Şimdinin Vakitsiz Seferberliği

Günümüzde de dünyanın bütün çocuklarının masal dinleyerek büyüdüğünü mü umanlardansınız yoksa? Hangi çocuk ruhu, en çok gereksindiği evrede hayalimi kışkırtan ve onu insan-toplum-nesne ilişkilerine farkettirmeden hazırlayan, zihnini dünyaya ayarlamasını kolaylaştıran masalların yokluğunun bıraktığı boşluğu bir benzeriyle doldurabilir? Hangi şey, varolmayan tiplemelerle dolu bir olay örgüsü üzerin- den varolanlar dünyasına özgü gerçekleri işaret eden masalın yerine geçebilir.Hangi yetişkin , çocukluğunda tatmadığı, düşlemediği bir dünyanın kendisine neler verebilceğini düşünebilir?

Zamanımızın insanlarını öncekilerden ayıran niteliklerinden biri de, hangi dünyâ görüşüne mensup olurlarsa olsunlar, neye inanırlarsa inansınlar, birincil sorumluluklarının doğum ile ölüm arasındaki bu dünya hayatının niteliğini, öbür kabullerini zorlayacak kadar önemsediklerinin ayırdına varmalarının engellenecek mekanizmalarla kuşatıldıkları. İster Budist olsun, ister Brahman, ister panteist olsun, ister ateist,zamanımızın insanı,dünyada olup bitenlerin öncesi ve sonrasıyla,eskiden olduğu denli ilgili değil,Varsa yoksa ‘an’

Bu  durumu kavrayabilmek için seçilesi vasıtalardan biri hikâye…Yakından bakalım

Ruhunuzu Kaşıyabilir miyim?

İşte  asıl bunun nedenleri kavrandığında, una tapınmayı hazırlayan hissi, zihni, ruhi bedeni dayatmaların sonucunda ulaşılan konum tespit edildiğinde hikâyenin bitişini hazırlayan etmenlere de yakınlaşılmış olunur. Soruna böyle yakınlaşıldığında, televiz­yon dizilerinin, bilimkurgu filimlerinin, alt düzeyli fantastik edebiyatın, aslında hikâye­nin karşısında değil, belki onun hükmünde, ona tabi birer öğeler olduğu görülebilir. Zamane insanını öncekilerden ayıran ve demin andığımız niteliğe yapışık bir baş­ka durum da, çağdaş insanın gittikçe birbirine benzetilmesi, tekdüzeleştirilmesi: ortak bilgilenme süreci, ortak algı düzeyi, ortak beğeni eşiği, ortak yaşama mekânı, ortak ça­lışına ortamı, dahası ortak düşünme ve hissetme formları... Bunca ortaklık sonrasında hiç ortalıkta hikâyenin dolaşacağı alan kalır mı? Bunca ortaklık, insanlar arasındaki farkları ortadan kaldırdığı kadar, insanların birbirlerine gereksinimlerini azaltmaz mi? insanın bıraktığı bu boşluğu ne doldurdu dersiniz? Makine! Her cinsten alet, edevat..

Öyle metal yığını kocaman aletleri akla getirmenin gereği yok. Sanırım ilk gör­düğünüzde sizi de benim kadar şaşırtmıştır, oklava boyunca ama çomak kalınlığında birçubuk; ucunda, parmaklarını hafifçe ayalarına doğru bükmüş bir el. Sırtı kaşıma­ya yarayan bu aletin üretildiği bir dünyada hangi zihin ve ruh ihtiyacına karşılık ve­rebilir ki bir hikâye?

Kendine Yeterliliğin Zindanı

İnsanın kendi kendisine yetmesini ve handiyse cinselliğini bile bir türdeşine gereksinmeden ‘yaşayabilmesini’ mümkün kılan çağımız, aynı zamanda insanı kendi kendisine hapseden bir düzeye indirgemiş olmuyor mu? Kendi mahzeninde tutuklu bir insanın, bir başkasının birikimlerine, gözlemlerine, duygularına, bilgilerine, görgülerine, kaygılarına, korkularına gereksinmeni nasıl beklenebilir ki! Çünkü çağımız insanın bilme açlığını bilim ve teknoloji bilgilerinin kırıntıları, magazin haberlerinin ayrıntıları, en hafifinden ta­mdık bildiklerin yaş tahtaya basmalarının dedikoduları yeterince gidermekte.

Öbür yandan, insanın kendini ifade etme gereksinimi de çağımızda en aza indirgenmiş durumda. İnsanın kendini modernitenin dayattığı kuralları zorlayarak anlatabilmesi neredeyse psikoloğunun koltuğuna oturduğunda mümkün olabilmekte. Bu- arada asıl hikâyeci kendi derdine yansın. Çünkü handiyse bir tek o kendisine muhatap bulamamakta.

Nekahet Zindeliği

Büyülerin ve büyücülerin cirit attığı, gecenin bir saatinden sonra her an bir canavarın pencereden bakan birine şöyle bir görünüvereceği; cinlerin, perilerin, gülyabanilerin insanlarla birlikte yaşayıp gittiği dünya artık yok. Bizim dünyamız açıklanabilirlikler ve formüle edilebilirliklerin dünyası. Böyle bir dünyada olağanüstüye kim ihtiyaç duyar ki? ‘’İyi ama asıl bilim-teknikteki gelişmelerin katkısıyla modern hikaye türü,bırakın ölmeyi,başka bir bünyede çok daha büyük atılımlar gerçekleştirmedi mi?’’diye karşı çıkan soruyu duyar gibiyim.

Doğru. Hikaye XV11.yy sonrasında,bir kısım insanların gözünde daha öncekiyle karşılaştırılamayacak denli önem kazandı ve modern hikaye

Son 300 yılın en önde gelen zihni etkinliklerinden biri haline geldi.

Ne ki insanlık tarihini aklımıza getirdiğimizde, bu son üç yüzyıllık gelişmenin,ancak ölmek üzre olan bir hastanın nekahet evresindeki canlanmasından başka bir nitelikte olmadığı görülür.Çünkü olağansütüyü rededen hikayenin gideceği uç,olağandışı’dan başkası olamazdı.Olağandışı,yani aykırı tipler,sıradışı durumlar ve gerektiğinde çizgi dışı çözümlemeler…

Böylelikle aykırı tiplerin geçici sarhoşluğuna kanan modern edebi hikaye,yerini küçük insan’ın tahkiyesine değin gününü gün etti.

Muhatap Sorunu

Sıradan insanı anlatan,küçük adam hikayeciliği…

Sıradışı tiplerden sonra mal bulmuş mağribi gibi sarılınan bu olgu da hızla tükenir çünkü okur bu tip hikayelerde, dilediğinden çok kendisini bulur; dahası, kendisinden başka da pek bir şey bulmaz.

Tüm hikayecilerin birincil kaynağı, ne kendisinden öncekilerin yazdıkları, ne de kendi yaşantısından süzdükleri. Hikâyenin beslendiği ana damar, kelimenin en geniş anlamıyla başkasının deneyimleri... Hele artık hiç esamesi okunmayan ve kimileyin elinde geleneksel sazıyla o köy senin, bu kasaba benim gezen hikâyepcrdâz, yani bütün edebi hikayelerin ana kaynağı tarih olalı beri,hikaye de ilk ciddi yarayı almıştı bile
Edebi hikaye île hikâyeperdâzın anlattığı arasında nitelik farkları sanıldığında da azdır. Çünkü her iki hikayeci de muhataplarına göre, onların gereksinimleri doğrultusunda kurgularlar anlatacaklarını.

‘Estetik Merak’ın Yitimi

Günümüzde, şu ya da bu yayın organından, dünyanın en ücra köşesinde bile olup bitenlerden haberli oluyoruz ama artık önümüzde bizi çarpacak, hatta etkileyecek,kendimize pay devşirebileceğimiz hikâye yok. Dikkat edilirse, asıl bu haberliliğin,hikayenin tahtına oturduğunu görürüz. Bir zamanlar hikâye ile kışkıran merak duygumuz,şimdilerde bir mastürbasyondan farklı olmayan yığınla ayrıntı üzerinden tatmin olmakta.

Bize ulaşan tüm bu haberler arasındaki açıklamamıza pay bırakan ya da bir başkasının açıklamasını zorunlu kılan yönler yok.Tümü bize açıklanmış,algılanmaya ve algılandığı gibi kabullenilmeye hazır halde ulaşmakta.Çünkü birilerinin,düşgücümüzün tahrik olmasından çekinmesi için haklı gerekçeleri var.

