Avrupa ve Türkler

Avrupa ve Türkler

......

Bir Portrenin Hikayesi

Fatih Sultan Mehmed'in Avrupa'ya olan siyasî, ticarî ve kültürel ilgisi İstanbul'un fethinden sonra da artarak devam etmiştir. Bunun çarpıcı örneklerinden birini Venedik Kralına yaptığı bir davette görüyoruz. Kralı oğlunun düğününe davet eden Fatih, İstanbul'a bir ressam, heykeltıraş ve bronz dö­kümcüsü de göndermesini ister. Venedik Konseyi derhal toplanır ve dönemin en büyük ressamlarından olan Bellini'yi 1479’da İstanbul’a gönderir. İstan­bul da yaklaşık 18 ay kalan Bellini, Sultanın portresini yapmadan önce saray hayatına ve İstanbul’un günlük yaşamına ilişkin çeşitli resimler yapar. Fatih, kendi portresinin yapılmasına izin vermeden önce Bellini’ye bazı siparişlerde bulunur ve Venedikli ressamın ustalığını test eder. Bellini, şöhretinin hakkını verir ve ünlü Fatih tablosunu çizer.
Bellini’nin 25 Kasım 1480’de tamamladığı Fatih portresi, Rönesans sanat akımlarının izlerini taşır ve realist kimliğiyle öne çıkar. Fatih, başında büyük bir beyaz sarıkla ve dörtte üç açıyla yan profilden tasvir edilmiştir. Bellini, Fatih’in sarığını ve üzerindeki kıyafetleri Osmanlı Sultanının ihtişam ve zara­fetini yansıtacak şekilde çizer. Fatih’in yüzündeki dinginlik ifadesi dikkat çe­kicidir. Savaşçı, eli kılıçlı, kan döken, korkunç Türk imajına karşılık; burada özgüven, iç huzur ve sakinliğiyle öne çıkan bir Sultan vardır. Fatih’in başının etrafındaki çerçeve ve mermer kemer, Sultanın bir camdan baktığı izlenimi­ni verir. Kemerin iki yanında havada asılı duran altı yaldızlı taç ve halı üze­rindeki taç, imparatorluk sancağını oluşturan yedi tuğu temsil eder. Fatih’in tasarrufu altında bulunan büyük siyasî ve askerî güç, tabloya Latince bir iba­reyle nakşedilir: Victor orbis, yani ‘Cihan Fatihi’.(34)

Fatih, batılı bir ressama portresini yaptıran ilk Osmanlı padişahıdır. Bü­yük İskender’in varisi olduğuna inanan Fatih, böylece sadece siyaset ve askeri stratejide değil, sanatsal ve kültürel etkileşim alanında da yeni ufuklara açıl­maktan yana olduğunu gösterir. Portresinin yanı sıra kendisi için bronz ma­dalyonlar da döktürür. Bunlardan bir tanesi Bellini’ye aittir. Diğer madalyon­lar Constanza de Ferrera ve Bertoldo di Giovanni gibi yine İtalyan sanatçılara aittir. Rönesans döneminin izlerini taşıyan madalyonlarda Fatih, Bellini’nin portresindeki gibi sarıklı olarak ve yan cepheden tasvir edilmiştir.

Bir rivayete göre, Fatih’in yerine geçen oğlu II. Bayezid, bazı alimlerin et­kisiyle Bellini’nin Fatih portresini, saraydaki diğer portrelerle birlikte çarşıda sattırır. Tablo, Venedikli tacirler tarafından satın alınır. Böylece Venedikli usta ressamın eseri, kendi ülkesine geri döner. Eser bugün İngiltere’de Ulu­sal Galeri’de bulunmaktadır. Müteakip yıllarda çeşitli restitüsyonlara uğra­dığı anlaşılan eser, Fatih Sultan Mehmed’in özellikle Batı’da en fazla bilinen resmi haline gelmiştir. Bunun kadar meşhur bir diğer Fatih portresi, Osmanlı nakkaşı Sinan’a aittir.(35)

