Mevzu Hadisler Hakkında

Mevzu Hadisler Hakkında




Evvelâ mevzu’ ile alâkadar bir mukaddeme:

Mevzu’ hadîsleri tanıma, bulma ve tesbit etme hususunda bazı kaideler, kanun ve usûller vaz’ edilmiş ve muhaddislerce tatbik de edilmiştir.

Şöyle ki: Hicrî 200. yıl içerisinde şuyu’ bulan Mevzu’ hadîsler dedikodusu baş gösterince; büyük ve dâhî hadîs imamları mezkûr kaideleri koymuş ve tatbik etmişlerdir. Hadîs- Şeriflere katılmak istenen mevzu ve yalan sözler, tâ o zamanlar bulunmuş, tesbit edilmiş ve hadîslerden tarh edilip atılmıştır. Yani, şimdi elimizde mevcud me’haz hadîs kitaplarında, o mevzu’ denilen yalan sözlerin hiçbirisi yoktur diyebiliriz. Çünki bu mevzuda bütün hadîs hâfızlarınca müttefekun aleyh, kat’î kaide ve usûl şudur ki: “Aslı, faslı mevzu’ olarak bilinen bir hadîsi yazmak, kaydetmek ve kitaba dercetmek, çok haram ve büyük günahtır.” Bu durumda mezkûr asırda kesin olarak mevzulukları tesbit edilmiş binlerce yalan ve uydurma sözlerden şimdi hiçbirisi mevcud değildir diyebiliriz. Zira, tâ o zaman o işih farkına varılımış, tesbit edilmiş ve tutup atılmıştır. Hattâ denilebilir ki; büyük muhaddisler, o keskin kaide ve usûlleri tatbik ederken, bir çok sahih hadîsleri de bazı şüphelerle heder etmiş ve zayi’ etmişlerdir.

Hem bugün için, farz-ı muhal olarak, sözü edilen mevzu’ hadîslerin hiçbirisinin, yahut bir kısmının tâ o zamanlar tesbit edilemeyip de, mevcud hadîs kitaplarında -hâşâ ve kellâ- var olduklarını farzetsek ve biz bunları şimdi, yani 1200 sene sonra tesbit etmek işine girişmek istesek bile; 12 asır evvel olup biten hâdiseyi ve o vakitte o mevzu’ ve yalan sözleri yayan ve neşreden adamların şimdi ölmüş ve eserleri bile yok olmuş olmaları hasebiyle; elbette aynıyla mes’eleyi tesbit etmek imkânımız olmayacaktır.

Peki, o halde ne yapabiliriz?

Elcevab: Yapsak, yapsak; ancak eski büyük hadîs imamlarının cerh ve ta’dil, usûl ve kanunlarını tatbik şekillerini dinlemek sûretiyle onların hüküm ve kararlarına göre, belki bir şeyler çıkarabiliriz. Evet, bunun bundan başka ikinci bir yolu yoktur.

Bu mes’elenin neticesi şudur: Hicrî 2. asrın içinden başlayıp 3. asrın sonuna kadar devam dene mevzu’ hadîsler dedikodusu fırtınasıyla, pür-heyecan hamiyet ve gayrete gelen büyük hadîs imamları, keskin ferasetleri yanında, mevzu’ sözleri bulma ve tesbit etmiş ve hadîsten ayırıp adem gayyasına atmışlardır. Yani, şimdi adı söylenen, fakat varlıkları söz konusu olmayan ve üstünde kat’î olarak yüzde yüz hükmedilmesi mümkün olabilen hiçbir mevzu’ söz ve yalan hadîs mevcud değildir. Yani, şimdi elimizde mevcud olan yüz kadar kaynak hadîs kitaplarında… Evet, hadîs kitaplarında diyorum… Yoksa ehemmiyetsiz ve vukufsuz bazı kimseler tarafından yazılmış basit ve ehemmiyetsiz köşede bucakta kalmış hikâye ve harbler gibi mes’elelere dair kitap namı altındaki bazı şeylerle hiç mevzu’ hadîs yoktur demiyorum. Amma o gibi kitaplar dahi kat’î tahkik yapılmadan, ezberden olarak: “Baştan sona hep mevzu’ hadîslerle doludur.” deyip hüküm vermek dahi herhalde insafsızlık olur.

Sual: Peki muhaddislerce konulmuş, hadîsin çok değerli ve mühim olan usûl ve kaideleri ve pek kıymettar bir ilim olan cerh ve ta’dil kanunları bize bugün şimdi yararı nedir? Onunla biz ne yapabiliriz?

Elcevab: Şahsî kanaat ve tesbitime göre, o kaideler, usûller ve kanunlar, bugün bir hadîs müştakının, meraklı bir araştırmacının, hadîslerin mertebelerini, evet sadece mertebelerini o usûl ve kaideler çerçevesinde -eğer yapabilirse- tahkikî tarzda bulabilmesine, tesbit etmesine en büyük ve keskin ölçü âleti ve müracaat edilecek tek kıstastır. Ancak bunu da unutmamak gerekir ki; öylesi bir araştırmacı, araştırmasını yaparken, bir aynı hadîsin mertebesi üzerinde yapılmış münâkaşaları, müsbet ve menfî umum görüşleri; haricî te’sir ve his ve hevese veya mizac ve meşrebinin te’sirine kapılmadan dinledikten sonra, ekseriyetin ittifakı hangi tarafta ise, ona göre diyebilir ki;

“Şu hadîsin mevcud hadîs usûlü ve kaidelerine ve muhaddislerin ekseriyetinin görüşüne göre mertebesi, derecesi şudur.” Yoksa o kanun ve kaidelerle, sanki şimdi varmış gibi, yeniden mevzu’ hadîsleri tesbit etmeye teşebbüs etmek için değildirler. Çünkü öylesi mevzu’ hadîsleri yeniden bulabilme diye birşey yoktur. Zira, hakikatta asıl mevzu hadîsler şimdi yokturlar.
Mevzu’ Hadislerin tarihî gelişimi

Mevzu’ kelimesinin lûgat karşılığı; vaz’edilmiş, konulmuş demektir. Hadîs usûlü ıstılahında ise; yalandan bir söz uydurulup, Peygamber’e, yahud bir Sahabî’ye, ya da bir Tabiîn’e isnad edilerek ikinci bir yalan ve iftira ile; “Bunu Peygamber söyledi” yahud “Sahabî ya da Tabiîn söyledi” diye ortaya atılan ve hadîs içine katılmak istenen yalan söz demektir.

Üst tarafta da kaydettiğimiz gibi, mevzu’ sözlerin en ilki, Peygamberimizin hayatında bir münafık tarafından yapılmıştır. Peygamber Efendimiz de (A.S.M.) o münafığın cezasını çok şiddetli bir şekilde verdirmiş olduğu gibi; “Benim adıma ben söylemediğim halde yalan uyduran, Cehennem’e yerini hazırlasın!” meâlindeki hadîsi tekrar ve şiddetle söyleyerek ümmetini ikaz ve irşad etmiştir. Daha sonra, hicretin 41. senesinde müslümanlar arasında siyasî ayrılıklar fitnesi başladığında, Şia ve Haricîlik gibi bazı fırka mutaassıblarının yalancı ve tıynetsiz bazı adamları, az da olsa, bazı mevzu’ sözleri uydurdular. (*)

Daha sonraları, yani 2. asrın başından itibaren bu gibi yalancılar çoğalmaya başladılar. Mevzu’ hadîsler dedikodusu da fazla şuyu’ buldu. Bunun üzerine hadîs Hâfızları ve hameleleri hamiyet ve gayret içinde pür-dikkat kesildiler… Yalancı ve iftiracıları tek-tek tesbit ettiler. Uydurulan yalan sözleri de bulup teşhir ettiler.

Kâmil Muhaddis Hammad bin Zeyd’in tesbitine göre, zındıklar ondört bin mevzu’ hadîs uydurup yaymışlar.(**) Bu zındıklardan birisi olan Abdülkerim bin Ebi-l Avca’, zındıklık adına yalan hadîs uydurduğu tesbit edilmiş ve Abbasî halifelerinden Mehdî zamanında yakalayıp boynu vurulacağı vakit, o zındık bağırarak demiş: “Ne haber! Ben dörtbin hadîs uydurup hadîslerinize kattım ki, bunlara haramı helâl, helâlı da haram kıldım.” (***)

Keza İbn-i Asakir, Halife Harun-u Reşid’den naklettiği bir rivayette: Yakalanarak Harun-u Reşid’e getirilen bir zındığın boynunu vurmak için emir vermiş. O zındık ise demiş: “Ben dörtbin hadîs uydurup neşrettim ki, onlarla haramı helâl, helâlı da haram gösterdim.” Harun-u Reşid de ona cevaben: “Ne haber ey zındık! Abdullah bin El-Mübarek ile Ebu İshak-ı Fezarî, senin bütün o yalanlarının tek-tek bulup, harfharf tesbit ederek, hadîsten çıkarıp attılar.”(****) dedi.

Bu zındık habisler kötü niyetle İslâmı bozmak, Sünnet-i Nebeviye’yi bulandırmak gayesiyle hadîs uydurdukları gibi, bir de bunların yanında bazı saf ve ahmak nâdanlar da, güya din adına, bazı hadîsler uydurmuşlardır. Misal için, Nuh bin Ebi Meryem ismindeki bir adam, Kur’an’ın Sûrelerinin faziletleri hakkında bazı mevzu hadîsler uydurmuş. Rivayeti de:

“An İkrime, An İbn-i Abbas” diye isnad etmiş. Ona sorulmuş: “Bu hadîsler sana nereden geldi?” O da demiş: “Ben gördüm ki, bu zamanda insanlar Kur’an’dan yüz çevirmişler. Ebu Hanife’nin fıkhî mes’elelerine ve Muhammed bin İshak’ın magazilerine koşuyorlar. Ben de insanları Kur’an’a döndürmek için bunları böyle uydurdum.”(*****)

(Not: Mezkûr mevzu’ olan hadîsler, Tefsir-ül Keşşaf’ta maalesef bilinmeden hadîs olarak kaydedilmiştir.)

İşte nümune ve misallerini verdiğimiz o gibi hâdiseler, hep eskide vuku’ bulmuşlardır. Amma yine az yukarda kaydettiğimiz vecihle, mezkûr hâdiseler Hicretin 2. yüzyılının başından başlayıp 3. asırda son bulmuştur. Hadîslerin hakikî mertebe ve makamını tesbit etme işi de mezkûr zamanlarda sona ermiştir. Yani, bahsi yapılmış o mevzu’ ve yalan sözler, tâ o zamanlar tesbit edilmiş ve hadîslerden çıkarılıp atılmıştır.



(*) Ulûm-ül Hadîs ve Mustalahihi – Dr. Subhî Salih sh: 266

(**) Aynı eser sh: 270

(***) El-Esrar-ül Merfûa – Aliyy-ül Karî sh: 6

(****) Aynı eser sh:6

(*****) El-Menhel-ül Latif sh: 158

————————————————————————————————————————–

Farz-ı muhal olarak, eğer şimdi mevcud kaynak olan hadîs kitaplarında, bahsi geçen hâdiselere tesbit edilmiş olan o mevzu’ hadîslerin varlıklarını bir an için şimdi kabul etsek de -ki onlar kimisine göre ondört bin, kimisine göre de oniki bin gibi büyük bir rakamdadır- o durumda, şimdi elimizde mevcud olan hadîs kitaplarının yekûnünde bulunan gayr-ı mükerrer hadîslerin tamamı ancak bunlarınm iki misli kadar olabilir.

Yani o durumda -hâşâ bin kere hâşâ- şimdi mevcud hadîslerin yarısına yakın bir kısmını mevzu olarak kabul etmek gerekecektir. Amma hâyır, bin kere hâyır! Öyle birşey kat’iyyetle söz konusu değildir. Belki şimdi elde mevcud büyük hadîs kitaplarında yer alan umum hadîsin ana kaynak kitaplarını kasdediyoruz. Olsa olsa, muhaddislerce büyük ve keskin tahliller neticesinde: Sahih, Hasen, Zaif ve bir de Çok Zaif diye mertebelere ayırma işi olmuştur, başka birşey yoktur.

Her ne kadar bazı muhaddis zâtlar senetleri itibariyle bazan zaif, hattâ metrûk hadîslerden bir kısmını, zan ile mevzu’ hadîs hududunda göstermeye çalışmışlarsa da, fazla mühim bir durum arzetmemektedir. Çünki bunların karşısında sair insaflı ve hakperest büyük hadîs imamları dikilmiş, aynı o hadîsleri kurtarmak için gayret sarfetmişler ve hadîslerde mevcud sair benzeri deliller getirerek onları yüzde doksan dokuz nisbetiyle kurtarmışlardır.

Sual: Peki şimdi bu zamanda hiçbir mevzu’ hadîs yok mudur?

Elcevab: Bu kitabın arkasında kaynak kitap olarak isimlerini yazdığımız hadîs kitapları listesinde ve bir de elimize geçmeyen ve büyük hadîs imamları ve hâfızları tarafından yazılan makbul ve meşhur birçok hadîs kitaplarında; meselâ, El-Muhtarat Ziya-ül Makdisî, El-İstidrâkât Darekutnî gibi birçok kitaplarda, kesin ve kat’î ve üstünde ittifak edilmiş hiçbir mevzu’ hadîs yoktur diyebiliriz.

Amma az yukarıda kaydettiğimiz gibi adı-sanı belli olmayan, yahut İslâm üleması arasında makbul sayılmayan ve bazı vukufsuz ve ehliyetsiz kimseler tarafından yazılmış basit hikâye ve kıssalar gibi şeylere dair bazı mevzuları işleyen kitaplarda ve az bazı tefsir kitaplarında -Tefsir-i Keşşaf gibi- ve bir de avam halkın dilinde dolaşan bazı sözlerde mevzu hadîslerin bulunabilme ihtimali vardır. Bu bulunanların da hiçbir zaman İslâmın haramını helâl, helâlını da haram edecek, akide ve fıkha dair hadîsler olmayıp, basit ve varlığıyla yokluğu arasında fazla bir değer taşımayan bazı sözlerdir.

Dillerde hadîs olarak dolaşan sözlerin büyük bir bölümünü, El-Hâfız İsmail bin Muhammed El-Aclûnî gibi zâtlar, meselâ Keşf-ül Hafâ ve benzeri kitaplarda tahlil etmiş ve çoğunun asılları yine hadîs olduğunu ispatlamışlardır.
Mevzu’ Hadîsleri tesbit eden kaide ve kanunlar

Bu husustaki belli ve kat’î kaideler birkaç tanedir. En mühimmi ve büyüğü: Onu uyduranın sarih itirafı ve ikrarıdır.

2- Hadîs-i şerifin metin ve mânalarına tam rüsûh ve vukuf peyda etmiş zâtların sarraflıkları ile; “Bu söz değil Peygamber’in (A.S.M.), belki az bir belâgat ve fesahata mâlik birisinden de çıkması mümkündür değildir” diye mutlak şekilde reddedilmiş sözler…

3- Mânası itibariyle rekîk olanları… Yani Sahih hadîslerin zıddına ve onlara mugayir ve aralarının cem’edilmesine aklen imkân olmayan sözler…

4- Küçük bir iş, bir günah için çok büyük tehdid ve vaîdleri söyleyen söz ve aynı zamanda az ve basit hayırlı işlerde çok muazzam vaadları bildiren sözler…

Ancak şu dördüncü numaradaki kaide, her zaman sâbit ve umumî ve muhkem bulunmamaktadır. Makam-ı zecr ve zemm… ve makam-ı tergib ve teşvik gibi hallerde vârid olmuş birçok sahih hadîs-i şerifler vardır ki makamının iktizasına göre, bazan küçük bir şeyi büyük olarak göstermişlerdir.

İşte, bunlar gibi mevzu’ hadîsleri tesbit etmek içn bazı kanun ve kaideler vardır. Bu kaide ve kanunları uzunca şerh ve izah eden bir çok kitap yazılmıştır. Amma bu mevzu’da yazılmış kitapların bazılarında fazla şiddet olmuştur. Meselâ İbrahim-ül Cevzakanî’nin “El-Ebatıl” kitabı ve İbn-i Cevzî’nin “El-Mevzuat” eseri gibi kitaplar…

Hülâsa: Mezkûr kanun ve kaideler, şimdi bu zamanda mevcud olan hadîslere tatbik etmek için değil, eski zamanda, henüz müdevvenat az iken hadîs âlimlerinin ihtiyata sevketmek için uygulanmış düsturlar olduğu kesindir.
Başka yönleriyle Mevzu’ Hadîsler

Mevzu’ ismi altında toplanabilen hadîsler dört sınıf olduğu anlaşılmaktadır. Mevzu’ hadîs uyduranların isim ve karakterlerini anlatan ilgili hadîs usûlü kitaplarını mütalaa etmiş kimseler bu iddiamızı kabul etmiş kimseler bu iddiamızı kabul edebilirler.

BİRİNCİ SINIFI: Zındıkların İslâm dininin tahrif etmek, bozmak ve ayıplandırmak için girişmiş oldukları sinsî ve münafıkane faaliyetleri neticesi, bir sürü yalan, buhtan ve iftiralı sözleri yayma işi…

İKİNCİ SINIFI: Râfizîlik veya Haricîlik gibi bâtıl ve dalâletli mesleklerin taassubu adına ve kendi mesleklerini doğru göstermek ve ona revac vermek gibi pis ve habis niyetlerle uydurdukları yalan sözlerdir. Birinci sınıfa göre bu kısım ekalliyettedir.

