Meyhane Olarak Kullanılan Camiler

Meyhane Olarak Kullanılan Camiler

Meyhane Olarak Kullanılan Camiler

Araştırmacı-Yazar Müfid Yüksel’in ortaya çıkardığı bilgilere göre Vakıflar Müdürlüğü’nün himayesinde olan, Beyoğlu’ndaki Kâtip Mustafa Çelebi Mescidi İstiklal Meyhanesi’ne çevrilirken, Sultanahmet’teki Şeyh Kaygusuz İbrahim Baba Kâdirî Dergâh-ı Şerîfi bugün içkili restoran olarak kullanılıyor.

Cumhuriyetin ilk yıllarında Osmanlı kültürüne ve İslami eserlere karşı yürütülen sistematik unutturma, tahrip etme ve yok etme çalışmaları neticesinde birçok Osmanlı eseri cami, mescit ve dergâh bugün işlevinin dışında kullanılıyor. Araştırmacı-Yazar Müfit Yüksel, yaptığı araştırmalarla gerek İstanbul’da gerekse de Anadolu’da şu an Vakıflar Müdürlüğü himayesinde olan Osmanlı eserlerinin saygısızca meyhanelere dönüştürüldüğünü ortaya çıkardı.

KATİP MUSTAFA ÇELEBİ MESCİDİ’Nİ İSTİKLAL MEYHANESİ’NE ÇEVİRDİLER

Beyoğlu Kâtip Mustafa Çelebî Mahallesi Çukur Çeşme sokağında bulunan Katip Mustafa Çelebi Mescidi bu tarihi ayıptan nasibini alan mescitlerden! Caminin bânisi Kâtip Mustafa Çelebî, Beyoğlu Ağa Camii’nin bânisi sonradan Şeyhu’l-Harem olarak Medine-i Münevvere’de vefat etmiş olan Kapı Ağası Hüseyin Ağa’nın kâtibidir. Kabri Beyoğlu Firuz Ağa mahallesindeki Firuz Ağa Camii karşı köşesinde yer alan mektebinin altında bulunmaktaydı. Bu mektep ve türbe bugün mevcut değil. Cami, 30’lı yıllarda kadro harici bırakılmış. 9 Ağustos 1941 tarihinde cami binası arsası ile beraber Vakıflar Müdürlüğü tarafından 4010 lira bedel karşılığı Şükrü Bıkmaz adlı bir şahsa satılarak yıktırılmış, yerine üç katlı betonarme bina yapılmış. Bu üç katlı bina en son 2005 yılında Turizm Bakanlığı’ndan alınan ruhsatla İstiklâl Meyhanesi’ne dönüştürülmüş.

HALVETÎ DERGAHI VE CAMİİ SERGİ SALONU YAPILDI

Cankurtaran Mahallesi, Caferiye Sokak’ta yer alan, Erdebilî Sinânuddîn Halvetî Dergâhı Camii de aslından yoksun durumda. Tekke-Mescid 934/1528 tarihinde, Cemal-i Halvetî’nin hulefasından Şeyh Yusuf Sinânuddîn El-Erdebîlî tarafından kurulmuş İstanbul’un çok önemli Halvetî dergâhlarından biri. Dergâh’ta 13 Postnişîn gelmiş olup, son postnîşini Halîl Sırrı Efendi. Çeşitli zamanlarda restorasyon ve tecdid gören tekke-cami en son Mimar Kemaleddin tarafından yenilenmiş. Vakıflara bağlı olan bu cami de, 1930′lu yıllarda kadro harici bırakılmış, şu sıralar ise (mihrâbı dahil) el sanatları satış sergi reyonu olarak kullanılıyor.

KADİRİ DERGAHI DA MEYHANE YAPILDI!

Sultanahmet, Alemdar Mahallesi, İncili Çavuş Sokak’ta da, Şeyh Kaygusuz İbrahim Baba Kâdirî Dergâh-ı Şerîfi şu an içkili restoran olarak kullanılıyor. Bina 1863 yılında yapılmış. Kâdirî tarikine mensup Dergâh’ta Bolulu Kaygusuz İbrahim Baba’dan sonra, sırayla Şeyh Süleyman Sabri, Şeyh Mehmed Surûrî, Şeyh El-Hâcc Mustafa Şevki, Şeyh Hasan Rıza Efendiler postnişîn olmuş. Vakıflar Müdürlüğüne ait bu dergâh-ı şerîf binası, Vakıflarca İçkili lokantaya/meyhaneye kirâya verilmiş.Yüksel: Çok sayıda meyhane yapılan mescid ve dergah var.

