M.Kemal ve Arkadaşlarının Eşek Şakaları

M.Kemal ve Arkadaşlarının Eşek Şakaları

Şair “Kalmasın Allahım âlemde hiçbir hakikat nihân” demiş ya, birazdan okuyacağınız mektupla yakın tarihin karanlıkta kalmış bir hakikati daha aydınlanmış olacak.

Osmanlıca aslı, ismi bizde mahfuz bir koleksiyonerde bulunan 16 Ağustos 1912 tarihli mektup. 22 yıl sonra Atatürk soyadını alacak olan Mustafa Kemal Bey’in mahrem dünyasını ifşa, etmesi bakımından önemli bir belge.

Mektup, Trablusgarp cephesinde bulunan ve imzasından anlayabildiğimiz kadarıyla Ahmed Fuad adlı bir subay tarafından Enver Paşa nın yanında görev yapan Nuri (Conker) Bey'e yazılmış ve yakındaki bir karargâhta görev yapan Mustafa Kemal Bev'e, arkadaşı Nuri Bey e ulaştırması için gönderilmiş. Bu arada açıp okuyan Mustafa Kemal’in mektuba beş satırlık kısa not ekleyerek Nuri Bey’e göndermesi ve bu satırların bugüne kadar hiçbir yerde yayınlanmamış olması belgenin değerini artırıyor.
Burada ilk kez yayımlanacak olan bu özel mektupta Muştala Kemal ve arkadaşlarının birbirleri hakkında laubalice,yer yer argovari hatta küfürleşmeye varacak derecede ağırvari bir dille şakalaşmaları ama (Her şakanın altında bir gerçek vardır)fetvasınca bazı gerçekleri ağızlarından kaçırmaları ona başka metinimle rastlanmayan cazip bir boyut katmakta.

Bu yayınımızla birlikte sansürsüz mektupların da önünün açılacağına inanıyor ve demek ki diyoruz, rastgele elimize geçen bu mektup bir istisna olamayacağına göre şimdiye kadar yayımlananlar veya yayımlandığı sövlenenler büyük Ölçüde makaslanmış ve bu tür samimî ifadeleri tıraşlanmış mektuplar olmalı. Mektubumuz Latife Hanımın mektuplarının neden açılmadığıyla ilgili de bir fikir vermektedir.

Mektup ne diyor?

Bîr kere Abmed Fuad'ın kalemin¬den Trablusgarp taki mücadele man-zarasını samimi bir kadrajdan görmüş oluyoruz. Mustafa Kemal ve ’silah ar-kadaşları ‘ vatana olan borçlarını öde-mek için Afrika'dadırlar ama birbirlerini görememekten, bazı başka şeylerin eksikliğinden mustariptirler.

Öte yandan Nuri Bey’in mektuplarında lafın dönüp dolaşıp iki noktaya bağlandığı dikkat çekiyormuş. Biri ‘su’ diğeri ‘neste....’

Buradaki 'su’ kelimesiyle acaba gerçekten ‘SU’ mu kastediliyor, emin olamadım. Zİra mektubun ruhundan anlaşıldığı kadarıyla bahsedilen, çok kıt bulunan bir şey olmalı. Oysa gerek Mustafa Kemal'in, gerekse Enver Beyin mektuplarında Trablusgarb’da su sıkıntısı çekildiğinden bahsedilmiyor. Nitekim bu mektuptan 4,5 ay kadar önce, 2 Nisan günü Mustafa Kemal'in Avn-i Mansur Karargahından Behiç (Erkin) Bey’e gönderdiği bir mektupta Libya'ya gelişi hikayesinin ancak Selanik'in “paşa gıdası” ile birlikte anlatılabileceğinden söz etmesi ve yayına hazırlayanın bu şifreyi ‘rakı’ olarak çözmüş olması (Atatürk ’ün Bütün Eserleri, cilt 1, Kaynak: 2003, s. 135), Nuri Bey in eksikliğini duyduğu ‘su’yun alelade su değil, içki (belki rakı) olduğunu hatırlatıyor. Nitekim daha sonra Nuri Bey‘in “su’yu bulamamaktan muazzep olduğunu öğreniyoruz ki, insan hayatın temel maddesi olan suyu bulamamaktan muaazep olmaz -ki zaten onsuz yaşayamaz- ancak bir başka ihtiyaç nesnesini bulamamaktan sıkıntı çekilir ki, bu da içki olmalıdır.

Peki ‘'neste nedir? Osmanlıca ori-jinalinde ”neste...’’ şeklinde kelimenin sonu noktalarla uzatıldığına ve bir ünlemle sonlandırıldığına göre onun da bir şeyi örttüğü ve bir şifre olduğu anlaşılıyor. Kelimeye sözlüklerde, hatta argo sözlüklerinde bile rastlanmıyor.Öte yandan internetten ulaştığım ama teyid edemediğim bir malumat bu kelimenin “neste fereste' şeklinde ve “erotik cazibesi olan" bir deyim olarak kullanıldığım bildiriyor. Kelime anlamını çözmek mümkün olmamakla birlikte metnin geliş ve gidişinden cins-i latif, yani kadın hasreti ve kokusunun kastedildiğini çıkarmak mümkün. Nitekim mektubun devamından da bu mana sızıyor. 'Su’yun şişelerle, ‘neste’nin ise ‘havası alınmış kutularla’ gönderilmesinden söz ediliyor (tabii bu imkânsız!). Ancak yanlarına gelirse Nuri Beyi bu iki ‘şey’le ödüllendirebilecekleri belirtilmiş.

Diğer taraftan yanlarına gelirse bu hizmetleri karşılığında biri kendisine, öbürü de Mustafa Kemal’e olmak üzere ‘iki parlak ikilik’ istemesi de ilginç. Mektubu yazan şahıs bir gece önce Mustafa Kemal'in bir İkilik’ini almış fakat Kemal'de fiilden, yani icraattan ziyade kavi, yani laf olduğundan “Iskopak (aşık) cenabetsin bir şey beceremediğini yazmış. Metinde M. Kemal’in iki lira verip de neyi “beceremediğini" anlamak mümkün olamıyor.

Mektubun kesin hale getirdiği me-selelerden biri de Mustafa Kemal in Trablusgarp'da bir gözünden yaralandığı için göremez olduğu ve bu yüzden arkadaşlarının kendisine “yek çeşm” (tek göz) diye takıldıkları bilgisidir. Ahmed Fuad şöyle yazar:

“Paşamız bu günlerde pek ciddîdir yek çeşm ile.Dünyayı güzel görmeye ve diğer gözünün görmediği unutmağa başladı. Mübâhese arasında malûmlardan bahs açılınca “Merak etme, tek gözle de onların yine analarını …….iz” diyor.”

