Nesneler Dünyası

Nesneler Dünyası

Bizim hayatla ilişkimizi tesis eden şeyler, teşkil eden şeyler nesneler değil aslında. Bu bir nesneler dünyası ve biz nesneleri önceleyerek, önplana alarak, belki kutsayarak, böyle bir hayatı yaşıyoruz. Bunun başka türlüsü mümkün değil. Ama insanı götürdüğü nihai nokta da “sekülerleşme”den başkası değil. Şimdi belki vurucu bulduğum için çok sık tekrar ettiğim bir rivayet var. Efendimiz (s.a.v), Hz. Sevban’a hitaben buyuruyor ki: “Yiyicilerin, bir yemek çanağının başına birbirlerini çağırdıkları gibi, milletler de sizin üstünüze birbirini çağırdığı zaman haliniz nice olur?” “Niye Yâ Rasûlallah? Bizim o zaman sayımız az mı olacak?” diye soruluyor. Efendimiz: “Yok ama kalbinizde vehen olacak” buyuruyor. O nedir? “Ölümü sevmemeniz, ölümden ikrah etmeniz ve dünyayı sevmeniz; dünyaya bağlanmanız.”

Bu İslâm’ın dünyaya bakışının ayrılmaz bir parçasıdır. Bizim dünyayla ilişkimiz ahirete yatırım yapmamızı mümkün kılacak ölçüyle sınırlı olmuş. Yani İslâm âlimi geçmişte bilimsel bilgi diyebileceğimiz alanla uğraşmamış mı? Uğraşmış. Hastalığı tedavi etmiş, dokunmuş, akupunktur yapmış, teşhis-tedavi yöntemleri geliştirmiş; ama hayatı asla böylesine mutlaklaştıracak şeyler yapmamış.

Mesela ben hep şunu düşünüyorum. Biz geçmişte matbaanın – ki matbaa önemli bir göstergedir— İslam dünyasına üçyüz sene dörtyüz sene geç girmesini hep belli bir ideolojik okumayla izah ettik. Yani Müslümanlar uyudu, bunun önemini fark edemedi yahut tutucu ulema vardı, buna “gâvur icadıdır” dediler… İyi de burada bir dünya tasavvuru yok mu? İnsan-eşya ilişkisi konusunda önemli ipuçları elde edeceğimiz bir duruş yok mu? Hangi dönemden bahsediyoruz? Osmanlının en muhteşem dönemlerini yaşadığı bir zaman diliminden. Yani hiç mi bu matbaanın hayatiyetini fark eden biri çıkmadı? Niye bunu bu şekilde kategorize ettiler, lanetlediler, reddettiler ve bünyeye bunu dâhil etmediler? Bunun önemli bir ontolojik sebebi olmalı. Neden direnmişler? Nihayetinde bir matbaadır; alırsın kullanırsın, sen de bundan istifade edersin. Yani bugün bize öyle izah edilemeyecek bir şey gibi, primitif bir bakış gibi geliyor bize. Yahu ne varmış bunda; alsalarmış üçyüz sene önce bizim de kitaplarımız basılırmış. Anlayamıyoruz. Niye reddetmişler? Niye direnmişler?

Çünkü burada bizim varlık anlayışımızı, dünya tasavvurumuzu ve eşya ile ilişki biçimimizi yansıtan bir tavır var. Bunun bir yansıması olarak “sahafın, kitapçının gayr-i müslime, kâfire, müşrike Kur’ân vermesi/satması haramdır. Hatta fıkıh kitabı satması haramdır” Bu nasıl bir şey? Bu nasıl bir bakış?! Hakikaten ben bunu bugün şu bulunduğum noktada izah edemiyorum. Bir Müslümanı böyle bir bilinç durumuna, şuur durumuna ulaştıran /götüren algı durumu nasıl bir şeydir?! Buradan bakınca şöyle demek çok mümkünmüş gibi görünüyor: “Mesela bir gayr-i müslime tebliğ yapacaksın. Al ver ona okusun… Hayır, müşrike Kur’ân veremezsiniz, haramdır!… Enteresan bir şey bu… Üzerinde ne kadar durulsa sezadır…

İsmet Özel’in bir tespitini sık sık zikrediyorum: “Bir sistemi değiştirmek için o sistemi tanımak lazım, tanımak için içinde yaşamak lazım… İçinde yaşadığınız bir sistemin de parçası olmak durumundasınız. Ama bu noktadan itibaren artık onu değiştirmeniz söz konusu olmaz. Çünkü artık siz de onun bir parçasısınız. Böyle bir dilemma yaşıyoruz. Böyle bir ikilem, böyle bir çıkmaz yaşıyoruz. Bu verili hayat bize öyle bir dayatmış ki kendini, hayatımızın her alanında, her hücresinde, her safhasında işgal ettiği bir yer var. Ve biz şu anda bundan kendimizi soyutlamanın gene soyut fikir jimnastiğini yapıyoruz; Bu mümkün müdür?

Ama bunu bizim tartışarak kabul etmediğimiz de bir gerçek. Biz hakikaten, tartışarak, düşünerek, sorgulayarak, muhakeme ederek mi kabul ettik bu hayatı? Buna razı olarak mı kabul ettik, yoksa bu bize dayatıldı ve çaresizlikten kabul etmek zorunda mı kaldık. Bir de kolaylaştırıcı ve insanı cezbeden bir tarafı da var. Ona kapılarak “Tamam” dedik… “Bunun neresi gayr-i İslamî?”

Şimdi siz bana uzayı kirletmeyen ve ekolojik dengeyi bozmayan bir teknoloji modelinin imkânını gösterin, ben bütün bu söylediklerimi geri alacağım.

Şundan bahsediyorum… İbn Hacer “Humma hastalığından ölen şehittir” hadis-i şerifinin tariklerini toplamış ve “bu hadis mütevâtirdir” diyor. Şimdi biz bunun üzerine şöyle diyebilir miyiz? “O dönemde humma hastalığının çaresi yoktu. Tedavi edilemiyordu. Efendimiz de bunu insanların bilincine, şuuruna kabul ettirmek için, “Direnmeyin. Bundan ölürseniz şehit olursunuz” demek istemiştir. Biz Müslümanlar olarak humma hastalığına bir kutsiyet atfettik. “Bundan ölen şehittir” dedik…

Böyle bir şey söyleyebilir miyiz?

Peki siz tedavi yöntemlerini ne kadar geliştirirseniz geliştirin bir adam hummadan öldüğü zaman o hâlâ şehit midir? Şehittir diyorsanız modernite açısından sizin hastalık tanımınızda bir sakatlık var. Bir hastalıktan ölen bir adam şehit oluyorsa o hastalıkta bir fazilet var demektir. Bir tarafta hastalığa bir tür fazilet atfeden bir anlayış var, öbür tarafta hastalığın kökünü kazımaya azmetmiş bir tıp anlayışı var.

Temel sıkıntımız şu… Bu meseleleri bu seviyede, bu ciddiyette konuşmaya çok ihtiyacımız var. Ama sıkıntımız, farklı bir dünya tasavvuru ve ifadesi konusundaki sınırlanmışlığımız, çerçevelenmişliğimiz… Yani bizim önümüze neyi ne kadar algılayacağımız konusunda da birileri bir şey koyuyor; Bize diyor ki: Şunu şu kadar düşünün, bunu bu kadar düşünmeyin… Ben şu konuştuğumuz çerçevede zihnimizin tamamen olması gereken evsafta olduğunu da düşünmüyorum.

Efendimiz Aleyhi’s-Salâtü ve’s-Selâm, kral peygamber mi kul peygamber mi olma konusunda muhayyer bırakıldığını ve kendisinin kul peygamber olmayı seçtiğini söylüyor. Genel olarak İslâm nasslarında, Kur’ân’da, Sünnet’te dünya hayatına biçilen değer ile âhirete yapılan vurgu karşılaştırıldığında biz hâl-i hazır durumun dünyaya fazlasıyla vurgu yapmanın, fazlasıyla ehemmiyet atfetmenin, fazlasıyla dünyasallaşmanın sonucu olduğunu söylemek zorundayız. Yani bu dünya hayatına hak ettiğinden fazla önem verirseniz bunlar mümkündür. Bunlara İslami bir kılıf da geçirebilirsiniz. Bu da mümkündür.

Şu toplumda, “Şu anda, şu saatte, şu saniyede şehid olmaya hazır kaç kişi var?” diye bir referandum yapsanız çok sukut-i hayale uğratan sonuçlar alırsınız. Çünkü biz dünyaya öyle bir bağlanmışız ki şehid olmak bizim için çok uzak. Hatta şehid olmayı bırakın normal ölümü bile çoğu zaman kendimize yaklaştırmıyoruz. Ölümle bizim aramızda hiçbir irtibat yok. Hemen şu anda ölebiliriz… Bir saniye sonra ölebiliriz, ama buna hazırlıklı bir şuur yapımız yok..

Ama şunu da gözden uzak tutmayalım. Eğer sahâbenin, sonraki nesillerin cihada verilmesi gereken ehemmiyeti vermeleri olmasaydı biz bugün hayatta olmayacaktık. Yani hayatla ve ölümle ilişkimiz sağlıklı, olması gereken İslâmî zeminde midir ben dundan hâlâ kuşkuluyum. Bunu söylerken bütünüyle bizi kuşatan, bize değer yargıları ve hayat tarzı telkin eden, dayatan bir “matrix sistemi”nden bahsediyoruz
Devamını Oku »

Modernizm

ModernizmModernizm, yeni bir İslam tanımı üzerine kurulu bir paradigmadır. Geçmişte anlaşılan, inanılan ve yaşanan İslam'dan hemen her şeyiyle farklı bir tasavvur bu. Yani siz bu hayatta diyelim ki Mâiz b. Mâlik (r.a)'ın zina ettikten sonra gidip "Yâ Rasûlallah beni temizle" demesini, günümüzde herhangi bir Müslümana çok kolay izah edemez, kabul ettiremezsiniz. Özellikle hadler modern insan için çok temel, önemli bir problem… Bunu kabul edemiyor modern Müslüman… Dolayısıyla bu zihniyetini oluşturan modern değerlerle çatışmayan bir İslâm kabul etmeye, böyle bir İslâm tasarlamaya kendisini zorluyor… Bununla çatıştığı anda rivâyetse reddediyor, âyetse tarihsellikle niteliyor… Yaşadığı hayatı esas kabul edip nassları ve ilkeleri buna göre yorumlamaya zorluyor kendisini. Aslında yaşadığımız hadise bunda ibaret. Yani sistemin, resmî söylemin bize dayattığı bir modernite versiyonu var bir de Müslümanların kendi çıkış arayışları sonucunda kendiliğinden oluşuveren bir şeyler var…. Bu da bir modernitedir… Doğru… Ama tasdik edilebilir bir modernite mi?

