünkü; insanın sahasına girmeyen işlerde zabdı zayıftır. Konuya kadın cihetinden bakıldığında onunda ihtisas sahibi olduğu alanlarda zabdının erkekten daha güçlü olduğu görülür. Mesela yemekle alakalı meselelerde kadın, bir gördüğü yemeği başarılı bir şekilde yapabilirken, erkek ön bilgiye sahip olmadığından kadın kadar tez kavrayamaz.

Kadın, erkek kadar mütemekkin de değildir. Daha duygusaldır. Daha unutkandır. Daha tez kızar. Allah Teala kadın ve erkeğin mevcut konumlarına göre bu hükmü takdir etmiştir.
Erkek de kadın da duygusal ve akıllı varlıklardır. Fakat kadının duygusallığı genelde aklına galiptir. Bu durum göz ardı edilmemelidir.

Allah Teala kadını evin mürebbiyesi olarak yaratmıştır. Niçin? Çünkü çocukları yetiştirmede duygusallık ve şefkat önemlidir. Bunlar kadında daha öndedir.

Erkeğin aklı genelde duygusallığına galiptir. Ayrıca erkek, iktisadi hayatın içerisinde olduğundan ticari teamülleri daha iyi bilir. Bu itibarla onun mali işlerde ki konumu kadınınkinden daha güçlüdür.
Erkeğin mirastan iki, kadının bir pay almasına gelince; bahsettiğiniz kişiler bu hükmü anlamış olsalardı göreceklerdi ki kadın (bir pay almasına rağmen) gerçekte erkekten daha müreffehtir. Niçin? Bir örnek üzerinden meseleyi değerlendirelim: Bir adam ölüyor ve geride bir erkek ve bir kız çocuk bırakıyor. Allah Teala’nın hükmüne göre erkek iki, kız bir hisse alacak. Yani adamın üç bin riyali olsa iki binini erkek, binini kız alacak. Bu çocukların her biri evlenecek. Bu açıdan bakıldığında iki bin riyal alan erkek evlenirken mehr verecek. Mirasın bin riyalini mehr verdiğini düşünelim geriye bin riyali kalacak. Bin riyalle de ev kiralayacak, eşine elbise temin edecek, onun nafakasını sağlayacak, tedavi giderlerini karşılayacak. Fakat kız böyle değildir. Miras kalan bin riyalin hepsi kendisine kalmaktadır. Harcama zorunluluğu yoktur. Çünkü o, mali hiçbir şeyle mükellef değildir. İşte sosyal adalet budur. Allah Teala yarattığı insanın maslahat ve ihtiyacını en iyi bilendir: “Babalarınız ve oğullarınızdan, hangisinin size daha faydalı olduğunu bilemezsiniz. Bunlar (mirasla alakalı hükümler), Allah tarafından farz kılınmıştır. Şüphesiz Allah hakkıyla bilendir, hüküm ve hikmet sahibidir.” (Nisa: 11)

Modernistlerin Kadın Telakkisi

İhsan ŞENOCAK: Hocam kadının şahadeti bağlamında konuya baktığımızda şöyle diyebilir miyiz; Kur’an-ı Kerim, kadını çocukların hem annesi hem de öğretmeni olarak görmektedir. Bugün her ne kadar kadın cemiyetin farklı noktalarında çeşitli konumlarda görev almış olsada bu, Kur’an’ın telkin ettiği bir cemiyet fotoğrafı değildir. Bu yüzden modernistlerin kadın telakkisi temelde Kur’an’la çelişmektedir. Onlar itirazlarını çelişen bu telakki üzerine bina etmektedirler…

M. Ali SÂBÛNİ: Evet kadının yeri evidir. Kadını evinden çıkarmak ona yapılan en büyük ihanettir. Kadını sokağa itenler ona hürriyet verelim derken onu tehlikenin içine ittiler. Nafakasını kendisi kazanan bir kadının mali işlerden vakit bulup asıl vazifesi olan annelikle ilgilenmesi ne kadar mümkün olabilir?! Bu yüzden İslam, modern dünyanın zıddına kadını mürebbiye olarak düşünmüş ve onun iffet ve kerametini korumuştur.
Modernistler akıllarıyla konuşmuyorlar. Kadına nafakanı kazan, hayatını kurtar, kamuya açıl, meslek sahibi ol diyorlar. Peki çocukları kim yetiştirecek?! Eğer çocukları anne terbiyesinden mahrum bırakırsak o zaman diledikleri gibi yaşarlar, kendileri bozuldukları gibi cemiyeti de bozarlar. Kadının çocuk terbiyesi ile ilgilenmesi mali meselelerle ilgilenmesinden daha önemlidir. Çünkü; çocuk terbiyesini en güzel anneler yapabilir. Buna rağmen kadının mali işlerde ilgilenmesinde bir beis yoktur.
Şehadetle alakalı ayet, malı korumayı da hedeflemektedir. Mal, canın yongasıdır. İslam malın israf edilmesine karşıdır. Nitekim Allah Teala şöyle buyurmaktadır: “Allah’ın sizin için geçim kaynağı yaptığı malllarınızı aklı ermezlere vermeyin.” (Nisa: 6) Ayet, insanlara hitap etmektedir. Sefih (aklı ermez kişi) malını harcıyor ona kimse karışamaz diyemezsiniz. İsraf edilen mallar milli serveti tüketir, bu da cemiyete zarar verir. Bu yüzden mal korunmalıdır. Bunun hamilerinden biri de şahitlerin güvenilir olmalarıdır. Erkeğe nisbetle daha çok unutan ve daha duygusal olan kadının erkek kadar güvenilir olmadığı aşikardır.

Yeni Arayışların Arkaplanı

İhsan ŞENOCAK: Buraya kadar ki ifade ve örneklerinizden fıkıh ve tefsir usulünün modern dünyanın problemlerini çözebilecek şekilde Kur’an-ı Kerim’in anlaşılmasını temin edeceği çıkmaktadır. Hal bu iken niçin modernistler yeni usul arayışları içerisine girmişlerdir?

risale-9M. Ali SÂBÛNİ: Bu, öncelikle iman zayıflığından sonra da Kur’an’ın sırlarını ve hükümlerini anlamamaktan kaynaklanmaktadır. Kur’an-ı Kerim herkesin anlayabileceği bir kitap değildir. Lügat ve usul okumayan bir Müslüman O’nu anlayamaz. Bu yüzden Kur’an’ı anlayacak kişinin istinbat için gerekli olan ilimleri bilmesi gerekir. Çünkü hükmünün istinbatı salim bir anlayışa dayanmaktadır. Mesela Cenabı Hak “Onlar (kadınlar) size örtüdürler, siz de onlara örtüsünüz/hünne libasun leküm ve entüm libasun lehünne” (Bakara: 187) buyurmaktadır. Kişi ayetin muradını anlayamazsa büyük bir hataya düşer. Nitekim lügat ve belagat ilminden mahrum bir Fransız, Kur’an-ı Kerim’i tercüme ederken ayette geçen “libas” kelimesini “pantolon” olarak çevirmiştir. Halbuki ayet-i kerimede geçen “libas” kelimesinin anlamı bu değildir. Bir Arap da, “libas”ı “ şalvar” olarak tefsir etmiştir. Ayette güçlü bir anlatım vardır. Eşler arasındaki ilişkiden bahsedilmektedir. Elbise ve örtü nasıl insanı soğuk ve sıcaktan koruyorsa eşlerde birbirlerine karşı koruyucu olurlar denmektedir. Buna göre “libas” kelimesinin anlamı “erkek kadın için, kadın da erkek için örtüdür.” şeklindedir. Yani birbirlerini tamamlarlar.