Mustafa Kemal “malumlar" derken herhalde İtalyanları kastediyordu. Ancak bol küfürlü konuştuğunu bu mektup sayesinde öğrenmiş oluyoruz. De-vamındaki ‘rakkas’ kelimesi ise posta manasına kullanılmış olmalı.

Mektup yazan zatın Ramazan ayın¬da dindar görünmeye çalışması ve bundan da alaycı ifadelerle bahsetme-si ise tek kelimeyle hayal kırıcı. Metnin sonuna Mustafa Kemal’in Nuri Bey’e müteveccihen (Elediği satırların sonundaki “Eşek!” kelimesi ise şaka-laşmaların doruğu mahiyetinde.

Şimdi sizi Ahmed Fuad’ın Nuri Bey’e yazdığı mektup ve sonuna Mustafa Kemal'in eklediği notla baş başa bırakıyoruz….

Bi-pâyân [sonsuz] çöllerin kızgın kumlarından çıkarak, uçarak gelen ruhî mektuplarınız bize de ruh ve hayat vermektedir. Vatana olan borcumuzu eda maksadıyla beraber bir arada bulunmak, yaşamak veya ölmek hissiyati ile de Afrika sahralarına atılmış olan bu üç kardaşın (kartacalıların) desprese [kederli] bir hâlde bilhassa seninle arada çöller, kızgın güneşler. bî-amân [amansız] sahralar bulunacak derecede ayrı düşeceğine hiç ihtimâl vermez ve hiç de gönül arzu etmezdi. “Ne çâre kaderde vâr imiş ayrılmak.” Günler, afvedersiniz haftalar (zirâ buralarda gün ve saat hesabı carî [geçerli] değildir) geçtikçe görüşmek, çeşm-i siyahın [siyah gözün] ile yobaz sakalından öpmek arzuları iştidâd etmektedir [şiddetlenmektedir.

Ah kardaşıın Nûrî, bilsen, her ne vakitki ceviz içi ile karışık pirinç unu Helvası yapılsa ilk kaşıkta derhal hatırıma gelir ve ilk kaşıkların senin için alınmasını sofrada hazır olanlara teklif ederim. Bilmem o anda senin mı- de-i şerifin mütelezziz olur mu [şerefli miden lezzet alır mı]
Gelen mektuplarını kerrat- adide ilede ile [tekrar tekrar] okuruz. Nazar-ı dikkatimi celb eden [çeken] şey, rûh-i mektup [mektubun ruhu] dâimâ iki noktaya istinâd ediyor [dayanıyor]. Biri su, biri de o neste....!

Ah kardaşım, bizde mebzûl [pek bol] olan bu iki şeyden sizdeki mah- rûmiyet cihetiyle muazzeb oluşunuz [azap duyuşunuz] bizi de muazzeb etti. Kabil olsa idi birincisini şişelerle, İkincisini de havası alınmış kutularla takdîm ederdim. Lâkin ne çâre ki adîınü’l-imkândır[imkânsızdır]. Inşâallâh yakında avdet ederseniz [dönerseniz], bu iki arzunuzu da yerine getirmeye, sizi memnun kılmaya çalışırız.Merak etme,bu hizmetinize
mukabil senden çok bir şey istemeyeceğiz.Kemal Bey için bir, benim için de bîr, ki cem‘an (toplam] iki parlak ikilik'' kâfidir. (Dün gece Kemal’in bir ikiliğini aldım, lâkin Kemal de fiilden ziyâde kavi [laf] olduğunu pek a‘lâ bilirsin. İskopak [aşık] cenabet bir şey beceremedi.)

Kemal Paşaamız ‘Nuri şimdi pek sıkılır’ dedikçe, “Merak etme Paşam. Nuri'ye can sıkıntısı vârid oldukça [geldikçe] muntazamca istif edilmiş lâkin belki bozulmuş evhamıyla o sevimli ma’den parçalarını karıştırmak, düzeltmek, onların kırmızı sakallarını okşamakla def eder [sıkıntıyı atar]. Daha fazla sıkılmış ise bu miktâra zamîmeten [ilave olarak] derhâl tencerenin başına geçerek mutedil, pek ciddî ve kolları sıvanmış bir vaziyyette helvayı karıştırdıkça tencereden çıkan kokusu güzel dumanlarla sıkıntısını havaya uçurur derim.

Bu mülâhazat ve mülakâtım [değerlendirme ve düşüncelerim] Paşamızcada tasdîk edilerek müteselli olmaktayız [teselli bulmaktayız].

Paşamız bu günlerde pek ciddîdir,yek-çeşm [tek göz] ile. Dünyayı güzel görmeye ve diğer gözünün görmediğini unutmağa başladı. Mübâhese [sohbet] arasında malûmlardan bahs açılınca “Merak etme, tek gözle de onların yine analarını..... iz'' diyor. Bu sözü cesâret ve maneviyâtının yüksekliği derecesini gösterir. Bunun için fazla izahata lüzum yoktur.

Şimdiye kadar mektup gönderemediğimden dolayı sakın ola ki beni tah-tie edesin |suçlamayasın]. Kabahatin kısm-ı küllisi [büyüğü] çarık istidası su¬retinde [çarşaf gibi] sîze mektup gönderendedir. Malûm-i âlinizdir ki ben ayrıyım. Ca’buya(?) rakkas gittiğinden ve gideceğinden hiç haberim olmaz. Bu defa da bu mektubu yazarak gönderilmek üzere Kemal Beye gönderiyorum.

Mektubun ve benim tali-imiz(talihimiz) açıksa rakkasın gideceği gün unutulmaz.Şayet beyimiz meşgul bulunur da hiç ta..klamazsa(umursamazsa) bu da benim bedbahtlığım.

Dana yavrusunu andıran büyük çaplı topların mermileri bizim karargahın da sağını,solunu ve ilersini yoklamaktadır.Lakin bilirsin ki Şark Kolu Kumandanı erkanı harb olmamakla beraber ordugah ve mutasavverin(*) mahalli intibahında(yeri seçiminde) pek mahirdir.İşte bu mahareti sayesindedir ki mesafe düşmana yakın ve ateş altında olmakla berbaer düşmanın isabet ettiremeyeceğine kani bir vaziyette sebat ve matanet

Ramazan geldi, orada oruçta beraber beş vakit namazı kıldığına eminim. Garp karargâhı şöyle böyle, lakin nazar almasın ilâ maşallah Şarka ki biz siz gibiyiz. Oruç, beş vakit namaz, her gün mukabele, teravih namazı (imam benim ha) deme gitsin. Vallahi Nuri., kendimi Fatih softalarına benzemekteyim. (Lâkin zâviye şeyhleri indinde kredi pek yüksek,kızını teklif eden edene.. Ma’a’ateessüf muvafakat etmiyorum. Sebebi de sence malum olan kör olası tabiat)

Buraya şayanı arz birşeyler yok. İşte o yokluk cihetiyledir ki,mektubum Arap çorbası gibi karmakarışık.