Modernitenin kendisi bir kere ontolojik olarak problem. Onun için bu yaşadığımız hayatı içselleştirme, "meşrulaştırma" arayışının bir sonucu. Bu hayatı biz nasıl Müslümanlığımızla barıştırabiliriz? Ya da Müslüman kalarak bu hayatı nasıl içselleştirebiliriz?

Bizim temel Müslüman kimliğimizle ilgili olarak, âyet-i kerîme mümini tarif ederken – belki biraz fazla teorik olacak ama – {كنتم خير أمة أخرجت للناس تأمرون بالمعروف وتنهون عن المنكر وتؤمنون بالله} (Âl-i İmrân, 110) diyor. Burada iki tane özellik sayıyor. Birisi imanla ilgili; itikadiyâtı çerçeveliyor, diğeri ise hayata dönük; emr-i bi'l-marûf – nehy-i ani'l-münker… İşte biz bundan vazgeçiyoruz… Yani birincisini kabul ediyoruz, ikincisi bizi zorladığı için reddediyoruz. Hatta – Allahu a‘lem— bu iki hususun âyet-i kerîmede böyle bir sıralamayla zikredilmiş dolmasında da önemli bir mesaj, hikmet vardır diyebiliriz. Önce emr-i bi'l-marûf – nehy-i ani'l-münker, ardından Allah'a iman zikredilmiş… Belki ikincisini hayata intikal ettirmek daha kolay. Çünkü toplumsal hayata –en azından doğrudan– sirayeti yok. Ama birincisi öyle değil; doğrudan hayata / dış dünyaya intikali/etkisi olacak bir şey… Biz bundan vazgeçiyoruz. Mesela artık Müslüman kendisini emr-i bi'l-marûf – nehy-i ani'l-münker yapmakla sorumlu addetmiyor, "çoğulcu toplum" modelini önemsiyor, öne çıkarıyor, vurguluyor. Herkese kendi bulunduğu konumda saygı duyma, kim neye inanırsa inansın ve kim neyi inkâr ederse etsin, herkesin fikrini saygıyla karşılama tavrı allanıp pullanıp ambalajlanıyor ve bize bunun aslında İslâm olduğu söyleniyor. Ama bu bir münker ve senin bunu değiştirmen lazım… Hadi diyelim ki gayr-i Müslim kendi hayatını yaşasın, ona o özgürlüğü İslâm vermiş ama bir adam "ben Müslümanım" diyorsa senin münker olduğu çok açık/net olan hususlarda onun yaptığına saygı duyman değil, onu uyarman gerekiyor. Bu hususta sana bir mükellefiyet terettüp ediyor… Bundan bile vazgeçtik… Bunu bile es geçiyoruz ki bu, arızalı bir İslâm algısıdır.

 

Ebubekir Sifil-Sözü Müstakim Kılmak 2
Devamını Oku »

Mutluluk Saplantısı

Mutluluk Saplantısı

Mutlu olmalıyım, mutlu olacağım diye diye mutlu olmu­yor insan.

  • Her şeyden önce mutluluğa engel olan kendi duygu ve düşüncelerimizden kurtulmamız gerekiyor.

  • Belki garip ama bunların başında da “mutluluk saplan­tısı ” geliyor.

  • Mutluluğu bir saplantı haline getirdik.

  • Sanki her an mutlu olmamız gerekiyormuş gibi.

  • Peki, ama hüzün yoksa sevinci nasıl anlamlandıracağız?

  • Celâli tecelliler yaşamazsak Cemâli tecellilerin kıymeti­ni nasıl bileceğiz.

  • Acı yoksa tatlıyı nasıl değerlendireceğiz?

  • Kimi zaman çukurun dibini görmüyorsak zirveye çıktı­ğımız zaman bunun keyfini nasıl çıkaracağız?

  • Dört mevsim yerine tek mevsim mi yaşayalım!

  • Kışın kar yağmasın mı, sonbaharda yapraklar dökülme­sin mi, dağlarımız, bayırlarımız olmasın mı, sabahtan sonra öğlen ve akşam olmasın mı?

  • Anlamlı bir yaşam için illaki her an beyaz bulutların üstünde mi uçacağız?

  • Böyle olacaksa biz neyi arıyoruz?


  • İyi ama burası dünya, cennet değil ki.


 

Ali Rıza Bayzan-Terapistin Sufi Olursa
Devamını Oku »

Endişe Çağında Umut Aşısı

Endişe Çağında Umut Aşısı

Mevlana çağları aşan bir mesaj bırakmıştır. Mevlana’mn mesajını aşka, insaniyete ve Allah’a çağrı” olarak özetlemek mümkündür, içinde yaşadığımız modern ve postmodern za­manlar ise aşktan, insaniyetten ve Allah’tan kopuk.

  • Modern ve postmodern zamanlar Allah’tan kopuk, çün­kü netsin arzuları olan heva ve heves tanrılaştırmaktadır. Tüketim kültürü bunun tipik bir göstergesidir.

  • Modern ve postmodern zamanlar insaniyetten kopuk; çünkü insanlık bedenini aşırı bir biçimde beslerken ruhunu aç bırakmaktadır. Yeryüzünde  milyara yakın insan açlık çekerken milyara yakın insanın aşırı beslenme nedeniyle sağlık sorunu çekmekte olması bunun tipik bir göstergesidir.

  • Modern ve postmodern zamanlar aşktan kopuk çünkü aşk cinselliğe indirgenmiş.


Ruh yoksa ve hâşâ Allah yoksa, ölüm mutlak bir yok oluş­tur. ölümün çaresi yoksa, hayat bir umutsuzluk girdabıdır. Ve filozof Sören Kierkegaard’m (ö. 1855) da dediği gibi umutsuzluk, “ölümcül bir hastalık”tır.

Modern zamanların bilgi çağı, uzay çağı, atom çağı oldu­ğu doğrudur; ama aynı zamanda da bir umutsuzluk başka deyişle bir endişe çağıdır. Mevlana’nın mesajı ise endişe çağı için tam bir “umut aşısı”. Öyle bir umut ki asla tükenmez bir kaynaktan getiriyor:

Kendimi gördükçe, kendi gücüme güvendikçe zayıfım, gü- cüm-kuvvetim yok; bütün zayıflardan da daha zayıfım; bütün çaresizlerden de daha çaresizim. Ama bakışımı, görüşümü de­ğiştirdim de kendimi görmedim, senin lûtfunu, senin yardımını gördüm mü, Ö gün yüzler parlar, güzelleşir ve rablerinin lütfunu bekler’ (Kıyamet Suresi, 22-23) hükmünce niçin zayıf olayım; ni­çin çaresiz olayım; niçin çaresizlere çare bulmayayım?”


Mevlanaya göre asıl çare Allah'tır ve Allah her derde bir derman yaratmıştır:

“Dünya imkanlarla, çarelerle, dermanlarla doludur. Fa­kat, Cenab-ı Hakk lutf edip de bir pencere açmadıkça, senin için hiç bir çare yoktur./ Şimdi ondan senin haberin bile yok. Ama İlahî iradeye uygun düşse Allah o çareyi belirtir./ Hz Peygamber buyurmuştur ki: Allah her dert için bir derman yaratmıştır” / Fakat, onun fermanı, buyruğu, onun izni olma­dıkça derdine derman olacak şeyin ne rengini görebilirsin, ne de kokusunu duyabilirsin.”

Herkesin kendi aklına uyup akıl-üstünü unuttuğu insan­lığa Mevlana, kendi aklına âşık olmanın bir tür putperestlik olduğunu hatırlatıyor:

“A kişi, sen hem kendi aklına âşıksın, hem de kendini puta tapanlardan üstün görüyorsun. Duyguna vuran akıl ışığıdır; onu, bakırın üstündeki altın yaldız gibi eğreti bil.”


Bedensel güzelliğin kutsandığı çağımıza Mevlana esas güzelliğin gönül güzelliği olduğunu hatırlatıyor:

“Azar azar yavaş yavaş, o güzelliği alırlar ondan...Azar azar, yavaş yavaş, fidan kurur gider. Yürü “Yaşattığımızın gücünü azaltırız” ayetini oku; gönle girmeye, gönül almaya bak, kemiğe gönül verme. /Çünkü gönül güzelliği geçmez gü­zelliktir; o güzelliğin devleti âb-ı hayatın sakisidir.”

Gösteriş, büyüklenme ve kandırmaca üzerine kurulu ile­tişim tarzına karşı Meviana insanları sahiciliğe çağırıyor: “İnsanoğlu dilinin altında gizlidir; şu dil, can kapısının perdesidir. /Yel perdeyi kaldırdı mı, evin içinde ne var, belirir bize./ O evde inci mi var, buğday mı, evin içi altın hâzinesi mi, yoksa yılanlarla, akreplerle mi dolu?/Yoksa içeride define mi var da kıyısında yılan bekliyor?/ Çünkü altın definesi de bekçisiz olmaz ya.”

Mevlana’ya göre erdem, insanların kusurlarının peşine düşmek değil kendi ayıbını bilmektir:

“Herkes önceden kendi ayıbını görseydi, hiç kendini düz­gün bir hale sokmayı elden kor muydu?/ A babam, bu halkın, kendisinden haberi bile yoktur da insanlar, birbirlerinin ayıp­larım söylerler.”