Müfessir olduğunu zanneden kişi, tefsir usulünü ve hüküm istinbatı için gerekli olan ilimleri bilmezse kesinlikle Kur’an-ı Kerim’i anlayamaz.

Arap dilini bilmeyen, beyan, bedi’, meani gibi ilimlerden mahrum olan kişilerin Kur’an-ı anlama gayretleri beyhudedir. Bu ilimlere vakıf olan çocuklar bile bunlardan daha nasipdardırlar. Esmai’in anlattığı şu olay bunu tescil etmektedir: “Bir gün içerisinde derin manalar barındıran şiirler inşad eden dört beş karış boyunda bir kız çocuğuna rastladım. Şiirini işitince ‘bu kız ne kadar fasih konuşuyor.’ dedim. Çocuk bana şu şekilde karşılık verdi: ‘yazıklar olsun sana! Şu ayetten sonra fesahat mı olur: “Musa’nın annesine, ‘Onu emzir, başına bir şey gelmesinden korktuğun zaman onu denize bırak, korkma, üzülme. Çünkü biz onu sana döndüreceğiz ve onu peygamberlerden kılacağız’ diye ilham ettik.” (Kasas: 7) Bu ayet son derece kısa olmasına rağmen iki emir (emzir ve denize bırak), iki nehiy (korkma, üzülme), iki haber (ilham ettik, başına bir şey gelmesinden korktuğun zaman) ve iki müjdeyi (biz onu sana döndüreceğiz, onu peygamberlerden kılacağız) bir araya getirmiştir. Bunu hiçbir beşer yapamaz.”

Modernistler tefsirle alakalı ilimlere vakıf olsalardı yeni usul arayışlarına girmeyeceklerdi. Nasipsizlikleri bu kız çocuğu kadar Kur’an-ı anlamalarına engel olmuştur.

Kur’an-ı Kerim Bir Denizdir

İhsan ŞENOCAK: Kur’an-ı Kerim’i anlama noktasında hangi tefsirler ölçü alınmalıdır? “Şu tefsir, şundan daha başarılıdır” denebilir mi?

M. Ali SÂBÛNİ: Kur’an-ı Kerim bir denizdir. Tek başına hiçbir müfessir O’nu ihata edemez. Her müfessir O’nun farklı bir yönünü keşfetmiştir. Biri O’ndan fıkhi hükümleri çıkarmış, namaz, hac, zekat gibi… Diğeri belağat perdesini kaldırmış, bir diğeri Arap Dili ile alakalı inceliklerine dikkat çekmiştir. Bir başkası kıssaların ihtiva ettiği haberleri izahta daha başarılı olmuştur. Tek başına bir müfessirin bütün yönleri ile Kur’an’ı anlaması beşer takatini aşan bir durumdur. O’nu anlamak için ihtisas gereklidir.

Ayrıca zaman ilerleyip geliştikçe mütekaddimin ulemaya nasip olmayan bazı Kur’an hakikatleri de ortaya çıkmaktadır. Mesela insan önceden yukarıya doğru çıkıldıkça oksijenin azalacağını bilmiyordu. Bugün biliyoruz ki, semaya doğru yükseldikçe oksijen azalmakta ve buna paralel olarak kişinin sadrı daralmaktadır. Bu gerçek Kur’an-ı Kerim’in şu hakikatini doğru bir şekilde anlamamıza yardımcı olmaktır. Allah Teala kişinin kalbini aydınlatmak istediğinde onu İslam’a açar. Bir başkasının dalaletini isterse sanki semaya çıkıyor gibi onun kalbini daraltır: “Allah her kimi doğruya erdirmek isterse onun göğsünü İslam’a açar. Kimi de saptırmak isterse, onun da göğsünü göğe çıkıyormuşcasına daraltır, sıkar.” (En’am: 125) Ayetin zahir anlamı kişi semaya doğru çıkmak ister fakat buna gücü yetmez. Fakat gerçek anlam bu değildir. Semaya doğru ilerledikçe oksijenin azaldığını buna bağlı olarak kişinin nefesinin daraldığını bilmemiz bu ayetin sırrını ortaya çıkarmıştır.

“Evet bizim, insanın parmak uçlarını (benane) bile düzenlemeye gücümüz yeter.” (Kıyame: 4) “Benane” parmak uçları demektir. Modern ilim parmak uçlarının sırrını ortaya çıkarana kadar bunun hikmeti bilinmiyordu. Fakat bugün anlaşılmıştır ki, bir insanın parmağındaki basit çizgiler bir diğer insana benzememektedir. İşte bu, Kur’an-ın i’cazıdır. İnsanın yaratılışı da böyledir. Gayr-i Müslim bir tabip insanın yaratılışı ile ilgili ayetleri duyunca hayretini gizleyememiş ve “daha düne kadar bilinmeyen bu hakikatleri, ümmi olan Muhammed’in -sallallahu aleyhi ve sellem- bilmesi mümkün değildir. Kur’an mutlaka Allah’ın vahyidir.” demiştir. Doktorun Müslüman olmasına sebep olan ayetlere bir bakın: “Sonra onu az bir su (meni) halinde sağlam bir karargaha (ana rahmine) yerleştirdik. Sonra bu az suyu ‘alaka’ haline getirdik. Alakayı da ‘mudga’ yaptık. Bu ‘mudga’yı da kemiklere dönüştürdük ve bu kemiklere de et giydirdik. Nihayet onu bambaşka bir yaratık olarak ortaya çıkardık.” (Mü’min: 13-14)

“Sizi annelerinizin karnında bir yaratılıştan öbürüne geçirerek üç (kat) karanlık içinde oluşturuyor.” (Zümer: 6)
Kur’an’ı Allah Teala vahyetmemiş olsaydı Araplar bu hakikatleri nereden bilebilirlerdi?!

Hasan Hanefi

İhsan ŞENOCAK: Hasan Hanefi katıldığı bir toplantıda Kur’an-ı Kerim’in nuzulünü anlatırken, örnek olarak erkeğin eşine yaklaşmasını kullanıyor. Yani vahyin gelişini o hale benzetiyor. Kur’an-ı Kerim’i anlama iddiasında olan bir zihinde, bu tür bir teşbihin oluşması nasıl izah edilebilir?

M. Ali SÂBÛNİ: Bu adam cahil değil sefihtir, ahmaktır. Bu ifade hastanelik derecede bir cinnettir. Bu ibare, üzerinde konuşulmayacak kadar çirkindir. Sefahetin sınırıdır. Bu cahil herif, Kur’an’ın nuzülünün esrarını idrak etmekten uzaktır.

Hz. İsa’nın İnmesi

İhsan ŞENOCAK: Modernistler Kur’an-ı Kerim’i anlama usulünde olduğu gibi anladıkları mana itibariyle de ulema ile çelişmektedirler. İsterseniz biraz da modernitenin sürekli gündemde tuttukları geleneğe itiraz noktaları üzerinde konuşalım. Şüphesiz ki bunların başında Hz. İsa’nın –aleyhisselam- inişi meselesi gelmektedir. Kur’an-ı Kerim’de Hz. İsa’nın öldüğünü ima eden bir karine var mıdır?

M. Ali SÂBÛNİ: Allah Teala “Onu ne öldürdüler, ne de astılar; fakat (öldürdükleri) onlara İsa gibi gösterildi.” (Nisa: 157) buyurmaktadır. Yahudiler kesinlikle İsa’yı –aleyhisselam- asamadılar. Hz. İsa zannederek O’na benzetilen kişiyi öldürdüler.