Yeni Akit, Ekim 2011
Devamını Oku »

Atatürk’ün The Times Röportajı

Atatürk’ün The Times röportajı
Yakın tarihimiz bize bir masal biçiminde anlatıla geldi.
Cumhuriyet’in kuruluş yıllarında neler yaşandı, Mustafa Kemal ve silah arkadaşları arasında neler oldu yeni yeni su yüzüne çıkıyor.

Yıllar boyu Kazım Karabekir’den Dr. Rıza Nur’un anılarına kadar dönemi anlatan her çalışma sansürlendi, yasaklandı.

Halbuki tarihi doğru bilmeden sağlıklı bir gelecek kuramayız.

Üstelik bu dönemde görev yapmış ancak siyasi görüş ayrılığı nedeniyle bir kenara itilmiş ve zaman zaman hain ilan edilmiş bu insanlara karşı bir vicdan borcumuz da var.

Öncelikle bir gerçeğin altını çizelim, Atatürk bir devrimciydi ve Avrupa’da devrimler çağı yaşanıyordu.

Bilimden sanata, eğitimden kadın haklarına kadar çok geri bulduğu Anadolu’yu hızla değiştirmek, Batı düzeyine çıkarma amacındaydı.

Giriştiği iş zorlu olduğu kadar birlikte yola çıktığı arkadaşları arasında bile tartışmalara yol açıyordu.

İstiklal Savaşı bitmiş, bir başka Kurtuluş Savaşı başlamıştı.

Bağımsızlığı sağlayan kadrolar, Anadolu’nun özgürlük ve çağdaşlığını garanti altına alacak adımlar peşindeydi.

Üstelik Mustafa Kemal İttihatçı kadrolar arasından geliyordu.

İttihatçılar’ın siyasi entrika, suikast, darbe gibi konularda ne kadar usta olduğunun farkındaydı.

Bu nedenle olsa gerek her türlü muhalefet eyleminin altında devrimci kadrolara karşı bir komplo girişimi görüyordu.

Ve askerdi.

Muhalefetin silinmesi kararı verdi.

Muhalefet de o dönemin koşulları içinde düşman sınıfına girmişti.

Mustafa Kemal, Ali Fuad Cebesoy, Refet Bele, Rauf Orbay, Adnan Adıvar ve Kazım Karabekir tarafından kurulan Terakkiperver Cumhuriyet Fırkası’na bu gözle bakıyordu.

Bu konudaki duygularını 21 Kasım 1924’te The Times gazetesinin İstanbul muhabiri Maxwell Macartney’e verdiği mülakatta dile getirdi.

Ancak Macartney, Atatürk’ün arzusuna uyarak mülakatı bir süre tuttu ve bu konuşma ancak 18 Aralık 1924’te yayınladı.

Ancak mülakat yayınlanmadan okuyan biri vardır. İngiltere’nin Türkiye Sefiri Ronald Lindsay.

Lindsay, bu mülakatı, Macartney’in mülakatın yapılma yöntemine dair anlattıklarını da içeren şu notla merkeze geçti:

‘’Reisicumhur’un bundan sonra ne yapacağını merak ediyordum; işte, bu fazlasıyla dikkate değer belgede (Macartney’in mülakatı) cevabımı buldum.

Terakkiperver cumhuriyetçiliklerinde samimi değiller, programları sahtekarlık, kendileri de düpedüz mürteci. Haberde yeralan her şey, reisicumhurun yeni muhalefetle hiçbir işinin olmayacağını ima ediyor; Bay Macartney’le konuşurken kullandığı dil -ki haberde yer almamış- ve sarf ettiği cümlelerin tonu ise onun açıkça ölümüne bir kavgaya kastettiğini gösteriyor.

Gazi kendisini tam br cinnet haline kaptırmış; muhalefetteki herkese sırayla sayıp döker ve onları, her şeylerini borçlu oldukları kendisine nankörlük ve vatana ihanetle suçlarken, yüzü kıpkırmızı olmuş.

Mülakkata takdimci ve yarı tercüman gibi hareket eden mebus, bir kaç kere araya girip, ‘Sakin olun Gazi Paşa, bu kadar tedbirsiz olmayın’ diye bağırmış ama gazap selinin önüne geçememiş.’’

Burada Büyük Millet Meclisi’nin 29 Nisan 1920’de kabul edip 15 Nisan 1923’te tadil ettiği Hıyanet-i Vataniye kanununun birinci maddesinde 26 Şubat 1925’te yapılan değişikliği hatırlamak gerekir.

Bu madde Meclise karşı düşünce veya uygulamalarıyla veya yazdıklarıyla muhalefet veya bozgunculuk edenlerin vatan haini addedileceklerine hükmediyordu.

