Selefilik ve Batı

 


Radikal-entegrist’ selefîlik neden Batı’da yükseliyor?


 Prof. Dr. Özcan Hıdır


Radikal-entegrist selefiliğin, görünürde alınan bütün karşı güvenlik tedbirlerine rağmen, paradoksal bir şekilde Batı’da da yükselişini sürdürdüğü söylenebilir.



11 Eylül sonrasında ‘selefilik’ özellikle de ‘radikal-entegrist selefilik’ dünyanın hemen her yerinde yükseliş trendine girdi. Türkiye’de son aylarda pek çok insanımızın hayatını kaybetmesine yol açan terör eylemlerinin faili, radikal-entegrist selefiliğin uzantısı DAEŞ ve dayandığı teoloji-ideoloji alabildiğine tartışıldı, tartışılıyor.

Radikal-entegrist selefiliğin, görünürde alınan bütün karşı güvenlik tedbirlerine rağmen, paradoksal bir şekilde Batı’da da yükselişini sürdürdüğü söylenebilir. Bu yükselişin arkasında dini, siyasi, ekonomik, stratejik, sosyo-kültürel, psikolojik ve coğrafi pek çok neden olsa da, bunların en önemlisi radikal selefiliğin ideolojik-dini yapısı, söylemleri ve zihin kodlarıyla alakalı olanıdır.

Hal böyle olunca bugün Türkiye’de ve dünyada, radikal-entegrsit selefiliği, zihin dünyasını ve kodlarını ihmal ederek daha ziyade güvenlik boyutu ile ele almanın, resmin bütününü ve belki de merkezi noktasını görememek anlamına geldiği ortaya çıkıyor. Hâlbuki güvenlik boyutu asla ihmal edilmeksizin, radikal-entegrist selefiliğin bizzat özünü, aklı ve geleneği dışlayıp lafzi-literal-zahiri bir tarzda doğrudan Kur’an ve sünnete başvurma tavrını, tekfirci/ötekini dışlayıcı yönünü, dini, siyasi ve sosyo-kültürel dinamiği ve arka planını, dolayısıyla ‘yapı-bozucu’ ve ‘müslümanların tavırlarına sirayet edici’ karakterini anlamak ve ona yönelik uzun vadeli tedbirleri devreye sokmak, ana akım Müslümanlar için çok daha önemli hale gelmiştir. Tabir yerinde ise, radikal selefilik konusunda, sineklerle mücadele yerine bataklığın kurutulmasına yönelik çalışmalar esas olmalıdır. Böyle yapılamadığı sürece bu ideolojiye dayanan El-Kaideler gider DEAŞ’lar gelir, DEAŞ’lar gider radikal-entegrist selefiliğin Şiî versiyonu olan Haşdi Şabi’ler gelir. Hatta DEAŞ sonrası tedavüle sürülecek örgüt bile hazırlanmıştır şimdiden. Fakat arkasındaki zihin kodları, dinamikler, motivasyonlar ve dış yönlendirmeler hep aynı kalır.

Radikal eğilimlerin yaslandığı zihniyet ve bu türden akımların teorik zeminlerine dair yapılacak araştırmalara paralel olarak, radikal selefiliğin Batı’da hangi koşullarda ve ne şekilde gelişip güçlendiğinin incelenmesi de önem taşıyor. Nitekim bu doğrultuda yapılacak araştırmalar, kısmen Türkiye de dahil olmak üzere, radikal-selefi tavırların şu veya bu şekilde genç nesiller arasında uç vermeye başladığı ülkelerin, bu gruplarla mücadelede kuşatıcı bir perspektif geliştirmesi açısından aydınlatıcı olacaktır. Bu bağlamda, başlangıç olarak Avrupa’daki selefilerin örgütlenme tarzını etüt etmek faydalı olacaktır.

İki örgütlenme modeli

Batı’da selefilik veya daha özelde DEAŞ ve El-Kaide gibi radikal-entegrist selefiler hakkındaki çalışmalarda genelde iki tür örgütlenme modelinin ortaya konulduğu görülüyor. Birinci tür yaklaşıma göre selefi örgütlerin ‘tabandan tavana’ örgütlendikleri söylenir. Mesela Marc Sageman’a göre, bu gruplar hiyerarşik yapı ile tavandan tabana değil, daha bireysel anlayışlar olarak kendi başlarına radikalleşip bu örgütlere katılıyor. Buna karşılık Bruce Hoffman gibi bazı araştırmacılar ise El-Kaide ve DEAŞ gibi radikal-entegrist selefilerin daha hiyerarşik bir tarzda tavandan tabana uzanacak şekilde örgütlendiklerini savunuyor. Bunların her ikisi de muhtemel olsa da, radikal-entegrist selefilerde bireysellik ve bireysel söylem ve eylemler de önemli bir özellik. Aslında yerine göre her iki yöntemin de uygulandığı ve bir metoda bağlı kalınmadığı da söylenebilir.

Esasen bu iki tür örgütlenme modelinden biri, şu veya bu şekilde hemen bütün cemaat ve gruplarda da görülür. Bazı örgütlerde ise aslında her iki modelin aynı anda var olduğu söylenebilir. Mesela ‘neo-oryantalistik bir devşirme’ örgüt olarak FETÖ’nün örgütlenme modeli aslında böyledir. Zira arka planda katı hiyerarşik ve batıni-ezoterik bir yapı arzederken, görünürde ise aralarında sıkı bir koordinasyon olan farklı tüzel kişilikler olarak tezahür eder. Yine de FETÖ’nün her iki örgütlenme modelini batıni/ezoterik tarzda uyguladığı söylenmelidir.

Türk kurumlarına yönelik kampanyalar

Son dönemlerde, aslında hiyerarşik örgütlenmeleri güçlü olan Türklere ait kurum ve kuruluşlara yönelik kampanyaların da bu tespitle ilgisi vardır. Zira hiyerarşik ve iyi örgütlenmemiş etnik/dini grupları yönlendirmek çok daha kolaydır. Hollanda’da hiyerarşik cemaat yapıları nispeten zayıf olan Faslı gençlerin daha kolay yönlendirilmeleri ve güçlü kurumlara sahip Türklerin kolay yönlendirilememesi örneği burada zikredilebilir. Selefiliğe ve DEAŞ’a sempati duyup katılma konusunda da, nüfusları daha az olmasına rağmen, Faslıların Türklere göre çok daha önde olmasının (mesela bazı araştırmalar Hollanda’da yaklaşık yüzde 80/yüzde 20 oranını veriyor) önemli bir sebebi de burada yatmaktadır.

Son senelerde özellikle Almanya, Hollanda ve Avusturya gibi Türklerin yoğun olarak yaşadığı ülkelerde, Türklere ait kurum ve kuruluşlara yönelik, DEAŞ’a katılımların arttığına dair algı oluşturulmaya çalışılsa da, Arap kökenli müslümanlar ile mühtedilere nazaran Türkler arasında DEAŞ’a katılım oldukça düşüktür. Radikal-selefilerin daha ziyade Araplardan oluşmasının en önemli sebebi olarak Türkler arasındaki sıkı cemaat yapılanmasını, düzenli kurum/kuruluş ve camiilere sahip olmalarını, öteki ile uyum içinde yaşama tecrübesi olan Anadolu İslam anlayışının bağlıları olmaları gibi sebepleri gösterebiliriz.

Ne var ki son senelerde Türkler arasından da selefi eğilimli gruplara veya genel anlamda selefiliğe yönelimlerde artış olduğunu da söylenebilir. Avrupa’daki durum daha ziyade üçüncü ve dördüncü kuşak Türklerin hibrid-melez, global kimliklere sahip olmalarıyla da açıklanabilir. Fakat Araplarda radikal-selefiliğe kayma ve kimlik değişimleri çok daha hızlı oluyor. Varlık ve kimliklerinin yok sayılarak ötekileştirilmeleri burada önemli bir etken tabiatıyla. Burada aynı zamanda sosyal medyanın, bağlamsız ‘import’ fetvaların ve duygusal motivasyonların da etkisiyle ‘kendi kendine radikalleşme’ de gelişebiliyor. Şu halde hiyerarşik yapıdaki cemaat ve yapılar içinde, hibrid-melez ve bireysel bir kimlik ve kendi kendine radikalleşmenin öne çıktığı selefilik tavrı kolayca gelişemiyor, denebilir. Spekülatif yönler barındırsa da, Sageman’ın ‘Leaderless Cihad’ (Lidersiz Cihad) adlı kitabında da bu olgular üzerinde durulur.

‘Melez/hibrid’ kimlikler ve radikal-selefilik

Batı’da yaşayan özellikle üçüncü ve dördüncü kuşak Müslüman nesiller arasında, işaret edildiği üzere, ‘melez/hibrid’ kimliklerin geliştiği görülüyor. Diasporada azınlık halinde yaşayan toplumlar ile modernleşmenin etkilerinin yoğun görüldüğü toplumlarda bu tür kimliklerin geliştiği de bilinen bir olgu. Bu tür kimliklerde genelde bireyselleşme öne çıkıyor, mezhep/meşrep/cemaat ve kök ülke aidiyetleri azalıyor. Ayrıca gelecekle alakalı belirsizlikler de burada rol oynuyor. Bu olgu, son dönemlerde Avrupa ülkelerindeki yabancı ve İslâm karşıtı ve ırkçı tutumlar ile birlikte düşünüldüğünde, bu tür kimliğe sahip genç müslüman nesiller için yepyeni bir sosyoloji ve psikolojinin varlığına işaret ediyor. Etnik aidiyetlerinin yerini de ‘Türk-Alman’, ‘Fransız-Faslı/Cezayirli’, ‘İngiliz-Pakistanlı’, ‘Hollandalı-Faslı/Türk’ gibi melez/hibrid etnik ve kültürel kimlikler alıyor. Özellikle radikal selefilikte etnik ve kültürel aidiyetlerin ötesine geçen ‘transnational’ ve hibrid bir kimlik de öne çıkıyor. Bu ise aslında bir anlamda kimliksizliği tanımlıyor.

Bu durumda olan genç Müslüman nesillerde ve özellikle de Arap asıllı olanlarda, radikal-entegrist selefilik bir kaçış/çıkış olarak tezahür ediyor. Önceki mezhep/meşrep/cemaat aidiyetlerine karşı protest-fanatik ve dışlayıcı bir tavır gelişiyor. Bu durum, adeta ‘araf’ta olan hibrid kimliklere sahip bu genç kuşaklar için, bir anlamda cennete kaçış olarak tezahür ediyor. Siyah-beyaz, protest-tepkisel, dışlayıcı, doğru-yanlış, mutlak doğruyu temsil ettiğini düşünen, özcü-püritenist ve hatta (paradoks gibi dursa da) pozitivist yaklaşımlara sahip tekfirci radikal-selefilik de bu cenneti zaten peşinen vadediyor. Bu ise özünde pozitivist bir yaklaşımı salık verir. Bazı araştırmalarda, radikal selefilerin düşünme biçimi ile pozitivist temele dayanan bazı bilimlerin düşünme biçimi arasında karşılaştırmaların yapılıp yakın benzerliklerin bulunması da bundandır. Nitekim bu araştırmalara göre, Batı ülkelerinden DAEŞ’e katılanların önemli bir kısmının (yaklaşık yarısından fazlası) bu tür düşünme biçimine sahip selefilerden oluştuğu ifade edilir. Hatta hatırlanacağı üzere, sosyal medyada bir mektup yayımlayarak DAEŞ’e katıldığını duyuran ve onun söylem ve eylemlerini savunan ODTÜ öğrencisi bağlamında bu konu Türkiye’de de kısmen gündeme getirilmişti. Başarılı bir operasyonla geçtiğimiz günlerde yakalanan Reina saldırganının da bu tür bir eğitim arka planına sahip olduğuna dair bilgiler medyada yer aldı.