fatih sultan ile ilgili görsel sonucu

Nakkaş Sinan’ın gül koklayan Fatih minyatürü, Fatih’in kültürel etkileşi­me açık karakterinin çarpıcı örneklerinden biridir. Bellini’yi İstanbul’a davet eden Fatih, aynı zamanda Nakkaş Sinan Efendi’yi Batı resim sanatını incelemek üzere Venedik’e gönderir. Sinan burada Maestro Paolo adlı bir ressam ile çalışır. İstanbul’a, iki resim geleneğine de hakim bir sanatçı olarak döner. Gül koklayan Fatih portresi, bu girişimin meyvesidir. Nakkaş Sinan’ın Fatih port­resi, kudretli bir devletin başında büyük bir askerî ve ekonomik güce hükme­den Türk Sultanını son derece nezih, ince ve latif bir şekilde resmeder. Sulta­nın oturuşu, kaftanı ve sarığı, azamet ve kudreti de etkili bir şekilde yansıtır. Osmanlı minyatür sanatını ve Avrupa resim geleneğini yakînen bilen Nakkaş Sinan, celâl ve cemâl neşvesini tek bir resimde bir araya getirmeyi başarır. Is­lâm geleneğinde Hz. Peygamber ile birlikte tasavvur edilen gül, Fatih’in elin­de ayrı bir manevî anlam kazanır.
Fatih ve Drakula

Fatih, ‘cihan hakimi olarak kendi halkı arasında popüler, Balkan ve Av­rupa milletleri arasında da merak konusuydu. Girdiği savaşları kazanıyor, usta siyasî manevralarla istediğini masa başında elde ediyordu. Fakat bunun önem­li istisnaları da vardı ve bunlardan biri, bugün Drakula efsanesi olarak bili­nen hadiseyle yakından ilgilidir. ‘Tepes’ yani ‘Kazıklı’ diye şöhret salan Vlad Dracul (1430-1476), Osmanlı vassalı olan bir Rumen voyvodanın oğluydu. 1456 da kendisi vassal oldu. 1459’da Osmanlı’ya olan vergi borcunu ödeme­yi reddetti ve Osmanlı ordusunun Erdel’e geçişine izin vermedi. Fatih, mese­leyi diplomatik yollardan çözmeye çalıştı. Fakat Dracul, Fatih’in Eflak’a gön­derdiği elçileri sarayının önünde kazığa oturtarak meydan okudu. Bu tarih­ten itibaren bütün düşmanlarını acımasızca kazığa oturtan Vlad, Avrupa’da ‘Kazıklı Dracul’ olarak anılmaya başladı.

Fatih, 1462’de muazzam bir orduyla Tuna Nehri’ni geçerek Eflak’a doğ­ru ilerler. Vlad, geri çekilmek yahut af dilemek yerine, bir baskınla Fatih’i ve komutanlarını öldürmeyi planlar. Kalabalık Osmanlı askerleri ve etkin savaş teknikleri karşısında geri çekilmek zorunda kalır. Fakat yolda Fatih ve asker­leri dehşet verici bir manzarayla karşılaşır. Üç kilometre uzunluğunda ve bir kilometre genişliğinde bir alanda esir edilmiş yaklaşık yirmi bin Türk ve Müs­lüman, kazıklara geçirilmiştir. Bir kaynağa göre “annelerine bağlanıp kazık­lara oturtulmuş küçük çocuklar da vardı ve göğüs kafeslerinin içine kuşlar yuvalanmıştı”.(36) Bu dehşetengiz manzara, savaşlarda pek çok ölüm görmüş olan Osmanlı askerlerini bile derinden sarsmıştı. Her ne kadar Fatih seferine devam ettiyse de gerilla taktikleriyle savaşan Vlad'ı bulmak mümkün olma­dı. Tarihin cilvesine bakınız ki Vlad Dracul, aynı yıl Osmanlılar değil, Maca­ristan Kralı Mathias Corvinus tarafından esir alındı. Corvinus, Avusturya’ya karşı Osmanlıların desteğini almak istiyordu. Bu yüzden Vlad’ı yıllarca esir tuttu. Fakat kendisi Osmanlılara karşı savaşmaya başlayınca Vlad’ı serbest bı­raktı; ona asker ve para vererek hizmetine aldı. Bosna ve Boğdan’da Osmanlı ordusuna karşı savaşan Vlad, 1476’da bir savaşta öldürülerek boynu vurul­du ve kellesi Fatih’e gönderildi.

