Şark Meselesi



Peki “Şark Meselesi - Orient Frage” nedir, Avrupalılara göre? Her ne kadar, 19. asırda bu mevzuda oldukça fazla eserler mevcut. Mesela ülkemizde 7 ciltlik Osmanlı tarihiyle tanınan bu tarihçi Johann Wilhelm Zinkeisen’inin (1803 -1863), 1859 yılında neş­rettiği “Das vierteStadium oder das jüngste Jahrhundert und die Zukunft der orientalischen Frage” (Dördüncü Menzil veya En Genç Yüzyıl ve Şark Meselesi'nin Geleceği) ve Fransa’da Albert Sorel’in 1878 yılında neşrettiği “Şark Meselesi” (LaQuestion d’Orient au XVIII, Siecle) bu konuda 19. asırda yazılmış önemli eserlerdir.4

Beni Büyük Harb'in bitiminden sonra Avrupa’nın bilhassa sözüm ona, dost ve müttefikimiz olan bu İngilizler kadar sinsi ve latenz siyasetin kurtlarından biri olan; Almanların ne düşündüğü idi. Önümde ilk cildi 1907 yılında neşir hayatına başlayan ve ha­len yayın hayatına devam eden: “Zeitschrift für Politik" adlı ilmi mecmuanın, 1925 yılının sayısı önümde duruyor. Derginin ille sayfasındaki yazının mevzuu: Şark mesesi ile alakalı bir yazı,''Die Orientalische Frage als geopolitisches Problem" (Siyasi coğraf­ya davası olarak Şark Meselesi) Yazıyı Walther Vogel in (1880 - 1938) imzasını taşıyor.

Bugün pek bilinmeyen, bir tarihçi. Peki bu Tarihçi, ne anlıyor, Şark meselesinden. Onu dinleyelim: “Bundan. 19. asırdan beri, tamamiyle belli birşey anlaşılıyordu: geleceğin meselesi veya Türk imparatorlukların sonu anlaşılıyordu” diyor. Sadece büyük hedef ve engel gördükleri Devlet-i Aliye'yi değil şüphesiz, diğer coğraflalarda hüküm süren bütün Türk devletleri­nin yok edilmesinin bir ifadesidir, bu “Şark Meselesi”...5

Yazar bu kısa ve açık bir şekildeki tarifinden sonra aynı pa­ragrafın içinde ise, okuyucusuna bunu Birinci Dünya savaşında “nispeten yaptıklarını belirttikten sonra, Lozan Antlaşması hak­kında, Türkiye için söyledikleri oldukça düşündürücü olduğu gibi, müslüman Türke olan bu iliklerine kadar, bize olan; Hain ve habis ruhlu düşmanlıklarının hangi dimensiyon ve ruhta olduğunu gös­termesi açısından son derece önemlidir. Ve günümüz Türkiyesine ışık tutuyor. Bu faşist ruhlu, bu doğuştan kıyıcı ve emperyalist görüşlü, Comte’nin çocuğu, Hitler hayranı tarihçi. Onu dinle­yelim: “Bu mesele 1. Dünya Savaşı ve onun sonucu olan Lozan Antlaşmasında, belli bir anlamda halledildi”6

Yazar “Orient - Doğu mefhumun hudutlarının neresi olduğu­nun pek belli olmadığı, ifade ettikten sonra, Ama onun bir fragment kitabı olan: "Historischen Atlas von Deutschland "(Almanya'nın Tarihi Atlası)yazarı Şark Meselesi’nin sınırları için şunları söyler: “Asya, Sibirya ve Kuzey Afrika’ya kadar genişler" diyor. Kısaca Müslümanların yaşadığı her devlet bu emperyalist ve barbar Avrupa ’lılar için: Doğu ’dur. Mesela Türkistan, onun da bahset­tiği ve müslümanların kesif olarak yaşadığı, Anadolu, Kafkasya, Arap Yarımadası vs. gibi ülkeleri bu “Yakın Doğu” diye adlandır­dıkları coğrafyasının da sınırların çok uzağında olmasına rağmen, Türkistan için de: “Türkistan müslüman oldukları için bir Şark meselesidir” diyor. Tek hedefleri var: Önce yeryüzünden Türkü yani Müslüman Türkü taman yok etmek.

Saniyen diğer müslümanları acımasızca yeryüzünden tamamen silmektir, bu “Orient Frage”, Şark meselesinin anlamının anlamı ve nihai hedefidir.Tekrar yazara dönelim. Bizdeki“Devrim”lerden, yazarın tabi­riyle “Büyük Değişimlerden (groBen Umwâlzungen) memnun. Bu bütün manevi sembollerimizin tahribinden ve değerlerimizin bir sinsi elle, lağıma fırlatılmasından ve dehası değerler atlasımı­zı ve düşünce kapitallerimizinden sırt çevrilmesinden son derece memnun.

Bu herşeyi alt-üst etme hareketini, onu son derece mem­nun etmesine rağmen, bir “Ama” korkusu ve tedirginliği var. O da şu: “Şayet Türkler tekrar, temellerini islami değerler üzerinde kurulu bir devlet kurarlarsa, o zaman tekrar Avrupa ile arasında bir gerginlik yaşar” ve açık açık, ekliyor:“Bunlar kuvvetlendikle­rinde, doğu ülkeleriyle (Müslümanları kast ediyor) birlikte, karşı koyucu bir cephe oluştururlar "diyor. 7

Kim bu adam? Alman kaynakları tarihçi diyor. Weimera döneminde faşist Hitler öncesi bir faşist parti olan DNVP (Deutschnationale Volkspartei- Alman Ulusal Halk Partisi) üye­si. Sonra faşist Hitler rejimin şairi olarak bilinen Paul-Emst Cemiyetine üye olmuş, 1933 yılında ve üstelik bu hilkat garibesi 1917/18 yıllarında aynı zamanda Birinci Dünya savaşında asker olarak bulunmuş. Daha çok olmayan, kıytırık Alman denizciliği ve sonra ölene kadar, Almanya’nın tarihi atlası ile ilgilenmiş, bu büyücü çırağı müsveddesi ve Faust medeniyetinin çocuğu. Tam bir faşist müsvettesi. Düşünün! Bu bizim güya Büyük Harpte müt­tefikimiz olan ve öyle zannettiğimiz, Almanya’nın bir askeri...

Şark meselesi Avrupa’nın asla bırakmadığı emperyalist eme­linin en bariz bir ifadesi ve sinsi hedeflerinin nihai adıdır. Bunlar müslüman Türkü ve yeryüzündeki bütün müslümanları önce kö­leleştirmek, melezleştirmek ve bilhassa asırlarca Türk milletine ram olmak mecburiyetinde kaldığı, ülkeleri artık istedikleri gibi sömüremedikleri gibi, Osmanlı’dan sık sık tokat yedikleri için ha­raç vermek mecburiyetinde kalırlar. Onlar için engel müslüman Türkler idi. İşte onun için öncelikle, bu asıl, merhamet kahraman­larının eli olan Türkleri yok etmek en büyük emelleri ve nihai he­defin adıdır: Şark Meselesi.

Ekrem Tahir - Yarı Türk,Hitabevi yay.syf.13-16

Dipnotlar:

4- Bu eserlerin dışında da şu kitaplara bakılıp, 19. asır Avrupasının ne düşündükleri hakkında yeterli bilgi sahibi olur insan: Anton Osten von Prokesch, Zur Geschichte der orientalischen Frage, 1877; Adolf August Bergner, Der gordisehe Knoten Europa, 1876; Friedrich von Gentz, Zur Geschichte der orientalischen Frage, 1877; Julius von Hartmann, Zur Orientalischen Frage, 1876; Cari Ritter von Sax, Geschichte des Macht- verfalls der Türkei bis ende des 19. Jahrhunderts und die Phasen der orientalischen Frage bis a. d. Gegenwart. Wien. 1913.

5-Walther Vogel, Orientalische Frage als geopolitisches Problem, Zeitschrift für Politik, Hrsg. Richard Schmidt und Adolf Grabowsky, 14. Bandın içinde,Berlin, 1925, s. 1.

6-a. g. dergi, s. 1.

7-a.g. dergi,s.1
Devamını Oku »

Lisanımız...


Lisanımız... Esrarlı yumağın, kristal düşünceler örgüsünün; atkı ve çözgüsü, dildir. Dilimizin kendine has kumaşı sinsice abraşlaştırıldı. Kesilip, parçalandı. Ne garip, onun ihtişamından ve muazzam diyalektiğinden, dilimizin grameri olarak her soruya cevap veren ve tek dil olan Türkçe’den bahseden, Lisan âlimi F. Max Müller’de Batı’da afaroz edilir. Bilhassa hocası Franz Bopp, bu "Mukayeseli Sankritçe Grameri, 1833-52" yazan. Ve Fransız E. Renan adlı bu uzun bir zincire hep bağlı bir görünümünü veren- ve sürekli her işine gelmeyen hakikate havlayan bu kopek müs­veddesi tarafından.Türkçe lisanı. Osmanlı'daki cedlerimiz hem millî bir dil hem de İslam Vahiy Medeniyeti'nin dilini inşa eden, tek millet­tir.

Evet tekevvünü sarayda başlamış ve kemale ermiştir. Saray: Mücerretliğin, zarif, celîl ve âlî bir üslûbun mekânıdır. Kristal belagâttin, muhkim bir sarf ve nahyin inşa edildiği, millî dile giden bir revak ve eyvandır. İtalya ve Fransa “saraylarından çok önce. Onların 10. asırda ne lügati ne de sağlam bir grame­ri var. Bir Kâşgarlı Mahmud'un “Dıvânü Lügati t- Türk, 1077 ve “Muhâkemetü'l- Lugateyn, 1501 "yazan, Ali Şîr Nevâî gibi.Mimarimizde yapılan, dilimizde de yapılmıştır. İmparatorluk coğrafyasında bulunan bütün nadir malzemelerden faydalanıla­rak camiler ve medreseler vs. inşa edilir.

Bunun gibi cedlerimiz İslâm medeniyetinin bütün kristal, hayati ve mücerret, irfanın bir nevi dev sütunları olan, İstılahlar, mefhumlar ve kelimeleri dili­mizin hançerinine uyarlayarak dilimizin sıhhatli vücuduna zengin­lik katarlar. Seyhun’dan Ceyhun’a oradan Seyhan nehrine.Yeşil Tuna’dan Meriç’e, oradan coşkun Kızılırmak'a. Hilâl’in imzası Hazar Denizinden, dertli Dicle ve Fırat’a.

Türkün şaha kalmış atının heybesine benzeyen;Orta Doğu, Arap Yarımadası, Mısır ve Hz.Musayı dalgalarında barındıran, yararak koruyan, mümbit, yeşıl ve uzun Nil’e. Bu üç kıta coğrafyasında hep aynı heyecan, hüzün neşe, şölen, hayal kırıklığın ve sevincin dili, ruhun kanatları ve sonsuz dünyaların mekanlarıdır, bizim gök kuşağı renklerimizin dilimizin ruh mekanları. Bizi birleştiren din ve dildir. Elbette bu sonsuzluğun nefesi olan; Gönül ve irfan ırmakları. Dil bizim dü­şüncelerimizin gözü, kulağı, kalbi ve dimensiyonudur. Onun için Din lisandır. Dinin ve varlığımızın metafiziği de lisandır.

Hafızasının, hatıraların en canlı mekanları olan birer şaheseri olan mimari eserleri, abideleri yok edilir veya kiliseye, meyhaneye devşirilir; Açık ve gizli bir şekilde bu muazzam hazıfanın mekan­larını. Cedlerimizin rüyası ve heyecanları saklı, bu dondurulmuş zamanın içindeki kelimelerinde. Derinlik saklı bu görülmeyen esrarlı kelimeleri barındıran mimari eserlerimizde. Gökkuşağının bütün renklerin dili sinmiş, bu ecdat yadiğan eserlerde. Dili ve inancı katledilerek müslüman Türk düşüncesinin vücudu pa­ramparça edilmiş. Bütün gerçek ve hakikatler ters yüz edilmiş. Hakikatin ruhu katledilip, o ruh yerine Putperestlik ruhu ikame edilerek,Gerçek“ler diye sunulmuş nesillere. Ama biz bunu gör­mek, duymak ve düşünmek bile istemiyoruz.

Her milletin düşüncesinin, kalbini, beynini ve can damarlarını alıp, kestiğinizde; o milletin düşünce vücudunu yok etmiş olursu­nuz. Bu hakikatte bir Genozit / Soykırımdan daha beter bir şevydir. Bunu ruhumuzun, medeniyetimizin meta metafiziği olan âlî ve hükümrân lisanımız ve tarihimizi, hatıralarımızı içinde barındıran bu suretlerinde sîretler ormanının tedaisini barındıran, bu zarif ve narin harflerimizle yaptılar.

Ekrem Tahir - Yarı Türk,Hitabevi yay.syf.9-10

--------------

Dil tek başına hem milleti hem de medeniyeti tarif eder. Türkçe âli bir dil, bir fetihdir. Kelimeler bize cedlerimizin rüyalarını, fe­tihlerini ve imzalı dünyalarını barındırır ve faş eder. Bir izdir, dil. Tarihimizin ve düşücelerimizin kristal izidir. Sûret ve sfretler yumağıdır; Lisan-ı Türkî. Atalarımızın rüyaları, ufukları, heye­canları, ümit ve ümütsizlikleri, cihangir karekterleri ve merhamet kahramanı ellerinin izinin lisanı ve dahi bitmez tükenmez İslâm’ın emrindeki ufuk ötesinin fethi olan: Kızıl elma ülküsünün bütün dimensiyonları saklı, lisani Türkî’de. Dünyalarının bütün zıtlık­tan, kristal görüşleri bu “Hak’ın” bendi olma, hakkın nefesi, sesi ve dahi neferi olma hülya ve rüyasının, şecaatlı, bilge Alperenleri olan cedlerim. Rüyalarında biteviye “Hakkın” bendleri “Hakkı” müdaafa etme olan; bu İslâm aşıkları cedlerim. Sonsuz dünyaları- nın, maveralarının ve islâmi ontolojimizin cümle kapısıdır; lisan-ı Türkî Tıpkı Bağdatlı Ruhi’nin şu mısrasında ifade ettiği gibi:

Hak ol ki Huda mertebeni eyleye âli.

Onlar her daim “Hakkın” müdafii ve “Hak” ın sesi oldular...

Cedlerimiz bu bir İslam Vahiy Medeniyeti’nin en önemli li­sanı olan Türkçe’yi en âli ve doruk bir mertebeye çıkarmak için, çabaladılar ve başarmak üzere idiler. Dide gibi, bir sevgili gibi korudular ve sudaki nilüfer (lotus) yaprağı gibi, kökü ter tertemiz ve asla kir tutmayacak âli bir kristal çizgi mertebesine çıkardılar, Türkçeyi... Ama şimdi, şimdi ise...

Türkçe tam doksan senedir, yok edilmek için, “ YarıTürkler ve Batı’yı bilmeyen bu Batı perestler tarafından “Devrim”. ”Öz” Türkçe adına herşey yapıldı ve halen yapılıyor. Türkçe şuan yaralı, bereli sürekli kan kaybediyor. Peki Türk dilini ta­mamen öldürebilirler mi? Bunun İçin bir Alman lisan bilgesi olan, Johann D. Michaelis’in 1759'da “Königlichen Akademie der Wissenschaften und Schönen Künste”nin sorusuna verdi­ği cevabı risalesinde, yazmış olduğu şu nefis ve çarpıcı sözleri­ne dikkatlice kulak kabartabm:

“Hülasa dil bir nevi vesikadır. Öyleki onun içinde insanlığın bütün keşifleri var. Ve en kötü çöküşlere, yıkılışlara karşı muhafa­za eder. Bu öyle bir vesikadır ki, bunu hiçbir yangın, onun alevle­rinin dalgaları yakıp, kül etmeye muktedir değildir. Bu ancak ve ancak, onu konuşan milletin fertlerini tamamen yeryüzünden yok edilirse, işte ancak o zaman o dilde zevale uğrar. ”24, der.