Abdulgani Beye,Ahmed Savan Beye saygılar.Arkadaşların hepsi saygılarını bildirirler.Baki gözlerinden öper,sıhhatle ve bir an evvel görüşmek ve kavuşmaklığı Hakk’dan dilerim kardoşkom.

Görüyorsun ya Nuri, seninki , bayâ incelikler [şakalar] yapıyor. Seni dört, beni tek gözlü olmakla [alaya layık] buluyor, budala idrâk etmiyor ki kendisi büsbütün kördür. Eşek.

Mustafa Armağan, Derin Tarih, Sayı: 27.
Devamını Oku »

İlmin Ortadan Kalkması Nasıl Olur ?

İlmin Ortadan Kalkması Nasıl Olur ?

İbn Haldun konuya şöyle değinmişti:

«Günlerin geçmesi ve asırların değişmesiyle kuşak ve ümmetlerin durum değiştirdiğine dikkat edilmemesi tarih konusundaki gizli yanlışlardandır. Son derece gizli bir hastalıktır bu. Çünkü ancak uzun çağlar süresince meydana gelir. Yaratılışta ayrıcalıklı bazı kimseler dışında hemen hemen hiç kimse bunun farkına varamaz. Zira dünyanın halleri, toplumların adetleri ve itikadları tek bir süreç ve bir doğrusal yol üzere devam etmez. Günlerin ve dönemlerin ardarda gelişi ve bir halden diğerlerine geçişi sözkonusudur. Bu, şahıslar, vakitler ve kentler için de böyledir; ülkeler, bölgeler ve dönemler için de böyle... ''Bu, Allah'ın kulları arasında yürürlükte olan sünnetidir.’ (Gafir, 85)» (22)

Bu, Allah Resulü (s.a.v.)nün ilmin ortadan kalktığı zamanlarla ilgili hadisinin açıklamasıdır. Sahabe Allah Resulü (s.a.v.) nün ilmin ortadan kalkacağı yolundaki hadisini anlamamıştı. İlim nasıl ortadan kalkardı (!) Aynı şekilde nasıl olup da kendilerine yırtıcı hayvanların saldırdığı bir av olacaklardı, bunu da kavrayamamışlardı . Zaten biz de bugün ilmin nasıl tahsil edildiğini, tatlı bir av olmaktan nasıl kurtulacağımızı bilmemekteyiz.

«Üzerlerine yırtıcı hayvanların saldırdığı avı hadisinde verilen «bütün ulusların İslâm alemine saldıracağı» haberine zihinlerinde sebep arayan sahabe, bunun sayı azlığı nedeniyle olabileceğini düşünmüş ve sormuştu:

«O gün azlığımızdan dolayı mı saldıracaklar?»

Bunun üzerine Resul (s.a.v.): «Hayır, bilâkis çoksunuz ama selin üzerindeki köpük gibisiniz.» diyerek sebebi sayı azlığına değil, insanları selin üzerindeki köpükler haline getiren başka bir şeye bağlamıştı.

Demek ki Allah Resulü (s.a.v.) geleceği yasaların ardından görüyordu ve sahabenin hepsi onun gibi değildi. Toplum problemine böyle Allah Resulü (s.a.v.)nün baktığı gibi bakan yasalara dayalı hiç bir tarihi sosyolojik görüş yoktur. Malik b. Nebi nin dediği gibi Allah Resulü, işin belli bir düzen ve yasalar çerçevesinde meydana geldiği esasma dayanarak tarihi, daha olmadan önce okuyor ve olacağa göre tedbir alıyordu.

Cevdet Said-Toplumsal Değişme Yasaları
Devamını Oku »

Veyl İçimizdeki Batılı Yandaşlarına !

1595 miladi yılında, yani 17. yüzyılı girerken Osmanlı Devleti nin yüzölçümü 20 küsur milyon kilometrekare ve nüfusu yaklaşık olarak 100 milyondu. Yeryüzünün en güçlü devletiydi. Kendisinden sonra gelen devletlerle, arasında büyük bir mesafe farkı vardı. Osmanlının dünyada birinci sırayı koruması, 18. yüzyılın ikinci yarısına kadar devam eder.

19 uncu yüzyılın başlarında, dördüncü sıraya düştüğümüzü görüyoruz. Artık çöküş devri başlamıştır. Bu arada Tanzimat gerçekleştirilir, Batıdan imdat beklenir. Batılı olmakla, onları taklit etmekle çöküşün önü alınacağına inanılır. Sosyal bünyemiz,kanunlarımız Batı esas alınarak düzenlenmeye başlanır.

Batılılaşmanın bir çıkmaz sokak olduğunu, kayıplarımızı bize buldurmak şöyle dursun, mevcudumuzu da tüketeceğini göremedik. Kayıplarımız çoğaldıkça, batılılaşma şevkimiz, denemelerimiz de artıyordu. Batı bizi yerden yere çaldıkça adeta ona karşı muhabbetimiz ziyadeleşiyordu. Bir marazı duyguya bürünmüştük.

1876 yılında yani bundan yüz yıl önce koca devletin yüzölçümü 13 milyon kilometrekareye düşmüştü. Gerçi bu alan bugünkü Cumhuriyet Türkiyesi’nin 17 misli kadardır ama o zaman için büyük bir kayba uğramış olduğumuzun da bir rakamıdır. İkinci Meşrutiyetin ilan edildiği 1908 yılında ise bu rakam 9‘a düşecektir. 1908’den 1918‘e kadar ki 10 yıllık tavsiye hareketi sonunda elde kala kala 777 bin kilometrekarelik bir Anadolu yaylası kaldı sadece. 1908'deki yani bundan 70 yıl önceki sınır genişliğimizi bile bir göz önüne getirecek olursak bugün yinede dehşete düşmemek mümkün değil.

Halep, Bağdat, Şam illerimizde valilik yapmış nesilden, insanlardan hala aramızda sağ onlalar var. Emekli maaşı alanlar var, Os-manlı Devletinde memurluk yapmış zevattan aramızda.