Osmanlı için bir baş ağrısı olan Vlad Dracul, Romanya’da ve Avrupa’da Hristiyanlık’ın yavuz kumandanlarından biri olarak efsaneleştirilmek isten­di. Savaşlardaki acımasız tutumu ve on binlerce masum insanı kazıklara oturtma, kısmen örtülmek istendi. Mircae Eliade, Vlad tiplemesi üzerinden şu değerlendirmede bulunur: “Romanya’nın Hristiyan Batı’nın kalesi olarak tarihsel bir misyona sahip olduğu fikri, tüm büyük Rumen prenslerinin bilincinde alttan alta varlığını korumuştur”.(37) Ortaçağa ait Rumen ve Bulgar kaynakları Vlad’ı, acımasız yöntemler kullanmakla beraber Osmanlılara karşı korkusuzca savaşmış bir komutan olarak tasvir ederler. 18. ve 19. yüzyıl Rumen edebiyatında Vlad, giderek bir millî kahraman kimliğine bürünür. Buna karşın Alman ve Macar kaynakları Vlad’ı bir despot ve ca­ni olarak anlatır. Zira Vlad, sadece Türkleri ve Müslümanları değil, kendi­sine karşı çıkan dindaşlarını da hunharca katletmekten ve kazıklara oturt­maktan çekinmemiştir. Vlad, günümüz Romanya’sında tartışmalı bir figür olmaya devam etmektedir.

Vlad Dracul’un vampir Drakula efsanesinin kaynağı haline gelmesi, İrlan­dalı yazar Bram Stoker’ın onun kanlı maceralarını bir vampirler prensi ola­rak arılattığı 1897 tarihli Dracula adlı romanıyla başlar. Drakula, kan içici bir vampir olarak popüler kültürün dikkat çekici ikonlarından biri haline gelir. Bugün Drakula filmleri, kostümleri ve efsaneleri tarihte yaşamış Vlad Dracul ile genellikle dolaylı ve uzaktan bir ilişkiye sahiptir. Fakat onun dehşet veri­ci ve hunharca savaş taktikleri ve kazık sapkınlığı, kan emici vampir imajına çok da ters düşmemektedir.(38)

Korkunç Türk, Muhteşem Osmanlı
melchior lorichs kanuni gravürü ile ilgili görsel sonucuMelchior Lorichs'in Kanuni Gravürü

Her ne kadar Fatih Sultan Mehmed İstanbul’u fethettiği için Avrupa’nın zihin haritasına köklü bir şekilde kazınmışsa da “Osmanlı’nın ihtişamı”nı temsil eden asil tarihî şahsiyet, Kanunî Sultan Süleyman’dır. İncil’deki bü­yük peygamberlerden Hz. Süleyman’la adaş olan Süleyman, ‘Kanunî’ yani kanun-koyucu sıfatıyla şöhret salmıştı ve bu, onu Justinian gibi büyük Ro­ma imparatorlarıyla aynı mertebeye koyuyordu. Fakat onun Batı dillerinde bugün de en çok bilinen ismi “Muhteşem Süleyman”dır. 1520-1566 yılları arasında uzun bir süre Osmanlı tahtında oturan Kanunî, ülkesinin zengin­liği, ordusunun gücü ve topraklarının büyüklüğüyle Avrupa’nın hem kor­ku hem de tutku nesnesi haline gelir. Montaigne ve Bodin gibi Avrupalı düşünürler, Kanunî’nin adaletini örnek bir siyasî erdem ve model olarak an­latırlar.(39) Tîtian, ünlü Kanunî portresini kendisine ulaşan bilgi ve tasvirler­den hareketle çizer. Hayranlık ve korku duyguları çağrıştıran Osmanlı sul­tanı, İskender ve benzeri büyük komutanlar gibi vakar ve haşmet içinde tas­vir edilir. O herhangi bir kayzer, sultan yahut padişah değil, Muhteşem Sü­leyman’dır. Bunun en çarpıcı ifadelerinden birini, Melchior Lorichs’in ünlü Kanunî gravüründe görürüz. 65 yaşındayken çizildiği tahmin edilen bu gra­vürde Sultan Süleyman, zayıf ve ince yüzlü, yüz hatları net ve keskin, sakallı,başında büyük bir sarık ve üstünde sade bir elbiseyle tasvir edilmiştir.Portrenin altında Arapça olarak güzel bir hatla yazılmış “es-Sultân ibni's Sultani's Sultân Süleyman-Şâh ibni’s-Sultân Selim Hân azza nasrahu” ibaresi yer alır. Bunun altında üç satır halinde Latince bir ibare vardır. Kanunî Sultan Süleyman, Avrupalı ressam Lorichs’in çizgilerinden dünyaya muhteşem bir dinginlik ve derinlik ile bakar.(40)