Milletlerin dilinde; inançları, maveraları ve irfanlarının izi durur. İzler bizi tarihe götürür. Tarihe yani menşe’e götürür. Tarihe sorulması gereken soruların izi durur, lisanlarda. İtalya ve Fransa’da “klasik ve milli” dillerinin oluşum safhasına geçmeden önce, Batılı bazı düşünür ve yazarların dil konusundaki görüşlerine kısaca eğilelim, bu lisan ilmini 19. asırda keşfeden bu Avrupa medeniyeti. Mesela Condillac için: ”Her dil, o dili konuşan milletin karekterini ifade eder ” der ve ekler, Diller her milletin dehasıdır.

Bu görüşe F. deSaussere ise; "psi­kolojik karekter” sözünü ekler. Bu lisan alimine göre: ”Hemen he­men herkes tarafından umumi olarak kabul edilen bir görüştür ki, bir dil bir milletin psikolojik karekterini yansıtır”. Alman dil felsefecisi Wilhelm Humboldt ise, “Diller adeta milletlerin ruhunun dış görü­şüdür. Onların dili, onların ruhu; lisanlarıdır. İnsan ikisini asla yete­ri kadar aiyniyet ve oluşumunu düşünemez ”. Bu dili aynı zamanda “Bizzat milletlerin ruhunun kasideleridirdiyen Humboldt, Fransız keşiş ruhlu E. Renan gibi, hani milletin mevcudiyetini: ”Hergün vuku bulan bir halk oylaması” diye bu garip tarifin sahibi “Millet ” mefhu­muna “Dili” dahil etmez, Humboldt gibi. Sahi bu halk oylamasını, millet hergün hangi dille yapacak ki? Max Müller ise, bize: Dinlerin tarihi, tabir-i caiz ise dillerin tarihidir. Die Geschichte der Religion ist in gewissem Sinne eine Geschichte der Sprache. " diyor. Bu muka­yeseli dinler ve usta bir lisan âlimi olan, F. Müller.25

Her kadim kavim, kendi lisanını ilk konuşulan, oluşan dil olarak görülmesini, o kadar çok seviyor ve dahi kendi ülkesinin insanlığın, ilk medeniyetin tekevvün mekanı, beşiği olarak baş­latmak ister diyor, Herder meşhur Tarih Felsefesi eserinde bunları söylüyor..26 Ama Herder’in bu ikazını Avrupalılar dinlemez ve dü­şünmezler. Batılı “Ulus”lar, kavimler kendi dillerinin ilk konuşu­lan ve en üstün dil olarak görmek isterler. Bütün sahte ilimlerin, sözcüleri, kalpazan ilim adamları iş başındadır.27

“Semitik” ve “Arya” dil tartışmaları, daha önce ifade ettiği­miz gibi, iş başındadır. Max Müller dil olarak “Turan” konusun­da eserini yazar, “Essay über Turan Sprachen, 1853 ” gibi. Bu bizde ise tamamen bir ırkçı istimna, kof tartışma ve zihniyetin geç bir yansıması olarak “Güneş, Dil Teorisi” olarak arzı endam eder, Türkiye’de ve bu budalalığa, saçmalığa, ”İdola Fori”ye dö­nemin Sezar’ın emriyle üniversitelere ders olarak verilmeye baş­lanır. Dilciler bu teoriye inanmasalarda anlatırlar, korkularından. Mesela Abdülkadir İnan’ın: “Güneş-Dil Teorisi Üzerine Ders Notları 1936”. İnsan bu 80 sayfalık hıncahınç sefaletin acıma­sız yıkıcı yüzünü, sesini ve ruhunu görüyor, bu sayfaların içinde.

Bunun bir korku neticesinden dolayı yapıldığını en güzel ifade eden, İbrahim Necmi Dilmen’in Mustafa Kemal’in ölümünden sonra, istihza, bir nevi kendini korumak ve ciddiyetsizliği ifade etmek için: ”Güneş öldükten sonra onun teorisi nasıl hayatta ka­labilirdi?” diye. Hakikatte teorinin sahibi bir Sırp asıllı, Viyana oryantalistikte 1927 yılında doktorasını yapan, Hermann Feodor Kvergıc (1895-1949) tır. Bu deli saçması 40 sayfalık hapishane kaçkını karalamasını önce "Yeni Bir Gramer Metodu Hakkında Layiha, 1931 yazarı Ahmet Cevat Emre’ye gönderir.

Bu saç­malığı gayri ciddi bulur ve ilgilenmez. Ama Sırp karalamasını, Mustafa Kemal'e gönderir. Sadece bir asker, bir komutan ve dev­let adamı olan Mustafa Kemal bu teoriye candan sarılır. Ona bu hakikati yüzüne söyleyecek bir ilim adamı çıkmaz. Çünkü daha önce yapılan kıyımlar, idam sehpaları, karşı gelmenin fiyatının ne olduğunu, dönemindekiler biliyorlar... Şecaat, izzet, irfan ve na­mus olmayınca, Türk dili tekrar tabii mecrasından uzaklaştırılır ve hançerlenir.

İşte bu şuursuz hareketler ve dil kıyımı aklıma meş­hur İngiliz şairi "The Marriage of Heaven and Hell, 1790-93/ Cennette ve Cehennemde Düğün" adlı aforizmalarını topladığı bu eserin yazan şair William Blake’nin şu mısrasında ifade ettiğin­den daha zalimce bir kıyım ve yok etme hareketidir. Şair:

Yıldızlar dövülmüş

Onların ruhları dövülmüş, yuvalarında.

Dediği gibidir.

Lisan hayatımızın her alanında yaşayan bir sosyal varlıktır. Âlî bir fikrin, düşünce hareketinin hücresidir. Dilimiz hem on­tolojimizin, sanatımızın, sosyal hayatımızın ve irfan bahçeleri­mizin atlası ve sosyolog P. Bourdieu’nun ifadesiyle: Sembollik Kapitallerimizin ötesinde daha çok bir manevi ve metafiziğimiz­dir. Sosyal alanımızın, düşüncenin cümle kapısının anahtarıdır, dilimiz. Onsuz nasıl düşünce parkına girebilirizki?

Türkçe müslüman Türk cedlerim tarafından ulvi bir sevgili gibi korundu. Asırların ruhunun bir emaneti olarak korundu. Ve dilimiz onların düşüncenin fethine kanatlandıran, götüren bir ok ve tuğ idi. Kristalleşmiş sanatın, düşüncenin, imanın, irfan fetihlerimizin, ulu gönlümüzün taçdar kelimeleri yani namusumuz du­ruyordu. Lisanımızda binlerce fethin sesi, şarkısı ve kristal ifadesi olmuştu. Şairler ve metafizikçi düşünürler bir sevgili gibi kıskandılar ve erişilmez bir sevgili gibi sevdiler... Tıpkı ceddim Taşlıcalı Yahya’nın şu mısrasında ki gibi, bir korunması gereken bir “Dide” idi.. Şairin şu mısrasını Türkçe için düşünürsek:

Dide gibi kaldı su içinde Nuh

Ruhuna irişti sonunda fütûh.

Hakka tapan, şiiri fetheden bir milletin bütün fetihlerini içinde barındırıyordu, bu biricik sevgili ve âli dilimiz. Bu dil ile dü­şünüyor ve konuşuyorlardı; cedlerimiz, dedelerimiz ve ba­balarımız. Biz bugün bu cedlerimizin diline alabildiğince çok uzaklaştırılmışız..

Ekrem Tahir - Yarı Türk,Hitabevi yay.syf.42-46

Dipnotlar:

24 Johann D. Michaelis, Beantwortung der Frage von dem Einfluss der Meinungen in der Sprache und der Sprache an die Meinungen, öre­men, 1762, s. 28-29. Yeni baskı Stuttgart, 1974. Yazar bu risalesini önce Franszızca'da kaleme almış: De l'influence sur le langage et du langage sur les opinions, 1759.

25 Max Müller, Die Wissenschaft der Sprache. Bd 2, Leipzig, 1892, s. 512.

26 J. G. Herder, İdeen zur Philosophie der Geschichte der Menscheit, Münc- hen, 2002.

27 19. Asırdaki tartışmalar hakkında şu eseri okumak bile insana yeteri ka­dar bilgi verir; Maurice Olender, Die Sprachen des Paradieses. Religion, Rassentheorie und Textkultur, Berlin, 2013. Eserin orijinali :Les langues dtı Paradis. Aryens et semites:un couple providtntiel, Paris, 1989/2013.
Devamını Oku »

Bediüzzaman ve Sultan 2.Abdülhamid Han

Bediüzzaman ve Sultan 2.Abdülhamid Han





Bediüzzaman’ın hürriyet hakkındaki ilk nutkunun son bölümünde Sultan Abdülhamid’in ismi ve ahvâli geçmesi münasebetiyle; Bediüzzaman’ın tımarhaneye ve tarassuthaneye zahiren onun tarafından sevk edildiği veya onun namına Mabeyn hükûmetinin tedbiriyle o gibi muameleler ona reva görüldüğü ve şark’tan Medreset‑üz‑Zehra’sı için Padişaha müracaat azmiyle gelmişken, hiç bir mülayim karşılık görmediği, fikir ve düşüncelerine cevab verilmemekle beraber, müracaatlarına bir ilgi gösterilmediği halde; hakikat ve gerçek olarak Bediüzzaman’ın ona karşı tutum ve davranışı, yahut onun hakkındaki fikir ve düşünceleri hangi merkezde olduğu hakkında bir fasıl açarak mahiyetine bakacağız:

1- Meşrutiyetin ilanının ilk günlerinde söylediği nutkunun son bölümünde: “Yaşasın yaraları tedavi etmek fikrinde olan HALİFE-İ PEYGAMBER” (malumdur ki; 24 Temmuz 1908'de ilan edilen Meşrutiyet'in ilk birinci senesinde ta 26 Nisan 1909'a kadar Sultan Abdülhamid'in padişahlığı devam etmiştir) demek suretiyle onun şahsiyet ve makamının ne olduğunu ortaya koymaktadır.

2- 23 Mart 1909'da gazetelerde intişar eden “Dağ meyvesi acı da olsa devadır” başlıklı makalesinin yedinci maddesinde: “Hilâfete dair bir rü'yadır. Âlem-i menamda padişah'ı gördüm, dedim: Sen zekât-ül ömrü, Ömer-i sani mesleğinde sarfet! Ta ki, Meşrutiyet riyasetine lâzım ve bi'atın manası olan teveccüh-ü umumiyeti kazanasın! (Ömer-i Sani: Ömer bin Abdülaziz-i Emevi'dir ki, adalet ve hakkaniyetçe Hz. Ömer'e (R.A) çok benzediği için ona “Ömer-i sanî” lakabı verilmiştir. Ecnebi devletlerdeki adalet demek, kendi, milletdaş ve vatandaşları arasında kanun hakimiyetlerini esas tutmak, herkese müsavat olduğunu hatırlatmak istemektedir. Yoksa müslümanlara karşı, yani devlet olarak bir İslam devletini kendi devlet ve milletleri gibi tutan bir adaletleri demek değildir.) Padişah dedi: Ben onun yolunda gideyim, siz de ol zaman ehlini taklid edebiliyor musunuz? Nerede sizde onlardaki kuvvet-i İslâmiyet ve safvet ve ahlâk? Ben dedim: Bizdeki tenebbüh-ü efkâr-ı umumî ve tekemmül-ü mebadî ve vesait ve ihata-i medeniyet, o noktaların yerini tutmakla; hem o noktaları istihsal, hem de netice-i matlub olan adalet ve terakkiyi intac edebilir.

Düvel-i ecnebiyenin adaleti bunu isbat eder. O dedi: Nasıl yapacağım? Dedim: İstibdad, kalb-i memalik olan İstanbul’da kan bırakmadığından, hüsn-ü niyeti göster. PÜR ŞEFKAT İLE MEŞRUTİYETİ kansız kabul ettiğin gibi, menfur olmuş yıldız’ı mahbub-u kulûb etmek için, eski zebaniler yerine melâike-i rahmet gibi muhakkıkîn-i ulemayı doldurmak ve yıldız’ı darülfünûn gibi etmek ve ulûm-u İslâmiyeyi ihya etmek ve Meşihat-ı İslâmiyeyi ve Hilâfeti mevki-i hakikisine is’ad etmek ve milletin kalb hastalığı olan za’f-ı diyanet ve baş hastalığı olan cehaleti servet ve iktidarınla tedavi etmekle yıldız’ı süreyya kadar âlâ et. Tâ hanedan-ı osmanî ol burc-u hilâfette pertevnisar-ı adalet olabilsin. Hem de havaic-i zaruriyeye iktisad et, tâ alıştırılmış olan israfa iktidarı olmayan biçare millet de iktida etsin. MADEM Kİ İMAMSIN! Birden uyandım, gördüm ki; asıl bu âlem-i yakaza rü’yadır. Asıl uyanmak (uyanıklık) ve hakikat o rü’ya imiş... (23)

İşte Bediüzzaman Hazretleri, rüya diye tavsif ettiği ve onu gazetelerde bir çeşit açık mektup tarzında neşrettiği ve onun sonunda: “Asıl uyanıklık ve hakikat o rüya imiş..” dediği makalesinde, merhum Sultan Abdülhamid'in şahsiyeti İslam halifesi olduğunu ve Hz. Osman'a (R.A) benzer bir tarzda; elinde gücü, kuvveti, askeri varken; kan dökülmemesi için, Jön Türklerin ve İttihatçıların Selanik'ten doğru 21 Temmuz 1908'de kendi başlarına hazırlayıp ilan ettikleri anayasaları ve müteakiben Manastır'da yer yer hadiseler çıkararak, işi kuvvete döktükleri sırada, Sultan Abdülhamid'e bağlı kuvvetler, ordu ve askerlerin başındaki yüksek rütbeli amirler, defalarca ona yalvararak karşı koymaları için izin istedikleri halde; sonunda 31 Mart hadisesinde Yıldız Sarayı'nı çeviren Hareket Ordusu'na karşı bilhassa onun tüfekçi başısı Arnavut Halil Bey ayaklarına kapanıp hüngür-hüngür ağlayarak izin istediği halde, onun merhamet ve şefkatı kan dökülmeye rıza göstermemesi neticesinde, Hareket Ordusu şehri işgal ettikleri gibi, Padişah'ın Tüfekçi başısını yakalayıp, getirip O'nun sarayının bahçesinin kenarında asmaları gösteriyor ki: “Bediüzzaman'ın: “PÜR-ŞEFKAT İLE MEŞRUTİYET'İ KABUL ETTİĞİN GİBİ...” ifadesi hakikate dayanmaktadır.

Ayrıca bu hakikatli rüyanın şu paragrafında da, Bediüzzaman: “Menfur olmuş yıldız’ı mahbub-u kulûb etmek için, eski zebaniler yerine melâike-i rahmet gibi muhakkıkîn-i ulemayı doldurmak ve yıldız’ı darülfünûn gibi etmek ve ulûm-u İslâmiyeyi ihya etmek ve Meşihat-ı İslâmiyeyi ve Hilâfeti mevki-i hakikisine is’ad etmek ve milletin kalb hastalığı olan za’f-ı diyanet ve baş hastalığı olan cehaleti, servet ve iktidarınla tedavi etmekle yıldız’ı süreyya kadar i'lâ et. TÂ HANEDAN-I OSMANÎ OL BURC-U HİLÂFETTE PERTEVNİSAR-I ADALET OLABİLSİN.” demek suretiyle; Osmanlı Hanedanının ebedi kalması ve daima hilafet burcunda kalarak, etrafında adalet saçmak için Halife'ye yol gösteriyor, irşad ediyor, diyor ki;

Yıldız Sarayı'nda çöreklenmiş paşaları değiştir. Çünkü onlar, senin Hilafet makamının adına Zebani gibi millete zulüm etmeye halkı ta'zip etmeye alışkındırlar. Onları de'fet... ve yerlerine hakikatli yüksek alimleri yerleştir. Böylelikle Yıldız Sarayı'nı ilim ve irfan, feyz, rahmet ve adalet saçan bir üniversiteye çevir. Bunun yanında ne kadar servet ve iktidarın varsa, milletin kalp hastalığı gibi olan za'af-ı diyaneti ve kafa hastalığı olan cehaleti tedavi etmeye sarf eyle.