Tarihten önce değil, daha 60 sene önce Ortadoğu tek devletti ve adı Osmanlı Devletiydi.

Ve biz, iki yüz yıl evvel şu üstünde oturduğumuz arz küresinin en büyük devletiydik.

Şimdi sorabilir miyim kaçıncıyız?

Nasıl tükettik biz bu kadar serveti, şu kadarcık zamanda

Günlük dertlerimiz bizi öyle meşgul etmiş ki, unutuvermişiz geçmişi, aklımıza gelmiyor hesaplaşma.

Bir hesaplaşmaya kalkmayınca kayıpların dökümü bir bir yapılıp sorumluları tarih içinde yargılamadıkça hiç zannetmeyelim ki belimizi doğrultabiliriz. Ne olduğumuz bilincine kavuşmak için bu hesaplaşmayı bitirmemiz lazım. Yani batıcılıkla halletmemiz lazım hesabımızı.

Batının oyunlarının sonu gelmez biz bu hesaplaşmayı yapmadıkça!

Batıya yamanırsak kurtulacağımızı sananların tarihi yanılgılarını, bu yüzden milletin uğradığı kayıpları; kazanırız, kazanıyoruz sandıkça büyüyen zararları, teker be teker madde be madde gözler önüne sermeliyiz, hesaplaşmalıyız onlarla.

Yoksa gitti gider kalanlar da.

M.Akif İnan
Devamını Oku »

Batılılar Neden Bizim Batılılaşmamızı Şart Koştu ?

Bizim Batılı olmayacağımızı en başta Batı bilir.Tam anlamıyla Batılı olmayı gerçekleştirirsek bile batının buna razı gelemeyeceğini de bilmeliyiz. Batı kendi uygarlığını,kendisinden çok bir başka ülkenin temsil etmesini hiç ister mi? Kendi uygarlığını hele bizim sahip çıkmamızı, el koymamamızı ister mi? Olsa olsa batı ancak bizim bu uygarlığa dâhil olarak, kendi etrafında halkalanmamıza, kendi güneşinin yörüngesinde küçük bir gezegen olmamızı izin verebilir belki. Çünkü onun uygarlığı aslında kendisinin yeryüzüne hâkimiyetini sağlamaya yarayacak bir ‘vasıta’dan başka birşey değildir. Batı uygarlığı, tarih boyunca bu uygarlığın içinde ve başında yer almış olan ülkelerin bir “sömürme aracı” olmak kullanılmıştır. Kendi güçlerini bir pekiştirme aracı olarak değerlendirilmiştir.

Bizim Batılı olamayacağımızı bilir Batı.Olsak bile buna razı olamayacağını, izin vermeyeceğini de hesabında mahfuz tutmuştur.

O halde Batı, neden bizim batılılaşmamızı hep şart koştu? Çünkü batılılaşma çabalarımızın bizi ancak dejenerasyona götüreceğini biliyor. Siyasal bütünlüğümüzün dağılmasını, kendi uygarlığımızdan uzaklaşmakla eşanlamlı görüyor. Ve bu hesabında yanılmıyor, yanılmadı.

O bize ve uygarlığımıza düşman olduğu için Batılı olmamızı istedi. Devletimizi dağıtmak, bizi sömürmek için istedi. Yeryüzünden kendine karşı tek alternatifi yok etmek için istedi, başka yolu yoktu bu İşin.

Dağılmamız için birbirimize düşman kamplara bölünmeliydik kendi içimizde. Kavmiyet davası gütmeliydik. Batı uygarlığının insancıllığına hükmetmelıydık, onu çağdaş görmeliydik, tekniğine, sosyal kurumlarına hayran olmalı, kendimizi onlara yaklaştırmalıydık, her alanda onları örnek ve rehber tanımalıydık.

Bu yola resmen girdiğimiz dönemleri düşünelim. O tarihlere kadar, biz bir hayli güç kaybına uğramamıza rağmen, hala dünyanın en büyük, en kuvvetli devleti değil miydik? Bir kesin ‘Duraklama’ devri yaşadığımız halde yine dünyanın denge unsuru, hatırı en sayılır, kendinden en çok korkulur devlet biz değil miydik?‘Fermanımız her yanda hüküm sürmez miydi? Gerçi uygarlığımız ve tekniğimiz bir

uyuklama dönemi yaşıyordu ama bu uyuklama bir "ölüm uykusu’’ değildi.Tekrar silkinmemizin ve fetihlere yönelmemizin önünde bir büyük engel yoktu.Batı ile aramızdaki güç farkı,teknik fark hiç de önemli, büyük değildi. Çarçabuk ayağa kalkacak potansiyel taşıyorduk.

Buna muktedir olacağımızı biliyordu Batı.

Bu büyük uygarlık birikimimizin iktidarını biliyordu.

İşte bu uykulu dönemimizden yararlanarak, bizi uygarlığımızdan ve onun kurumlarından uzaklaşmaya kendini örnek alarak devrimler yapmaya yöneltti. Bu devrimleri gerçekleştirmemizde bize karşı zaman zaman dostluk, insanlık maskeleriyle de göründü. Tarih 1839 ve adı Tanzimat’tı bunun. Bu yola girdiğimizden bu yana, ne oldu devletimiz, hangi noktadan hangi yere düştük, meydandadır. O zamanlar dünya güç sıralamasında başlardaydık, şimdi nerelerdeyiz?

Batı bizi batılılaştırma açmazına düşürerek erdi muradına. Hesabı belliydi ve bu idi batının.

 M.Akif İnan


 
Devamını Oku »

Eşya Uygarlığı

Akla güvenmek ve inanmak küfür uygarlığının temel ilkesidir. İnanç yani vahyin uygarlığında; akla verilen yer, vahyin getirdiği denge,disiplin ve metod içerisindedir. Bu aslında aklı bir sınırlama,engelleme değil; aksine aklın bütün melekelerini yanlışa düşmeden seferber etmek ve üretken kılmaktır.

Vahyin kontrolünden mahrum olan akıl, insancıl değil, bencil olacağı tabidir. Nemrut ve Ebu Cehil inanç uygarlığına karşı, bencil akım simgeleridir. İnanca teslim olmayan akıl, ne kadar üstün olursa olsun, batıla hizmetten başka bir işe yaramaz. Üstünlüğü ölçüsünde tehlikesi de çoğalır.