Bu dönemde Avrupa, Osmanlı medeniyetine, devlet düzenine ve refahına hayranlık duymakta, ama Osmanlı’nın kılıcından ve fetihlerinden korkmak­tadır. 16 ve 17. yüzyıllarda Orta Avrupa siyasetini belirleyen temel amil, Os­manlı’nın kiminle ittifak kurduğu ve kimi düşman ilan ettiğidir. Avrupa siya­setinin Osmanlı esas alınarak şekillenmesi, bu dönemde şaşılacak bir durum değildir. Fransızlar, Almanlar, İngilizler, Habsburglar, Ruslar, Macarlar, Sırplar ve diğer Balkan ve Avrupa milletleri kendi siyasetlerini belirlerken Osman­lı'nın jeo-politik hamlelerini her daim dikkate almak zorundaydı.

Bunun tezâhürlerini sosyal ve dinî hayatta da görüyoruz. İstanbul’un fet­hinden sonra alarma geçen dinî çevreler, Hristiyanları daha fazla dua etme­ye çağırır. Kilise ve manastırlarda yaklaşan Türk tehlikesine karşı toplu du­alar edilir. Almanların Türkenglocken olarak bildiği ‘Türk çanları’, günde üç defa çalar ve Hristiyanların günde en az üç defa Rabbin Duası’nı yapmaları­nı ve İslâm’a karşı kendilerini tezkiye etmelerini salık verir.(41)

Kanunî’nin 1526’da Mohaç Savaşı’nı kazanarak bugünkü Macaristan topraklarını alması ve 1529’da Viyana’yı kuşatması, İstanbul’un fethinden sonra Avrupalı kralların, din adamlarının ve yazarların dikkatini tekrar Osmanlı Devleti’ne ve Türklere yöneltir. Türklerin bu önlenemez ilerleyişi, Avrupa’da Protestanlık’ın ortaya çıkması gibi iç çatışmalarla aynı zaman di­liminde gerçekleşir ve bu, pek çok idarecinin, din adamının ve yazarın iç ve dış tehditler hakkında uzun değerlendirmeler yapmalarına neden olur. Hem Martin Luther’e karşı Katoliklik’i savunan din adamları hem de Va­tikan’a karşı şüpheci bir tavır içinde olan hümanist yazarlar, Osmanlı-Türk tehdidi konusunda ittifak halindedirler. İster dinî ister hümanist bir zaviye­den bakılsın, Hristiyan Avrupa, Türk tehdidi karşısında birlik ve beraberlik içinde olmalıdır. Fakat bu birliğin nasıl sağlanacağı en büyük ihtilaf ko­nusudur. 16. ve 17. yüzyıl Ingiliz edebiyatı, bu tartışma ve çekişmelerin ör­nekleriyle doludur.(42 )

.............

Modernliğe Doğru Türk İmajı

Avrupa, Türkleri İstanbul’un fethinden dolayı hiç bir zaman affetmedi. Nitekim II. Pius adıyla Papalık koltuğuna oturan Enea Silvio Piccolomini, İstanbulun fethiyle ilgili şöyle der:

Geçmişte biz Asya ve Afrika’da yani yabancı ülkelerde yara aldık. Fakat bu sefer kendi topraklarımızda, kendi evimizde, Avrupa’da hücuma ma­ruz kalıyoruz. Doğru, Türkler Yunanistan’a Anadolu’dan çok zaman ön­ce geçtiler; Moğollar Avrupa’ya kadar geldiler ve Araplar, Cebel-i Târık Boğazı üzerinden İspanya’tun belli bölgelerini ele geçirdiler. Fakat biz bugüne kadar Konstantinopol ile mukayese edilebilecek hiçbir şehir ya da mevzii kaybetmedik.(96)

