Maddeciliğe Reddiyye

Her eser sahibinin kemalatı eserinden bedahetle belli olur, değil mi? Mesela vakitleri imrenmeye alet olan en mükemmel bir saati elimize aldığımızda, bunun hendese kanunlarına ve mekanik kanunlarına tatbiken ihtiva eylediği mükemmel terkibi gayet mazbut ve muhkem olarak meydanda dururken, bir sanatkar ve yapıcısı olduğunu bilmekte tereddüt etmediğimiz gibi; o sanatkarın onu mükemmel ve muhkem surette yapmaya kafi olacak marifet ve maharetini tasdikte dahi güçlük çekmeyiz.

İstidlal ile hasıl edebileceğimiz şu kati ilim bize her halde sabit olur: Yani gerek sanal kaim ecza ve aletlerini yaptığı gibi, terkiplerine de bizzat kendi mübaşereti itikat edilsin; gerek birbiriyle muntazam bir terkip teşkil edecek hu tarz ve uslup üzere yalnız ecza ve aletlerini imal ettiği farz olunsun.

Elhasıl. hakikat nurları gözlerimiz önünde parlayıp durduğu halde, eğer ‘Bu saati icat ve imal eden zat çolak ve âmâ, hem de cahil bir kimse olup, ne hendese İlminden ne de mekanik fenninden haberi vardır, öylece tesadüfi olarak bunu yapıvermiş” deseler; bu sözün doğru olabilmesine biz zerrece ihtimalî vermeyiz. Hatta böyle manasız söz söyleyenleri ve bunları tekzipte tereddüt gösterenleri ahmakların ahmağı addederiz, değil mi?

Ey maddeciler! Siz şu alemin maddesi dediğiniz şeyin mucidinin varlığını bilemeyerek, maddenin bizatihi varlığına ve ezeli olduğuna kani olduğunuz için ve sonradan vücut bulması zaruri bir şey olan tenevvülerini ve tahavvüllerini gördüğünüzde, bittabi onların da mucidinden habersiz bulunduğunuz için akıllara hayret veren bu harika tenevvülerin menşeini araştırmaya mecbur oldunuz, Çünkü her hâdisin tekevvünü için elverişli hususi bir sebebin vücudu zaruri ve bedihi bir şey olduğu halde, lazım sıfatları haiz olmayan maddeden nihayetsiz nevilerin ve şekillerin tekevvününü akıllarınıza bir türlü kabul ettiremediniz.
Binaenaleyh her vadide hayret ve kafa karışıklığı ile dönüp dolaştıktan karar kıldınız ki arz edeceğimiz sebeplere nazaran bunun karar noktası olmadığı pek kolay anlaşılabilir.

Siz diyorsunz ki; “Maddenin muhtelif şekillerde olan atomları ezeli hareketler daima hareket etmektedir. Bu hareketler ve ihtizazlar sebebiyle
atomlar muhtelif’vaziyetler ve keyfiyetler üzere içtimaa başlayarak nihayetsiz tenevvüler zuhur etmiştir.”
Bilemeyiz, siz ne biçim akıllara maliksiniz ki böyle vehmi ve tahminî bir itikat ile akıllarınızı ikna edebilirsiniz!
Evvela, sizin cisimlerde bulunan atomları görebildiğiniz vaki midir? Hatta göz ile şöyle dursun, görünen şeyleri büyüten en büyük ve mükemmel aletler vasıtasıyla dahi gördüğünüz yoktur. ve görülemeyeceğini de teslime mecbursunuz.
İkinci olarak, o atomların hareket etmekte olduklarını duyularınızla his¬settiğiniz vaki midir? Nerede! Belki duyularla hissedilebileceğini dahi iddia etmezsiniz.

Demek oluyor ki şu madde ile nihayetsiz ihtizazların vücuduna kani ol¬manıza sizi sevk eden, duyularla algılanan bir burhan olmayıp sadece görülen tenevvüleri izah gayretidir. Hatta şu tenevvüler in keyfiyetini izah için daha garip iddialarda bulunuyorsunuz. Ezcümle, atomlara farklı eşkal isnadına da kalkıyorsunuz ki “Eşkallerinin farklı olması ile beraber atomların içtima etmesi, nihayetsiz suretlerin ve nevilerin zuhuruna menşe oluyor” diyebilesiniz.
Atomların kendilerini göremediğiniz halde eşkalini görebilmeniz katiyen mümkün olamaz.
Elhasıl, bu sözleriniz hep “neviler nasıl hasıl oldu” istifhamına karşı farz ve tahmine mebni olup sonradan düşünülüp uydurulan şeylerdir. Hiçbirisi duyulara ve müşahedeye müstenit değildir.
Bu halde, hani ya bize kemal-i tantana ile işittirmekte olduğunuz bir sözünüz ve kaideniz vardı? “Yalnız müşahede ve duyular vasıtasıyla ulaşılan şeyleri kabul ve teslim ederiz. Sair iddialara kulak asmayız.” diyordunuz.
İşte şu makamda duyular ve müşahede bulunmaksızın, kaidenizin hilafına olarak aklî ve nazarî delil ile istidlale mecbur olduğunuz görülür.
Gerçi bu ifadeden maksadımız bu şekilde aklî istidlalin esasını tezyif değildir.
Çünkü aklî istidlal, nezdimizde hidayet yolunun en vazıh yol işaretidir ve hakikatleri değerlendirebilen bütün meşhur hakimlerin de mevsuk bir miyarıdır.
Maksadımız şu beyhude lafügüzafın uhdesinden gelemediğinizi ve gele-meyeceğinizi ihtar etmektir. Hiç öyle olur mu? İnsanın görmediği ve işitme¬diği şeyleri katiyen inkar etmesi ve bundan dolayı ısrarda bulunması reva görülür mü? Hatta bir şeyin sübutuna dair -duyuların ve müşahedenin dela¬leti olmadığı gibi- akil delile dahi muttali olunmasa, yine de o şeyin vücudu mutlaka batıldır diye iddia sahih olmaz. Bilakis onun sübutunun ademine ve  hatta imtinaına delil kaim olmalıdır ki vücudunu inkara salahiyetimiz olsun .Çünkü adem-i delil ile delil-i adem arasını fark etmemek kadar cehalet tasav vur edemeyiz.
Ama “Biz atomlar ile ihtizazlarının eserleri olan alemin tenevvülerini gördüğümüz için, mecburen o eserlerin müessire delaletlerine kani oluyoruz.” diyecek olursanız, biz de deriz ki: İşte bizler de sair dinlerin müntesipleriyle beraber, şu kainatın harikaları olan kudret ve hikmet eserlerini müşahede ettiğimiz için Sâni’-i Alem’in kemal sıfatlarıyla muttasıf olarak mevcudiyetini tasdik ve itiraf ediyoruz.
Kendi meşrebinize uyan aklî istidlalinizi makul gördüğünüz halde, akıl cihetinden daha makbul olduğunu sarihen izah edeceğimiz, hakikati gösteren şu istidlali neden beğenmek istemiyorsunuz?

Hüseyin Cisri, Risale-i Hamidiye
Devamını Oku »