Akılda, bilgide ve şecaatte devrinin en ileride gelenlerinden ve ‘…iki Ömer’den biri" olduğu halde İslam'ın böyle birini Ebu Cehil (cehlin babası) olarak adlandırması, aklın tek başına kalınca, insanlık için nasıl zararlı olacağına ve tehlikeler üreteceğini gösteren bir örnektir, ölçüdür.

İnsan aklı için yanılgıya düşmek olağandır. Mü’min bir aklın düştüğü yanılgıda bile bir "rahmet” vardır insanlar için. Oysa inanmamış aklın yanılgıya düşmediği noktada bile, bir felaket gizlidir. Çünkü böyle bir aklın yanılgıya düşmediği hususlar, akla olan inancı ve güvenci çoğaltan ve küfrün alanını genişleten, onun cazibesini artıran ve uygarlığını genişleten hususlardır. .Aslında inanca dayalı olmayan aklın, yanılgıya düşmediği hususlar tesadüfidir, arızîdir; çünkü yanılgı, çelişme, insana ve insan aklına ait hususlardır. Yanıl mayan, çelişmeyen Allah'tır, O’nun nizamıdır ve O’nun yarattığı tabiattır. “Allah her şeyi hakkıyla bilendir’’ ilmi bütün evreni kuşatan O’dur.

Batı uygarlığı kendisine temel olarak aklı almıştır. Hiçbir mistik, ilahi unsura yer vermemiştir. Batı uygarlığının üç sacayağından Eski Yunan Düşüncesi ve Roma Hukuku insan aklının var ettiği müesseselerdir. Üçüncü ayağı olan Hıristiyan duyarlığı ise, onda adeta bir lüks görüntüsündedir. Kaldı ki, Hıristiyanlık bile, batının akli müdahalesine uğramış; ilahi temelinden saptırılarak “laik" ve “devletsiz" bir hüviyete büründürülmüş; inançsız aklın kontrolünde olan “vicdani bir keyfiyet” olarak çerçevelendirilmiştir. “Allah indinde din, yalnız İslam" olduğu için Batı uygarlığındaki bu basit ve akılcı dini çizgiyi “lâdini’’ saymak gerekir.

Batı uygarlığı, dine başkaldıran insan düşüncesinin, binlerce yıllık tecrübe ve geleneğini örgütleyen, bu örgüt içerisinde, kendi bünyesindeki çelişmeleri asgari hadde indirme kabiliyetini ve çabasını göstererek, beşeriyetten tasdik ve güven devşiren bir kültür nizamıdır.

İlahi mistik kaygıların ötesinde eşya ve olay ilişkisindeki varsayım ve deneylere dayalı olarak gelişen Batı uygarlığı, olay ve eşya vakıasına yaklaşımında, beşeri bir gerçek olan ruh olgusunu hesaplarının dışında tuttuğu için, neticede insan aklının keşfi olan eşyaya da yenik düşmüştür.

Eşya, putu olmuştur bu uygarlığın, insan ise kölesi. Oysa Allah “ Bütün kâinatı insanın hizmeti ve yararlanması için yaratmıştır” ve insan ise “ eşya ve hadiseleri zapt ve teshir etmesi için kendine halife olarak” halk etmiştir. Ruh ve cisim, mânâ ve eşya ilişkisi şüphesiz, Allah nizamına bağlı olarak kurulmuş olan İslam uygarlığında en ideal ve en “akli ’ bir hüviyet kazanmıştır.

 

Akif İnan,Din,Uygarlık
Devamını Oku »

Batı Uygarlığı ve Teknik

Çağdaş Batı uygarlığı ve onun tabi bir uzantısı olan teknik, belli mihrakların elinde olduğu halde, en başta kendi toplumunu kendi kamuoyu yapmak yolunda müthiş bir çark geliştirmiştir. Bu uygarlık ve teknik önce kendi toplumundan onay almak ihtiyacıyla, kendi toplumuna karşı yoğun bir beyin yıkama eylemi içindedir. Ve öncelikle kendi toplumunu robotlaştırmıştır.


Batı uygarlığı ve tekniği, öteki ulusları sömürmek, çökertmek, yıldırmak suretiyle saltanatını devam ettiriyor.
Bu saltanatın devamı için bir onaya kamuoyuna muhtaçtır Batı
Bu onaya kamuoyunun en başta, batılı toplumlar olması gerekiyor.
Bu yüzdendir batılı insanın insani duygulardan, değerlerden soyutlandırılması.


Bir Batı insanı, bir açlıktan ölme olayına tanık olursa elbette üzülür, ama; aynı batılı insan, kendi ülkesinin 200 milyar dolarlık silahlanma bütçesi yapmasını içten bir sevinçle karşılar.
Çünkü böyle bir sevinç duyması için gerekli resmi ve özel tedbirlerin hepsini almıştır ülkesi, ülkesinin yöneticileri, uygarlığının ve tekniğinin temsilcileri.


Aynı güçler şartlamıştır kendini, benzin bulamadığı takdirde, kendisini benzinsiz bırakan bir dış ülkeye karşı nefret duymaya
Bu batılı insan, harpten ve açlıktan kınlan ulustan, onların ilkel oluşlarıyla izah etmeye şartlandırılmıştır.


Bu insan sömürmeyi sömürmek olarak değil, o ülkelere bir uygarlık taşıma, onları ilkellikten kurtarma girişimi olarak tanır. Ve buna karşı çıkan uluslara müthiş bir öfke duyar. Onları cezalandırmayı, bir insanlık görevi sayar
Çünkü uygarlığıyla, tekniğiyle insanını özdeşleştirmiştir,batıyı dinde tutan güçler.


Akif İnan,Din ve Uygarlık

Devamını Oku »

Laisizm

Laisizm,toplumumuzu etkilemesi, beyinleri değiştirmesi bir anda olmamıştır. Batıya ayak uydurmaya başlamamızla birlikle yavaş
yavaş. adım adım bastığı yeri bilerek gelmiştir laisizm.


Batı karşısında apışan, şaşıran Tanzimat aydını, “ne yardan ne serden” geçiyor, hem batılılaşmayı şart görüyor, hem de manevi değerlerimizin korunmasını istiyordu. İslam ahlak ve faziletinin savu-nusudur Tanzimatçı. Ama bununla birlikle Batılı bir düzen anlayışından yanadır. O, Batı düzenini, Batı uygarlığının özel bir realitesi olarak idrak edemiyordu. Bu düzeni beşeriyetin ulaştığı tabii bir doruk olarak göruyordu. Bizim bu noktaya neden varamadıgımızın esefi içersindeydi.