Bizans’ın gözdesi, Doğu’nun Roması İstanbul’un kaybı, fetih tarihinden yüzlerce yıl sonra öfke, hüzün ve serzenişle hatırlanmaya devam edecektir. Avrupalı yazarlar, Türklerin yükselişini izah etmek için sayısız girişimlerde bulunacak, sonlarının gelmesi için de en beklenmedik tarihi kurgulara baş­vuracaklardır. Bu yönelimin en renkli örneği, Tamburlaine (Timurlenk) ad­lı oyununu 1587 yılında yayınlayan Christopher Marlowe’dur. Marlowe, ünü Avrupa’ya kadar ulaşan Moğol komutam Tımurlenk’i oyununun baş kahramanı yapar ve ona “aşağılık Türkleri” yeryüzünden silme görevini ve­rir. Moğolların Türkler karşısındaki askerî başarısı, Avrupa için bir teselli­dir. öte yandan Marlowe, bir Rönesans adamıdır: Onun için tarihe yön ve­ren şey, dini fikirler yahut İlâhî müdahaleler değil, liderlerin sahip olduğu güç, azim ve yetenektir.

Marlowe’un Tımurlenk’i, askerlerine Türklerin Kur’ân’ını yakmasını em­reder ve şöyle haykırır: “İnsanların boşu boşuna Muhammed’e taptıklarını görüyorum/Halbuki benim kılıcım milyonlarca Türkü cehenneme gönder- miş/Bütün din adamlarını, akrabalarını ve dostlarını katletmiştir/Buna rağmen Muhammed bana dokunamamıştır”.(97) Bir Budist/şaman olan Tımurlenk, böylece Avrupa ve Hristiyanlık adına Türklerden intikam alan bir kahraman ha­line gelir. Moğol barbarlığı, Avrupa için bir intikam aracıdır.

Tersine çevrilmiş barbarlık teması ve buradan doğan “barbar Türk” imajı, ünlü Fransız edibi ve Rönesans düşünürü Francois Rabelais’in Pantagruel (1550) adlı epik eserinde zirveye ulaşacaktır. Eserin kahramanı Pantagruel, öğrencisi Panurge’ye, Türklerin eline nasıl esir düştüğünü ve sonra nasıl kurtulduğunu anlatmasını söyler. Ateşle işkence yapmanın İslâm’da yasak olduğunu bilmeyen ve hayal gücünü zorlayana Rabelais, kahramanının ağzından Türklerin nasıl iş­kence yaptıklarını ve vahşeti bir zevke dönüştürdüklerini anlatır. Kendisi de bir doktor olan Rabelais’in “tabiplerin prensi” olarak bilinen İbn Sina’yı okumuş olmasının, onun İslâm algısında herhangi bir iyileşmeye neden olmadığı anlaşı­lıyor. Ne de Rabelias’in “Rönesans hümanizmi” bir fayda sağlamış görünüyor.

Bu Türk imajı, biraz daha yumuşatılmış bir şekilde, İngiliz dilinin en bü­yük şairi Shakespeare’de de ifadesini bulacaktır. Beşinci Henry oyununda In­giltere Kralı Henry, Fransız Kralının kızı prenses Katherine’le evlenmek is­ter. Amacı, iki ülkeyi birleştirmektir. Evlilikleri, bu birlikteliği ebedîleştirecektir. Zifaf gecesinin iki kutsal gün arasında olmasını planlayan Henry, Katherine’e amacını doğrudan ve açıkça söyler: “Sen ve ben, Aziz Denis ile Aziz George günleri arasında, yarı Fransız, yarı İngiliz bir çocuk vücuda getirsek ve (o çocuk) Konstantiniyye’ye (İstanbul’a) gidip Türk’ü sakalından yakala­sa!” İster siyasette, ister dinde, isterse de tiyatroda olsun, Osmanlı-Türk ima­jı, Avrupa’nın hemen her alanında karşımızda çıkar.