İşte bu hakikatli sözlerle Bediüzzaman'ı, Osmanlı Hanedanına -Halifelik itibariyle- karşı ne kadar muhabbetli ve hürmetli ve samimi olduğunu göstermeye kafîdir. Ayrıca yine, paragrafta, hilafeti hakiki ve layık mevkiine yükseltmenin bir amili de dini ilimleri ihya etmeye bağlı olduğunu hatırlatmakla, bir gaye-i hayali olan Medreset-üz Zehra'sını Padişah'a bu suretle yeniden hatırlatmış oluyor. Anlaşılıyor ki Bediüzzaman, Abdülhamid'e istibdat ve zülum isnad etmekten daha ziyade emri altında bulunan paşaların zebani gibi millete zulmettiğini ve istibdat yaptıklarını ifade ediyor. Bu husus tarafımızdan dikkate alınmalıdır. Müstebit ve zalim olan Abdülhamid değil, kraldan fazla kralcı kesilen bir kısım İttihatçı paşalardı.

3- “Şark, ulema ve meşayih ve rüesa efradına Meşrutiyet'e dair telkinatıdır.” başlıklı yazısında Padişah Abdülhamid için şöyle diyor: “...Şimdiye kadar padişaha iktida ettiniz ki; milletin vahşetinden dolayı, tedennî ve inkirazın mahkumu olan kuvvet ve cebri millette isti'mal lüzum gördünüz. Şimdi de PADİŞAH YİNE SİZE İMAMDIR, iktida ediniz ki, o ömr-ü ebediye mazhar olan ma'rifet ve adaleti ile milletini idare edecek. Elhasıl: Efendimiz o kadar haşmetli ağalık kürkünü milletine bağışladı. Siz de o eski ve köhneleşmiş ağalık abasını bir hulle-i adalete tebdil ediniz!...” ifadesiyle Bediüzzaman Hazretleri Padişaha ve hilafet-i İslamiye cihetinden halifeye, şarklı vatandaşlarını, itaate i'tidale, iktidaya davet etmekle beraber; Meşrutiyet dönemi icabatından olan ma'rifet ve akıl yolunda yürümelerini, zulüm, tağallüb ve cebri bırakmalarını, milleti istihdam etmek değil, ona hizmet etmelerini tavsiye ediyor ve Meşrutiyet şerefinin esasını yine Padişah Abdülhamid'e veriyor.

Aynı yazının devamında ise, şöyle diyor: “İstibdadın ma'den ve menbiti olan şeref ve haysiyet ve i'tibari rütbeten istimdat ve milleti istihdam... ve hatır ve tahakküm ve tarafdarî rabıta etmekdir ki; Vahşetin ağalığı budur. Ümmül-ağavat olan Yıldız'da, Ebi-l ağavat olan Sultan Abdülhamid bu ağalıktan vazgeçti. Nerede kaldı başka sivri sinekler!...”(24)

Burada gerçi Bediüzzaman, Şark'taki ağalık ve zorbalığın şeref ve haysiyet cihetiyle milleti istihdam etmeklik şekline vurması içinde, Sultan Abdülhamid'in ismi de bilmünasebe geçmektedir. “Ağaların Babası” şeklinde bir ta'bir vardır... ve gerçekten de Sultan Abdülhamid, bir zamanlar Şark'taki âşairi kendisine, dolayısıyla Osmanlı saltanatına bağlamak maksadıyla büyük aşiret reislerine, kimisine paşalık, kaymakamlık... kimisine binbaşılık vermişti. Neticesinde o aşiret çöl paşalarının çok zulümleri ve vahşetleri vaki' oldu. Fakat bu, Sultan Abdülhamid'in, o zamanki şartlara göre devlet idaresindeki bir siyasetiydi. Yanlış ve hatalı olabilirdi. Ama padişahın, o reislere paşalık ve rütbeler bahşederken, “gidin millete zulmedin, yağma edin” şeklinde bir emri, işareti yoktu ki o suçların tamamı ona yüklensin, O'nun niyeti dağınık, dağ ve derelerde yaşayan o reislere birer rütbe vererek, hükümete karşı itaatlerini temin idi. Ayrıca, Üstad Bediüzzaman aynı yazısında “Sultan Hamid bu ağalıktan vazgeçti” diyerek onu bu suçtan tebrie etmektedir.

4- 31 Mart 1909'da Divan-i Harb-i Örfi'deki müdafaatının Onbirinci cinayetinde, Sultan Abdülhamid'le ilgili kısmında şöyle der: "İstibdatlar umumen sultan-ı mahlûa isnad edildiği halde, onun Zaptiye Nâzırı ile bana verdiği maaş ve ihsan-ı şahanesini kabul etmedim, reddettim. Hatâ ettim. Fakat o hatam, medrese ilmi ile dünya malını isteyenlerin yanlışlarını göstermekle hayır oldu. Aklımı feda ettim, hürriyetimi terk etmedim. O ŞEFKATLİ SULTANA boyun eğmedim. Şahsî menfaatimi terk ettim." Bediüzzaman “İSTİBDATLAR UMUMEN SULTAN-I MAHLÛA İSNAD EDİLDİĞİ HALDE...” sözüyle Jön-Türk hareketinin başladığı zamanlar, başta Namık Kemal, Ziya Paşa ve sonra Mehmet Akif gibi mücahid, edib şairler, hürriyetperverler, Sultan Abdülhamid'e şiddetli hücum ettikleri ve bütün istibdat ve tahakkümleri onun şahsından bilip itiraz ettikleri bir gerçektir. Lakin Üstad Bediüzzaman ise; “...isnad edildiği halde” diyor. Yani gerçek olarak değil, belki o zamanlar öyle telakki ve kabul ediliyordu demek istiyor.. ve “O şefkatli sultana boyun eğmedim” sözüyle Sultan Abdülhamid'in şefkatli, merhametli ve dindar bir insan olduğunu kaydediyor.

Ayrıca da Bediüzzaman Hazretleri o zamanki en heyecanlı nutuk ve makalelerinde hiçbir zaman Sultan Abdülhamid'in şahsiyetine, makamına ve şahsi, insanı ahvaline -sair hürriyetperver mücahidler gibi- hakaretamiz, haysiyet kırıcı sözlerle ilişmemiştir. Hücum etmemiştir. Ancak nasihat tarzında bazı şeyler söylemiştir. 5‑ Meşrutiyet’in i’lânından iki sene sonra, 1910 yılının sonu ve 1911 yılının başında te’lif ve tab’ettirdiği “Münâzârat” isimli eserinde, istibdat ve meşrutiyeti ta’rif ederken, Sultan Abdülhamid’in bahsi münasebetiyle şöyle der:“... Zira sabıkta Padişah kendi yerinde mahbus gibi oturuyordu. Biçare milletin halini anlamıyordu.. Veyahut za’f‑ı kalb ve kuvvet‑i vehm ile anlamak istemiyordu. Yahut mütehevvisane ve mütekeyyifane ve mütekalkıl olan tabiatı anlattırmağa müsait değildi...”(Burada Sultan Abdülhamid’in şahsiyyetine zâhirde bir ta’riz görünmektedir.

Lâkin dikkat edilirse, birkaç ihtimali birden nazara veriyor. En baştaki ihtimal, “kendi yerinde mahpus gibi oturuyordu” ifadesiyle; Mabeyn’deki paşaların aldatmaları veyahut onu bir çeşit ablukaya almalarıyla “Mahbus gibi” yani sağını solunu tam ma’nasıyla haberdar olarak bilmiyordu. Aldığı malumat da “Mabeyn”den geçerek kendisine ulaşmaktaydı.Âhirdeki ihtimal ise; Onun beşerî ve insanî ve fıtrî bazı hallerinden ve za’if olan bazı damarlarından bahsediyor ki; onun beşeriyetine raci’dir.Hilkaten vesveseli, hassas, tereddütlü olabilirdi. Fakat bunlar, onun kötü niyetliliğine, kasdî olarak onları işlediğine delâlet etmez. Bediüzzaman da ahirki zaif ihtimal ile birazcık onun hilkî beşeriyetine ve zaif damarına vuruyor.

6- Hizanlı Şeyh Selim'in Hürriyet hakkındaki: Arapça şiiri ki, “Hürriyet ancak ateşe layıktır. Zira kâfire mahsus bir şiardır.” sözünü sual tarzında Bediüzzaman'a tevcih ettikleri zaman, o da şöyle cevap vermiştir. “O biçare şair, hürriyeti bolşevizm mesleği ve ibaha mezhebi zannetmiş. Haşa! Belki insana karşı hürriyet, Allah'a karşı ubudiyeti intac eder. Hem de çok adamlar görmüşüm, Sultan Hamid'e ahrardan ziyade hücum ediyordu ve derdi: “Hürriyeti ve kanun-i esasiyi otuz sene evvel kabul ettiği için fenadır.” İşte yahu, Sultan Abdülhamid'in mecbur olduğu istibdadını hürriyet zanneden ve Kanun-i Esasi'nin müsemmasız isminden ürken (adamların) sözünde ne kıymet olur. Belki böyle diyenler öyledirler. Hem yirmi senelik İslamiyetin bir fedaisi de demiştir: “Hürriyet, insanlara Allah'ın bir atiyyesidir. Çünkü imanın hasiyetidir.

Görüldüğü üzere Sultan Abdülhamid ile ilgili bölüm: “Çok adamlar görmüşüm, Sultan Abdülhamid'e Ahrar'dan ziyade hücum ederdi ve derdi: “Hürriyeti ve kanun-i Esasiyi otuz sene evvel kabul ettiği için fenadır.” Evet, Bediüzzaman Hazretleri öylesi bahaneci, neyi görse, bilse bilmese ilcay-ı zarureti anlasa anlamasa, inhiraf-ı mizaç sebebiyle itiraz edecek adamlara cevap sadedinde: (22 Aralık 1876'da kabul edilen Kanun-u Esasi için-ki o zaman Belçika anayasasının bazı kısımlarını da içine alan, fakat İslam kanunlarının şümulü içerisinde renklendirilerek hazırlanan bir şeydi) der ki: “Yahu Sultan Abdülhamid'in mecbur olduğu istibdadını hürriyet zanneden ve Kanun-u Esasi'nin müsemmasız isminden ürken (adamların) sözünde ne kıymet olur. Belki öyle diyenler öyledir.” şeklinde itiraz edenlerin, dedikodu yapanların, asıl fena adamlar onlar olduğunu açıkça söylemektedir.

Ayrıca Merhum Sultan Abdülhamid'in kendi saltanatının icraatında bazı şiddet tedbirlerine bir kısım insanlar “İstibdat” diye hücum ederken; bir kısmı da, o istibdat ve şiddeti “Hürriyet” şeklinde kabul ile itirazlarının haksız ve yersiz olduğu ve Sultan Abdülhamid'in, zamanın ilcaatının zaruretine mebni kabul ettiği anayasadan dolayı hücuma müstehak olmadığını açıkça beyan ediyor. Kanun-i Esasi bahsi gelmişken, Hazret-i Üstad Münazarat'ın başka yerinde şöyle der. “Ehl-i İfratın bir kısmı, Araptan sonra İslamiyetin kıvamı olan Etrâkı tadlil ediyorlardı. Hatta bir kısmı o derece tecavüz etti ki: Ehl-i Kanunu tekfir ederdi. Otuz sene evvel (yani 23 Aralık 1876) Kanun-u Esasi ve Hürriyetin i'lanı'nı tekfire delil gösterdi. “Kim Allah'ın indirdiği ahkâm ile hükmetmezse işte onlar tam kâfirdirler. Kim Allah'ın indirdiği ahkâm ile hükmetmezse işte onlar tam zalimdirler.”(26) hüccet ederdi. Biçare bilmezdi ki: “hükmetmezse”nin manası “...kim tasdik etmezse...” manasındadır.

Bediüzzaman'ın bu dini rasihane bilen hakikatli cevabında görüldüğü üzere, o zaman bazı müfrit yarı hocalar ve tekfire meraklı hasta mizaçlılar, hemen bir ayetin zahiri manasına yapışarak, mezkur Anayasayı kabul edenleri, bilhassa işin başındaki Türkleri küfürle ittiham etmişler. Fakat Bediüzzaman Nadire-i Cihan o zaman cevap vermiş ve o biçare müfritlerin yanlış fikirlerini ortaya koymuş ve onları susturmuştur.

7- 22. Lem'a'da, Sultan Abdülhamid'in ismi zikredilmemiş, amma ona karşı söylenmiş bir şiiri bir münasebetle kaydederken şöyle diyor: “Evet, şu hürriyet perdesi altında müthiş bir istibdadı taşıyan şu asrın gaddar yüzüne çarpılmaya layık iken ve halbuki o tokada müstahak olmayan, gayet mühim bir zatın, yanlış olarak yüzüne savrulan kâmilane şu sözün; “Ne mümkin zulm ile, bidad ile imha-yı hürriyet Çalış idrâki kaldır, muktedirsen âdemiyetten” Bu beyan ile Bediüzzaman Hazretleri, Sultan Abdülhamid'i “gayet mühim bir zat” şeklinde tavsif ederek, ona karşı yazılan, söylenen tenkidlerin, hücumların yanlış olduğunu apaçık beyan ediyor.

8- Beşinci Şua risalesinin tetimmesinde zulüm ve istibdad meselesi münasebetiyle şöyle demektedir: “Zannederim asr-ı ahirde İslam ve Türk Hürriyetperverleri bir hiss-i kabl-el vuku' ile bu dehşetli istibdadı hissederek oklar atıp hücum etmişler. Fakat çok aldanıp, yanlış bir hedef ve hata bir cephede hücum göstermişler.” Bu paragrafta Bediüzzaman Said-i Nursi Hazretleri çok açık ve kesin olarak, Sultan Abdülhamid'e atılan itiraz oklarının ve hücumların katiyyetle yanlış ve hata olduğunu söylemektedir. Namık Kemallerin, Mehmet Akiflerin bir hiss-i kabl-el vuku' ile, çok sonra meydana çıkacak bir istibdad ve zulmü hissetmişler, fakat hücum oklarını yanlış bir hedefe atmışlardır, diyor.

9- Birinci Şua risalesi, 29. ayetin “Elif, Lam, Ra. Bir kitap sana indirdik ki, insanları Rablerinin izni ile karanlıklardan nura çıkarasın; doğruca o yüce ve övülmeye layık olanın yoluna ki, bütün izzet ve hamd O'nundur. (O El-Aziz, El-Hamîd'dir.)(27) ” beyanının sonunda “Sultan Abdülaziz ve Sultan Abdülhamid devirlerine işaret ettiğini” kaydeder. Oraya müracaat edebilirsiniz.

10- Sekizinci Şua'nın ahirinde, Hilafet-i İslamiye hakkında gelen hadis-i şerifin mana-yı işarilerini yazarken “Benden sonra hilafet 30 senedir.” cifri ve ebcedi hesabıyla Hicri 1328, Rumi 1326 (Miladi 1909) ederek hilafet-i İslamiye'nin sona erdiğine işaret ettiğini, ayrıca İslamiyetin ilk dört halifeleri Hz. Ebubekir, Ömer, Osman ve Ali ( R.Anhüm) isimlerinin beraberce ebcedi makamı yine 1326 Rumi (Miladi1909) ederek Hilafet-i Osmaniye'nin sona ereceğine ve bu tarihten sonra, artık Hilafetin şeraitine muvafık tarzda takarrur etmediğine ve etmeyeceğine işaret ettiğini kaydetmekle, Sultan Abdülhamit'in İslamın son halifesi olduğuna işaret etmektedir.(28)

11- “Hilafet-i Abbasiye, Hülâgu'nun hücumuyla hâtime verildi. Üç-dört asır zaman-ı fetretten sonra "Allah onların yerine öyle bir topluluk getirir ki, Allah onları sever, onlar da Allah’ı sever."(29) âyetinin sırrına mazhar olan Osmanlı âdil padişahları hadis-i şerifteki istikâmeti yerine getirmeye çalıştıklarından hadîsin hükmüyle ümmet için bin sene hilafet-i İslâmiyeyi ve şer’i şerif üzerinde giden hükümetin idamesine vasıta oldular.” diyor.(30)

12- 1952 senesinde İstanbul'da Nur talebesi bir muallimin zihnini meşgul eden, Üstad Bediüzzaman hazretlerinin İkinci Meşrutiyet sıralarında, Sultan Abdülhamit ile macerasını ve Üstad'ın o sıra neşretmiş olduğu nutuk ve makalelerindeki bazı ifadelerini, sair hürriyetperverler gibi Bediüzzaman'ın da bir itirazı, bir hücumu manasında anlaması üzerine: “Üstad Bediüzzaman Said-i Nursi Hazretleri bu konuda talebelerine bir yazının ana hatlarını dikte ettirmiş ve bir lahika olarak o zamanlar hem eski harfle hem de yeni harfle teksir ettirerek neşrettirmişti. O mektubu aynen buraya alıyoruz.