Mevlana insanı diri kılan gıdanın bedensel değil ruhsal olduğuna işaret eder:

“İnsanın asıl gıdası, Allah ışığıdır; ona hayvan gıdası ver­mek layık değildir./ Fakat hastalık yüzünden, gönül buna düştü; gece-gündüz su içmede, toprak yemede. / Bunu yiyenin yüzü sararır, ayakları gevşer, yüreği oynar.”

Mevlanaya göre insanın kıymetinin haddi hesabı yoktur: “Vet-Tin suresinde “Biz insanı, en güzel bir şekilde yarat­tık” ayetini oku: ey dost, en değerli inci candır/ İnsan değeri bakımdan Arş’tan üstündür; insan, düşünceye sığmayacak kadar yücedir/Bu paha biçilmez değeri söylesem ben de yanarım, dünya da yanar”.

Mevlanaya göre insanın kıymetini düşüren daha doğru, su insanı yoldan çıkaran nefistir:

“Putların anası bir put alan nefsimizdir; çünkü putlarıdır; nefis putuysa ejderha/Nefis, demirle taş gibidir; put o çakmak taşından sıçrayan kıvılcımdır: o kıvılcım suyla sö­ner gider/Fakat çakmak taşıyla demir, ne vakit suyla söner. /İnsanoğlu bu ikisi kendisiyle oldukça nasıl esenliğe ulaşır? /Testide gizli duran kara sudur; nefsiyse bu kara suya kaynak bil/O yontulmuş put, kara sele benzer; put yontan nefis ise ana yoldaki kaynaktır./Bir parçası yüzlerce testiyi kırar ama kay­nağın suyu durmadan dinlenmeden coşar kaynar/Put kırmak kolaydır, pek kolay; fakat nefsi kırıp geçirmeyi kolay görmek bilgisizliktir, bilgisizlik, /Ey oğul, nefsin şeklini arıyorsan yedi kapılı cehennemin hikâyesini oku her solukta bir düzeni var­dır,/Nefsin, her düzeninde de yüzlerce Firavun, o Firavunlara uyanlarla beraber batar gider.”

Mevlana, “kurtuluş” için “mutluluk” için nefsin üstesin­den gelmek gerektiğini vurgular:

“Gürzü kendine vur, benliğini, varlığını kır gitsin. / Çünkü bu ten gözü kulağa tıkanmış pamuğa benzer/A akıllı fikirli er, Sevgiliyi perdesiz görmek istiyorsan ölümü seç, yırt o gövdeyi! Ama bu ölüm, o ölümü değil ki ölesin de mezarına gidesin, seni değiştiren ışığa götüren Ölüm/Ey dost dirlik istiyorsan ölümden önce öl’’
Devamını Oku »

Sufilere Göre İnsan

Sufilere Göre İnsan

Sûfılere göre insan karmaşık bir varlıktır. Benliğin dört katmanından söz eder Sûfiler:

 

Tabiî nefs: Vucüdün parçalarının korunmasını ve birbirinden kopmamasını sağlar.

Nebatî nefs: Bedenin büyümesini ve beslenmesini sağlar.

Hayvanî nefs: Duyuların, duyguların ve hareketlerin güç kaynağıdır. Dıştaki beş duyu, içteki ortak duyu, hayal, vehim, düşünme ve bellek yetilerinin yanı sıra gazap ve şehvet kuvvetleri buraya aittir.

İnsanî nefs: Nefs-i Nâtıka veya Ruh adını taşır.Buradaki nefis türlerini ayrı ayrı nesnel varlıklar değil de bir nefsin dört ayrı özelliği olarak anlamak daha uygun gö-rünmektedir. Bu sistematikteki, tabiî nefsin daha çok fizik ve kimyanın, nebatî nefsin biyoloji ve genetiğin, hayvanî nefsin klasik psikoloji ve psikiyatrinin, İnsanî nefsin tasavvufun konusu    olduğu   söylenebilir.

Burada  şunu da ilave etmek gerekir. İnsanın tabii, nebati ve hayvani nefs olmadan yaşaması mümkün değildir. Bu çerçevede Tasavvuf’ta “nefsi öldürmek” kavramı mecazî olarak kullanılır. Sûfılere göre Tasavvuf un işlevi insanı tabii, nebati ve hayvani nefs kategorilerinden alıp insani nefs kategorisine taşımaktır. Yani insanda kontrolün tabii, nebati ve hayvani nefiste değil insani nefiste olmasını öngörür sûfiler.

Nefsi, beynin üçlü yapısı çerçevesinde yorumlayan teorilerin varlığına da işaret etmeliyiz. Bu teorilerin, nefsi insanın bedensel yapıtaşları ile açıklayan sûfî yaklaşımlarıyla benzeştiğini söylemek mümkündür. Örneğin Sûfî Pîr Sühreverdi (ö. 1234) de nefsin kötülük eğilimlerinin insanın tabiatından geldiğini vurgulamaktadır: “Nefsin sıfatlarının, asıl yaratılışından olan birtakım kökleri vardır. Çünkü o, topraktan yaratılmıştır; toprağın da kendine özgü bir özelliği vardır. İnsanoğlundaki zaaf vasfının topraktan, cimriliğin çamurdan, şehvet sıfatının pişmiş çamurdan, cehaletinin de “salsal” diye anılan cıvık balçıktan kaynaklandığı söylenir. Kuranda “(O), insanı ateşte pişmiş gibi çamurdan yarattı' (Rahman suresi, ayet: 14) buyurulmuştur.

Bu vasıf, pişmiş çamura ateş girmesi dolayısıyle, insanda şeytani bir şeyin bulunduğunu gösterir. Aldatma, hile ve haset gibi kötülükler, şeytanın özü olan ateşin insanın yaradılışına kısmen girmesinden kaynaklanır.” Tasavvuf açısından S.Freud’un (ö. 1939) id ve ego kavramları, davranışçı yaklaşımın klasik ve edimsel koşulla- maya dayandırdıkları kişilik teorileri, sûfîlerin tabii, nebati ve hayvani nefsiyle ilişkili olduğu söylenebilir. Bu açıdan bakıldığında Freud’un psikanalizi ve J.Watson (ö. 1958) ve F.Skinner’in (ö. 1990) kişilik kuramı ve hatta ünlü Darwinist biyolog Dawkins’in “Gen Bencildir tezi daha çok sûfîlerin sözünü ettiği ilk üç katmanını analiz eden tezler olarak görülebilir. Sûfîler açısından bu tezlerin temel yanlışı insanın dördüncü katmanını gözardı etmesidir. Dördüncü katman insanın ruhunun “İlahi bir nefes” olduğunu vurgular. Ve sûfilere göre insanı insan yapan insanı diğer varlıklardan ayırt eden temel özellik budur.

Sûfıler insanın varoluşunu metafizik bir temele dayandırırken, Darwinist evrimcilerin insanı tümüyle doğal bir varlık olarak tanımlamaktadır. Anlam metafizik bir şey olduğu için Darwinist evrime dayanarak insan için bir anlam üretmek mümkün değildir. İşte bu yüzden modern ve postmodern insanın temel sorunu “anlamsızlık hastalığıdır.

 

Ali Rıza Bayzan-Terapistin Sufi Olursa
Devamını Oku »

Hayaller...

Hayaller...

Hayallerimiz bildiğimiz,hayallerimiz var ya sakın yabana atmayalım onları.

İyi olmak mı istiyoruz, hayallerimizi iyileştirmekle başlayabiliriz.

Ne oldu bize derseniz hayallerimiz kötüleşti, korkunçlaştı; iyi şeyler hayal etmeyi unuttuk.

Haberler fazlasıyla kötü, filmlerin pek çoğu korkunç, müzikler ve klipler de öyle.

Zihinsel arınmaya gereksinmemiz var. Hayallerimizi iyileştirmeliyiz. Ruhlarımızın hekimi Mevlana'nın dediği gibi: "Ademoğlu, hayalle gelişir. Hayalleri güzelse onunla rahatlaşır./ Eğer gözüne kötü hayaller görünürse ateşten eriyen mum gibi erir gider.Yılanların, akreplerin içinde bile olsan Allah, seni güzel hayallerle avutursa,/ Yılanlar, akrepler sana munis (uysal) olur. Çünkü , hayalin, aşağılık şeyleri altın yapan bir kimyadır./ Sabır, güzel hayallerle tatlılaşır. Çünkü her şeyden evvel içinde bulunduğun sıkıntıdan kurtulma hayaline düşersin.’’

Gerçekler bu kadar korkunç ve kötü iken hayallerimiz ni­çin iyi olsun, diyebilirsiniz. Hani “Her şey bir hayalle başlar” derler ya, iyi hayal kurabilirsek iyi şeyleri gerçekleştirme şan- sına da sahip olabileceğiz. Hayallerimizi kimsenin hegemon­yasına vermek zorunda değiliz nihayetinde. Kimsenin de ha­yallerimizi tutsak edebilecek yeteneği yok biz izin vermedikçe.

Mevlana duygu ve düşüncelerin bulaşıcı olduğunu da vurgular ve kendini negatif duygu ve düşüncelere kaptırmış olan insanlardan uzak durmayı tavsiye eder:

“Gamlı yoldaşlarla oturma dedim sana. Sakın, güzel tavırlı neşeli dostların yanından ayrılma. Bağa geldiğin zaman dikenlik tarafına gitme. Gülden, yaseminden, sarmaşık gülden başkasıyla ilgilenme.’’

 

Ali Rıza Bayzan-Terapistin Sufi Olursa
Devamını Oku »

Duygu ve Düşüncelerimiz Nelere Kadir ?

Duygu ve Düşüncelerimiz Nelere Kadir ?

Duygularımız ve düşüncelerimiz beden ve ruh sağlığımız üzerinde ne kadar etkilidir?