Yahudiler, O’nu öldürdüklerini iddia ediyorlar. Ne gariptir ki Hristiyanlar da onların iddialarını tasdik ediyor. Kur’an-ı Kerim de onları “Onu ne öldürdüler, ne de astılar” diyerek tekzip ediyor. Burada tuhaf olan bir durum var ki, o da Hristiyanlar Hz. İsa’nın ilah olduğunu iddia ediyorlar sonra da ilahın asıldığını söylüyorlar. Bu ne kadar tuhaf bir durumdur. Şair ne güzel söylemiştir:

Yahudi bir kulun eliyle asılan ilah, nasıl bir ilahtır?!

Yahudi ve Hristiyanların Hz. İsa’nın ölümü ile alakalı inançları zan üzerine ibtina etmektedir. Çünkü; onlar öldürülen kişinin Hz. İsa mı yoksa O’nun yerini gösteren münafık mı olduğu noktasında şüpheye düşmüşlerdir. Zira “Eğer bu öldürülen İsa ise bizim arkadaşımız (şikayet eden) nerede? Yok eğer bu arkadaşımız ise o takdirde İsa nerede? demekten kendilerini alamamışlardır. Bu yüzden akideleri şüphe üzerine ibtina etmektedir. Nitekim Allah Teala şöyle buyurmaktadır: “Onun hakkında ihtilafa düşenler bundan dolayı tam bir kararsızlık içerisindeler; bu hususta zanna uymak dışında hiçbir (sağlam) bilgileri yoktur.” (Nisa: 157)

İhsan ŞENOCAK: Hz. İsa’nın yeryüzünden ayrılışını ifade eden “teveffa” kelimesi Kur’an-ı Kerim’de Hz. İsa ile ilgili “müteveffike” ve “teveffeyteni” (Al-i İmran:55; Maide: 117) şeklinde iki ayrı yerde kullanılmaktadır. Zemahşeri “Esasu’l-Belağa”da “teveffa” kelimesinin “öldürmek” anlamında mecazen kullanıldığını söylemektedir. Buna göre “teveffa” kelimesinin mecaz anlamı, “bir şeyi bütünüyle kabzetmek” demek olan asıl anlamının önüne geçmektedir. Neler söyleyeceksiniz?

M. Ali SÂBÛNİ: Modernistler “mütevvifike” kelimesini anlayamamışlardır. Bu, ölümü vaattır. Yani “sen ey İsa! İlah değilsin, bir gün diğer insanlar gibi öleceksin.” demektir.

“Seni öldüreceğim demek” tıpkı “sana şunu vereceğim” demek gibidir. Yani şu an vermediniz fakat gelecekte vereceksiniz. Bu cümle verilecek şeyin gelecekte olacağını göstermektedir. Ayete dönersek Cenab-ı Hakk, Hz. İsa’nın ilah olmadığını, günü gelince diğer insanlar gibi öleceğini bildirmektedir. Fakat şu an semaya yükseltilmiştir.

İmam Taberi “Ey İsa! Seni vefat ettireceğim, seni nezdime yükselteceğim/ya İsa innî müteveffîke ve rafiuke ileyye” ayetinde takdim ve tehir olduğunu söylemektedir. Buna göre anlam; “seni katıma yükseltecek sonra vefat ettireceğim.” şeklindedir. Burada mucize vardır. Fakat asıldıktan sonra ruhunun göklere çıkmasında hiç bir olağanüstülük yoktur. Bu herkes için geçerli olan bir durumdur.
Hz. İsa günü gelince yeryüzüne inecektir. Peki ineceğini söylerken ne ile istidlal ediyoruz. Kur’an-ı Kerim O’nun kıyametin alameti olduğunu söylemektedir: (Zuhruf: 61) Ayrıca bu konudaki hadisler tevatür derecesindedir.

İhsan ŞENOCAK: Keşmiri’nin “et-Tasrih bima Tevatere fi Nüzuli’l-Mesih” adlı eseri tevatürü gözler önüne sermektedir.

M. Ali SÂBÛNİ: Evet.

İhsan ŞENOCAK: Zuhruf Suresi’nde ki “Şüphesiz ki O (İsa) kıyamet için (onun yaklaştığını gösteren) bir bilgidir.” mealine gelen ayet açık bir şekilde Hz. İsa’nın ineceğini göstermektedir diyebilir miyiz?
M. Ali SÂBÛNİ: Evet, ayet açıkça nüzülün olacağını bildiriyor.
İhsan ŞENOCAK: Hz. İsa yeryüzüne peygamber olarak değil, Muhammed Mustafa’ya -sallallahu aleyhi ve sellem- tabi olarak gelecek…

M. Ali SÂBÛNİ: İsa –aleyhisselam- Allah Resulü’nün şeriatıyla amel edecektir. Yeni bir din getirmeyecektir. Nebinin nebiye tabi olması caizdir. Bütün nebiler kendilerinden önceki şeriatları tamamlayıcı olarak gelmişlerdir.

Yahudilerin ve Hristiyanların
Ahiretteki Durumu


İhsan ŞENOCAK: Yahudi ve Hristiyanların küfür üzere olduklarını tasrih eden ayetler hakkında neler söyleyecekseniz?

M. Ali SÂBÛNİ: Kıldığımız namazların her rekatında okuduğumuz Fatiha Suresi’nde “nimet ve lütfuna mazhar ettiklerinin yoluna ilet. Gazaba uğrayanların ve sapkınlarınkine değil.” âyeti vardır. Allah Resulü -sallallâhu aleyhi ve sellem- buradaki “gazaba uğrayanları” Yahûdiler; “sapkınları” ise Hristiyanlar olarak tefsir etmiştir. Allah Resulü’nün bu tefsirinden sonra artık kimseye söz düşmez. Kur’ân-ı Kerim’de Yahûdi ve Hristiyanları cehennemlik olmaları noktasında müşriklerle eş değer tutan bir çok âyet vardır: “Gerek Ehl-i kitaptan, gerek müşriklerden olan kâfirler, hem de devamlı kalmak üzere cehennem ateşindedirler. Onlar bütün yaratıkların en şerlisidirler.” (Beyyine: 6) Yahûdilerle ilgili şöyle buyrulmaktadır: “Küfürleri ve Meryem hakkında pek büyük bir iftirada bulunmaları sebebiyle (lânete uğramışlardır)” (Nisâ: 156) Hristiyanlarla ilgili şöyle buyrulmaktadır: “Andolsun ki, ‘Meryem oğlu Mesih, Allah’tır.’ diyenler kâfir olmuşlardır.” (Mâide: 17); “And olsun ki, ‘Allah üçten biridir’ diyenler kâfir olmuştur.” (Mâide: 73)

Bu ayet-i kerimeler, Yahûdi ve Hristiyanların küfür içinde olduklarını açık bir şekilde belirtirken ve onlar Allah’ı ve Rasulü’nü yalanlayıp dururken biz onların îman sahibi olduklarına ve cennete gireceklerine nasıl hükmedebiliriz? Ayrıca Allah Teala Hz. Îsa’nın diliyle şöyle buyurur: “Oysa Mesih, ‘Ey İsrailoğulları! Rabbim ve Rabbiniz olan Allah’a kulluk edin; kim Allah’a ortak koşarsa muhakkak Allah ona cenneti haram eder, varacağı yer ateştir, zulmedenlerin yardımcıları yoktur’ dedi.” (Mâide 72)

Onları cennete girmekten mahrum bırakan biz değiliz; ancak onlar küfrederek, Üzeyr ve Mesîh’in Allah’ın oğlu olduğu iddiasında bulunarak, Mesîh’in çarmıha gerildiğine inanarak ve O’na ilahlık isnad ederek cennete girmekten yüz çevirdiler.