“Bir muallim kardeşimiz Sultan Hamidin hakkında Üstadımızın Hürriyet başında söylediği nutuklarda Sultan Hamide hücum zannetmiş…Ve o kıymettar padişahın kıymetini takdir etmemiş gibi bir şübhe gelmiş. Elcevab: Biz Üstadımızdan aldığımız hakikat-ı Hal ile cevab veriyoruz: Evvela: Üstadımızın bütün hayatındaki birinci düsturu Kur’an-ı Hakimin bir Kanun-u Esasisidir ki ‘Bir adamın cinayetiyle başkası mes’ul olamaz. Kaide-i Kur’aniyesi ile o Padişahın zamanındaki hukümetin hataları ona verilmez diye daima hayatında ona hüsn-ü zan etmiş. Onun ba’azı zaman mecburiyetle ettiği kusurları da onun mu’arızlarına karşı da te’vile çalışmış. Saniyen: Üstadımız Hürriyetin başında bütün kuvvetiyle şeriat dairesindeki Hürriyet-i Şer’iyyeyi sena etmiş. Nutukları ile halkı o hürriyete da’vet etmiş.

Ve Hürriyet-i Şer’iyyeye muhalif olanlara demiş ki: “Eğer şeri’at dairesinde olmazsa istibdat namı verdiğiniz bir şahsın mecburi cüz’i ve hafif istibdatı pek şiddetli bir istibdat-ı külli olup inkısam edecek, herkes bir nev’i müstebit olur, İstibdat-ı Mutlak çıkar, binler istibdad hükmüne dönecek ya’ni; hürriyet ölecek... bir İstibdat-ı Mutlak çıkacak… Hatta bu mes’elede, Üstadımızı i’dam için kurulan Divan-ı Harb-i Örfi'de demiş ki: “Eğer meşrutiyet ittihatcıların istibdadından i’baret ise veya hilaf-ı şeri’at hareket ise bütün dünya şahid olsun ki ben mürtec’iyim.”

Salisen: Üstadımız o zamanda bir his-si kablel vuku’ nev’inden, şimdiki ‘Alem-i İslamın ecnebi istibdadından kurtulması ve bir Cemahir-i Müttefika-ı İslamiye tarzında tezahüre başlamasını tasavvur etmiş, ümid etmiş, hissetmiş ve bütün kuvvetiyle bağırmış. Hürriyet-i Şer’iyyeyi takdir etmiş.

O zamanki hitabelerinde demiş ki: “Hürriyet, terbiye-i islamiye ile olmazsa, ölecek, bir istibdat-ı mutlak yerine çıkacak.” Rabi’an: Üstadımızdan hem işitmiş, hem halinden anlamışız ki ecnebilerin şiddetli desise ve kuvvetlerine karşı gösterdiği sebat ve metanet, hususan Alem-i İslamın kısm-ı azamının halifesi olmak, hem biçare vilayet-i şarkiyenin bedevi aşairini ’Hamidiye Alayları’ ile en yüksek bir derece-i askeriyeye ve medeniyeye onları sevk etmesi, ve Hamidiye Cami’inde her cum’a günü bulunması ve şe’air-i islamiyeyi elden geldiği kadar müra’at etmesi, daima Yıldız dairesinde ma’nevi üstadı kabul ettiği bir şeyhi var olduğu gibi çok hasenatı için Üstadımız, bütün hayatında onu padişahlar içinde bir nevi veli hükmüne geçtiğini kana’at etmiştir.

Hamisen: İnsan hatasız olmaz. Eğer onun hakkında o zaman nutuklarında bir mecburiyet tahtında onun hakkında şiddetli hataları olsa da, elbette o hatanın hiç bir ehemmiyeti kalmaz. Hem ‘Aşere-i Mübeşşire` içinde `Hazret-i Ali ile Hazret-i Talha ve Zübeyir’in birbiri hakkındaki hataları onların hakikat-ı islamiyeye dair uhuvvetlerine zarar vermediği gibi, elli sene evvel Üstadımızın o merhum padişahın hakkında bir hatası medar-ı i’tiraz olamaz."(31)

Görüldüğü üzere, bu lahika mektubunda beş vecihle merhum Sultan Abdülhamid tebrie ediliyor. Ve onun hasenatı seyyiatına mutlak şekilde galip olduğundan ma'nevi makamı, derecesi yüksek olduğunu ve Bediüzzaman Hazretleri diğer hürriyetperverden çok derece hafif, nasihat kabilinden bazı itirazlarını da kendi üzerine alıyor ve Padişah'ı layık olduğu nispette medhediyor.(32)

RİVAYETLER Yukarıda yazılı vesika ve belgeler dışında, bir de bizzât Bediüzzaman Hazretleri’nin son on senelik hayatının en yakın talebe ve hizmetkârlarından duyduğumuz bir iki rivayeti daha kaydedelim:

13‑ Mustafa Sungur ağabeyden bir çok defa duymuşuz ki: Üstâd Hazretleri Sultan Abdülhamid hakkında eskiden itirazvarî ba’zı makaleleri için, bir defasında şöyle buyurmuşlardı, eliyle mübarek başına vurarak: “Keçeli Said, sen şefkatli bir Padişah’a müstebit diye itiraz etmiştin. Onun cezası olarak şu dehşetli istibdatların zulmünü çek!”2‑

Yine Mustafa Sungur nakletti: Bir gün Üstâdımız merhum Sultan Abdülhamid hakkında demişti ki: “Sultan Abdülhamid velidir. Ben onu hususi dualarım içine almışım. “Her sabah, ya Rabbi sen Sultan Abdülhamid Han ve Sultan Vahidüddin ve Hanedan‑ı Osmaniye’den râzı ol!” diye dualarımda yadederim” demişlerdi.

Bediüzzamanın hizmetkârlarından Bayram Yüksel de aynı rivayetleri nakletmektedir. (Bak: Son şahitler‑1, s: 379‑455)

İşte mevzuumuzun başından buraya kadar, gerek yazılı gerek rivayet yollu ifade ve beyânların mecmuundan çıkan netice şudur ki:

Bediüzzaman Said‑i Nursi Hazretleri eskiden 2’nci Meşrutiyyet’in i’lânından evvel ve sonrasında, Hürriyet‑i şer’iyenin gerçek mânâda Osmanlı devleti idaresinde yerleştirilmesini.. ve bu meyanda Hilâfet Saltanatı’nın idaresini, bir kaç paşanın fikir ve tedbiriyle değil, büyük bir millet meclisi ve onun yanında geniş ve büyük bir şûra meclisi tarafından kararlar altına alınmasını istemiş ve bu yolda mücadele vermiştir. Bu mücadeleleri esnasında, bazen bilmünasebe ve dolayısıyla Sultan Abdülhamid’e karşı da i’tirazvari veya nasihat şeklinde sözleri varid olmuştur.

Lâkin Bediüzzaman’ın bu kabil sözleri ise, bir İslâm Halifesinden bazı hizmetlerin yapılmasını taleb ve bazı nasihat şeklinden ibaret olduğu, yukarıda nakledilen yazılı ifadelerinden açıkça anlaşılmaktadır. Başkaca herhangi bir itiraz, şahsiyyetine bir hücum tarzı yoktur

Vesselam

Musaffal Tarihçe 1. Cilt Abdülkadir BADILLI (ruhuna fatiha )

Dipnotlar:



23- Abdülhamid'in Hatıra Defteri, 2. Baskı S: 119

24- Bediüzzaman Said Nursi, İçtimai dersler shf: 33

25- Bediüzzaman Said Nursi - Beyanat ve Tenvirler shf:49 26- Maide: 44-45

27- İbrahim: 1-2

28- Bediüzzaman Said Nursi – Sikke-i Tasdik-i Gaybi shf: 115

29- Maide: 54

30- Bediüzzaman Said Nursi – Lem'alar shf: 201

31- Müntehap dosya, shf: 56, Üstadımızın hizmetinde bulunan Nur talebeleri

32- Bediüzzaman Said-i Nursî Mufassal Tarihçe-i Hayatı c:1 shf: 179

33- Necmeddin Şahiner – Son şahitler c:1 shf: 379-455





Devamını Oku »

Halksız İhtilal:Tanzimat



Kuruluş Felsefesi

Osmanlı İmparatorluğunu ortadan kaldırmak için yürütülen derin iktidar mücadelesine geçmeden önce, Osmanlı’nın kuruluş felsefesine kısaca bir göz atmak gerekiyor. Zira Tanzimat sonrası başlayıp günümüze kadar süren derin iktidar mücadelesinin altında yatan sebeplerin en önemlisi, imparatorluğun kuruluşunda benim­sediği ‘teokratik’ yönetim şekliydi. Bizzat Tanzimat Fermanında yer aldığı orijinal şekliyle; “Devlet-i Aliyye, bidayeti zuhurundan beru ahkam-ı celile-i kura’niyye ve kavanin-i şer’iyye” üzerine kurulmuş bir devletti. Yani imparatorluk, kuruluşundan beri Kur an-ı Kerim’i anayasası yapmış, şer-i hukuk kurallarını benimsemiş ve idari yapı­sını Sünni İslam geleneği üzerine inşa etmişti. Beyliği oluşturan Osmanoğulları, Oğuzların Kayı boyundandı. Yani özbeöz Müslüman/ Türk sentezinin katıksız temsilcileriydi.

Türklerin sekizinci yüzyıldan itibaren kendi istek ve arzularıyla başlayan İslamiyet’le tanışma dönemi, Karahanlılar, Gazneliler, Sel­çuklular ve nihayet Osmanlı’lar ile devam etti. Türklerin Müslüman­lığı kabul etmesinde hiçbir dış etki ve zorlama olmadığı gibi, devleti yönetenler de halkına şeriat hükümlerini tepeden dikte ettirmemişlerdi. Tavanla taban arasındaki ortak payda İslamiyet idi. Yükselme döneminde tahta geçen her başarılı padişahın arkasında bir din bil­gini, manevi bir denetçi bulunuyordu. İmparatorluğu kuran Osman Gazinin arkasında kayınbabası Şeyh Edebali, İstanbul’u fetheden Fatih Sultan Mehmet’in arkasında hocası Akşemsettin, Kanuni Sul­tan Süleyman gibi çetin bir padişah karşısında bile “Padişah emriyle na-meşru olan nesne meşru olmaz”(1) diyebilecek kadar ilim haysiyeti olan bir Şeyhülislam Mehmet Ebussuud Efendi vardı.

İşte imparator­luğun ‘kuruluş felsefesi’ olan bu düstur; başta Haçlı zihniyeti olmak üzere, İslamiyet karşıtı tüm kesimleri hep rahatsız edegelmişti.

Bu yüzdendir ki, Osmanlı’nın teokratik rejimini yozlaştırarak seküler hale getirmek için yürütülen çabalar, imparatorluğun yıkılışı­na kadar devam etti. Devlet-i Aliyyenin çöküş dönemini fırsat bilen akbabalar, devletin dinini değiştirmesini açıkça söyleyebiliyordu. Rus Çarı I. Nicola, Rusya’ya elçi olarak gönderilen Damat Halil Paşa aracılığıyla İkinci Mahmut’tan ‘din değiştirmesini’ istememiş miydi? Çar şöyle diyordu: “Efendinize söyleyiniz.'' Bugünkü felaketli gün­lerden kurtulması için en kestirme çare, dedelerinin dininden vaz­geçmektir. Niçin Müslümanlığı bırakıp Hıristiyanlığı seçmiyor? Zira tebaasının çoğunluğu Hıristiyan’dır...”(2) Osmanlı’nın Hıristiyan olma­sını yalnızca Çar I. Nicola istememişti. Aynı çağrı, Avrupalı devletler tarafından Sultan Abdülaziz’e de yapılacaktı.

1860’lı yıllardaki Avrupa kabinelerinin hemen hepsinde hakim olan düşünce şuydu: “Osmanlı İmparatorluğu, Bizans’ın din değiştir­miş şeklidir. Bu imparatorluğun 33 milyonluk nüfusundan sadece 14 milyonu Müslüman’dır. 18 milyon Hıristiyan ile bir milyon Yahudi’nin yaşadığı bir memlekette iktidar artık Hıristiyanlara geçmelidir. Os- manlı devri, Bizans’ta sadece bir hanedan değişikliğinden ibarettir. Ya bu hanedan Hıristiyanlık dinini kabul etmeli ya da bir Hıristiyan hanedan Osmanlı tahtına oturtulmalıdır”(3) Elbette Avrupa’nın istedi­ği gibi Osmanlı din değiştirmedi. Ancak 18 Temmuz 1923 tarihinde Teşkilat-ı Esasiye’deki bazı düzenlemeleri yapmak için toplanan Bü­yük Millet Meclisinde, Türkiye Cumhuriyetinin dininin ‘Hıristiyan­lık’ olması için teklif verilmesi üzücü bir gerçekti.(4)

16.yüzyıl itibariyle dünyanın en güçlü devleti olan Osmanlı İmparatorluğunda yapısal düzen sarsılıp toplumsal parçalanmalar başlayınca, ilk olarak Anadolu’daki Celali İsyanları baş göstermişti. Ancak imparatorluktaki güçlü yapı hâlâ etkin olduğu için, rejime yönelik faaliyetleri susturabiliyordu. Sonraki yıllarda devlet kadro­larına ehliyetsiz kişilerin getirilmesi, tımar sistemindeki bozulma ve Avrupa’daki teknik gelişmeler baş gösterince, toplumsal tepkiden zi­yade bir aydın örgütlenmesi başladı. Devlette görevli bazı bürokrat­lar, kendilerince bu çözülmeyi önlemek için çeşitli faaliyetlere girişti. Muhalif hareketler, kurulan gizli cemiyetlerle yürütüldü. Batı tarzı yaşam ve yönetim şeklini Osmanlıya uyarlamakla, bu çöküşün dur­durulacağına inanan bir aydın tipi oluştu.

Bu bağlamda Tanzimat, Osmanlı’daki yeni’ yaftası altında zehir­li ihtilalci akımların imparatorluğa enjekte edilme dönemiydi. Bazı aydınlar ve devlet yöneticileri; Devlet-i Aliyyenin içine düştüğü zor durumdan kurtulabilmesi için, felsefesini ve bakış açısını Batıdan alan ve Osmanlı medeniyeti ruhuna ters düşen yeni fikirleri, reform­ları çare olarak görüyordu. Bu yönelişlerden biri, Sultan Abdülaziz döneminde ortaya çıkan ‘Yeni Osmanlılar’ muhalit hareketi; diğeri ise, Sultan İkinci Abdülhamid döneminde başlayıp fiili olarak 1918 yılına kadar devam eden İttihat ve Terakki örgütlenmesiydi. Her iki cemiyet de gizli olarak kuruldu, faaliyetlerini yine gizlice sürdürdü. Cemiyet üyeleri, Batılı oryantalistlerce Osmanlıdaki kötü gidişin durdurulmasının Batı tarzı bir rejim değişikliği ile sağlanabileceğine inandırılmıştı.