ÜÇÜNCÜ SINIFI: Ahmak, câhil veya nâdanların uydurdukları mevzu sözlerdir ki; bazıları güya iyi bir niyetle bazı mukaddes şeylere revaç vermek ve insanları ona cezbetmek gibi sâfiyane, amma ahmakça uydurdukları mevzu’ hadîslerdir. Bunlardan bir kısmı da, câhil ve nâdan bazı menfaatperest kimselerdir ki, İslâm halifelerine veya sultanlarına ve valilerine yaranmak ve yanaşmak ve menfaat kapmak gibi basit gayelerle; o ehl-i makamların zâtlarına, icraatlarına, güya Peygamber’in (A.S.M.) hadîslerinin işaretleri varmış gibi yalan bazı sözleri uydurma durumudur.

İşte bu her üç sınıf mevzu’lu hadîslerin tamamının tâ, bin sene evvel farkına varılmış, tesbit edilmiş ve hadîslerden çıkartılıp atılmıştır.

DÖRDÜNCÜ SINIF İSE: Hakikatta ve asliyette bir mevzuluk durumu söz konusu olmadan; bin seneden beri muhafaza edilip gelmiş ve hep istimâl edilmiş bazı hakikatlı sözlerdir. Bu sözlerin ekserisinin sened ve istinadı yoktur. Bunlardan bazıları, ya bir Sahabî’nin veya Tabiîn’in, ya da Tebe-i Tabiîn’den bazı büyük zâtların bazı hakikatları vecizeleştirerek söylediği doğru ve isabetli kaidevî sözlerdir. Zamanla, bu sözlerin aslı nereden olduğu kat’î bilinememiş, sonra bazıları tarafından bu sözlerden bir kısmının hadîs-i şerif olabileceğine ihtimal verilmiş, dolayısıyla hadîs olarak da şöhret bulup kalmışlar. Mezkûr sözlerin bir kısmı filhakika da Peygamber’in (A.S.M.) sözleri olması mümkündür. Lâkin sened ve isnadları olmadığı için, kat’î bir kanaatla hadîs midir, yoksa Sahabe ve Tabiînden birisinin sözleri midir bilinememiştir.

Böylece mübhem durumda kalan ve senedi olmayan bu nevi sözlere de mevzu’ hadîs denilebilmişse de, sadece senedi itibariyle denilmiş. Ama ifade ettiği hakikat ve mânası itibariyle aslâ…

İşte, bu kabil hakikatlı ve mühim sözlerin varlığı eskide de, bugün de söz konusudur ve bunlar haylicedirler. Bu nevi hadîsler bu durumlarıyla, şayet bazıları onları mevzu’ hadîs diye isimlendirse de, yani; “Bu söz an’aneli senedle Peygamber’in sözü değildir.” dese de, isnad ve sened itibariyle belki doğru olabilir. Amma bu söz, mânası ve hakikatı itibariyle de doğru değildir, yani mevzu’dur diyemez.

Meselâ: hakikatlı söz için, kimisi hadîstir demiş, kimisi de hadîs değil, fakat sabit hakikatlardandır. Kimisi de, İmam-ı Yahya bin Muaz Er-Razî’nin hikmetli sözlerinden olabilir demişler. Kimisi de, bu sözün Hazret-i Ali’nin hikmet-feşan ve kaynağı Menba-ı Vahy ve Risalet olan sözlerindendir demişler.

Bu hadîsin birçok me’hazleri için, bu kitabın Hadîsler Cetvelinin 130 no.lu kısmına bakılabilir.

Evet, bu nevi hakikatlı sözler vardır ve muhafaza edilerek gelmiştir. Elbette ki bunların içinde kelâm-ı Nebevî olanları da vardır. Ve bazılarının hakikatı hadîsten, lafzı başka büyük zâtlardan olabilir. Bunların bir kısmı da İmam-ı Ali’nin hikmet-feşan sözleri de olabilir. Hem mezkûr sözlerin hakikat ve hikmet vecizeleri olduğuna en büyük delil, bin küsûr seneden beri bunların aynen muhafaza edilip, günümüze kadar gelmiş olmalarıdır.
Senedsiz Hadîsler

Bu münasebetle, “Senedsiz hadîsler” mes’elesi yeniden hatıra geldi. Gerçi üst taraftaki mes’ele, bunu da bir derece içine alıyorsa da, lâkin senedsiz hadîslerni dairesi biraz daha geniştir.

Hem yüksek mânaları itibariyle, bunların bir kısmına muhaddislerce doğrudan doğruya hadîs-i şerif diye tavsif edilmiştir. Hattâ bunlardan bir kısmı sahih hadîsler olarak kabul görmüştür. Nitekim İmam-ı Buharî de bu neviden bazııların kitabına almakla tereddüt etmemiştir. (*)

Bu nev’i hadîsler, “Muallâk” ismi altındaki hadîsler kısmı içinde de bulunabilirler.

Şu nevi senedsiz hadîslerin bazılarına da “Hadîs-i Meşhur” denilir ki, az yukarıda “Zaif Hadîsler Bölümü”nde buna bir derece işaret edilmiştir.

İmam-ı Celâleddin-i Suyutî bu nevi senedsiz ve dillerde dolaşan hadîslerin varlığını ve tarifini “Senedül Musafaha” ismindeki bir Risalesinin Mukaddemesinden çok güzel bir tarzda beyan ettiği gibi, EdDürer-ül Müntesire eserinde de misal ve nümunelerini getirerek tahlil ve tahkiklerle izah etmiştir.

(*) Şerh-ül Manzumet-il Beykuniye sh: 112
Mevzu’luk isnad edilip de, mevzu’ olmayan bazı hadîs örnekleri

1- El-Feth-ül Kebir 1/481’de İbn-ül Cevzî’nin mevzudur dediği bir hadîs, sair imamlarca mevzuluğu reddedilip hadîs olarak kabul edildiği…

2- Ed-Dürer-ül Müntesire – Suyutî sh: 31-35’de; yine İbn-ül Cevzî, bir iki hadîs-i şerif için mevzu’luk isnad ettiği halde, sair muhaddislerce bu hadîslerin mevzu’ olmayıp sahih hadîsler olduğu…

3- El-Esrar-ül Merfua’ – Aliyy-ül Karî sh: 73’de; bazı mevzu’ hadîsler var ki; başka tariklerle gelen rivayetlerde aynı metin ve aynı mâna ile sahih olabileceği…

4- El-Leali-l Masnua’ – Suyutî 1/117’de; bir aynı hadîs, bazı tariklerle sahih, amma başka bir yolla gelen rivayet silsilesinde mevzu ve bâtıl olabileceği…

5- Aynı eser 2/390, 391 ve 394’de; İbn-ül Cevzî’nin mevzu’ dediği bazı hadîseri, İmam-ı Suyutî onları uzun tahliller neticesinde sıhhatlerine hükmetmiş olduğu…

6- Levakıh-ul Envar – Şa’ranî sh: 656’da hadîs rivayetinde ve cerh usûlünü tatbikte tehevvür ve hiddetten içtinab etmenin zarureti hakkında izahlar…

“Lâ asle lehû” ve “Lâ yesihhu” ve “Aslını bulamadım” gibi tabirleri…

İlm-i Hadîs muhakkikleri olan allâme zâtlar, bazı hadîsler hakkında “Lâ asle lehû” yani aslı yoktur veya “Lâ yesıhhü” tabirlerini bazan kullanmışlardır. Muhaddislerin bu tabirlerinin maksad ve muradları nedir diye meşhur Şeyhülislâm İbn-üs Salah’tan sorulmuş. O da şu şekilde cevab vermiş:

“Bizim bunlar gibi tabirlerden muradımız budur ki: Hadîsin senedi itibariyle sahihlerin şartları bulunmadığı zaman bu hadîs sahih olan hadîslerin cinsinden değildir demektir.” (Fetavî ve Mesail-i İbn-üs Salah 1/174)

El-Hâfız Zeyneddin-i Irakî Hazretleri, İmam-ı Gazalî’nin İhya-u Ulûm-id Din eserinin hadîslerini tahkik ve tahriç yaparken, bazı hadîsler için “Aslını bulamadım” ifadelerini kullanmış. Bence, Hâfız Irakî’nin maksadı da İbn-üs Salah’ın üstteki cevabında olduğu gibidir. Bir de bize göre şu mânası da olabilir: “Yani ben, Gazalî’nin okuyup tetebbu’ ettiği kadar bütün hadîslerini ve kitaplarını ve onların senedlerini görmemiş olabilirim. Bunun için, Gazalî’nin bazı hadîslerinin senedlerini bendeki hadîs kitaplarında bulamadım.”

Netice olarak: Muhaddislerin; “Aslı yoktur” veya “Sahih değildir!” ifadelerinden en bariz mânası, o hadîsin senedi yoktur.. veya seneden sahih hadîsler cinsinden değildir demektir. Yani şu hadîs, bize ulaştığı kadarıyla biz onun senedini görmemişiz demektir. Yoksa o gibi tabirler hadîsin mâna ve metni için kesinlikle müsta’mel değildir. Murad da o değildir.

—————————————————————————————————————————

Fukaha tabir edilen usûl ve fürû-u Şeriatın allâmeleri olan müştehidlerin hadîse bakış açıları:

Evvelâ, şunu hemen belirtmek gerekir ki; büyük müçtehid imamlar, başta dört mezheb imamı olmak üzere her birisi en âlâ derecede müçtehid oldukları gibi, aynı zamanda bizatihî muhaddisdirler de.. Nitekim her bir imamın bir hadîs kitabı da mevcuddur. Ancak tek bir fark vardır; İmam-ı Ahmed bin Hanbel müstesna olarak, diğer üç mezheb imamı hadîs-i şeriflerin nakil ve rivayet işinde bulundukları halde, onun cerh, ta’dil ve sairesiyle fazla meşgul olmamışlardır. Çünki vazifeleri daha büyük ve daha küllî idi. İştigal mevzuları da, umum ümmete her zaman zarurî ve lâzım olan bir vazife idi.

Hadîslerin zâhirî senedleri bırakmakla birlikte, elden geldiği kadar onları dinlemeyi de ihmal etmemişlerdi. Amma bu zâtların üzerinde en çok tefekkür edip düşündükleri şey; hadîsin mâna ve medlûlü ile, nâsihi ve mesûhu hangileri olduğu.. ve Şeriatın hangi mes’elesine hangi hadîslerin bakıp terettüb ettiği hususları idi.

Mutlak müçtehid olan zâtların hadîse bakış açılarının bir başka yönü de vardır. Belki de bu cihettir ki; onları hadîslerin senedleriyle fazla meşgul ettirmemiş. Zaten bir müçtehidin mutlak müçtehid olabilmesi için Allah’ın lûtfuyla ilim, irfan, feraset, velâyet ve tam kâmil rüsûh gibi işleri ve kaibiliyetleri isteyen ve birleştiren bir makama mazhar olması gerekmektedir. Amma bu da vardır ki, müçtehidlerin bu makam ve mertebeleri, bazı muhaddislerce bilinememiş ve anlaşılamamışdır.

Evet, biraz sonra misal ve örneklerini vereceğim mezkûr makamının ulviyeti, kemali ve ilimde rusûh-u tâmmı gibi mazhariyetleri, Allah’ın hususî lutfuyla bazı hâs kullarında tezahürü görüldüğü zaman; artık onlar -çoğu kere zannî ve tarihî olan- hadîsin senedi, cerh ve ta’dilin usûl ve kaidelerinden geçmede ve geçirilmeden de, hadîsin sahihlik, zaiflik ve mevzu’luk durumlarını kolaylıkla anlayabilirler ve anlayabilmişlerdir.

Şimdi bu davanın hafî de olsa -amma hakikat olarak- bazı delil ve misallerini arzetmeye çalışacağız:

1- Celâleddin-i Suyutî El-Havî Lil-Fetavî eseri 2/342-345 sahifelerde İmam-ı Şafiî’den naklen ve ayrıca da başka delilelr ile de isbat etmiştir ki; Resul-i Ekrem (A.S.M.) başta ahkâm-ı Şeriat olmak üzere, bütün mesail-i diniye ve İslâmiye’yi beyan eden umum hadîs-i şeriflerini Kur’an’dan istihraç etmiş olduğu gibi, âhirzamanda yeryüzüne inerek, müslümanların başına imam olarak geçecek olan Hazret-i Peygamber gibi bütün hükümleri doğrudan doğruya Kur’an’dan istihraç edecektir.

2- İmam-ı Şa’ranî El-Mizan-ül Kübra eseri 1/22 saifelerinde dava etmiş ve bir derece bunu isbat etmiştir ki; bütün ehadîs-i şerife Kur’an’ın içinde mevcuddur.

3- Yine, Suyutî Hazretlerinin El-Havî Lil-Fetavî 2/446’da; Abdullah bin Abbas’tan rivayeten demiştir ki; “Benim devemin yuları da kaybolsa, onu ben Kur’anda bulabilirim!”

4- Yine İmam-ı Şa’ranî Keşf-ül Gumme eseri 1/25’de ve Suyutî Hazretleri El-Havî Lil-Fetavî 2/346’da Said bin Cübeyr’den nakletmişlerdir ki; O demiş: “Ben Resulullah’tan gelen hadîs-i şeriflerden neyi ki işitttim, hepsinin tasdikini Kur’an’da buldum.”

5- Yine İmam-ı Suyutî El-Havî Lil-Fetavî 2/346’da isbat etmişki; bazı ülema-i kâmilîn herşeyi Kur’an’da bulabilme mazhariyetine ermişlerdir.

6- Yine İmam-ı Şa’ranî Hazretleri El-Mizan-ül Kübra eseri 2/43’de, dava etmiş ve bir derece bunu isbat etmiştir ki; başta dört mezheb imamı olmak üzere, bazı kâmil, veli olan muhaddisler Resulullah’la ruhen mülakî olurlar ve şüphelendikleri mes’eleleri veya hadîsleri sorarlar.

İşte bu nümuneler gibi daha birçok nümuneler arzedebilirdik. Lâkin bunlar maksad için kâfidir. İmamı Suyutî ve Şa’ranî ve sonra allâme Zebidî gibi zâtların bu mes’eledeki izahlarından anlaşılmaktadır ki;

Resulullah en başta olmak üzere, kademe kademe ve derece derece bazı Sahabeler, sonra Tabiîn’den bazı büyük kâmil veliler ve sonra da dört mezheb imamı ve bunlardan evvel Hazret-i Mehdî gibi zâtlara hâs ve mahsus olarak bir makam vardır ki; O’na çıkmış olan zâtlar, artık herşeyi, her mes’eleyi, her hadîsin aslını Kur’an’da görebilmişlerdir. Amma onlar bu sırlı makamın ve büyük mazhariyetin tezahürlerini sıkı sıkıya saklamışlardır. Umumî ahenk ve zâhire göre hareket edip, yinee muhaddislerin sa’y ü gayretleriyle husûl bulan hadîslerin senedleri hususundaki görüşlerini dinlemişler ve imkân nisbetinde de ona müraat etmeye çalışmışlardır.

Bu mes’elenin bir delili de, Bediüzzaman Said Nursî Hazretlerinden nakledilmiş şu sahih rivayettir:

Üstadın ileri gelen talebe ve hizmetkârlarında Mustafa Sungur ve Bayram Yüksel gibi zâtlardan bizzat defalarca dinlemişim ki, Hazret-i Üstad demiş: “Ben eskide tahsil ettiğim bütün ilimler, hâfızama aldığım onca kitaplar ve pek geniş ma’lumat, benim Kur’an’a çıkmam için basamaklar oldular. Kur’an’a çıktım, baktım ki; herbir âyet-i Kur’anayi, kâinatı içine almıştır. Ondan sonra daha hiçbir kitaba ihtiyacım kalmadı…”

Evet, görüldüğü üzere, Hazret-i Üstad Bediüzzaman da aynı mes’eleye ve mezkûr aynı makama işaret edip parmak basmaktadır.

İşte mezheb imamları ve başta İmam-ı A’zam Ebu Hanife olarak, az üstte kaydedildiği üzere, muhaddislerce yürütülen hadîsin cerh ve ta’dil kanunlarını dinleyerek müraat ettikleri gibi, onun mânası ve hakikatına dalar, Din-i Mübîn-i İslâm’ın hangi mes’elesiyle ilgili olduğunu ve hangi şer’î hükmü aydınlattığını düşünürlerdi. Nitekim, “Ahbar-ı Ebu Hanife” eserinde kaydedildiğine göre, İmam-ı A’zam Hazretleri işittiği bir hadîsin sened ve sairesi gibi zâhirî tarafına değil, onun mânasının derinliklerine dalar, düşünür, İslâm’ın mes’elelerinin halli için tefekkür ederdi. (Ahbar-ı Ebu Hanife sh: 330)

Yine aynı eserin 78. sahifesinde: “İmam-ı A’zam Hazretleri, hadîs toplayan muhaddisleri bir eczahaneye benzetiyordu.”

Keza İmam-ı Ali (R.A.) Nehc-ül Belâga – Tahkik Subhî Salih sh: 327’de: “Resulullah’ın sözlerinde hâslar, âmmlar, nâsih ve mensûhlar bulunduğunu, bunları birbirinden ayırt edemeyen kimseler, Şeriatın mes’eleleri hakkında konuşmaya, fetva vermeye hakkı yoktur.” demiştir.