Avrupa’da mühtedîler ve selefilik

Suriye’de DEAŞ saflarında Batı ülkelerinden gelen önemli sayıda mühtedinin olduğu bilinen bir olgu. Avrupa ülkelerinde DAEŞ bağlamındaki en önemli tartışma konularından biri de bu. Yer yer farklı motivasyonlar rol oynasa da bu katılımlarda, ihtidaları sonrasında mühtedilerin kimliklerinin, daha ziyade selefiler arasında görülen radikal-extremist-protest söylem, eylem ve yorumlarla şekillenmesinin önemli rolü vardır. Zira Avrupa’daki bu yerli müslümanlar arasında ‘selefî-literal-zahirî-protest’, ‘tasavvufî-irfanî’ ve ‘rasyonel-revizyonist-liberal’ olmak üzere başlıca üç yorum tarzı öne çıksa da, en belirgin ve yaygın anlayış radikal-entegrist-protest selefi anlayıştır.

Kaldı ki her ihtida aslında buhranlı, depresyon içeren sancılı bir arayışın akabinde gerçekleşmekte ve yeni girdiği dinde mühtedi, genellikle radikal-protest, lafızcı-literal tavırlarla ve anlayışlarla yeni kimliğini inşa etmeye çalışmakta, bunu yaparken de tabii olarak uçlara savrulabilmekte ve dışlayıcı tavırlar sergilemektedir. Bilgiye değil de daha ziyade duyguya dayanan bu tür tutumlar, mühtedilerde yaşadıkları boşlukları dolduran bir işlev görebilmekte, böylelikle radikal-selefi düşünceyle tanışıp bütün cevapları bulduklarına inanmaktadırlar. Zira bu tür mühtedilerin önemli bir kısmı seküler ailelerden gelmekte ve İslamî bilgi açısından oldukça zayıf durumdadırlar. ABD ve AB ülkelerinden DEAŞ’a katılıp da örgüt adına açıklamalar yapan bazı militanların durumu aslında böyledir. Ancak şunu da belirtmek gerekir ki, bunlar içerisinde ileri arayışlara girenler, İslâm’daki farklı okuma biçimleri ile tanışanlar, bu radikal-selefi tavırlardan uzaklaşabilmektedir. Yusuf İslam hakkında “üç Yusuf” evresinden bahsedilmesi bundandır ve “birinci Yusuf” döneminde Yusuf İslam’da da radikal-selefi söylem ve tavırların alabildiğine var olduğu bilenlerin malumudur.

Bütün bunların ise dış yönlendirme, müdahale ve istismarlara açık bir durum olduğu aşikardır. Nitekim bu grupların radikal eğilimlerinin el altından istismar edildiği ve yönlendirildiği, zaman zaman medyaya yansıyan itiraflar ve bilgiler arasındadır.

Batı radikal-entegrist selefiliği destekliyor mu?

18. yüzyıldaki ortaya çıkışında İngilizlerin etkisine dair tartışmalar bir yana, sözünü ettiğimiz özellikleri sebebiyle Batı’daki radikal-entegrist selefiliğin dış müdahalelere ve yönlendirmelere alabildiğine açık olduğunu söylemek için kâhin olmaya gerek yok. 11 Eylül sonrasında Batı’daki İslam karşıtı söylem ve eylemlerin alabildiğine ivme kazandığı süreçte bu çok daha mümkün olmuştur. Selefilik ile alakalı Batı’daki uzmanların, projelerin ve çalışmaların çokluğu da bunu söylememize imkân veriyor. Öyle ki radikal-entegrist selefilik Batı’da güncel dinî/mezhebî tartışmaların başat aktörlerinden biri haline ge(tiri)lmiştir. Bu tür proje, çalışma grubu ve ampirik-teorik araştırmaların Türkiye’de çok az oluşu ise bahsi diğerdir.

Buradan hareketle radikal-entegrist selefiliğin, Türkiye başta olmak üzere, İslam dünyasına yönelik operasyonlarda bir aktör olarak desteklendiğini ve kullanıldığını rahatlıkla söyleyebileceğimiz verilere sahibiz. Zira selefilik, özünü gizleyen, dışta başka içte başka olması hasebiyle Müslümanlara yönelik tehlikesi daha büyük olan ve dolayısıyla nüfuz edilip çözülmesi çok daha zor ‘batınî-takiyyeci’ hareket/anlayış değil, zahirî temele dayanan bir harekettir. Bu tür zahiri hareketlere nüfuz edilip yönlendirilmesi de her zaman kolay olmuştur. Nitekim Avrupa’da genelde İslami yapılanma, özelde ise selefi yapılanmaların takibi için özel birimlerin oluşturulduğu da kamuoyuna yansıyan bilgiler arasındadır.

Dolayısıyla şayet istenirse, onların Avrupa ülkelerindeki faaliyetlerinin takibi, radikal söylem ve eylemlerinin önlenmesi de zor değildir. Hangi camide/ortamda kimin neler söylediği çoğunlukla bilinmekte ve aslında takip de edilmektedir. Medyada yer alan bazı radikal söylemlere sahip konuşmacıların ülkelere girişinin yer yer engellenmesi hariç, selefilerin radikal söylemlerle faaliyette bulunmalarına da genelde izin verilir. Ülke dışından (genelde İngiltere ve Amerika) aşırılıkçı görüşlere sahip selefi konuşmacıların davet edildiği iki, üç gün süren büyük toplantılara, bazı durumlar hariç çoğunlukla engel olunmaz. Hatta İslam ve Müslümanlar söz konusu olduğunda sıkı bir denetime tabi görsel medyaya çoğunlukla bu tür radikal-selefiler konuşmacı olarak çıkarılır; Müslümanları temsilen onlar konuşturulur. Selefi grupların vakıf/dernek gibi kurmalarına, bu vakıf ve dernekler için büyük sermayelerle bina satın almalarına, bu binalarda radikal söylem ve eylemlerde bulunmalarına, neşriyat yapıp bunları serbestçe dağıtmalarına göz yumulur.

Avrupa ülkelerinin bu tavrı din/fikir özgürlüğü bağlamında tolere edilebilir gibi dursa da, burada genelde İslamın ve Müslümanların imajını bozma, İslam’ı bu tür radikal-entegrist söylemlere mahkûm etme, Avrupalı insanların gözünde Müslümanları radikal tipoloji ve söylemlerle eşleştirme ve nihayet müslümanları ve İslam dünyasını bu tür örgütlerle yeniden dizayn etme amacı sezilir. Bugün Batı’da müslümanlar söz konusu olduğunda akla ilk anda DEAŞ’ın geliyor olması, Batı’nın bu konuda kendince nisbi bir başarı yakalamış olduğuna işaret etmektedir. Nitekim kamuoyuna yansıyan bazı ifadelerde, özellikle Irak ve Suriye bağlamında, bütün bunların itiraf edildiğine şahitlik ediyoruz. Hatta 20 Ocak’ta ABD başkanlığını devralan Trump’ın da DEAŞ’ın kuruluşu ile alakalı olarak Obama yönetimine yönelik kamuoyuna yansıyan açıklamaları da bunu gösterir.

Buna karşılık Müslümanlara, İslam dünyasına ve bilhassa da İslam dünyasında medeniyet ufku hâlâ diri olan Türkiye’ye düşen ise, bütün bunları teşhis etmek, bu tür yapıların zihin kodlarını, insan devşirme usullerini iyi etüt etmek ve tedaviye yönelik olarak ise güvenlik tedbirlerinin ötesinde, dini, siyasi, ekonomik, psikolojik ve sosyo-kültürel adımları bir bütün olarak hayata geçirilebilmektir. Bütün bunların ise ‘dini diplomasi-kültür diplomasisi’ ve her şeyden önemlisi “gönül gücü ve diplomasisini” de önceleyen bir perspektif gerektirdiği izahtan varestedir.

[Prof. Dr. Özcan Hıdır, İstanbul Sabahattin Zaim Üniversitesi ve Rotterdam İslam Üniversitesi’nde öğretim üyesidir]

Devamını Oku »

Filistin, İsrail ve İslâm-Batı ilişkileri

Filistin, İsrail ve İslâm-Batı ilişkileri

20.yüzyılda Islâm-Batı ilişkilerini geren ihtilaf konularından biri de, İs­rail'in işgaliyle ortaya çıkan Filistin meselesidir. Meselenin Islâm-Batı ilişkile­ri üzerindeki etkisi genellikle Batılı uzmanların tahmin ve itiraf ettiklerinden çok daha derindir. Islâm dünyası Filistin meselesini basit bir toprak sorunu değil, bir adalet ve insanlık meselesi olarak görmekteyken, İsrail ve destekçi­leri konuyu Filistinlilerin, Arapların ve Müslümanların ötekileştirilmesi üze­rinden kendi lehine çevirmeye çalışmaktadır. Düşmanlarla çevrilmiş bir coğ­rafyada barış, demokrasi ve yaşam mücadelesi verdiği söylemini yayan İsrail yönetimleri, Batı devletlerinin ve kamuoyunun desteğini yanına çekmek için siyasetten medyaya, ekonomiden lobilere, sinemadan diplomasiye geniş bir araçlar setini kullanmaktadır.

Burada detaylarına giremeyeceğiniz çeşitli ge­rekçelerle İsrail’in hikâyesini satın alan Batı kamuoyu, böylece Orta Doğu’nun en büyük ihtilafında taraf olur ve bilerek veya bilmeyerek Arap ve İslâm dün­yasını karşısına alır. Elbette Avrupa ve Amerika’da İsrail’in işgal politikalarına ve hukuk ihlâllerine karşı çıkan ve Filistin davasını destekleyen pek çok aydın, yazar, sanatçı ve siyasetçi bulunmaktadır. Fakat genel tabloya bakıldı­ğında, Batılı ülkelerin İsrail’e verdiği destek, İslâm dünyasında bir çifte stan­dart ve ihanet tavrı olarak görülmektedir. 1967’den sonra İsrail’in Kudüs’ü işgal ederek “ebedî başkenti” ilan etmesi, bu gerilimi had safhaya taşımıştır. İşgal altındaki Gazze ve Batı Şeria’nın yanı sıra Kudüs’te Mescid-i Aksâ’nın belli dönemlerde İsrailli işgalciler (“yerleşimciler”) tarafından ele geçirilmek istenmesi, meseleyi siyasî olmanın ötesinde dinî bir boyuta da taşımaktadır.