1923’te yapılan değişiklik, sadece eski rejimin tasfiyesine karşı çıkanları değil, bu kararları eleştirenlere karşı da vatan hainliği suçlaması getiriyordu.

Terakkiperver Cumhuriyet Fırkası’nın kurulmasının ardından yapılan değişiklik şu hükmü getirdi:

‘’Dini, siyasi amaçlarla kullanarak dernek kurmak yasaktır. Böyle örgütler kuran veya bunlara üye olanlar, varan haini ilan edilir.’’

TCF’nin parti programının 6. Maddesinde dine saygılı olduğu ifade edilmektedir.

Şeyh Sait İsyanı’nın ardından kurulan İstiklal Mahkemeleri, bu maddeye dayanarak TCF’nin tüm şubelerini kapatma kararı verdi.

Yani parti kapatılmamış ama teknik olarak yok edilmişti.

Bu, 1946’ya kadar sürecek tek parti rejiminin başlangıcıydı.

Muhalefetsiz bu yılların bedelini de çok partili hayata geçtiğimiz zaman farklı görüşlere tahammülsüzlükle ödedik.

Hala da alacak çok yolumuz var...

Kaynak: Hakan Özoğlu, Cumhuriyetin Kuruluşunda İktidar Kavgası

Ergun BABAHAN - Star
Devamını Oku »

Atatürk Diktatörmüydü?

 

Nagehan Alçı, ‘Atatürk bir diktatördü..’ dedi, ortalık karıştı...

Kemalistler tozu dumana kattılar.. Özellikle ‘sosyal medya’da coştular...

Hain, kalleş, satılmış, liboş, cumhuriyet düşmanı..vs, demediklerini bırakmadılar...

( Bu kökten Kemalist, ultra-çağdaş cumhuriyetçi arkadaşlar böyledir işte!.. Bana da ‘çok küfürlü yazıyosun ulan.., ben şimdi senin... !’ diye başlayıp sunturlu küfür eder dururlar)

Tabii ki çok hassas bir mevzu bu... ‘Artık bu devirde de ?!..’ cümlesini bile kuramazsınız..

Zira Atatürk tartışılamaz!...

Eh madem ki tartışılmaz.., hatta tartışılması teklif dahi edilemez.., o zaman ben de aklımın ucundan geçeni söyleyeyim bari!...

Cumhuriyet dikey devrimlerle kurulmuştur...

Bin yıllık alfabeyi bir günde değiştireceksiniz... Sabah kalktığınızda bir de bakıyorsunuz ki, ülkenin neredeyse tamamı okuma yazma bilmiyor!...

Neden ?.. Çünkü ‘Harf Devrimi’ olmuş

Peki, halka sorulmuş mu?.. Hayır..

Halk adına karar verilmiştir; ‘Arapça harfler çok zor olduğu için kaldırılmıştır, ülkenin gelişmesi için latin alfabesi tercih edilmiştir ..’ ( Japonlar, Japon alfabesinde ısrar ettikleri için bu kadar geri kaldılar herhalde!...)

Şapka Kanunu çıkartılmıştır...

Peki halka sorulmuş mudur, ‘kafanıza ne takmak istersiniz?..’ diye.. Hayır...

Kafaya takmaya gerek yoktur!... Karar verilmiştir; ‘kafaya şapka takılacaktır..’

Kurulan 14 İstiklal Mahkemesi’nde yaklaşık 2800 kişi idam edilmiştir... Diğer Mahkemelerde de ( Menemen ve Dersim olayları ile ilgili olarak) 150 kişi idam edilmiştir...

Takrir-i Sükun kanunu çıkartılmıştır... Bütün muhalifler susturulmuş, hükümet veya mahkeme kararıyla pek çok yayın kaldırılmıştır... Sol yayınlar neredeyse tamamen yok edilmiştir...

Bu örnekleri çoğaltmak mümkün...

Neticede cumhuriyet dikey bir devrimdir...

Halk adına karar verilmiştir...

Oylama, onaylama, seçim, referandum..vs, olmadan Anayasa yapılmıştır...

Tek partili rejim uygun görülmüştür... 1946’ya kadar da tek partili düzen devam etmiştir...

(Herhalde o zamana kadar halkın, seçecek, tercih edecek olgunluğa erişmemiş olduğuna karar vermişti devlet büyüklerimiz!...)

Herneyse, ‘Atatürk diktatör müydü, değil miydi?..’ kararı siz verin artık..

Ama asıl önemli olan ve tartışılması gereken halkın tercihine, demokrasiye hala alışamamış Kemalistlerin durumu...