Yine Ahbar-ı Ebu Hanife eseri sh: 35’de; meşhur ve kâmil muhaddis “A’meş” gayet samimi itiraf edip demiş ki: “Biz muhaddisler ezcahane gibiyiz. Fukaha ise, eczacı ve kimyagerdirler.”

İşte müçtehidîn-i izam hazeratının hadîse bakış açıları hakkında, şu çok kısa olan bilgiler, tam ayna olamıyor ve kâfi gelmiyorsa da, lâkin maksada işaret etmesi bakımından bu makama şimdilik kâfi olduğu ümid edilir.

—————————————————————————————————————————
Ehl-i Velâyet ve Zühüd” denilen büyük taifenin hadîs ilmine ve hadîsin cerh ve nakd ve ta’dil usûl ve kanunlarına karşı nasıl bir telâkki içinde oldukları mes’elesi…

Ehl-i Velâyet ve Zühüd” denilen büyük taifenin  istediğimiz husus, ehl-i velâyetin büyük âlimleri ve hadîs ilmine vâkıf büyük şahsiyetlerinin hadîs ilmi ve usûlüne karşı telâkki tarzlarına işaret etmektir. Nasılki fukaha ve müçtehidîn bahsinde pek yüksek bir makam ve yüce bir kabiliyet ve mazhariyetten ve mükemmel ve tam bir rüsuhtan bahsetmiştik. Hem o makamın ancak mutlak müçtehid imamlarına hâs olduğunu da arzetmiştik. Burada da, büyük ve kâmil velî zâtların yüksek tabakasına mahsus bir makamdan ve onun tereşşuh ve tezahürlerinden söz edeceğiz. Yoksa ismine velî denilen herkes için elbette ki değildir.

Evet, kâmil ve büyük velî zâtların da, müçtehidlerin büyük şahsiyetlerine mahsus makamlarına benzer bir makamları vardır ki; çok az ârıza ve fire verir, ekseriyetle isabetli ve doğru olur. Bunun da kısaca ve hülâsalı bir tarifi şöyledir ki; bu zâtlar isterlerse Allah’ın izin ve havliyle geçmiş zamanların derinliklerine ruhanî ve keşfî bir sûrette dalıp, hâdisatı ruhen ve kalben müşadehe etmeleri mümkün olduğu gibi; gelecek zamanın da içlerine girip, vuku’ bulacak olan bazı hâdiselerin İlm-i İlahî’deki mukadder eşkalini hissedip temaşa edebilirler. İşte veliyy-i kâmil olan zâtların ve grubunun zâhirî ülemadan bâriz farkları da budur ve bu mes’ele vakî ve gerçektir. Evliya arasında meşhur ve meşhud olduğu gibi, ümmetin telâkki-i bilkabulünce de sarsılmaz hakikatlardandır. Bu mes’eleye ve kökleşmiş hakikata zâhirperest ülema, canlaır istediği kadar inanmayıp kabul etmesinler… Hattâ red ve inkâr ile karşı da çıksınlar, hiçbir kıymeti yoktur.

Bu mes’elede şunu hemen başta kaydetmek gerekir ki; evliyanın keşf ve müşahede yoluyla Resulullah’tan hadîslerin veya diğer bazı mes’elerin asliyetini, sıhhat ve doğruluk durumunu sormaları kaziyesi elbette şer’î hükümlerde esas ve mesned kabul edilmiş değildir. Ehl-i keşif ve şuhud olan evliyanın bu yüksek tabakası dahi, hiçbir zaman bunu dava etmemişlerdir. Şahsen ve hususî sûrette ve kendi has âlemlerinde belki onunla amel edenler olmuştur. Amma zahir nazarda Muhaddislerin hükümlerine uymuş ve itaat etmişlerdir. Zira bu iş, eğer iddia şeklinde ortaya atılmış olsaydı, bazı su’-i istimaller götürebilirdi. Yani, meselâ İmam-ı Rabbanî, Cüneyd-i Bağdadî, Abdülkadir-i Geylanî ve Mevlâna Celâleddin-i Rumî gibi velâyetin zirvesinde bulunan zâtların muvaffak olduğu hâs bir makamda keşif ve şuhudları, başkalarında taklid yoluyla, hem bazı arızalar sebebiyle noksan olabilen keşiflerinde demüşahede ettikleri işler hususunda dava edecekleri iş, Şeriatın muhkem kaidelerine ters düşebilir ve bazı bulantılar ve su’-i istimallere sebebiyet verebilirlerdi.

Şimdi, bu mes’elenin hakikatını beyan eden ve işin içinde olup yaşayan büyük velî zâtların bazı söz ve hallerini nümune için kaydetmek istiyoruz:

BİRİNCİSİ: İmam-ı Suyutî, El-Havi Lil-Fetavî eseri 2/44 ve 349’da ayrı ayrı hâdiselerle izah ve isbat etmiştir ki; bazı kâmil velîler manen ve ruhen Hazret-i Peygamber’le mülâki olup, görüşüp, hadîs hususunda sualler sormuşlardır.

İKİNCİSİ: El-Hâfız Aclunî, Keşf-ül Hafâ eseri 2/262’de yazdığına göre: Muhyiddin-i Arabî demiş ki: hadîsi, her ne kadar muhaddislerin yanında senedi itibariyle sıhhati sâbit değilse de, amma keşif yoluyla yanımızda onun sahihliği sâbittir.

 ÜÇÜNCÜSÜ: El-Feth-ül Kebir kitabı Mukaddemesi sh: 7’de, Şeyh Yusuf-u Nebhanî, İmam-ı Suyutî’nin talebelerinden Necmedin-i Gazzî ve Abdülkadir-i Şazelî ve ayrıca İmam-ı Suyutî’nin Cem’-ül Cevami’nin kitabının kapağında bizzat müellifin hattıyla yazılmış olan ifadesine dayanarak kadetmiş ki: Suyutî Hazretleri bizzat kendisi söylemiş; “Ben yetmiş kadar def’alar Resulullah’la manen görüştüm ve şüphelendiğim hadîsleri sorar cevabını alırdım.”

DÖRDÜNCÜSÜ: İmam Şa’ranî Hazretleri, Levakıh-ul Envar eserinin baş taraflarında demiş ki: “Ben bir defa manen Resulullah’la görüştüğümde, ona sehiv secdesinde bazılarınca okunan nin keyfiyetini sordum. Resulullah (A.S.M.) bana tebessüm içinde buyurdular ki: “Hasenün!” yani “Güzel birşeydir” dedi.

BEŞİNCİSİ: Yine Şa’ranî Hazretleri aynı eseri sh: 60’da Muhyiddin-i Arabî’den naklen: “Bir çok muhaddislerce zaif gösterilen hadîsleri, ben Resulullah’dan sorardım, onların sahih olduklarına dair cevab alırdım.”

ALTINCISI: Yine Şa’ranî Hazretleri aynı eseri sh: 284’de, Şeyh Ahmed-i Zevavî’den naklederek kaydetmiş ki: “Biz, hadîs hâfızlarının zaif gördükleri bazı ehadîs-i şerifeleri Resulullah’dan sorarız, ona göre amel ederiz.”

Yedincisi: Mevlâna Celâleddin-i Rumî Hazretleri Mesnevî eserinde bu hususta şöyle der:

 Yani: “Ehlullahın meşrebi, Buharî, Müslim ve sair hadîs ve râvilerin kaynaklarına muhtaç olmadan, bizzat âb-ı hayat olan menba-ı Risaletten hakikatı alabilirler.”

İşte, evliya meşhur ve meşhud olan hâdiselerden sadece bir tek parmak işareti gibi, nümunelik bir kaç misal gösterdik. Bu nümuneler bahsimizin maksadı için kifayet eder tahmin ediyorum.

Hem yazdığımız şu evliya hakkındaki hâdiseler nev’inden, İmam-ı Buharî Hazretleri için de bazan vuku’ bulduğuna rivayetler vardır.

Demek anlaşılıyor ki; büyük hadîs imamları, tek tek bütün hadîsleri zâhir hale göre zarurî olara cerh ve nakd ve ta’dil usûl ve kanunları süzgecinden geçirdikten ve mertebe ve sınıflarını tesbit edip beyan ettikden sonra; Evliyanın kümmelinleri de, onları ayrıca keşif ve şuhud âleminde Resulullah’tan sorarak, ayrı bir sahada hadîslerin tahkik ve tashihlerini yapmışlardır. Cenab-ı Allah her hepsinden, bütün ehadîs-i şerifelerin yekûn harflerin sayısınca razı olsun, Rahmet ve Nurlarına mazhar buyursun, âmin…


Kaynak:Abdulkadir Badıllı - Risale i Nur'un Kudsi Kaynakları
Devamını Oku »

Asrın Hastalığı ''Mealcilik'' Üzerine

İlimsiz mealden hüküm çıkartma hastalığı

Muaviye radıyallahu anhtan gelen, Rasulullah sallallahu aleyhi vesellemin buyurduğu:

“Allah kimin hakkında hayrı murad ederse, onu dinde fakih (helal ve haramı birbirinden ayırt edici) kılar. Her halde ben ancak ilmi taksim ediciyim. Allah Teâlâ ise vericidir. Ümmetimden bir taife, Allah'ın emriyle dimdik ayakta devam edecektir. Onları terk edenler ve onlara muhalif olan kimseler onlara zarar vermezler. Allah Teâlâ'nın emri; kıyamet gelinceye kadar, onlar bunun üzerindedirler.”(1)

“Allah kimin hakkında hayrı murad ederse, onu dinde fakih;helal ve haramı birbirinden ayırt edici kılar.” cümlesi, fıkıh bilginleri için kâfi bir müjdedir. Aynı zamanda fıkıh yani helal ve haramı birbirinden ayırt etme bilgisinin de üstün nimet olduğunu ifade etmektedir. Ancak nimetin yüceliğine mebni (ötürü), âfâtı da (zararları da) vardır. Bunun en büyük âfâtı (zararı), Kur'ân-ı Hakîm'i indî (şahsi) görüşlerle mana etmektir. Hâlbuki indî (ilimsiz şahsi) görüşlerle Kur'an-ı Hakîm'i mana etmek, bazen küfür olur, bazen da küfre yakın haram olur. Binaenaleyh mücerred (tek başına) mealden hüküm çıkarmak, yorum yapmak, ilmî büyük afattır (ziyandır) ve haramdır.

Nitekim Ebû Dâvûd, Tirmizî ve Neseî'nin de tahric ettikleri, Cündüb radıyallâhu anh'tan gelen bir hadîs-i şerîfte Rasulullah sallallahu aleyhi ve sellem şöyle buyurmuştur:

“Kim, Kur'an'da görüşüyle söylerse ve bunun üzerinde isabetli olsa dahi, hakikaten o hata etmiştir.” (2)

Buradaki hatadan iki mana murad olunmaktadır. Birincisi, isabetsiz mana etmektir; bu küfürdür. İkincisi, isabetli olarak mana etmektir; bu ise büyük masiyettir (isyandır, günahtır), haramdır. Her halükârda Hadîs-i Şerif, şahsın, Kur'an'ın lafzından görüşüyle hüküm çıkarmasını yasaklamıştır.

Bundan anlaşıldı ki, bizim zamanımızda, özellikle Türkiye'de, ulemanın görüşüne, tefsirlere müracaat etmeksizin mücerred (tek başına) meal okunması (neticesinde hüküm çıkartmaya çalışılması) ya küfürdür ya büyük bir ma'siyettir. Hele hele bunun üzerinde bir de münakaşalar olursa; mesela, “Şu ayet bunu demek ister... Bu ayet bunu demek ister...” gibi çekişmeye sirayet ederse, küfür olur.

Nitekim Hâkim, Ebû Dâvûd ve İmam Ahmed'in tahric ettikleri Ebu Hureyre radıyallâhu anhtan gelen bir hadîs-i şerîfte Rasulullah sallallahu aleyhi vesellem şöyle buyurmuştur:

“Kur'an'da cedel (Tartışma, çekişme, münakaşa etme) küfürdür.”

“Kur'an'da cedel (Tartışma, çekişme, münakaşa etme) küfürdür.”(3)

Hastalıktan kurtulmanın çareleri

Mutlaka, Müslümanların böyle büyük hatalardan sakınmaları farzdır. Farzı terk etmek haramdır. Öyleyse bu haramı işlemekten kurtuluşun iki çaresi vardır:

Birincisi; Üstat Bedîuzzaman'ın kendi eserlerinde tatbik ettiği gibi, ayetleri okuyarak mealini söylemeksizin, hükümlerini müctehidlerden ve muteber eserlerden nakletmektir.

İkincisi; mealde fikir ve düşünceyi yürütmeksizin tefsirden, mesela “Elmalı yahud Vehbi Efendi yahud Ömer Nasûhî, şöyle şöyle yazmışlardır” diye nakletmektir. Bu nakilde dahi titiz bulunmak farzdır. Aksi takdirde hatadan korunulmaz. Şu halde Kur'an ve Hadîs-i şerifleri, anlayışımızla değil, müctehidlerimizin, bid'atten sakınan ulemâmızın anlayışıyla anlamalıyız. Bu bir düsturdur.

Nitekim Dâre-kutnî'nin tahric ettiği, Ebî Sa'lebe'den gelen bir Hadis-i Şerifte Rasulullah sallallahu aleyhi vesellem şöyle buyurmuştur:

“Gerçekte Allah Teâlâ birçok farzları farz kılmıştır. Onu zayi etmeyin. Gerçekte masiyetten (isyan ve başkaldırmaktan) birçok haramları yasaklamıştır; ona yanaşmayın. Birçok hududları; sınırları beyan etmiştir; onu geçmeyin. Unutmaksızın birçok şeyleri bırakmıştır; onu araştırmayın.”(4)

“Gerçekte ma'siyetten birçok haramları yasaklamıştır; ona yanaşmayın.” Şirki, zinayı, riyayı, ribâyı, içkiyi, kumarı açık delillerle yasaklamıştır. Onun her bir yasağı birer sınırdır, işte bu sınırı geçmek, farzları zayi etmek gibi yasak ve haramdır. Bazı serseri insanlar, mealde haram lafzını bulsalar, “Bu haramdır” der, fakat haram lafzını bulmazlarsa, yorum yaparlar. Bu küfre götürür. Nehyi; kesin olarak yasağı beyan eden “Zinaya yanaşmayın.” (EI-İsrâ; 32) gibi emirler, yasağı beyan ettiği gibi, haramı ifade eder. Artık nehyin (yasaklananın), haramı mı, kerahati (Harama yakın sayılan fiil veya şeyi) mi, hilâf-ı evlâyı (daha uygun olana aykırı olanı) mı ifade ettiğini bilemediğimiz için, müctehidin hadislere müracaat ettiği gibi, biz de müctehidlerimize müracaat ederek, şu ayetin ne ifade ettiğini öğrenmeliyiz. Aksi takdirde, Allah Teâlâ korusun, bilemediği yerde şahıs küfre girebilir. Bunun için Kur'an ve hadisleri, anlayışımızla değil, müctehidlerin anlayışıyla anlamak farzdır. Onda görüş beyan etmek haramdır, diye hükmedilmektedir.

Âlimlere uyma zorunluluğu

“Unutmaksızın birçok şeyleri bırakmıştır; onu araştırmayın.” Allah Teâlâ her bir kuluna ayrı ayrı sıfatlarla tecellî eder; bilgiyi ihsan eder. Bazı insanları, fıkıh ilminin bilgini olarak yaratmıştır; üç asırda yaşayan büyük müctehidler ve mezheb imamları gibi. Binaenaleyh bu Hadis-i Şerifte, bizim ayet ve Hadisi araştırmamız yasaklanmıştır. Gücümüz yettiği nisbette hükümleri onların sözlerinden anlamaya çalışmalıdır.

İşte en büyük afat, ayet ve hadis meallerinde, bu işte yetkili olanlara müracaat etmeksizin yorum yapmaktır. Bu yorum isabetli olsa dahi yine hatadır, masiyettir, haramdır. Ayette bu olduğu gibi, hadiste de aynıdır. Mesela namazın farziyetini ayet ve hadisten öğrenip inandığımız gibi, müctehidlerden de namaz kılmasını, rükünlerini, şartlarını, vaciblerini, mekruhlarını, müfsidlerini öğrenmeliyiz. Demek, “Fukahanın (Fıkıh alimlerinin) görüşleri, beşerî sistemdir.” diyen, ondan sakındığı kuyuya düşmüştür; habersiz...

Hadis uyduran yalancılar

Bazı serseri insanlar, “Peygamber'in aleyhinde söz uydurma haramdır; lehinde haram değildir” derler. Bu şeytan tuzağıdır. İnandırmak için fikrini ayet ve hadise dayandıran, küfre girer. Artık kıldığı namaz, yaptığı ibadetler boşa gider.