1917 Balfour Beyannamesi ile başlayan ve 1948’te Filistin toprakları üze­rinde bir İsrail devletinin kurulması ile sonuçlanan süreç, modern Orta Do­ğu tarihinin en büyük kırılmalarından biridir. Yüzlerce yıldır yaşadıkları va­tanlarını bir oldu-bittiyle kaybeden Filistinliler, özellikle 1967 Arap-İsrail Savaşı’ndan sonra büyük travmalar yaşadıkları bir döneme girdiler. Modern Arap siyasetinin tarihi aynı zamanda Filistin topraklarının işgal tarihidir. Mı­sır’da Cemal Abdunnâsır’ın yükselişinden Suriye ve Lübnan siyasetine, Filis­tin Kurtuluş Orgütü’nün ve Hamas’ın kurulmasından Hizbullah’ın ortaya çı­kışına, İslâm İşbirliği Teşkilatı’nın 1969’da Kudüs’te meydana gelen hadise­ler üzerine kurulmasından Amerika’nın Orta Doğu politikasına kadar çağdaş Arap siyasî tarihinin her önemli başlığı bir şekilde Filistin meselesiyle ilgili­dir.(31)

Filistin, hiçbir zaman sadece Arapların meselesi olarak görülmemiş, Tür­kiye’den Endonezya’ya bütün İslâm dünyasında yakından takip edilen bir ko­nu olmuştur. Arap dünyasında birleşik Arap kuvvetlerinin İsrail ordusu kar­şısındaki kayıpları, modern Arap ve Orta Doğu tarihinin büyük travmaların­dan biri haline gelmiştir.(32)

Batılı devletlerin siyonizm hareketine ve İsrail’e verdiği destek, 1917’den bu yana İslâm-Batı ilişkilerinin temel gerilim hatlarından birini oluşturmakta­dır. Siyonizm hareketi, ortaya çıktığı andan itibaren Orta Doğu dışından “bü­yük güçlerin” (İngiltere ve Amerika) desteğini alarak Filistin toprakları üze­rinde bir Yahudi devleti kurma projesini hayata geçirmiş ve bunu açıkça ifa­de etmekten de çekinmemiştir.(33)

1917-1948 arasında ağırlıklı olarak İngiltere'nin desteğiyle büyüyen hareket, 1948’de İsrail devletinin kurulmasından sonra ağırlık merkezini Amerika’ya kaydırmıştır. Soğuk Savaş döneminde sa­dece Amerikan devletinin değil, zengin ve etkili Yahudi iş adamlarının, siya­setçilerin, medya mensuplarının ve sanatçıların da desteğine başvuran Siyo­nizm hareketi, Orta Doğu’nun göbeğinde Batı’yla ilişkilerini güçlendirirken Arap ve İslâm dünyasıyla gerilim ve çatışma siyaseti izlemiştir. Bu çerçevede “bölge dışı büyük güçlerle ittifak” stratejisi, Arap ve İslâm dünyasında sömür­geciliğin ve Haçlı seferlerinin yeni bir versiyonu olarak görülmektedir. Avru­pa’nın Holokost karşısında hissettiği ‘suçluluk duygusu’ ve Amerika’nın böl­gesel çıkarları, İsrail devletini ve onun yayılmacılık siyasetini meşrulaştırırken; Filistin topraklarının işgal edilmesini, Filistin halkının aşağılanmasını ve sür­gün edilmesini haklılaştıran bir işlev görmektedir. Amerikan sağının ve Hris- tiyan çevrelerin İsrail’e dinî ve siyasî gerekçelerle tam destek vermesi, Ame­rikan toplumuyla İslâm dünyası arasındaki temel gerilim hatlarından biridir.(34)

Bugün Amerikan devleti ve kamuoyu üzerinde etkili olan İsrail lobisinin de çabalarıyla, Batılı ülkelerin Orta Doğu politikası, büyük bir gerilim kayna­ğı olmaya devam ediyor.(35) “İslâmî köktencilik/terörizm” söyleminde olduğu gibi, burada da kültürel ve ırkçı tiplemelerin etkin bir şekilde kullanıldığını görüyoruz.

Filistin sorununa adil ve barışçıl bir çözümün önündeki tek enge­lin Filistinliler olduğu tezini sürekli işleyen lobi, bu söylemi yaymak için her tür imkânı seferber etmektedir. 1962 tarihli Lawrence of Arabia filminden alı­nan bir cümleyle ifade edecek olursak, Batı’nın nazarında Araplar, “akıllı bir Batılının himayesine muhtaç ve siyasetten anlamayan” aktörler olarak görül­mektedir.(36)

Bu betimleme, yer yer düpedüz ırkçılığa dönüşür. Böylece Filistin sorunu, İsrail’in işgal ve yayılmacılık politikalarına değil, Filistinli Müslüman Arapların güya demokratik olmayan geleneklerine, uzlaşmaz tutumlarına, ge­ri kalmışlıklarına vs. atfedilir. Filistinliler “şiddet yanlısı, barış karşıtı, terö­rist...” gösterilerek asıl mağdurlar suçlu hale getirilmek istenir.(37) İsrail yanlı­sı bîr yazara göre, sorun “işgal değil, (Yahudi) yerleşimciler değil; hele İsra­il'in hunharca saldırılan hiç değil. Sorun Arapların başkalarıyla barış içinde yaşama yeteneğinden yoksun olması”dır.31' İsrail lobisi, bu söylemi temellen­dirmek için vulgar oryantalizmin inşa ettiği çarpık Islâm ve Müslüman imajı­nı mebzul derecede kullanır, özellikle Amerika'da İslâmofobinin bayraktar­lığını yapan isimlerin aynı zamanda İsrail lobisinin etkin isimleri arasında yer alması şüphesiz bir tesadüf değil.(38)

Filistin meselesi ile İsrail lobisinin ve vulgar oryantalizmin kesiştiği yer de burasıdır. Bunun tipik örneklerinden biri, 2005 yılında Amerikan Yahudi liderleri için bir rapor hazırlayan anket uzmanı Frank Luntz’un “Filistinlilere Arap deyin” tavsiyesidir. İlk bakışta önemsiz bir detay gibi görünen bu ifade şekli, İsrail’in işgal ve şiddet politikalarını meşrulaştırmak için sıkça başvuru­lan etkin bir propaganda aracıdır. Zira “Filistinli” kelimesi insanların zihnin­de “mülteci kamplarını, mahrumiyeti ve baskıyı” çağrıştırırken, “Arap” den­diğinde insanların aklına “zenginlik, petrol ve İslâm” gelir.

“Filistinli”, gerçek bir halkı, hem de zulme ve haksızlığa uğramış bir toplumu ifade eder. “Arap” ise, Batı toplumlarının kollektif hafızasında pek çok olumsuz referansı akla getirir. Dahası bu isimlendirme İsrail yönetimlerinin “pek çok Arap devle­ti var; Araplar Filistin sorununu çözmek istiyorsa Filistinlileri ülkelerine ala­rak bu meseleyi kökünden halledebilir” imasında bulunan yaklaşımlarına da psikolojik bir zemin hazırlar. Buna göre, Filistin halkı acı çekiyorsa bunun sorumlusu zengin, müreffeh ve demokratik İsrail değil, baskıcı ve duyarsız Arap rejimleridir. Luntz’a göre. Amerikan Yahudi örgütleri Filistinlilere kar­şı propaganda savaşında bu ayrımları stratejik bir araç olarak kullanmalıdır.'(40)

Bu tavrın arkasında yatan acı ve rahatsız edici gerçek şudur: “Bir başka milleti işgal etmek, ırkçılığı gerektirir ve onu besler”.(41) Siyonizmın Filistin-li Arap ve Müslüman karşıtı bir kimliği bürünmesinin sebebini burada aramak gerekir. Onlarca yıldır devam eden haksız ve gayr-ı insani bir işga­li sıyaseten, zihnen ve ahlaken meşrulaştırmak için, Müslüman Arapların ve Filistinlilerin her zaman suçlu, şiddet yanlısı, terörist, vs. olarak gösterilmesi gerekir. Bu ise bir grup insana karşı -aslında neredeyse bütün dünya Müslümanlarına yönelik- tekdüze, suçlayıcı ve son tahlilde ırkçı tiplemelerin inşa edilmesi ve medya yoluyla yayılması sonucunu doğurur.

Filistin’de yaşanan büyük haksızlığa karşı çıkan herkes, derhal teröristleri desteklemekle vs. suç­lanır.Öyle ki Jimmy Carter bile İsrail’in işgal ve ayrımcılık politikaları yüzün­den bir apartheid devleti” haline geldiğini söylediği için muazzam bir saldı­rıya maruz kalmış; yobaz, antisemitik, vs. olmakla suçlanmıştır. Bir eski Ame­rikan Başkanı bu tip bir muameleye maruz kalıyorsa, sıradan insanların ve ta­bii Filistinlilerin her gün maruz kaldığı saldırıları düşünün!(42)

İslâm dünyasında İsrail devletine gösterilen tepki, antisemitizm gibi Ya­hudi düşmanı ve ırkçı bir söyleme dayanmaktan ziyade Filistin topraklarının işgal edilmesi ve Filistin halkının yok sayılmasıyla ilgili bir durumdur.(43) Islâm tarihinde çeşitli Yahudi topluluklarıyla gerilim ve çatışmalar yaşanmıştır. Bu tür tecrübelerin yer yer Yahudi karşıtı söylemleri cesaretlendirdiği de doğru dur. Fakat son tahlilde antisemitizm bir Hristiyan-Avrupa ideolojisidir. Israil’e verilen tepki, Yahudilere yahut Yahudilik’e değil, bu devletin işgal ve politikalarına verilen bir tepkidir.

Elbette bu, İslâm dünyasında hiçbir antise­mitik söylemin bulunmadığı anlamına gelmez. Yahudilere yönelik nefret söylemleri kesin olarak reddedilmelidir. Bir kişi, kurum ya da siyasî yapı, sadece Yahudi olduğu için ırkçı ve ayrımcı yaklaşımların konusu olamaz. Bu yüzden de Yahudi düşmanlığı ile İsrail’in politikalarını eleştirmeyi birbirinden ayır­mak büyük önem arz etmektedir. Bu konuda İslâm dünyasındaki siyasetçile­rin, aydınların ve din adamlarının gerekli hassasiyeti göstermesi siyasî ve ah­lâkî sorumluluğun bir gereğidir.

İsrail’in işgal politikalarını eleştirmeyi antisemitizm olarak takdim etmek, İsrail lobisinin ve propaganda makinasının kullandığı etkili araçlardan biri­dir. Her itirazı “İsrail’in varlığını ortadan kaldırmaya dönük bir adım” olarak görmek, tartışmayı rasyonel zemininden kopartarak varoluşsal ve sıfır top­lamlı bir düzleme taşır. Edward Said’den Jimmy Carter’a, işgale karsı çıkan- Filistin ve İsrail halklarının hak, adalet ve eşitlik temelinde yaşamasını savu-nan herkes antisetnitık damgasını yer. Lobinin ustalıkla kullandığı bu argü­man, İsrail hükümetlerine yönelik eleştirileri bir ırkçılık ve ayrımcılık olarak kurgular.

Amaç, İsrail’in işgal politikalarına karşı eleştirilerin önüne geçmek­tir. Fakat asıl çifte standart şudur: Batı’dan gelen İsrail eleştirileri siyasî tez­ler olarak reddedilirken, İslâm dünyasından gelen itirazlar antisemitik, fun­damentalist, şiddet yanlısı, aşırıcı, vs. olarak yaftalanır ve böylece Batı kamu­oyunun derhal reddedeceği söylemler haline getirilir.(44)

Dahası, İsrail'e yöne­lik eleştiriler söz konusu olduğunda ifade özgürlüğü bir hak olmaktan çıkar. Basında uygulanan sistematik sansür ve, habercilerin ve yorumcuların içselleştirdiği oto-sansür, adil ve sağlıklı tartışmalar yapılmasını imkânsız hale ge­tirir. Böylece Filistin meselesi, modern çağda gazetecilik standartları, ifade özgürlüğü ve adil temsil gibi İslâm-Batı ilişkilerinin merkezinde yer alan ko­nularla iç içe girer. Bu duruma itiraz eden kişiler arasında Yahudi aydın, ya­zar ve akademisyenlerin olduğunu da not etmekte fayda var.(45)

İsmail Farukî, 1980’de kaleme aldığı İslâm ve İsrail Sorunu adlı eserinde, Filistin topraklarının işgaliyle ortaya çıkan İsrail sorununun aynı anda İslâm dünyası, Hristiyan âlemi ve Yahudiler arasındaki ilişkileri gerdiğini söyler. Bal­four Beyannamesi sonrasında yaşananlar Haçlı seferlerinin bir devamı yahut modern sömürgeciliğin bir tezâhürü olarak görülebilir. Fakat “İsrail sorunu” hem bunlardır, hem de bunlardan fazla bir şeydir. Osmanlı Devleti’nin yıkıl­masıyla bölgede ortaya çıkan jeopolitik boşluğu doldurma yarışına giren Batılı sömürge güçleri, Filistin topraklarında bir Yahudi devleti kurarak Orta Doğu’daki varlıklarını devam ettirmek istediler.

