Hümanizm,Rönesans Hareketiyle Çıkmış Değildir

Hümanizma, sanıldığı gibi, Batı kültüründe, Rönesans hareketiyle ortaya çıkmış bir anlayış değildir Bu anlayışın kökleri Grek filozofu Protagoras'a kadar uzatılabilir. Hümanizma da aslında insan sevgisinin soysuzlaşmasıdır: Çifte standardın kaynacı da belki burada aranabilir. İnsan her şeyin ölçüsüyse (Protagoras), kendi çıkarına olan şeyler de iyidir! İnsan her şeyin ölçüsüyse insan sayısı kadar doğru vardır!

Bu rekabet ve bencillik ortamında, her şeyin benim çıkarına göre değer kazandığının düşünüldüğü bir or-tamda, her şeyin bir piyasa değerinin olacağı da açıktır. Böylece, insanın kendisi de dâhil olmak üzere her şeyin piyasada bir bedeli ortaya çıkmaktadır. Bu ifadenin açık bir anlamı bulunmaktadır: Alım satım konusu olan bir şey (yani her şey) bir nesne değerine indirgenmiş olmaktadır, başka söyleyişle her şey metalaşmıştır ya da metaya dönüşmüş olmaktadır.

İnsan nesneleşmiştir. Tabiat sadece kendisinden istifade edilebilir bir "şey"dir. Kızılderili Reisin, insanı ve toprağı birbirinin parçası sayan telakki tarzı ve o toprağı satın almak isteyen beyaz adama arının vızıltısını, sisin orman üstündeki salmışını nasıl satın alabileceğini sorması, beyaz adamın zihniyetinde karşılığı bulunan sorular ve karşılığı bulunan cevaplar değildir. Bu, beyaz adamın anlayamayacağı ve akıl erdiremeyeceği bir kavram ve derinliktir.

Batı kültüründe metaya dönüştürülen insan, yalnızlığını  mekanik iş düzeniyle; televizyon, radyo, sinema, kitap gibi İnsanî ilişkileri araçsallaştıran medya aracılığıyla; uyuşturucu, içki, sigara gibi sonuçsuz kısır döngülere girerek; cinsel sapmalar ve sevgisiz, gayrimeşru cinsel ilişkilerle (zina, fuhuş, ırza tecavüz, eşcinsellik); kendini eğlenceye kaptırmak suretiyle (burada, eğlence mutlulukla ikame edilmiştir: gene düzmece bir olguyla karşılaşıyoruz); evlilik yerine şirkete dönüştürülmüş birlikteliklerle (ki burada, evliliğin eşlere yüklediği sorumluluktan kaçış söz konusudur) gidermeye çalışmaktadır. Böylece, insanların yalnızlıklarını gidermeye yönelik olarak başvurdukları her şeyin, son tahlilde, tüketilen, yoğaltılan bir İktisadî değere dönüşmüş olduğu ortaya çıkmaktadır: Her şey, cinsellikten kitaba, hatta mutluluğa kadar her şey, tüketilen, yoğaltılan bir metaya dönüşmüş olmaktadır.

Böyle bir ortamda insan , bir sevgi dünyasının özlemini çekse de, sevgiden hâsıl olmuş bir dünya talebinde bulunsa da, bu özlem ve bu talep belki bir anlam taşıyabilir ama bu özlemin ve bu talebin karşılığını bulmak mümkün olmaz. Batı dünyasında herkesin o kadar bel bağladığı demokrasi, insan hakları ve liberalizm söylemlerinin her biri tek tek ve birbirleriyle ilişkileri açısından, sınıflı, ırkçı, ayrıma, sömürücü ve bencil toplumların çıkar çatışmalarından hâsıl olmuş kurumlar olarak kin ve nefret duyguları üstüne bina edilmişlerdir demek abartma olmayacak, fakat gerçeği yansıtacaktır.