Nitekim Müslim ve Tahâvî'nin de tahric ettikleri Semure bin Cündüb ve Muğîre bin Şu'be'den gelen bir hadîs-i şerîfte Rasulullah sallallahu aleyhi ve sellem şöyle buyurmuştur:

“Kim hakikaten yalan bildiği halde Benden bir söz söylerse, gerçekte o, yalancıların biridir.”(5)

Yalancıya lanet gelir. Yani Allah Teâlâ'nın gazabına müstahak olur. Binaenaleyh dinin aleyhinde ve lehinde Peygamber'e söz uyduran, gazab-ı İlâhiye'ye müstahak olmuş demektir. Bu takdirde, şu hüküm Hadis midir, değil midir diye aklında tereddüd eden kimse dahi, sözünü ayete yahud Hadise isnad edemez. Ettiyse lanete müstahak olup haram işlemiştir. Küfre girmesi de muhtemeldir. Çünkü yalandan Allah Teâlâ ve O'nun Resulüne isnad, en büyük iftiradır, binaenaleyh en büyük günahtır, haramdır.

Aman dikkat! Tehlike büyük…

“...Bilgisizce insanları saptırmak için Allah'a karşı yalan uydurandan kim daha zalimdir! Şüphesiz Allah o zalimler topluluğunu doğru yola iletmez.”(En'âm; 144) mealindeki ayette beyan edildiği üzere, Allah Teâlâ'nın hükmünü bilmeksizin, “Allah'ın hükmüdür” diye söz uydurmak en büyük zulümdür. Yani yalan söz, doğrusu iftira, akıbette dalâlet olduğundan, kim söyleyeceği hükmün Kur'an'da olduğunu bilmeksizin sözünü ayete isnad ederse, en zalim olmuştur. Yani saptırmak için söz uydurma da zulüm olduğu halde, ayette bu kastedilmemiştir.

Mesela gayrı müslim bir kimsenin, inkâr, alay yahud istihfaf yoluyla Müslümanları saptırması kastedilmemiştir. Bilakis, ‘Müslümanım’ deyip de sözünü, Allah Teâlâ'nın hükmüne isnad eden kastedilmiştir. Yahudilerin hahamlarının ve Hıristiyanların papazlarının, indî meselelerini, “Allah Teâlâ'nın hükmüdür” diye saptırmaları gibi. Binaenaleyh Kur'an'da hükmün olduğunu kesin bir bilgiyle bilmeyenin, hükmü Kur'ân'a isnad etmesi, en büyük iftira ve en büyük zulümdür. Bu itibarla “Kur'an'da cedel (Tartışma, çekişme, münakaşa etme) küfürdür.” mealindeki hadisten de bu mana anlaşılmaktadır.

Böyleleri Kur'an'ın müteşabih ayetlerini ele alırlar. Kur'ân'ın müteşabih ayetlerini hevâ ve heveslerine göre mana ederler. Sonra yalancı olmadıklarını ispatlamak için sözlerini ayete dayandırarak, “Allah şöyle buyurdu... Allah böyle buyurdu...” derler.

Asrımızda bu tehlike umumlaşmıştır (genele yayılmıştır). Mesela Arabî nazm-ı şerîfini bilmeyen birçok insanlar, sadece meal ellerine alarak ayet ve hadislerle fikirlerini bildirirler. Arabî bilenler dahi, Ehl-i Sünnet ve’l-Cemaatin o güzel itikadlarını bertaraf etmek için, müşrikler hakkında nazil olmuş ayetleri veya hadisleri, müslümanlar hakkındaymış gibi izah ederler.

İşte bu ilmen ve itikâden haramdır ve en büyük zulümdür. Çünkü ayetlerde muhkem, müteşabih, umumu ifade eden, hususu ifade eden, mücmel, müfesser birçok lafızlar vardır; usul ilminde çok aşina ve ashab, tabiîn ve tebei tabiînin tefsirlerine vâkıf olandan başkası onu çıkaramaz. Sadece mealiyle ortaya çıkmak isteyenler, Kur'an ve hadîsi, galiba normal bir beşer sözü gibi zannederler. Bu ise küfürdür.

Bi’dat ehlinin dinlemenin, birlikte olmanın zararları

İlmî ve itikâdî haramlardan birisi de, hevâ ve heveslerine uyan ehli bidatle beraber olmaktır. Müslüman, mutlaka Allah Teâlâ'yı sevdiği, Resulüne ittibâ (tabii ve itaat) ettiği için, Allah Teâlâ'yı inkâr edenleri ve O'nun Resulüne ittibâ' etmeyenleri terk etmeye mecburdur. Binaenaleyh hayata nazaran insanlar üç kısımdır:

1. Bilgisizliğe, cehalete kanaat ederek şer'î ilimleri terk edenlerdir. Birçok hristiyanlar bu yolda zihab ettiler. Kur'ân-ı Hakîm'de bunlar (dallin) diye beyan buyrulmuştur.

2. Bildikleri halde, bilgileriyle amel etmeyenlerdir. Yahudilerin hepsi bu yolda zihab ettiler. Bildikleri halde bilgileriyle amel etmediler.

3. Sırât-ı müstakîm üzerinde müslüman olanlardır. Bunlar, bilerek inanarak amel edenlerdir. Binaenaleyh bilgisiz amel eden, hristiyanların; amelsiz bilgiyi çoğaltan, yahudilerin yoluna gitmiştir.

Bid'atçileri dinlemek haramdır.

İşte ilmî ve itikâdî hatalardan birisi de, bid'atçilerin kitaplarını okumak, sözlerini dinlemek, onlarla hemdem (birlikte) olmaktır. Müslüman hakkında bundan daha zararlı hiçbir şey olmaz.

Ne fayda ki bu asırda, takva sahibi ulemâ, devamlı bir surette tenkid edilmekte, vazifelerini yapmazlar diye şikâyet edilmekte ve onları avam tabakasının gözlerinden düşürmeye gayretler harcanmaktadır.

Bu ilim değil, halkı dinden uzaklaştırmaktır. Bu telkinler, yine İslam düşmanları tarafından Müslümanların kulağına sokulmuş, akıllarını şaşırtmış hile ve tezvirlerdir. Hiçbir yer yoktur ki, Rasûlullah sallallâhu aleyhi ve sellem o yerde ümmetine bir mesaj vermemiş ve onları hak ve gerçeğe irşad etmemiş olsun. Elbette bu hususta da ümmetine yol göstermek için mesajlar vermiştir.

Nitekim Müslim ve Buhârî'nin de tahric ettikleri Abdullah bin Amr bin As'tan gelen bir Hadis-i Şerifte Rasulullah sallallahu aleyhi vesellem şöyle buyurmuştur:

“Gerçekte Allah ilmi kullarından çekip alıvermez. Amma velakin, ulemâyı kabzeder. Onlarla birlikte ilmi de kaldırır. Nihayet bir âlimi bırakmayacağı zamanda, insanlar cahil reisleri tutarlar; onlara sorulur; insanlara ilimsiz fetva verirler. Bu suretle hem saparlar hem saptırırlar.”(6)

Hadîs-i şerîf mu'cize olarak kıyametin küçük alâmetlerinden bahis buyurmaktadır. Bu hadîsi şerheden ulemâdan birçoğu, zamanlarından şikâyet etmişlerdir.

Eğer onlar bizim zamanımızı görselerdi, ne diyeceklerdi?!. “Lâ havle ve lâ kuvvete illâ billah.”

Fuhuşlar açıkta yapılmaktadır. İçkiler serbest satılmakta... Hâsılı kebâirler alenen işlenmektedir.

Havas uykuda... Avam komada... Artık her bir insan kendi görüşüyle, hevâ ve hevesiyle meydan okumaktadır.

Kendi hesaplarına geleni alırlar. Şeriatten bir hüküm işittikleri zaman, kafalarında çizilmiş olan plana uygun ise kabul ederler; değilse ya tevil ederler, ya reddederler. Bunların hepsi haramdır, zulümdür. Artık Allah Teâlâ için sevgi, Allah Teâlâ için buğzetmek, mü'minler içerisinde ve cemaatler arasında yok olmaktadır. Bu da ayrı zulümdür.

KAYNAK:

1) Müslim h.n.1037 = 98, Buhârî h.n.71, imam Tahâvî Şerh-u Müşkil-il-Âsâr c.4 s.387, h.n.1683.
2) Sünen-i Ebî Dâvûd h.n.3652 yahud 3635, Sünen-i Tirmizî h.n.2952, Neseî, es-Sünen-ül-Kübrâ c.5 s.31 h.n.8086, Tabarânî el-Mu'cem-ul-Kebîr c.2 s.163 h,n.1672, imam Beğavî Mesâbîh-us-Sünne h.n.177.
3) Müsned-i İmam Ahmed c.2 s.300 h.n.7971 ve s.424 h.n.9457, Sünen-i Ebî Dâvûd, h.n.4603 yahud 4579, Hâkim el-Müstedrek c.2 s.223 h.n.2882.
4) Sünen-i Dârakutnî c.4 s.184, Sünen-i Beyhakî c.10 s.12 Hâkim el-Müstedrek c.4. s.115 h.n.7114, Ebû Nuaym Hilyet-ul-Evliyâ' c.9 s.17.
5) Müslim Mukaddime c.1 s.9, el-ihsân fîTakrîb-i Sahîh-i ibni Hibbân c.1 s.213 h.n.29, İmam Tahâvî Şerh-u Müşkil-il-Âsâr c.1 s.373 h.n.421.
6) Müslim h.n.2673 = 13, Buhârî h.n.100 = 42, el-ihsân fî Takrîb-i Sahîh-i ibni Hibbân c.10 s.432 h.n,4571, imam Tahâvî Şerh-u Müşkil-il-Âsâr c.1 s.283 h.n.306

İsmail Çetin Hocaefendi
Bu Yazı gülistandergisi.com'dan alıntılanmışıtır...

Devamını Oku »

Sünnet,Kuran-ı Kerimin Tefsiridir

Sünnet,Kuran-ı Kerimin Tefsiridir

Kur'ân'da bulduğumuz İslam ne ise, sahih hadis mecmualarında bulduğumuz İslam da aynıdır,

Bu İkisi arsında hiçbir fark yoktur; bu hakikat, tefsir ve hadis ilimleriyle hakkıyla uğraşan âlimlerin malumudur.

Şurası da unutulmamalıdır ki, sahih hadis mecmua (arında tespit edilmiş Allah'ın Resulü'nün hayatı, hem Kur'ân'daki İslam'ı ortaya koymak, tavzih etmek, hem de Kur'ân'daki emirlerin uygulanabilirli-ğini ispat gibi bir fonksiyon da üstlenmektedirler.  O'nun muhafaza edilerek bize ulaşan hayatı sayesin- I dedir ki Kur'ân'daki ideal hayatın bir ütopya olmadığı anlaşılmıştır. Kur'ân'daki hayatın uygulanabilir, yaşanabilir bir hayat, saadete götüren mesut bir ( hayat olduğu anlaşılmıştır.

Bu yüzden Kur'ân'ı tavzih eden, O'nu öğreten, O'nun  anlaşılmasına yardım eden bir hayatı Islâm kavramı dışında mütalaa etmek bize akıllı ve İyi niyetli insanların işi gibi gelmemektedir. Kur'ân, Asrı saadetteki  bahtiyar müminlere ve sonraki nesillere O'nun  mukaddes hayatını örnek olarak gösteriyor ve "And olsun ki sizin için, Allah'ı çokça hatırlayanlar,  ahiret gününü ve Allah'ı ümit edenler İçin, Allah'ın Resulü'nde güzel bir örnek vardır." r (Ahzab, 33/21) diyor.

Şimdi soruyoruz: Gelecek nesillere ve çağlara ulaşma ihtimali olmayacak bir hayat, gelecek nesiller  için nasıl örnek olarak gösterilebilir? Bu abes olmaz mı? Eğer bu suale, bu ahlak yalnızca Kur'ân'da var  diye cevap verilecek olursa, hiç şüphesiz işin erbabı i bilir ki O'nun mübarek hayatı ve hayat tarzı, bütün  tafsilatı ile Kur'ân'da anlatılmamıştır. Bu yüzdendir  ki, hiç şüphe etmeden, İslam, Kur'ân ve Sünnet , bütünlüğünün adıdır, diyoruz. Yani Âlemlerin  Rabbi, Kur'ân'da tafsiline lüzum görmediği mevzuları, sevgili Resul'ü aracılığıyla kullara bildirip öğret­miştir. Kur'ân da O'na "örnek bir insan" demekle, O'nun hayat tarzındaki en küçük teferruatı bile onayladığını ihsas etmiştir.

Nitekim güneşe ve onun ışığına yemin ederek o nimetleri tebcil eden Âlemlerin Rabbi, "Senin ömrüne yemin ederim ki evet, onlar, elbette sarhoşluktan içinde şaşırıp debelenmektedirler." (Hicr,15/72) buyurarak Kur'ân'ın tefsiri olmuş bir hayata da  yemin ederek onu tebcil ediyor. O'nun ömrünün,mukaddes olduğunu, saygıya ve tazime değer olduğunu ihsas ediyor. Her akıl sahibi takdir eder ki, bütün ömür altmış üç yıllık sayısal bir ömür değildir. Bu  yemin edilen ömür O'nun sünneti ve hayat tarzıdır,

Bu yemini şöyle yorumlamak mümkündür. "Senin hayatında tecelli eden İslam'a yemin olsun ki..."

İşte iyi tetkik edilirse görülür ki bu hayat, Allah'ın aziz pir tuttuğu kıymetlere teslimiyetle geçirilmiş bir ömür. İrin dür. Sabırla, tevekkülle, rızayla, kanaatkârlıkla, aşkla, muhabbetle, en kusursuz beşeri münasebetlerle,

hakka ve adalete riayetle, İhsanla, ihlâsla, ıslahla,  hulasa salih amellerle geçirilmiş bir ömürdür. Ümmete ve bütün insanlığa örnek bir ömürdür.

Peki, maksadı kullarına örnek göstermek ve nasihat  vermek olan Allah'ın bu hayatı zayi etmiş olacağı düşünülebilir mi? Düşünülebilir misiniz ki bu hayat yazıya geçmeden, sonraki nesillere ulaşmadan daha,doğduğu bir çağda unutulup gitmiş olsun. Allah'ın lir üzerine yemin ettiği bu tertemiz ömür, elbette en sika kişiler aracılığıyla, sahih senetlerle, gelecek nesillere aktarılacaktı. "Elbette Zikri biz indirdik ve , onu koruyacak olan da biziz." (Hicr, 15/9) ayetinde  geçen "ez-Zikr" ifadesinin sahih hadisleri kapsayabileceği de akla gelebilir. Hatta hadisleri ve İslam'ın en n doğru anlaşılmış biçimi olan Ehl-i Sünnet'i bile...  Çünkü "ez-Zikr" ifadesi Kur'ân'ın çeşitli bağlamların­la da nasihat anlamına da gelmektedir. Bu pencereden I bakıldığında, İslam'ın "Muhammedsiz" (s.a.v.) ola-mayacağı anlaşılır.

İslam ilahi değerlere teslimiyet demekse, o değerle­re teslim olmuş birini ve birilerini de göstermek gerekmez mi? Evet, O'nun hayatı olmaksızın bir İslam düşünmek imkânsızdır. Çünkü Kur'ân bile O dudaklardan dökülerek tespit olunmuş. O'nun Kur'ân dediğine biz Kur'ân diye iman etmişiz.

Hulasa, Kur'ân ve Sünnet İyi tetkik edilirse görüle­cektir ki İslam bir ömürdür. Yaşanmış, yaşanabilmiş ve tatbik edilmiş bir ömür... Üzerine Kur'ân'da yemin edilerek tebcil edilmiş ve sahih hadis mecmualarıyla da bu çağlara ulaşmış bir ömür... Okundukça Kur'ân'ı hatırlatan bir ömür... Kur'ân'ın "Uyun ve örnek alın" dediği bir ömür. Kısaca İslam, O'nun mübarek ömrüdür. Ak köpüklü çağlayan sulan kadar temiz ve temizleyici, güneş ışıkları kadar aydın ve aydınlatıcı, safi hidayet olan bir ömür. Bu ömür İslam'dır, İslam da bu ömür.

(Faruk Gürbüz,Rihle Dergisi)
Devamını Oku »

Tevâtürle Sabit Hükümleri İnkar Etmek

Tevâtürle Sabit Hükümleri İnkar Etmek


Ebubekir Sifil: Zaman zaman gençlerin bilhassa itikadi konularda serbestçe sarf-ı kelam ettiği konusunda mailler alıyorum. İnternetteki kimi forumlarda tevatürle sabit bir takım meselelerin inkârı söz konusu oluyormuş. Bilgi sahibi olmadan kanaat sahibi olmanın getirdiği önemli bir tehlike bu.