Ne diyorlardı;

“Değil yüzde 47, yüzde 97 oy alsalar ne yazar!.. Biz Türkiye’nin aslıyız.. Biz istemezsek bu ülkede hiç bir şey olmaz!...”

İşte bu zihniyet ‘Atatürk diktatördü’ diyene ateş püskürüyor!... ‘Vay hain vay... Dil uzatma.., haddini bil.. Diktatör değildi ulan..’ diyor...

Tamam lan, ne bağırıyorsun, değilse değil!!...

Hikmet GENÇ - Star
Devamını Oku »

Abdulhakim Arvasi (rahimehullah) 1940'larda buyurmuş ki

Abdulhakim Arvasi (rahimehullah) 1940'larda buyurmuş ki:
"Biz Sultan Aziz'in ahini çekiyoruz. Sultan Hamid'in ahina daha sira gelmedi. Biz bu hanedana yapilan zulme kayidsizligimizin cezasini çekiyoruz. Hanedan bedduasi müthistir. Bizim ecdadimiz, hanedan bedduasindan korkardi. Çünkü onlarin liderlikleri Allah'in tensibi takdiri ve kendi bileklerinin hakkiydi. Birçok Avrupa ülkesinde oldugu gibi, kimse onlari Türk Milletinin basina memur olarak koymamistir.''
Devamını Oku »

Kazım Karabekir Paşa İdam Edilmekten Nasıl Kurtuldu?

Kazım Karabekir Paşa İdam Edilmekten Nasıl Kurtuldu?

Karabekir'in Kızı o günleri şöyle anlatır:

"İsmet Paşa'nın çayına çağırıyoruz diye Etlik'teki evinden almışlar İzmir'de Elhamra sinamasındaki mahkemeye çıkarıncaya kadar tahtakuruları içinde Emniyet Müdürlüğünde yerde yatırmışlar. Yukarıda bir pencere varmış, o pencereyi de demirle kapatmışlar. Pencereyi de çivilemişler. Yer siltesi vermişler. Mahkeme başlıyor, salon subayla dolu. Mahkeme başkanı Kel Ali subaylara oturun diyor, oturmuyorlar. Karabekir Paşa dönmüs, eliyle işaret etmiş, oturmuşlar. Mahkeme olurken de uçaklar uçabilecekleri en alçak seviyeden uçmuşlar. KARABEKİR SUÇSUZ, KARABEKİR SUÇSUZ diye kağıtlar atmışlar.

Beraatindan sonra çok tezahürat yapılmış. Beraat ettiği zaman halk galeyana gelmiş."

(Uğur Mumcu, Kazım Karabekir Anlatıyor, sahife 155)
Devamını Oku »

Harf İnkılabı İle Gelen Yasak

Harf inkılabı ile gelen yasak

Doç. Dr. Emin Işık, 1988′de verdiği bir konferansta Tek Parti döneminde Kur’ân-ı Kerim’in bile toplatıldığını şöyle anlatıyor: “Yasaklar harfe ve dine getirilmiştir. Amme cüzünden Kur’ân-ı Kerim öğrenmek bile yasaklanmıştır. Jandarma ve polis, koruma kanunu adı altında çeşmelerin üstündeki eski yazıları bile kazımıştır. Eski yazılı hece taşları sökülmüş, Kur’ân-ı Kerim’ler toplatılmıştır. Arşivler dahi yakılmaya, ortadan kaldırılmaya çalışılmıştır.”

Temellerin Duruşması, Ahmet Kabaklı
Devamını Oku »

Siyasi Menfaatle Dönen Bir Bestekar

Siyasi menfaatle dönen bir bestekar
CHP’nin iktidar olduğu dönemde, kurulu düzeni, Atatürk’ü, İnönü’yü öven şiirler yazan Ali İzzet, demokrasiye geçtiğimizde hemen o dönemi yeren mısralar yazıvermiştir. Bir örnek verelim:

Atatürk, İnönü gelmese idi
Camiler mescitler kilise idi
Azimkar kahraman bir kimse idi
Öğretti bizlere irfan Atatürk.

Halk Partisi çöküp Demokratlar gelince de şunları söylemiştir:
Kral öldü, put kırıldı
Halâs olduk cehaletten
Zulmün sarayı yıkıldı
Kurtulduk biz esaretten.

Çıktı Mehdi demokrasi
Zâlimin kesildi sesi
Allahüekber nidası
Bugün indi semâvattan.

Şu taban tabana tezat teşkil eden mısrâların yazarı, “Mühür gözlüm seni elden Sakınırım, kıskanırım” diye başlayan türkünün de bestekârı olan halk âşığı Ali izzet Özkan’dır.