Öyleyse, sevgiden hâsıl olmuş bir dünya talebinde ve teklifinde bulunurken, daha baştan, Batı kültürünün değer yargılarından ve kavramlarından uzakta bulunmamız gerektiği anlaşılmaktadır. Çünkü bir batılın hakikate yol vermesini bekleyemeyiz. Bir ilmin butlanı onun müntehasında belli oluyorsa, Batı kültürünün toplumsal/siyasal kurumlarının mahiyeti de onun uy-gulamasında ortaya çıkar. Bu uygulamanın somut ne-ticesi ikiyüzlü, çifte standartlı, riyakâr, adaletsiz, güç-süzün hakkını hiçe sayan, ırkçı, ayrımcı bir insan tipi biçimde tezahür etmektedir.

Böyle bir kültür ortamında beni insanların eşitliğine ve kardeşliğine inandırabilecek bir gerekçe elde edebilmem mümkün görünmemektedir. Batı kültürünün istinat ettiği hümanizma telakkisi olsun, BM'ninki de dâhil çeşitli ulusal veya uluslararası bildirilerde dile getirilen insan hakları ile ilgili ifadelerin tümü olsun, reel karşılığı olmayan, düzmece (calî) beyanlar olarak boşlukta yer işgal etmektedirler. Böyle bir ortamda, hayvanat bahçeleri, millî parklar, huzur evleri gibi kurumlar aslında soysuzlaşmış sevginin veya daha doğrusu sevgisizliğin sembolleri sayılmalıdır. Bu düzmece yapılarla Batılı insan kendini kandırmaya çalışmaktadır. Evcilleştirilmiş hayvanlar, bu insanın hayvan sevgisini değil, fakat kendini başkasından farklı kılmanın çabasını ortaya koymaktadır. Huzur evleri, aileden uzaklaştırılmış güçsüz insanların çaresizliğini remz etmektedir. Batı kültürünün gerçek yüzünü görmek için kirlenen çevrenin ve o kirli çevrede günden güne zehirlenen insanların ve hayvanların yaşantısına bakmalı.

Peki, dünyaya ihtiyaç duyduğu sevgiyi kim ulaştıracak?

Batı dünyasından umudumuzu kesmemiz gerektiği' ne göre, ona bu umudu ve bu sevgiyi kim vaat edebilir.

Bu sorunun cevabını şimdilik bir cümle ile söyleyerek yetinmek istiyorum: Bu sorunun cevabını, demokrasiden ve insan hakları söyleminden daima daha fazlasını talep etmekte bulunmuş olan Müslümanlar verecektir. Bunu, Müslümanların günümüzde yaşadıkları perişan hallerine bakarak söylemiyorum. Onların, kendilerini İslam'a doğru değiştireceklerini ve onların kendilerini değiştirdikçe Allah'ın da onları değiştireceği vaadini aklımda tutarak bu cümleyi söyleme cesaretini kendimde buluyorum.

Kaynak:

Rasim Özdenören-İki Dünya
Devamını Oku »

Aydınlarımızın Din Eleştirisi

Tanzimat’tan bu yana bizim aydınımızın din eleştirisi de, çözüm önerisi de Protestanların ve kalvinistlerin dine yönelttikleri eleştirilerle neredeyse aynıdır. Gözden kaçırılan, unutulan ise Hıristiyanlığın tahrif edilmiş, İslâm’ın ise tahrif edilmemiş sahih bir din olmasıdır. Geri kalmışlık duygusuyla Batı’da gördükle­rimizi ‘zaten o bizde var, bu anlayış İslâm’ın anlayışı şeklinde yorumlarla Batı düşüncesi içselleştirilemez, meşrulaştırılamaz. İslâm ve Müslüman sözcükleri isim ve sıfat tamlamalarını kabul etmez: “İslâm Rasyonalizmi”, İslâm Sosyaliz­mi, liberal İslâm vb tamlamalarla kendi dünyamızı kuramayız.

Biz de din, dünyada iyi yemekler yemenin, dünya hazlarını sonuna kadar tat­manın bir aracı olarak algılandı. “Dünyadan nasibini unutma” diyen Ayeti Keri­me dünyevileşmenin aracı, delili olarak kabul edildi. ‘Kazanan Allah’ın sevgili kuludur’ sözünün başından ‘helal’ sözcüğü kaldırıldı. “Onlar zekât vermek için çalışırlar” ilkesi unutuldu, çalışmanın asıl amacı değiştirildi. Biriktirme ve yarı­nı kollama tutkusuyla ömürler tüketiliyor. İnsanın emel, ecelin insan peşinde ol­duğu gerçeği akla getirilmiyor.