Hz. İsa (a.s)'ın nüzulü, kabir azabı ve benzeri meseleler hakkında genellikle şu tarz değerlendirmeler yapılıyor: "Bu meseleler Kur'an'da geçmiyor, bazı hadislerde yer alıyor. Ama hadis Kur'an'a aykırı olamaz. Dolayısıyla bu konulardaki hadisler uydurmadır." Ya da, "Evet, bu konuda bazı hadisler var, ama bu hadisler itikadî sahada bir şey ifade etmez." (1)
İmam Ebu Hanife şöyle der: "Kabir azabını bilmem" diyen kimse helaka uğrayan Cehmiyye'dendir. Çünkü o kimse, kabir azabının ifade edildiği "Biz onları iki defa azaplandıracağız" (9/et-Tevbe, 101) ayetini ve kabirdeki azabı anlatan "Şüphesiz zulmedenlere bundan başka da bir azap var" (52/et-Tûr, 47) ayetlerini inkâr etmiştir. Eğer bu kimse, "Ben ayete inanıyorum; ancak tefsir ve teviline inanmıyorum" derse kâfir olur. Çünkü Kur'an'da, tevili tenzilinin aynı olan (ne ifade ettiği konusunda ayrıca yoruma gerek bırakmayacak ölçüde açık olan) ayetler vardır. Eğer bunu inkâr ederse kâfir olur." (1)

Yine İmam Ebu Hanife şöyle der: Mestler üzerine meshin, mukim için bir gün bir gece, yolcu için üç gün üç gece olacak şekilde hak olduğunu ikrar ederiz. Çünkü hadiste böyle varit olmuştur. Bu konudaki rivayetler mütevatir seviyesine yakın olduğu için inkâr edenin küfründen korkulur." (2)

Ekmleluddîn el-Bâbertî bu metni şerh ederken ilginç bir anekdot nakleder. Buna göre Tabiun'dan Katâde Kûfe'ye geldiğinde İmam Ebu Hanife ile bir araya gelirler. Ona şöyle der: "Sen, Dinlerini fırka fırka bölenlerden misin?" İmam buna şöyle cevap verir: "Ben Hz. Ebu Bekr ile Hz. Ömer'i (ranhuma) diğer sahabilerden üstün tutarım. Efendimiz (s.a.v)'in iki torununa muhabbet beslerim. Ve mestler üzerine meshe kailim." Bunun üzerine Katâde üç kere, "İsabet ettin. Bu çizgiden ayrılma" der. (3)

Burada enteresan olun nokta şu: İmam Ebu Hanife, itikadî çizgisi hakkında Katâde'nin kulağına gitmiş olan yalan-yanlış bilgileri tashih etmek için dönemindeki bid'at fırkaların görüşlerine muhalif olduğunu beyan sadedinde üç husus zikretmektedir. Bunlar arasında sadece mestler üzerine meshin fıkhî bir mesele olduğu açıktır. Böyle olduğu halde İmam, bu meselenin itikadî bir boyutu olduğunu ihsas etmektedir. Bu boyut, konuyla ilgili rivayetlerin "ilim" ifade edecek kemiyette olduğu gerçeğinden başkası değildir.

İmam Ebu Hanife (rh.a), itikadî meseleler hakkında yeterli bilgisi olmayan kimselerin takınması gereken tavır hakkında şöyle der: Tevhit (itikad) ilminin ince meselelerinden herhangi bir hususu anlamakta müşkilat çeken kimsenin, meseleyi sorup öğreneceği bir alim bulana kadar o konuda Allah Teala katındaki doğru neyse o şekilde inanması gerekir. Bu durumdaki bir kimsenin, meselenin doğrusunu öğrenmeyi ertelemesi caiz değildir. Bu durumdaki kimsenin, tevakkuf etmesi, meselenin aslını öğrenmekten geri durması mazur görülemez. Eğer bu durumdaki kimse, meselenin aslını öğrenmekten geri durursa (ve hayatını öylece şüphe içinde geçirmeye devam ederse) dinden çıkar." (4)

Be sebeple itikadî meselelerde ya aklımıza takılan hususları ehil kimselerden sorup doğru bir şekilde öğreneceğiz, ya da hiç bu meselelere dalmadan "inandım" deyip geçeceğiz. İtikadda şüpheye yer yoktur.

1) el-Fıkhu'l-Ebsat, (İmam-ı Azam'ın Beş Eseri içinde), 48.
2) el-Vasıyye, (İmam-ı Azam'ın Beş Eseri içinde), 74.
3) Şerhu'l-Vasıyye, 124.4) el-Fıkhu'l-Ekber, (Ali el-Karî şerhiyle birlikte), 319-20. (2)

ayrıca bkz: http://ahmednazif.blogspot.com.tr/2015/05/islamoglunun-mutevatir-hadisleri-inkar.html

***(1) Burada kastedilen görüş İslamoğlu'na aittir:

Kabir azabı olduğuna inanmayan arkadaşım var. Kendisinin Kur'an-ı Kerim'i incelediğini ve kabirle ilgili bir bilgi bulamadığından inanmadığını söylüyor. Kesin delilleri nerede geçmektedir?

Cevap: Kabir azabı, İslam ekolleri arasında temel bir tefrika konusu olmuştur. Savunanlar da reddedenler de Kur'an'dan bazı âyetleri delil getirmişler, fakat bu deliller doğrudan kabir azabının varlığına ya da yokluğuna delalet etmediği için iki tarafın tezi de temelsiz kalmıştır. Kabir azabı ancak hadislerle temellendirilebilir. Hadisler ise akaide konu olmazlar. Dolayısıyla kabir azabı iman veya inkârın konusu değildir.
http://www.mustafaislamoglu.com/HD533_olum-ve-otesi.html

(2) http://www.milligazete.com.tr/koseyazisi/Tevaturu_hafife_almak/8151#.VWcEgs_tmko

Devamını Oku »

Peygamber'e İttiba Etmenin Alameti Dört Haslettir



Malum olduğu üzere, iyileri sevmek ve seçmek dindarlığın vesilesi ve dindarlıktır. Bu da Allah'a ve Rasûlü'ne itaat etmekle ifade edilir. Bir başlık önceki İbnu Kesîr'in ibaresini burada hatırlayalım.

1- Peygamber'e uymak iman şartıdır, ki ayet-i kerîme ile emredilmiştir:*“(Habîbim) De ki: Eğer Allah'ı seviyorsanız bana uyun ki, Allah da sizi sevsin ve suçlarınızı örtsün. Çünkü Allah çok yarlıgayıcı ve çok esirgeyicidir.” buyrulan ayet-i kerîmede Peygamber'e ittibâ' ve Muhabbetullah eş anlamda emredilmiştir. Bu hususta birçok hadisler de vardır. Her biri birer örnek ve kurtuluştur.

a-*“Ben size iki işi bıraktım. Onlara tutunduğunuz müddetçe elbette dalâlete girmezsiniz: Allah'ın kitabı ve O'nun Rasûlü'nün sünne­tidir.”

b-Birçok zavallı insanlar eline mücerred Kur'an mealini alarak, dînî hükümlere müdahale ederler. Bir hükmü beyan ederken hadisleri kabul etmezler ve böylece hadisleri inkar yoluna sapmış olurlar. Şu hadîsi şerîf onların aleyhindedir:

*“Dikkat, umulmuş olabilir ki, bir adama Benden bir hadis ulaşır da, kendisi yastığına yaslandığı halda (dînî bir ihtisası olmaksızın) şöyle der: Bizimle sizin aranızda Allah'ın kitabı var. Biz içinde helal bul­duğumuzu helal ederiz. Haram bulduğumuzu haram ederiz. (İş öyle değil bilakis) Şübhesiz Allah'ın Rasûlü'nün haram ettiği şeyler de Allah'ın haram ettiği şeyler gibidir.” buyrulmuştur.

*“Konuşmaların en güzeli Allah'ın kitabıdır. Hidayet yolunun en gü­zeli (örnek olarak uyulması gerekli olan) Hazreti Muhammed'in yoludur. İşlerin en şerlisi sonraki icadlardır. Sizin va'dolunmuş olduğunuz şeyler (başınıza) muhakkak gelecektir. Halbuki siz kazanç ve maişe­tinizden aciz değilsiniz.” buyrulmuştur. Şu halde din işlerinizde de aciz olmayın demektir.

d-Herşeyden üstün Allah'ın Rasûlü'nün sevgisidir. Hiçbir şeyle de­ğiştirilemez. Onun bu sevgisine birçok şeylerin alet edilmesi mümkün ol­duğu halde bu sevgi hiçbir şeye alet edilemez. Aksi takdirde imanın za­yıflığı ve yokluğu tahakkuk eder. Nitekim*“Hiç bir kul Ben kendisine ehlinden, malından ve bütün insanlar­dan daha sevgili olmadıkça (kâmil) iman etmiş sayılmaz.” buyrulan hadîs-i şeriften şu anlaşılıyor: Bir kimse canından malından daha fazla Onu severse mü'min olur. Bu sevgi Onun bildirmiş olduğu ahkâmı tatbik etmekle ifade edilir. Çünkü Allah Teâlâ Kendi sevgisini Ona uymakla tefsir etmiştir. Nitekim,* “Andolsun Allah'a sizden biriniz heva(heves ve arzu)sı Benim getirmiş olduğum hükme tâbi1 olmayınca iman etmiş sayılmaz.” mealindeki hadîs-i şerîfte bu mana tasrih olunmuştur.

Bu hususta Kâdı İyaz di-yor ki: Peygamber sallallâhu aleyhi ve sellem'in sünnetine yardım etmek, şeriatını müdafaada bulunmak ve Onun zamanına yetişerek Onun uğ­runda malını canını bezletmiş olmayı temenni etmek Onu sevmekten sayılmaktadır. Bundan anlaşılır ki imanın hakîkati ancak bunlarla tamam olur ve iman ne zaman Peygamber sallallâhu aleyhi ve sellem'in kadr-u kıymetinin, şeref ve mertebesinin her baba ve evladdan, her iyiden ve iyilik yapandan üstün olduğu hakîkatine ererse ancak o zaman sahih olur. Buna inanmayıp başkasına itikad eden kimse mü'min değildir... Müslim şârihlerinden el-Ubbî'de şu mütâlaada bulunmaktadır: Eğer Kâdı iyaz, Peygamber sallallâhu aleyhi ve sellem'in kadrini yükselt­mekten, Onun makam itibariyle yüksekliğini kasdetti ise, dediği gibi bu­na itikadı olmayan bir kimse mü'min değildir. Yok sevgi hususunda yük­sekliği murad etti ise "mü'min değildir" sözünden anlaşılan mana, ke­mâli nefyetmektir. (Yani kâmil mü'min değildir demektir.)

*“Üç şey vardır ki, bunlar kimde bulunursa o kimse imanın ta­dını bulur:

(a) Bir kimseye Allah ve Rasûlü başkalarından daha sevgili ol­mak,

(b) Bir kimse sevdiğini yalnız Allah için sevmek,

(c) Bir kimseyi Allah küfürden kurtardıktan sonra, tekrar küfre dönmekten ateşe atılmaktan tiksindiği gibi tiksinmek.” buyrulmuştur.

Bütün bunlar gösteriyor ki "Bir kimseye Allah ve Rasûlü'nün baş­kalarından daha sevgili olması" Allah'ın Rasûlü'ne kemâliyle ittibâ' ile ifade edilir. Cebren de olsa her mü'min nefsini bu sevgi ve ittibâ'ya bağlamalıdır.

2- Tek tek ve toptan müslümanların Kur'an ve hadîse sarılmakla itti­fak etmeleri ve tefrikadan sakınmaktan ibaret i'tisam imanın alametidir. Ferdlerin toptan Allah'ın kitabına ve hadislere sarılmamaları ve din düş­manlarını terk etmemeleri imanı zedeler demektir. Yani gerek iman ve gerekse amel ve ahlak konusunda hukuklarda mutlaka Kitab ve hadîse sarılmakla mü'minlerin Allah'ın ahkâmını icra etmeleri farzdır.

*“Öyle değil, Rabb'ine andolsun ki, onlar aralarında kimi oraya ki­mi buraya çektikleri (ve kavga ettikleri) şeylerde, seni hakem yapıp sonra da verdiğin hükümden yürekleri hiçbir sıkıntı duymadığı halde tam bir teslimiyetle (hükmüne) teslim olmadıkça iman etmiş olmazlar." [En-Nisâ 65] mealindeki ayet-i kerîmenin zâhiri, sûret-i kat'iyye- de yukarıdaki hükmü ifade etmektedir. Binaenaleyh iman, mücerred iti­rafla değil, bilakis şeytan ve şeytânî yolları tamamen terk etmek, yalnız ve yalnız Kur'an ve hadisle hükmetmekle tamamlanmış olur. Şu halde mü'minlerin tek tek ve toplu olarak da hevâ ve heveslerini, istek ve arzu­larını bırakıp ayet ve hadislerle hüküm etmeleri gerekmektedir. Nitekim,*Ey iman edenler,Allah'tan nasıl korkması gerekiyorsa öylece korkun. Sakın sîzler müslümanlar olmaktan başka bir suretle can vermeyin. Ve hepiniz toptan sımsıkı Allah'ın (Kitabı, İslam dîni, kemâl-i ihlas ve Allah'ın emri, bir de O'na itaat etmekten iba­ret) ipine sarılın ve tefrikaya düşmeyin.” [Âl-i imran 102-103] buyrulan ayet-i kerîmede i'tisâm'ın emri, farziyeti beyan edilmektedir. Bununla ancak müslümanlar küfür, şirk ve şeytânî yollardan kurtulabilirler. Çünkü i'tisamsız asla ahkâmın icra edilmesine imkan yoktur. Hadîs-i şerîfte de:

“Sizden biriniz Allah hakkında hüsn-ü zan etmekten başka bir sı­fatla ölmesin.” buyrulmuştur. Binaenaleyh Allah Teâlâ hakkında hüsn-ü zannın manası O'nun dînini kifayetsiz görmemektir. Emri ile amel etme­yip de nefsinin arzusu ile amel ettiği takdirde, bundan da afuvunu tevbe kurtarıcı ve muhkem ipidir ve dosdoğru yolu(gösteren)dur.” mealin­deki hadîs-i şerîfe binaen yukarıdaki ayetin içindeki "ipine" kelimesin­den murad Kur'an ve Kur'ân'ın göstermiş olduğu yoldur. Şübhesiz bunu yerine getirmek, Kur'an'dan iyiden iyiye anlayan kimseleri sevmek, seç­mek ve onlarla birlikte Kur'an'a sarılmakla mümkündür. Zira Allah Teâlâ' nın kulu hakkında en çok razı olduğu şey Kur'an ve hadisle amel etme­sidir.

“Allah sizin üç şeyinize razı olur ve üç şeyinize razı olmaz: Sizin O'na ibadet edip de Kendisi'ne ortak koşmamanıza, TOPLUCA ALLAH'IN DÎNİNE SIMSIKI SARILMANIZA ve Allah'ın işleriniz için idareci tayin ettiği kimselerle iyi idare etmenize razı olur. Sizin de­dikodu etmenizi, çok soru sormanızı ve malı israf etmenizi kerih görür.” buyrulan hadîs-i şerîfin ışığında konumuzla ilgili “TOPLUCA ALLAH'IN DÎNİNE SARILMANIZA ve ALLAH'IN İŞLERİNİZE TAYİN ETTİĞİ KİMSELERLE İYİ İDARE ETMENİZE RAZI OLUR.” cümlesinin emridir.

Topluca Allah'ın dînine sarılmak, dînin yaşamasını sağlamak ve sa­adet nimetlerinden faydalanmak nimetini kazandırır. Allah'ın emrleri ve nizamı ancak toplu olarak dînine bağlanmak ve ona sarılmak sûretiyle tatbik edilir. Bu birlik ve beraberlik kurulmadıkça müslümanlar aslî gaye­lerine ulaşamaz ve hayatlarından faydalanamazlar. Özellikle müslü- manların işlerini görmek ve onları idare etmek için Allah Teâlâ'nın başa getirdiği müslüman emîrlere ve idarecilere itaat etmek ve onlarla yatıp kalkmak, onlara yardımcı olup iyi geçinmek, devlet idaresinin ve millet asayişinin en önemli esaslarındandır. İdareciler de İslam dîninden çık­madıkça, namaz kıldıkları müddetçe, ma'rûftan ve Allah'ın emrleri dışına taşmadıkça, onlara itaat etmek şarttır. Bu yapıldığı takdirde o memlekette anarşi ve isyanlar kalkar. Aksi takdirde huzur ve tayyibe hayat kalkmış olur. İnsanca yaşamak hayvânî yaşamak haline döner. Onun için müslümanların müslüman idarecilerine bağlanıp onları seçme, sevme ve onlara itaat etmeleri Allah'ın emrettiği en büyük vazifedir.

3- Bu vecibelerin yerine getirilmesi için gayrı müslimden kim olursa olsun sûret-i kat'iyyede özellikle din hakkında onların fikirlerini sarf-ı nazar etmek ve fikirlerine kaymamak, hatta örf ve âdetlerini terk etmek sûretiyle ihtilafı kaldırıp ittifakı temin etmek şarttır ve iman alâmetidir. Ni­tekim yukarıdaki ayet-i kerîmenin içindeki "Parçalanıp ayrılmayın." cümlesi bu manayı beyan etmektedir. Parçalanmak ve ayrılmak gayrı müslimden müslümanlara bulaşan bir hastalıktır. Nitekim Allah Teâlâ bu hususta da:* “Ey iman edenler, eğer kendilerine kitab verilenle­rin içinden herhangi bir zümreye boyun eğmiş olursanız, (onlar) sizi imanınızdan sonra döndürüp kafirler yapacaklardır.” [Âl-i İmran 100] buyurmaktadır. Hadîs-i şerîfte de *“En hayr, Kur'an ve sünnetime ittibâ'dır.” buyrulmuştur. Demek kafirlere ittibâ' yoktur. Bilakis onları terk etmek vardır.