Temellerin Duruşması, Ahmet Kabaklı
Devamını Oku »

64.000 Kişinin Kafatasını Kim Ölçtü?

64.000 Kişinin Kafatasını Kim Ölçtü?
Süleyman Yeşilyurt, yeni bir kitap yazmış: “Dersim Ermenisi Yemuş Hanımın Oğlu Çarkçı Kemal” Kitapta, Çarkçı Kemal diye bahsedilen kişi, CHP Genel Başkanı Kemal Kılıçdaroğlu imiş.

100 bin adet basılan o kitabı daha görmedim. Yalnız, Adem Demir’in, Süleyman Yeşilyurt’la yaptığı röportajı, evvelki günkü Türkiye’de okudum. Yeşilyurt diyor ki:

“1936 senesinde, İsmet İnönü’nün talimatıyla, Türkiye 10 bölgeye ayrılıyor ve 64 bin kişinin kafatası ölçülüyor. Bunlara, Mimar Sinan’ın kafatasının mezardan çıkarılıp ölçülmesi de dahildir. Türkiye’de soy-soptan bahseden ilk parti CHP’dir. Bu rezalet, ilk ve son defa onların döneminde yapılmıştır.”

Bu iddianın doğru tarafları da var; yanlış tarafları da. 1931 yılında Devlet Matbaasında 30.000 adet bastırılan ve 1950 yılına kadar liselerimizde okutulan 4 ciltlik tarih kitabının ilk cildinin sonunda, bir insan ve bir goril iskeletinin resimleri yan yana duruyor. O tarih kitabının 5. sayfasında, insanlarla maymunların müşterek bir soydan geldikleri yazılı. Tarih kitabının 15. sahifesinden itibaren ırk konusu işlenmektedir. 5. ve 6. resimlerde Brakisefal ve Dolikosefal kafatasları gösterilmektedir.

Resmî tarihimizin 20. sayfasında denilmektedir ki:

“Tarihin en büyük cereyanlarını yaratmış olan Türk ırkı, benliğini en çok muhafaza etmiş bir ırktır. Bütün tarihte, böyle büyük bir ırkı, bir millet halinde görmek, bilhassa zamanımızdaki insan heyetlerinin pek çoğuna nasip olmayan büyük bir kuvvet ve büyük bir şereftir.”

Ben, o tarih kitabındaki: “İnsanlarla maymunların müşterek bir soydan geldiklerine dair” iddiaya kat’iyyen ama kat’iyyen katılmıyorum. Ama Türk ırkına dair yazılan cümlelere, bütün varlığımla selâm duruyorum. Dünyada, kendi soyunu-sopunu sevmeyen, acaba kaç kişi vardır? Bizim bir atasözümüzde belirtildiği gibi: “Aslını inkâr eden haramzadedir!”

1936 yılında, 64 bin kişinin kafataslarının ölçüldüğü doğrudur. Ama böyle bir çalışmayı İsmet İnönü’nün başlattığı tamamen yanlıştır. Böyle bir teklif, Âfet İnan‘a, bizzat Atatürk tarafından yapılmıştır. Âfet İnan da bu büyük işe, Prof. Dr. Eugene Pittard ile birlikte başlamıştır. Nitekim hem Âfet İnan, hem de Prof. Pittard, 1947 yılında, Türk Tarih Kurumunun 15 numaralı yayını olarak çıkan malum eserde, bu hususu açıkça ve iftiharla belirtmişlerdir.

Ama Süleyman Yeşilyurt, herhalde “Atatürk’ü Koruma Kanunu”na çarpmamak için, bu işi tamamen İnönü’nün üstüne yıkmak istemiştir. Yeşilyurt, 1936 yılında, soyumuzun bazı özelliklerinin araştırılmasını rezalet sayıyor. Bu iddiayı da anlayabilmiş değilim. Milletimizin çeşitli özelliklerini araştırmak, bilmek neden rezalet olsun? Dünyada bir Montofon ineğinin, bir legorn tavuğunun bile ırkî özellikleri ilim adamlarıyla birer birer tespit edilmedi mi? Yani Türk ırkı, bir Montofon ineğinden, bir legorn tavuğundan daha mı önemsizdir?

Ben doğrusu bilmiyorum; Süleyman Yeşilyurt’tan şunu öğrenmek istiyorum: Bu 64.000 kişinin kafatasları ölçüldükten sonra, Türkiye’de kime: “Senin kafatasın Türk’ün Brakisefal kafatasına benzemiyor” denilerek ayırımcılık yapılmış, vatandaş sayılmamıştır?