Rönesans ve Reform hareketlerinin Avrupa tarihine damgasını vurduğu 16. ve 17. yüzyıllar, bazı yönlerden yeni algılama ve ilişki biçimlerinin orta­ya çıktığı, bazı yönlerden ise tevarüs edilmiş önyargıların güçlendiği bir dö­nemdir. 1258’de Moğolların Abbâsî Devleti’ni sona erdirmesiyle başlayan sü­reç, Arap siyasî ve kültürel gücünün gerilemesine, buna karşı Türk gücünün belirleyici bir unsur haline gelmesine neden olmuştur. Rönesans’ın vadettiği akılcılık, bilimcilik ve hümanizm, modern dünyanın doğuşuna zemin hazır­lamış; fakat bu arada İslâm, Müslüman ve giderek Türk algısının çerçevesini de belirlemiştir. Avrupa ve Osmanlı, Batı ve İslâm dünyası, modern dünyaya bu tarihi yükü taşıyarak girmiştir.(98)

‘Türk despotizmi’ kavramı, bu algı biçiminin siyaset felsefesindeki önemli ifadelerinden biridir. Despotizm kelimesini ilk defa 1748’de Kanunların Ruhu adlı eserinde kullanan Montesquieu’ye göre, bu rejimde “hiçbir kanuna kurala bağlı olmayan bir tek kişi, her şeyi kendi iradesine ve kaprislerine gör yönetir”. Asya’da yaygın olan bu yönetim biçiminin tarihteki en belirgin örneği, ona göre Osmanlı Devleti’ydi. Osmanlı hakkındaki bilgilerini daha zi­yade dönemin seyyahlarının yazdıklarından devşiren Montesquieu, despotiz­min Müslümanların inanç sistemlerine en uygun yönetim tarzı olduğuna ina­nıyordu. Ona göre, “padişaha tebası tarafından tapılmaktadır” ve “onu bir Tanrı gibi görmelerine neden olan bir tür putperestliğin” varlığı bu sonucu doğurmuştur. Zihnindeki muhayyel Osmanlı modelini ‘despotizm’ kavramı­nı temellendirmek için kullanan Montesquieu, Osmanlı’daki hukuk sistemin­den, şeriattan, padişahın gücünü sınırlayan ve denetim görevi gören divan, ulemâ, meşâyih, ordu ve halk gibi kuvvetlerden hiç bahsetmez. Alman düşü­nür Herder de Montesquieu’nün izinden gider ve Türklerin despotik bir dü­zene sahip olduğunu, bu yüzden fethettikleri topraklardaki büyük sanat eser­lerini takdir edemediklerini ileri sürer."

Montesquieu’nun bu temelsiz ve abartılı iddiasına cevap beklenmedik bir kalemden, Voltaire’den gelir. 1756 tarihli, Töreler Üzerine Deneme adlı ese­rinde Voltaire, Türk despotizmi kavramına şiddetle karşı çıkar: “Yanlış! Bura­da Türk hükümetinin despotik adı verilen saçma bir yönetim tarzına sahip ol­duğu, insanların hepsinin sultanın kölesi olduğu, kendilerine ait hiç bir şeyle­ri olmadığı, canlarının ve mallarının efendilerine ait olduğu konusundaki ön- yargıyı yıkmam gerektiğine inanıyorum...”. Gururlu Türklerin törelerinin acımasız olduğu doğrudur, der Voltaire.

Bu yüzden diğer milletleri küçük görür­ler. Fakat Montesquieu’nun iddia ettiği gibi Osmanlı kanunları “bir tek kişi­nin kaprisleri uğruna binlerce adamı, zevk için beslenen yabanî hayvanlar gibi yok etmesine izin verecek” bir yapıda değildir. Padişahın da Kur’ân’ın ortaya koyduğu temel kurallara uymak zorunda olduğuna dikkat çeken Voltaire, Osmanlı’da özel mülkiyetin bulunduğunu ve bu yüzden veraset kanunlarının yü­rürlükte olduğunu söyler. Dahası, Osmanlı İmparatorluğu farklı din, dil ve etnisiteye sahip ‘otuz farklı halktan oluşmuştur’. Böyle bir devletin, Montesqu­ieu’nun hayal ettiği türden bir despotizmle yönetilmesi asla mümkün değildir.(100)