İhsan ŞENOCAK: Günümüzde yaşayan Yahudi ve Hristiyanlarda benzer akıdeye sahip olduklarından onlar içinde yukaradaki ayetler geçerlidir…

M. Ali SÂBÛNİ: Tabii ki, günümüz Yahudi ve Hristiyanlarından Peygamberimiz’in -sallallâhu aleyhi ve sellem- resul olduğuna iman eden ve Kur’an’ı tasdik eden kimse var mıdır? Böyle birileri varsa bunlar nerede yaşamaktadır? Bizim gezegenimizde mi, yoksa başka alemlerde mi? Yahûdi veya Hristiyan olup da Peygamberimize iman eden bir kişi gösterebilir misiniz?

İhsan ŞENOCAK: Bütün bu deliller göstermektedir ki cennete girmenin vazgeçilmez şartlarından birisi de Hz. Muhammed’e -sallallâhu aleyhi ve sellem- îmân etmek ve O’na tâbi olmaktır…

M. Ali SÂBÛNİ: Evet, cennete girmenin vazgeçilmez şartlarından biri de, Hz. Muhammed’e -sallallâhu aleyhi ve sellem- iman etmek ve Allah’tan getirdiği her şeye tâbi olmaktır. Ne Katoliklerin lideri Vatikan’daki “Papa”, ne de en alt seviyedeki bir papaz ya da bir haham, Peygamberimiz’in ve Kur’an-ı Kerîm’in hak olduğuna inanmaktadır. Bütün Yahûdi ve Hristiyanlar Peygamberimiz’in risaletini yalanlamaktadır. Farz-ı muhal kabilinden bir an için onların Allah Resulü’nün -sallallâhu aleyhi ve sellem- peygamberliğine inandıklarını, Mesîh’in ilahlığını ve Allah’ın oğlu olması şeklindeki inançlarını tashih ettiklerini düşünsek bile bu yeterli değildir. Mutlaka, Peygamberlerin sonuncusu Hz. Muhammed’e -sallallâhu aleyhi ve sellem- tâbi olmaları ve O’nun getirdiği dîne ters düşen dîni terk etmeleri gerekir. Şurası kesin bir vâkıadır ki, Hz. Peygamber Yahûdi ve Hristiyanların iddia ettikleri gibi sadece Araplar’a değil, bütün beşeriyete gönderilmiştir: “Ey Rasûlüm! Biz seni bütün insanlığa rahmetimizin müjdecisi, azabımızın uyarıcısı olarak gönderdik.” (Sebe: 28); “Ey insanlar! Ben sizin hepinize Allah tarafından gönderilen Peygamberim.” (A’râf: 158) âyetleri sebebiyle Hz. Muhammed’in -sallallâhu aleyhi ve sellem- peygamberliğinin evrensel olduğunu hiç kimse inkâr edemez. Allah Resulü bütün insanlığa gönderilmişse O’na tâbi olmanın vâcip olmadığı nasıl söylenebilir?! Yoksa Allah Teâlâ O’na îmân etmeyi vâcip kılıp daha sonra O’na tâbi olmayı mübah mı addetmiştir?!

Allah Teâlâ, Resulü’ne -sallallâhu aleyhi ve sellem- îmân etmeyi, getirdiklerine tâbi olmayı bütün peygamberlere farz kılmış ve bu hususta onlardan söz almıştır: “Hani Allah, peygamberlerden: ‘Ben size Kitap ve hikmet verdikten sonra nezdinizdekileri tasdik eden bir peygamber geldiğinde Ona mutlaka inanıp yardım edeceksiniz’ diye söz almış, ‘kabul ettiniz ve bu ahdimi yüklendiniz mi?’ dediğinde, ‘kabul ettik’ cevabını vermişler, bunun üzerine Allah: ‘O halde şahit olun; ben de sizinle birlikte şahitlik edenlerdenim’, buyurmuştu.” (Âl-i İmrân: 81). Bu ayete göre bütün Peygamberler Hz. Muhammed’in dönemine yetişmeleri durumunda O’na tâbi olmayı kabul etmişken o peygamberlerin ümmetlerinin Hz. Muhammed’in dînine tâbi olmakla mükellef olmadıklarını söylemek ne kadar tuhaftır.

Allah Teâlâ, Yahûdi ve Hristiyanların îmânlarının makbul olmasını Hz. Muhammed’e -sallallâhu aleyhi ve sellem- tâbi olmalarına bağlamıştır: “Onlar ki yanlarında Tevrat ve İncil’de yazılı bulacakları o Rasûle, o ümmî Peygambere ittiba’ ederler.” (A’râf: 157) Bu âyette sözü edilen peygamber kimdir? Hz. Mûsâ mıdır? Hz. Nûh ya da Hz. İbrâhim midir?

Hiç şüphesiz, burada zikredilen peygamber Hz. Muhammed’tir -sallallâhu aleyhi ve sellem-. Çünkü âyet-i kerîme o peygamberi ümmîlikle vasıflamış ve Tevrat ve İncil’de adının geçtiğini belirtmiştir. Bu vasıflara sahip olan peygamber de Hz. Muhammed’den başkası değildir. Allah Teâlâ burada peygambere imân etmekten veya risâletini tasdik etmekten değil de O’na tâbi olmaktan söz ediyor. Tabi olmak da O’nun getirdiği şerîatla amel etmek ve dînine sarılmaktır. Yoksa ittibâ içermeyen îmânın anlamı yoktur.
Allah Teâlâ şöyle buyurur: “Eğer onlar da sizin inandığınız gibi inanırlarsa doğru yolu bulmuş olurlar.” (Bakara: 137) Bu âyetin ifade ettiği gibi hidâyetin şartı Müslümanların îmân ettiği her şeye îmân etmektir ki Müslümanlar son peygamber Hz. Muhammed’e -sallallâhu aleyhi ve sellem- ve O’nun getirdiği İslâm dînine tâbi olurlar.

Nesh Meselesi

İhsan ŞENOCAK: Kur’an-ı Kerim’de hükmü kaldırılan/mensuh ayet var mıdır? Varsa neshi reddedenler neye dayanarak bu hakikate itiraz ediyorlar?

M. Ali SÂBÛNİ: Öncelikle şunu söyleyeyim ki neshi reddetmek icmayı reddetmektir. Çünkü red, hem mütekaddimun hem de müteahhirun ulemanın icmaına aykırıdır.
Nesh ile alakalı nasslar açıktır: “Biz bir ayetin hükmünü yürürlükten kaldırır veya onu unutturursak (ertelersek) mutlaka daha iyisini veya benzerini getiririz.” (Bakara: 106) Nitekim müslümanlar hicretten sonra on altı ya da on yedi ay Beyt-i Makdis’e doğru namaz kılmış daha sonra bu hüküm yürürlükten kaldırılmıştır.

İhsan ŞENOCAK: Neshi inkar edenler Beyt-i Makdis’e doğru namaz kılmanın Kur’an-ı Kerim’de olmadığını bu yüzden “artık yüzünü Mescid-i Haram tarafına çevir.” (Bakara: 144) ayetinin her hangi bir ayeti nesh etmediğini idda etmektedirler.

M. Ali SÂBÛNİ: Kur’an “(Ey Muhammed!) Biz senin yüzünün semaya doğru çevrilmekte olduğunu (yücelerden haber beklediğini) görüyoruz.” (Bakara: 144) diyor. Bu ayet delalet etmektedir ki Allah Resulü -sallallahu aleyhi ve sellem- Mescid-i Haram’a yönelmeden önce başka bir tarafa doğru namaz kılmakta idi. Bunun içindir ki, Mescid-i Haram’a dönmek için vahiy bekliyordu. Bu “yön” de önceki ve sonraki ulemanın icmaı ile Beyt-i Makdis’tir. Ayrıca “İnsanlardan bir kısım beyinsizler: yönelmekte oldukları kıblelerinden onları çeviren nedir? diyecekler.” (Bakara: 142), Yahudi ve münafıkların kıble değişince neler konuşacaklarını haber veren bu ayet de Beyt-i Makdis’e doğru namaz kılındığına delalet etmektedir.