Tanzimatçıların en muhafazakârları, yani İslamiyet’e en saygılı olanları bile batının düzenine hayrandır. Onu, İslam uygarlığının düzen biçimine aykırı görmemiştir. Hatta Batı uygarlığının, İslam'dan yararlanarak geliştirildiği inancındadır. “Avrupalı, medeniyeti bizden almıştır” düşüncesinden kalkarak Batı uygarlığını “Mü’minin kay- bolmuş malı” saymışlardır. Onların ticari alışverişteki dogruluklarından, işlerine yalan dolan karıştırmadıkların bahis açarak, bütün bu faziletlerin gerçekle İslam'a ait olduğunu, İslam'dan alındığını söyleyerek propaganda etmişlerdir.


Banlar ,laik bir toplum oluşturmanın merhaleleridir hep.“Batının ilmini, fennini alalım, fakat inancımızdan fedakârlık etmeyelim''zihniyeti gide gide sevmeye başladığımızın; onun hayatını, insanını idealize ettiğimizin kesinleştiğini ifade eder.


Aydınımız, ilerlemiş olmanın yani “terakki etmenin'' ancak ba-tılaşma ile mümkün olacağına inanınca ‘Vazgeçemediği yar' olan İslamı, Batılı olmamızı engellemeyen bir inanç olarak göstermeye kullanmıştır.İşte onların "Din terakkiye mani değildir'’ diye klişe haline getirdikleri cümlenin altına bu mana yatar. Yani dinimiz, batılılaşmaya karşı değildir,diyorlardı.İslamın ilmi teşvik ettiğine dair birçok ayetleri,hadisleri hep bu fikirleri ispat yolunda kullanıyorlardı.-


Bu,İslamı Batılılaşmayı uydurmanın ta kendisiydi. İslamı savunuyormuş gibi bir görüntü içerisinde, milleti batıya yakınlaştırmanın bir eylemiydi bu. Bazı batılıların ve batıcıların İslâmî toplumumuzun ilerlemesine engel gibi göstermelerini bahane ederek bu yolda yazılara yazıyor, eserler oluşturuyordu Tanzimatçılarımız. Namık Kemal'in “Renan Müdafaanamesi” bu fikrin ve inancın eseridir, Bu kitapta "İslamın terakkiye mani olmadığı''na İslam ahlak ve faziletinin Övgüsüne dair ne arasanız bulabilirsiniz.


Ziya Paşa da demiyor muydu ki:
“İslam imiş devlete pâ-bendi terakki
Evvel yog idi iş bu rivayet yeni çıktı”


“İslam ümmetındeniz” ama “Türk milletindeniz” ve de “Garp medeniyetindeniz” düsturu, Tanzimatçılardan sonra gelen bir düsturdur. Uygarlık olarak batıya geçişimizin, daha doğrusu batının düzen anlayışıyla yetinmeyerek onun uygarlığını da almanın gerekliliğini ilandır.


Görüldüğü gibi Batıcılık ve onun temel devlet felsefesi olan laisizm öyle birden bire gelivermedi. Hilafetin kaldırılması, laik bir devlet kurulaması yolunda yapılan çalışmalar, daha önceki bu kabil faaliyetlerin geliştirdiği bir alan üzerine gelip oturmuştur, öyle bir alan geliştirildi ki, laik bir cumhuriyet kurulması tasarısı, hilafetin İslam'dan olmadığına dair bizzat bazı “din adamlarından fetvalar alabilecek “din bilginleri” bile sahip olmuştu. Açın eski meclis zabıtlarını da görün nice ‘‘müderris” efendilerin, hilafeti İslama aykırı bir müessese sayıp onun bir bid’at olduğuna dair yaptıkları meclis konuşmalarını.


M.Akif İnan, Din ve Uygarlık

Devamını Oku »

Rönesansı Hazırlayan Asıl Sebep

Batının küfründe de, inancında da, Yunan felsesinden etkiler vardır ve eski Yunan'dan ta günümüze kadar batının geçirdiği bütün inanç ve istihalelerinin özünde de bir Doğu düşmanlığı mevcuttur.Batının bu Doğu düşmanlığı, sonraları da doğrudan doğruya İslam düşmanlığına dönüşmüştür. Skolastik dönem İslam düşmanlığının korkunç fikri sabitlerle donatıldığı bir dönemdir. Düşmanlık fanatik bir hüviyete büründü bu dönemde Haçlı Seferleri bunun tezahürlerinden sadece biridir. Skolastik dönem Batı için İslam düşmanlığını değişmesi mümkün olmayan inanç olarak geliştirdi. O kadar ki, Rönesans skolastik döneme bir başkaldırma olduğu halde İslam düşmanlığında skolastik dönemin bu mirasını ayniyle devraldı; hatta devralmaktan öte bu düşmanlığı yeni güçlerle takviye etti.


Denilebilir ki, Rönesans aslında Hıristiyanlığı hayattan kovmaktan öte gelişen İslam hareketine karşı Avrupa'nın kendi kendini yeniden gözden geçirmesi, İslam'la daha kesin ve keskin bir hesaplaşmaya yönelmesi hareketidir. Çünkü artık skolastik dönemin doğmaları, İslam karşısında durabilmek ve bu gelişmeyi önleyebilmek gücünden tamamen yoksundu. Bir ucuyla İspanya'dan Avrupa içlerine yol arayan, öte ucuyla da Doğu Roma’yı ortadan kaldırarak Avrupa’yı zorlayan İslam'ın yayılması, mevcut kilisenin karşı koyuşuyla önlenemeyecekti. Bu gerçek, Avrupa'yı dehşete düşürüyordu.


İşte Rönesans’ı hazırlayan asıl sebep budur. Yani Avrupa’nın nefis müdafaası alarak kendilerini baştanbaşa işgal edeceğinden korktuğu İslam hareketine karşı, mevcut inanç statüsünün yetersizliğini göriip yeni güçlerle kendini takviye etmesi hareketidir.


Mehmet Akif İnan , Din ve Uygarlık

Devamını Oku »

Din Değil Dinsizlik öğretisi!

Dinde reform ve ibadetleri zamana uydurarak İslamiyeti ıslah(!) etme yarışına girenlerden, görüldüğü gibi din adına dinle hiç mi hiç alakası olmayan ve aslında dinsizlik öğretisine dayanan fikirler bulmak mümkündür:

“...Mabetlerde, camilerimizde, sıralar, elbiselikler-gardıroplar tesis edilmeli ve ayakkabılarla mabedlere girilmesi önemle tavsiye edilmelidir....”