Kapitalist/Protestan ahlakı ile İslâm ahlakını birbirinden ayıran temel özellik şudur: Müslüman, paraya bir araç olarak bakar. Para, sermaye Müslümanın he­sabını verdiği bir araçtır. Sadece çok çalışmak, çok kazanmak dinsel bir kurtulu­şun garantisi değildir. Kalvinist ahlakın temel sloganlarından biri olan Benjamin Franklin’in “Vakit nakittir” sözü, bizde bir hadis gibi algılanır ve kapitalist anla­yışa payanda yapılır. Bizde vaktin nakit olması dünyanın fani olduğuna, vaktin iyi değerlendirilmesi, Allah’ın istediği şekilde geçirilmesi gerektiğine dikkat çekmek anlamındadır. Kalvinist ahlakta ise vakit, paradır.

Rönesans öncesi Avrupa’da insanın değeri yoktur, Protestanlar Katoliklere ‘Tanrı ile insan arasına giremezsiniz’ derler. Katolik mahkemeleri kurulur; engizisyon yani zorbaca soruşturmalar yapılır. Batı böyle bir Orta Çağ’a dönmek is­temez. Aynı çağda îslâm uygarlığı inşam ‘eşref-i mahlukat olarak görür. Teknik anlamda da dünyadaki süper güçtür. Batı uygarlığı insanı öne çıkarmaya çalınır­ken, İslâm uygarlığı insanı Allah’a bağlayan ve yaratılanların en şereflisi olarak kabul eden bir anlayışın uygulamalarını ortaya koyar. Bizde bugün bile 'siz bizi Orta Çağ karanlığına sürüklemek istiyorsunuz' şeklinde savlar ileri sürülür. Ne var ki kötü olan bu Orta Çağ, Batı’nın Orta Çağı’dır.

Batı uygarlığı, düzeltilmiş bir din arar. Rönesans, hümanizm ve reformist ha­reketler bir kaçış hareketidir; Batı uygarlığının tahrif edilmiş bir dinden kaçışıdır, din bağından kurtulma çabasıdır. Bu anlayışa göre insanı, insanlığı kurtaracak olan Tanrı değildir, insanın kendisinin çok çalışması dünyasını mamur etmesidir. Kalvinistler toplumsal kullanımın hizmetindeki emeği kutsar. Biz de hemen bir hadisi koyarız; bu bizde zaten var: ‘İnsanların hayırlısı insanlara faydalı olandır.’ Ahmet Mithat Efendi’nin bir kitabı var: Sevday-ı Say-ü Amel.Bu söz, L Amo- ur du Travail (= İş aşkı; iş sevdası) sözcüğünün Türkçe çevirisidir. İnsan, işe âşık olmaz. İnsan çok çalışır, âşık olduğu varlığa güzellikler sunmak ister. Çalışmak başlı başına bir değer olamaz. İnsan kötü bir emel peşinde de çalışabilir, ömrünü harcayabilir. Niçin çalışıldığı önemlidir. Anamalcı ve kalvinist ahlak herkesin çok çalışmasını, çok kazanmasını, çok tüketmesini önerir. Bu anlayışın temelinde ak­lını ve zekâsını çalıştırıp rekabet etmekle zorluğa katlanmak kanunu vardır. (...) Halbuki dünya işlerinde rekabet, keşmekeş ve gizli anarşiden ibarettir (Çetin: 1987,344). Dünya için rekabeti yasaklayan bir başka buyruk da şöyledir: "Birbiri­nize hasetlik çekmeyin, müşteriyi kızıştırmayın, birbirinize buğzetmeyin, birbirini­ze sırt çevirmeyin. Biriniz diğerinin pazarlığı üzerine satış yapmasın. Bunları bı­rakmak şartıyla kardeş olun ey Allahın kulları! (Çetin: 1987, 344).