Böylece modern sömürgeciliğin tarihi, Arap ve Islâm ülkelerinin bağımsızlıklarını kazanmalarıyla sona erme­di; tersine Filistin meselesi üzerinden derinleşerek devam etti. Geleneksel Ya­hudilikten ayırt edilmesi gereken siyonizm, modern bir ideoloji olarak Avru­panın sömürgeci emellerine hizmet ettiği için destek görmüştür. Farukî’ye gö­re, Filistin toprakları üzerinde kurulan İsrail Devleti’nin Batı nezdindeki stra­tejik önemi buradan kaynaklanmaktadır. Bu yüzden Farukî, Yahudilik ve Yahudiler ile siyonizmin ve İsrail Devleti’nin birbirinden ayrı değerlendirilmesi gerektiğini söyler. Bu ayrımın altını bugün de ısrarla çizmek gerekir.(46)

Filistin topraklarının ve halkının işgal altında olduğu gerçeği, bir taraf­ta Müslüman-Yahudi, diğer tarafta İslâm-Batı ilişkilerini zehirleyen bir etkiye sahiptir. Batı Şeria, Kudüs yahut Gazze’de yaşanan her hadise, küresel bir et­ki yaratarak Müslümanlar, Yahudiler ve Batılılar arasındaki ilişkileri germek­te ve rasyonel konuşma zeminini ortadan kaldırmaktadır. İsrail lobisinin Fi­listinlileri ve Arapları gayr-ı İnsanî ve şeytanî imajlar üzerinden mahkûm et­mesi, Amerikan yönetimlerinin İsrail’e her yıl milyarlarca dolarlık askerî yar­dım yapması, genel olarak Batılı devletlerin İsrail’in uluslararası hukuku ihlâl eden politikaları karşısında sessiz ve tepkisiz kalması, elbette İslâm-Batı ilişki­lerini de doğrudan etkilemekte ve şüphe, öfke ve husumet duygularının doğ­masına neden olmaktadır. Filistin halkının hak ettiği özgür, bağımsız ve adil bir yaşam biçimine ve siyasî düzene kavuşması, sadece Orta Doğu siyasetinin temel sorunlarından birini çözmeyecek, aynı zamanda İslâm-Batı ilişkilerinin büyük gerilim hatlarından birini de ortadan kaldıracaktır.(47)

İbrahim Kalın,Ben,Öteki ve Ötesi(İnsan yay.),syf;437-443

Dipnotlar:

31.Filistin meselesinin çağdaş Arap siyasî tarihindeki yeri ve İslâm-Batı ilişkilerine etki­si konusunda genel bir değerlendirme için bkz. Milton Viorst, Storm from the East: The Struggle Between the Arab World and the Christian West (New York: The Mo­dern Library, 2006).

32. Olivier Roy, The Politics of Chaos in the Middle East (London: Hurst and Company, 2007), s. 74.

33. Baos Evron, Jewish State or Israeli Nationf (Bloomington: Indiana University Press, 1995), s. 133.

34. İsrail’in Amerikan’ın Orta Doğu siyasetinde ve algı biçimlerinde oynadığı belirleyici rol için bkz. Douglas Little, American Orientalism: The United States and the Middle East since 1945 (Chapel Hill: University of North Carolina Press, 2008), s. 77-115.

35. İsrail lobisinin Amerikan dış politikası üzerindeki etkisi için bkz. John J. Mearshe- imer ve Stephen M. Walt, The Israel Lobby and US Foreign Policy (New York: Far­rar, Straus and Giroux, 2007).

36. Zikreden Ralph Braibanti, The Nature and Structure of the Islamic World (Chicago: International Strategy and Policy Institute, 1995), s. 6.

37. Bkz. Edward Said ve Christopher Hitchens (ed.), Blaming the Victims: Spurious Scho­larship and the Palestinian Question (London: Verso, 1988). Bu derlemedeki maka­leler, Filistin halkının tarihi ve sosyolojik gerçekliğini inkar ederek İsrail’in işgal po-litikalarını meşrulaştırmayı hedefleyen akademik çalışmalara da köklü eleştiriler ge­tirir.

38. Köşe yazarı Mona Charen’den aktaran Robert Fisk, “Fear and Learning in Ameri­ca”, Independent, \7 Nisan, 2002.

39. Burada özellikle Pamela Geller, Robert Spencer, David Horowitz, Steve Emerson gi­bi isimleri sayabiliriz. Bu kişilerin ve ilgili kurumiann Amerika’daki “İslâmofobı en düstrisi”nde oynadığı rol için bkz. Nathan Lean, The hlamophobuı Industry: How the Right Manufactures Fears of Muslims (Pluto Press, 2012) özellikte s. 119-136 ve http://www.cair.com/images/islamophobia/Legislating-Fear.pdf Ayrıca bkz. John Esposito ve İbrahim Kalın, Islamophobia and the Challenge of Pluralism tn the 21* Century (Oxford University Press, 2011).

40. Nakleden Peter Beinart, The Crisis of Zionism (New York: Picador, 2012), s. 45.

41. Beinart, The Crisis of Zionism, s. 24. -

42.Carter'in Filistin sorunu hakkındaki görüşleri için bkz:Jim Carter,Palestine:Peace not Apartheid(New York:Simon and Schuster,2007)

43-Armour, Uiam, Christianity and the West,s.147-166

44.Avrupa ve Amerika basınında İsrail’in hak ihlâlleri konusunda uygulanan sistematik sansür, buna mukabil Filistinlilerin haklarının baskı altına alınması ve perdelenmesi çok geni; bir konudur. Yer darlığından bu konuya burada giremeyeceğiz. Bunun İslâm-Batı ilişkileri ve imaj-üretim süreçleri açısından son derece önemli bir konu olduğunu ifade etmekle yetinmek durumundayız. Bu konuda birinci el kaynaklara ve tecrübeye dayandığı halde adeta ademe mahkûm edilmek istenen ilk kapsamlı çalışma için bkz. Christopher Mayhew ve Michael Adams, Publish it Not: The Middle East Cover-up (Oxford: Signal Books, 1975; yeni baskı 2006). Yazarlar İsrail aleyhine olabilecek haberlerin İngiliz basınında nasıl sansürlendiğini ve nötralize edildiğini detaylı bir şekilde anlatmaktadırlar. Batı medyasının Filistin ve İslâm dünyasındaki hadiseleri aktarırken uyguladığı perdeleme ve çerçeveleme yöntemleri için bkz. Edward Said, Covering Islam: ow the Media and the Experts Determine How We See the Rest of the World (New York: Vintage Books, 2007; gözden geçirilmiş baskı). Said’in kullandığı başlık da oldukça anlamlı: “Covering” hem haber/gazetecilik yapma hem de “üstünü örtme” anlamlarını taşır.

45.Burada basın ve akademi dünyasından pek çok örnek vermek mümkün. Bunlar ara­sında bkz. Avi Shlaim, Israel and Palestine (London: Verso, 2009), s. 366-372. Ay­rıca bkz. Norman Finkelstein, The Holocaust Industry: Reflections on the Exploita­tion of Jewish Suffering (New York: Verso Books, 2000).

46-Bkz. İsmail Raji al Faruqi, Islam and the Problem of Israel (London : Islamic Coun-cifl of Europe(1980) Edward Said de siyonizmi benzer bir eleştiriye tabi tutar. Bkz.The Question of Palestine(New York,Vintage Books,1980)

47-Bu konuya çeşitli eserlerinde ele alan Said'in görüşleri için bkz:Edward Said,From Oslo to Iraq and the Roadmap(London,Bloomsbury,2004)

 
Devamını Oku »

IŞİD'in eylemleri dinen meşru değil

İslâm'da aynı mezhepten olmayan veya kendileri gibi düşünmeyenleri kâfir kabul edip can, mal ve ırzlarını helal saymak sapkınlıktır. Hemen her uygulaması İslâmî açıdan gayrimeşru sayılan IŞİD, bütün dünyada Müslümanlara yönelik nefret uyanmasına yol açmaktadır.

IŞİD'in eylemleri dinen meşru değil

Özellikle son bir yıl içinde Irak-Suriye-Lübnan çizgisinde kendisine bir egemenlik alanı açmaya çalışan ve bu yolda şaşılacak bir şekilde ilerleme kaydeden IŞİD (Irak-Şam İslâm Devleti; Arapçası DÂİŞ: ed-Devletü’l-İslâmiyye fi’l-Irâk ve’ş-Şâm) bir taraftan siyasî tartışmalara konu olurken bir taraftan da ele geçirdikleri yerlerde küçük-büyük ve kadın-erkek demeden sivilleri kitleler halinde öldürme, kadınları cariye edinip cinsel istismara maruz bırakma gibi eylem ve uygulamalarıyla dinî meşruiyet tartışmalarına konu oldu. Öncelikle bir grup, örgüt, cemaat veya devletin İslâmî vasfının onun İslâm ölçülerine bağlılığıyla ölçüleceği bilinmelidir. Dolayısıyla İslâm prensiplerine bağlılığı ölçüsünde İslâmî, bu ölçüleri ihlal ettiği ölçüde de İslâm’dan uzak sayılır. Bu açıdan IŞİD’in uygulamaları değerlendirilecek olursa şunlar söylenebilir:

İslâm hukukçularının büyük çoğunluğu Hz. Peygamber ve Hulefâ-yi Râşidîn'in talimat ve uygulamaları doğrultusunda, bizzat savaşa katılanlar dışında kalan sivilleri yani kadın, çocuk ve yaşlıları, engellileri, çiftçileri, mabetlere çekilmiş din adamlarını ve savaşla ilgisi bulunmayan diğer insanları öldürmenin yasak olduğuna hükmetmiştir. Düşman askeri esir alındıktan sonra onunla ilgili hüküm devlet başkanına ait olduğundan kaçmaya teşebbüs etmesi veya savaşmaya yönelmesi gibi durumlar dışında birileri tarafından öldürmesi haramdır; ancak öldürülmesi halinde kâtil günahkâr olmakla birlikte savaş ortamı sebebiyle diyet ödemekle yükümlü tutulmamıştır. Bazı hukukçular öldüren kimseye ta'zîr cezası (Kur’an-ı Kerim ve sünnette belirlenmeyip zaman ve şartlara göre devlet veya mahkemece uygun görülen ceza) verileceğini belirtmişlerdir.

Savaşın amacı karşı tarafı etkisiz hale getirerek bir zarar vermesine engel olmaktır. Bu sebeple savaş sırasında belirli şartlar çerçevesinde muhariplerin can ve mallarına yönelik saldırı meşru kabul edilmiştir. Ancak düşman etkisiz hale getirilip esir alındıktan sonra daha ileri bir davranış uygun görülmemiş, esirlere uygulanacak hüküm Muhammed sûresi 4. âyetinde şu şekilde belirlenmiştir:

"İnkâr edenlerle -savaşta- karşılaştığınız zaman boyunlarını vurun. Nihayet onları iyice yıldırıp sindirince bağı sıkıca bağlayın (esir alın). Savaş sona erince de artık ya karşılıksız veya fidye alarak onları salıverin".

İslâm hukukçularının çoğuna göre bizzat savaşa katılanlar dışında kalan sivilleri öldürmek yasaktır.











Gerek bu âyeti gerekse Hz. Peygamber'in uygulamalarını esas alan mezhepler, devlet başkanının esirleri bedelsiz veya fidye karşılığında serbest bırakma, Müslüman esirlerle mübadele, öldürme, köle statüsüne geçirme konusunda muhayyer olduğunu belirtmişlerdir. Hukukçular, devlet başkanının tercihini kullanırken keyfî değil içinde bulunulan şartları ve esirlerin özel durumlarını göz önüne alarak en uygun hükmü vermekle yükümlü olduğunu belirtirler. Meselâ zararlı olacağı düşünülenlerin öldürülmesi, böyle olmayacağı bilinenlerle zayıf ve güçsüzlerin, malî imkânı bulunmayanların karşılıksız bırakılması, hizmetinden faydalanılacağı umulanların köleleştirilmesi, ekonomik imkân sağlayacakların da fidye karşılığında salıverilmesi uygun bir çözüm olarak önerilir.