Ben, ömrümün hiçbir devresinde CHP’ye yakın olmadım. Soyla-sopla ilgilenmek rezalet ise, Süleyman Yeşilyurt, neden Kemal Kılıçdaroğlu’nun soyuyla-sopuyla uğraşıyor? Dünyada kim annesini babasını ve ırkını seçerek doğmuştur Yeşilyurt birilerinin ekmeğine yağ sürdüğünün farkında değil midir?

Yavuz Bülent Bakiler
Devamını Oku »

30 Ağustos

30 Ağustos’u da geride bıraktık. Artık 30 Ağustos’lar, Yunan’ı denize döktüğümüz gün olarak hatırlanmıyor. Askerlerin görev değişikliği günü olarak hatırlanıyor. Zaten “Yunan’ı denize dökmek” hikaye. O bir “Müthiş Türkler efsanesi”. Mustafa Kemal’in de dediği gibi “Geldikleri gibi gittiler.” İlk kurşun da “Müthiş Türk efsanesi” idi. Zaten atılan kurşun ilk kurşun olmadığı gibi, Osman Nevres (Hasan Tahsin) de Türk değildi. İlk kurşun o tarihte, İzmir’de Yunan’a karşı değil, daha önce Hatay-Dörtyol’da Fransızlara karşı sıkıldı. İlk kurşun anıtı İzmir’e CHP’lilerin bir armağanı.

Ne Kurtuluş Savaşı İzmir’de Yunan işgalinin başlaması ile başladı, ne de son kurşun Yunanlılar giderken sıkıldı.

Yunanlılar 18 Mayıs 1919’da çıktı. 9 Eylül 1922 de gitti. 2 yıl gibi bir zaman kaldılar Anadolu’da. İngilizlerin Anadoluyu terk etmeleri için daha yaklaşık 1 yıl gerek. İşgal devam etti. 2 Ekim 1923’de ayrıldı İngilizler İstanbul’dan hem de tek kurşun bile sıkılmadan.

30 Ağustos’ta aslında Anadolu’nun kurtuluşunu değil, Yunan’a karşı kazanılan zaferi kutluyoruz. Asıl kutlamanın 2 Ekim’de yapılması gerek aslında ama, kimse o tarihi hatırlamıyor bile.
2 Ekim’i de kutlamayız, çünkü 2 Ekim’de (kimine göre 4 Ekim, ya da 2 Ekim’de çekilmeye başlamışlar, 4 Ekim’de çekilme sona ermiş.) Tek kurşun bile sıkılmamış. İngilizler “Biz gidiyoruz”, demiş ve gitmişler. İstanbul’a girip yönetimi devralacak kimse yok ortalıkta; ancak 2 gün sonra 6 Ekim’de Selahattin Adil’in çevreden topladığı, asker elbisesi giydirilmiş vatandaşlar, vilayete gelip göndere bayrak çekmiş. Daha sonra da Anadolu’dan gelen birlikler İstanbul’a girmiş. Resmi tarih kitaplarında yazmaz bunlar.

Neyini kutlayacaksınız bunun. Ama yine de 6 Ekim İstanbul’un kurtuluşu diye kutlanır.
Mustafa Kemal yok ki orada o zaman. İtilaf Devletleri donanmaları 30 Ekim 1918’de imzalanan Mondros Ateşkes Antlaşması’na dayanarak 13 Kasım 1918’de Haydarpaşa önlerine demirleyip İstanbul’a girdiler. Fiilen gerçekleşmiş olan işgal, 16 Mart 1920 günü resmi işgale dönüştü. İmzalanan Lozan Antlaşması gereğince de düşman askerleri altı hafta sonra İstanbul’dan ayrılacaklardı. 4 Ekim 1923 günü şehirden ayrıldılar.

Şimdi 88 yıl sonra İzmir’in kurtuluşunu kutluyoruz. Dikkat: Son düşmanın ülkeyi terketmesini ya da en büyük ilimiz olan İstanbul’un kurtuluşunu değil.

Zaten Kurtuluş Savaşı dediğin ne ki! Çete savaşlarını saymazsanız, hükümet kuvvetlerinin yönettiği 1.-2. İnönü (1. İnönü Savaşı tartışmalarıdır), Eskişehir-Afyon bölgesinde mevzi çatışmalar, Sakarya Meydan Muharebesi ve Başkumandanlık Meydan Muharebesi.

Ankara için “İrtica ile mücadele istila ile mücadeleden daha zor ve elzem bir hadise” idi. Bursa kalesinde o günlerde dikilen bir taş sutun hâlâ tarihe tanıklık edercesine orada durmaktadır.
Sonuçta Mustafa Kemal’in dediği gibi, İstanbul’dan “Geldikleri gibi gittiler”. Hem de tek kurşun sıkmadan. Yunan’ı denize dökme konusu da artık pek konuşulmuyor. Getirenler, getirdikleri gibi götürdüler Yunan askerlerini sonuçta.