Anamalcı anlayış güçlü olana büyük bir özgürlük verir. Bunun sonucu, zen­ginin daha zengin, fakirin daha fakir olmasıdır. Bu yolun açılması hırsın yanın­da hasedi harekete geçirir, oburluk arzusunu, nefreti doğurur. Birçok patronun yanında bir yoksullar ordusu ortaya çıkar. Birçok patronu bir tek patrona indir­mek gerekir; bundan da sosyalizm doğar. “Sosyalizmin başlangıcı, kapitalizmin nihayetidir” (Çetin: 1987, 346).

Kalvinistler ibadet dilinin Latince olması şart değildir derler; bizim aydınımız da ibadet dili Türkçe olsun der, ezanı Türkçe okutur. Kalvinistler daha az ayini olan bir din isterler, haftada bir Pazar günü kiliseye gitmek yeterlidir. Bizde de Cuma namazına gitmek yeterli görülür. “Cumaya çağrıldığınız zaman Allah’ın zikrine koşun. Namaz bitince de yeryüzüne yayılın” emri, püriten tüccarların tutumu gibi yorumlanır. Kalvinist ahlak, Hristiyanları İncile, İncil Hristiyanlığına dönmeye çağırır. Herkesin Incil'i yorumlayabileceğini, herkesin Incil'den hüküm çıkarabileceğini söyler. Bizim aydınımızda Kur'an‘ı okumasını dahi bilme yen insana Kur’an’ı yorumlama yetkisi vermeye çalışır: Aklın var, düşün,yorumla der. Ne yazık ki şu basit kural bile unutulur; Bildirme kipinde basit bir yargı cümlesine ulaşmak için bile bütünü kuşatacak bir bilgi gerekirken, fetva vermekte, ‘şu helal, şu haram’ demekle son derece cesur davranılır. Kalvinistler ‘Tanrı ile insan arasına girilmez diyerek günah çıkaran papazları reddederler , Bizim aydınımız da buradan hareketle dinle ilgili her geleneği ve kurumu papazla­rın tutum ve uygulamalarıyla özdeşleştirir.

Protestanlık ve Kalvinizm seküler bir dünyayı öngörür. Dinsel yaptırımlar ve cezalar, bu dünyaya bir yararı varsa ancak o zaman kabul edilebilir. “Çünkü Kalvinizm’in tasarladığı dinsel hukukun dünyevî yaşamdaki etkinliği düşüncesi sa dece dünyevî sorumluluğa ait bir yaptırım taşımaktadır ve kesinlikle manevi kur­tuluşa fırsat sağlayan dinsel bir değeri söz konusu değildir.Dolayısıyla dinsel hu­kukun temeline dayalı ahlakilik ancak dünyevi yükümlülükleri yerine getirilmesi açısından bir değere sahip olmaktadır” (Olgun: 2012, 151), Bu duruştan da pragmatik, yararcı, kişisel çıkarı öne alan bir dünya görüşü ortaya çıkmaktadır. Bizim aydınımız da aynı mantıkla, seküler bir tutumla inancını çağa, kişisel ya­şamına ve hazlarına uydurmaya çalışır, yanlışları meşrulaştırır.

Bizim dünyamızda da insanımıza Protestan bir İslâm önerildi; protestan, re­formist bir İslâm sunulmaya çalışıldı. Protestanlar gibi sorular soruldu. Bu soru­lar bizim sorularımız değildi. Böyle bir kaos ortamından kültürel bir çamur der­yası doğdu. Bu çamurdan ne bir kerpiç ne bir bina yapılabildi. Adomo’nun Batı dünyası için söylediği “sakatlanmış yaşamlar” dediği yaşam biçimi bizim dünya­mızda daha vahim bir hâl aldı. Çok küçük sorular, çok küçük sorunlar karşısın­da değer yargılarından vazgeçebilen, sahnelerini hemen bir kenara bırakmaya hazır bir aydın duruşu ortaya çıktı. “Aydın için, kültür alanında bile artık hiçbir sabit, garantili kategori kalmamıştır, günün hayhuyu da binlerce talebiyle zihin­sel yoğunlaşmaya müdahale etmektedir, bu yüzden bugün biraz olsun kayda de­ğer bir şeyler ortaya koymak için harcanması gereken çaba neredeyse hiç kimse­nin altından kalkamayacağı kadar ağırlaşmıştır. Uyumluluğun bütün Üreticilerce hissedilen basıncı da aydının kendi standartlarını düşürmesine yol açan bir baş­ka etmendir” (Adomo: 2009, 31).