4- Buraya kadar saymış olduğumuz alâmetlerle beraber l'tisam ve ittifak şartıyla dînin hakîkatlerini öğrenip hakkıyla tatbik etmektir. Nitekim bu hususta da şu ayet-i kerîme buyrulmuştur:* ‘Sizden öyle bir cemaat bulunsun ki, onlar halkı hayra çağırsınlar, iyiliği emretsinler, kötülüklerden vazgeçirmeye çalışsınlar, işte böyle olanlar felâha erenlerin ta kendileridir." [Âl-I İmran 104] Felah, din ve dünyada bütün ümid ve emellere ulaşmak ve bütün korku ve endişeler den kurtulmaktan ibarettir. Buraya kadar saymış olduğumuz alâmetler tastam tahakkuk ederse mü'minlerin felaha ulaşmaları şübhesizdir. Aksi takdirde iş zorlaşır. Nitekim bir hadîs-i şerîfte de şöyle buyrulmuştur:

*“Nefsim Kudreti'yle yaşayan Allah'a andolsun, ya iyiliği emrede­cek, kötülüklerden de vazgeçirmeye çalışacaksınız yahud da Allah Teâlâ üzerinize süratle Nezdinden azab gönderecek de siz de dua edeceksiniz amma size icabet edilmeyecektir.” Bu hadîs-i şerîf her gün hemen hemen herkesten sorulan şu sorunun cevabını beyan et­miştir: Ne için müslümanlar zillettedirler? Ne için müslümanların duaları kabul olunmuyor? İşte tek bir sebeb varsa o da “Nefsim Kudreti'yle yaşayan Allah'a andolsun, ya iyiliği emredecek, kötülüklerden de vazgeçirmeye çalışacaksınız yahud da Allah Teâlâ üzerinize sürat­le azab gönderecek de siz de dua edeceksiniz amma size icabet edilmeyecektir." Nitekim bu azab apaçık meydandadır. Tefrikalar, harbler ve zalimlerin tasallutu hep münkiratların emredilmesi ve ma'rûfun terk edilmesindendir.

İsmail Çetin - Mufassal Medeni Ahlak,syf:711-716



Devamını Oku »

Sünnetin Kuran-ı Kerim'i Beyanı

Sünnetin Kuran'ı Beyanı


....Beyan yetkisi,Kuran ve Sünnet­ bütünlüğünü sağlamak için son derece önemli bir konudur. Bu çerçevede Hz. Peygamber’in Kur’ân karşısındaki görevlerini dörde ayırmak mümkündür. Bunlar içinde be­yan görevi, ayrı bir önemi haizdir. Şimdi bu görevleri ve bunlar içinde beyan görevini görelim:


1-Tebliğ:

Tebliğ, Hz. Peygamber’in birinci görevidir. Allâh’tan aldıklarını olduğu gibi insanlara aktarmak durumundadır. İlgili âyet­ler şöyledir:

“Ey Peygamber! Rabbinden sana indirileni tebliğ et. Eğer bunu yap­mazsan, O’nun verdiği peygamberlik görevini yerine getirmemiş olur­sun. Allâh, seni insanlardan korur. Şüphesiz Allâh, kâfirler topluluğu­nu hidâyete erdirmeyecektir. ” (Mâide, 67)

“Peygamberin üzerine düşen, ancak tebliğdir. Allâh, sizin açıkladı­ğınızı da, gizlediğinizi de bilir” (Mâide, 99)

Burada tebliğ edilmesi gerekenler, başta Kur’ân olmak üzere Hz, Peygamber’e vahiy (dîn) olarak indirilen her şeydir.


2-Beyan:

Bu görevi beş açıdan ele almak mümkündür:



a-Mücmel (kısa kısa olan) âyetleri açıklamak:

Namaz, oruç, zekâtla  ilgili âyetlerin geniş bir şekilde açıklanması gibi. Mesele anlaşılıyor diye üzerinde fazla dumak istemiyoruz. Yoksa bu husus, Allâh Resûlü’nün en önemli beyan görevidir. Bu açıklamalar olmasa Kur’ân’ın bize emrettiklerini nasıl yerine getireceğimiz meçhul  kalırdı. Bir örnek vermek gerekirse Allâh, “'zekât veriniz” buyuruyor. Konuyla alakalı başka bir nas da yoktur. Allâh, abesle iştigal etmez. Bu emrin muhakkak yerine getirilmesi gerekir. Aksi takdirde zekât veriniz, emri havada kalır. Peki, nasıl zekât ve­receğiz; ne kadar vereceğiz? Şayet sünneti kabul etmezsek buna aklımızla karar vereceğimiz açıktır. Akıl da değişken olduğuna göre, bir sürü görüş ortaya çıkacaktır. En basiti, günümüzde ar­tık “zekât malın kırkta biri değil, kırkta otuz dokuzudur” diyen­ler de türemiştir. İşte bunun için sünnete şiddetle ihtiyaç vardır. İhtilafları sona erdiren bir özelliği de söz konusudur. Aynı şeyi namaz veya diğer ibadetler için de düşünebiliriz.

b-Müşkil (anlamı kapalı) âyetleri açıklamak:

Bakara Sûresi, 238:

“Orta namaz”ı, Hz. Peygamber -farklı rivâyetler olmakla birlikte ağırlıklı olarak- “ikindi namazı” olarak açıklamıştır.

Bakara, 187:

Burada beyaz iplikle siyah iplikten kastedilenin, gecenin siyahlığı ile gündüzün aydınlığı olduğu Hz. Peygamber tarafından açıklanmıştır.

Hûd, 114 ve İsrâ, 78:

“(Ey Muhammedi) Gündüzün iki tarafında ve gecenin gündüze ya­kın vakitlerinde namaz kıl. Çünkü iyilikler kötülükleri giderir. Bu, öğüt alanlar için bir öğüttür”

“Güneşin dönmesinden, gecenin kararmasına kaçlar namaz kıl. Fec­rin Kurân’ını (fecir vakti okunan Kur’ân’ı) ikame et (yerine getir)! Çün­kü fecrin Kurân’ı şâhidlidir.”

Bu âyetlerde namaz vakitleriyle ilgili buyruklar vardır. Ancak bir kapalılık da söz konusudur. “Âyetler, namazı uç vakitle sınırlıyor” di­yenler vardır. Âyet ve hadîsleri bir bütün olarak değerlendirdiğimizde şu sonuçlar ortaya çıkar:



a-Âyetler hem üç vakte hem de beş vakte muhtemel gözüküyor.

Bu âyetlerde sadece üç vakit namaz geçiyor demek mümkün de­ğildir. Onun kadar kuvvetli bir şekilde beş vakit sabittir diyen­ler de vardır. “Güneşin zevâli” gibi bazı kelimeler buna imkân veriyor. Ama dediğimiz gibi farklı da yorumlanabiliyor. Dola­yısıyla sırf bu âyetlerden yola çıkarak üç vakti, beş vakte tercih ettirecek sarîh bir durum söz konusu değildir,

b-Bir âyet yoruma açıksa ve kelimeleri bir kaç manaya muhte­melse, galiba en güzel yol, Kur’ân’ın ilk müfessirinin beyan ve uygulamalarına müracaat etmektir. Mezkur ayetlerde İfa­de edilen durumları Allah Resûlü, günün beş vakti olarak be­lirlemiştir.

c-Umûmîlik ifade eden âyetleri tahsîs etmek:

En’âm, 82:

Bu âyet inince ashâb kaygılanmış ve Resûlullâh’a giderek “hangi birimiz nefsine zulum (haksızlık) bulaştırmaz ki!” diye sormuştur. Bu­nun üzerine Hz. Peygamber âyetteki zulmün Lokman (a.s.)’ın oğluna söylediği gibi şirk olduğunu açıklamıştır.(Buhari,Müslim ve Tirmizi)

Mâide, 3:

“Meyte”, umumî bir hükümdür. Hz. Peygamber, “Denizin suyu  temiz, kendiliğinden ölmüş hayvanının eti helâldir”(Ebu Davud,Tirmizi ve Nesai,Hadis sahihtir) buyurarak âyetin  hükmünü tahsîs etmiştir. Bu tahsisi “Hem size hem de yolculara faydaolmak üzere (faydalanmanız için) deniz avı yapmak ve onu yemek size helâl kılındı” âyeti de destekler. Zira “deniz avı” umumî bir ifadedir. “Meyte”yi de içine alır. Ancak kara hayvanları denize düşüp ölse “deniz hayvanları” içinde yer almazlar. Deniz hayvanları sadece denizde yaşayanlardır.

Mâide, 6:

“Ey îmân edenler! Namaza kalktığınız zaman yüzlerinizi dirseklerinize kadar ellerinizi yıkayın; başınıza da mesh edin ve topuklarınıza | kadar ayaklarınızı da (yıkayın).”



Âyette geçen “namaza kalktığınız zaman” ifadesi, abdestli olunsun veya olunmasın her namaz kılınacağı zaman abdest alınmasını gerekli kılar. Hz. Peygamber’in bu noktadaki uygulamaları görülmeden başka türlü de anlaşılmaz. Bu noktada, Hz. Peygamber’in beyanlarının öne­mi ortaya çıkar. Hz. Peygamber, abdestsiz olanın abdest alması gerek­tiğini ortaya koymuştur. Abdestli olanın abdest alması ise başka bir gü­zelliktir, ama vâcib değildir. Yani bir abdestle birkaç vakit namaz kıl­mak caizdir.(Buhari,Vudu,57;Tirmizi,Taharet,60) Hadîslere karşı çekinceli davranan bazıları bile Hz. Pey­gamberin bu yöndeki uygulamalarım esas almıştır. Zira belki de bu, insanlara her namaz için abdest almak zor gelecektir!

Bu âyette Resûlullâhin bir başka beyanı daha vardır. Aslında “müşkil ifadeleri açıklama” kısmında zikretmek daha isabetli olurdu. Yinede ifade edelim ki, âyette ayaklan yıkamakla ilgili bir kapalılık vardır Şî‘a, ayakları mesh etmeyi esas almıştır. Âyette bu kesin değildir. Bir o kadar, ayaklan yıkamak da vardır. Bu noktada, Hz. Peygamberin söz ve uygulamalarına bakmaktan başka çare yoktur. Tevâtüre ulaşan na­killerden anlıyoruz ki, ayakları yıkamak esastır.

d-Mutlak ifadeleri takyîd etmek, sınırlamak:

Nisâ’, 11:

“...Bütün bu paylar, ölenin yapacağı vasiyetten ve borçtan sonra­dır."

Âyette vasiyet, mutlak olarak zikredilmiştir. Buna göre kişi diledi­ği kadar vasiyet edebilir. Ancak Hz. Peygamber vasiyeti malın üçte bi­riyle sınırlamıştır.(Buhari,Vasaya,2,3;Müslim,Vasiyet,5,6,7,8)

e-Âyetlerdeki hükmü te’yid etmek. Burada Resûlullâh’ın görevi, âyetlerde söz konusu olan hükümleri vurgulamak, pekiştirmek­tir. Bu tip hadîsler de oldukça fazladır. Burada ayet ile hadisler bir bütünlük içindedir.


3-Tezkiye:



Tezkiye, Allâh Resûlü’nun mü’minleri ahlâken yücelt­me, kemâle erdirme ve nefs terbiyesine yönlendirmeyle alakalı görev ve rehberliğidir. İlgili âyetler şöyledir:

“O, ümmîlere, içlerinden, kendilerine âyetlerini okuyan, onları te­mizleyen, onlara kitâbt ve hikmeti öğreten bir peygamber gönderendir. Hâlbuki onlar, bundan önce apaçık bir sapıklık içinde idiler” (Cum’a, 2)

“And olsun, Allâh, mü’minlere kendi içlerinden; onlara âyetlerini okuyan, onları arıtıp tertemiz yapan, onlara kitâb ve hikmeti öğreten bir peygamber göndermekle büyük bir lütufta bulunmuştur. Oysa onlar, daha önce apaçık bir sapıklık içinde idiler.” (Âl-i İmrân, 164)


4-Kur’ân’da bulunmayan hükümler koymak:

Daha önce ilgili âyetleri vermiştik. Burada acaba Hz. Peygamber “müstakil olarak mı hü­küm, yoksa belirli bir âyete bağlı olarak mı hüküm koyar?” şeklinde bir küçük tartışma vardır. Cumhûr ulemâ müstakil; Şâtıbî ise bağımsız de­ğil, belirli bir âyetin tahtında hüküm koyacağını kabul etmiştir. Esasen, Kur’ân’ın Resûlullâh’a itâat edilmesi gerektiği konusundaki vurgusu, onun bağımsız hüküm koyucu olmasını gerekli kılmaktadır. Tabii burada bağımsız oluş, Allâh’tan bağımsız veya Kur’ân’la alakasız oluş değildir. Elbette Kur’ân merkezli bir bağımsızlıktır. Zira Kur’ân’ı vahyeden Allâh, Kur’ân dışında da vahyetmektedir. Ancak Şâtıbî büyük ihtimalle hadîsin subûtu konusundaki zannî durumları dikkate alarak, Hz.  Peygamber’in hüküm koyuculuğunu Kur’ân’a bağlamak istemiştir. Bu  da belki Kur’ân’a aykırı olabilecek birtakım haber-i vâhid durumlarına  karşı Kur’ân’ın hükmünü garantiye almak içindir. Aslında buna gerek  yoktur. Zaten Kur’ân’a aykırılık varsa bu hadîsle amel edilmez. Onun  için böyle bir teoriye de gerek yoktur. Bize göre, tartışma sonuç itibariyle aynı kapıya çıkmaktadır. Tartışma, kısaca lafzîdir; zira Hz. Peygamber ister bağımsız hüküm koysun ister belli bir âyetin açılım ve beyanı şeklinde hüküm koysun herkes Allâh Resûlü’nün verdiği hükümleri kabul etmektedir. Bu hükümlerin teorik olarak nasıl değerlendirileceği o kadar da önemli değildir.

Şunu da ifade edelim ki, Allâh Resûlü’nün verdiği her bir hüküm, neredeyse Kur’ân’daki ilgili âyetin açılımı şeklindedir. Bazı evlilikleri mi yasaklıyor; zaten nikâhı harâm olanlar Kur’ân’da sayılmıştır. Bazı  hayvanların etinin yenilmesini mi yasaklıyor; konuyla alakalı zaten âyet  vardır. Namazla ilgili, hac, zekâtla ilgili hükümler mi koyuyor; bunların esası zaten Kur’ân’da vardır.

Burada bir noktaya işaret etmek gerekirse, Allâh Resûlü’nün yasakladıklarını ikiye ayırabiliriz: Tahrîm maksadıyla yasakladıkları ve te’dîb (daha iyiye yönlendirme) maksadıyla yasakladıkları. İlkine harâm; ikin cisine mekrûh demek mümkündür. Şüphesiz, âhiretteki sonuçları itibariyle aralarında fark olsa bile mü’mine yakışan her iki tür yasaktan da uzaklaşabilmektir.

Şimdi, Hz. Peygamber’in bu yönüne dair bazı örnekler verelim:

Bir erkeğin, bir kadını halası veya teyzesiyle aynı nikâhta birleştirmesinin yasaklanması. (Buhârî, Ebû Dâvûd, Tirmizî)

Köpek dişli yırtıcı hayvanlarla pençeli kuşların etlerinin yenmesinin harâmlığı. (Müslim, Ebû Dâvûd, Nesâî)

Eşek etinin tahrîmi. (Buhârî, Müslim)

Fıtır sadakasının vâcib olması. (îbn Mâce)

Nineye mirastan pay verilmesi. (İmâm Mâlik, Ebû Dâvûd, Tir- mizî)

Kadınların özel hallerinde namaz kılmayıp oruç tutmaması, son­radan sadece orucu kaza etmesi. (Buhârî, Müslim)

Mut’a nikâhının haramlığı. (Müslim)

Dövme yaptırmanın harâmlığı. (Buhârî, Müslim, Ebû Dâvûd)

Kadınlarla tokalaşmanın harâmlığı. (Buhârî, Müslim)

Kadınlarla halvet halinde olmanın yasaklanması. (Buhârî, Müs­lim, Tirmizî)

Erkeklere ipek giymenin harâmlığı. (Nesâî, Ahmed b. Hanbel)

Kadınların koku sürünerek erkeklerin yanına gitmesi. (Tirmizî, Ebû Dâvûd)

Kadınların kaşlarını inceltmesi. (Buhârî, Müslim, Ebû Dâvûd)

Kadınların saçlarını deve hörgücü gibi topuz yapması. (Müslim)

Kadınların dar ve şeffaf giyinmeleri (erkeklerin de). (Müslim)

Sol elle yemenin yasaklanması, (mekrûh). (Müslim)

Bir şâhid ve yeminle hükmetmek. (Ebû Dâvûd, Tirmizî, İbn Mâce)



Yavuz Köktaş - Kurana Aykırı Görülen Hadisler (insan yay.)

Devamını Oku »

Sünnetin Delil Oluşuna İtirazlar'a Cevaplar

Sünnetin Delil Oluşuna İtirazlara Cevaplar




"Bu itirazları dört noktada toplamak mümkündür:


a-Şöyle denilmektedir: “Dîn kat’î olmalıdır. Sünnet ise zannîdir. Kur’ân’da ise zan ve şüphe yoktur. Allâh “Bu kitapta asla şüphe yoktur.” buyurmaktadır. Ayrıca Kur’ân zanna uymayı da yasaklamıştır.”