“...İbadet lisanı Türkçe olmalı, ayinlerin (herhalde ibadetler denilmek isteni-yor), duaların ve hutbelerin Türkçeleştirilmiş şekilleri kabul edilmeli ve uygulamaya konulmalıdır...”

“...Musikişinasların gözetiminde teganniye yönelik güzel sesli imam ve mü-ezzinler yetiştirip, ibadetlerin daha ruhani bir şekilde yapılması sağlanmalıdır... Bunun için de ibadetlerdeki ruhaliniğe yardımcı olması açısından, camilerimize musiki aletlerinin; saz, kanun, keman, piyano, darbuka, ney, vs. gibi aletlerinin konması gerekmektedir...”

“...İbadetlerin ilahi mahiyetinde asri ve enstrümantal musiki (klasik ve hafif batı müziği denilmek isteniyor galiba!) eşliğinde yapılmasına kat’iyyen ihtiyaç vardır...”

“...Secde yerleri yerden 20-25 cm. yükseklikte kurularak, secde makamının yüksekliğine, ulviliğine (!) uygun davranışlar gerçekleştirilmiş olur. Böylece ayakkabılarla cami içlerinde gezinilirken, secde mahallerine basılmamış olur!..”

“...Kur’an’ın ve Kelamcılarm anlattığı gibi ve nede Tasavvufçuların izah ettiği gibi olmadığını beyanla, Türklere uygun (!) bir tarzda Kur’an felsefesi geliştirilmelidir...”

“...Bütün bu ‘dini ıslah projesi’nin gerçekleştirilmesinde en etkili iki devlet kuruluşu, biri Daru’l-Fünün İlahiyat Fakültesi, diğeri İstanbul Devlet Konservatuvarı ’dır.

20 Haziran 1928 yılında gündeme gelen ve daha önce de bazı devlet erkanıyla, bazı din erkanı arasında müzakere edilmiş olan bu projelerin, dini geliştirmek adına değil, aslında dini batırmak ve dini yok etmek adına yapıldığı, bir diğer ifadesiyle, “vahiy dini” olan “İslâm yerine, yeni bir beşeri din (Yeni İslâm)“ ortaya çıkarmak adına yapıldığı ortadadır. Tüm batılı araştırmacılar bu yeni dine “Kemalizm” adım vermişlerdir.

Yukarıda özetlemiş olduğumuz dinde reform cümleleri söylediklerimizin birer kanıtıdır. 1988 Türkiyesi’nde, en solcusundan, en sağcısına kadar sorulduğunda tüm bu fikirlerin aslında dinsizlik ve dini yıkmak adına yapılmış olduğu rahatlıkla söylenecektir.

 

Atatürk Dine Karşı Kesin Tavırlı Olmasaydı, Dini Reformla** Daha Kolay Gelişirdi’*

Kimi yazarlara göre de bu durum, Kemalist laik anlayışının uygulama biçimi ile Mustafa Kemal’in bizzat kendisinin dine karşı olan tavrından kaynaklanmaktadır.’,(1)

Hatta yukarıda dile getirdiğimiz dinî reform projesi bile, “Muhtemelen din adamlanna yeniden güç kazandırır ve onları laik iktidara rakip bir otorite merkezi haline getirir’ ’ endişesiyle uygulamaya koyulmaktan vazgeçilmiştir.(2)

Amerikalı araştırmacı-yazar ve Türklerin de çok iyi tanıdığı kişi olan Prof.D.A. Rustow, İstanbul Üniversitesi İlahiyat Fakültesi hocalarının sunduğu “Dini reform projesi”nin gerçekleştirilmemesine Atatürk’ün yukarıda belirttiğimiz endişeye binaen uygulamaya koymadığını/koydurtmadığını dile getirmiştir.(3)

Yine buna benzer bir mütalaayı Uriel Heyd dile getirmektedir. Heyd, “Eğer Atatürk’ün dine karşı tutumu olmasaydı, Türkiye’de ilginç bir dinsel reform gündeme demektedir. (4)

Halide Edip Adıvar ise, bu düşüncelerin geniş halk kitlelerinde büyük hoşnut-suzluklar meydana getirdiğini söylediği, “Türkiye’de Diktatörlük ve Reformlar’’ başlıklı İngilizce yazısında(5) devlet ve hükümetin dine karşı tavırlarına ve devletin dine olan baskısına dikkat çekerek: ‘Laiklik adına yapılanlar, aslında laiklik ilkesiyle çelişmektedir” tesbitinde bulunmaktadır.

Halide Edip Adıvar sözkonusu yazıda, laikliğin temeli olan * ‘Kaesar’ın hakkını Kaesar’e, Tanrı’nın hakkını da Tanrı ’ya...” sözünü hatırlatarak, Türkiye’deki din- -devlet ilişkilerine değinmiş ve ‘ ‘Türk halkı sonunda Kaesar’ın hakkı olanı Kaesar’a, yani devlete verdiler. Fakat öte yandan Kaesar ya da devlet, Tanrı’nın hakkı olan şeyleri hâlâ ellerinde tutmaktadırlar” diyerek devletin dine karşı olan tavırlarına ve laikliği, ladinilik şeklinde uygulamasına dikkat çekmiştir.

Halide Edip Adıvar son olarak, uygulanan Kemalist laik anlayışla devletin dinin yersiz müdahalelerinden kurtulmuş olduğunu ve fakat devletin dini gözetim ve baskı altında tutmasının da apaçık bir kusur olduğunu belirterek, “Uygulanan laiklikle, Türkiye’deki Hristiyanlar ve Yahudiler bu bakımdan daha özgür yaşamaktadırlar” demektedir.(6)

Halide Edip Adıvar Hanım’ın, 1930 yıllarında yaptığı, “Uygulanan laiklik anlayışı ile Türkiye’deki Hristiyanlar ve Yahudiler Müslümanlar’dan daha özgür yaşamaktadırlar” tesbitini 1985 Aralık ayında kendisiyle yaptığım bir konuşmada Prof. Dr. Mümtaz Soysal da aynen tesbit ve tekrar etmiştir. Prof.Dr. Mümtaz Soysal: “İnanç ve düşünce olarak Türkiye’de haklan sınırlananlar, azınlıklar değil çoğunluklardır. Asıl haklan kısıtlananlar, inanç ve düşünce olarak baskı altında tutulanlar, Müslüman çoğunluktur. Bu durum laikliğin gereği olarak ortaya çıkmıştır. Müslüman halkm dinle ilgili haklan laik devletin kurallarıyla sınırlandırılmıştır. Oysa Türkiye’de ibadet özgürlüğü ile ilgili sınırlamalar gayr-i müslim azınlıklara uygulanmamaktadır.”(7) diyerek, Halide Edip Adıvar’dan tam 40 yıl sonra aynı gerçeği dile getirmiştir.