Bu seçenekler arasında yer alan ve gerekli görülmesi halinde başvurulabilecek öldürme hükmü dört mezhep tarafından savunulmakla birlikte sahabeden İbn Ömer, tabiînden Ata b. Ebû Rebâh, Hasan-ı Basrî, Saîd b. Cübeyr, Mücâhid ve Muhammed b. Sîrîn gibi müctehid âlimlere ve Şiî Ca'feriyye mezhebine göre esirin öldürülmesi caiz değildir. Esirlere uygulanacak hükmü belirleyen âyet yanında Hz. Peygamber'in genellikle esirleri bedelsiz veya fidye karşılığında serbest bırakması bu görüşün dayanağıdır. Esirlerin gerektiğinde öldürülebileceğini  savunanların Hz. Peygamber döneminden verdikleri birkaç örneğin hepsinde esirler sadece savaştıkları ve esir alındıkları için değil savaş öncesinde veya esaret halinde işledikleri suçlar ve özel durumları sebebiyle ölümle cezalandırılmış olup bundan hareketle esirin öldürülebileceği sonucunu çıkarmak isabetsizdir.

Yine bu âlimlerin delil olarak ileri sürdükleri, Bedir Gazvesi'nden sonra nazil olan "Yeryüzünde ağır basıncaya -düşmanı tamamen mağlûp edinceye- kadar hiçbir peygambere esirler alması yakışmaz. Siz geçici dünya malını arzuluyorsunuz, halbuki Allah -sizin için- âhireti istiyor. Allah güçlüdür, hikmet sahibidir" (el-Enfal 8/ 67-69) âyetinde esirlere uygulanacak herhangi bir hüküm sevk edilmemiş, sadece Müslümanların düşmanlarıyla yaptıkları bu ilk savaşta onları iyice mağlûp edip kendilerine üstünlük sağlamak yerine maddî menfaati ön planda tutarak esir almaları hoş karşılanmamıştır.

Esirlerin köleleştirilmesi de İslâm'ın ortaya koyduğu ve arzuladığı bir uygulama olmayıp o dönemde yaygın olan ve bir devletin tek taraflı iradesiyle ortadan kaldırılması mümkün olmayan bir teamül, uluslar arası bir problemdi. Dolayısıyla İslâmiyet bir taraftan yaptığı hukuki düzenlemelerle bu yaygın uygulamayı mümkün oldukça insanî ölçülere çekmeye çalışmış bir taraftan da bu uygulamanın zaman içinde ortadan kalması için tedbirler geliştirmiştir.

Sonuç olarak İslâm'da esirlerle ilgili temel hükmün karşılıksız veya fidye ile serbest bırakmaktan ibaret olduğunu, fukahanın buna öldürme ve köleleştirme tercihlerini de eklerken içinde bulundukları milletlerarası şartlardan etkilendiklerini, düşmanın Müslümanlara karşı uyguladığı bu hükmü mukabele bilmisil esasına göre muhafaza etmek zorunda kaldıklarını söylemek mümkündür. Esirlerin beslenme, giyim ve barınma ihtiyacını esir alan devlete yükleyen Hz. Peygamber çeşitli talimat, tavsiye ve uygulamalarıyla esirlere iyi davranılmasını istemiş, onlara eziyet ve işkence edilmesini yasaklamıştır.

Esirlere kötü muamele yapılması yasaklandığı gibi esir alınan kadınların kişilik ve iffetleri de belirli bir hukukî düzenleme getirilerek güvence altına alınmıştır. Dört Sünnî mezhebe göre, kölelik yolu ile hukukî bir statüye kavuşturulmadan önce esir alınan bir kadınla cinsî münasebette bulunmak haramdır. İmam Mâlik ve Ebû Sevr'e göre böyle bir fiil işleyen askere zina için öngörülen recim veya sopa cezası uygulanır. Diğer üç mezhebe göre ise esirlerin bir bakıma ganimet çerçevesinde mütalaa edilmesinden doğan “mülk” şüphesi sebebiyle, bu kimseden zina cezası düşmekle birlikte ta'zîr cezası  uygulanır. Devlet esirleri kölelik statüsüne geçirme (yani gaziler arasında ganimet olarak paylaştırma)  kararı alırsa ancak o zaman belirli şartlar çerçevesinde kişi kendi payına düşen cariye ile cinsel ilişkide bulunabilir. Dolayısıyla bu şartlar içinde gerçekleşecek bir ilişki bugünkü anlamda bir tecavüz değil hukuk düzeni içinde yer alan ve belirli hukukî sonuçlar doğuran bir tür karı-koca ilişkisi mahiyetindedir.

İslâm'ın arzuladığı bir hedef olarak bugün bütün insanlığın ortak iradesi ve bunun yansıdığı siyasî ve hukukî düzenlemelerle kölelik müessesesi ortadan kaldırıldığı için savaş esirlerinin köle statüsüne geçirilmesi İslâm bakış açısına göre artık meşru değildir; dolayısıyla esir kadınların da cariye edinilip kendileriyle cinsî ilişkide bulunulması hiçbir şekilde helal sayılamaz.

IŞİD dine zarar veriyor

Bu anlatılanlar gayrimüslim bir düşmanla yapılan savaşla ilgilidir. Müslüman toplumlar arasında meydana gelen savaşın hükümleri bundan farklı olduğu gibi esirlerine uygulanacak hükümler de farklıdır. Böyle bir savaş sırasında ulemanın çoğunluğuna göre esir alınan erkekler hapsedilirler, öldürülemezler; öldürülmeleri halinde diyetleri ödenir. Kadın ve çocuklar hiçbir şekilde esir alınamaz. Esir alınan erkeklerle koruma altında bulundurulan kadın ve çocuklar savaş sonunda serbest bırakılırlar. Bu konuda sünnî-sünnî olmayan veya ehl-i sünnet içinde herhangi bir mezhep ayrılığı söz konusu edilemez.

IŞİD'in kendisini İslâm devleti ilan etmesi dikkatleri başka şeylere çekme maksadı taşımıyorsa hepten cehalet eseri ve gülünçtür.








by Ahmet Özel



Hâricîler gibi kendi mezheplerinden olmayan veya kendileri gibi düşünmeyenleri kâfir kabul edip can, mal ve ırzlarını helal saymak bir sapkınlıktır. Bir Müslüman ancak İslâm esaslarını açık şekilde inkâr etmekle dinden çıkar; hiç kimse kendince (sözde) geçerli saydığı bir te’vile dayanıp başkasını tekfir edemez. Üstelik IŞİD ve benzeri örgütler böyle geçersiz bir te’ville kendilerinden başkalarını kafir saysalar bile yukarıda işaret edildiği üzere gayrimüslimler hakkında bile bugün yaptıkları uygulamalar meşru değildir.

Dışa yansıyan hemen bütün uygulamaları İslâm bakış açısından gayrimeşru sayılan, bu eylemleriyle bütün dünyada İslâm ve Müslümanlara yönelik bir nefret uyanmasına vesile olan bir örgütün  kendisini İslâm devleti ilan etmesi ve diğer ülkeleri de kendisine biate çağırması, dikkatleri başka şeylere çekme maksadı taşımıyorsa hepten cehalet eseri ve gülünçtür. Üstelik bu örgüt tamamen İslâm esaslarına uysa bile böyle bir çağrı bugünkü uluslararası şartlarda ciddiye alınacak bir şey değildir.

Batı sömürgeciliği doğrudan işgal, kendilerine bağlı güvenli ordu ve yönetimlere bırakarak çekilme merhalelerinden sonra bugün aşırı düşünce ve eğilimlere sahip taşeron örgütler vasıtasıyla İslâm ülkelerinde istikrarsızlık yaratarak ekonomik ve siyasi  bağımlılık hallerini sürdürmek şeklinde üçüncü bir safhaya geçmiş bulunmaktadır. Bunun için de soğuk savaş döneminin sona ermesinin ardından Batı’da yeni tehdit algısı İslâm’a ve İslâm dünyasına dayandırılarak terör bir küresel hegemonya aracı olarak öne çıkarılmıştır.

Küresel güçler dünyadaki her karış toprağı, iletişim ve ulaşım kanallarını rahatlıkla denetleyebilme imkânına sahipken terör örgütlerinin gizli servis bağlantıları olmadan faaliyet gösteremeyeceği, bu servislerin desteği sağlanmadan istihbarat, eğitim, lojistik destek, silah tedariki gibi ihtiyaç ve faaliyetlerinin imkânsız olduğu göz önüne alındığında bugün el-Kâide ve onunla bağlantılı olarak Somali’de eş-Şebâb, Nijerya’da Boko Haram, Libya’da Ensâru’ş-şerîa ve Ortadoğu’da sınırların yeniden oluşturulması sürecinde IŞİD gibi örgütlerin kendilerinden ibaret olmadıkları ve bilerek veya bilmeyerek bu üçüncü sömürgecilik merhalesi için eşi bulunmaz birer araç teşkil ettikleri daha iyi anlaşılır.

Prof.Dr.Ahmet Özel

http://www.aljazeera.com.tr/gorus/isidin-eylemleri-dinen-mesru-degil
Devamını Oku »

Varoluşsal Sorunları Siyasi Formüllerle Çözme Çabası Ve Yanılgısı

Varoluşsal Sorunları Siyasi Formüllerle Çözme Çabası Ve YanılgısıVaroluşsal sorunları siyasi formüllerle çözme çabası -ve ya­nılgısı- modern toplum mühendisliğinin tipik tezahürlerinden biridir. İleri sanayi toplumlarında da karşımıza çıkan bu sorun, düşüncenin ve dolayısıyla hayatın giderek sığlaşmasına ve araç- sallaşmasına neden olmaktadır. Yeni bir araba yahut bilgisayar alınca daha mutlu ve “tam” olacağına inandırılan modern tüke­ticiler gibi düşünce insanları ve kanaat önderleri de kısa yoldan, basit ve kolay siyasi formüllerle varoluşsal ve ahlaki sorunları çö­zebileceklerine inanıyorlar.

Türkiye’de gündelik siyasetin aşırı derecede güç kazanması ve ülkenin bütün gündemini total olarak belirlemesi, bu son“ derece ‘modern’ durumun bir tezahürüdür. Üniversiteden sanat çevrelerine, medyadan eğitim kurumlarına, fikir muhitlerinden STK’lara, iş çevrelerinden dinî cemaatlere kadar Türkiye’de kana­at Önderlerinin kahir ekseriyeti, güncel konuları ve günlük siyase­ti kendi hayat alanlarının merkezine yerleştirmiş bulunuyorlar. Bu, bir siyasi partinin, muayyen bir politikanın yahut söylemin yanında yahut karşısında pozisyon almaktan yahut memleketin temel meseleleri hakkında bir fikir sahibi olmaktan daha fazla bir şeydir. Sorun, Türkiye’nin düşünce, kültür, sanat, estetik, eğitim ve bilim alanlarda yeni ufuklarını ve tasavvurlarını inşa etmesi ve derinleştirmesi gereken aktörlerin, güncel siyaseti ve ülkenin günlük tüketilen gündemini aşırı derecede önemsemesi ve gi­derek kendi faaliyetlerinin birincil referansı haline getirmesidir. Hilmi Ziya Ülken bunu, daha 1950’li yıllarda “Türkiye'de aydının güncel sorunlara tutkunluğu” olarak ifade etmişti. Cumhuriyet devrimlerinin ve Kemalist projelerin aydınlar eliyle yapılması ve zaman içerisinde aydınlar ile iktidar merkezleri (CHP, hükümet, ordu, yargı, vd.) arasında yakın ve köklü ilişkilerin kurulması, ay­dınların güncel sorunlara tutkunluğunu hem mümkün hem de belki de zorunlu hale getirmiştir.

Bu tablo ana hatlarıyla bugün de devam ediyor. En önemli fark, yeni iletişim araçları sayesinde üretilen düşüncelerin ve eserlerin çok daha çabuk tüketilmesi ve bilim, fikir ve sanat insanlarının “gündemde kalabilmek" adına farklı çabalar içine girmek zorun­da kalmalarıdır. Sebebi ne olursa olsun bu, Türkiye’nin hem te­mel siyasi ve sosyal konuları için hem de düşünce, kültür ve sanat hayatı için son derece sorunlu bir durumdur. Üstelik siyasetin bu kadar baskın ve ‘değerli’ hale gelmesi, otomatikman bir de­mokrasi kültürünün neşvünema bulması, demokratik kurum ve kuralların güç kazanması anlamına da gelmemektedir. Siyasetin bizatihi bir değer haline gelmesi paradoksal bir durum doğurur.