Öbür yandan,haber yalnızca yeni olduğunda bir değere sahiptir,ya hikaye ?Hikaye öyle mi ?

Vak'a ile vakıa

Hikaye, yalnızca bir kişinin değil bir kültürün hatıra ve hafızasıdır. Dolayısıyla burada şunu sormamız gerekli: kaçımız hafızasına 'güvenebilmekte'? Kaçımızın bir başkasına anlatabileceği ayrıcalıkla hatırası var?

Üstelik bu haberli edilme, bize her olup biteni olay diye sunmakta. Olay, yani ka-yıtsız kalınarak edilemeyen. Sanki bu süreci kolaylaştırmak için mi ne, dilimizde va­rolan vak’a ile vakıa arasındaki ayrım da ortadan kaldırılmış durumda. ‘Olmuş bit­miş olan" karşılığındaki vak'a ile ‘olduğunda işin rengi değişir’ havasındaki vakıayı birbirinden ayırmamak demek, sıradan bir olayı nadirattanmış gibi ya da kırk yılın başı olmuş bir olayı her gün yaşanıyormuş gibi sunmanın önünü açmak demek. Ha­ber merkezli çağımız dünyasının son derece işine gelen bu durum, hikâye içinse tam bir ölüm fermanı... Çünkü ancak böylelikle olmuş olanlarda açıklanamaz bir yön bı­rakmamış izlenimini verebilirsiniz.

Hikâyeyi bir başına ayakla tutan öğe, açıklamanın el atmasına fırsat vermeden kurgulanabilmesi. Sonunda bir 'kıssa'sı olsa bile iyi bir hikâye, okurun yorumunu önceler. Ancak okurun kendince açıklamalarıyla bir hikâye ‘gerçekte" bitmiş olur. Bunun için de hikâyenin kurgusu, okurunun düşgücünü  tahrik ederek onu olağanın üstüne çıkarmayı hedefler.

Hece Dergisi,Postmodernizm Özel Sayısı
Devamını Oku »

Resmi Tarihin Oluşumu

Tanıl Bora resmi tarihin oluşumunu iki evreye ayırır;’’Doruğunu Türk Tarih Kongresi(1932) oluşturduğu (romantik) denilebilcek evre ile,2-Türk Tarih Kongresinden(1937) başlatabilceğimiz,1950’lere kadar uzanan ikinci evre.İlk evrede kadın kadın,Türk Tarihinin idealleştirilmesi ve etnisist bir tarihçilik hakim.İkinci evrede ise tarihsel  mitos üretiminde bir durulma söz konusu;mamafih devlet mitosu tahkim ediliyor ve ilk evrede üzerinden atlanan Osmanlı tariihi daha fazla içeriliyor.’’

Ortak bir tarih/dil geçmişine dayanmak,daha doğrusu böyle bir geçmiş inşa etmek:Türk ırkının yenilmez gücüne atıf yapmak içindir.Tarihin hiçbir döneminde devletsiz kalınmadığı hatırlatılarak bu güç pekiştirilir.

Irkçılığa varan vurgularla bir dönem başlamış  olan geri kalmışlığımızın sebepleri tartışması da, zımnen Müslümanlığa bağlanılarak çözümlemeye çalışılır. Çünkü modernlik/modernleşme siyaseti aynı zamanda geri/gecikmiş olmayı  da zımnen onaylamak anlamına gelir. Çağdaşlaşma/batılılaşma geri kalmışlığımızı aşmanın tek ve geçerli yoludur. Eskiye ait her ne varsa reddedilmelidir. Gerçek tarih, gerekse dil tezleriyle yapılmak istenen, bu kopuşu sağlamak, geride kalana bir daha bakmamak üzere yüzünü yeni değerlere çevirmektir. Tarih ve dil tez­leri, uzak geçmişin mirasını keşfe çıkan bir romantizmden değil, mevcut mirası topyekün ilga ödevini yerine getirmek anlamına gelen bu kopuşun yarattığı derin boşluğu alelacele doldurmak arayışından doğmuş olsa gerektir. Bir dönem Akdeniz ve Ege uygarlıklarının öne çıkarılması, Yunanca ve Latincenin okullara ders olarak konulması,sözünü ettiğimiz arayışların bir sonucudur. “Osmanlıca belli bir dönem kültür dili ol­masına karşın yok sayılırken, Latince’nin temel eğitim kurumlarına yerleştirilmesi ya­şanan çelişkinin boyutlarını büyütmüştür. Böylece, tarihsel ve ortak bilinci yok sayılan, yadsınan bir ‘halkın önüne, kendisine ait kalıcı ve değerli hiçbir şeyin olmadığı, tüm olumlu ve nitelikli kavramlar ve olguların Batı’da bulunduğu tezi çıkarılmıştır.” Yurttaşlık bilincine ulaştırılacak olan halka götürülecek ‘millî değerler’e de böylece ulaşıl­mış ve ‘resmiyet’ kazandırılmış olmaktadır. Köy Enstitüleri, Halk Evleri gibi projeler, öncü aydınların mezkûr değerleri halka taşıma faaliyetlerinin en önemli yanını teşkil etmekteydi, Ayrıca çağdaşlaşmanın/asriliğin özelliklerinden sayılan “opera, bale, tiyat­ro, heykel, senfoni orkestrası, arya, balo, çoksesli müzik gibi birçok projenin hazırlan­ması ve toplumsal karşılıkların oluşturulması için aydınlar seferber oldular. Burada ’musiki inkılabı yapmakla vazifeli’ Musiki Kongresi sonrasında Paul Hindemith’in, 1936-37 yıllarında Türkiye'ye çağrıldığını ve P. Hindemith’in ‘Türk Musiki Haya­tini Kurmak için Teklifler’ini anımsayalım. Ayrıca, kurulmaya çalışılan devlet anlayışına uygun bir millet inşası için de tek dil, tek tarih, tek ırk, tek kültür; geleneksel bay­ramlar yerine millî bayramlar, geleneksel saat ve takvim yerine, ‘evrensel’ saat ve tak­vim gibi ortak paydalar oluşturulmaya çalışıldı.”

Millî devlet, millî vatan, millî tarih, millî dil, millî kültür, hatta millî millet... gi­bi nerdeyse her olgunun ancak millî ön-ekiyle kavramsallaştırılabildiği, ‘millî değer­ler’ ortak paydası, bize milliyetçiliğin armağan ettiği bir inşâdan ibarettir. 1. Dünya savaşıyla birlikte çöken İmparatorluktan sonraki yeni hükümet etine biçiminde, mil­lî değerler nerdeyse yeni siyaset anlayışının tüm yükünü sırtlanmış oldu. Artık her şey bu değerlerin dolayımıyla inşâ edilecekti.

Bir dönem dinî argümanlara yaslanarak kendini kutsallaştıran siyaset ve hükümet etme biçimi; geleneksel, tarihsel olana sırt dönülmesiyle birlikte kendini millîlikle kutsallaştırmaya çalıştı. Elbette bu bir zorunluluğun sonucuydu; milliyetçiliğin laik bir ideoloji olduğu ve bu nedenle dinle araçsal bir ilişki kurduğu düşünülürse; ilham verdiği siyaset ve hükümet etme biçimi de laik ve seküler olacaktı. “Milliyetçiliğin dine, dinin kendi doktrininde öngörülen düzeyde merkezi değil, milli ya da ulusal si­yasetin ihtiyaçları ölçüsünde ikincil bir önem atfettiği ve hatta yer yer ‘din karşıtı’ milliyetçilik biçimlerinde görüldüğü üzere, modern bir toplum inşa etmenin önşartı olarak, dinin sadece siyasal değil, gündelik yaşamda ve sosyal ilişkilerdeki etkileri­nin de bütünüyle bertaraf edilmesi gerektiği yönelimlerine de cevaz verebildiği gö­rülmüştür”. Ayrıca kutsal karşısında kendiliğinden mutîleşip râm olan geleneksel halk tepkisinin sürdürülebilir olması; geleneksel kutsallıkların yerine yeni, modern kutsallıkların ikamesini de, bir anlamda zorunlu kılıyordu.