İhsan ŞENOCAK: Buna göre Allah Resulü ve müslümanların Kabe’den önce Beyt-i Makdis’e doğru namaz kıldıkları mefhum olarak Kur’an-ı Kerim’de vardır dolayısıyla nesh karşıtlarının istidlalleri batıldır diyebiliriz.

M. Ali SÂBÛNİ: Evet… Kur’an-ı Kerim’in Yahudilerin “Muhammed’i önceki kıblesinden çeviren nedir?!” türünden konuşacaklarını haber vermesi sarih bir şekilde Beyt-i Makdis’e doğru namaz kılındığını göstermektedir.

Bu bir imtihandır. Allah Teala dilediği gibi hüküm koyar. Dilediğini helal yapar dilediğini haram. Modernistler bu noktada yeniden düşünmelidirler.

Nesh ile alakalı Kur’an-ı Kerim’de daha bir çok örnek vardır. Kocası ölen kadının iddetinden bahseden ayet iddetin bir yıl olduğunu söylerken sonra gelen ayet iddetin dört ay on gün olduğunu bildirmektedir. Bu açıkça bir nesihtir. Sonra gelen ayet öncekinin hükmünü yürürlükten kaldırmıştır. Zina da böyledir. İlk olarak zina eden kadınların evlerinde hapsedilmeleri emredilmişti. (Nisa: 15) Sonra gelen ayet zina eden bekar kadına yüz sopa vurulmasını emretmiş (Nur: 2) ve açıkça hapis hükmünü nesh etmiştir.
Yine Allah Teala bir ayeti başka bir ayetle değiştirdiğini bildirmektedir: (Nahl: 101).

İhsan ŞENOCAK: Modernistler bu ayetin (Nahl: 101) Mekke’de indiğini Mekki ayetlerde de nesh olmadığını dolayısıyla ayetin neshin isbatına delil olamayacağını söylüyorlar. Bu durumda ayet önce inmiş fakat sebebi sonradır denebilir mi?

M. Ali SÂBÛNİ: Evet! Allah Teala haber veriyor ki, nesh olacak ve buna itiraz edecekler. Muhammed bunu kendi nefsinden uyduruyor diyecekler. Bu ayet neshin olacağını ve gayri müslimlerin ne diyeceklerini önceden bildirmektedir. Olmadan önce haber veriyor ve diyor ki Allah Resulü’nün neshe dahli olmayacaktır. Çünkü Peygamberin görevi aldığı vahiyi tebliğ etmektir.

İhsan ŞENOCAK: Modernistler neshin varlığının kabul edilmesi durumunda Allah Teala’ya “beda” isnat edileceğini iddia etmektedirler. Neshin kabulü böyle bir hükme ihtimal verebilir mi?

M. Ali SÂBÛNİ: Allah Teala hikmeti gereği bir tabip gibi insanlığı tedavi etmektedir. Doktor bir hastaya tedavi sürecinde farklı ilaçlar kullandırır. Vücuttaki değişime paralel olarak ilaçların dozunu artırmakta ya da azaltmaktadır. Bu durum doktora cehalet isnat edilmesine sebep olabilir mi?! Allah Teala’da her şeyi en iyi bilendir. Cemiyetin durumuna göre hüküm ayetlerinde değişikliğe gitmiştir. Doktor önceden nasıl bir tedavi programı uygulaması gerektiğini bilir de Allah Teala bilmez mi?!

İçkinin haram kılınma sürecine bakın: Araplar bizim su içtiğimiz gibi içki içiyorlardı. Kur’an-ı Kerim’de onu tedricen yasakladı. Eğer ilk ayet “içki içmeyi terk edin.” şeklinde olsa idi, “onu bırakmayız” derlerdi. Bu örnek Allah Teala’nın hüküm koyarken insanların içinde bulundukları konumu dikkate aldığını göstermektedir. İnsanların talim ve terbiyesi de böyledir. Hayatın her aşamasında tedricilik vardır.

Hz. Aişe -radiyallahu anha- ilk olarak cennet ve cehennemden bahseden tergib ve terhib içerikli ayetlerin indiğini rivayet etmektedir. İman, insanların içine yerleşince helal ve haramla alakalı ayetler inmiştir. Tersi olsa idi insanlar ilahi emirlere karşı çıkarlardı.

 

İhsan ŞENOCAK: Günümüzde bazı tefsirciler Hz. Adem’in indiği Cennet’in, Kur’an-ı Kerim’de anlatılan cennet olmadığını, yeryüzündeki mamur bir bölgeden Hicaz’a gönderildiğini iddia etmektedirler…

M. Ali SÂBÛNİ: Hz. Adem’in dünyaya gelmeden önce içinde yaşadığı yer müminler için hazırlanan ve inanların içerisinde ebedi olarak kalacakları Cennet’tir. Hz. Adem’i yeryüzünde yaratan Canab-ı Hakk, O’na semada secde edilmesini emretti. İblis hariç herkes secde etti. Dolayısıyla yeryüzündeki bir bahçeden indirildiği iddiası yanlıştır.

İhsan ŞENOCAK: Hz. Adem’in indiği Cennet’ten bahseden ayette orada acıkma ve susama gibi hasletlerin olmadığından bahsedilmektedir. Dünyada acıkmadan ya da yemeden yaşayan hiçbir canlının olmadığı düşünüldüğünde Kur’an-ı Kerim açık bir şekilde Hz. Adem ile Havva’nın bilinen Cennet’ten çıkarıldıklarını bildirmiştir denebilir mi?

M. Ali SÂBÛNİ: Müfessirlerin tamamı bu Cennet’in müminlerin içerisinde ebedi yaşayacakları uhrevi cennet olduğunda hem fikirdirler. Çünkü; ayette anlatılan vasıflar başka hiçbir yere uymamaktadır. (Taha, 118/119) Kur’an-ı Kerim önce “Sen ve eşin Cennet’te kalın…” diyor ardından “orada acıkma ve susama” olmadığından bahsediyor. Dünyada acıkmanın olmadığı bir yer ya da susamayan hiçbir insan yoktur. Krallar ve devlet başkanları dahil yeryüzünde acıkmayan, susamayan, güneşin isabet etmediği tek bir şahıs gösteremezsiniz. Bu vasıflar ancak ebedi olan cennete uymaktadır.

İhsan ŞENOCAK: Cenneti tartışanların önemli bir bölümü, kafirler için cehennemin ebedi olmasına da itiraz ediyorlar…

M. Ali SÂBÛNİ: Bu, insanların akıllarına hükmeden şeytana ait bir sözdür. Cehennemin ebediliği gaybi bir konudur bu yüzden de gaybı bilen Allah Teala’ya bırakılmalıdır. Sadece biz O’nun -celle celaluhu- cennet ve cehennemin ebedi olduğunu bildiren sözünü naklederiz.
Cenab-ı Hakk’ın bu konudaki hükmüne itiraz edenler ölümün olmadığı ahiret gününde cennet ehlinin cennette, cehennem ehlinin cehennemde ebedi kalacaklarını göreceklerdir. Kur’an durumuna göre cehennem ehlinin orada ebedi kalacağını, cennette olan kişinin de oradan çıkarılmayacağını bildirmektedir: (Hicr; 48). Dilediğini yapan Allah Teala Kur’an’da neyi, nasıl bildirdiyse müminler O’na iman ederler.

İhsan ŞENOCAK: Eserlerinizi okuyan ya da İnkişaf vesilesi ile sizi tanıyan okurlarınıza neler söyleyeceksiniz?