Daha önce karşımıza çıkan Büyükelçi Ogicr de Busbecq, Montesquieu ve Voltaire’den iki asır önce bu konulara değinmiş ve Avrupalıların Türk kültü­rünü ve İslamı daha kolay anlaması için çeşitli mukayeselerde bulunmuştur. Busbecq, köleliğe karşı çıkar ama Osmanlı’da kölelere adil ve merhametli davranıldığını söyler. Avrupa’da yaygın olan “Aristokratlar, kralların despot ol­masına engel olur; bu yüzden aristokrasi sınıfı gereklidir” iddiasını temelsiz bulur. Ona göre Osmanlı Devleti, böyle bir sınıfın çıkar ve taleplerine mec­bur olmadığı için halka karşı daha adil davranabilmektedir.(101)

Türkler ile Avrupalıların 19. ve 20. yüzyıllardaki ilişkilerine ileride tek­rar değineceğiz. Osmanlı’nın yıkılışından İstiklal Harbi’ne, Türkiye’nin NATO’ya girmesinden AB üyelik sürecine ve Avrupa’da yaşayan milyonlarca Türk’ün varlığına kadar çok geniş bir yelpazeye yayılan bu tarih, hem Türklerin hem de Avrupalıların ‘ben’ tasavvurunu ve ‘öteki’ algısını belirlemeye devam ediyor. Bunun çarpıcı örneklerinden birini, 1947 yılında Nobel Ede­biyat Ödülü’nü alan Fransız şair ve yazarı Andre Gide’de buluyoruz. 1914 te İstanbul ve Konya’yı ziyaret eden Gide, Avrupa merkezci bir kültürel üstün­lük duygusuyla kaleme sarılır:

Konstantiniyye (İstanbul) bütün önyargılarımı doğruluyor ve Venedik le beraber kişisel cehennemime dahil oluyor. Bir mimari eseri, bir cami­nin cephesini takdir etmeye başladığınızda, (aynen şüphelendiğiniz gibi) onun Arnavut yahut İranlı olduğunu öğreniyorsunuz ... Türk kıyafetle­ri aklınıza gelebilecek en çirkin kıyafetler; doğrusunu söylemek gerekir­se (Türk) ırkı da bunu hak ediyor ... (Egzotikliğe olan muhabbetimden, kendi kendimi şövenist bir şekilde mutlu ettiğim korkusundan ve belki de tevazudan dolayı) uzun bir süre birden fazla medeniyet olduğunu, sev­gi ve heyecanımızı hak eden birden fazla kültürün bulunduğunu düşün­müştüm ... Şimdi görüyorum ki bizim Batı (az daha Fransız diyecektim) medeniyetimiz sadece en güzel değil, inanıyorum ki aynı zamanda yegâne medeniyettir - yani sadece bizlerin tevarüs ettiği o Yunan medeniyeti.”(102)

Gide’in kadim Yunan’dan alıp modern Fransa ve Avrupa’ya taşıdığı bu tarih tasavvurunda Türk, Osmanlı ve Müslüman, Batı’nın üstünlüğü ve este­tik zarafeti karşısına bir ‘öteki’ olarak konumlandırılır. Gide’in kültürel ırk- çılığı, birden fazla medeniyetin var olma imkânını ortadan kaldırır. Doğu’yu egzotik bir nesne olarak görmesi bile, Doğulu Türklerin kültürleri hakkında olumlu bir şey söylemesine imkân vermez. Avrupa merkezciliğin tipik ifade­lerinden biri olan bu tasvirler, dönemin Avrupa aydınlarının Batı emperya­lizmine sunduğu fikrî ve estetik katkıdan öte bir anlam ve işleve sahip değil­dir. Osmanlı’yı parçalayan, İslâm ülkelerini sömürgeleştiren, Afrika’dan Hin­distan’a dünyanın dört bir tarafında kendilerine köleler edinen Avrupalıların medeniyetten, kültürel üstünlükten, estetikten ve İnsanî gelişmişlikten bah­setmesi, bu tarihin acı çelişkilerinden biridir.