Gerek Güneş Dil Teorisiyle, gerekse Türk Tarih Teziyle ortaya konan anlayış, Türk’ü, Türklüğü mitoslaştırırken; Türklerin ortaya koyduğu kurumları ve eserleri de kutsallaştırıyordu. Kut kelimesinin sözlük anlamı bile bize, andığımız kutsallaştırma­yı bizatihi göstermektedir; “. Devlet idaresinde güç, yaratıcılık ve yetki bakımından sahip olunan üstün güç. 2. Mutluluk. 3. mit. İlahi bir kaynaktan gelen rahmet, bere­ket,'’ olarak TDK Sözlüğünde anlamlandırılan kelime; devlet idaresindeki gücün üzerine, İlahî bir kaynaktan gelen rahmet ve bereketin hâlesini düşürüyor; böylece söz konusu gücü kullananlara da örtülü bir aşkınlık ve kutsallık bahşedilmiş oluyor­du. Yüzlerce yıllık Osmanlı devlet kozmolojisinin oluşturduğu “kutsayıcı” geleneğin de, bu yolla zengin bir psişik altyapı olarak işlevselleştirilmesi, “devlette devamlılık” hissini ödünlemek için eşsiz bir fırsat sağlamaktaydı. Yapılması gereken, dinî simge­ler yerine Türklerin ‘binlerce yıllık’ simgelerini ikame etmek; Zillullah olan halife yerine, hakan’ın ‘kut’lu halesini ‘milli devlet’in kozmik çatısına kondurmaktı. Türk- İslâm sentezi olarak da adlandırılan, simgeler arasındaki uyumun ve geçişliliğin sağ­landığı bu kaygan zemin, devlet mekanizmasının tıkandığı her durumu aşmak için kullanılan güvenli bir supap vazifesi görmüştür. Zira arkaik;  mitolojisindeki ‘kut’lu devlet’ tasavvuru ile İmparatorluk geleneğindeki ‘kutsî devlet’ tasavvuru, ‘kut’un sağladığı mistifikasyon sayesinde rahatlıkla kaynaşabiliyordu.

Egemenliğin tanrısallıkla ilişkilendirilmesiyle birlikte ‘Türk Devleti’nde tecessüm eden kutluluk; devletin yayıldığı her alanı da devletlû kılıyordu. “Ama bir za­manlar ‘milli mukaddesat’ olarak anılırken bir ölçüde İslami renkleri çağrıştırdığı halde, esasen laik bir ideoloji olarak milliyetçiliğin sembolik düzeyde ihtiyaç duydu­ğu ‘morale’ muhtevayı anlatan ve giderek milli değil ulusal bir renge bürünen ‘kut­sal değerlerdin (mili maneviyat), bu uyumlu ikiliyle imtizaç edip edemediği hala kuş­kuludur. Aslında burada kuşkuya yol açan şey, ‘ecdadımızdan miras kalan mukeddasat’ın ‘Türk milletinin değerleri’ ile bu ikisinin ‘ulusumuzun kutsal değerleri’ ile ay­nı şey olup olmadığıdır”.

Hece Dergisi, Postmodernizm Özel Sayısı
Devamını Oku »

İran mı Yapmak İstiyorsunuz ?

Çağdaş İslam düşüncesinin tek parti iktidarıyla tek taraflı olarak kuramadığı ilişki çok partili dönemle daha üst noktalara yaklaşmışken, hükümeti oluşturan unsurla­ra olduğu kadar devleti meydana getiren seçkinlerle yine aynı sorunları yaşamıştır. İslâm söz konusu olduğunda, devleti elinde tutan kesim katı bir tavır takınarak İs­lâm’ın herhangi bir nüvesinin devlet kademelerinde belirleyici olmasının önüne geç­mişlerdir. İslâm’a karşı önceleri sert tedbirler alan odaklar sonraları dünya sistemi­nin konsept değişikliğiyle ipleri gevşetirken, hiçbir zaman o ipleri İslâmcılara verme­mişlerdir. Sistemin İslâm’a ve Müslümanlara karşı yaklaşımı hep Müslümanları “sa­vunmaya” geçirecek tarzda gelişmiştir. Modern batı medeniyetine intibak etmeye gayret edilen Tanzimat’tan bu yana İslâmi olanı gündeme getiren herkes irtica vd. söylemlerle engellenmiştir.

Mustafa Kemal’in Karadeniz gezisindeki bir hadise sistemin İslâm’a karşı tavrı­nın ilk günden beri değişmediğini belgelendirir. Bu olaya göre ilk Rize Müftüsü Hu­lusi Efendi, Mustafa Kemal Paşa’ya medreselerin açılması yönünde bir dilekçe verir. Bu dilekçeye çeşitli çevrelerden bir çok tepki gelir. Ancak Cumhuriyet Gazetesi’nde yayınlanan ve Mustafa Kemal Paşa’nın ağzından valiye; söylendiği belirtilen ifade­ler, bugün bile hala etkisini ve gücünü artırarak sürdürür: “Bu adamlar burasını İran gibi mi yapmak istiyorlar?” (Kara 2004, 16) Üstelik malumu üzere o dönemde İran’­da bir İslami devrim yapılmamıştır.

Cumhuriyet’in ilk yıllarında tek parti zihniyetinin ürünü olarak devlet ile millet arasındaki bağ “disiplin”le sağlanır, doğrudan müdahaleye dayanırken, demokratık idareyle birlikte ‘denetim’ metoduna geçiş yapılmıştır.İslamcıların devletle ilşkileri bu aşamadan sonra daha “ihtiyatlı” bir konuma geçmiş, her eylem ve söylemde 'ön­ceki deneyimler dikkate alınarak “aşırı’lıktan çekinilmiştir. Bütün bunların dışında zaten İslâmî anlamda en temel ibadet şekilleri kısıtlandığı için başta Sebilürreşad ve Eşref Edip olmak üzere bu temel istekler dillendirilmiştir. “TCK’nın 526. maddesi ne göre bir adam minarede yahut camide Kur’an diliyle Allahu ekber diye ezan oku­sa yahut namaza başlarken kamet getirse zindana atılır.” (Fergan 2005, 36) diyen Eş­ref Edip, devletten en büyük isteğini gayet masumane bir tarzda Mustafa Kemal Paşa’nın ağzından açıklar: “Milleti kendi haline bırakınız. Kur’anı Arapça okusun. İba­detini Kur’an lisaniyle yapsın.” (Fergan 2005, 76) Tek parti idaresinin Türkiye'de yaptığı din tahribatı hakkında Sebilürreşad’ın Kasım 1950 nüshasında önemli bilgi­ler veren Eşref Edip, din derslerinin kaldırılmasından, ezan ve Kur’an yazısının ya­saklanmasına, şapka inkılabından masonluğun serbest bırakılması, cami içlerindeki dini yazıların ve simgelerin indirilmesi, komünizmi ülkeye sokmaya, süt kardeşlerle evlenmeyi mübah kılmaya kadar 45 maddelik bir döküm verirken, en son “nihayet Türklerin resmen hıristiyan yapmak üzere Protestan cemiyeti” teşkil etmeye yelten­diğini belirtir. (Gün 2001, 164-167) DP’nin seçimlerde büyük bir başarı kazanmasıy­la Eşref Edip, artık put saydığı şef sisteminin bir daha geri gelmemek üzere tamamen kalktığını vurgulayarak, dini eğitim başta olmak kaydıyla onbir maddeden oluşan ta­leplerini dile getirir. (Gün 2001, 221-223) Eşref Edip ve dönemin Müslümanların! her ne kadar ezanın ve ibadetin aslî şekline dönmesi, radyoda Kur’an-ı Kerim yayın­ları memnun else de Menderes’in icraatları, beklentileri karşılamaya yetmemiştir.

Hece Dergisi, Postmodernizm Özel Sayısı
Devamını Oku »

Tanzimat Dönemi Çelişkileri

Tanzimat, öncesi, dönemi ve sonrasıyla çelişkilerle dolu bir dönemdir. II. Mah­mut'un gerçekleştirdiği devrim niteliğindeki yenilikler, toplumda infiallere neden ol­muş, toplum hem padişahı hem de yenilikleri hoş karşılamamıştır.