18.yüzyıl Avrupa’sında etkin rol oynayan büyük devletler, Tanzimat’tan beri Osmanlı’yı parçalayacak her türlü fikri maddi ve manevi olarak destekledi. Sözde devletin kötü gidişatını durdurmak için kurulan bütün muhalif cemiyet ve gizli örgütlenmeleri, kendi çıkarları doğrultusunda kullandılar. 1860’lı yıllarda irili ufaklı baş­layan muhalif hareketler, önce yurt içinde başlamış gibi görünse de, filizlenip büyüdüğü yerler hep Avrupa’nın önde gelen başkentleri olmuştu. Paris’te başlayan Alliance Israelite üniverselle hareketi ile, ‘Yeni Osmanlılar’ muhalif hareketinin aynı tarihlerde başlaması bir tesadüf değildi. Cemiyet, sözde birlik ve beraberliği sağlamak adına benimsediği “Osmanlıcılık” fikriyle imparatorluktaki çözülmeyi hız­landırırken; bir Yahudi örgütlenmesi olan Alliance Israelite üniver­selle de, imparatorluktaki çöküş süreci sonrasına adam yetiştirmek’ için yoğun bir eğitim faaliyeti içerisine girmişti.

Öncelikle basm yoluyla muhalefete başlayan Yeni Osmanlılar Ce­miyeti, ‘ülkeyi kurtarma’ adına Batının etki ajanlığını’ üstlenmişti. Hedef; milletin iradesiyle oluşan bir devlet yerine, azınlık iradesine dayanan bir devlet modeli oluşturmaktı. Fransız İhtilalinin getirdiği “Özgürlük, Eşitlik, Kardeşlik” üçlemesi; Yeni Osmanlılar Cemiyeti üyelerince Osmanlıya “Hürriyet, Müsavat, Uhuvvet” olarak uyarlan­dı. Nihai hedef olarak ise, bu üçlemeye bir de rejimin değiştirilmesi anlamına gelen ‘Usül-i Meşveret’ kelimesi eklendi. Bunun kayna­ğını da Kur’an-ı Kerim’de geçen “Onların işi, aralarında meşveretli- dir”(5) ayetine dayandırıyorlardı. Oysa dikkatten kaçan ya da Cemiyet üyelerinin bilerek çarpıttığı önemli bir nokta vardı. Şura suresi 38. ayetin başında geçen ‘beynehum’ yani onlar’ gizli öznesi vardı. ‘On­larla ifade edilen, Müslümanlardı. Fakat Cemiyet’in savunduğu par­lamenter sistem, sadece Müslümanlardan oluşmayacaktı.

Cemiyet, kelimelerin seçiminde azami dikkat sarf ediyordu. Zira Müslüman mahallesinde salyangoz satmanın zorluğu ortadaydı. He­deflerin gerçekleştirilmesi için özellikle îslami terimler maske olarak kullanıldı. Geçmişin terimlerini kullandıkları zaman, onları geç­mişteki anlamlarında kullanmadıkları bir gerçekti. Mesela ‘ümmet’ kelimesi, batı anlamında ‘nation yani millet anlamındaydı. İçtihat, Cemiyet in lügatında parlamento yasası demekti. ‘Meşveret’ demokrasi anlamındaydı.6 Aynı taktiği İttihat ve Terakki Cemiyeti üyeleri de başarıyla uygulayacaktı. Mesela İttihat ve Terakki Cemiyetinin en önemli propaganda organı olan gazetenin adı ‘Meşveret’ idi. Sul­tan II. Abdülhamid’in dindar kişiliğini iyi bilen İttihat ve Terakki Cemiyetinin beyin takımından Ahmet Rıza Bey, şeriatın ‘meşveret’ usulünü emrettiğini anlatmak için sultana az mı dil dökmüştü.

Ne var ki Sultan Abdülhamid, hiçbir zaman bu oyuna gelmeye­cekti. Yaşadığımız yüzyıl penceresinden bakıldığında; Cemiyet’in dillendirdiği “hürriyet, eşitlik, kardeşlik” gibi ‘masumane istekler son derece haklı görülebilirdi. Ancak, Yeni Osmanlılar Cemiyeti üyelerinin yaşadıkları dönem içerisinde kendilerine sormayı unut­tukları basit bir soru vardı: Kime özgürlük? Kime eşitlik? Kiminle kardeşlik ve neden Meşveret? Bu soruların cevabını sadece Cemiyet üyeleri değil, onlar için “İyi niyetli çocuklardı” diyen resmi tarihçiler de yıllardır bilinçli olarak görmezden geldi. Zira Cemiyet’in başlattı­ğı yenilik’ hareketinin sorgulanması demek, cumhuriyet inkılapları­nın da eleştirisi anlamına gelecekti.

Her şeyden önce, Osmanlı’da bir sınıfsal ayrım yoktu. Hakim bir sınıf vardı. Bu hakim sınıf, Müslüman Türkler ve diğer Müslümanlardı. Dolayısıyla kendi kanunları ve hakları çerçevesinde özgürdü­ler. Öyleyse Cemiyet üyelerinin istediği özgürlük, Müslümanlar ve Müslüman Türkler için olamazdı. Kuruluş felsefesi gereği Müslüman Osmanlı tebaası, gayrimüslimlerle vergilerde eşit değildi. Bu, yürür­lükteki kanunların sistemin kurucu unsurlarına sağladığı doğal bir haktı. Devletin kurucu unsuru olan Müslüman Türklerle, asli tebaa sayılan diğer Müslümanlar arasında hiç bir ayrım yoktu. Öyleyse, eşitlik de Müslüman ve Müslüman Türkler için değildi.

Kardeşliğe gelince; Osmanlı’da bir ecnebinin horlanması, ezilme­si görülmüş vaka mıydı? İmparatorluk kanunlarının kurucu unsur­lara tanıdığı haklar, kanun önünde ecnebilerin eşitsizliği’ anlamına gelmiyordu. Osmanlı topraklarındaki gayrimüslimlerin durumları­nı anlayabilmek için, öncelikle Devlet-i Aliyye’nin onlara uyguladığı politika ve Müslüman halkın gayrimüslimlere bakışını iyi tahlil et­mek gerekiyor. Osmanlı yönetim anlayışı içinde bu unsurların her birine ‘millet’ dendiği gibi, oluşturulan sisteme de ‘millet sistemi’ adı verilmişti. Osmanlı millet sisteminin en temel özelliği; farklı inanç­lara sahip milletlere, kendi inançlarının ve hatta hukuklarının ge­rektirdiği şekilde yaşama imkanı tanımasıydı.(7) Dolayısıyla Osmanlı idaresi altındaki her millet, başlarındaki patrik, hahambaşı ve met­ropolitleri ile kendi dini ve sosyal işlerinde hür ve özerk bir şekilde yaşayabiliyordu.

Bu milletler, kendilerine tanınan bütün hâk ve hürriyetlere, ay­rıca savaş durumunda düşmanlara karşı korunmalarına karşılık, Osmanlıya sadece cizye(8) vermiş, böylece hem insanlık onurları hem de can ve malları emniyete alınmış olarak asırlarca huzur içinde ya­şamışlardı. Oysa aynı dönemde Rusya ve İngiltere sömürgesinde ya­şayan milyonlarca Müslüman olmasına rağmen, siyasal yönetimde hiç bir Müslüman temsilci yoktu.

Buna karşılık, Osmanlı İmparatorluğunda 1839 Tanzimat Fermanıyla başlatılan, 1856 Islahat Fermanı ve 1876 Kanun-i Esasi ile devam ettirilen entegrasyon politikası başlatılmış, bütün Osmanlı tebaası “Osmanlı Vatandaşlığı” bağıyla hem fiilen, hem de hukuken birleştirilmek istenmişti. Askerlik, vergi, eğitim ve idare kadrolarına gayrimüslimler de kabul edilerek, sözde Türklerin yükü hafifletilmek istenmiş, Hıristiyanlarda ise, sadakat duygusu oluşturmaya çalışıl­mıştı. Ne var ki, bütün bu gelişmelerin yaşandığı yıllarda alınan bu tedbirler, daha eğitimli olan Flıristiyanların işine yarayacaktı. Mese­lenin başka bir ilginç yönü ise, Avrupa devletlerinin Osmanlının iç işlerine karışmasına mani olma adına atılan bütün bu adımlar, hem Avrupa’yı hem de gayrimüslimleri memnun etmediği gibi, Müslü­manların devlet tarafından bir kenara itildikleri duygusuna kapılma­larına ve ciddi tepkiler ortaya koymalarına sebep olmuştu.

Sonuçta; sözde devleti kurtarmak için ilan edilen Tanzimat ve Islahat Fermanları, imparatorlukta asli unsur olan Müslüman te­baayı ikinci sınıf vatandaş durumuna düşürmüştü. Gelin o günleri imparatorluk terbiyesi almış, yeniliklere açık ama kendi vatandaş ve kültürünü küçümsemeyen, gerçek bir Osmanlı aydını olan Ahmet Cevdet Paşa’dan dinleyelim:

“Bu Ferman'ın hükmünce teba'a-i müslime ve gayr-i müslime  kâffe-i hukukda (her türlü hak ve hukukta) müsâvî olmak lâzım geldi. Bu ise ehl-i islâma pek ziyâde dokundu. Mukaddemâ musâlahaya esas ittihaz edilmiş (barışa esas kabul edilmiş) olan mevadd-ı erba'adan (dört maddeden) birisi Hıristiyanların imtiyâzâtı mes'elesi olup ancak istiklâl-i hükûmete dokunulmamak şartı ile mukayyed idi. Şimdi ise imtiyaz bahsi geride kaldı, bi'l-cümle hukuk-ı hükûmette teba'a-i gayr-i müslime ehl-i islâm ile müsâvî addolunuverdi. Ehl-i islâmdan birçoğu Âbâ ve ecdâdımızın kanıyla kazanılmış olan hukuk-ı mukaddese-i milliyyemizi bugün ga'ib ettik. Millet-i İslâmiye millet-i hâkime iken böyle bir mukaddes hakdan mahrum kaldı. Ehl-i islâma bir ağlayacak ve mâtem edecek gündür deyu söylenmeğe başladılar.

Teb'a-i gayr-i müslime ise ol gün raiyyet silkinden (vergi veren tebaa, azınlık olmaktan) çıkıp millet-i hâkime ile tesâvî (eşitlik, denklik) kazanmış olduklarından anlarca bir yevm-i meserret idi. Lâkin patriklerin ve sâir rüesâ-yı rûhâniyyenin tavzifleri (ruhanî liderlerin görevlendirilmeleri, tayinleri)  Ferman'da münderic olduğundan anlar dahi hoşnud olamadılar ve bir de öteden beri Devlet-i Aliyye'de ehl-i islâmdan sonra rumlar ve ba'dehû ermeniler ve ba'dehû yahudiler derece derece mu'teber oldukları halde bu kerre cümlesi bir raddede tutulacaklarından rumların bazıları Devlet bizi yahudilerle beraber etti. Biz İslâm'ın tefevvukuna (üstün tutuluşuna) râzı idik  deyu i'tiraz eylediler.

Binâenaleyh ol gün hava nasıl puslu ise arz odasında Ferman okunurken hazır olanlardan ekseri abûsü'l-vech (asık suratlı, somurtmuş) idi. Ancak bizim ziyy-i islâmda (müslüman kılığında) bulunan birtakım alafranga çelebilerin yüzlerinde eser-i beşâşet (güler yüz, neşe) görülüyordu ve bu makulelerden (bu cinsten) birtakım yâdgârlar(edepsizler) dahî Teba'a-i gayr-i müslime ehl-i islâm içine yayılıp mahalleler mahlût olıcak (mahalleler karışık hâle gelince) emlâkimizin fiatı terakkî ve medeniyyet tevessü' eder (emlâkimizin değeri artar, medeniyet yaygınlaşır) dedikleri ve bu vechile izhâr-ı memnuniyyet etdikleri (memnuniyet gösterdikleri) işidildi ve görüldü.

Elhâsıl bu Islahat Fermanı'ndan dolayı millet-i islâmiyye dil-gîr (kırgın, gücenik) olarak vükelâ-yı hâzırayı  fasl ü mezemmet eder oldular." (Devrin kabine üyelerini, yetkililerini çekiştirdiler, kınadılar)(9)

Şimdi gelin “Tanzimat batıcılığına tepki olarak ortaya çıktığı” iddia edilen Yeni Osmanlı Cemiyetinin, saraydan talep etmiş olduğu meş­veret’ sitemine yakından bakalım. Cemiyet üyeleri, doğrudan dillendi- remedikleri ‘demokrasi’ ve cumhuriyet’ kelimelerinin yerine, ‘Usul-ü meşveret’i kullanarak parlamenter bir sistem istiyorlardı. Peki meşve­ret, yani oluşturulacak bir parlamenter sistem kimin işine yarayacak­tı? Biz kime yaramayacağını ortaya koymak için, Cemiyet’in usül-i meşveret’ taleplerinin doruk noktasına vardığı bu yıllarda, Osmanlı coğrafyası üzerinde yaşayan etnik kimlik istatistiklerini verelim. 18. yüzyılda Osmanlı sınırları içerisinde toplam 33 milyon kişi yaşıyordu.

Bunların 14 milyonu Müslüman, 18 milyonu Hıristiyan ve 1 milyonu da Musevi kökenliydi. Seçim sistemine dayalı bir parlamenter rejim, Yeni Osmanlılar Cemiyeti üyelerinin deyimi ile usul-ü meşveret’ ku­rulduğunda, oluşacak meclisteki çoğunluk kimde olacaktı? Elbette Hıristiyanlarda. Dolayısıyla parlamenter sistemi Avrupalı devletlerin desteklemesi doğaldı. İşin ilginç tarafı, Cemiyet üyelerinin parlamen­ter sistemi savundukları zaman, örnek aldıkları büyük Avrupa devlet­lerinin hemen hiç birinde parlamenter sistem yoktu. Fransa, İngiltere, Almanya, Rusya, Avusturya... Hepsi imparatorluktu.

Halka Rağmen Halkçılık

Fransız İhtilaliyle başlayan küresel ölçekli ulusalcı akımların, Osmanlı İmparatorluğunu derinden etkilediği bir gerçekti. İmparator­lukta yaşayan etnik kimliklerin ulusal bilinçlerindeki dalgalanmalar,devletin hakimi olan Türklerin de bir “kimlik” arayışı içerisine gir­melerine neden olmuştu. Yüzyıllardır hakimi oldukları devlet etnik parçalanmaya doğru giderken, bir “Türk” bilincinin oluşması elbette normaldi. Hiç şüphesiz Yeni Osmanlılar Cemiyeti ve İttihat Terak­ki içerisinde vatanını canından çok seven, şehadet şerbetini içmek için Anadolu’da, Balkanlarda, Arap yarımadasında ölüme meydan okuyan nice yiğit vatan evlatları vardı. İmparatorluğu düştüğü kötü durumdan kurtarıp, eski günlerine döndürmek isteyen samimi Ce­miyet üyelerinin sayısı hiç de az değildi.

Ancak sorun, kuruluş felsefesi çerçevesinde milli olan bir siste­mi onarıp yeniden yükselişe geçme ideali yerine; rejimi yozlaştırma ve hatta değiştirme yoluna gidilmiş olmasıydı. İmparatorluğu içine düştüğü kötü durumdan kurtarmak için ortaya çıkan Jön Türk ha­reketi, Üst Aklın devreye girmesiyle tamamen rejimi değiştirme ha­reketine dönüşmüştü. Osmanlı’da rejim karşıtı muhalefeti başlatan Yeni Osmanlılar Cemiyeti ile, İttihat ve Terakki Cemiyetinin izlediği politikalara ve dönemin objektif verilerine bakıldığında; her iki Ce­miyetin de rejimi değiştirmek için çalıştıkları açıkça görülüyordu. Osmanlı arşivine hakim tarihçi/edebiyatçı yazar İbnül Emin Mahmud Kemal İnal, Tanzimat dönemi muhalif hareketin amacını şöyle açıklıyordu: “Ali Paşanın ağır ve ezici politikasına nihayet vermek ve devlette bir idare-i ahrarane vazeylemek... Bunu için evvelâ Ali Paşayı ıskat ve saniyyen onun yerine usul-i cedideyi tervil ve hürriyyetkar idareyi temin edici bir heyet tedarük ve ikame eylemek.. .”(10)

Kendisi de Yeni Osmanlılar Cemiyetinin aktif bir üyesi olan Ebuzziya Tevfık de İbnül Emin Mahmud Kemal İnal ile aynı görüş­leri paylaşıyor: “...O günkü müzakere, idare-i mutlakanın idare-i meşrütaya tahvili için ittihaz olunacak tedabir-i evleviyyeye, yani bir cemiyyet-i inkılabiyye teşkiline teşebbüs hakkında cereyan eder...”(11) Yine Tanzimat muhaliflerinin kıdemli üyesi Namık Kemal ise, Hür­riyet gazetesinde yazmış olduğu bir makalede, ne istediklerini şöyle açıklıyordu:"... biz usül-i meşveret istiyoruz, meclis-i şura-yı ümmet talebindeyiz. Onda her mezhebden adam bulunacak, hükümete ne­zaret edecek; umum halk hürriyyet-i siyasiyyesine malik olacak...”