Ortalama bir insanın zihninden günde yaklaşık 60 bin düşünce geçtiği ileri sürülüyor. Bunların dörtte üçünün olumsuz ya da kaygılı olması dikkate değer. Üstelik insanlar negatif bir olaydan, pozitif olana oranla daha fazla etkileni­yor. Acılı şarkıların, türkülerin daha derin iz bırakması bu yüzden olmalı. Peki, duygularımız ve düşüncelerimiz bizi nasıl etkiliyor? Duygularımız, düşüncelerimiz bizi bedensel olarak hasta edebilir mi?

Şiddetli baş ağrısı, gastrit, ülser, hipertansiyon, kalp çar­pıntısı, görme ve işitme bozukluklarının, ciltteki kızarma­ların, pullanmaların bir kısmı, psikolojimiz bozulduğu için bedenimizde meydana gelen hastalıklardır.

Öyleyse hakikaten duygularımız ve düşüncelerimiz bizi hasta edebilir. Bunlara psikosomatik ya da psikofizyolojik hastalıklar adı verilir.

Dahası da var!

  • Diyelim ki çiçeğe alerjiniz var.

  • Bir arkadaşınız size eşek şakası yapıyor.

  • Plastik bir çiçek koklatıyor.

  • Astım krizine girer misiniz?

  • Kesinlikle evet.


Peki, bunun tersi mümkün mü? Yani duygularımız, dü­şüncelerimiz bizi iyileştirebilir mi?

Artroz denilen dejeneratif bir eklem hastalığı vardır, ağ­rıya neden olur. Dizdeki eklemlerin aşınmasından ve buna bağlı sürtünmeden kaynaklanıyor.

Dr. Bruce Moseley, Amerikan Basketbol Milli Takımı’nın hekimi. Bir deney çerçevesinde ameliyat edilmesi gereken hastaların yarısına gerçek, yarısına sanal ameliyat uyguluyor.

Sonuç nedir dersiniz? Sanal ameliyata tabi tutulanlar ile gerçek ameliyata tabi tutulanlar arasında iyileşme oranı eşit!

Baylor Üniversitesi cerrahlarından Bruce Moseley (üstte, solda öndeki, NG, Mart 2005)

Demek ki duygularımız, düşüncelerimiz bizi iyileştirebilir de.

Psikolog Martin Seligman'a göre düşündüğünüz şeyler davranışlarınızı belirler. Bu bağlamda iki temel eğilimden söz edilebilir; gerçekçi iyimserlik ve karamsarlık.

Karamsarlar:

Genellikle başarısızlıktan davranışlarını değil de bizzat

Ne yaparsam yapayım ben hep başarısızım diye düşünürler.

kalıcı görürler ve ne yaparlarsa yapsınlar de¬ğişmeyeceğini düşünürler.

Çare geliştirmek için yeni bir hamle yapmayı saçma görürler.

 

Gerçekçi iyimserler:

Gerçekçi iyimserler genellikle başarısızlığı belli davranış-larıyla ya da koşullarla açıklarlar.

Bir işi başarmanın mutlaka bir yolunun olduğuna inanırlar.

Yaşanan başarısızlığı geçici bir durum olarak görürler.

Problem karşısında çare geliştirmek için hamle üzerine hamle yapma arzusu taşırlar.

Gerçekçi iyimserliği, "pembe gözlük aldatmacası" ile karıştırmamak gerek. Bunun için zaten iyimserliğin başına gerçekçi kaydını koyduk.

Bizde egemen olan eğitim tarzı çocuklara daha çok karamsarlığı aşılamaktadır. Çocuklarımızın ve gençlerimizin ve de tabi yetişkinlerimizin "kendine güven" konusundaki sorunları önemli ölçüde bu karamsarlık aşısından ileri geldiği söylenebilir.

Gerçekçi iyimserlik ve karamsarlık bir tercihtir. Kendi kendini gerçekleştiren kehanetler vardır; iyimserlik ve ka­ramsarlık bir açıdan kehanettir ve kendi kendisini gerçek­leştirebilir. Öyleyse hayatta başarılı olmanın yolu öncelikle gerçekçi iyimserliğe dayalı zihinsel kurgudan geçiyor.

Hikmetli Geleneğimiz de her daim ümitvar olmamızı ön­görür. Mevlana Cclaleddin’in ifadesiyle;

Peygamberler dediler ki: Ümitsizliğe düşmek kötüdür. Allah’ın ihsan ve rahmetlerine son yoktur./ Böyle bir ihsan sa­hihinden ümit kesmek hiç de yaraşmaz. Bu rahmete el atın, yapışın!/ Nice işler vardır ki ilk önce güç görünür de sonra­dan kolaylaşır, o güçlük geçer gider. Ümitsizlikten sonra nice ümitler var... karanlığın ardında nice güneşler var!

Ünıit kesilirse hayat biter.

/

Ebedi hayat istiyorsan “La-takne bağlan Madem ki, ümit birbirini kovaltyan arzudur,

Ümitsizlik hayatı zehirler.

Ümitsizlik seni mezar gibi sıkar.

Elvendi dağıysan bile seni ayağa düşürür.

Gam ile ümitsizliğin bir çadırda yaşar.

Keder, hayat damarına vurulan bir neşterdir.

Ey gam zindanında olan esir. “La-tahzen” öğüdüne sarıl.

Muhammet! İkbal (Çağın Mevlanası ö. 1938)

 

Ali Rza Bayzan-Terapistin Sufi Olursa
Devamını Oku »

''Nesh'' Meselesi

 

''Nesh'' Meselesi

Müslümanlara ve bazı hristiyan mezheblerine göre ittifâken nesh vâki'dir. Ancak yahudiler ve hristiyanlardan bir kısım, neshin vâki olmadığını ileriye sürerek neshi inkar etmişlerdir.

Bunun için nesh meselesinde müslüman âlimleri arasında ihtilaflar vuku bulmuştur. Onların ihtilaflarının başlangıcının sebebi de, yahudilerin püskürdükleri melanetleridir.

Hâfızuddîn En-Nesefî diyor ki: «Nesh lugatta, izâle ve tebdil mana­sında ise de, şer'î ıstılâhında nesh; Allah Teâla'nın nezdinde muvakkat veya müebbed olması malum olan mutlak hükmün müddetini beyan et­mektir. Allah Teâlâ kuluna hükmünün muvakkat veya müebbedliğini be­yan etmediği için, zâhiren kulun nazarında; vâki olan hükmün tebdili...

Şâriin nazarında ise; hükmünün beyanıdır.»

Bu iki cihetle nesh, kula nazaran tebdil, önceki hükmü kaldırmak yani ref; Hâlık'a nazaran ise, mücerred beyandır.

Mennâr'ın muhaşşîsi Radıyeddîn Muhammed bin İbrahim el-Halebî diyor ki: « Musannifin mezhebi, "neshin manası, şer'î hükmün nihayeti­nin beyanıdır" diyenlerin mezhebi gibidir. {Şer'î ıstılah} demek kaydıyla,"eşyada asıl, ibahadır" demek olan aklî hükümden sakınıldı. Çünkü icmâen, mübahlar neshi kabul etmez. {Şâriin nazarında ise, hükmünün beyanıdır} demek kaydıyla, âcizlik ve ölüm gibi sebebleıie zeval bulan hükümlerden sakınıldı. Zira bunlar da neshin dışındadır.»

İbnu Melek diyor ki: «Hâsılı neshin iki ciheti vardır:

Birinci ciheti,Allah Teâlâ'nın ilmine aid olandır. Bunda asla tebdil manası yoktur.

Çünkü Allah Teâlâ'nın ilminde, şu hükmün şu zamana kadar geçerli olması malumdur. Binaenaleyh Allah Teâlâ bu malumunun insanlara beyan ve i'lâmını, neshle ifade etmiştir. Yoksa ilmine nazaran nesh; tebdil ve ref', yani hükmün kaldırılması demek değildir. Çünkü ilminde bekâsı ve sübûtu tahakkuk eden bir şeyin, tebdil, tağyir ve izâlesi imkansızdır. Öyleyse şeriatte tebdil ve tağyir, kula nazarandır. Hakikatte ise nesh; beyan ve i'lâmdır.»

Neshin ikinci manası, yani kula nazaran nesh;. tebdil ve hükmün kaldırılmasıdır. Zira kul nazarında, önceki hüküm zeval bulmuş, yerine başka bir hüküm gelmiştir. Kulun nazarında böyle görünmesi, hakikatte hükmün tebdilini gerektirmez. Nitekim bir kimsenin öldürülmesinden ibaret olan kati yani öldürme hâdisesi, buna açık misaldir.

Ehli Sünnet velCemaate göre Allah Teâlâ nezdinde; öldürülen kimse, ecelinin son bulmasıyla ölmüştür. Zira kati, Allah Teâlâ'nın nezdinde, ecelin son bulmasından ibarettir. Çünkü O'nun nazarında iki ecel yoktur. Bu takdirde kati olayı, ecelin son bulmasının beyanıdır. Kula nazaran; kati olmasaydı, öldürülenin hayatı devam edecekti. Bu tak­dirde, kula nazaran kati, öldürülenin hayatını kesmektir; tebdil ve tağ­yirdir. Kısâsiyet de bunun üzerine tahakkuk etmiştir. Çünkü kul, zâhirine mebnî ahkâmı icra etmekle memurdur.

Muhaşşî er-Rihâvî diyor ki; « "Nesh meselesine katli misal göstermekte, şeriatte ve akılda, hak ve gerçek hükmün teaddüd etmesi şâibesi vardır“ diyenlere şu cevab verilmiştir: Allah Teâlâ nezdinde hak bir ise de, amel bakımından kulun nazarında müteaddiddir. Bundan dolayı müctehid, bütün gayretini sarfetmeye mecburdur. Bununla beraber içtihadı, bir tek olan hak noktasına isabet etmese de, afuv edilmiştir. Hanefî usul kitablarının hepsi bu izahta müttefiktirler.»