26 Ağustos 1922’de Afyonkarahisar-Kocatepe’de başlayan Büyük Taarruz , 9 Eylül 1922’de İzmir’in Yunan işgalinden kurtarılmasıyla sonuçlanır. Başkomutan Meydan Muharebesi, “Kütahya Dumlupınar yakınında 30 Ağustos 1922’de Türk ve Yunan orduları çıkan çatışmayla başlar. Burada ilginç olan 26 Ağustos ile 9 Eylül arasında 14 gün var. Kütahya’dan İzmir’e 450 km.’lik bir mesafe var, düz gidilirse. Yol yok. Motorize değiller. Askerler süvari ya da yaya. Bir günde en çok teçhizatlı bir birliğin o günkü şartlarda hiç dinlenmeden yol alması halinde en fazla günde 30 km. yol katetmesi mümkün.

Ortada mucizevi bir durum olduğu hemen görülüyor. Ya da Afyon-Kütahya bölgesindeki çatışmaların dışında zaman kaybına sebeb olan bir savaş olmadı. Yunan tabana kuvvet kaçtı, bizimkiler kovaladı. Yoksa Sakarya’daki bir çatışma tek başına, bir boğazda 22 gün ve 22 gece sürdü.
Mesela 26 Ağustos gecesi başlayan çatışma, 5. Süvari Kolordusu Ahır Dağları üzerindeki Yunanların gece savunmadığı Ballıkaya mevkiinden sızma yaparak Yunan hatlarının gerisine intikale başlamıştır. İntikalin bütün gece sabaha kadar sürmesi sonucu, bu cephede ileri harekâtın bir gün sonra başladığını gösteriyor. 27 Ağustos sabaha karşı Tınaztepe, Erkmentepe ve Kurtkaya tepesinin düşürülmesi neticesinde 4. Piyade Tümeni’nin dağılması, 1. Piyade Tümeni’nin ağır kayıplarla geri çekilmesi Yunan cephesinin 27 Ağustos öğle saatlerinde tamamen çökmesine yol açmıştır. Bu çatışmaların 28 Ağustos’a kadar sürdüğünü gösteriyor. Hatta 28 Ağustos-30 Ağustos sabahı arasında Türk birlikleri ile çekilen Yunan birlikleri arasında yer yer şiddetli çatışmalar çıkmış,

Yunan birliklerinin Türk kuvvetlerinin takibinden kurtulamaması, mevzi almalarına engel olmuştur. 30 Ağustos günü akşam saat 19.30’a kadar süren bugün Başkomutanlık Meydan Muharebesi olarak bilinen büyük çarpışmalarda Yunan birlikleri imha edilip dağıtılmıştır. Bu muharebede Yunan 4. ve 12. Tümenleri tamamen, 5. ve 9. Tümenleri kısmen imha olmuştur. 9 Eylül’e 10 gün kaldı.
Peki bu savaşta kaç şehid verdik? Kaç yaralımız var? Mesela Sakarya’daki durum meydanda. 100 km.’lik bir alanda meydana gelen savaşta bizim tarafın şehid sayısı 5.700, yaralı 17.700, tutsak 415 idi. 9 Alay komutanı öldü. Yaralılar, Yunan ordusunun kaybı subay ve er olarak 15.000 ölü verdiler. Yaralı sayısı 25.000 kadardı. Burada Yunan ordusunun askerinin üçte birini kaybettiği hesaplanıyor. Bizim toplam muharip mevcudumuz 88.000 piyade, 12.000 süvari ve 137 top idi.
Bu savaş 9 Eylül’de İzmir, 17 Eylül’de Bandırma’dan kalan Yunan birliklerinin tahliyesi ile son bulmuştur. Aynı gün 9 Eylül 1922 sabahı Ahmet Zeki (Soydemir) komutasındaki 2. Süvari Fırkası, ardından Mürsel (Bakü) komutasındaki 1. Süvari Fırkası birlikleri İzmir şehrine girmiştir.
Albay Reşat (Çiğiltepe) hikayeleri üzerine tarih bina ediyoruz bu arada. Mustafa Kemal, Albay Reşat’a tepenin alınmasını emreder. Albay, “Yarım saate kadar alırız” der. Ama yarım saat dolduğunda henüz tepe alınmamıştır fakat çatışma devam etmektedir. Albay verdiği sözde duramadığı için savaş sırasında intihar eder. Ama komutanı intihar etmiş askerler savaşmayı sürdürür ve 45 dakika sonra tepe alınır. Adam çatışma devam ederken, verdiği sözde duramadığı için askerlerini kendi haline bırakıp intihar eder ve kahraman olur. Komutanlarını kaybeden askerler ise zafer kazanır.