Prof.Dr. Hüseyin Hatem’i de bir hukukçu olarak, laiklik adına dine ve dindarlara karşı alınan tavırlara, “Laiklik enginizasyonu” demeyi uygun görmüştür.(8)

“Ferdin dini vecibelerini, inanışının yoğunluğuna göre uygulayıp uygulamaması, kendisine ait bir olaydır. Buna kimse müdahale edemez. Dini vecibelerini yerine getiren dindar vatandaşlara devlet müdahalede bulunuyorsa, bu müdahale aslında laikliğe karşı yapılmış bir müdahaledir.’’(9) tesbitleriyle de yazar Atilla İlhan, 1924’lerden itibaren -ve bugün de devam eden- uygulanan laiklik paradoksuna işaret etmiştir.

Çankaya kitabının yazarı Falih Rıfkı Atay ise, 1930 Ağustosu’nda yazdığı biz yazıda din-devlet ilişkilerinde sahnelenen bu olayların demokratik olmadığını teslim etmekte ve: “Türkiye’de demokrasi, hoca ve mürteci saltanatıdır. ”(10) diyerek, antidemokratik oluşun adeta gerekçesini göstermektedir.

Demokrasi adına yapılan antidemokratikliğin gerekçesi olarak Falih Rıfkı Atay, rahatlıkla dindar Müslümanları gösterebilmektedir.

Bütün bunlar gösteriyor ye ispat ediyor ki, devletin dine baskısı, dinde, dini olmayan reformlara gitmesi veislamiyeti ıslah(!) adı altında garib projeleri gündeme getirmesi 1928’lerden itibaren başlayan dini sindirme ve yok etme faaliyetlerinin bizzat rejim tarafından nasıl “şuurla” yürütüldüğünü ortaya koymaktadır.

 

1- Mete Tunçay, Nizayi Berkes, Halide Edip Adıvar, Ingiliz Kadm Yazar G.Ellison, Uriel Heyd ve Türk Maarif Tarihinin yazan Osman Nuri Ergin bu görüştedirler.

2- Mete Tunçay, Tek Parti, s. 220.

3- Prof. Dr. D. A. Rustow, Politics and İslam in Turkey, s. 69-70, (Derleyen R.N. Fiye, Islam and West, Lahey, 1957).

4- Uriel Heyd, Türk Ulusçuluğunun Temelleri, (Kültür Bakanlığı Yayınlan, 1979, Ankara), s. 97.

5- Halide Edip Adıvar, “Dictatorship and Reforms in Turkey’’, Yale Rewiew, Güz 1929, s. 27-44. :'

6- Halide Edip Adıvar, Conflict of East and West in Turkey. (Türkiye’de Doğu-Bau Çatışması) konferansından. Sözkonusu konferansı Hindistan’da, * ‘Camia-ı Milliye-i Islamiy- ye’ ’ için verilmiştir. Bu konferansta okunan bildiriler aynı adla 1937 yılında ŞeyhMuhammed Eşraf tarafından Lahor’da yayımlanmıştır.

7- Prof. Dr. Mümtaz Soysal, “insan Haklan ve Başörtüsü Üzerine’ ’, Konuşan Haşan Hüseyin Ceylan, İslâm Dergisi, Aralık 1985, Sayı. 28, s. 12-13.

8- Prof.Dr. Hüseyin Hatemi, İslâm Dergisi için ‘ ‘ Başörtüsü ve İnsan Haklan Üzerine’ ’ yaptığımız bir görüşmede bu tesbitini dile getirmiştir. (İslâm, sayı 28, Aralık 1985, s. 141

9- Atilla İlhan, İslâm Dergisi, Sayı 28, Aralık 1985, s. 15

10- Falih Rıfkı Atay, Eski Saat 1917-1933, s. 433, İstanbul 1933
Devamını Oku »

Bunalım ve İnsan

insan-ve-bunalim

Kitabımızın başından beri savunageldiğimiz üzere, tekrar edelim ki, organizmamız ve duyularımız sınırlılığı, esirliği, fâniliği, izafiliği telkin ettiği halde; iç idrâkimizi teşkil eden şuurumuzda, bunların zıddı özlemler buluyoruz. Şuurumuz sınırlı,fani,esir ve izafi bir organizmanın içine hapsedilmiş ebedîlik, sonsuzluk, hürriyet ve mutlaklık gibi durmaktadır. Bizim organizmamızda sanki sonsuzluk sınırlılığa,hürriyet esarete, ebediyet fâniliğe, mutlaklık izafîliğe teslim edilmiş gibidir. Bizi bunaltan, bu durumu idrâk etmekdir. İdrakimiz bu çelişik durumdan kurtulamamanın çırpmışları içindedir.Daracık bir kazan gibi duran organizmamın bu duyularımın sınırlarını zorlayan, onu yetersiz bulan ve onu aşmaya çalışan, şuurumuzu istilâ eden bir iç haykırışı inkar etmek kaabıl değildir. Sanki, sonsuzluk, ebediyet ve mutlaklık bizim gönlümüze oturmuş, organizmamızın ve duyularımızın sınırlılığını, güçsüzlüğünü ve yetersizliğini işaret edip durmaktadır.

Bir Hadis-i kudsîde "yeryüzüne ve göğe sığmam; fakat inanan kulumun gönlüne sığarım' diye buyurulur.

Sonsuz olan, sınırlı olanın "kalbinde" taht kurarsa ne olur? Sınırlı olan aczinden çırpınır durur. Böylece idrâkimiz duyuların sınırlarını zorlayıp ebediyete, hürriyete, sonsuzluğa ve Allah'a doğru bir çıkış ve yükseliş yolu aramaktadır.

Görülüyor ki, bunalım, şuurun duyuları aşma cehdini, ruhun organizmanın güçsüzlüğünü görmesini ifade eder. Bunalım bizi ebediyetlere doğru Allah'a doğru fırlatan bir iç iticidir, insan yüksek idrâk seviyesini iptal etmedikçe bundan kurtulamaz. Bunalım içinde boğulduklarını söyleyen nesillerin uyuşturucu maddelere düşkünlüğü ne kadar mânidârdır. Kendi gerçeğini görmemek için gözlerini yummak gibi, içindeki çığ'lığı duymamak için şuurunu uyuşturmak veya içgözunü kapamak insana gerçekten hüzün veriyor .

S.Ahmed Arvasi
Devamını Oku »