Padişaha ‘Gavur Padişah' demesi, padişahın diniyle ilgili bir durum değildir: Getirdiklerinin topluma uymadığını göstermek içindir. İkinci Mahmut’un bu kadar ra­hat hareket edebilmesi, karşısında herhangi bir gücün olmaması nedeniyledir. Yöne­timle halk arasında bir denge unsuru olan ve tavrını da daha çok halktan yana koyan -zaman zaman hataları olmakla birlikte- Yeniçeri Ocağı, tarihin hiçbir döneminde görülmemiş bir vahşetle ortadan kaldırılmış; yerine kurulduğu düşünülen Asakir-i Mansure-i Muhammediye, yabancı uzmanların eğittiği askerlerden oluşmuştur. Do­layısıyla İkinci Mahmut’a ‘dur’ diyecek bir güç yoktur. Bütün ıslahatlarına karşın 2. Mahmut, Tanzimat Fermanı’nı ilan edilmesini, Akif Paşa’nın ‘Hukuk-ı şahaneniz ’ demesi üzerine kabul etmemiştir. (Mümtaz’er s.9) Bu da ıslahatla­rın halka yönelik olduğunu, yönetimin bu ıslahatlarının dışında ve üstünde durduğu­nu göstermektedir.

Tanzimat’ın ilanından sonra, o güne kadar derinden akan ya da birikmiş olan pek çok düşünce su yüzüne çıkmıştır. Yunan İsyanı, Kavalalı Mehmet Ali Paşa’nın ordularının Osmanlı ordusunu yenmesi. Yeniçeri Ocağının kanlı bir şekilde ortadan kal dirilişi» Balta Limanı Anlaşması, toplumu bunaltmış; Tanzimat bütün bu olumsuz­lukların sonu gibi görünmüş ve takdim edilmişti. Tanzimat bir bakıma yeni bir sayfa açma, devletin yönünü Batıya çevirerek devleti kurtarma hareketiydi. Böylece top­lumun önünde yeni bir dönem başlıyor, eski dönem ise Sadullah Paşa'nın deyişiyle:

Mecaz oldu hakikat hakikat oldu mecaz,

Yıkıldı belki esasından eski malumat yıkılıyordu.

Batılılaşma (çağdaşlaşma, muasırlaşma, modernleşme) Osmanlı toplumuna gör­sel ürünlerle girmiştir. Takvim-i vekayi (1831), Ceride-i Havadis (1840),

Tercüman-ı Ahval (1860) gibi gazetelerin peş peşe çıkması, toplumu haber anla­mında bilgilendirmeden ziyade yönlendirmeye yöneliktir. Özellikle İstanbul’da okuma salonları olarak düşünebileceğimiz ‘kıraathanelerin’, ‘gazete okuma yerleri olarak dü­şünülmesi ve oralara gazete bırakılması bunu göstermektedir. İlginçtir bugün de toplu­mu yönlendirme işleri medya kanalıyla yapılmaktadır. Gazeteden sonra, toplumu yön­lendiren ikinci görsel kurum da tiyatrolardır. Edebi anlamda değişimin başladığı alan tiyatro olmuş, tiyatro da edebi dönüşümün motoru olmuştur. Daha çok yabancıların ve Osmanlı azınlık elitinin yönetim ve denetiminde olan tiyatro, Avrupa’yı canlı örnekle­riyle Osmanlı aydınlarına göstermiş, açıktan ya da bilinçaltından ona ne olması ve na­sıl olması gerektiğini hissettirmiş ve onu yönlendirmiştir.

‘Batı tesirinde ortaya çıkan yeni türler arasında önceliği tiyatro alır. İtalyan tiyat­ro kumpanyaları İstanbul’da büyük ilgi görmüş ve Tanzimat Fermanından bir yıl sonra bu şehirde ilk tiyatro binası inşa edilmiştir (1840).

Oyunların İtalyanca ve Fransızca olmasına rağmen böylesine ilgi görmesi üzeri­ne ilgiyi genişletmek isteyen Kumpanyalar önceleri Türkçe özel verme yolunu tutmuşlar, daha sonra da azınlıklardan bazı şahıslar Türkçe oyunlar sahneye koymaya başlamışlardır.’ (Dergah Ans. 1/350) İlk yerli tiyatro eserleri, tiyatro binasının yapılışından 20 sene sonra verilmiş,33 sene sonrada sahnelenmiştir,İlk sahnelenen eserin (Vatan yahut Silistre-Namı Kemal) oynandığı tiyatro binası da (Güllü Agop) bir azınlığa aittir.

İlk tiyatro eserleri, geleneksel olanın üzerine yeni bir şeyler koyarak ya da neksel olandan hareketle yeni açılımlara varan eserler değildir. Şair Evlenmesi melez bir eserdir. Geleneksel oyunlarla Batılı oyunların karışımı.

Gelenekselin kötü bir taklidi şeklindedir. Bunun içindir ki hiç sahnelenmemiş, Şinasi de ikinci bir eser yazma denemesine girişmemiştir. Bu alanı neredeyse bütünüy­le Namık Kemal’e bırakmıştır. N. Kemal ise. sakat doğmuş bir Fransız (Victor Hu- go)’dır. Victor Hugo, Namık Kemal’in bütün bir ufkunu  kaplar ve kapatır. Kemal,her şeyinde onu örnek alır. Batılılaşma algılaması açısından N. Kemal haksız da sayılmaz; Batı’ya doğru çıkılan düşünsel yolda insanın iyi bir rehbere ihtiyacı vardır. Benzeş­meler salt zihinsel açıdan olmaz, bu yeterli değildir; eserlerde de benzeşmeler, daha doğrusu benzemeye çalışmalar olmalıdır. Bu anlamda Namık Kemal, incelenmeye de­ğer en Önemli Örnektir. Çünkü, Tanzimat’ın ıslahatlar ve Avrupa’ya karşı getirdiği. “ yaşattığı psikoloji, daha yumuşak bir şekilde Kemal’in eserleriyle hayata geçirilmeye çalışılmıştır. N. Kemal’in Batı’ya bakışı, Batı’nın üstünlüğünü kabul etmiş ve bunu özümsemiş, halta ahlak hâline getirmiş bir yazarın bakışıdır. ‘ Filhakika, bizde kalemin gösterdiği terakki, garbın bedayi-i irfanına (kültürün üstünlüğü) kıyas olunursa, bir allamenin irfanına nispeten, yeni lakırdıya (konuşma) başlamış bir çocuğun söyle­yeceği üç beş kelime hükmünde kalır.’ (Mukaddimemi Celal s.31) Edebiyatta ve dü­şüncede önemli olan, bir şeyin gerçekleşecektir.

Hece Dergisi, Postmodernizm Özel Sayısı
Devamını Oku »

Batı’nın ‘Modern’Ie İmtihanı

Gerçek, objektif olmayı daima kendisine saklar.

Modernlik, Batının insanlığa armağan ettiği bir kavram. Kavramı, Reform’a ve Rönesans’a izafe edenler de var, Sanayi Devrimi’ne de. Her ne olursa olsun modernlik uzantıları itibariyle Batı’da gelenekten hem çok çekti hem de ona olduğun­dan çok çektirdi, desek pek de abartmış olmayız.