İbrahim Kalın,Ben,Öteki ve Ötesi(İnsan yay.),syf;210-217,242-246

Dipnotlar:

34.Solnon, Sarık ve İstanbulin, s. 65.

35.Fatih’in gül koklayan portresinin, Nakkaş Sinan’ın talebesi Bursalı Ahmed’e ait ola­bileceği görüşü de ileri sürülmüştür. Bkz. Zeren Tanındı, “Sinan Bey”, TDV İslâm Ansiklopedisi, Cilt 37, s. 228.

36.Solnon, Sartk ve İstanbulin, s. 82

37.Nakleden, Solnon, Sarık ve İstanbulin, s. 83.

38.İlginç bir notu da burada ekleyelim: Vlad’ın memleketi olan Romanya’nın Transi vanya bölgesini doğal koruma altına almak isteyen İngiltere veliahtı Prens Charles» Vlad Dracul ile kan bağı olduğunu ileri sürmüş ve bu bağın kendisine bu bölgeyi koruma altına alma hakkını verdiğini söylemiştir.

39.Muhteşem Yüzyıl dizisiyle tekrar gündeme gelen Kanunî ve dönemi, popüler kül­tür düzeyinde Arap ülkelerinden Balkanlara kadar geniş bir coğrafyada merak ve ilgi konusu olmaya devam ediyor. Tarih ile efsanenin, gerçek ile hayalin, olgu ile fantazinin birbirine karıştığı bu tür durumlarda, İslâm-Batı ilişkileri de yeni bo­yutlar kazanır. Örneğin Süleyman’ın Müslüman bir Türk, gözde eşi Hürrem Sul- tan'ın ise Ukraynah bir devşirme olması, dikkat çekici bir nokta olarak tekrar ifa­de edilir.

40-Bu ve diğer Kanunî portreleri için bkz. Semavi Eyice, “Avrupalı Bir Ressamın Gö­zü ile Kanunî Sultan Süleyman, İstanbul’da bir Safevî Elçisi ve Süleymaniye Ca­mii”, Kanunî Armağanı, Seri VII, Sayı 55 (1970), s. 129-170;Prof. Dr. Semavi Eyi­ce Külliyatı /, der. Sema Doğan (Ankara: Türk Tarih Kurumu Yayınları, 2015), s. 375-427.

41-Paula Sutter Fichtncr, Terror and Toleration: The Habsburg Empire Confronts İslam 1526-1850 (London: Reaktion Books, 2008), s. 24.

.....

96.Aktaran, Car dini, Europe and İslam, s. 128.

97.Christopher Marlowe, Tamburlaine the Great, yayına hazırlayan J. S. Cunningham London,981)BölümV,s. 303’ten aktaran Reeves, Muhammad in Europe, s. 113.

98.Yukarıda bazı örneklerini verdiğimiz bu algılar, bugün de mevcuttur. Almanya’da- ımajının tarihî arka planı ve günümüzdeki yansımaları için bkz. Nevide Akpınar Dellal, Alman Kültür Tarihinden Seçme Tarihi ve Yazınsal Ürünlerde Türkler (Ankara: Kültür Bakanlığı Yayınları, 2002), özellikle s. 7-29.

99.Bkz. Onur Bilge Kula, Batı Felsefesinde Oryantalizm ve Türk İmgesi (İstanbul: Tür­kiye İş Bankası Yayınları, 2010), s. 97.

100.Alıntılar için bkz. Solnon, Sarık ve İstanbulin, s. 319-321.

101.Fichtner, Tenor and Toleration s 79

102.Andre Gide,Journals 1989-1949 (New York: Vintage Books, 19S6), Cilt I, s. 177,

Bu emperyalist saldırılara kar­şı Türklerin ve diğer Müslümanların verdiği cevabı, ilerleyen sayfalarda ele alacağız. Ret, direniş, savaş, uzlaşma, kabul, eleştirel ilişki, taklit ve asimilas­yon gibi farklı şekillere bürünen bu cevaplar, aynı zamanda İslâm-Batı ilişki­lerinin modern tarihinin temel unsurlarını oluşturur.
Devamını Oku »