Fevâtih-ur-Rahamut adlı eserden de anlaşılıyor ki, ulemânın bu hu­sustaki değişik tariflerinden gelen ihtilaf, lafzî ihtilaftır. “Yap yapma’dan ibaret emr ve nehiylerde, nesh tahakkuk etmiştir. Ve her iki itibarla nesh vâki'dir. Allah Teâlâ'ya nisbet edilirse, beyan, i'lâm; kula nisbet edilirse, tebdil ve ref'dir. Bu itibarla bazı ulemâ, nesh beyandır, bazı ulemâ, tebdildir; bazıları, ref'dir; bazıları, izâledir dediler. Cem'u-l-Cevâmi'de olduğu gibi, Şâfiî ulemâsı, neshin refden ibaret olduğunu tarif ettiler. Yani nesh, geçmiş bir şer-î hükmün, gelen bir şerl hükmün deliliyle kal­dırılmasıdır. Cem'u-l-Cevâmiin müellifi, bu tarifin daha isabetli olduğunu tasrih etmiştir. Usûl-u Serahsî'de de aynı tarif, ref yerine tebdil kelime­siyle yapılmıştır.

Mezheb ulemâsının ihtilafları, neshin, izâle ve tebdil olan lügat; yahud beyan ile ref olan ıstılâhî manalarından Heri gelmektedir.

Vahyin gelmesi imkanı olduğu müddetçe, nesh mümkündür. Lâkin vahyin kapısı kapanmıştır; binnetice neshin kapısı da kapanmıştır. Bina­enaleyh Peygamberimiz sallallâhu aleyhi ve sellem'in risâleti vefatıyla fevt olmadığı gibi, kat'iyetle şeriati bâkîdir ve neshi kabul etmez. Her zamana uygundur; reforma ihtiyacı yoktur; kendisi kendini beyan etmektedir.

Vahyin varlığı zamanında nesh vuku bulmuştur. Mesela,

1 -Bir ayetin diğer ayeti neshetmesi.. El-Bakara sûresinin 240'ıncı ayetinin 234'üncü ayetiyle neshedilmesi gibi. Mensuh ayet, tilâvette muahhar, nuzülde mukaddemdir.

2-Sünnetin sünneti neshetmesidir. Müslim'in de taline ettiği gibi Bureyde'den gelen bir rivayette Rasülullah sallallâhu aleyhi ve sellem şöyle buyurmuştur ‘’Sizi kabirlerin ziyaretin­den sakındırmıştım. Kabirleri ziyaret ediniz.” Ziyaretin emredilişi, nehyini neshetmiştir.

Ümmet bu iki neshle ittifak ettiler.

3-Sünnetin Kur'an'la neshedilmesidir. Buna misal namazda pey­gamberin bilfiil Beyt-i Makdis'e yönelmesinin, El-Bakara süresinin 144'üncü ayetiyle neshedilmesidir.

4-Ayetin hadisle neshedilmesidir. Buna misal El-Bakara sûresinin 180'inci ayetindeki yakın akrabaya vasiyet etmenin vücubunun, Sünen'de tahric edilen Amr bin Hârice'den gelen rivayette Rasûlullah’ın:

“Gerçekte Allah Teâlâ her hakkı hak sahibine vermiştir. Artık yakın akraba olan mirasçıya vasiyet yoktur." buyruğuyla neshedilmesidir.

Hanefîler, "Nesh, şeri bir delil ile önceki şeri delilin hükmünün beyanıdır,” diye tarif ettikleri için, Kitab ve sünnetin, kuvvetli bir sünnetle neshinin vukuuna hükmettiler. Nitekim muhaşşî Rehâvi diyor ki: “Kitab ve mütevâtir sünnetin kitabla neshedilmesinin cevazı, nezdimizde cumhûr-u fukaha, Eş'arîlerden ehli keiam ve Mu'tezilenin de mezhebidir. Hatta Şâfinin ashabından ehli tahkik de buna hükmettiler. Lâkin imam Şâfiî kendisi ise, kitabın sünnetle neshinin asla caiz olmadığına hükmetmiştir. Ehli hadîsin mezhebi de budur. Sünnetin kitabla neshi caiz midir, değil midir hakkında imam Şâfinin ezhar kavline göre caiz değildir. Evlâ kavline göre caizdir. Bü kabule şayandır.

Bazı insanlar, “Benden bir hadis rivayet edildiği zaman, onu Allah'ın ki­tabıyla karşılaştırın. Ona muvafık ise kabul edin; Ona muhalifse reddedin.” Yahud "Size bir sözüm söylendiği vakit...” Yahud "Size birisi sözümü naklettiği...” ve daha başka ibarelerle şöhret bulan sözie istidlal ederek, hadîsin ayeti neshetmeyeceğini söylemişlerdir. Daha birtakımları "Şu hadis ayete muhaliftir... bu hadis ayete muha­liftir..." demekle, büsbütün sünneti devreden çıkarmak istiyorlar.. Bir kere bu ibareler, senedleriyle birlikte mevdû'dur; hadis değildir. Nitekim ihyâ'nın şârihi Zebîdî de buna dikkat çekmiştir. Hanefîlerin ve birçok ulemânın da hüküm ettiklerine göre, ayetin kuvvetli hadisle neshedilmesi vâki'dir. Şu mevdû' söze gelince...

Şevkânî, Hattâbî'den naklen diyor ki:

«“Benden bir hadis rivayet edildiği...”

"Size bir sözüm söylendiği vakit...”

"Size birisi sözümü naklettiği...” sözünü, bazı zındıklar vaz' etmiştir. Ve "Gerçekte Ben Kitabla ve be­raberimde misliyle getirildim.” mealindeki sahih hadisle defedilmekte-dir. Sağânî de böyle demiştir. Ben derim ki: Onlardan önce, Yahya bin Maîn, bu sözü zındıklara nisbet ederek mevdû olduğunu isbatlamıştır.»

Zehebî: «Bu sözün kendisi dahi, kendini reddetmektedir; mevdû' olduğuna delildir. Çünkü biz "Benden bir hadis rivayet edildiği...”

sözünü "...Rasûlümün size getirdiği şeyleri tutun; sizi sakındırdığı şeylere son verin...” [Haşr,7] mealindeki ayetle karşılaştırdığımız vakit, sözün ayete muhalif olduğunu buluruz.»

"Temyîz-ut-Tayyibi min-el-Hadîs fîmâ Yedûru alâ el-Sinet-in-Nâsi min-el-Hadîs"in müellifi, Allâme Abdurrahman Eş-Şeybânî de, Akîliden naklen: «Bu hadîsin sahih bir isnâdına rastlanmamıştır.»

Hafız Zehebî, Ibnu Huzeyme'den naklen «Bu hadîsin Ebû Hureyre' den geldiğini isbatlayân bir ehli hadîsi, yerin şarkında veya garbında bulamazsın.»

imam Buhârî de Tarihi'nde: «Bu hadîsi Ebû Hureyre'ye isnad etmek vehimdir.» demektedirler.

Keşf-ul-Hafâ'nın müellifi Şeyh İsmail Aclûnî de, bu hadîsin mevdû' olduğunu söylemiştir.

Ibnu Adî el-Cercânî = Cürcânî'nin, el-Kâmil fî Duafâi-r-Rical adlı eserinde, bu hadîsi Ebû Hureyre'ye dayandırıp tahric ederek üzerinde sükutu, mevdû' olmamasını gerektirmez. Çünkü mezkur kitabın ismi, bu hususta kâfidir.

İmam Şâfiî bu mevdû' hadîsi, kendisine delil göstermemiştir. Onun yerine bunu delil göstermek, serseriliktir. Çünkü İmam Şâfiî radıyallâhu anh bunu tahric etmiyor.

Neticei meram Peygamber sallallâhu aleyhi ve sellem, vahyi metlûyu, vahyi gayrı metlû ile, doğrusu vahyi metlûyu kendi sözüyle beyan etmek hakkına sahibdir. Kendisi bir ayetin hükmünün müebbed veya muvakkat oluşunun beyanında kâfi ilme sahibdir. Risâletin ne manada olduğunu bilen bir müslüman, mutlak neshi reddedemez. Bunun için Hanefîlerden Sadr-u Şeria: “Ayetin meşhur haberle dahi neshi müm­kündür.” demiştir. Pezdevî ise, kat'iyy-ud-delâle olan haber-i vâhidle dahi ayetin neshinin imkanına işaret etmektedir. Çünkü haberin, tevâtür veya şöhret vasfı, Peygamber'in hayatından sonradır. Kendisi hayatta iken, ayetleri sözüyle beyan edebilir; Onun bu beyanı da neshtir; yahud da ayete ziyade etmektir.

Nesh; "önceki şer'î bir hükmün, sonraki şer'î bir delille kaldırılma­sıdır" diye tarif olunduğu ve peygamber kendisi dahi şâri' olduğu zaman müşkül kalmaz.

Peygamber'in hayatından sonra, nesh ne manada olursa olsun ortadan kalkmıştır. Yani risâletin hitâmıyla neshe hitam verilmiştir. Kıyas­la hükmün tesbitine gelince; kıyas, ayete yahud hadîse yahud icmâa dayalı olması şartıyla kabuldür. Şu halde makbul kıyas, aklî kıyas değil, şer'î kıyastır. Binaenaleyh mücerred aklî kıyas, merduddur; hüccet olamaz. Öyleyse dinde tecdîd yoktur. Tecdîd vaz'îdir, beşerîdir. Hatta bir kimse aklını yahud kanununu, Kur'an veyahud hadîse karşı getirmeye yani kıyaslamaya kalkışırsa, ümmetin ittifakıyla kafirdir.

Peygamber son rasul olduğundan ve şeriati neshedici olduğundan, artık şeriati mensuh olamaz.

“...Bugün kafirler, sizin dîniniz(in zeval bulmasın)den ümidsiz olmuş­lardır. Artık onlardan korkmayın; Ben'den korkun. Bugün size dîni­nizi kemâle erdirdim; üzerinize nimetimi tamamladım. Ve sizin için İslâmî din olarak kabul ettim...” mealindeki El-Mâide sûresinin 3'üncü ayetinde bu hüküm beyan edilmiştir. Yani Peygamber'in vefatından son­ra, dinde değişiklik yapmak, tecdîd yapmak, ilave etmek ortadan kalk­mıştır.