Genelde Reform, kısmı olarak ise Rönesans, Batı'nı n toplumsal yaşayışına karşı getirilen bir tür itiraz etme biçimiydi. Lâkin bu itiraz etme biçimi, ilk başta öyle sa­nıldığı gibi sıkı sıkıya örgütlenmiş bir tasarımı, olgunlaşmış bir projeyi, geçmişin ye­rine teklif etme şeklinde gerçekleşmedi. Bu durum, Batı’nın varolan kurumsallaşmış yapısının, mevcut hali taşıyamamasından ve taşımakta zorlandığı bu yapıyı, kontrol amaçlı baskı altında tutmasından kaynaklandı, desek ana fikrimizin uzağına düşmüş olmayız sanırım. Batı insanı ‘Kilise’nin, olanca ağırlığı altında toplumsal yapıyı be­lirlemek için Engizisyon ve bilimsel algılama biçimini kontrol altına almak için oluşturmuş olduğu Skolastik çerçevenin cenderesinde oldukça ezildi. Zaman içinde vukua gelen -adına ister ‘paradigma yorgunluğu’ diyelim isterse toplumsal yeni açılımlar gereği teklif edilen cevaplara getirilen bir tür yasaklama diyelim- sonuç açı­sından pek bir şey değişmez, Batı İnsanı dönem itibariyle bunalmış olduğu bu du­rumdan çıkış yolunu, bir kaçış psikolojisiyle gerçekleştirdi. Ve kaçtığı bu yol bo­yunca önüne çıkan zararlı ve yararlı birçok yapıyı yerle bir etti. Romanın ve Hıris­tiyanlığın oluşturmuş olduğu bütüncül yapı, kiiçülmeci ulus devlet modelleriyle da­ğıtıldı. insanın şahıstan bireye doğru evrilmesi sonucunda dağılan psikolojik algıla­ma biçimi, yeni bir insan oluşturma adına başkalarını yok sayma gibi bir yola gir­mekte hiçbir beis görmedi. Küçülmeci ulus devlet modelleri, hemen karşılarında öte­kini yasal bir şekilde var etti ve onunla kanlı bir kavgaya girişmekte herhangi bir so­run görmedi. Modernleşmeyi Sanayi Devriminin bir sonucu sayarsak eğer, -ki bu doğru değildir; Sanayi Devrimi modernleşmenin sadece bir ayağıdır- o zamanda yu­karıda bahsedilen aynı olumsuzluklarla karşılaşırız. Geniş ailenin parçalanması, çe­kirdek ailenin vücuda gelmesiyle başlayıp biten bir süreç değil, aksine ailesizliğe ka­dar varan bir durumun topluma işaretlenmesidir.

Modernitenin Yapılanma Alanları

Bana benden bahset ki seni tanımam kolay olsun.

Modernin gerçekleşmesi, hem kendi kendini kurma döneminde hem de gelenekten kaçış süreci içinde, var olan toplumsal yapıyla bir hesaplaşmayı hep Ön planda tutmuş­tur. Geleneğe karşı biçimlenen modem, bütün hesaplaşmalarım anlam üzerine kurdu­ğundan, gelenekten kurtulma biçimini, onun büyük (iğretisini, paradigma içi bir tadi­latla gerçekleştireceği hesabıyla kurumsal yapılarının içini boşaltmakla buldu. Fakat modern, kendisini de büyük bir yapı (öğreti) olarak ilan ettiğinden, mutlağa ait olan bü­tün çerçeveleri korumakla kalmadı; aslında o, geleneksel elemanter yapıya göre kurgu­lanmış olan ve o güne kadar var olan haliyle, kanıksanmış bir biçimde kendini görkem­li kılmış olan mutlağın içeriğine, kendi katından hiç de uygun olmayan alışılmadık bir anlamlar yumağını yüklemiş oldu. Kutsalın inançla olan bağını ve kutsalı, mutlağın dışına taşıyarak koparmayı başardı. Bu durumda büyük bir anlam kaymasına uğrayan kutsal kendini birdenbire seküler olan bir dünyanın kucağında buldu. Batıdaki biçimiyle,gelenekteki ibadet etme ritüelini dönüşüme uğratan modernite. gelenekte varo­lan haliyle,Tanrının yeryüzündeki gölgesi olan devlete saygıyı -ibadet etme olarak da alınabilir- şeklen de olsa bir amaç üzerinden gerçekleştirilen pozisyonundan uzaklaş­tırdı. Bu tip bîr uygulama devlet için ne kadar riyakar olsa da, kendini mutlaklaştırmayı en azından dolaylı yollardan gerçekleştirmiş oluyordu. Fakat modernde bu saygı (ibadet etme) ritüeli Tanrı'nın zorunlu iskanla başka bir evrene gönderilmiş olmasın­dan delayı, direkt devletin kendi üzerine kalmış oldu ve devlet de bunda her hangi bir beis görmedi. Mesela, memurların kılık kıyafetine gösterilen titizlik, bir taraftan saygı duyma biçimini imlerken, diğer taraftan da devleti mutlak bir alana yerleştirdi.

Evet, yukarıda da sayıp döktüğümüz gibi. 'modernite'nin ‘geleneğe’ saldırısı nitelik üzerinden gerçekleşen bir saldırıdır ve geleneksel insanın yıkımı şeklinde formüle edilebilir. Oluşturulmaya çalışılan insan, birçok yönüyle yeni bir tip olan birey­dir. Aslıda birey tanım gereği çok küçük bir parçayı işaret ettiğinden dolayı, ‘modernite'nin mutlakçı ve büyük yapısına uy mamakla beraber, modern’in yeni inşa et­tiği bu büyük öğretinin içini doldurmaya yarayan bir yapıtaşı oldu ve onun için var­lığına kerhen de olsa izin verildi. Aslında parçanın, bütünü karşıdan gördüğünün he­sabıyla bakarsak eğer, bunun pek de sakıncalı olmadığını, parça ve bütünün fonksi­yonel olarak birbirlerini güçlendirdikleri hesap edilerek sürece katıldığını görebiliriz.

Modernizmm önemli bir ayağı da akıldır. Lâkin bu akıl, geleneğin onu kullanış tarzında olduğu gibi kalbeden akıl değil de, eşya ile kurmuş olduğu ilişki biçimini aşamayacak olan rasyonel akıldır. Aslında modernizmin akla olduğundan fazla önem vermesinden değil de akılcılığı kutsamasından dolayı, aklın coğrafyasını kendini aşan bir şekilde alan genişletmesine tabi tutarak orada, aklı doğal sınırlarının ötesine taşı­yıp, bir nevi akıl tutulmasına' yol açtı. Bu durumda etiği, değeri ve normu aştığı ze­habına kapılan akıl, insanın o güne değin kendisiyle, tabiatla ve kozmosla kurmuş ol­duğu bütün bağları koparttı. S. H. Nasr’ın deyimiyle, ‘‘Tabiat artık bir ana olmaktan çıkıp modern insanın gözünde bir fahişe haline gelmiştir”. Modern tasarının içindeki filozofların başında gelen F. Bacon, “Hurafeler çağı bitmiştir artık; beyler, bakışları­nızı gökyüzünden yere doğru indirin; aslolan tabiattır ve tabiatta, siz ona ne kadar ezi­yet ederseniz, kendini o nispette size sunar” diyerek gelenekteki insanla tabiat arasındaki ilişkiyi, radikal bir biçimde dönüştürmüş oluyordu. Görüldüğü gibi, sado-mazoşist eğilimleri olan bu ilişki biçimi, taraflardan biri diğerine eziyetten zevk alırken, eziyet edilenin de zevk aldığını iddia edip, bu iddiayı merkeze taşıyan bir düşünce. Ne yazık ki, modern akıl bu düşünce perspektifi üzerinden dünyayı algıladı.

Öte yandan bilimin modernitede gelişimi de geleneksel algı alanının ötesine taşa­rak kendine mutlak bir alan tayin etti. Varılan bu durumda bilim, istiklalini ilan etmek­le birlikle, birdenbire vasıta olmaklığın da ötesine sıçrayıp, kendini amaç haline getir.

  • Newton’un Mutlak Evren’i artık Tanrı nın müdahale ettiği bir evren olmaktan çık­mış, bütün kuralları matematik formülasyonlar içine sıkışan, sırlarından mahrum edil­miş bir büyük fotoğraftan başka bir şey değildir. İnsanın, asırların tanıklığı altında oluşturmuş olduğu metafizik ve inanç dünyası, bu şartlar altıda birdenbire buharlaşıp kayıplara karışmıştır. Onun yerini akılcılığın kuru matematiğinde dizayn edilmiş olan ve aklı aşamayınca da yüreğe inmeyi beceremeyen bir metafizik almıştır.


Bilimsel anlayış tarzı dedüktif (tümevarım) yapıdan, iııdüktif alana doğru hızla bir kayma gösterdi. Bu, bilinen bütünden bilinmeyen parçaya doğru gidişin yerine, gözlemlenen haliyle bilinen parça/lar/dan bilinmeyen bütünü çıkarsamak demekti. Dolayısıyla gelenekte zihinde oluşan mutlak, hem deneye uygunluk göstermediğin­den hem de bilinemeyen olarak bir tarafa bırakıldığından bilimsel algının doğasından da kovulmuş oldu.

Bilimlerin kralı ilan edilen fizikteki kurallılık ve determinasyon, hiçbir analize ta­bi tutulmaya gerek duyulmadan sosyal bilimlerin içine atılıverdi. 19.y,y. da sosyal bilimlerin kurallarını sayarak, tam 198 kural bulduğunu ilan edenler oldu. Pozitiviz­min İlmihalini yazan kişi (O. Comte), büyük bir cesaret örneğiyle ‘metres’inin adı­nı haziran ayına  isim olarak teklif edebildi.