Çünkü siyaset, ancak kendi dışında ve üstünde bulunan millet, ahlak, adalet, erdemlilik hizmet,sorun çözme gibi referanslarla anlam kazanan bir faaliyettir. Siyaseti kendi ölçüsünü belirleyen ve değer-koyan bir faaliyet alanı haline getirmek, siyaseti asli işlevinden uzaklaştırmak ve hizmet ettiği değerleri tali bir konuma indirgemek demektir.

Bu yüzden siyasetin anlam ve derinlik kazanması bir değerler skalası içinde mümkün olabilir. Bunun için de Türkiye'nin kendi geleneğinin kökleriyle bağını yeniden kurması ve köklerinin de­rinliğiyle mütenasip bir açık ufuk perspektifi geliştirmesi gerek­mektedir. Siyasetin temel misyonu adil ve erdemli bir toplumun inşasına katkı sunmaktır. Siyasete bunun ötesinde yüklenen her anlam ve amaç, siyaseti, düşünce derinliğinden yoksun, muhayyi­lesi nakıs, ufku dar, ahlaki kodları zayıf bir çıkar aracı haline getirir. Siyasetin itibarını teminat altına alması ve vatandaşların güvenini kazanması ancak böyle bir düşünce ufkuna, muhayyile gücüne ve ahlaki zemine sahip olmasıyla mümkün olabilir. Siyasetin demok­rasi, laiklik, çoğulculuk, katılım ve temsil gibi temel konuları da ancak siyaseti aşan bir atıf çerçevesi içinde anlam kazanır.

 

İbrahim Kalın-Akıl ve Erdem
Devamını Oku »

Dinsizliğin Manevi Tahribatına Karşı, Yalnız Siyasî Müdahalelerin Çare Olmadığı ve Manevi Islahatın Lüzumu

Dinsizliğin Manevi Tahribatına Karşı, Yalnız Siyasî Müdahalelerin Çare Olmadığı ve Manevi Islahatın Lüzumu




Siyesetle Dine Hizmet Etmek, Müşkilatlı ve Hatarlı Olup, Kalplerin İman ile Islah Edilmesi Lazım


... Denilmiş: "Ne için siyasetten çekildin? Hiç yanaşmıyorsun?"

Elcevab: Dokuz-on sene evveldeki ESKİ SAİD, BİR MİKDAR SİYASETE GİRDİ. Belki SİYASET VASITASIYLA DİNE ve İLME HİZMET EDECEĞİM DİYE BEYHUDE YORULDU.. ve gördü ki; o yol meşkuk ve müşkilâtlı ve bana nisbeten fuzuliyane, hem en lüzumlu HİZMETE MANİ ve HATARLI BİR YOLDUR. Çoğu yalancılık ve bilmeyerek ecnebi parmağına âlet olmak ihtimali var. Hem siyasete giren, ya muvafık olur veya muhalif olur. Eğer muvafık olsa; madem memur ve meb'us değilim, o halde SİYASETÇİLİK BANA FUZULİ ve MALAYANİ BİR ŞEYDİR.Bana ihtiyaç yok ki, beyhude karışayım. Eğer muhalif siyasete girsem, ya fikirle veya kuvvetle karışacağım. Eğer FİKİRLE OLSA, BANA İHTİYAÇ YOK. Çünki mesail tavazzuh etmiş, herkes benim gibi bilir. Beyhude çene çalmak manasızdır.


Eğer kuvvet ile ve hâdise çıkarmak ile muhalefet etsem, husulü meşkuk bir maksad için binler günaha girmek ihtimali var. Birinin yüzünden çoklar belaya düşer. Hem on ihtimalden bir-iki ihtimale binaen günahlara girmek, masumları günaha atmak; vicdanım kabul etmiyor diye Eski Said, sigara ile beraber GAZETELERİ ve SİYASETİ ve SOHBET-i DÜNYEVİYE-i SİYASİYEYİ TERKETTİ. Buna kat'î şahid, o vakitten beri sekiz senedir bir tek gazete ne okudum ve ne dinledim. Okuduğumu ve dinlediğimi, biri çıksın söylesin. Halbuki sekiz sene evvel, günde belki sekiz gazete Eski Said okuyordu. Hem beş senedir bütün dikkat ile benim halime nezaret ediliyor. Siyasetvari bir tereşşuh gören söylesin. Halbuki benim gibi asabî ve
ﺍِﻧَّﻤَﺎ ﺍﻟْﺤِﻴﻠَﺔُ ﻓِﻰ ﺗَﺮْﻙِ ﺍﻟْﺤِﻴَﻞِ
düsturuyla, en büyük hileyi hilesizlikte bulan pervasız, alâkasız bir insanın, değil sekiz sene, sekiz gün bir fikri gizli kalmaz. Siyasete iştihası ve arzusu olsaydı; tedkikata, taharriyata lüzum bırakmayarak top güllesi gibi sadâ verecekti.
(Mektubat - Onaltıncı Mektub/1.Nokta)


... İşte böyle hadsiz bir hayat-ı ebediyeye çalışmayı ve iman gibi kudsî bir nura hizmeti bırakmak, ihtiyarlık zamanında lüzumsuz tehlikeli siyaset oyuncaklarına atılmak; benim gibi alâkasız ve yalnız ve eski günahlarına keffaret aramağa mecbur bir adamda ne kadar hilaf-ı akıldır, ne kadar hilaf-ı hikmettir, ne derece bir divaneliktir, divaneler de anlayabilirler.
(Mektubat - Onaltıncı Mektub/2.Nokta)


Bedîüzzaman, rivayetlerde gelen eşhas-ı âhirzamana ait haberlerin mühim bir kısmını ve hürriyetten evvel İstanbul'da tevilini söylediği hadîslerin ihbar ettiği âhirzamanın dehşetli şahıslarının Âlem-i İslâm ve insaniyette zuhur ettiğini görür. Ve yine gelen rivayetlerden, onlara karşı çıkacak ve mukabele edecek olan Hizb-ül Kur'an hakkında, "O zamana yetiştiğiniz zaman, SİYASET CANİBİYLE ONLARA GALEBE EDİLMEZ; ancak manevî kılınç hükmünde i'caz-ı Kur'an'ın nurlarıyla mukabele edilebilir." tavsiyesine müraatla, Ankara'da teşrik-i mesaî edemeyeceği için, kendisine tevdi' edilmek istenen meb'usluk, Dâr-ül Hikmet-il İslâmiye gibi Diyanet'teki a'zâlığı, hem vilayat-ı şarkıye vaiz-i umumîliği tekliflerini kabul etmez. Kendisini fikrinden vazgeçirmek için çalışan ve Ankara'dan ayrılmamasını rica için istasyona kadar gelen bir kısım meb'usların da arzularına uyamayacağını bildirerek Ankara'dan ayrılır...
(Tarihçe-i Hayat - İLK HAYATI/Ankara'ya gidişi)


İKİNCİ MERAKLI SUAL:

Bu iki ay zarfında heyecanlı bir vaziyet-i siyasiye karşısında bana, hem alâkadar olduğum çok kardeşlerime kavî bir ihtimal ile ferah verecek bir teşebbüs etmek lâzımken, o vaziyete hiç ehemmiyet vermeyerek bilakis beni tazyik eden ehl-i dünyanın lehinde olarak bir fikirde bulundum. Bazı zâtlar hayret içinde hayrette kaldılar. Dediler ki: "Sana işkence eden bu mübtedi' ve kısmen münafık baştaki insanların takib ettikleri siyaseti nasıl görüyorsun ki ilişmiyorsun?"

Verdiğim cevabın muhtasarı şudur ki: Bu zamanda ehl-i İslâmın en mühim tehlikesi, fen ve felsefeden gelen bir dalaletle kalblerin bozulması ve imanın zedelenmesidir. Bunun çare-i yegânesi: Nurdur, nur göstermektir ki, kalbler ıslah olsun, imanlar kurtulsun. Eğer siyaset topuzuyla hareket edilse, galebe çalınsa, o kâfirler münafık derecesine iner. Münafık, kâfirden daha fenadır. Demek, TOPUZ BÖYLE BİR ZAMANDA KALBİ ISLAH ETMEZ. O vakit küfür kalbe girer, saklanır; nifaka inkılab eder. HEM NUR, HEM TOPUZ.. İKİSİNİ, BU ZAMANDA BENİM GİBİ BİR ÂCİZ YAPAMAZ. Onun için bütün kuvvetimle nura sarılmağa mecbur olduğumdan, siyaset topuzu ne şekilde olursa olsun bakmamak lâzım geliyor. Amma maddî cihadın muktezası ise; o vazife şimdilik bizde değildir. Evet ehline göre kâfirin veya mürtedin tecavüzatına sed çekmek için topuz lâzımdır. Fakat iki elimiz var. EĞER YÜZ ELİMİZ DE OLSA , ANCAK NURA KÂFİ gelir. TOPUZU TUTACAK ELİMİZ YOK!..

(Lemalar - Onaltıncı Lem'a/Meraklı Sualler)


... Şimalden gelen KÜFR-Ü MUTLAK CEREYANINI DURDURACAK, YALNIZ RİSALE-İ NUR'DUR. SİYASET, DİPLOMATLIK, BU VAZİFEYİ GÖREMEZ. Onun için, vatanperver ve milliyetçi ve siyasetçiler, Nurlara sarılmağa mecburiyet var.
(Emirdağ Lâhikası -1)


... Hem madem bu zamanda her şeyin fevkinde hizmet-i imaniye en ehemmiyetli bir vazifedir; hem kemmiyet ise KEYFİYETE NİSBETEN EHEMMİYETİ AZDIR; hem MUVAKKAT ve MÜTEHAVVİL SİYASET ÂLEMLERİ EBEDÎ, DAİMÎ, SABİT HİDEMAT-I İMANİYEYE NİSBETEN EHEMMİYETSİZDİR, mikyas olamaz, medar da olamaz...
(Kastamonu Lâhikası)


Devamını Oku »

Siyaset ve Mülk

Siyaset ve Mülk

...Siyaset ve mülk, halk için (İlahî) bir kefalettir, Allah’ın kullardaki hilafetidir. Bu kefalet ve hilafetin maksadı ise, insanlar arasında ilahi ahkâmın icrâ ve tatbik edilmesidir. Şer‘î hükümlerin de şahitlik ettiği gibi Allah’ın halkı ve kullarıyla ilgili hükümleri ise, sırf hayırdır, (ferdî ve İçtimaî menfaat ve) maslahatlara riayet etmekten başka bir şey değildir. Şer kanunları ise Allah Tealâ’nın takdirine ve kudretine muhalif olarak sadece cehaletten ve şeytandan gelmektedir. Çünkü şerrin de hayrın da faili ve takdir edicisi O’dur. Zira ondan başka fail yoktur. İmdi bir kimse için, kudreti tekeffül eden asabiyet husule gelir ve o kimse halk arasında Allah’ın ahkâmını tenfize münasip düşen hayırlı hasletlerin kendisinden zuhur etmesini itiyat edinirse, artık o kimse, insanlar içinde (Allah’ın) halifesi ve halkın kefili olmaya hazırlanmıştır. Bu delil bu hususta birincisinden daha sağlamdır, mesnedi de daha sağlıklıdır.