Ulemâ bu ayet-i kerîmeye şöyle bir tefsir vermişlerdir: Yani “Bugün hududlarımı, farzlarımı, helalimi, haramımı kemâliyle beyan ederek, gerek Kur'an ve gerek Rasûlullah'ın sünnetiyle hükmümü indirdim. Binaenaleyh bundan eksik veya ziyadeliği asla kabul etmem. Ve bugünden itibaren nesh yoktur. Bunu sizden kabul ederim; başkasını değil.”

Mademki Allah Teâlâ bu dîn-i mübîn-i Islâmiyeyi insanlara seçip beğenmiştir; o halde müslümanların bu dinden başkasıyla hükmetme hakları yoktur. Allah Teâlâ intibahlar versin. Aynı zamanda Kur'an ve ha­dîsi müctehidlerin anlayışıyla anlamayı, beşerî sistemlerin içinde düşün­mek fikri de sapkınlıktır. Allah Teâlâ doğru yolu müslümanlara göstersin.

‘’Bizim Peygamberimizin getirmiş olduğu şeriatin hükümleri bâkîdir.

Nitekim mahşerde de Allah Teâlâ bu şeriatle mahluku arasında hükmedecektir.’’
Neshin Şâri tarafından olması gerekir. Bizzat Şâri, Allah Teâlâ'dır. Bilvasıta risâlet sahibidir. Allah Teâlâ'dan risâlet sahibine vahiy gelir; gelen vahye binaen kendisi de hükümleri tebdil edebilir.

 

İsmail Çetin-Ehli Sünnetin Nazar İtikadın Ölçüsüdür
Devamını Oku »

Bal Arısının Sanatı,Allah’ın İlmine Delildir

Bal Arısının Sanatı,Allah’ın İlmine Delildir

Cenâb-ı Vâcib-ul-Vücûd'un ilmine ve malumlarına, insanın ilmi kâfi gelmez. Zira insanın malumatı, hepsi toplansa, bir denizden bir damla değildir. Bakınız En-Nahl sûresinin,"Size hayvanlarda, hakîkaten ibret(Allah'ın ilmine delil)ler vardır, Size onların karınlarındaki işkembe pisliğiyle kan arasından (çıkardığı­mız) hâlis süt(ü) içiriyoruz. İçenlerin boğazından afiyetle kolay ge­çer." mealindeki 66'ncı ayetinde ne büyük îcâz ve i'câz vardır.

Bu ayet-i kerîme ne kadar mûciz ve mu'ciz'dir.. Hayvanların memelerinden alınan sütün, işkembenin içinde toplanan yem ile kan arasından husul buldu­ğunu ilim, takriben altmış sene önce keşfetmiştir. Mesela bağırsaklar içindeki karınca ayakları gibi ince tüyler, kan yapmak üzere hayvanın işkembesindeki yeminden yarayacak gıdayı kana tahvil ettikten sonra, ikinci kez, işkembede toplanmış olan yemden o hayvanın yavrusuna yahud sağılmaya yararlı gıdayı alır. Bu sütün birinci tasfiyesi.. Bu ikinci kez alınan gıda, kana karıştırılmaksızın, kan akışıyla memelere intikal eder. Bu ikinci tasfiye.. Size onların karınlarındaki işkembe pisli­ğiyle kan arasından (çıkardığımız) hâlis süt(ü) içiriyoruz" cümlesinin manası budur.

Hele bir düşünelim.. O asırda, bu işlem kimin aklına gelir?!. Bu İlmî hakikati açıklamaya kim cesaret edebilir?!. Cesaret ederse, nasıl böyle bir İlmî hakikate tesadüf eder?!.. Ey ehli ilim!.. Beraberce bu ayetin hem Allah Teâlâ'nın ilmine, hem Kur'ân'ın hakîkî ilim kitabı olduğuna, hem de Hazreti Muhammed sallallâhu aleyhi ve sellem'e gelen vahye kat'î bir hüccet olduğunu itiraf edelim... Yine En-Nahl sûresinin, "Ve Rabb'in bal arısına vahyetti: Dağlardan, ağaçlardan ve insan­ların yaptıkları çardaklardan kendine evler (kovanlar) edin. Sonra meyvelerin her birinden ye. Ve Rabb'inin sana kolaylaştırdığı yay­lım yollarına git. Onların karınlarından, renkleri çeşitli bir şerbet çıkar. Onda insanlar için şifalar vardır. Elbette bunda düşünen bir kavim için büyük ibretler vardir.” mealindeki 68-69'uncu ayetlerinin i'câz ve îcâzına bak.

Bir mü'minin En-Nahletu Tusebbihullâhe kitabını ve Almanlı Baf'tan nakleden Tantâvî'nin bu ayetteki tefsirini okuması lazımdır.

Allah'ın ona göndermiş olduğu ilhamla şereflenen bal arısı hakkındaki on hikmeti buraya yazalım:

1-"Evler edin" ilhamıyla şereflenen bal arısı, en üstün inşaatçı bir mühendistir. Bir İnsan, onaltı sene okur; en az dört sene ihtisas yapar; hendeseyi öğrenmiş olur.. Bal arısı altı ayda hendesenin inşaat bölümü­nü, on ince teferruatıyla öğrenir. Öyle ya, altı köşeli bina, en zor plandır.. Altı köşeli bir ev yapar. Kaç kat, kaç hane?. Saymak lazım..

2-"Sonra meyvelerin her birinden ye" emriyle şereflenen bal arı­sı, üstün bir laboratuarcı, eczacı ve kimyacı olarak her şeyden yer. O altı ay içerisinde bu ilimleri de öğrenir; kemaliyle.

3-Ve bal arısı, Allah Teâlâ'nın ona verdiği gözle, yaylım yollarını takib eder. Üç göz ve her birinde kaç mercek!.. Birinci gözle, çiçeklerin içindeki maddeleri, elli metre mesafeden keşfeder. Dürbün.. İkinci, yani aşağıya bakan gözü, laboratuar vazifesini gören cihazlar.. Kaç çeşit cihaz!.. Üçüncü gözü, yani yukarıya bakan göz, maddeleri birbirinden ayırt edici, adlarını bilmediğim cihazlar.. Fotoğraf çeker; tahlil eder; neti­cesini alır.. Ve daha çiçeğe konmamış.. Aynı zamanda bu göz, kanat­ların içindeki radarla, otuz kilometre ileriyi takib eder.

4-Reisleri olan kraliçenin gözünde, 4900; dişi işçilerde 6300; sade­ce dışarda çalışan erkeklerin gözlerinde ise, 13090 mercimekcik gibi mercekler vardır.

5-"Yollarına git" ilhamıyla şereflenen bal arısının uçuşu, ayrı bir mu'cize.. Öne doğru uçabildiği gibi, ani durumlarda arkaya doğru da uçar. Ve bu uçuşta muazzam ittifak ederler.. Bu uçuşla otuz kilometre mesafeyi bir saatte gidebilir. Aynı zamanda, bir saniye zarfında dörtyüz metre yukardan aşağıya inebilir veya aşağıdan yukarıya çıkabilir.

"Rabb'inin sana kolaylaştırdığı yaylım yolla­rına git."

6-Yol bilir, yönleri bilir; rüzgar ve yağmurlardan korunur.

7-Kanatlarında haberleşme cihazları da vardır. Hatta kovanın için­deki beylerinin tayin ettiği yaylım hududunu aşmazlar. Kanatlarında da­ha birçok cihazlar var; ifade edemedim.

8,9-"Onların karınlarından, renkleri çeşitli bir şerbet çıkar.".. Bal arısı balını, çiçek ve arazinin renginden çıkarır. Çünkü mer'ânın rengi ve çiçeklerin çeşitlerine göre, balda renk­ler bulunur. İkinci olarak, o memleketin mikroplarına mukavemet edebi­lecek bir şerbet çıkarır. Binaenaleyh bunda, iki İlmî hakîkat vardır: Birin­cisi, şifâlı bitkileri tesbit eder. İkincisi tesbit ettiği hangi panzehirin, hangi zehiri öldüreceğini bilir.

10-"Onda insanlar için şifalar vardır. Elbette bunda düşünen bir kavim için büyük ibretler vardır.”

Kimya ve fizyoloji olarak da, çıkarmış olduğu balda çok büyük bir ilim mahareti var. Mesela kimyevî olarak bedenin bünyesini takviye ede­cek ve koruyacak, potasyum, kibrit, kalsiyum, sodyum, fosfor, mağnezyum, demir, mağniz gibi madenleri, balın içinde toplar.

Fizyoloji olarak da, en mühim vitaminleri topluyor. Mesela içinde takriben %25 B/1, B/2, B/3, B/4, B/5 vitamini bulunur. Ayrıca mikropları öldürecek maddeler ihtiva eder.

Hele burnunda bir koku alma hassası var. Birkaç tanesi bir yem bu­lurlarsa, raksederler. O raksla kanatlarıyla arkadaşlarını haberdar edip çağırırlar.

O zerrelerden birisi de karınca... Karıncanın sanatı arıdan daha zariftir. Karınca iâşesini temin etmek için çalışması bir yana, yuvasını yer altında dört katlı, kırk haneli yapar. Soğuğun geleceği, güneşin doğa­cağı tarafı bilir; daima yuvasının kapısını güneye karşı yapar. Yavrularını beslemek için bir hayvanı av yapar; o hayvandan bal gibi tatlı bir mad­deyi çıkarıp yavrusuna yedirir. Bazen de bir karınca toplumu diğerine harb açarlar. Harb için bir yeri tayin ederler.