Hece Dergisi, Postomodernizm Özel Sayısı
Devamını Oku »

Değişme Kuramlarının Gözden Geçirilmesi

Toplumsal değişme, oldukça karmaşık ve çokyönlü bir süreçtir. Bu olguya iki fark­lı perspektiften bakmaya çalıştık. Bir genelleme yapacak olursak modernizm, toplum­sal değişmeye olumlu bir perspektiften bakmakta ve özenle olumlu olguları seçerek bi­ze tozpembe bir dünya sunmaktadır. Şu an için sefalet ve yoksunluk içinde olan insan­lara “bekleyin”, "‘uzun vadede modernleşmenin meyvelerinden siz de faydalanacaksınız” diyor. Dünyamızdaki derin çelişkileri görmemezlikten gelmeye ve başka dün

dünyaların ulaşdığı refah toplumunu diğerlerine de bir ideal olarak sunmaktadır. Oysa modernizmin, küresel çapta uygulanabilir bir proje olmadığı çoktan kanıtlanmış durumdadır Eğer sadece Çin, günümüz Avrupa ülkelerinin standartlarında bir yaşam sürmeye başlarsa buna dünyamızın yer altı ve yerüstü kaynakları yetmediği gibi söz konusu seviyede bir tüketim yapılması halinde de dünya ekolojik olarak yaşanamaz bir hale getirecektir.Öyleyse modernleşme projesi, bazı toplumların ulaştığı , ancak diğerlerinin de ulaştığında çökecek bir projedir. İşte, postmodernizm tam da bu noktada modernleşme projesine itiraz ediyor. Bu projenin temel dayanaklarını bir bir sorguluyor ve yerine  başka öncüller koyuyor. Bu eleştiriler, elbette modernleşmeye eleştiren bakan; zihinleri mutlu ediyor, ancak şu nokta hala açıklık kazanmış değildir. Postmodernizmin öncülleri ne kadar dayanıklıdır? Burada çok klasikleşmiş bir eleştiri yapılabilir.Postmodernizm , karşıt olma pozisyonundan hareketle yeni bir bakış açısı oluşturmaya çalıştığı için kendi karşıtının evreninde dönüp dolaşıyor. Fernand Braudel’in söylediği gibi "Bir şeyin tersinden konuşmak onun ekseninde konuşmaktır”.

Modernizm, ne kadar Avrupamerkezcil bir ideoloji ise postmodernizm de o ka­dar Avrupamerkezcildir. Eleştirilerini yönelttiği şeyin ekseninde dolaşıp durmakla­dır. Şimdi şöyle bir soru soralım: Batılı olmayan toplumlar için postmodernizmin ne anlamı vardır? Hiçbir anlamı yoktur denilemez. Özellikle Batılı modernleşme proje­sine “çevrenin perspektifinden bakanlar, postmodernizmin modernizme yaptığı eleştirilerden keyifle yararlanıyorlar. Fakat bu “eleştiri edebiyatı’', yeni bîr dünya kurmak için hiçbir malzeme sunmamaktadır. Çünkü postmodernizrn, “buyük” ve "üst anlatılarda karşı çıktığı için bize hiçbir şey vaat etmiyor. Böylesine bir yaklaşım, mevcut olanı iyileştirmeye hizmet ettiği için statücoku bir işlev bile görebilir. Nasıl vahşi kapitalizm sosyalizmin kendisine yönelttiği eleştirilerden ders çıkarak ilaha “sosyal” yüzlü bir sisteme (refah devleti) evrilmişse modemleşmeci proje de kendi­sine yönelen eleştirileri yapıcı bir tarzda kullanarak pekala kendisini ıslah edebilir. Tabi ne kadar ıslah edebilirse..

Yeniden toplumsal değişme konusuna dönecek olursak, postmodemizm modernizmin tarihsel ve toplumsal ilerleme konusunda özenle seçerek oluşturduğu olgular dan hareketle kurduğu ideal yapıyı sarsarak onun “büyüsünü bozmaktadır", Moder-nizm, nasıl geleneksel toplumun büyüsünü bozmuşsa postmodemizm de modernizmin illüzyonik büyüsünü bozmaktadır. Ama eleştirilerinde başarılı olan postmodernizmin temel öncüllerine ve toplumsal değişme konulundaki saptamalarına katılmak zorunda değiliz. Bu konuda iki şeyi birbirinden ayırt etmekte fayda dem dünyadaki gelişmeleri okuma konusunda bir yaklaşım geliştirmeliyiz.Modernleşme konusunda bugün, ulaşılan nokta, bu sürecin paradoksal bir süreç olduğudur.Her adımda modernleşme olumlu bir şey sunarken olumsuz bir durum da oluşturmaktadır. Sözgelimi bireycilik, geleneksel ve kolektif yapılardan bağnazlaşma ve özgürleşme anlamına geldiği için olumlu bir şey olarak anılabilir. Ama öte taraftan modern dünya, yeni yapılarla modern insanı demir kafes içine almıştır.

Modern birey,önceki  yapılardan daha tehlikeli, aşılamaz yapıların ve mekanizmaların tehdidi altındadır.Bunu anlamak için çok uzağa bakmamız gerekmiyor Evimizde televizyona, elektrikli aletlere ve şehir sistemlerine o kadar bağımlı hale geldik ki, geçmişte sahip olduğumuz tüm kişisel ve çokyönlü yeteneklerimizi kaybettik. Bu modernizmin insanlık lehine kaydettiği tüm gelişmeler için söz konusudur. Modern araçlar uzun mesafeleri kısa yapmıştır, bu doğrudur; ama bu mesafeleri kat ederken binlerce insanı da kurban, veriyoruz. Bu “hızlı” yaşam karşısında ödemekte olduğumuz bir bedel değilmidir? Nedense modernleşme (Türkçesi “çağdaşlaşma”) derken, sadece kaydettiğimiz olumlu gelişmelere gözümüzü çeviriyoruz. Olumlu gelişmelere gözümüzü çeviriyoruz.Olumsuz gelişmeleri görmemizi adeta engellenmiştir. İşte modernizmin “illüzyonik büyüsü” derken tam da bunu kastediyorum, İkinci olarak mevcut durumun okunması kadar yeniden inşa edilmesi de önemli bir sorun olarak karşımızda durmaktadır. Mevcut durumun tasvirinde tam olmasa da  kısmen “objektif’ olabiliriz. Tabi ki sözünü ettiğimiz illüzyonik büyüleri bir tarafa itebilirsek...

Ancak olması gereken durumu ifade ederken normatif olmak kaçınıl­mazdır. Her toplum kendi "idealleri”ne göre toplumsal bir değilme projesi dizayn et­mek ister. Burada toplumsal değişmenin yönü, herkesi kuşatan vc dışardan kendisini dayatan bir zorunlu yasaya dayanmaz. Bu tür yasalar modcrnleşmeci toplumbilim­ciler tarafından var gösterilmiştir. Öylesine normatif bir dayatma söz konusudur ki, kimileri Batılı toplumların geçtikleri süreç vc aşamaları bizim için de kaçınılmaz gö­rürken, kimileri de “tarihin sonu”nu ilan etmiştir. Oysa bir toplumun kendi geldiği noktayı “en ideal" görmesi narsist bir tutku ve etnosantrizm olduğu gibi kendi son­larını hazırlamış olan toplumların başkalarına da son tayin etmesi o kadar küstahça bir yaklaşımdır. Toplumbilim, tüm bu öznel saptırmalardan kurtulmalıdır.

Hece Dergisi, Postmodernizm Özel Sayısı
Devamını Oku »

Postmodernizm Hakkında

Aslında postmodernizm, modernitenin özgürlük, kardeşlik, eşitlik, gibi idealleri­nin gerçekleşmesinin mümkün olmadığının, zihnimizde kurduğumuz tozpembe bir dünyanın gerçekte bulunmadığının görülmesi üzerine ortaya çıkmış bir özeleştiri sa­yılabilir. Esasen postmodernizm, bazı modern olguların izolasyonundan cesaret almıştır. Mesela o, işçi hareketlerinin geri çekildiği ve kapitalizmin aşırı tüketici dina­miklerinin karakterize ettiği bir dönemin ürünüdür.