M. Ali SÂBÛNİ: Allah Teala hepimizi itaat, ibadet ve faydalı ilmi tahsil etmede muvaffak kılsın. İlmi sadece “ilahi rıza” için okumalarını onlara tavsiye ediyorum.
Eğer Allah Teala katında ilimden daha değerli bir şey olsa idi, Resulü’ne -sallallahu aleyhi ve sellem- onu emrederdi. Fakat O’na malımı ya da makamımı artır diye değil “ilmimi artır” (Taha; 114) diye dua etmeyi emretmiştir.

Cahiliyye devrinde Araplar taşlara ibadet ediyor, Kabe’yi de analarından doğduğu gibi çırılçıplak tavaf ediyorlardı. Onları böyle yapmaya şeytan ikna etmişti. İnsanlara gelip: “Nasıl elbiselerin içerisinde tavaf edersiniz. Allah’a asi oldunuz. Hemen elbiselerinizi çıkarın, öyle tavaf edin.” dedi. Erkekler çırılçıplak, kadınlarda avret yerlerini elleriyle kapatarak tavaf ederlerdi. Tavaf eden kadınlar şu şiiri okurlardı:
Bu gün bir kısmı ya da tamamı ortaya çıktı,

Görünen kısmı kimseye helal kılmıyorum.

Kur’an-ı Kerim cehalet üzerine ibtina eden bu davranışa “fahişe/çirkin amel” diyor.(A’raf, 28) Üstelik İbn Abbas’ın naklettiğine göre bu çirkin ameli onlara Allah Teala’nın emrettiğini söylemekte idiler.
Cahilliye kültürünün esasında, h akikati çarpıtma ve kendi değer yargılarına göre şekillendirme vardır.
Hadiseye İslam zaviyesinden bakıldığında insan fıtratıyla birebir örtüşen bir güzellikle karşılaşıyorsunuz. Hac ya da umre yapılacağı zaman dünya elbiseleri çıkarılacak fakat yerine mahşeri çağrıştıran izar ve ridadan oluşan iki parça elbise giyilecek.

İnsanlar ilmi derinliğe ulaşırlarsa şeytan onlar üzerinde ki tasarrufunu büyük oranda kaybeder. Bunun içindir ki Allah Resulü şöyle buyurmuştur: “Şeytana bir fakih bin abitten daha şedid gelir.”

İhsan ŞENOCAK: İlim yolcuları modern dünyada müstakim duruşlarını koruyabilmeleri için nasıl bir yöntem benimsemelidirler?

M. Ali SÂBÛNİ: Talebeleri kalbinde eğrilik olan (Al-i İmran: 7) kişilerin eserlerinden korumalıyız. Onları bidatçıların kitaplarıyla baş başa bırakmamalıyız. Çünkü; onlar Müslümanları “din” ve “ilim” adına sömürüyorlar.
Hevasına ya da oryantalistlerin usulüne göre Kur’an-ı anlamada ısrar eden bu kişiler İblis’in öğrencileri konumundadırlar.

İhsan ŞENOCAK: Hocam sohbete başladığımız andan şimdiye kadar saatler geçti, gece yarsı oldu. Sohbet ve misafirperliğiniz için teşekkür ederim.

M. Ali SÂBÛNİ: Ben teşekkür eder Cenab-ı Hakk’tan hepimizi muvaffak kılmasını temenni ederim.


Bu yazı ihsansenocak.com sitesinden alıntılanmıştır
Devamını Oku »

Teknoloji ve Yabancılaşma

Teknoloji ve Yabancılaşma

Burada Heidegger’in romantik bir teknoloji karşıtlığı yaptığı­nı düşünenler olabilir. Teknolojinin yarattığı sanal mutlulukları eleştirmek bir kolaycılık gibi görünebilir. Fakat Heidegger’in yapmak istediği başka bir şey. Bunu iki başlık altında ele alabiliriz. Birincisi, teknolojinin artık kontrol edilemez bir olgu haline geldiği ve hayatımızın her alanına girdiği gerçeğidir. Bunu kabul ve itiraf etmek, teknolojinin tabiatı hakkında sağlıklı bir fikir edin­memize yardımcı olabilir. İkinci husus, teknolojinin mümkün ve giderek zorunlu hale getirdiği ilişkiler biçiminin niteliği üzerinde düşünmektir. Hayatımızı kolaylaştırmak için ürettiğimiz araçla­rın giderek nasıl yaşadığımızı, nasıl davrandığımızı, nasıl düşün­düğümüzü belirlemeye başlaması tehlike çanlarının çalması için yeterli bir işarettir. Zira genetik mühendisliğinden nükleer silah­lara, bireysel bilgisayar kullanımından giderek programlı hale gelen yaşam tarzımıza kadar her şeyimiz, artık kendi ellerimiz­le ürettiğimiz teknolojiler tarafından belirlenmektedir, insana hizmet etmesi beklenen araçlar, artık insanın tabiatım, ruhunu, zekasını, aklını, vicdanını, duygularını kısacası onun varoluşsal niteliklerini şekillendirmektedir. Bu tehlikeli gidişin sonunu kes­tirmek mümkün değil. Heidegger’e göre varlığı bir bütün olarak kavramayı hedefleyen bir tefekkür çabasının, bize teknolojiyi kullanırken, ondan bağımsız kalabilmenin yollarım da gösterme­si gerekir.

Bunun yolu, teknolojinin gündelik hayatımıza girmesine izin vermek; fakat aynı zamanda onu, hayat alanımıza giren diğer varlıklar gibi olması gereken yerde bırakmaktır. Çünkü teknolo­ji ve diğer varlıklar kendi başlarına mutlak olmadıkları gibi son tahlilde “daha yüksek bir ilkeye" bağlıdırlar. Heidegger, insanın “özünü” garanti altına alacak olan bu tavra, “varlıklara karşı ra­hat ve kayıtsız olma" (Die Gelassenheit zu den Dingeri) adını verir. Heidegger'in küçük kitabının Almanca aslının ismi de budur: Die Gelassenheit. Teknoloji dahil bütün şeylerin kendi varlık alanımıza girmesine izin veririz, izin verme yetkisi bizde olduğu müddetçe, izin verdiğimiz şeylere karşı özgürlüğümüzü muhafaza edebiliriz. Sufilerin diliyle bu, dünyada olmak ama dünyadan olmamaktır.

Heidegger’in bu ‘kayıtsızlık’ tavrının, romantik teknoloji eleş­tirilerini aşıp aşamadığı tartışılabilir; Fakat şurası kesin: Heideg­ger teknolojiyi, yaşadığımız çağın ruhunu yansıttığı için bu kadar önemsiyor ve eleştiriyor. Ona göre ''çağımız, makinelerin hü­kümran olduğu bir yüzyıl olduğu için teknoloji çağı değildir; çağı­mız, bir teknoloji çağı olduğu için makineler hükümran olmuş­tur (What is Called Thinking, s. 24). Yani bu çağa ruhunu veren, teknolojik ürünlerin hayatımızı istila etmesi değildir. Tersine teknoloji çağı” ortaya çıktığı için makineler hükümran olmaya başlamıştır, önemli olan, işte çağın bu ruhunu anlamak ve onun insanın tefekkür çabası, hakikat arayışı ve varlık karşısındaki du­ruşunu nasıl derinden etkilediğini görmektir. Dolayısıyla Heideg­ger'in teknoloji hakkında söylediklerini başka büyük ve büyülü kurgular, globalleşme, kapitalizm, uluslar-ötesi şirketler, eğlence kültürü, sanal âlemler, televole kültürü, vb. hakkında da söyleye­biliriz.