Keşke tarihi, övgü ya da sövgü kitabı olmaktan çıkartıp, kahramanlar üretme aracı yapmadan, efradına cami, ağyarına mani bir anlayışla olduğu gibi anlatsak. Yunan hükümetinin kendi çocuklarına anlattığı tarih böyle değil.

Yunanların İzmir’de denize dökülmesinden sonra Fahrettin Paşa komutasındaki Türk Süvari birliği hızla Çanakkale’ye doğru ilerlemeye başladı ama, bu taarruz durduruldu. Bundan sonraki gelişmeleri biliyorsunuz. Anadolu’nun işgalinin sonuna gelinmedi ama, biz 30 Ağustos’u kutlamaya devam ediyoruz.

Mustafa Kemal İzmir’e geldikten sonra, meraklıları ilk birkaç gününü izlese iyi ederler. Ben olaya sadece, bir de farklı açıdan bakmak istedim.
Selam ve dua ile.

30 Ağustos
Devamını Oku »

Osmanlı Mirasına İhanet

Osmanlı Mirasına İhanet
Cumhuriyet döneminin başlarında ve 1950 öncesine rastlayan zamanlarda, gayr-ı müslim lere ait vakıflar ve mektepler büyük bir itina ile himâye görürken, müslümanlara ait vakıflar çarçur edilmiştir. Ali Himmet Berki ‘nin tesbitine göre 200 ile 300 bin arasındaki vakıf malı İstanbul’da,çoğunlukla da gayrımüslimlere olmak üzere, yok pahasına satılmıştır. İki caminin arası ölçülmüş ve eğer 500 metreyi geçiyorsa, küçük olanı yıkılmıştır. Hamdolsun öz yurdumuzda azınlık statüsünden kurtulmaya başladığımızdan beri, bu konulara da sahip çıkmaya başlamışızdır.

1923 tarihli Lozan Muâhedenamesi ise, ekalliyetlerin himâyesi için 9 madde sevkederken, öz vatanında ekalliyet durumuna düşen müslüman Türk halkı için, ciddi bir şey ortaya koyamamıştır. Bu arada fethin ve İslâm’ın sembolü olan Ayasofya’da, Fâtih ‘in cami halini değiştirenlere lanet etmesine rağmen, yâd eller tarafından, eski haline çevrilememişse de, asıl maksadı da ortadan kaldırılarak müzeye çevrilmiştir. Kanaatimize göre, Ayasofya, Lozan’ın “Türk hükümeti, mezkûr ekalliyetlere ait kiliselere, havralara, mezarlıklara ve sair müessesât-ı diniyeye her türlü himâyeyi bahş eylemeyi taahhüd eder” şeklindeki 42. maddesinin III. fıkrasına dayanılarak kapatılmıştır. Ancak kapatılma kararı, hem eski vakıf hukuku açısından ve hem de kararın şekli açısından hukuka aykırıdır. Zaten bakanların bir çoğu da imzalamamıştır.

Netice olarak, Lozan Muâhedenâmesinden sonra, İngiliz Avam Kamarasında “Türklerin istiklalini ne için tanıdınız?” diye yükselen itirazlara, yahudi olan Lord Gürzon şu cevabı vermiştir: “İşte asıl bundan sonraki Türkler, bir daha eski satvet ve şevketlerine kavuşamayacaklardır. Zira biz onları maneviyat ve ruh cephelerinden öldürmüş bulunuyoruz”. Yine kendisi gibi yahudi olan Nayim Hayun ise “Siz Türkiye’nin mülkî istiklalini kabul ediniz. Onlara ben İslâmiyeti ve İslâm’ın bayraktarlığı vasfını, ayaklar altında çiğnetmeyi taahhüd ediyorum” demiştir. Ve gerçekten de Nayim, Türk murahhaslar heyetinin müşaviri durumundadır. Ancak müslüman Türk milleti rahmet-i ilâhiyyeden ümit kesmemiştir ve Yüce Allah da, bin senedir dininin bayraktarı olan Türk milletini yine eski haşmet ve şevketine kavuşturacak günlere getirmiştir. Yani tekrar müslüman Türk milletinin hâkim sınıf ve azınlıkların da azınlık olacağı bir devreye girmiş bulunuyoruz. Bu silsilenin son halkası Ayasofya’dır ve bazı yahudi bozmaları istemese de, tekrar ulu ma’bed haline gelecektir.

Ahmet Akgündüz
Devamını Oku »