Öyle anlaşılıyor ki, burada epey bir mesele, iç içe sokulmuştur. Belli  ki kat’îlikten tevatür kastedilmektedir. Buna göre,Kur’ân mütevâtirdir ve sübûtu kat’îdir. Sünnet ise âhad haberdir ve sübûtu zannîdir. Bura­ya kadar doğrudur. Bundan sonra gelen hüküm cümleleri ise oldukça problemlidir. Sünnet, zannî olduğu için Kur’ân ona uymayı aslında ya- i saklar. İşte bu noktada, “her zan (kastettiğimiz gâlib zandır) ifade edenin uyulmaması gereken şey olduğu” tespiti sorgulanmalıdır. Bir kere Kur’ân’ın yasakladığı zan, hakîkat, kesin bilgi, vahiy karşısındaki zandır. Böyle bir zan, hakîkat karşısında hiçbir şey ifade etmez. Dolayısıy­la îmân ve tevhîd konularında zannın yeri yoktur.

Diğer taraftan, Kur’ân’ın sübût yönünden kat’î olduğu söylene­bilirse de delâlet bakımından her zaman kat’î değildir. Bazı âyetlerin delâleti zannî olabilir. Ayetin zannî olması, muhtemel birkaç anlamı­nın bulunduğu manasına gelir. Bu itibarla, onun muhtemel manaların­dan birisi tercih edilip uygulanırsa bu uygulamanın zannî olduğu, do­layısıyla bâtıl olduğuna hemen karar verilemez. O halde, delâleti zan­nî de olsa biz nasslara uymakla mükellefiz. Bir şekilde nassları anlama­da gayret sarfetmeli, yani ictihâd etmeli, ardından oluşan gâlib zanna göre amel etmeliyiz.



Bu noktada özetlemek gerekirse, zannîlik-kat’îlik açısından metin­ler dört türlüdür:

1-Delâleti ve şubûtu kat’î metinler

2-Subûtu kat’î ama delâleti zannî metinler

3-Subûtu ve delâleti zannî metinler

4-Subûtu zannî ama delâleti kat’î metinler



Birinci şık, mütevâtir nasslarla ilgilidir. Burada zannîlik söz konusu değildir. İkincisi, gelişi itibariyle mütevâtir ama mana açısından zannî­lik ifade eden nasslardır. Bunlar da aynı şekilde âyet veya hadîs olabi­lir. Burada zandan maksad, nassın birkaç manaya gelişidir. Müctehid ictihâd ederek bir mana tespit etmeye çalışır ve onunla amel eder. Üçün- cüsü, haber-i vâhid olan nasslarla ilgilidir. Bunlar, her yönüyle zannî­lik ifade eder. Ancak bu zannîlik onlarla amel etmeye engel teşkil et­mez. Biraz daha ihtiyatlı olmakla birlikte müctehid ictihâd eder, gâlip zan oluştuğunda onunla amel eder. Dördüncüsü de haber-i vâhidlerle ilgilidir. Burada mana itibariyle kat’îlik söz konusudur. Bu tür kat’iyet arz eden manada az hadîs bulunmakla birlikte, mesele yine ictihâd ko­nusudur. Müctehid, önce gelen haberin subûtu konusunda bir kanaa­te ulaşır; ardından manasıyla amel eder. Dolayısıyla zan, hiçbir zaman nassla amel etmeye engel değildir. Zandan kastımız da gâlip zandır.

İmâm Şâfi’î’in bu meselede ortaya koyduğu bir akıl yürütme vardır ki oldukça aydınlatıcıdır. Ona göre kat’î bir delîlle harâm olan şey zan­nî bir delîlle mübâh olabilir mi? Olabilir. Eğer mahkemede iki şâhid, birinin bir adam öldürdüğünü söylerse o kişiye kısas uygulanır. Adam öldürmek, kat’î delîllerle harâmdır. İki şâhidin şâhidliği ise zannî bir durumu ifade eder. Zira bunların yalan veya yanlış şâhidlik etmeleri muhtemeldir. O halde niçin bu şâhidliği kabul edip harâm olan bir şe­yi mübâha çeviriyoruz? Çünkü iki kişinin şâhidliğini kabul etmeyi Allâh emretmektedir. Bunun gibi haber-i vâhid de lsa, bunları nakleden râvîlerin yalan veya yanlışlık yapma ihtimali de olsa Hz. Peygamber’in söz ve davranışlarına uyomakla mükellefiz. Çünkü ona uymayı bize Allâh emretmektedir.
b-En’âm Sûresi 38. âyetinde Allâh “Biz Kitâb’da hiçbir şeyi eksik bırakmadık. ” buyurmaktadır. Dolayısıyla sünnete ihtiyaç yoktur.

Bu âyeti okuyanlar, Hz. Peygamber’e itâatle ve ona beyan yetkisi­nin verilmesiyle ilgili âyetleri de okumalıdır. Bu âyetleri okuyan sahâbe şeksiz Hz. Peygamber’e uymuş, ilk âyete dayanarak Hz. Peygamber’e uymayı reddetmemiştir. O halde,

En’âm Sûresi’nin âyeti doğru anlaşıl­malıdır. Bir kere âyet, sünnete uymamakla ilgili olarak inmemiştir. Ayrıca bu âyeti mutlak olarak alırsak, iki şeyle çelişir: Biri, akılla. Akıl, her şeyin Kur’ân’da olmadığına hükmeder. İkincisi, Kur’ân’la. Kur’ân’da “Bilmiyorsanız zikir ehline sorun.” âyeti geçmektedir. Demek ki, her şey Kur’ân’da yoktur. O halde, burada maksat -bazı cüz’î meseleler ol­sa da- Kur’ân’da her şeyin değil, esasen genel ilkelerin ve temel pren­siplerin bulunduğudur. Diğer taraftan, “hiçbir şeyi eksik bırakmadık” derken kastedilen; îmân, tevhîd, âhiret ve nübüvvet konularıdır. Son olarak, kitapta hiçbir şey eksik değilse kitaptan Levh-i Mahfûz’u anla­mak da mümkündür. Orada gerçekten her şey kayıtlıdır. Hangi ihtimal olursa olsun âyet kesinlikle sünnete uymamakla ilgili değildir.
c-“Tek bir vahiy vardır. O da Kur’ân vahyidir. Allâh vahyedecek- se onu Kur’ân’ına alır. Başka türlü neden vahyetsin?!”

Bu anlayış, Allâh’ın, elçileriyle tek bir şekilde konuşması gerekti­ğinden yola çıkmaktadır. Bir anlamda Allâh’ı tek bir şekilde konuşma­ya, iletişim kurmaya icbar etmektedir. Allâh’ın nasıl konuşacağına biz nasıl karar verebiliriz? Onu nasıl icbar edebiliriz?! Şûrâ Sûresi’nin 51. âyetinde Allâh, insanlarla üç türlü konuşabileceğini buyurmuyor mu? Allah’ın Kur’ân dışında da vahiy gönderebileceğinin üzerinde biraz da­ha duralım.

Kur’ân dışında Allâh vahyetmiştir. Bunun delili de yine Kur’ân’dır.

Örnekler:



1-Kıble olayı: Meşhur kıble meselesinde Allâh, şöyle buyurur:

“Biz, senin yüzünü çok defa göğe doğru çevirip- durduğunu gö­rüyoruz. Şimdi elbette senin hoşnut olacağın kıbleye çevireceğiz. Artık yüzünü Mescid-i Harâm yönüne çevir. Her nerede bulu­nursanız, yüzünüzü onun yönüne çevirin. Şüphesiz, kendilerine kitap verilenler, tartışmasız bunun Rablerinden bir gerçek (hak) olduğunu elbette bilirler. Allâh, yaptıklarınızdan gafil değildir.” (Bakara, 144) Hz. Peygamber, önceleri Mescid-i Aksâ’ya doğ­ru namaz kılıyordu. Peki, Mescid-i Aksâ’ya dönmekle ilgili bir emir Kur’ân’da var mıdır? Yoktur. O halde, Hz. Peygamber bu emri nereden almıştır? Burada akla “İctihâdla oraya dönmüş olabilir.” şeklinde bir düşünce gelebilir. Bu, ihtimal dışıdır. Şa­yet ictihâdla oraya dönmüşse ictihâdla Mescid-i Harâm’a da dö­nebilirdi. Oysa, “Yüzünü göğe doğru çevirip durmaktadır’’Yani Mescid-i Harâm’a dönmeyi istemekte, ama dönememekte­dir. O halde, Mescid-i Aksâ’ya dönüşü de kendiliğinden olma­mıştır. Sadece bu örnek bile Allâh’ın Kur’ân dışında kalbe ilka etmek süreliyle Hz. Peygamber’e ileti gönderdiğini ortaya koy- maktadır.



2-Tahrîm Sûresi nde geçtiğine göre (3. âyet) Hz. Peygamber, eşle­rinden birine bir sır söyler. Ancak hanımı bunu saklayamaz. Allâh ise bu durumu Peygamberine haber verir. İşte âyet: “Hani Peygamber, eşlerinden birine, gizli bir söz söylemişti. Fakat eşi, o sözü (başkasına) haber verip Allâh da bunu peygambere bil­dirince, Peygamber bunun bir kısmım bildirmiş, bir kısmından da vazgeçmişti. Peygamber, bunu ona (sim açıklayan eşine) ha­ber verince o,‘Bunu sana kim bildirdi?’ dedi. Peygamber, ‘Bu­nu bana, hakkıyla bilen ve hakkıyla haberdar olan Allâh haber verdi dedi. Konumuzu ilgilendiren nokta ise şu: Bu sırrı ha­ber verme olayı Kur’ân’da yoktur.



3-Bakara Sûresi, 239. âyette geçtiğine göre Allâh "... Bilmediğiniz şeyleri size öğrettiği şekilde Allâhı (namazınızda) anın! buyu­ruyor. Bize öğretilen şekil Kur’ân’da yoktur. Bütün bunlar Allâh’ın, Kur’ân’ın dışında Hz. Peygamber’e vahyettiğini göste­riyor. Bununla birlikte bu vahiy, Kur’ân vahyi gibi değildir. O zaman ikinci meseleye geliyoruz:

Öyle anlaşılıyor ki, vahiy, Kur’ân vahyinden ibaret değildir. Kur’ân vahyi özel bir vahiydir, ancak vahiy Kur’ân ile sınırlı değildir. Zira va­hiy, bir tür iletişimdir. Allâh, çeşitli şekillerde kullarına vahyeder, on­larla iletişim kurar. Kur’ân vahyi bu iletişimin en özel olanıdır. Bir anlamda Allâh’ın izniyle Cebrâîl tarafından yazılması istenilen vahiy­dir Kur’ân vahyi... Vahiy kâtiblerine yazdırılmayan vahiy, demek ki Kur’ân vahyi değildir. Şayet vahiy kelimesine takılıp kalınırsa ve va­hiy illa da Kur’ân için geçerli olmalıdır denilirse şu söylenebilir: Al­lâh anlara vahyeder, bazı kullarına vahyeder, yani bir tür iletişim ku­rar. Bunlar, Kur’ân’da geçer. Hepsinin mahiyeti farklıdır. Biri içgüdü, diğeri ilham olsa da “vahiy” kavramıyla ifade edilmiştir. Dolayısıyla, manaları farklı da olsa bu tür iletişimler için vahiy kelimesini kullan­mak mümkündür. Neye ne dediğimizi bildikten sonra vahiy kelimesi­ni Allah’ın her türlü iletişimi için kullanmak mümkündür. En azından Kur’ân’da buna bir engel olduğunu ifade eden hiçbir şey yoktur. Yani, “Sadece Allah’ın Kur’ân’da vahyettiklerine vahiy denir, onun dışında­ki iletişimler için vahiy kelimesi kullanılmaz.” diye Kur’ân’dan bir âyet bulmak söz konusu değildir. Elbette ki Kur’ân dışındaki iletiler Kur’ân vahyi gibi değildir. Ancak bunlar da bir tür iletişimdir. Dediğimiz gi­bi, Kur’ân vahyi bizzat yazıya geçirilen ve “Bu, Kur’ân’dır” denilen va­hiydir. Allâh’ın Hz. Peygamber’le de Kur’ân dışında iletişim kurma­sı mümkün bir şeydir. Ayrıca vahyin çeşitli şekillerde olabileceğini de Kur’ân’dan öğreniyoruz.

Şûrâ Sûresi 51. âyette Allâh şöyle buyurur:

“Allâh bir insanla ancak vahiy yoluyla veya perde arkasından konu­şur. Yahut da bir elçi gönderir de izniyle ona dilediğini vahyeder. Şüp­hesiz ki O çok yücedir, hüküm ve hikmet sahibidir. ”

Bu âyetten vahyin üç türlü olabileceği anlaşılıyor. Kur’ân vahyi üçüncü tür vahiy ile, yani bir elçi vasıtasıyla nâzil olmuştur. Hatta bu­rada Allâh’ın “peygamberle” değil de “insanla” demesi de not edilme­si gereken bir durumdur.

Bu noktada vahiy kelimesinin zihin karıştırdığı vurgulanmalıdır. Onun için ulemâ, vahyi ikiye ayırıp Kur’ân’a metluv; sünnete gayr-i metluv vahiy demişlerdir. Özetle bu noktada şu dört hususu vurgula­mak gerekir:

1-Bizzat Cebrâîl, Hz. Peygamber’e bazı şeyleri öğretmiştir.

2-Allâh, Cebrâîl vasıtasıyla Hz. Peygamber’i bazı tuzaklara karşı uyarmıştır. Hz. Peygamber’le bir tür iletişim kurmadan bunun gerçekleşmesi imkânsızdır.

3-Allâh, geçmiş veya gelecek gayba dair, kıyâmet alametleriyle il­gili bazı bilgileri Hz. Peygamber’e bildirmiştir. Bunlar bir-iki ta­ne de değildir. Pek çoktur. Bunların hepsi uydurma olmadığı­na ve Allah’ın elçilerine gaybını bildirmesi mümkün olduğuna göre Hz. Peygamber, Kur’ân dışında bilgiler almış demektir.

4-En önemlisi de tecrübesiyle, meleke-i nübüvvet ile Hz. Peygam­ber birtakım uygulamalarda bulunmuştur. Bu uygulamalar, Al­lâh tarafından tenkîd edilmemiştir. Dolayısıyla bunlar Allâh’ın kontrolündedir ve O’nun onayından geçmiştir. Sadece bu se­beple dahi mezkûr uygulamalar, bizim için örnektir. Çünkü, şa­yet bunlar örnek konusu olmasalardı, Allah tarafından tenkîd edilirlerdi. Zira Kur’ân’da hatalı uygulamalarından dolayı Hz. Peygamber’in Allâh tarafından uyarıldığını biliyoruz.
d-Hadîsler de Kur’ân gibi uyulması gereken şeyler olsaydı, on­lar da Kur’ân gibi yazılırdı. Hz. Peygamber, Kur’ân’dan başka şeyle­rin yazılmasını yasaklamıştır. Bu da uyulması gerekenin Kur’ân oldu­ğunu gösterir.”

İlginçtir! Bu örnekte sünnete uymayı reddetmek için hadîslerden delîl getirilmiştir. Bu çifte standartlık bir yana, Hz. Peygamber’in ken­disinden Kur’ân dışında bir şey yazılmasını yasakladığına dair ifade­ler doğrudur. Ancak İlmî dürüstlük adına bunun yanında Hz. Peygam­ber döneminde hadîslerin yazıldığı, Allâh Resûlü’nün buna izin verdi­ği vâkıası da dikkate alınmalıdır. Konuyla ilgili pek çok delîl olup on­ları burada zikretmeye gerek yoktur. Bir delîli alıp diğerlerini görmez­likten gelmek, İlmî bir tutum olamaz. Mesele, bu iki grup delilden bi­rini tercih etmek olursa kesinlikle hadîslerin yazıldığına dair hadîsleri tercih etmek gerekecektir. Çünkü bu hadîsler, oldukça fazla ve çeşitli­dir. Oysa yasak hadisi, bir sahabîden nakledilmiştir. Hal böyle olsa da İlmî olan tavır, her iki grup hadîsi anlamaya çalışmaktır.

Acaba yasak hadîsindeki yasaklık mutlak mıdır? İzin verildiğine gö­re mutlak değildir. O halde yasaktan ne kastedilmiştir? Bu konuda çe­şitli te’vîller ileri sürülmüştür. İzin hadîsleri yasak hadîsini nesh etmiş­tir. Bu durumda Allâh Resûlü’nün bir dönem de olsa sözlerini yasak­ladığı anlamı çıkar ki isabetli değildir. Abdullah b. Amr gibi yazı bilen­lere yazma izni vermiştir. Abdullah’ın dışında da yazı yazanlar olmuş­tur. İzin neden bir kişiye has olsun ki?! Aynı anda hem yasağın hem de iznin bir gerekçesi olmalıdır. Büyük ihtimalle Hz. Peygamber, Kur’ân sahifeleriyle karışmasın diye sözlerinin Kur’ân sahifelerinin kenarına yazılmasını yasaklamıştır. O dönem Kur’ân’ın muhafazasına büyük ih­timam gösteriliyor, her türlü tedbir alınıyordu. Belli ki, vahiy kâtibleri veya özel mushafı olanlar, yazdıkları Kur’ân sahifelerinin kenarına Hz. Peygamberden duydukları bazı şeyleri hemen not ediyorlardı. Bunun ileride sıkıntılara yol açabileceğini düşünen Allâh Resûlü, buna mani olmak istemiştir. Bunun dışında dileyen, yazabilen onun sözlerini istediği yere kaydedebilecektir.