Heidegger’in burada işaret ettiği konu, temelde yabancı­laşma sorunudur. Yabancılaşma kelimesini kullanmamasına rağmen Heidegger'in yaptığı tasvirler, Marx’in yabancılaşma tanımıyla kayda değer benzerlikler arz ediyor. Marx’in yaban­cılaşmayı nasıl tanımladığını hatırlayalım: Yabancılaşma, insa­nın kendi eliyle ürettiği şeyleri kontrol edemez hale gelmesi ve onların tahakkümü altına girmesidir. Marx'a göre kapitalizm böyle bir sosyo-ekonomik düzen üretmiştir. Bu düzen, zamanla insanı aşmış ve onu tanımlar hale gelmiştir. Benzer bir durum, Heidegger'in yaptığı tasvirde ortaya çıkıyor: insanlığın kaderinin teknolojinin sınır tanımaz gücüne bırakılmış olması, bizi hem kendimize hem de kendi elimizin eseri olan teknolojiye karşı ya­bancılaştırmaktadır.

Heidegger’in kaygısı, insanı kendine karşı korumaktır. İnsan­daki iyi özün yanında varolan yıkıcı eğilimler, her tür kötülüğü, yıkımı, akıl dişiliği ve gayri insaniliği meşrulaştıracak imkanlara sahiptir. Tarih, insan eliyle yapılan yıkımların rasyonelleştiril­mesinin örnekleriyle doludur. Bu manada insanın, dışarıdaki tehlikelerden daha çok kendi içindeki canavara karşı korunması gerekir. Heidegger’e göre bu yolda atılacak adımların başında, tefekkürî düşünme modelini yeniden keşfetmek gelmektedir. Zira insanlığın önündeki asıl büyük tehlike ne üçüncü dünya sa­vaşı ne de nükleer silahlanmadır. Asıl tehlike, bütün bunları ve daha kötüsünü mümkün kılan tavır ve duruştur; yani insanın he­sapçı düşünmenin yegane düşünme tarzı olduğuna inanması ve L her şeyi araçsallaştırmasıdır.

İbrahim Kalın-Akıl ve Erdem

 

 

 

 
Devamını Oku »

Mevlana akla karşı mıydı?

Mevlana akla karşı mıydı?

Mevlana akla karşı mıydı? Bunu cevaplandırmadan önce, so­runun ihtiva ettiği çelişkiye işaret etmek gerekir. Bir insanın akla karşı olması ne demektir? Aklını ve dilini kullanan bir insanın akla külliyen karşı olması mümkün müdür? Mevlana aklı aşk va­disinde çamura saplanmış bir merkebe benzetirken de şüphesiz aklını kullanmaktadır. Ama bu sonuca, daha büyük bir atıf çerçe­vesinden hareketle ulaşmaktadır. Sorun aklın varlığı değil, onun bilgi hiyerarşisinde nerede durduğuyla ilgilidir. Akla taşıyabile­ceğinden daha fazla yük yüklediğimizde, aslında akla da insana da haksızlık etmiş oluruz. Yaratılmış her varlık gibi aklın da bir yeri var. Önemli olan bu yeri doğru tespit etmek ve her şeyi yerli yerine koymak. Zaten adalet kelimesinin anlamı da ‘her şeyi yerli yerine koymak’ değil midir?

Mesnevide şöyle denir:

Akıl vardır, güneş gibi; akıl vardır, Zühre yıldızından da aşağı­dır, akan yıldızdan da

Akıl vardır, hoşça yanan kandil gibi; akıl vardır, ateş yalımı gibi,

‘’Güneş gibi aklın önünden bulut kalktı mı Allah'ın nurunu görür, ondan feyz alır

Cüz î akıl, [külli] akim adını kötüye çıkarmıştır Dünya isteği, inşam isteksiz hale getirmiştir’’

Pek çok arif gibi Mevlana da bizatihi akla karşı değildi. Ak­lın mutlaklaştırılıp ilahlaştırılmasına ve insanın varlığın yegane mutasarrıfı haline getirilmesine karşıydı. Bu noktayı açıklığa ka­vuşturmak için Mevlana cüzi akıl ile külli akıl arasında bir ayrım yapar. Cüzi akıl, bilen öznenin bilme yetisine, idrak kabiliyetine atıfta bulunur. Bu akıl, tanımı gereği bireyseldir ve sınırlıdır. Bu akıl aynı zamanda heva ve heveslerin kışkırtması karşısında za­yıftır. İlkeyi çıkarın, değeri hissin, doğruyu arzunun üstüne çıkar­tacak güçten yoksundur. Külli akıl ise bütün akılların feyz aldı­ğı ilkeler bütününü ifade eder. Cüzi akıl analiz yapıp parçalara bölerken, külli akıl parçaları birleştirir; bizi tekrar bütünlüğe geri götürür. Mevlana şöyle diyor:

‘’Padişah ruh gibidir, vezirse akıl. Bozuk akıl, ruhu kötü yola sürükler

Akıl meleği Harut’laşınca, yüzlerce isyankâra sihir öğretmeye başlar

Ey sultan, kendine cüz’î aklı değil, külli aklı vezir yap Hevanı kendine vezir yapma (...)

Akıl iki gözünü de işin sonucuna dikmiştir. O gül için dikenin çilesini çeker

Güzün solmayan, dökülmeyen bir güldür.’’

Mevlana aynı bahsi Fihi Mafih’teki sohbetinde şöyle anlatır.

(...) Mustafa'ya (Tanrı’nın selam ve salatı onun üzerine olsun) ümmî derler. Fakat bu, yazıyı ve bilgileri bilmediği için değildir; yazısı, bilgisi ve hikmeti anadan doğma olup, sonradan kazanıl­mış olmadığı için ona ümmî derlerdi. Ayın üzerine sayılar yazan bir kimse yazı yazamaz mı? Dünyada onun bilmediği ne var ki?

Hepsi ondan öğrenirler; cüzi aklın, külli külli akılda olmayan nesi var acaba? O görmediği bir şeyi Kendisinden bulmak, yaratmak kabiliyetini taşımaz. Bu insanların yazdıkları kitaplar, yeni hen­deseler ve yeni binalar, yeni eserler değildir. Onlar, buna bir şey ilâve edememişlerdir. Kendiliklerinden yeni bir şey bulanlar külli akıldır. Çünkü cüzi akıl öğrenmeye ve küllî aklın Öğret­mesine muhtaçtır.

Akl-ı külli öğretmendir. Onun öğrenmesine lüzum yoktur.’’

Bu ayrrıma göre cüzi akıl, tek tek varlıkları (mevcûdâtı) tahkik eder ve anlamaya çalışır. Varlığı (vücûd) bir bütün olarak kavra­yan ise külli akıldır. Cüzi akıl bize araçsal bilgi verir; külli akıl ise esasa, öze, cevhere ait olan irfanı. Cüzi akıl hayatımızı tanzim et­mek için gereklidir. Fakat hayatımızın anlamını ve bütünlüğünü ortaya koyan külli akıldır. Külli akıl bütündür; cüzi akıl parçadır. Cüzi akıl fer, külli akıl asildir. Parça ile bütün arasındaki ilişki gibi, cüzi akıl ile külli akıl arasında bir uyum ve bütünleyicilik ilişkisi vardır.