Postmodernizm, moderniteyi eleştirirken genelde her şeyden önce akılcı - kurgu­sal yapısına karşı çıkmaktadır. Buna göre mesela her şeyde sınırların yavaşça erime­si, mesafelerin ortadan kalkması, ayırım çizgilerinin belirsizleşmesi ve benzeri geliş­meler, bir postmodern durumdurlar. Gerçi postmodern eleştiri daha ötede yer yer bir başkaldırı psikolojisi taşımaktadır.

Belirtildiği üzere postmodernizm bu eleştirilerde öncelikle meta anlatıları sorgula­maktadır. Bu çerçevede mesela kardeşlik, ebedi barış, insanlık gibi söylemler, içerik- siz meta anlatılardır. 19. yüzyıl düşüncesinin önemli bir kısmı meşruiyetlerini yitir­mişlerdir. Bununla birlikte postmodernizmin eleştirisi modernist bir temelde seyret­mektedir. Yani kullandığı argümanlar moderniteye aittir. Hatta bu arada bazı temel kabulleri de moderniteyle örtüşür. Mesela modernizm de postmodernizm de din ko­nusunda benzer düşüncelere sahiptirler. Hatırlanacağı üzere Aydınlanma felsefesi din ve Tanrı düşüncesini içkin kültürel bir olgu olarak almış, genelde onu bir yanılsama saymıştı. Postmodernizm de dine tarihsel bir olgu, devri geçmiş bir kurum, sıkça kul­landığı bir ifadeyle artık atılması gerekli bir büyük söylem gözüyle bakmaktadır.

Postmodern düşünürlerin sıkça göndermelerde bulundukları en önemli düşünür­ler, Nietzche ve Heideger’dir. Bu düşünürler, Aydınlanmacıların sorunları pek valin indirgemeci olarak ele aldıklarını belirtirler. Bunlardan uyarladıkları görüşlerinde

Lyotard ve Dcrrida insan varlığının köklerinin yöresel olduğunu, aydınlanmanın ev­rensel ve soyut kavramlarıyla kavranamayacağını belirtirler.

Yine de bu düşünürlere göre aydınlanmanın rasyonalitesi, ekonomik sistem geli­şip burjuvazi yeni yapılarını oluşturdukça, bir erdem olmaktan çıkmış, amaç farklı­laşmıştır. Artık istenen şey insanın bilgeliğini artırmak değil, mali zenginliğini artırmak olmuştur. Kötü olan şey bilgisizlik değil, fakirliktir. Eleştirel akıl anlamını yi­tirmiş, amaçsal akıl ön plana geçmiştir. Buna bağlı olarak mühendislik önem kazan­mıştır. Teknolojideki başarılarla diğer insani eksiklikler örtülmeye çalışılmaktadır. İnsanlar desteğe alınan bilimin tarafsızlığına inandırılmalardır.

Gelişmenin toplumsal boyutları, üstün görülen bilginin dışında bırakılmıştır. “Teknoloji her türlü değer yargısının dışında çalışır” yanlış görüşü toplumlara be­nimsetilmiş, böylece sistemin kendini genişleterek yeniden üretmesine köstek olabi­lecek sesler bastırılmıştır. Günümüzde Tanrı veya onun vahyi ile desteklenmiş amaç­sal aklın yerine geçmiş olan araçsal akıl artık hiçbir engel tanımadan sadece üretimin sürdürülmesine nezaret etmektedir. Öte yandan üretimin karmaşıklaşması işbölümü­nü artırmış, bunun sonucu insanlar, bütünlüğünü göremedikleri bir çarkın dişlileri konumuna itilmişlerdir. Doğa nasıl teknolojiye girdi oluyorsa, insan da öylesine tek­nolojinin nesnesi olarak algılanır olmuştur. Modernite bu mekanizmayı sürdürebil­mek için de üst anlatılar oluşturmuştur ki bunlar iyiden modası geçmiş masallardır. Üstelik bu üst anlatıların başında da bizzat modernleşmenin kendisi gelmektedir.

Bu açıklamalara dikkatle bakıldığında görülür ki postmodernizm, modernitenin içinden yapılan bir eleştiridir. Çünkü söylenenler modernitenin bir yorumu ve açılı­mından ibarettirler. Esasen postmodernizm modernitenin bir parçası olduğundan do­layıdır ki eleştirdiği en temel konularda bile yeni ve farklı bir şey söylememektedir. Kaldı ki postmodernizm, modernite bağlantılı olmayan hiçbir şey söylememektedir. Bu söylenenler ise genelde bir eleştiri olarak karşımıza çıkmaktadır. Bu söz konusu eleştiriler yeni fikri bir inşa özelliği taşamıyorsa da onun düşünsel görüşlerini ta­mamlayan açıklamalardır.

 

Hece Dergisi,Postmodernizm Özel Sayısı
Devamını Oku »

Beden Makinesi

‘Doğa bir makinedir ve bilim de bu makineyi kullanmak ve yeni makineler üret­me sanatıdır.” (Bumin, 1996:24) Beden sahibi canlılar da bir makinedir. İnsanın bir bedeninin olması, bir makinesinin olmasıdır. Bu fikir, La Mettrie’de '‘makine insana dönüşecektir.

Hayvan Özgürleşmesi adlı eserinde Peter Singer, bu fikrini yol açtığı sorunlara şöyle işaret ediyor:

“Descartes maddeden oluşan her varlığın tıpkı saat gibi mekanik ilkelere tabi ol­duğunu düşünüyordu; ama bu düşünce tabi ki kendi doğamıza ilişkin bir sorun doğu­ruyordu. İnsan vücudu da maddeden oluşuyordu ve fiziksel evrenin bir parçasıydı. Dolayısıyla insanlar da davranışları bilimsel yasalarca belirlenen bir makine olmalıy­dı” (Singer, 2005:274)

Tamam, o, insanı o makine olmaktan kurtarmak için ruh kavramına başvurur. Bütün maddi varlıklar içinde sadece insan ruha sahiptir. Peki ya hayvanlar?

“Hayvan sadece bir otomattır. Ne haz, ne acı, ne de başka bir şey hisseder. Bıçak­la bir yerleri kesildiğinde çığlık atıyor ya da kızgın bir demirden kaçmak için çırpınıyor olabilirler ama bu davranışlar bu tür durumlarda acı çektiklerini göstermez. Onlar da bir saatin tabi olduğu ilkelere bağlıdırlar; eğer eylemleri bir saatinkinden çok daha karmaşıksa bunun nedeni saatin insanlarca yapılmış bir makine olması, hayvanları ise Tanrı tarafından yapılmış karşılaştırılamayacak kadar karmaşık maki­neler olmasıdır {Age, s.274; krş., Metod Üzerine, s.58).

Malebranche’de hayvan ruhları konusunda Descartes’ı takip ediyor. Şu sözler, Hakikatin Araştırılması'nın önsözünün ilk cümlesidir: “Doğası dolayısıyla insan ru­hu, kendi Yaradaniyle, birer tenleri bulunan yaratıklar arasına yerleşmiş gibidir.”

Hayvan adını verdiğimiz makineler, ruhları olmadıkları için acı duymazlar. Eğer böyleyse(!) onlar üzerinde her türlü bilimsel deneyi(\) vicdanımız sızlamadan yapabiliriz(!) Nasıl olsa onlara işkence yaparken duyduğumuz çığlıklar, can yanması de­ğil, makineye vurduğumuz zaman çıkan ses gibi bir şeydir. İşte hayvanların deney­lerde kobay olarak kullanılmalarının dayandığı meşruiyet zemini ve hatta modern tıbbın insan bedenine biyolojik bir makine gibi yaklaşımının mantığı; kimi tabiplerin hastalığı makinedeki bir arıza olarak görmelerinin tarihi. Descartes’in tarihe karşıt; tarihten yoksun akılcılığının yol açtığı sorunlar işte bu!

Yer kaplamayan ruh da-özel anlamda düşünen cevher; res cogilans- “makinede­ki hayalet.” Platon’daki gibi “beden mağarasında mahpus” değil.