Verilen izahattan açıkça anlaşılmaktadır ki, iyi hasletler, asabiyet mevcut dan şahıslarda mülkün de (bilkuvve) mevcut olduğuna şahittik eder. Asabiyet sahiplerine, bir çok bölgelere ve milletlere galebe çalıp onlara boyun eğdiren kimselere baktığımız zaman görürüz ki, hayır hususunda yarışmakta ve hayırlı hasletler olan mertlik kusurları bağışlama, gücü olmayanlara katlanma, misafirperverlik, çaresizleri gözetme, yoksulları kayırma, zorlukları sabırla karşılama, ahde vefa etme, namus ve haysiyeti korumak için harcama, şeriate hürmet etme, şeriati temsil eden ulemaya saygı gösterme, yapılması veya yapılmaması gereken hususlarda bu alimlerin onlar için tesbit ettikleri sınırlarda durma, bunlara hüsnüzanda bulunma, dindar kimselere inanma ve onları mübarek bilme, dualarına rağbet etme, büyüklerden ve yaşlılardan haya etme, bunlara saygı gösterip yüceltme hem Hakk’a hem halka davet edene boyun eğme, işlerini bizzat göremeyen biçarelere şefkat gösterip durumlarını düzeltmek için parçalanmak, Hakk’a itaat etmek, zavallılara karşı alçak gönüllü davranmak, darda kalıp imdat isteyenlerin çağrılarına kulak vermek, şer‘î hükümlere uyup ibadetleri ifa etmek suretiyle dindar bir hayat yaşamak bunların eda edilmelerinin sebeb ve şartları üzerinde durmak, gaddarlıktan, hilekârlıktan kalleşlik yaparak ahdi bozmaktan ve benzeri şeylerden kaçınmak gibi hususlarda birbiriyle yarışmaktadırlar.

Demek ki, siyasetle alâkalı olan bahiskonusu huy ve meziyetler onlarda mevcuttur,husule gelen bu gibi hasletler sebebiyle, hâkimiyetleri altında bulunanları veya umumi olarak herkesi idare etmeyi ve siyasetçi olmayı hak etmişlerdir. Bu, galebelerine ve asabiyetlerine münasip olmak üzere Allah Taâlâ’nın onlara şevketmiş olduğu bir hayırdır. Yoksa bu gibi hasletler, gelişi güzel onlara verilmiş ve abes olarak onlardan vücuda gelmiş değildir. Asebiyetlerine uygun düşen hayırların ve makamların en münasibi mülktür. İşte bunun neticesinde, Allah’ın onlara mülk verdiğini ilan ettiğini ve bunu kendilerine sevkettiğini anlamış oluruz.
Bunun tersi de böyledir.

Bir milletin sahip olduğu mülkün inkiraza uğrayacağı ve harap olacağı yolunda Allah’tan izin çıktığı vakit, Hakk Taâlâ sözkonusu mülk sahiplerini kötü şeyler yapmaya, rezalet nevinden olan işleri benimsemeye ve bunun yollarını tutmaya sevkeder. Böylece kendilerinde var olan siyasetin faziletleri tamamen kaybolur. Mülk ellerinden çıkıp başkalarına geçinceye kadar faziletler eksilmeye (rezaletler ise bilakis artmaya) devam eder durur. Bu durum, Allah’ın onlara vermiş olduğu mülkün ve ellerine teslim ettiği hayırların, kendilerinden soyup geri alması konusunda acı ve kara bir haberdir. “Bir kasabayı mahvetmek istediğimiz vakit, orada lüks ve refah içinde yaşayanlara emrederiz, onlar da bunun üzerinde orada fısk u fücur ile meşgul olurlar. Bu suretle mahvolmayı hakettiğinden orasını hâk ile yeksan ederiz” (îsra, 17/16). Anlattıklarımızı gözönünde tutarak eski milletler üzerinde bir inceleme ve arattırma yapınız. Anlattığımız ve tarif ettiğimiz cinsten pek çok örnekler bulacaksınız. “Dilediğini ve istediğini yaratan Allah’tır” (Kasas, 28/68).

İbn Haldun - Mukaddime,cild:1 (çev:Süleyman Uludağ)

 

 

 

 
Devamını Oku »

Tarih'te kalıcı olmanın sırrı nedir?

Tarih'te kalıcı olmanın sırrı nedir?... 'hem ilahî hem de beşerî siyasetin amacı insandır'; çünkü 'nizam-i alem insandır'. Öyleyse insanı 'rencide edecek' hiç bir siyaset, tanımı gereği, kalıcı olamaz. Kalıcı siyaset insanı 'tebcil eden' siyasettir. İlahî siyasetin, insanı 'eşref-i mahlukat' görmesi bu nedenle üzerinde durulması gereken bir noktadır. Öyle ki beşerî siyaset de ancak ve ancak insanı eşref-i mahlukat görüp buna göre davrandığında ilahî siyaseti taklid etmiş; bu oranda da başarılı olmuş sayılabilir. Kısaca dile getirilirse hem ilahî hem de beşerî siyasetin hedefi 'insan'ı yani 'adalet'i gerçekleştirmektir.

Selçuklu-Osmanlı Türk tarihinin ilkesi insan yani akıl ile bilgi ve bu ikisinin terkibi olan adalettir. İnsanı öngören ve önceleyen bu siyasetin, bu nedenle hem ilahî hem de beşerî bir 'ümidi' vardı; ve insana bu ümid içerisinden bakıyordu. Kadim dünya görüşümüzün insanı hem 'âbid (=kul)' hem 'nâtık (=akıl ve dil sahibi)' hem de 'âşık (=irfan, zevk, sanat sahibi)' olarak görmesi; insanın bu üçlü özelliğini dikkate alan bir beşerî siyaseti devreye sokmasını doğurdu. Sonuçta insanın hem dinini hem aklını hem de aşkını koruyan bir nizam-i âlem yani ictimaî yapı ortaya çıktı. Kişi, en azından, bu yapı/ortam içerisinde bilkuvve mevcut olan 'saadeti' elde etme ve 'şekavet'ten uzak durma imkanına sahipti.

Dinî-ahlakî meşruiyetini İslam'dan alan, yukarıda özetlenen, bu ilke/misyon, tarihte büyük oranda kapitalist sömürgeci dünya sisteminin yükselişine karşı geliştirilmiştir. İşte bu nedenledir ki Selçuklu-Osmanlı çizgisi sömürgeci-kapitalist güç için önce 'korku'dur; daha sonra 'engel'dir; günümüzde ise geçmişini, tarihini ne yapacaklarını bilemedikleri 'sorun'dur. Bu sorunu halletmek için, G. Postel'in deyişiyle, "Türkler önce 'ikna' edilmeli, direnirlerse 'icbar' edilmeli, karşı çıkarlarsa 'imha' edilmelidir". Bu 'ikna-icbar-imha' süreci tüm acımasızlığıyla sürdürülmektedir. Bu nedenledir ki '1774 tarihinden bu yana millet olarak yaşadıklarımız gündüzün başına gelse gece olurdu'. Çünkü sömürgeci kapitalist gücü kayıtlayan hiç bir dinî, ahlakî ilke yoktur. Bu gücü temsil edenler insanlık için akıl ve bilgiye dayalı bir adaleti, kısaca nizamı öngörmüyorlar; bu nedenle insanlara saadet değil şekavet veriyorlar; bundan dolayı da 'savaşçı' değiller şakîler yani sömürgeciler, eşkiyalık yapıyorlar yani sömürüyorlar. Çünkü onlar insanı öngörmüyorlar:

İnsanı öngörmeyen bir siyasetin ne ilahî ne de beşerî bir ümidi olamaz. İşte bu nedenlerle sömürgeci kapitalist güç temsil ettiği hakikate güvenmediğinden yaşamak için bir düşmana, 'öteki'ne ihtiyaç duyar. Başka bir deyişle insanı dışlayan emperyalizm varolmak için, varlığını sürdürmek için düşmana muhtaçtır; emperyalizmin, kapitalizmin düşmanı ise bizatihi insandır…..Sömürgeci kapitalist siyaset insanı rencide ediyor; bu nedenle bir zamanlar insanın tebcil edildiği bu coğrafyada 'bir derya gibi kalıcı' olma şansı yok; tersine 'bir rüzgar gibi geçici'dir. İnsanı eşref-i mahlukat görmeyen hiç bir siyaset bu topraklarda kalıcı-yer bulamaz. Önemli olan biz Türkler'in ne-yerde durduğumuz: İnsanı 'ümid' kabul eden Oğuz hareketi'ni devam ettirip Türk Devleti'ni sürdürmek mi; yoksa bu topraklardaki kalıcılığımızı yok edecek sömürgeci kapitalist güce/güçlere 'uşak' (=şimdilerde buna 'ortak' diyorlar) olmak mı?

İhsan Fazlıoğlu,Akıllı Türk Makul Tarih
Devamını Oku »

Varlık Duyuşu

Varlık DuyuşuVarlık duyuşu, bütünü idrak için zorunludur; çünkü bütünü idrak edemeyen, başta Tanrı olmak üzere pek çok kavram için derin ve kuşatıcı bir bakış elde edemez. Nitekim eşyaya bakışta insanın bakışına bütüncül bir özellik kazandıran bu varlık duyuşu'dur. Bu nedenledir ki, eski Yunanca'da hólon hem bütün hem organik hem de Evren anlamına geliyordu. Bu durum varlık duyuşu ile eşyayla temas arasında sıkı bir ilişkinin olduğunu gösteriyor. İnsan, eşyayla derin temas kurması sonucunda şey ile kendi arasında kopmaz bir süreklilik olduğunu his eder; bu his sonucunda Varlık'ın, Evren'in bir devamı olduğunu kavrar. Öyle ki, bir halden sonra tüm ayrımların ortadan kalktığını, bütüne katıldığını fark eder.

Varlık duyuşu'nun insan'da doğal bir zemini var mı? Zor bir soru? Ancak ilginçtir, Kazvinî, varlığımla, varlıkla başladığı eserini, insanla bitiriyor. İster olsun ister olmasın varlık duyuşunun idraki, sonuçta her bir kişinin, özellikle bilgiyle uğraşan kişilerin yaşaması gereken, şahsî bir iç-tecrübe, iç-deneyim. Tecrübenin kökeninde insanın varoluş tedirginliği yatar; tedirginlik insanın sarkaç misali ümit ile korku arasındaki salınımı; sabit ile değişken arasındaki endişesi; eşya önündeki ürpertisi, hayat karşısındaki gerginliği; yoldaki telâşı; hatta anlama ilişkin bunalımı? Çünkü varlık'ın bir devamı olmak hissi, insana hem güvenlik hem de kaygı verir. Yalnızca insanın mı; Evren'deki kıpırtı'nın maddedeki hareketin kaynağı bile tedirginlik. Her şey, her şeye karşı tedirgin'dir. Tedirginlik bizi var-kılar; bütünlükten tekilliğe geçişi mümkün kılar.

Şimdiye değin söylenenler, bu tecrübeyi yaşamayanlar için sözcük olmalarının ötesinde bir değer taşımazlar. Söz'lemek, 's' ekinin gösterdiği gibi, öz'ün dışarıya taşınmasıdır; b-en'in, s-en olması bu yüzdendir. B-irlik (vahdet), b-ütünlük sözcüklerinde görüldüğü üzere, 'b', içeri çeken, b-irleyen, öz'ü kilitleyen, b-en kılan, çerçeveleyen bir işleve sahiptir. Öz-deş-lik bu nedenle kapalılık, yalıtılmışlık, yalınlık (basitlik) ve hatta yalnızlık anlamlarına gelir. Nokta durumu, mutlak bir sükûnet halidir; sakin olma, s-essizlik durumu. Öz'ün kilitli olduğu durumda s-öz'e gereksinim duyulmaz; s-özlemek, öz'ün b-enin, s-ana uzanma arzusudur. Çünkü öz, zaten kendi içerisinde de kaynaşma, salınım, kıpırtı halinde bulunduğundan, yalnız olmadığını fark edince tedirginlik duyar; ötekine yönelmeye, dışarı çıkmaya çalışır. Akıl, ben hareket edince, s-öz dile gelir, dışarı çıkar ve b-en, s-ana uzanır. Nitekim tedirgin sözcüğünün eski Türkçe'de, demek, söylemek anlamındaki dimek'ten geldiği dikkate alınır, tedirgin'in kök anlamının da dedirtici olduğu göz önünde bulundurulursa, demek istenilen daha iyi anlaşılır. Değil midir ki, tüm organlarımız, aklımızın, benimizin dışarıya uzantılarıdır. Kısaca dendikte, s-öz-lemek, iki kişi olunca, b-irlikten ç-okluğa geçince başlar. Çokluk, yani hayat, benin sürekli içeride durmasını engelleyen en önemli etken; ancak ben, dışarıda, hayatı bir işaretler, simgeler toplamına dönüştürünce güvenlik hisseder. Bu nedenle kişinin kendisini araması hiç bitmez, sürekli devam eder; insanın içeri sarmasını hayat, dışarıda kalmasını da varlık duyuşu engeller; bu gerilimi nefsiyle/zihniyle değil de aklıyla yöneten insan bütünle ilişkisini sürekli kılar; ayık kalır.