Mevlana devam ediyor:

Bunun gibi bütün, ilk önce var olan şeyleri inceleyecek olursan aslı ve başlangıcı da vahiydir ve nebilerden öğrenilmiştir. Nebi­ler akl-ı külldür. Meselâ karga hikayesinde: Kabil, Habil’i öldür­müş ve ne yapacağını şaşırmıştı. Bu arada bir karga da başka bir kargayı öldürmüştü. Kabil karganın toprağı eşerek, ölü kargayı oraya gömdüğünü ve üzerine toprak örttüğünü görmek sure­tiyle mezar yapmayı ve ölüyü gömmeyi ondan öğrendi. Bunun gibi bütün sanatlarda da her cüzi: akıl sahibinin öğrenmesi gerekir. Akl-ı kül her şeyi ortaya koyan, bulan, meydana geti­rendir. Akl-ı küllüi akl-ı cüz’iye bağlayan, veliler ve nebilerdir. Meselâ el, ayak, göz, kulak ve insanın bütün duygulan kalpden ve akıldan öğrenmek kabiliyetini taşırlar. Ayak yürümeyi, git­meyi akıldan; el tutmayı, kalpden ve akıldan öğrenirler. Fakat eğer akıl ve kalp olmazsa, bu duyguların hiçbiri çalışmaz ve hattâ bir iş yapamazdı. İşte senin bu cismin de aklına ve kal­bine nısbetle kesif ve kabadır. Akıl ve kalbin ise lâtiftir. Bu kesif cismin, lâtif olanla kaimdir; tazeliği, letâfeti onun sayesindedir.

Onsuz tembel, işlemez, pis, kirli ve yersizdir. Cüzî akıl da, külü akla nispetle âlettir. Ondan öğrenir, faydalanır...’’

Cüzi akıl kendini külli aklın yerine koyduğunda istikametini kaybeder. Mevlana’nın eleştirdiği ve yer yer aşağıladığı akıl işte bu akıldır. Mevlana rasyonalist filozofu eleştirirken de bu tehlike­ye dikkat çeker. Varlığı, bilgiyi, manayı, değeri, kısacası anlam sa­hibi her varlığı bilen öznenin aklına indirgemek, Molla Sadra’nın ifadesiyle “varlığın ufkü’nu kendi mukayyet ufkumuzla sınırla­mak anlamına gelir. Böylece modern özne varlığın yerine kendini ve kendi nefsini ikame etmiş olur. Fakat bu adımı attığımız anda artık solipsizmden kurtulmak imkansız hale gelir. Varlığın yeri­ne kendi benini koyan bir özne, varlığı değil ancak kendini bilir. Varlığın anlamı diye kendi idrak biçimlerini takdim eder. Onto- lojik manada subjektivizmi imkansız hale getiren, hümanizmin bu boyutudur.

Bütünü parçaya göre tanımlamak manasına gelen hümaniz­mi Mevlana’nın düşünce örgüsüyle telif etmek mümkün değil­dir. Mevlana’nın Mesnevide ve Divan-i Kebirde insanın maka­mı, sülûku, hayat serüveni, mertebeleri ve halleri üzerine yaptığı gözlem ve tahlillerin hiçbiri, “sadece insan” yahut “insan her şe­yin ölçüsüdür” felsefesiyle asla uyuşmaz. Mevlana insan derken, beşer in bir adım önünde ve bir derece üstünde olan insan mer­tebesine atıfta bulunur. Hepimiz insan kelimesini kullanırız ama ona yüklediğimiz anlamlar farklıdır. Tıpkı Huda kelimesi gibi:

‘’Kafir de mümin de Huda der

Fakat ikisi arasında büyük fark vardır

Dilenci ekmek için Huda der

Gerçek mümin, canının özünden Huda der’’

Beşer ile insan arasındaki fark, iki farklı varoluş ve idrak dü­zeyine atıfta bulunur. Beşer mertebesindeki insan, hakikatinin ancak çok küçük bir kısmına vakıftır. Biyolojik bir varlık olarak beşer, manevi bir varlık olarak insan mertebesine ancak kendini hakikat aynasında gördüğü zaman ulaşır. Aristo'nun bütün varlıkların yaşadığı “hayat" ile insanın yaşaması gereken “iyi hayat” arasında yaptığı ayrım gibi, insana yakışan da beşer makamın­dan insaniyet mertebesine çıkmaktır.

Mevlana diyor ki:

‘’Eğer insanlık âdemin suretinden ibaret olsaydı Ahmed ve Ebu Cehl aynı olurdu.’’

Aynı husus Mesnevi'nin bir başka yerinde şöyle ifade edilir:

‘’Ey kardeşim! Senin aslın düşünceden ibarettir Geriye kalan et ve kemik Eğer düşüncen gül ise, bir gül bahçesi olursun Düşüncen diken ise, o zaman sen ancak külhan yakıtısın Gülsuyu isen seni başlarına ve yüzlerine sürerler idrar gibiysen seni dışarı atarlar.Aktarların önündeki tablalara bir bak aynı cinsten olan ürünleri yan yana koymuşlar.’’

İnsan daha büyük bir bütünün bir parçası olduğu için, âlem üzerinde mutlak tasarruf hakkına sahip değildir. Bu yüzden akim varlığa ilişkin önermeleri, kabulleri ve sonuçları ancak bu bütü­ne atıfla anlam kazanır. Varlığa bütün olarak bakan bir düşünce mektebinden salt akılcılığın çıkması mümkün değildir. Zira akıl da son tahlilde sınırlı bir melekedir. Sınırlı sonlu olanın, sınırsız sonsuz olanı kuşatması mümkün müdür?

Mevlana parçanın ancak bütüne nispetle anlamlı olduğu, bü­tünün ise parçaların rengini ve kokusunu taşıdığı ilkesiyle hare­ket eder. Kendini kendinden daha fazla ve büyük bir gerçekliğin parçası olarak gören insan, kendi dışındaki ‘ötekilere' hasım gö­züyle bakmaz. Yahut onlarla kendi arasındaki farkı ve mesafeyi bir gerginlik ve çatışma unsuru olarak görmez. Bu ‘öteki'; kültü­rel, dinî, siyasi yahut kozmik öteki olabilir. Önemli olan bu farkı ortadan kaldırmak ve nihilist bir liberalizme kapı aralamak değil,nasıl bir bütünün parçası olduğumuzu görebilmektir. Mesnevi’ de söyle denmiştir:

‘’Değil mi ki yaratılmışız, yaradan değiliz Aciz ve  kanaatkar (kullardan) başka bir şey değiliz.’’

Mevlana akla sınır çizerken bunu aklı da ikna ederek yapmaya  çalışır. Bunun için pek çok akli delil sıralar. Bazen akla karşı sert çıkar. Ona adeta “haddini bil!" diye haykırır. Şu dizelerde olduğu gibi:

‘’Kurnazlığı satıp hayranlık al. kurnazlık zan, hayranlık bakıştır Aklı Mustafa’nın huzurunda kurban et ve de ki Allah bana yeter!                                                                                                                     j

(...) sana bir sır söyleyeceğiz:

Aklı bir kenara bırak da akıllan kulağını kapat da kulak ver.’’

Mevlana'nın bu tavsiyesine göre insan, cüzi aklın dar kalıpla­rına kendini hapsetmemeli, külli akim engin ufkuna doğru kanat açmalıdır. Aklın farklı manaları ve mertebeleri arasındaki fark, farklı idrak ve ifade düzeylerinin varolduğu gerçeğinden kay­naklanır. Nasıl varlıklar belli bir düzene göre tanzim olunmuş­sa (merâtibulvücûd,), akılların da bir idrak düzeyi (merâtibu’l- ukııl) vardır. Mevlana akılcı filozofun dikkatini bu tehlikeye çeker ve yine akıldan feragat etmeden bir tavsiyede bulunur:

‘’Kanatları çıkmadan yükseğe uçup da tehlikeye düşen kuşun vay haline!

Akıl, kişinin kanadıdır. Akıl olmayınca bir kılavuzun aklına uymak gerek.

 

İbrahim Kalın,Akıl ve Erdem
Devamını Oku »