Harb zamanında saf saf, manga manga olurlar. Akşam olunca her bir toplum kendi tarafına gider; toplanırlar; yaralı olanları tedavi ederler; esirleri hapsederler; hatta ken­dilerine hizmetçi ederler. Bazen esirlerini güneşli havaya çıkarır ve başı­na nöbetçi dikerler. Hâsılı en az insan kadar hayât-ı ictimâiyelerinde bilgindirler. Bunlara benzer daha neler, neler... İşte karıncada da tefek­kür et...Bu iki hayvan yer küresindeki şu kadar âlemden iki ferddir.

Bu kelimeyi unutmayalım.. Bir kat apartmanı yapan, yüz ciltlik güzel kitab yazan, hesap makinasını da yapan birer ferdlerdir. Hele bir başını kaldır gök âlemine bak; fezâdaki irtibatına, kainatın nizamına... Ve hem de kendinde tefekkür et... Hâlık'ın ilmini bildiren dellallar yok mu? Yoksa; kulak yok... yoksa; göz yok...

Beraberce ikrar edelim ki Allah vardır, âlimdir, kâdirdir, O’nun bilgi­sine kimsenin akıl erişmez. İşte bu kadar kainat unsurları, demir, bakır, oksijen, azot, hidrojen, altın, gümüş, nebatlar ve sâirelerin her biri ayrı ayrı ilim, fen... ve her fende milyon mesele ve konular... Noktalardan bir noktayı çözen ve bilen kimsenin ilmini ikrar ederken, kainatın Hâlık'ını hatırla... "Onun ilmi ne kadardır; Kaç fen?.." diyebilir misin?.. Hayır, beşer ilmi, O'nun ilmine erişmez. Erişmez ise, Allah'ın kitabı Hazreti Kur'an ve yarattığı kainatın, İlmine delâlet ettiğini beraberce ikrar edelim. İşte İlmullah...

Ey insan! Bak Cenâb-ı Hakk'ın hükmüne.. O'nun sana ihtiyacı yok­tur. O, insanın kalbine ne geleceğini bilendir. İstersen inanma..

"Musa (kavmine) dedi ki: Siz de, yeryüzünde bulunanların hepsi de nankörlük edip (O'nu) inkâr edersiniz de yine şübhesiz Allah (her şeyden) ihtiyacsız ve her hamde layıktır." [İbrahim,8]

 

İsmail Çetin - Ehl-i Sünnetin Nazarı İtikadın Ölçüsüdür
Devamını Oku »

Cifir ilmi ve haddini bilmek üzerine

Bir gazetenin “Açık Görüş” ekinde Şaban Bıyıklı ismindeki birisi haddini aşarak cifir ilmi üzerinden BediüzzamanSaid Nursi’ye ilişmiş. Bu kişilere sarf ettikleri kaba sözlerin karşılığı olarak şimdi benim yaptığım gibi ilmi açıklama yapmak ne derece doğrudur bilemiyorum. Zira anlayacağı dilden konuşmak yani düşmüş olduğu çukurda kullanılan lisan ile cevap vermek gerekir. Ne var ki bazı nedenlerle bunu içime atıp elimden geldiği kadar nezaket kurallarına göre cevap vereceğim.

Bıyıklı, cifir ilmi ile ilgili olarak “sözde bilim” yakıştırması yapmış ve bu ilmin dinden çıkmış birisi tarafından uydurulduğunu ifade etmiş. Yazısında Bediüzzaman’ı eleştirmek yerine bu ilmi kullandığı için topluma ve inanan insanlara zarar verdiğini ifade ediyor. Daha öncede bu zat gibi bazı ulema-i zahir, cifir ilmini ve ebced hesabını inkar ederek bu ilme en ince noktalarına kadar nüfuz edebilen Bediüzzaman’a ilişmek istemiştir. Bu konunun bir hayli uzun olabilecek ve ancak konunun uzmanlara mahsus yazı yazılması ve izah edilmesi ilmi açıdan gerekiyor. Lakin okuyucuları sıkmamak için elimden geldiğince kısa olarak ifade etmeye çalışacağım.

Her şeyden önce kutsal kitabımız olan Kur'an'da 29 sûrenin başında bulunan 14 hece harfini ihtiva eden ve mükerrerlerle beraber sayıları 78'e ulaşan münferid harflerin bulunduğu sûre ve âyetlerin varlığı, bu ilme delalet eder. Bu ayetler, birer şifre olup ancak ilimde rasih olanların anlayabileceği hazinelerle ve hikmetlerle doludur.

Bu ayetlerin meşhur adı "Huruf-i mukatta'a"dır. Bu sistemde yer alan hece harflerine "el-hurûfu'l mukatta'a" veya "münferid harfler" denilir. Cifir ilmini inkâr edenler öncelikle bu ayetlerin varlığından habersiz oldukları için büyük bir cehalet içerisindedirler. Rabbimden bu insanlara ilim, akıl ve izan nasip etmesini niyaz ediyorum.

tekamul,-gelismek,-zirveye-tirmanmak.jpg

Said Nursî bu konuda şöyle der: "Ehl-i hakikatin çok ileri giden bir kısmı, Kur'ân'ın kelimâtında pek çok münâsebâtı ve sâir âyetlere, cümlelere bakan vücûhları, alâkaları göstermişler. Hususan ulemâ-i ilm-i hurûf daha ileri gidip, bir harf-i Kur'ân'da bir sayfa kadar esrârı, ehline beyân ederek ispat etmişler.

Konuyu daha iyi anlayabilmek için 1. Şua’da geçen “İzahtan evvel mühim bir ihtarı” ve lüzumlu dört-beş noktayı beyan edelim:

“Birinci Nokta: Hadîste varid olduğu gibi, "Herbir âyetin mana mertebelerinde bir zâhiri, bir bâtını, bir haddi, bir muttalaı vardır. Bu dört tabakadan herbirisinin (hadîsce "şucûn ve gusûn" tabir edilen) füruatı, işaratı, dal ve budakları vardır. " mealindeki hükmüyle, Kur'an hakkında nâzil olan bu âyet-i kudsiye, fer'î bir tabakadan ve bir mana-yı işarîsiyle de Kur'an ile münasebeti çok kuvvetli bir tefsirine bakmak, şe'nine bir nakîse değil. Belki o lisan-ül gaybdaki i'caz-ı manevîsinin muktezasıdır.

İkinci Nokta: Bir tabakanın mana-yı işarîsinin külliyetindeki efradının bu asırda tezahür eden ve münasebeti pek kuvvetli bir ferdi Risalet-ün Nur olduğunu, onu okuyan herkes tasdik eder. Evet ben,Risalet-ün Nur'un has şakirdlerini işhad ederek derim:

Risalet-ün Nur sair te'lifat gibi ulûm ve fünundan ve başka kitablardan alınmamış. Kur'andan başka me'hazı yok, Kur'andan başka üstadı yok, Kur'andan başka mercii yoktur. Te'lif olduğu vakit hiçbir kitab müellifinin yanında bulunmuyordu. Doğrudan doğruya Kur'anın feyzinden mülhemdir ve sema-iKur'anîden ve âyâtının nücumundan, yıldızlarından iniyor, nüzul ediyor.

Üçüncü Nokta: Resâil-in Nur baştan başa ism-i Hakîm ve Rahîm'in mazharı olduğundan bu üç âyetin âhirleri ism-i Hakîm ile ve gelecek yirmibeşinci dahi Rahman ve Rahîm ile bağlamaları münasebet-i maneviyeyi cidden kuvvetlendiriyor. İşte bu kuvvetli münasebet-i maneviyeye binaen deriz ki: “tenzülil kitab” cümlesinin sarih bir manası asr-ı saadette vahiy suretiyle Kitab-ı Mübin'in nüzulü olduğu gibi, mana-yı işarîsiyle de, her asırda o Kitab-ı Mübin'in mertebe-i arşiyesinden ve mu'cize-i maneviyesinden feyz ve ilham tarîkıyla onun gizli hakikatları ve hakikatlarının bürhanları iniyor, nüzul ediyor diyerek şu asırda bir şakirdini ve bir lem'asını cenah-ı himayetine ve daire-i harîmine bir hususî iltifat ile alıyor.

Dördüncü Nokta: İşte bu risalede mezkûr otuzüç âyet-i meşhurenin bil'ittifak tekellüfsüz, manaca ve cifirce Risâle-in Nur'un başına parmak basmaları ve başta Âyet-in Nur on parmakla ona işaret etmesi; eskiden beri ulema ortasında ve edibler mabeyninde meşhur bir düstur ve hakikatlı bir medar-ı istihracat ve hattâ hususî tarihlerde ve mezar taşlarında ediblerin istimal ettikleri maruf bir kanun-u ilmî iledir. Eğer o kanuna tasannu' karışmazsa, işaret-i gaybiye olabilir. Eğer sun'î ve kasdî yapılsa, yalnız bir letafet, bir zarafet, bir cezalet olur.

Evet edibler hususî ve şahsî tarihlerde onun taklidini yapmakla kelâmlarını güzelleştirdikleri, hem cifir ilminin en esaslı bir kaidesi ve mühim bir anahtarı olan makam-ı ebcedî ile işaret ise; her cihetle ayn-ı şuur ve nefs-i ilim ve mahz-ı irade ve tesadüfî halleri olmayan ve lüzumsuz maddeleri bulunmayanKur'anın bu kadar âyât-ı meşhuresi icma' ile ve ittifakla Risâle-in Nur'a işaret ve tevafukları sarahat derecesinde onun makbuliyetine bir şehadettir ve hak olduğuna bir imzadır ve şakirdlerine bir beşarettir.

Beşinci Nokta: Bu hesab-ı ebcedî, makbul ve umumî bir düstur-u ilmî ve bir kanun-u edebî olduğuna deliller pek çoktur. Burada yalnız dört-beş tanesini nümune için beyan edeceğiz:
Birincisi: Bir zaman Benî-İsrail âlimlerinden bir kısmı huzur-u Peygamberî'de sûrelerin başlarındaki “Elif, lami mim, kef ha ya ayn, sad” gibi mukattaat-ı hurufiyeyi işittikleri vakit, hesab-ı cifrî ile dediler: "Ya Muhammed! Senin ümmetinin müddeti azdır. " Onlara mukabil dedi: "Az değil. " Sair sûrelerin başlarındaki mukattaatı okudu ve ferman etti: "Daha var. " Onlar sustular.