Makinedeki hayaletin makine üzerindeki tahakkümü, içinde yaşadığı mekanik dün­ya için de söz konusudur. “Descartes penceresinin önünden gelip geçen insanları gör­müyordu, bütün gördüğü şapka ve manto idi.” Ona göre res cogitans (düşünce) res ex-tensa’ya (beden) karşıtlık oluşturduğundan, bedenini siyah giysilerle örterek onu reddetmeye çalışmış ve ruhunu geliştirmek için, düşünmeye çekildiği yanan sobanın yanında­ki köşesinde onu açılan kanatları üstünde uçmaya bırakmıştı” (Ibanez, 1998:162).

Hece Dergisi, Postmodernizm Özel Sayısı
Devamını Oku »

İslam’ı kime söyleteceğiz?

İslam’ı kime söyleteceğiz?


Bu sorunun doğru cevabını bir türlü veremiyoruz. 150 yılı çoktan aşmış bir dönemden bu yana...
Sorunun doğru cevabını bulamıyoruz, çünkü sorunun kendi yanlış...
Bu soru yanlış, çünkü soruyu ortaya koyan kafa yapısı karışık... Karışık, çünkü karışık bir zeminde muhakeme yürütüyor...
Tanzimat’tan önce böyle bir soruya mahal var mıydı?
Tanzimat’tan önce hangi Müslüman düşünürün aklına böyle bir soru ortaya koymak gelebilirdi? Gelmezdi, çünkü böyle bir sorunun zemini yoktu.
Bu soruyu vaz edecek zemin Tanzimat’tan sonra oluştu.
Çünkü Tanzimat’tan sonra İslam’ın terakkiye mani olup olmadığı sorusu ortaya çıktı.
“Terakki” asıl kabul edilince ve Müslüman insan terakki edememiş olarak kabul görünce bu durumun müsebbibi de merak konusu olmaya başladı.
Müslüman terakki edememiş olunca, fatura ister istemez İslam’a çıkarılacaktı. Öyle de yapıldı.
Bu kez, tartışma İslam dini çevresinde geliştirildi. Saflar terakkiye manidir diyenlerle buna muhalefet edenler arasında ikiye ayrıldı.
Yanlış bir soru üzerinde tartışıldığının her iki taraf da farkına varmıyordu.
“Asrın idrakine söyletmeliyiz İslam’ı” diyen şairin bu önermesi çabucak kabul gördü. Çünkü bu önerme “Kur'an'dan alıp ilhamı” öncülü üzerine inşa ediliyordu.
Öncül doğru olunca, çıkarım da doğru diye kabul ediliyordu. Tam da İmam Gazali’nin sakınılmasını talep ve tavsiye ettiği bir yanlışın açmazına düşülüyordu. O, önüne gelenin felsefeyle uğraşmasına set çekiyordu. Çünkü, diyordu, felsefe bilmeyen bu alana dalınca, filozofun söylediği bir doğrunun ardından, onun söylediği bin batılı da kabullenir...
İlhamı Kur'an’dan alma fikri tamam; fakat İslam’ı asrın idrakine söyletme de neyin nesiydi?
Kimse, “asrın idraki”nin neyin nesi olduğunu sormuyordu. Asrın idraki ilim miydi? İlimse hangi fizikçinin, kimyacının, biyoloğun ilmiydi bu? Hangisi esas kabul edilecekti? Ya da hangi ilim adamının görüşü esas sayılacaktı? Aristo’nun mu, Kopernik’in mi, Newton’un mu, Darwin’in mi, Einstein’ın mı, kimin? Eflatun’u mu esas almalıydık, Kant’ı mı, Marks’ı mı, Bergson’u mu, kimi?
Üstelik asrın idrakine müracaat eden şairin imanından kimsenin kuşkusu olmadığı için önerisi de baş tacı ediliyordu (Gazali’ye bir daha göz atıla).
Analar günü, babalar günü, insan hakları günü, hayvan hakları günü vb. liberal kapitalist telakkinin icadı tüm günler işbu İslam’ı asrın idrakine söyletme demagojisi yüzünden rağbet buluyor. Başörtüsü, insan hakları söylemi çerçevesinde kabul ettirilmek istendiği için yıllarca ayak diretildi. Tüm bunlar İslam’ı asrın idrakine söyletmenin gayretkeşliğinden neşet ediyor.

 

Rasim Özdenören
Devamını Oku »

İnsan Anlayışının Mekanikleşmesi

Onyedinci yüzyıl bilimsel devrimi yalnızca dünya anlayışını değil, insanın kendisini içinde yabancı bulduğu bir dünya meydana getirerek, insan anlayışını da mekanikleştirdi. Ayrıca, bu yüzyılın bir ürünü olan bilimselcilik ve bugüne kadar model alınmış olan demode Newtoncu fiziğin fiziğin görünen başarısı bugün artık demode olmuş olan tüm bir insan bilimleri denilen serinin kuruluşuna yol açtı. Modern bilimler Comte gibi isimlerin ortaya koymuş olduğu pozitivizm atmosferi içine doğdular. Comte, tamamıyla insan doğasının yanlış anlaşılması üzerine dayanan ve yeryüzündeki insan varlığına ilişkin geleneksel doktrinlerin kötü bir kopyası olan meşhur 'insanın ilerleyişindeki üç safha' teorisini kurarken Deus —Latince bir kelime olup Tanrı anlamına gelmektedir—, homo ve natura araştırmaları arasındaki geleneksel karşılıklı uyumluluğu basit bir biçimde tersine çevirmiştir İnsan ve topluma ilişkin Comte'cu bilim anlayışı kendisini bilim olarak gösteren Karanlık Çağın karakteristiği olan cehalet ya da avidyâ olarak nitelenebilir. Bugün pek çok bilimin üzerine dayandırıldığı mekan istik fiziğin reddedilmesine ve insanı dik yürüyen bir memeliden başka bir şey olarak görmeyen antropoloji tipinin uğradığı güçlü eleştirilere rağmen, genellikle sosyal bilimler ve hatta beşerî bilimler olarak tanımlanan bu disiplinlerin pek çoğu, onları insan fıtratının özüne yabancı olan bir dünya görüşünü benimsemeye zorlayan doğal bilimler ve matematik karşısında hâlâ aşağılık kompleksi duymaktadır.

Sürekliliğin değişim ve diyalektik sürece Hegelci dönüşümü ise insanı geleneksel insan anlayışının temel bir özelliğini ihtiva eden bir oluş imajından mahrum bırakmakla kalmadı, çağdaş insanın hayatının laikleştirilmesinin son safhasının yolunu açan, ulûhiyetin beşerileştirilmesinde de büyük rol oynadı. Hegel insanın sınırlı/sonlu bilincini İlâhî Ebedî Bilinç'le "eşitledi." Hegel'in konumu ile Feurbach'ın şu iddiası arasında artık bir adımdan başka birşey yoktu: İnsanın Ebedî Bilinç'i fark edişi bizzat insanın bilincindeki Ebedîlik bilincinden başka birşey değildi. İnsanın Tanrı'nın imajı olarak görülmesi yerine, ilişki şimdi tersine çevrilmiş ve Tanrı insanın imajı ve insan bilincinin bir tasarımı olarak görülür olmuştur. Prometeyen insan Semâ'dan ateşi çalmayı denemekle kalmamış, tanrıları öldürmeyi de denemiştir; bu insan kendisini tahrip etmeden Ulûhiyet imajını yok edemeyeceğinin çok az farkındadır.

İnsanla ilgili geleneksel doktrine gelince; bu, şu ya da bu şekilde mükemmelliğin kaynağı olan ve Ulûhiyetin ve kozmik varlık imkânlarına sahip olan arketipsel gerçekliğin tam ve eksiksiz yansıması olan kadîm insan düşüncesine dayanır. İnsan evrenin modelidir, çünkü o, kendileri âlem olarak tezahür eden imkânların temel varlık alanındaki bir yansımasıdır. İnsan, insan olmaktan daha fazla birşeydir; bu şekilde insan deyimin çoğunlukla kullanılış şekli olan antropomorfik anlamından uzak bir anlamda kozmosla olan uyumu tasavvur eder. Âlem insanın insan olarak yansıması biçiminde değil, İlâhî sıfatların bütüncül ve temel olarak varlığında yansıdığı insanın yansıması olarak görülür. İnsanda böyle yansıyan sıfatlar âlemde saçılmış ve dağınık olarak yansır ve düzeni oluşturur.

Bilgi ve Kutsal,Seyyid Hüseyin Nasr
Devamını Oku »