Her ne kadar resmi tarih tezini oluşturanlar Tanzimat aydın ha­reketini “iyi niyetle” başlatılmış bir hareket olarak gösterseler de, bu ‘iyi niyet’ tanımına katılmak pek mümkün gözükmüyor. Zira söz ko­nusu muhalif hareket, her şeyden önce milli olmadığı gibi, halk taba­nına da dayanmıyordu. Jön Türk hareketinin tüzüğü, teşkilatlanma biçimi ve mücadele sahası hep ‘dış* eksenliydi. Cemiyet kuruluş fel­sefesini İtalyan ihtilal örgütü Carbonari'den, tüzüğünü ise Lehistan Gizli Cemiyetinden almıştı. Tanzimat süreciyle saraya karşı başlayan muhalif hareket, Avrupa ülkelerinin yanı sıra, küresel Büyük Mason Localarının da tam desteğine mazhar olmuştu.12 Cemiyet üyeleri, fi­kirlerini toplumsal sorunların doğuşundan değil, Batılı oryantalist­lerin paşa konaklarında verdiği ‘ihtilal’ derslerinden alıyordu.

Öyle ki, söz konusu muhalif harekete Avrupa’da yüklenen anlam ile, Türkiye’de yüklenen anlam bile birbirinden farklıydı. Muhalefet Avrupa’da “Jön Türkler” olarak tanınırken, Osmanlı’da “İttifak-ı Ha­miyet Cemiyeti” olarak biliniyordu. Avrupalıların Osmanlı için dü­şündükleri muhalefet tarzı, farklı milletlerin yaşadığı imparatorluğa “milliyetçilik” fikirlerini aşılamak ve anayasal bir düzene geçerek re­jimi değiştirmekti. Osmanlı’daki rejimin değişmesini halk istemedi­ği için, ihtilalci yöntemlerin kullanılması kaçınılmazdı. Zira Fransız ihtilalinde değişikliği halk isterken, Osmanlı’daki yenilik ve rejimi değiştirmeye yönelik çalışmalar halka rağmen yapılmıştı. 'Tanzimat Fermanı, Islahat Fermanı ve meşrutiyet süreçleri halk iradesiyle de­ğil, halk iradesini gasp eden elit bir zümre tarafından gerçekleşti­rildi. Elbette halk desteğinin olmadığı bir rejimi yerleştirmek kolay olmayacaktı. Öncelikle halife/padişahın tüm Müslümanlar adına kullandığı egemenlik hakkı, saraydan alınıp bürokrasiye verilmeliy­di. Bunu da Tanzimat süreciyle başaracaklardı.

İlk Paralel Devlet Yapılanması

Osmanlı İmparatorluğu yönetim sistemi, algı operasyonu için yazılmış tarih kitaplarında anlatıldığı gibi keyfiliğe dayanmıyordu. Osmanlı Devletinin yönetim felsefesi ve idari yapılanması, İslami devlet ve Orta Asya’dan Anadolu’ya kadar intikal eden Türk töresi­ne göre şekillenmişti. Beylik döneminde bile dini renge bürünen ve devletleşmeyle birlikte bünyesinde kurumsal ve bürokratik düzlem­de dine büyük önem veren Osmanlı’lar, yönetimlerini en üst kade­meden en alt kademeye kadar dini alanın kapsamında görmüş ve kendinden önceki İslam devletleri gibi kurumlarını İslam esasları üzerine kurmuşlardı. Elbette padişahın kanun koyma yetkisi bulun­makla birlikte; bu kanunların şeriata aykırı olmaması esastı. Osmanlı padişahları genellikle kendilerini hukukla sınırlamışlar ve hakim hukuk olan şeriattan ayrılmamaya özen göstermişlerdi.

Osmanlı İmparatorluğunda siyasal iktidarı meşrulaştıran başlıca unsur şeriattı. Şeriatın düzenleme yaptığı bir alanda, ona bağlı kal­makla yükümlü padişahın düzenleme yapma yetkisi yoktu. Padişah, atacağı önemli adımlarda, uygulayacağı kararlarda Şeyhülislamdan fetva almak mecburiyetindeydi. Ayrıca kanunlar, örf ve adetler padi­şahı da bağlamaktaydı. Daha sonra Osmanlı dönemini itibarsızlaştırmak için hazırlanan tarih kitaplarında anlatıldığı gibi, padişahın tek başına mutlak bir otoritesi söz konusu değildi. Padişahın mutlak otoritesi; öncelikle şer-i kurallar, ulemanın onayı, kurulu düzen ve gelenekler tarafından sınırlandırılmaktaydı.

Osmanlı devletinde çok açık konularda bile padişahlar yal­nız başlarına karar vermemiş, çeşitli divan ve kurullarla müşavere, birlikte karar verme yoluna gitmişti. Padişahlar, dönemin bilgin­lerinden faydalanmışlar, kararlarm şeriata uygunluğu hususunda Şeyhülislamdan onay almışlardı. Başında Şeyhülislam’ın bulunduğu ulema sınıfının en önemli görevi, siyasi otorite ve iktidarın yaptıkla­rının, uyguladığı siyasetin İslam hukukuna uyup uymadığını denet­lemekti. Yani padişahların aklına estiği gibi davranma lüksü yoktu. Padişahın örfi karar ve uygulamaların dahi İslam hukukuna uygun olması gerekiyordu. Öyle ki, Osmanlı döneminde hukukun en üstün makamı olarak tanınan Şeyhülislama, padişahı azletme yetkisi veril­mişti. Yine Osmanlı Devletinin ilk dönemlerinden itibaren, devlet işlerinin yürütülmesinde birinci derece sorumlu organ Divan-ı Hü­mayun da önemli bir istişare kuruluydu.

Devletin siyasi, idari, mali, hukuki her türlü işleri burada padişah adına görüşülüp, onun adına karara bağlanırdı.

Adli ve idari uygulamalardaki gevşeklik, bürokrasideki yapının bozulması ve Avrupa’daki sanayinin gelişmesiyle gerileme dönemi­nin başlaması; imparatorluğu değişim ve dönüşüme zorlamak is­teyenlerin eline büyük bir koz vermişti. Savaşlarla bir türlü yıkılıp parçalanamayan imparatorluk, seküler hukuk sistemi ve ulusalcı akımların bünyeye enjekte edilmesiyle yozlaştırılabilirdi. Altı yüzyıl­lık bir hükümranlığa son vermenin savaş yoluyla gerçekleşmeyece­ğini bilen Haçlı/Siyonist ittifak, imparatorluğun yönetim sisteminin kendilerine benzetilmesiyle amaçlarına ulaşacaklarının farkındaydı. Bunu gerçekleştirmenin yolu ise, ‘reorganizasyon adı altında impa­ratorluğun milli uygulamalarını, gelenek ve göreneklerini, hukuku­nu yeniden tanzim etmekten geçiyordu. İşte bu projenin adı; Tanzi­mat Fermanıydı.

Sözde halklar arasındaki eşitliği sağlamak amacıyla, bir Üst Akıl tarafından ilan edilen Tanzimat Fermanı, aslında ilk paralel devlet’ yapılanmasıydı. Bu da Osmanlı’daki siyasal rejimin değiştirilmesi için atılan ilk adım demekti. İmparatorluğun içişlerine doğrudan karışabil­mek için yenilik adı altındaki ayrıştırıcı fikirlerin Devlet-i Aliyye’ye sokulması, Tanzimat süreciyle oldu. Gerek Tanzimat Fermanı, gerek­se Islahat hareketleri, imparatorluğun gerçek sahipleri, yani ‘millet-i hakime' olarak adlandırılan Müslümanlar için değil; Hıristiyanları koruma, hatta ayrıcalıklı hale getirme çabasıydı. Karma mahkemeli rin kurulması, Hıristiyan halkın vermiş olduğu cizyenin kaldırılması Hıristiyanların da mecburi askerlik statüsüne dahil edilmesi ve misyo. nerliğin serbest bırakılması, gayrimüslim kitlenin imparatorluk içeri, sinde çok daha etkili hâle gelmesine neden olmuştu.

Ancak dönemine göre ‘radikal’ değişiklikler olarak sayılması ge­reken bu tavizler, Avrupalı devletleri yine de memnun etmemişti. Osmanlı’yı Hıristiyanlaştırmak için psikolojik savaş yürüten lngiü2 Büyükelçisi Stratford Canning, din özgürlüğünün hâlâ sağlanamadı­ğını iddia edip ‘Türklerin Müslüman kalarak’ asla Avrupalı olama­yacağını söylüyordu.(13) Elbette Stratford Canning’in ‘din özgürlüğün­den anladığı şey; Protestan misyonerlere tam bir Müslüman avlama fırsatının verilmesiydi. Fransız büyükelçisi ise; Müslüman Türklerin Avrupalılaşması için Fransız dilinin, medeni kanununun ve milli eğitim sisteminin alınmasını öneriyordu. Tanzimat, gerçekte impa­ratorluktaki azınlıklara eşit haklar vermeyi değil, azınlıkları siyasi otoriteye ortak etme projesiydi. Zira imparatorluktaki gayrimüslim­ler, din ve diğer konularda zaten fazlasıyla özgürdü. Gayrimüslimle­rin can, mal ve ırzları bütünüyle İslam hukukunun emniyeti altın­daydı. Endüstri, tarım ve ticaret alanında büyük haklara sahiptiler.

Kelime olarak ‘düzenleme’ anlamına gelen Tanzimat; kavram ola­rak siyasi, idari, iktisadi ve sosyal hayatta topyekun bir değişimi ifa­de ediyor. Karakteri itibariyle yarı anayasal bir belge olan Tanzimat Fermanı, orijinal metnindeki ifadesiyle “Devlet-i Aliyyemiz'in bidâyet-i zuhûrundan beri ahkâm-ı celîle-i Kur'âniyye ve kavânîn-i şer'iyye” ile yönetilen bir imparatorluğun, söz konusu fermanla beşeri sisteme geçişi demekti. Tanzimat süreci; sadece anayasal bir döneme geçi­şi sağlamakla kalmamış, yeni bir nesilin ve vesayetçi bir bürokratik zümrenin doğmasına da neden olmuştu. Sözkonusu fermandan bir yıl sonra yayınlanan ceza kanunnamesiyle, Osmanlı’daki tüm tebaa eşit hale gelmişti. Buradaki “eşitlik” kelimesi günümüzde kulağa hoş ve adil gelse de, Osmanlı idari sistemi için tam bir yıkımdı. Zira Av­rupalılar için Tanzimat’ın anlamı; askeri/teokratik bir temel üzerine kurulmuş Osmanlı’yı, ortaçağ devlet şeklinden, bir seküler Avrupai devlet şekline inkılap ettirme hamlesiydi. İşte bu proje de, devlet içe­risindeki yüksek bürokratlardan oluşturulan “paralel devlet” eliyk hayata geçirildi.

Her şeyden önce Tanzimat milli bir proje değildi. Fikirsel altyapısı ve uygulaması, Batılı devletlerin diretmeleriyle olmuştu. “İttihad-ı Anasır” diye projelendirilen bu düşünce, dönemin Batılı büyük dev­letlerine aitti. Fermanın Osmanlı’daki tatbikini sağlayan başta Mus­tafa Reşid Paşa olmak üzere, hemen bütün bürokrat takımı Avrupa görmüş kişilerdi. Fermanın gerek hazırlanmasında, gerekse uygu­lanmasında başrol oynayan devletler, Fransa ve İngiltere’ydi. Fransa Hariciye Nazırı Juies Favre, İstanbul’daki büyükelçisine gönderdiği talimatta; “Evvelce olduğu gibi, Bab-ı Ali’ye vermekte devam edece­ğimiz nasihatlerde, bütün tebaa için aynı ihtimam ve hukuku isteye­rek diğer herhangi bir vasıtadan daha müessir bir surette Hıristiyan­ların vaziyetini yükseltmeye yardım edebiliriz”(14) diyordu.

Nitekim Tanzimat süreciyle birlikte; Osmanlı’da gayrimüslimler etkin bir konuma geldi. Vilayet Kanunu ile idari meclislere gayrimüs­limlere de seçilme hakkı verildi. Osmanlı idari sisteminde önemli bir yere sahip olan “Şura-yı Devlet’e çok sayıda gayrimüslim dahil oldu. Devletin en kritik noktalarına Hıristiyanlar gelmişti. Öyle ki, dönemin Tanzimat yanlılarından Ziya Paşa bile bu durum karşısında çileden çıkmış, Tanzimat’ın üç silahşöründen biri olan Ali Paşaya şöyle isyan ediyordu: “Hıristiyanlardan paşalar, balalar, ulalar yaptın. Bunlardan Şura-yı Devlet, Divan-ı Ahkamı Adliye yaptın. Bunlara Hıristiyanlardan nice azalar koydun”(15) Tanzimat, Batı basınında da büyük yankı bulmuştu. Batı basını süreci manşetlere çekip alkışladı. Fransız gazetelerine göre bu vesika; “Osmanlı’nın muasır medeniyet yoluna girmesini mümkün kılacak müesseselerin temelini atmaktay­dı. Bu Batı medeniyetinin bir zaferiydi”(16)

.....

Uşakların Efendisi

Pek çok tarihçi tarafından ‘Lord Stratford Canning’ ismine sıkça rastlanmasına rağmen, her nedense bu etki’ ajanı sürekli görmez­den gelindi. Oysa Canning öldüğünde, îngilizler onun mezar taşma “İngiltere’nin Doğudaki Sesi” diye yazacaktı. Dahası, imparatorluğun başkentinde dönen bütün dolapların altında hem onun parmağı var­dı, hem de Üst Aklın Osmanlı’daki en büyük temsilcilerinden biriy­di. Mesela Tanzimat’la oluşturulan “paralel devlet” yapılanması onun eseriydi. Mustafa Reşid Paşa eliyle devletin yüksek kademelerine yerleştirdiği bürokratlar sayesinde, istediği uygulamaları kolaylıkla yaptırabiliyordu. Öyle ki dönemin Vezir-i Azamları ve Bab-ı Ali me­murları, onun karşısında el pençe divan duracak kadar korkarlardı(38) kendisinden. Stratford Canning, gerek Tanzimat öncesinde, gerekse sonrasında elde ettiği Osmanlı bürokratları sayesinde imparatorluğun siyasetini etkileyen, yönlendiren en önemli kişilerden biriydi bütün bunlara rağmen Canning’in görmezden gelinmesinin sebebi resmi tarih tezi oluşturulurken geçmişin karanlık noktalarının ör­tülmek istenmesinden kaynaklanıyordu.

Zira Tanzimat’la başlayıp cumhuriyetin ilanına kadar devam eden ‘değişim ve dönüşüm’ su recinin dayandığı temel felsefe, Canning e kadar uzanıyordu. ‘Koca’ Mustafa Reşid Paşa ve ‘Hürriyet Abidesi’ Mithat Paşanın bir ‘yabancı efendisi’ olduğu bilinmemeliydi.