İkincisi: Hazret-i Ali Radıyallahü Anh'ın en meşhur Kaside-i Celcelutiyesi, baştan nihayete kadar bir nevi hesab-ı ebcedî ve cifir ile te'lif edilmiş ve öyle de matbaalarda basılmış.
Üçüncüsü: Cafer-i Sadık Radıyallahü Anh ve Muhyiddin-i Arabî (RA) gibi esrar-ı gaybiye ile uğraşan zâtlar ve esrar-ı huruf ilmine çalışanlar, bu hesab-ı ebcedîyi gaybî bir düstur ve bir anahtar kabul etmişler.

Dördüncüsü: Yüksek edibler bu hesabı, edebî bir kanun-u letafet kabul edip, eski zamandan beri onu istimal etmişler. Hattâ letafetin hatırı için, iradî ve sun'î ve taklidî olmamak lâzım gelirken, sun'î ve kasdî bir surette o gaybî anahtarların taklidini yapıyorlar.

Beşincisi: Ulûm-u riyaziye ulemasının münasebet-i adediye içinde en latif düsturları ve avamca hârika görünen kanunları, bu hesab-ı tevafukînin cinsindendirler. Hattâ fıtrat-ı eşyada Fâtır-ı Hakîm bu tevafuk-u hesabîyi bir düstur-u nizam ve bir kanun-u vahdet ve insicam ve bir medar-ı tenasüb ve ittifak ve bir namus-u hüsün ve ittisak yapmış. Meselâ; nasılki iki elin ve iki ayağın parmakları, a'sabları, kemikleri, hattâ hüceyratları, mesamatları hesabca birbirine tevafuk ederler. Öyle de; bu ağaç, bu baharda ve geçen bahardaki çiçek, yaprak, meyvece tevafuk ettiği gibi, bu baharda dahi az bir farkla geçen bahara tevafuk ve istikbal baharları dahi mazi baharlarına ihtiyar ve irade-i İlahiyeyi gösteren sırlı ve az farkla muvafakatları, Sâni'-i Hakîm-i Zülcemal'in vahdetini gösteren kuvvetli bir şahid-i vahdaniyettir.

İşte madem bu tevafuk-u cifrî ve ebcedî, bir kanun-u ilmî ve bir düstur-u riyazî ve bir namus-u fıtrî ve bir usûl-ü edebî ve bir anahtar-ı gaybî oluyor. Elbette menba-ı ulûm ve maden-i esrar ve fıtratın tercüman-ı âyât-ı tekviniyesi ve edebiyatın mu'cize-i kübrası ve lisan-ül gayb olan Kur'an-ı Mu'ciz-ül Beyan, o kanun-u tevafukîyi işaratında istihdam, istimal etmesi i'cazının muktezasıdır.”

Bu ihtar ve cevaptan Kur’an’ın her kelimesinin hatta bir harfinin dahi ne kadar önemli olduğu kitap yazılacak kadar derin hakikatleri ihtiva ettiği anlaşılmaktadır. Bu nedenle “Cifir” ilmini inkar etmek doğrudan doğruya Kur’an hazinelerinin ortaya çıkmasını engellemekten başka bir şey değildir.

Bu ilim, Bıyıklı’nın ifade ettiği üzere uydurulmuş ve İslamiyetten sonra ortaya çıkmış değildir. Yahudi âlimleri Tevrat’tan gelen malumatlarıyla huruf-u mukatta ile tarih verilebildiğini bildikleri anlaşılıyor. Harflerden tarih anlaşılması ise ebced hesabına dayanmaktadır. Bu hesaba göre her harfin bir rakam değeri vardır ve Kur'an bir yandan harflerle manaları anlatırken, bir yandan da bazı tarihlere işaretler etmektedir. Mesela, elif lam mim “71” ettiği için Yahudiler, ümmetinin ömrü az demişler.

Bu hususla ilgili olarak cifir ilminin hakikatının teyid eden tarihte o kadar çok örnek vardır ki: Mesela,Kur'an'da güzel belde manasına gelen "beldetün tayyibetün" ibaresinin İstanbul'un fetih tarihini gösterdiğini Osmanlı alimleri keşfetmişlerdir.

Bu ebced hesabı ve daha geniş ifadesi ile cifir ilmi, gizli, ince fakat makbul bir ilimdir. Peygamberimiz (asm)'ın yahudilere aynı tarz ile cevap vermesi bu hakikati gösterdiği gibi, Kur'an'dan yapılan bir çok tarih tesbitleri de bunu isbat eder. Mesela Yavuz döneminin büyük âlimi İbn-i Kemal Hazretleri Mısır'ın fetih tarihini bir ayetten çıkarmıştır.

ÜstadBediüzzaman da ilm-i cifirle pek çok tarihleri Kur'an'dan çıkarmıştır. Mesela Kevser suresinden İstanbul'un fetih tarihini çıkarmasının yanında yine aynı suresinden Yeniçeri Ocağı'nın kaldırılış tarihini dahi bulmuştur. Hatta Osmanlılar'ın Avrupa'ya ilk ayak bastığı tarihi dahi çıkarmıştır.

Ayrıca İslam dünyasında Hz. Ali, Cafer-i Sadık, Muhyiddin-i Arabî ve Nercmeddin-i Kübrâ gibi en büyük âlimlerin ilm-i cifirle meşgul olup üstadlık yapmaları da onun makbuliyetine çok kuvvetli bir delildir.

Bediüzzaman "Elbette nev-i beşer, âhir vakitte ulûm ve fünûna dökülecektir. Bütün kuvvetini ilimden alacaktır. Hüküm ve kuvvet ise, ilmin eline geçecektir. " Hem o Kur’ân-ı Mu'cizü’l-Beyan, cezâlet ve belâgat-ı Kur’âniyeyi mükerreren ileri sürdüğünden remzen anlattırıyor ki: "Ulûm ve fünûnun en parlağı olan belâgat ve cezâlet, bütün envâıyla âhirzamanda en merğub bir suret alacaktır. Hattâ insanlar, kendi fikirlerini birbirlerine kabul ettirmek ve hükümlerini birbirine icra ettirmek için, en keskin silâhını cezâlet-i beyandan ve en mukavemetsuz kuvvetini belâgat-ı edâdan alacaktır. ” Diyerek Kuran’ın bu mucizevi yönünü ele almakta ve insanlığın son döneminde en keskin silahının belagat ve cezalet olduğunu ifade etmektedir.

Belagat, son zamanlarda İngilizceden alınarak söylendiği hali ile “retorik” en kısa ifadesi ile muktezai hale mutabık söz söyleme sanatı olarak ifade edilmektedir. Bunu basitleştirerek “mevcut hale en uygun söz söylemek” şeklinde söyleyebiliriz. İşte herşeyin Kitab-ı Mübînde mevcud olduğunu tasrih eden "ve lâ ratbin ve lâ yâbisin illâ fî kitâbin mubînin" Âyet-i Kerîmesinin hükmüne göre; Kur'an-ı Kerim, zâhiren ve bâtınen, nassen ve delâleten, remzen ve işareten her zamanda vücuda gelmiş ve gelecek her şeyi ifade ediyor.

Yine başka bir Ayette "Yeryüzündeki ağaçlar kalem, deniz de arkasından yedi deniz daha katılıp (mürekkep) olsaydı, yine de Allah’ın sözleri bitmezdi. Doğrusu Allah güçlüdür, halimdir. "(Lokmân, 31/27). Bediüzzaman bu ayeti şöyle tefsir ediyor: "De ki: Rabbimin sözleri(ni yazmak) için denizler mürekkep olsa ve bir o kadar da ilâve etsek dahi, Rabbimin sözleri bitmeden önce o denizler tükenir. "

Ayetin manası şöyle anlaşılabilir: Denizleri ne kadar geniş ve büyük görürsen gör, bil ki bunlar sınırlıdır. Ama Allah’ın ilmi sonsuzdur. Sınırlı olan şey, kesinlikle sınırsız olana yetmez.

Bediüzzaman bu ilmi kullanırken şu hususu da atlamamış ve demiştir ki “Ve o risalede, biz demiyoruz ki, "ayetin mana-yı sarîhi budur; " ta hocalar "Fihi nazarun (bir bakalım)" desin. Hem dememişiz ki, "Mânâ-yı işârînin külliyeti budur. " Belki diyoruz ki, mana-yı sarîhinin tahtında müteaddit tabakalar var; bir tabakası da, mana-yı işârî ve remzîdir. Ve o mana-yı işârî de, bir küllîdir; her asırda cüz’iyatları var. Risale-i Nurdahi bu asırda o mana-yı işârî tabakasının külliyetinden bir ferttir. Ve o ferdin kasten bir medar-ı nazar olduğuna ve ehemmiyetli bir vazife göreceğine, eskiden beri ulema beyninde câri bir düstur-u cifrî ve riyaziyle karineler, belki hüccetler gösterilmişken, Kur’an’ın ayetine veya sarahatine değil incitmek, belki i’câz ve belağatine hizmet ediyor. Bu nevi işârât-ı gaybiyeye itiraz edilmez. Ehl-i hakikatın, nihayetsiz işârât-ı Kur’aniyeden had ve hesaba gelmeyen istihracatlarını inkâr edemeyen, bunu da inkâr etmemeli ve edemez.

Bu cifir meselesini teferruatlı ve akademik bir anlayışla yazayım dedim fakat tam 69 word sayfası büyüklüğünde neredeyse bir kitap yazmak icap edecekti. İbni Sina’nın “sözün güzelliği kısalığındadır” demesine binaen kısa kesip arif olan onu anlar diyerek Bıyıklı gibi sathi nazarlara cevap vermek değil bu ilmi anlamak isteyenlere yardımcı olmayı murad ettim. Rabbim bu ilimden istifade etmeyi cümle İslam’a nasip etsin, vesselam…


Vehbi Kara


Devamını Oku »