Son olarak şunu sormak gerekir: Bir şeyin delîl olması, yazık olmasına mı bağlıdır? Yazılı olmayan şeyler, delîl olmaz mı? Bir şeyin delil olma şartı, yazı olamaz. Zira sözü yazan âdil biri değilse, o sözün yazılması bir mana ifade etmez. Diğer taraftan, mesela, namazı ele alalım. Bütün şartlarıyla birlikte Resûlullâh’m bunu yazdırdığına dair bir bilgiye sahip değiliz. Şimdi, namaz kılmayacak mıyız? Allâh Resûlü, “Beni nasıl görüyorsanız öylece kılınız.” demiştir. Namaz, nesilden nesile böyle aktarılmıştır. Ne olacak şimdi?! Yine Kur’ân naklinde de bi­rinci derecede ezberde olana itibar edilmiştir. Acaba Kur’ân, sırf ya­zıldığı için mİ bizler için delîl oluyor, yoksa yüzbinler nesilden nesile onu ezberden naklettiği için mi? O dönemin yazı çeşidini düşündüğü­müzde gerçekten zorlukları var; onun için, gelişmiş ve (nokta ve hare­ke açısından) nispeten değişmiştir. Elbette yazı, çok önemli bir takviye unsurudur; ancak birinci derecede Kur’ân’ı muhafaza eden, ezberdir.

Yavuz Köktaş - Kuran'a Aykırı Görülen Hadisler(İnsan yay.)
Devamını Oku »

Alimlerin Faziletinde Sünnete Uymanın Rolü

Alimlerin Faziletinde Sünnete Uymanın Rolü


İnsanlar içerisinde Allah’tan en çok korkanlar, O’na karşı en fazla saygı gösterenler ve O’nun koyduğu sınırları en iyi bilenler âlimlerdir.

  • Yüce Allah Kur’ân-ı Kerîm’inde şöyle buyurmuştur: “Allah, melekler ve ilim sahipleri, ondan başka ilâh olmadığına adaletle şâhitlik ettiler.Ondan başka ilâh yoktur. O, mutlak  sahibidir, hüküm ve hikmet sahibidir.’’

  • Yine Allah Teâlâ şöyle buyurmuştur: “Allah’a karşı ancak; kul­ları içinden âlim olanlar derin saygı duyarlar .”

  • Yine Allah Teâlâ bir başka âyetinde şöyle buyurmuştur: “De ki: Hiç bilenlerle bilmeyenler bir olur mu? Ancak akıl sahiplen öğüt alırlar”

  • Bir başka âyette de şöyle buyurmuştur: “Rabbinden sana indi­rilenin gerçek olduğunu bilen kimse, (onu bilemeyen) kör gibi olur mu? (Bunu) ancak akıl sahipleri anlar.”

  • Allah Teâlâ şu âyette, ''iman edenlerin kıymetini ve derecesini yükseltti'', bir başka âyette ise ''onların şanını yüceltti.

  • Allah Teâlâ şöyle buyurdu: “Allah içinizden inananların ve kendilerine ilim verilenlerin derecelerini yükseltsin” Öyleyse bu vasıfta olanlara saygı göstermek de zorunludur. Onları şereflendirmek arzu edilen bir şeydir. Onlara dua etmek sadık ve sağlam kimselerin huyudur. Onların bağışlanmasını istemek muttakilerin yoludur.

  • Allah bize zor gelenleri onlara sormamızı emretti ve dedi ki: “Eğer bilmiyor­sanız ilim sahiplerine sorun.”

  • Allah Teâlâ şöyle buyurmuştur: “Kendilerine güvenlik (barış) veya korku (savaş) ile ilgili bir haber geldiğinde onu yayarlar. Hal­buki onu peygambere ve içlerinden yetki sahibi kimselere götürselerdi, elbette bunlardan, onu değerlendirip sonuç (hüküm) çıkarabi­lecek nitelikte olanları onu anlayıp bilirlerdi.''



Âyet-i kerîmede geçen “ulu’l-emr” lafzı ile burada birinci de­recede ilim ehli olanlar kastedilmiştir. Ulu’l-emr lafzının kastettiği bir diğer anlam ise yöneticilerdir. Bazılarına göre de ulu’l-emr sözü hem âlimleri hem de yöneticileri kapsamaktadır. Ülul-emr sözü ile ilgili yapılan açıklamalar, her halükârda âlimlere yönelmeyi ve onlara daha fazla değer vermeyi gerekli kılmaktadır. Bir kimsenin âlimlere karşı hürmeti arttıkça, bu durum onun bilgisine, güzel ahlâkına ve derin kavrayışına olumlu katkıda bulunur.



Hz. Peygamber’in amca oğlu İbn Abbâs'ı görmüyor musun? Kendisi derin bir bilgi sahibi olmasına rağmen zaman zaman evine kadar giderek sahâbenin âlimlerinden ve büyüklerinden olan Zeyd b. Sâbit’in ilminden istifade ediyor; özellikle dc miras huku­ku (ferâiz) ile ilgili meselelerde ondan bilgi alıyordu. Bir defasında Zeyd b. Sabit hayvanına bineceği esnada, rahat binmesi için üzen­gisini tutmuştu. Bunun üzerine Zeyd b. Sabit kendisine şöyle de­miştir: “Ey Peygamberin amcasının sevgili oğlu! Senden bunu yap­mamanı istirham ediyorum.” Zeyd b. Sâbit’in bu sözlerine karşılık Abdullah b. Abbâs da şu cevabı vermiştir: “Hayır, asla bırakamam! Çünkü biz âlimlerimize ve içerimizdeki büyük ve saygın kimselere böyle hürmet ederiz.

Bunlar sevgi gösterisinin uç noktalarıdır. Geçmiş dönem âlimlerine karşı duyulan saygı göstergelerinden sadece bir damla­dır. (Cenâb-ı Hak onların her birisine rahmeti ile muamele etsin). Ancak şu kadarım ifade edelim ki, biz saygı konusunda her türlü aşırılığı kabul etmediğimiz gibi, onların delillere muhalif gözüken görüşleri kabul etmiyoruz. Aksine biz bu hususta onlardan imkânlar ölçüsünde Kur’ân ve sünnetten deliller getirmelerini arzu ediyoruz. Kaldı ki fazilet sahibi bir âlim ve büyük bir üstad için bunlar gizli saklı şeyler de değildir. Onlar zaten bu kaynaklardan uzak dura­mazlar ve kolaylıkla bu kaynaklardan delil getirebilirler.

Zira Yüce Mevlâ her şeyi ilmi ile kuşatmıştır. Âlim bir zata düşen ise, bu kay­naklarda mevcut olan gizli ya da açık birtakım delillerden hareketle delil getirmektir... Bütün bu imkânları kullanmasına rağmen doğru bir neticeye ulaşamaması halinde ise artık kendisi hatası sebebiyle mazur olur. Delillerin dikkatli bir şekilde araştırılmasından sonra meydana gelebilecek hatalar artık onların fazilet denizinde kaybo­lur gider. Bu nedenle bir müçtehid hata da yapsa o aşamaya gelin­ceye değin sergilediği gayreti sebebiyle Allah katında bir sevap elde 'eder. Doğruya isabet etmesi halinde ise iki sevaba kavuşur.

Müçtehid olmayan kimseler gelince, onlara Rasûlullah’ın (s.a.v.) hadislerinden herhangi birisi açık seçik beyan edildikten sonra bu hadîsin gereğini bir kenara bırakarak, insanlardan herhangi birisinin sözüne tabi olması caiz olmaz. Zira Allah Teâlâ bizlere, herhangi bir çekişme ya da niza durumunda Kitâb’a ve Hz. peygamberin (s.a.v.) sözlerine müracaatla meseleyi çözmemizi emretmiştir.

‘’... Eğer bir hususta anlaşmazlığa düşerseniz Allah’a ve âhirete gerçekten- inanıyorsanız onu Allah’a ve Rasûl’e götürün (onların talimatına göre halledin); bu hem hayırlı hem de netice bakımından daha güzeldir.”

‘’O, arzusuna göre de konuşmaz. O (bildirdikleri) vahyedilenden başkası değildir.”

Hz. Peygamberim (s.a.v.) dostu olma şerefine erişmiş sahabelere gelince, onlar insanların en hayırlı olanlarıdır. Âlimlerin en önde gelenleridir. Kuran onların döneminde Rasûlullah’a (s,a.v.) vahyedildi, ama onların olduğu topluluklarda okundu. Hz. Peygam­ber onların içerisinde olduğu için, “Kur’ânin kendilerine kapalı gelen anlamlarını açıklıyordu. Bütün bu imkânlara rağmen sahâbe efendilerimizden pek çoğu, açık bir delilin kendilerine ulaşmadığı hallerde, kendilerine arz edilen meselelerde doğru bir karara varabilmek için fetvalar vermişlerdir. Bazı durumlarda ise manası ya da delâleti hususunda ortak noktada buluşamadıkları bir nassın anla­mının anlaşılması için içtihada başvurmuşlar veya farklı yönlerde istidlallerde bulunmuşlardır... Ancak bu büyük zatlardan hatalı bir görüş ortaya çıkması halinde, Allah’ın izniyle bütün bunlar onların içerisinde yüzdüğü fazilet denizlerinde yok olup gider.

Bu konuyla ilgili olarak aşağıda bazı örnekler verilmiştir:

  • -Ümmetin önde gelen fakihi ve Peygamber Efendimizin (sav,) amcasının oğlu Abdullah b. Abbâs’tan (r.a.) bazı zamanlar­da(Buhari,Nikah,32) muta nikâhı yoluyla evlenmenin mubah olduğuna dair bir fetvâ varid olmuştur. Oysaki mut’a nikâhının ebedî olarak haram kılındığı bilinmektedir.

  • -Büyük sahâbî Ebû Talha (r.a.) “dolunun (bir şekilde yutulmasının) oruçlunun orucunu bozmayacağını” öngörüyordu. Zira ona göre, dolunun kendisinde yiyecek ya da içecek olma özelliği yokuı!”,(Hanbel,Müsned,3,279)

  • -İbn Ömer’den (r.a.) “erkeğin kendi eşiyle ters ilişkiye girmesi­nin câiz olduğu” şeklinde bir rivâyet gelmiştir. Hâlbuki bu husus­ta son derece katı bir yasağın olduğu, herkesçe malumdur.

  • -Râşid halife Hz. Ömer (r.a.) ve onun akabinde halife olan Hz. Osman (r.a.) insanları temettü haccından men ediyorlardı!Oysaki İmran b. Husayn ve Ali b. Ebî Tâlib (r.a.), onların bu uygulamalarına itiraz ediyorlardı. Zira bu hac türü Allah’ın Kitâbı’nda yer almış, Rasûlullah da (s.a.v.) sahâbesine temettü hac­et yapmalarım emretmişti.

  • -Allah Teâlâ abdest ile ilgili âyette ‘’dirseklere kadar ellerinizi yıkayın’buyurmasına rağmen Ebû Hureyre (r.a), abdest suyunu koltuk altına ulaştıracak şekilde abdest alırdı.

  • -Abdullah b. Mes'ûd (r.a.), Hz. Peygamber (s.a.v.)’in nasıl namaz kıldığını görme hususunda, Onun yanında en çok bulunan ve bu konuyu en yakından gören kimselerden birisiydi. (Yani Hz. Peygamber’in (s.a.v.) rükûda iken ellerini diz kapaklarının üstüne değil de, bacaklarının arasına koyma ile ilgili hususta onun yanında en çok bulunan insanlardan birisiydi). Böyle olmasına rağmen Sa‘d b. Ebî Vakkâs’ın (r.a.): “Allah, Ebû Abdurrahman’a rahmet etsin!Biz (başta) böyle yapıyorduk (yani ellerimizi bacakların arasında koyuyorduk). Ancak böyle yapmamız daha sonra bize yasaklan­dı.” şeklindeki uyarısı kendisine ulaşıncaya kadar İbn Mes‘ûd (r.a.) böyle yapmaya (yani ellerini bacaklarının arasına koymaya) devam etti.

  • -Hz. Ömer de (r.a.), “eve girmeden önce üç kez izin isten­mesiyle” ilgili Hz. Peygamber’den (s.a.v.) aktardığı rivâyete ilişkin olarak Ebû Mûsâ el-Eş‘arî’den (r.a.) bu haberin sıhhati ile alakalı olarak delil getirmesini istemiştir.

  • -Aynı şekilde mü’minlerin emiri Hz. Ömer (r.a.), teyemmümle ilgili husustan da habersiz kalmış ve Ammâr b. Yâsir’in (r.a.) kendi­sine ilgili rivâyeti hatırlatmasına rağmen, yine de bu hususla alakalı hükmü hatırlayamamıştı.

  • -Hz. Aişe de (r.anha), “büyüklerin emzirilmesinin ve (bu yolla süt evlat edinilmesinin) haram olacağını” düşünüyordu. Hz. Âişe (r.anha), Allah Teâlâ’nın: “Emzirmeyi tamamlatmak isteyen (baba) için, anneler çocukların iki tam yıl emzirirler,”, buyurmasına rağmen, hükmün bu yönde olduğunu zannediyordu .

  • -Ebû Zerr de (r.a) “ihtiyaç fazlası altının (paranın), elden çıka­rılması gerektiği” görüşündeydi.



Buraya kadar zikredilmiş olan değişik sahibe rivâyetlerin yanında, burada aktarılma imkânı olmayan benzer nitelikteki daha başka durumlar da vardır. Ayrıca tâbiûn ve onlardan sonra gelen etbâu’t- tâbiûndan ve bizim muasırlarımız olan âlimlerden de hükümle alakalı nasları duymadığı veya yanlış hatırladığı için, genel hükme aykırı görüş beyan edenlerin varlığı da bir gerçektir. Buna rağmen  söz konusu kimselerin durumlarına dikkat edildiğinde, ortaya koymuş oldukları farklı görüşler sebebiyle hiçbirisinin -Allah’ın izniy­le- bundan dolayı herhangi bir zarar görmediği aşikârdır.

Âlimlerin çoğunluğuna göre, Hz. Peygamberin (s.a.v.) ashabın­dan da "sahih olan görüşe muhalif gibi gözüken rivâyetlerin akta­rıldığı” hususu ortadadır. Bu nedenle daha sonra gelen âlimlerden de sahih olan görüşe muhalif ya da ondan farklı fetvâların sadır olma ihtimali" oldukça güçlüdür. İşte bundan dolayı hiç kimsenin, bir âlimin peşine takılıp onun ortaya koyduğu görüşlerin hepsinin en doğru olduğu zehabına kapılıp, peşine takıldığı kişi dışındaki­lerin söylediklerini de bırakma gibi bir yanlışa düşmemesi gerekir. Bu tavır doğru yola tabi olmuş geçmişlerin (selef-i sâlihin) tavrı değildir. Nitekim İbn Abbâs (r.a.) Hz. Ömer (r.a.), Hz. İbn Mes‘ûd (r.a.), Hz. Âişe (r.anha), Hz. Ebû Bekir (r.a.), Hz. Ali (r.a.) ve Hz.Ebu Hureyre (r.a.)... gibi pek çok sahabeden rivayetlerde bulun­muştur.

Tâbiûn âlimlerinde olan Sa'îd b. Museyyeb de (r.a) Hz. Ebû Hureyre (r.a.), Hz. Ömer (r.a.) ve Hz. İbn Abbâs... vb. pek çok sahâbeden rivâyette bulunmuştur.

Yine sonraki kuşak âlimlerinden olan Ahmed b. Hanbel de ken­disinden önce yaşamış olan İmâm Şâfi‘î, İshâk ve Süfyân es-Sevrî... gibi farklı âlimlerden rivâyetlerde bulunmuştur.

Zikri geçen geçmiş dönem âlimlerden hiçbirisi kendisini ilim elde etme ve sahih bilgiye ulaşma yolunda tek bir âlimin görüşü ile sınırlandırmamıştır. Tam aksine, imkânlar ölçüsünde ulaşabildik­leri ilim kaynaklarını çeşitlendirme yoluna gitmişlerdir. Bütün tatlı su kaynaklarından kana kana içmişlerdir.

Geçmiş dönemde yaşayan büyük âlimler, ilim elde etme kaynakları hususunda ayırımcılık yoluna gitmemiş; diğerlerinin ilmini bırakarak tek bir âlime çağırıp sadece ondan nakilde bulunma yo­lunu tercih etmemişlerdir. (Allah hepsinden razı olsun.)

Şimdi siz ey dinde derinlik sahibi olmayı murad edenler! Ufkunuzu genişletin, ilim kaynaklarınızı daraltmayın!

Ve sakın muasır tek bir âlimin (Allah onları muhafaza eylesin) görüşlerine dayanarak, hak ve bâtılı tespit ilkelerini onun görüşle­rine dayandırıp, temel metinleri ve onların açıklamalarını sırf ken­disine itimat ettiğiniz söz konusu âlimin görüşleriyle uyuşsun diye, asıl mecrasından kaydırmak sûretiyle eğip bükmeyin!

Ve siz; doğruyu tutturmuş olana: “Evet sen haklısın!” deyin. Hata yapan kimseye de “Allah sana iyilik versin. Doğru olan bu değildir!” deyin. Sözünüzü edeb ve vakarla taçlandırın. Umulur ki Allah sizi en doğru olan neticeye ulaştırır.

-------

Kuran ve Sünneti Anlamanın Temel İlkeleri - Mustafa el Adevi
Devamını Oku »