Mustafa Reşid Paşayı parlatıp, Osmanlı’daki bütün yüksek mev­kilere o getirmişti. Getirmekle kalmadı, yıllarca iktidarda kalmasını sağladı. Mustafa Reşid Paşa da bu hizmetlerinin karşılığında, görevde olduğu sürece onun sözünden hiç çıkmadı. İmparatorluk içerisinde ‘halka rağmen halkçılık” yapan, milli olmayan düşünceleri tepeden halka zorla benimseten, kısacası vesayetçi bir zümrenin türemesini sağlayan ondan başkası değildi. Gerçi Canning, aynı dönemin bürok­ratları, daha doğrusu Tanzimat’ın en önemli emir kulları’ Ali Paşa ve Keçecizade Fuat Paşayı pek sevmezdi. Ama, ‘höt’ dediği zaman her iki paşanın da yürekleri oynardı. Onlar da en az Mustafa Reşid Paşa kadar Batı taklitçisi ve tepeden inmeciydi. Tek farkları, İngiltere’den daha çok Fransa aşığı olmalarıydı.(39) Asıl adı Mehmet Emin olan Ali Paşa, Sultan Abdülmecit ve Sultan Abdülaziz dönemlerinde toplam sekiz yıl üç ay on dokuz gün sadrazamlık yaptı. Osmanlı’da Hıristiyanları ‘egemen güç’ haline getiren Islahat Fermanını Canning ve diğer yabancı devlet büyükelçiliklerinin emriyle’ o yayımlamıştı.

Tanzimat’ın emir kullarından, bir başka deyişle Mustafa Reşid Paşa ekibinden Keçecizade Fuat Paşa’dan da biraz bahsetmek gereki­yor. Hani şu Fransa İmparatoru Üçüncü Napolyon’un sonsuz istekle­rine dayanamayıp: “Haşmetmeab, siz bendenize başka bir devlet gös­terebilir misiniz ki üç yüz senedir dışarıdan sizlerin, içeriden bizlerin devamlı tahribine direnebilmiş. Evet, üç yüz senedir siz dışarıdan, biz içeriden bu devleti yıkamadık” diyen Hariciye Nazırı... Millet vergiler altında kan ağlarken, tıpkı diğer Tanzimat paşaları gibi ko­nak ve yalılarda lüks hayat süren Fuat Paşa... Abdülaziz saltanatında iki kez sadrazam ve toplam on yıla yakın Hariciye Nazırlığı (dışişleri bakanlığı) yapmıştı. Mustafa Reşid Paşanın teşvikiyle siyasete girdi. 1854’ten itibaren Tanzimat reformlarını planlamakla görevlendiri­len Fuat Paşa, Meclis-i Ali-i Tanzimat üyeliği ve birkaç kez de bu meclisin başkanlığında bulundu.

Bir Fransız’dan ayırt edilemeyecek kadar Fransız’dı. Keçecizade Fuat Paşayı ve kişiliğini en güzel anla­tan İbnül-Eminden dinleyelim: “Kaddü kametde (boy pos) olduğu gibi talakat-ı lisaniyede, zerafetde, şetaretde, nükteperdazlıkda, hazır cevablıkda, pervasızlıkda da babasının tam varisi idi... Hazır cevablığı, cüret ve cerbezesi, her şeyde sürat ve serbestiyi iltizam etmesi, aleyhinde söylenen sözlere kulak vermiyerek yalnız varacağı noktayı nasb-ı nazar eylemesi, muvaffakiyetini teshil etdi.(40) Başka bir yazara göre de, “Tamamıyla Avrupa tabı ve meşrebine malik, gayet latifegü (esprili) Parislilere taş çıkarırcasına zarif bir zat idi. Baston ve çaket gibi Avrupa adat ve usuline ziyade taklid buyurdu.”

Biz tekrar “uşakların efendisi” Stratford Canninge dönelim. Osmanlı başkentinde kesintili olarak görev yaptığı yirmi yıl boyunca yönetimin her kademesinin işine karışmış, Islahat Fermanı da onun baskısı sonucu kaleme alınarak yayınlanmıştı. Canning, Bab-ı Ali’de ‘sağlam’ bir ekip kurduktan sonra, hemen hemen istediği her kanu­nu çıkartmıştı. Mesela değişmesini istediği en önemli kanun, Kuran esaslarına dayanan ceza kanunu maddelerinden biriydi.

Osmanlı’da dinden dönenlere uygulanan ölüm cezasını beğenmiyordu. Ona göre bir Müslüman rahatlıkla Hıristiyan olabilmeliydi. Dolayısıyla Canning’in ilk etapta yapmak istediği şey; “gerektiğinde Kuran ya­sası da değiştirilebilirmiş” algısı oluşturmaktı. Bunu da hatıralarında şöyle özetleyecekti: “Üzücü bir olay. Osmanlı Hükümeti’nin ilkele­rinde olmasa bile, törelerinde yeni bir değişikliğe yol açtı.”(41) Stratford Canning, Osmanlı’daki şeriat kanunlarını kolayca değiştirirken, ken­di dini olan Hıristiyanlığın yayılması için de elinden gelen tüm im­kanları kullanıyordu. Onun tek amacı; Osmanlı Devleti’ndeki tüm Hıristiyanların eşit ve Müslümanlardan daha ayrıcalıklı konumda olmalarını sağlamaktı. Bu işi de büyük ölçüde başaracaktı.

Lord Stratford Canning, İngiltere Dışişleri Bakanlığında başla­mıştı bürokratlık hayatına. Daha sonra 1808 yılında İstanbul’a Bü­yükelçi olarak atanan Robert Adair’in yanında ikinci katip olarak çalıştı. Bu sırada Türkiye’yi yakından tanıma fırsatı buldu. Gözlem kabiliyeti yüksek, Osmanlı yönetim sistemini iyi bilen sadık bir İngi­liz bürokratıydı. Aynı zamanda fanatik bir Hıristiyan’dı. Bu fanatik­liğini eleştirenlere cevap için “Neden Hıristiyanım?” isimli bir kitap bile yazacaktı. İşte onun bu özellikleri, İstanbul’a büyükelçi olarak atanmasını sağladı. Robert Adair’in 1810 yılında İstanbul’dan ayrıl­masıyla birlikte, Canning büyükelçi oldu.42 Ancak Canning o dönem İstanbul’da sadece iki yıl kaldı. Londra’ya geri dönmüştü. Başta ABD, Rusya, İsviçre ve Danimarka olmak üzere, birçok farklı ülkede görev yaptıktan sonra yine Türkiye’nin yolunu tutacaktı.

Şimdi çok daha tecrübeliydi. Üstelik Osmanlı payitahtında ya­pacağı daha pek çok işi vardı. 1824 yılında İstanbul’a ikinci defa büyükelçi olarak atandı. Gelir gelmez de Osmanlı’nın siyasi ve ida­ri yapısını değiştirecek organizasyonların içine girdi. Canning, Osmanlı geleneksel yönetim sistemini değiştirecekleri ve iktidar erki, ne ortak edecekleri sadık bir ekip arıyordu. îlk tanıştığı kişilerden biri, Mustafa Reşid Paşa olmuştu.(43) Yani Canning ile Mustafa Reşid Paşanın tanışmaları, Tanzimat sürecinin çok öncesine dayanıyordu. 1858 yılına kadar aralıklı 20 yıl sürecek olan büyükelçilik dönemin­de, hep paşa ve ekibinin arkasında durdu. Mustafa Reşid Paşa, cam sıkıldığında çoluk çocuğuyla bu İngiliz Büyükelçisinin yanında so­luğu alacak kadar ona yakındı. Stratford Canning, İngiltere hükü­metinden ‘Lord’ payesini de Osmanlı İmparatorluğundaki ‘başarılı’ çalışmalarından dolayı aldı. Mustafa Reşid Paşa ve ekibiyle genelde gizli’ görüşür, buluşurlardı.

Bu görüşmeleri Canning şöyle anlatıyor: “Baltalimanı’ndaki görüşmelerimizde sık sık buluşmayı kararlaştır­mıştık. Gelgelelim, açıkta bir devlet adamı Türkiye’de ayağını denk atmayı bilmeliydi; yabancı bir diplomatla münasebeti şüpheye yol açacağından, başka birinin evinde gizlice buluşuyorduk. Bu görüş­melerin sonucu olarak kabinede değişmeler yapıldı. Reşid Paşanın her vesileyle dost, güçlü bir yardımcı olduğuna aklım yattı. Devrim meselelerinin çoğunda kafa birliği ettik.”(44)

Lord Stratford Canning, Tanzimat Fermanının gerçek mima­rı ve Mustafa Reşid Paşanın emir hocasıydı. Sultan II. Mahmut ve özellikle Sultan Abdülmecit dönemlerinde yapılan tüm ıslahatla­rın, batılılaşma ve yenileşme çabalarının mimarı, perde arkasındaki yönlendiricisi ve aleni teşvikçisiydi. Katoliklerin, Ortodoksların ve Protestanların eşit Hıristiyanlar olarak, Osmanlı Devletinin asli un­suru Müslüman Türklerle eşit olması için tam 50 yıl boyunca uğraş verdi. Protestan İngiliz ve Amerikan misyonerlerinin okullar, hasta­neler açması ve Osmanlı Devletinin her köşesinde teşkilatlanması­nı sağlamak için bütün imkanlarını kullandı. Öyle ki, 1858 yılında İngiltere’ye dönerken ‘hizmetlerinden ötürü padişahın şahsına he­diye ettiği arazinin üzerine bir Protestan Kilisesi yaptıracak kadar da dini inançlarına bağlıydı.

Stratford Canning’in Osmanlı’daki en yakın çalışma arkadaşı, hiç şüphesiz Mustafa Reşid Paşaydı. Osmanlı’nın bütün içişlerine Mus­tafa Reşid Paşayı kullanarak müdahale ediyordu. Osmanlı’da uygu­lanan tüm yenilik faaliyetlerinin gizli mimarıydı. Kendisi de bir Jön Türk üyesi olan Ahmet Saib, Stratford Canning’i şöyle anlatıyordu: “...İngiltere’nin İstanbul sefiri Canning’in viikelay-ı Osmaniye’ye adeta efendilerinin uşaklarına ettikleri muameleden çok daha fark­lı bir muamelede bulunmadığı, o günün evrak-ı siyasasını mütalaa edenlerce malumdur, öyle ki Canning’in yazdıklarına göre, Canning Babıali’de boy gösterdiği zaman memurları bir korkudur alıyordu.

Vezir-i azam bile acele toparlanıp arzularını öğrenmek üzere telaş ve tereddütle bu azılı İngiliz’e koşuyordu.”(45)

Hiç şüphesiz Tanzimat Fermanı, resmi tarih tezine göre “çöküşün engellenmesi için yapılan iyi niyetli reformlar” ve “imparatorlukta­ki çağdaş hukukun başlangıcı” olarak görülüyor. Ne var ki bu süreç dönemin şarlarına göre değerlendirildiğinde; imparatorlukta uygu­lanan 540 yıllık bir şeriat hukukunun bilinçli şekilde değiştirildiği ve gayri milli uygulamaların topluma dayatıldığı gerçeğini değiştir­miyor. Zira o gün yapılan idari değişiklikler, bugünkü Cumhuriyet rejimini şeriat hukukuna dönüştürmek kadar radikal bir değişimdi. Lord Stratford Canning’in bizzat anılarını yazan Stanley Lane Poo- le göre, Tanzimat Fermanı Devlet-i Aliyye’nin ‘ilerlemesi’ için değil, gerçekte Türklerin Hıristiyanlaştırılmasını, en azından Türkiye’nin Hıristiyan medeniyetine yaklaştırılmasını hedefliyordu.46 Çünkü Canning’e göre; Türklerin Müslüman kalarak Avrupalı olmaları mümkün değildi.(47)

Canning’in bundan tam 165 yıl önce dile getir­diği gerekçelerle, Avrupa Birliğinin (AB) yıllarca Türkiye’yi içine al­mama gerekçelerinin başında din anlayışının olması ilginç değil mi? Ya da Cumhuriyetin kurulduğu yıllarda, Büyük Millet Meclisinde devletin dininin ‘Hıristiyanlık’ olması için yapılan teklifler(48) bir rast­lantı olabilir miydi?

İngiliz Elçinin İlk Derin Devlet Denemesi

Üst Aklın Türkiye’deki temsilcisi Stratford Canning, dışa bağım­lı vesayetçi bir bürokratik zümre oluşturmakla yetinmedi, Musta­fa Reşid Paşa üzerindeki hakimiyetini kullanarak, Osmanlı’nın ilk Gizli Polis Teşkilatını da kurdurup dolaylı yoldan kendine bağladı. Zira başkent İstanbul’daki derin iktidar savaşının sürekliliğini sağla­yabilmenin yolu, devletin kılcal damarlarına kadar sızacak gizli bir istihbarat örgütünün kurulmasından geçiyordu. Aslında saraya bağlı yürütülen devletin geleneksel bir jurnalcilik sistemi vardı ama, bu Canning ve Mustafa Reşid Paşanın işine gelmiyordu. Çünkü saray hafıyeleri, topladıkları bilgileri genellikle doğrudan padişaha veri­yordu. Eğer profesyonel bir istihbarat teşkilatı kurulup bürokrasiye bağlanırsa, İngiliz Büyükelçi Stratford Canning, imparatorluk içeri­sinde olup bitenleri yasal kılıf’ altında takip etme imkanına da ka­vuşmuş olacaktı.

Konu hemen Mustafa Reşid Paşa ile görüşülüp karara bağlandı. Zaten Reşid Paşanın itiraz etme gibi bir şansı yoktu. Onun her dediği bir emir sayılırdı. Canningden gerekli talimatı alan Paşa, hemen pa­dişahın yanma gidip durumu arz etti. Ancak saray, Canning’in öneri­sine hiç de sıcak bakmamıştı.49 Fakat emir büyük yerdendi. Ne yapıp edip, Canning’in bu talebi yerine getirilmeliydi. Derhal geçerli bir sebep bulundu. Padişah Sultan Abdülmecid’i ikna etmek için, “Balkan­lardaki muhtemel ayaklanmaları gözlemek” bahanesi öne sürülecek­ti. Kurulacak Gizli Polis Teşkilatı, Devlet-i Aliyye’nin Balkanlardaki bekası için bilgi toplayacak, içeride de muhalefeti izleyecekti!

İşin içerisine Osmanlının kanayan yarası Balkanlar girince, pa­dişah ikna olmuştu. Yine İngiltere Büyükelçisi’ Stratford Canning’in dediği oluyor, bir ülkenin istihbarat örgütü bir yabancı büyükelçi ta­rafından kuruluyordu. Mustafa Reşid Paşa, derhal Avrupa’da görev yapan Osmanlı elçilerine talimat vererek, Avrupa’daki istihbarat ör­gütleri hakkında rapor hazırlamalarını istedi. Kısa sürede gönderilen raporlar incelenerek gerekli altyapı hazırlandı. Artık Osmanlının ilk Gizli Polis Teşkilatı kurulmuştu. Teşkilatın başına da bir Rum olan Civinis Efendi getirildi. Yıllarca St. Petersburg’ta kalmış ve orada Çariçenin hizmetinde bulunmuş Civinis Efendi, karanlık bir kişilik­ti. Türkiye ile yollarının kesişmesi de en az teşkilatın başına getirilişi kadar ilginçti. İngiltere Büyükelçisi Canning’in Türk istihbaratının başına getirdiği Civinis Efendi, Rus Çariçesinin özel hizmetinde bu­lunduğu sırada, Rus muhafızlarından birinin elmaslarını çalmıştı.

Hırsızlık olayının Civinis Efendi tarafından yapıldığı anlaşılınca, o da imam kıyafeti giyinip soluğu Anadolu’ya kaçmakta bulmuştu. Rus ajanlarının ensesinde olduğunun farkına varan Civinis Efendi, bir süre camilerde vaazlar verdikten sonra tekrar ortadan kayboldu. Bu sefer ‘Comte Riveroso’ ismine sahte kimlik düzenletip, zengin bir Italyan turist olarak Ege adalarına yerleşmişti. Sonra her nasıl olduy­sa bir yolunu bulup, İstanbul’a geldi. İşte binbir surat tescilli hırsız, Canning’in önerisiyle albay rütbesi verilerek yeni kurulan Gizli Polis Teşkilatının başına getirildi. Böylece, Rum asıllı, Fransızca ve İtal­yanca bilen, yıllarca Rus Sarayında çalışmış biri, İngiliz elçisinin is­teği ile Osmanlı Gizli Polis Teşkilatının ilk şefi olmuştu.