Yalnızca kişilerin değil kültürlerin de varlık duyuşu vardır; ve bu o kültürü üreten kişilerin varlık duyuşlarıyla sıkı bir ilişki içerisindedir. Kanımca ancak ve ancak varlık duyuşu bulunan, teklif sahibi olabilir; hem kişi hem de kültür olarak. İşte bu nedenledir ki, rahatlıkla şu soruyu sorabiliriz: Günümüz Türk kültürünün bir varlık duyuşu var mıdır? Bu kültürü üretenlerin, Türk bilginlerinin varlık duyuşları mevcut mudur? Bu sorunun yanıtını kolaylıkla tespit edebiliriz: Türk kültürünün teklifi nedir? Ortada insanlara s-öz-lenecek bir öz-ümüz olduğunu zannetmiyorum; bu nedenle teklifimiz de yok. Bugün yapılan başkalarının s-öz-üne, öz-üne katılmaktır; katılmaya çalışmaktır. Bir temsille, yapılan, başkalarının özlerinin tezahürü olan sofrada yer kapmaktır. O sofrada bizi temsil eden hiçbir tezahür olmadığı için, kabul görmek adına kendimizi o tezahürlere benzetmeye çalışmaktır.

Öz, dışarıda tecessüm ettiğinde hakikat adını alır; dolayısıyla özü olmayanın dışarıda tezahür eden bir hakikati de bulunmaz. Bu nedenledir ki, Anlayış dergisinin önceki sayılarında birçok kez "Hakikati olmayanın siyaseti de bulunmaz" demiştik. Çünkü siyaset, öz'ün dışarıdaki hakikatinin idaresidir, seyr ü seferidir; öz'ün, b-en'in s-ana, s-özlenmesidir. Öz'ümüz yoksa, hakikatimiz, hakikatimiz yok ise dışarıya, ötekine söyleyecek bir s-öz-ümüz, siyasetimiz de bulunamaz. Nitekim bu gerçeği tespit eden atalarımız şöyle demiştir: "S-öz, öz-dür." Kısaca, öz'ü olmayanın s-özü, sözü olmayanın hakikati, hakikati olmayanın siyaseti olmaz. Çünkü siyaset, bir milletin varlık duyuşu'dur.

 

İhsan Fazlıoğlu,Kendini Aramak
Devamını Oku »

Lozan Zafer Mi Hezimet Mi?


Lozan Zafer Mi Hezimet Mi?










***

Bu an­laş­ma­nın ken­di­le­ri­ni pa­ha­lı ve be­de­li ağır ola­cak as­ke­ri se­çe­nek­ten kur­tar­dı­ğı­nı söy­lü­yor.  Bu­nun­la bir­lik­te tas­lak an­laş­ma­nın iki ül­ke ara­sın­da­ki buz­la­rı erit­me­di­ği­ni ve gü­ven­siz­li­ği or­ta­dan kal­dır­ma­dı­ğı­nı söy­lü­yor. Ha­zi­ra­n’­da fi­nal an­laş­ma­ya ula­şa­cak­la­rı­nı ve bu an­laş­may­la bir­lik­te müt­te­fik­le­ri­nin ve dün­ya­nın da­ha gü­ven­li ha­le ge­le­ce­ği­ni var­say­mak­ta­dır. Bu­nun hüs­nü ku­run­tu  ne­vin­den ol­du­ğu bir ger­çek.  İran da­ha nük­le­er güç ol­ma­dan böl­ge­yi ka­sıp ka­vu­ru­yor.  Kon­van­si­yo­nel tak­tik­ler­le ve si­lah­lar­la za­ten böl­ge­nin gü­ven­li­ği­ni ih­lal edi­yor. Ki­mi li­der­le­ri­ne gö­re Bush ve Oba­ma sa­ye­sin­de  im­pa­ra­tor­lu­ğu­nu kur­du bi­le.  Bu­nun­la bir­lik­te Ba­tı­lı­lar, İs­ra­il’­e iliş­me­dik­çe İra­n’­ın ya­yı­la­bi­le­ce­ği ka­dar ya­yıl­ma hak­kı ol­du­ğu­nu tes­lim edi­yor­lar.  Bu an­lam­da İran ile Ba­tı­lı ül­ke­ler ara­sın­da va­rı­lan bu ön an­laş­ma İs­lam dün­ya­sı ve böl­ge açı­sın­dan hiç­bir de­ğer ta­şı­mı­yor. Ke­en­lem­ye­kün hük­mün­de.   Son sı­ra­lar­da an­la­şıl­dı ki ön­ce­lik­li ola­rak İran Ba­tı ve İs­ra­il’­e de­ğil İs­lam dün­ya­sı­na yö­ne­lik ola­rak bir teh­dit­tir.  Bu teh­di­din nük­le­er bo­yu­tu­na yö­ne­lik ola­rak iz­len­me­si ge­re­ken yol bel­li­dir. Böl­ge­nin ve Sün­ni kit­le­le­rin nük­le­er si­lah edin­me­le­ri şart­tır.  Böl­ge­de İran ve İs­ra­il sa­de­ce ken­di­le­ri­ni tem­sil edi­yor­lar.   Var­sa ara­la­rın­da­ki kav­ga­nın, İs­lam dün­ya­sı na­mı­na ol­ma­dı­ğı ke­sin­dir. İran­lı­la­ra kim­se bu ko­nu­da bir yet­ki ver­me­miş­tir.

***

Nük­le­er me­se­le ve sı­nır so­run­la­rı böl­ge­sel çer­çe­ve­de çö­zül­me­li­dir. Bu şu de­mek olu­yor: 5+1 ül­ke­le­ri­nin İran ile var­dık­la­rı ve va­ra­cak­la­rı an­laş­ma bi­zi hiç­bir şe­kil­de il­gi­len­dir­mi­yor ve bağ­la­mı­yor.  İs­lam dün­ya­sı ken­di gö­be­ği­ni ken­di kes­me­li­dir. Bu­nun açı­lı­mı da şu­dur: İs­lam dün­ya­sı ken­di bom­ba­sı­nı üret­me­li­dir. Ab­dul­lah Fehd Ne­fi­si­’nin ifa­de et­ti­ği gi­bi Pa­kis­ta­n’­la bir­lik­te Tür­ki­ye ve Suu­di Ara­bis­tan gi­bi ül­ke­ler nük­le­er ku­lü­be üye ol­ma­lı­dır. Kim­se he­le Oba­ma bi­zim ve­ki­li­miz hiç de­ğil­dir.   Üze­ri­mi­ze dü­şen ken­di hu­ku­ku­mu­zu ko­ru­mak ve dos­ta düş­ma­na cay­dı­rı­cı­lı­ğı­mı­zı gös­ter­mek­tir. Yok­sa Ame­ri­ka­lı­la­rın var­mak is­te­dik­le­ri so­nuç bel­li­dir. Bir za­man­lar Sad­dam Hü­se­yi­n’­i Kör­fez ül­ke­le­ri­ne kar­şı  bay­kuş ola­rak kul­lan­mış­lar­dır. Şim­di de İra­n’­ı ay­nı ga­ye için bir kez da­ha kul­la­nı­yor­lar.  İran nük­le­er si­lah edin­se bi­le on­lar için gam de­ğil, bi­ze söy­le­ye­cek­le­ri şu­dur: Bi­zim hi­ma­ye­mi­ze gi­rin ge­ri­si­ni me­rak et­me­yin. İra­n’­ın nük­le­er si­lah­la­rı bi­zi il­gi­len­dir­mi­yor da ne­den Al­man­la­rı il­gi­len­di­ri­yor? Ola­cak şey mi­dir?  Se­nar­yo bel­li­dir: İran Ku­zey Ko­re gi­bi nük­le­er bir güç olur­ken biz­ler ise Gü­ney Ko­re gi­bi Ba­tı şem­si­ye­si al­tın­da vas­sal bir var­lık ha­li­ne ge­le­ce­ğiz.  İran Ku­zey Ko­re ör­ne­ğin­den fark­lı ola­rak dün­ya pi­ya­sa­la­rı­na da açıl­mak is­te­ye­cek­tir.  Ku­zey Ko­re­’den fark­lı ola­rak böl­ge­de Ba­tı­’nın gü­ve­ni­lir jan­dar­ma­sı ola­rak siv­ril­mek is­te­ye­cek­tir. Pa­zar­lık­la­rı bu yön­de.  Bu yö­nüy­le İs­lam dün­ya­sı ken­di aya­ğı üze­rin­de dur­ma­lı­dır.  İra­n’­ın nük­le­er teh­di­di de ya­yıl­ma­cı­lık teh­di­di de böl­ge­sel ola­rak çö­zül­mek du­ru­mun­da­dır. Bu yö­nüy­le Suu­di Ara­bis­ta­n’­ın bek­len­me­dik Ye­men ope­ras­yo­nu İra­n’­ın ve ona bel bağ­la­yan güç­le­rin he­sap­la­rı­nı boz­muş­tur.  Arap­la­rın mil­li kim­lik­le­ri İs­lam ile yoğ­rul­muş­tur, ka­rıl­mış­tır. Baş­ka var­lık­la­rı yok­tur. Türk­le­rin de öy­le­dir. Ama İran­lı­la­rın de­ğil­dir. On­lar ca­hi­li­yet­le­ri üze­rin­den ci­han­gir ol­mak is­ti­yor­lar. Biz ise an­cak İs­la­m’­a sa­rı­lır­sak pa­yi­dar ola­bi­li­riz.

Ya­hu­di­ler ise her çığ­lı­ğı aleyh­le­rin­de var­sa­yı­yor­lar.  Pers­ler gi­bi tat­min­siz ve alarm­cı bir mil­let­tir.  Bu ne­den­le de Ne­tan­ya­hu gi­bi­ler Lo­za­n’­ı he­zi­met ola­rak gör­mek­te ve onun öte­sin­de İs­ra­il’­in ta­bu­tu­na son çi­vi ola­rak tas­vir et­mek­te­dir­ler. Oy­sa ki,  Oba­ma bu an­laş­may­la bir­lik­te İra­n’­ın nük­le­er si­la­ha ulaş­ma yo­lu­nu kes­tik­le­ri­ni ifa­de et­mek­te­dir. Ya­hu­di­le­rin hu­yu­dur; Her an­laş­ma­dan ken­di­le­ri­ne bir pay çı­kar­mak is­ter­ler. Bu­ra­da da diş ki­ra­sı is­ti­yor­lar. Bu an­laş­may­la bir­lik­te İs­ra­il’­in var­lı­ğı­nın teh­dit al­tı­na gir­di­ği­ni ön­gö­rü­yor­lar.  Bu du­rum­da Lo­zan Oba­ma­’nın za­fe­ri, Ne­tan­ya­hu­’nun he­zi­me­ti olu­yor! Pe­ki!  İran için ne an­la­ma ge­li­yor?  O da bü­yük şey­tan­la bü­yük müt­te­fik ol­ma yo­lun­da yü­rü­yor. Hep­si­nin yü­zü­ne ib­lis­ler tü­ne­miş du­rum­da.

 



Devamını Oku »