Gizli Polis Teşkilatını kuranlar arasında bir başka ilginç isim daha vardı: Ahmet Rasim Paşa... Babası da kendisi gibi Yeniçeri olan Ahmet Rasim’in, annesi de bir Rum’du. Atina’da Hıristiyan inançlarına göre yetiştirilen Ahmet Rasim, İstanbul’da ajan olarak çalışıyordu. Evlilik yoluyla akrabalık bağı kurduğu Mithat Paşa, onu ajanlıktan paşalığa kadar yükseltmeyi başarmıştı. İki gayrimüslimin başında bulunduğu bu Gizli Polis Teşkilatı, kurulduktan sonra devlet yararına hemen hiç­bir faydalı iş yapmadı. Zira Osmanlının Gizli Polis Teşkilatı, Canning ve Mustafa Reşid Paşanın şahsi hesapları için çalışan gizli bir örgüte dönüşmüştü. Dolayısıyla ne Balkanlardaki çözülme engellenebilmiş ne de İstanbul’da dönen tezgahların önüne geçilebilmişti..

Teşkilat, çalışmalarının ilk yıllarına İstanbul’un tanınmış tüccar­larının, paşaların, sarrafların ve diplomatların özel hayatlarını sıkı bir takibe almakla işe başladı. Gizli Polis Teşkilatının derin kulakla­rı, paşa konaklarından sarayın haremine kadar uzanıyordu. Devlet ve cemiyet hayatında önemli kişilerin özel hayatları izlenerek, top­lanan dedikodular rapor haline getiriliyordu. Ancak her ne hikmet­se, paşa konaklarında Avrupalı oryantalistlerin ihtilal toplantıları ve başkentte dönen dolapların hiçbiri saraya rapor edilmiyordu. Zira teşkilat, devletin bekasını ilgilendiren konuları değil, haremden so­kağa, bürokratların özel yaşamlarından paşaların yatak odalarına kadar, çeşitli verileri toplayarak Canning ve Mustafa Reşid Paşanın siyasi amaçları için kullanıyordu.(50)

Mesela genç bir Osmanlı diplomatının Paris’te Juliette adındaki bir “bulvar kadını” ile olan ilişkisi takip edilip(51) rapor haline getiri­lirken, Paris’ten Osmanlı coğrafyasına kaçan Avrupalı ihtilalcilerle ilgili tek bir rapor yazılmıyordu. Nitekim bütün bu anormallikleri fark ederek teşkilattan yeterli verimi alamadığını düşünen Sultan Abdülmecid, Mustafa Reşid Paşa’dan teşkilatı lağvetmesini isteye­cekti. Sonuçta derin iktidar mücadelesinin bir aracı haline gelen teş­kilat, padişahın ısrarlarıyla kapısına kilit vurmuştu.

Ne var ki yabancıların devlet içerisindeki eli ayağı olan bu teşki­lat, Tanzimat bürokrasisinin dayanılmaz baskılarıyla 1863 yılında yeniden faaliyete başlayacaktı.(52) Üstelik bu kez de, büyük bir Katolik Ermeni grubun isteği üzerine, teşkilatın başına ‘Baron C...’ adında yine bir gayrimüslim getirilerek... İhanetler zinciri bundan sonra da artarak devam edecekti. Zira Baron C... de teşkilatın başına geçer geçmez, kişisel çıkarları için çalışmaya başlamıştı. İlk icraatı, kendi hazırladığı bir uydurma anlaşma taslağının kopyasını, yabancı bir elçiye uygun bir fiyatla satmak olmuştu. Söz konusu anlaşma taslağı, belgenin satıldığı elçinin ülkesine yönelik Osmanlı Devletinin bir başka ülkeyle birlikte saldırı planlarını içeriyordu.

Yabancı elçi taslağı ele geçirir geçirmez, soluğu Sadrazam Ali Paşanın yanında almıştı. Şüphesiz Ali Paşa da hazırlıklıydı. Elçinin elindeki taslağı gördükten sonra, çekmecesinden başka bir taslak çı­karıp misafirinin önüne koydu. Viyanadaki Türk Büyükelçisinin çok para ödeyerek elde ettiği bu taslağa göre, elçinin ülkesi Osmanlıla­ra karşı bir taksim anlaşması imzalamıştı. Taslaklar karşılaştırılınca, ikisinin de Osmanlı Gizli Polis Teşkilatının başındaki Baron C...nin kaleminden çıktığı anlaşıldı. İşin ilginç yanı, bütün bu olaylara rağ­men yabancı büyükelçi Teşkilat Şefi Baronu savunuyordu. Hatta ter­fisini bile istemişti. Ancak Baron dolap çevirmeye devam ediyordu.

Bir süre sonra başka bir skandala daha imza atınca, görevinden alın­dı. Sonuçta Baron C... Osmanlı’ların sırtından kazandığı büyük bir servetle imparatorluk topraklarını terk etmişti....

Murat Akan - Üst Akıl,Hayat yayınları,syf:17-27;37-44

Dipnotlar:

1- Ertuğrul Düzdağ, Şeyhülislam Ebussuud Efendi Fetvaları, Enderun Ki- tabevi, İstanbul, 1983, s. 118.
2- Nizamettin Nazif Tepedelenlioğlu, Sultan II. Abdülhamid ve Osmanlı İmparatorluğunda Komitacılar, Divan Yayınları, 3. Baskı, İstanbul, 1978, s. 82.
3- A.g.e s. 84.
4- Yeni İstanbul Gazetesi, Kazım Karabekir Paşanın Hatıraları, 13,14,15, 16 Kasım, 1970.
5- Şûra Suresi, 38. Ayet.
6- Niyazi Berkes, Türkiye’de Çağdaşlaşma, Haz: Ahmet Kuyaş, Yapı Kredi Yayınları, 16. Baskı, İstanbul, 2002, s. 351.
7- Mehmet Fuat Köprülü, Bizans Müesseselerinin Osmanlı Müessesele- rine Tesiri Hakkında Bazı Mülahazalar, Türk Hukuk ve İktisat Tarihi Mec­muası, I, İstanbul, 1939, s. 283.
8- Ercan Yavuz, Osmanlı İmparatorluğunda Gayrimüslimlerin Ödedik­leri Vergiler ve Bu Vergilerin Doğurduğu Sosyal Sonuçlar, Belleten, Cilt LV, Sayı 212 - 214, 1991, s. 371 - 391.
9- Ahmed Cevdet Paşa, Tezakir 1-12, TTK Yayınları, Ankara, 1986, s.68-69.
10- İbnül Emin Mahmud Kemal İnal, Son Asır Türk Şairleri I, Atatürk Kültür Merkezi Yayınları, 1. Baskı Ankara, 1999, s.946.
11- Yeni Türk Edebiyatı Antolojisi-II, 1865 -1876, Haz: Mehmet Kaplan- İnci Enginün-Birol Emil, İstanbul Üniversitesi Edebiyat Fakültesi Yayınları, İstanbul, 1978, s. 609.
12- Niyazi Berkes, a.g.e, s. 279.
13- A.g.e. s. 218.
14- Documents Diplomatiques Français, seri.l, ciltl, vesika no. 8.
15- İhsan Sungu, Tanzimat ve Yeni Osmanlılar I, Maarif Vekaleti, İstan­bul, 1940, s.794.
16- Sabri Esat Siyavuşgil, Tanzimat’ın Fransız Efkar-ı Umumiyesinde Uyandırdığı Akisler, MEB, 1940, s.750.

....

38- A. Henry Layard, Autobiography and Letters, Londra, 1930, c.2. s.83.
39- Edouard Philippe Engelhardt, Türkiye’de Çağdaşlaşma Hareketleri: Tanzimat, Çev: Ali Reşat, Örgün Yayınları, İstanbul, 2010, s. 167.
40- İbnül Emin Mahmud Kemal İnal, Son Sadrazamlar, Dergah Yayınlan,
3. Basım İstanbul, 1980, sf. 182.
41- Stanley Lane Poole (11. Basım), s. 86-87.
42- London Gazette: no. 17617. p. 1430. 22 July 1820.
43- Stanley Lane Poole, a.g.e, s. 53.
44- A.g.e, s. 120.
45- Ahmet Saib, Şark Meselesi, Haz: Prof. Dr. Saadettin Gömeç, Akçağ Yayınları, Ankara, 2008, s.65.
46- Stanley Lane Poole, a.g.e, s. 101-102.
47- D. Mehmet Doğam, Türkiye’de Darbeler, Müdahaleler ve Siyasî Sis­tem, Rehber Yayınları, 1990, s. 11.
48- Kazım Karabekir, Yeni İstanbul Gazetesi, 1970 - Mahmud Esad Boz- kurt, Atatürk İhtilali, İstanbul 1940, s. 137.
49- Suat Parlar, Osmanlı’dan Günümüze Gizli Devlet, 1. Baskı, Spartaküs Yayınları, İstanbul, 1996, s.44.

50- Tuncay Özkan, MİT’in Gizli Tarihi, 7. Baskı, Alfa Yayınları, İstanbul, 2003, s. 36.
51- Taner Timur, Osmanlı Çakışmaları: İlkel Feodalizmden Yan Sömürge Ekonomisine, imge Kitabevi Yayınları, 3. Baskı, Ankara, 1996, s. 289.
52- Erdal Şimşek, Türkiye’de İstihbaratçılık ve MİT, 5. Baskı, Kum Saati Yayınları, İstanbul, 2004, s.31.
Devamını Oku »

1961 Anayasası’nı Sabetayistler mi Yaptı?



1960 Darbesi’nden sonra yapılan anayasanın giriş bölümündek- ilk cümle, meşru iktidarların nasıl bir algı yönetimiyle yıkıldığa açık delili niteliğindeydi. 1961 Anayasasına girmiş haliyle 27 Darbesinin gerekçesi; “Anayasa ve hukuk dışı tutum ve davranışlarıyla meşruluğunu kaybetmiş bir iktidara karşı direnme hakkı" 0larak gösteriliyordu. Dahası, cunta tarafından yapılan askeri bir darb “devrim” olarak nitelendirilerek, silah gücüyle yapılan iktidar gasbın Türk Milleti nin geneline mal etme kurnazlığına da başvurulmuştu

Oysa bırakın halkın bu ‘iktidar gasbına destek vermesini, darbe emir komuta zinciriyle bile yapılmamıştı. Yani ordu içerisinde bile fikir birliği yoktu. Dolayısıyla “Türk milleti adına” her şeye hepi topu 38 kişilik bir cunta ekibi karar vermişti. Neyin meşru, neyin gayri­meşru olduğu cunta tarafından belirlendiği gibi, darbeden sonra ya­pılan 1961 Anayasasının nasıl olacağına da, içerisinde sabetaycıların etkili olduğu iddia edilen 20 kişilik bir komisyon karar vermişti.

Burada üzülerek belirtmek gerekir ki, 1876 Anayasası dahil, bugü­ne kadar yapılmış olan hiçbir anayasa, maalesef milletin özgür irade­siyle gerçekleşmemişti. Zira mevcut beş anayasadan üçü askeri darbe­ler sonucu, diğer ikisi de olağanüstü şartlar altında yapılmıştı. 1961 ve 1982 anayasaları sözde referanduma sunulmuş ise de, hem alternatif­siz, hem de tek taraflı propaganda neticesinde halka dikte ettirilmişti. Öyle ki, AK Parti'nin 2007 yılı Genel Seçimleri'nde kazandığı 363 milletvekiliyle TBMM'nin yaklaşık yüzde 66 sim temsil etmesine rağmen, sivil bir anayasa yapmaya cesaret edememesi, Türkiye’de anayasaların şimdiye kadar kimler tarafından yapıldığının açık bir göstergesiydi.

Özellikle 1876, 1960 ve 28 Şubat 1997 darbelerinin gerçekleş­mesinde büyük rol oynayan masonlar, bir yandan darbe sonrasın­da devletin kilit noktalarına adamlarını yerleştirirken, diğer yandan da devletin istikametini belirleyen anayasaların yapılmasında tam yetki sahibi olmuşlardı. Mesela 1960 Darbesinden sonra anayasa­nın hazırlanması için Milli Birlik Komitesi (MBK) tarafından Ana­yasa Komisyonu Başkanlığına bir mason olan Prof. Dr. Enver Ziya Karal getirilmişti. Dahası, 1961 Anayasasını hazırlayan kurulun ilk Başkanlığını yapan Prof. Dr. Sıddık Sami Onar, komisyonun sözcü­lüğünü yapan Prof. Dr. Muammer Aksoy ve komisyonun diğer üye­lerinden Prof. Dr. Münci Kapani ile Coşkun Kırca'nin da ‘sabetayist olduklarına yönelik ciddi iddialar var.

Tabi 27 Mayıs Darbesi’nden bahsederken, burada Prof. Dr. Sıddık Sami Onar’a ayrı bir paragraf açmak gerekiyor. Zira “sabetayistlerin okullar zinciri” olduğu iddia edilen Fevziye Mektepleri Vakfının 1955 yılından itibaren yönetim kurulu üyeliği ve başkanlığını da yapan Onar, sadece 1961 Anayasasının yapımında rol oynamamış, darbe öncesi öğrenci hareketlerinin yönlendirilmesi ve darbeyi meş­rulaştırmak için yapılan dezenformasyon faaliyetlerinde de üzerine düşen görevi fazlasıyla yerine getirmişti. Mesela 27 Mayıs Darbesinin en meşhur ajitasyonlarından biri olan “öğrencilerin kıyma makine­lerinde kıyıldığı” yalanını ilk ortaya atan kişi, Sıddık Sami Onardı.

Dönemin İstanbul Üniversitesi Rektörü olan Sıddık Sami Onar, üniversite binasında yapmış olduğu 2 Haziran 1960 tarihli basın top­lantısında şöyle diyordu: .. Şehitlerin listesini tam olarak tesbit et­mek üzere gerek İstanbul dahilinde, gerek taşrada bulunan ailelerden yüksek tahsil yapmakta olan çocuklarından haber alamayanların bize müracaat etmelerini, yarından itibaren radyo ve gazeteler vasıtasıyla ilan edeceğim. Bazı mezarlıklara kamyonlarla getirilip gömülen ta­lebelerden, buzhanelere konulanlardan, kıyma makinalarında çeki­lenlerden bahsedilmektedir. Bu iş için üniversitede bir teknik kurul teşkil edilmiştir. Ölenler hakkında ileri sürülen rakamlar mübalağalı değildir. Ölenler vardır ve bunların tespitine çalışılmaktadır.”

Aslında böyle bir vakanın yaşanmadığını Onar da biliyordu. Zira daha sonra yapılan araştırmalarda, bu dezenformasyonun tamamen darbeyi meşrulaştırmak için bilinçli şekilde üretildiği ortaya orta­ya çıkacaktı. Onar, darbe sonrası seçime gitme ve yönetimi sivillere bırakmaya da şiddetle karşı çıkanlardandı. Onar'ın başında olduğu komisyon, Tarık Zafer Tunaya ve İsmet Giritli gibi demokratik re­jimden yana olan üyeleri tasfiye etmesiyle de biliniyor.

1961 Anayasasını hazırlayan komisyon üyelerinden dikkat çeken bir diğer kişi ise Emin Paksüt’tü. Zira Türkiye'deki iktidar mücadelesi­nin sürekliliğini özetlemesi açısından Emin Paksüt ilginç bir örnek.,. Emin Paksüt, Osmanlı sonrası yeni rejimin kökleşmesini sağlayan İs­tiklal Mahkemeleri'nin Başkanı Ali Çetinkayanın oğluydu. “Paksüt” soyadını bir yerden daha hatırlıyoruz. AK Parti hakkında 2008 yılında açılan kapatma davasında, partinin kapatılması için kulis faaliyetleri yürüten ve aleyhte oy kullanan Anayasa Mahkemesi Başkan Vekili Os-man Paksüt de Emin Paksüt’ün oğluydu. Yani Cellat Alı lakaplı Ah Çetinkayanın torunu...

Murat Akan - Üst Akıl,Hayat yayınları,syf:132-133
Devamını Oku »