Bölmeli bir beyin tomografimiz var: Yarısı Avrupa yarısı İslâm görüntüsü ve­riyor. İslâm ortadadır ve bozulmamıştır, Müslüman nerededir? Müslüman nere­de duruyor? soruları gündemin ana sorulandır. İslâm’a ulaşmakta, İslâm’ı yaşa­makta zorlanan Müslümanlar vardır. Şu soruları sormak gerek: Gazetelerde, dergilerde, kriz anlarında, bolca rastladığımız, dinlediğimiz entelektüellerin toplum mühendislerinin, sosyologların, Ramazan söylemlerinde çağdaş fetvalar üreten ilahiyatçılarımızın kafa yapıları ne kadar îslâmidir? Aydınımız Batının dedikle­rini yineleyen bir papağan mıdır? Ne kadar düşünsel bir vicdana sahiptir? 1600'lü yıllarda Batının bozulmuş din anlayışını, kendilerini Tanrı yerine koyup günah çıkaran papazların egemen olduğu bir dini protesto eden Rabelais, Montaigne, Luther, Calvin gibi reformistlerin görüşleri ve önerdikleri din, Tanzi­mat’tan beri yaşanan aşağılık kompleksi ile aynı şekilde bizim ülkemize, kendi aydınlarımız tarafından öneriliyor. Eleştirilerimiz özgün olmalıdır.

Kendi hakikatlerimizi tevillerle, kişisel, öznel yorumlarla, kalvinist bir tutum­la paradoksa dönüştürmemeliyiz. Protestan, kalvinist sorularla İslâm yargılanmamalıdır. Kalvinist bir söylemle kendi geleneğimiz eleştirilemez. Kalvinistler iba­det dili Latince olmasın derler, biz de ibadet dili Arapça olmasın deriz, ezanı Türkçe okuturuz; okullarda Türkçe Kur’an okutulsun deriz. Kalvinistler İncil e dönmek gerek, İncil’i herkes yorumlayabilir, ondan hüküm çıkarabilir derler, biz de Kur’an’a dönmek gerek, herkes Kur’an’ı anlayabilir, ondan hüküm çıkarabi­lir deriz. Kalvinistler dünyevi başarıya endeksli bir yaşam biçimi önerirler, biz de insan için çalıştığından başkası yoktur’; ‘bir lokma bir hırka anlayışından vazgeçmek gerekir’ buyruğunu bu anlayışın payandası olarak ileri süreriz...

Bizim insanlığa sunduğumuz büyük bir uygarlığımız var. Taklit eden, özgün olmayan, sürekli kendini savunan, sürekli kimliğini kanıtlamaya çalışan bir du­ruşun insana, insanlığa sunacağı bir iletisi yoktur. Kapitalizmin kökeninde kalvi­nist ahlak ve hırs vardır. Hırstan kapitalizm, hasetten sosyalizm doğmuştur. İs­lâm ise öykünmeyi değil özgün olmayı, hırsı değil azmi, hasedi değil imrenme­yi, orta yolu önerir. Kalvinist ahlak anlayışı, dünya görüşü yerine İslâm’ın öner­diği dünya görüşü ve ahlak anlayışı yaşam biçimimizi şekillendirmelidir.

Ahiretten kopuk bir dünyanın bize yetmeyeceği, işinde başarılı olmayı yeter­li gören kalvinist bir ahlakın, çok para kazanmanın kurtuluşun garantisi olmadığı gerçeği kavranmalıdır. Dualar, temenniler yarıda kesilmemelidir ‘bize dünyada hasene ver’ duası tamamlanmalıdır;ahirette de hasenenin gerekli olduğu unutulmamalıdır.

Hece Dergisi, Batı Medeniyeti Özel Sayısı
Devamını Oku »

İslam'ın Akdeniz'e Çıkmasının Etkileri

İslâm Tarihinin ilk yüzyyıllarını, “İslâm'ın Yayılış Tarihi” saymak mümkün­dür. Nitekim Peygamberimizin vefatından yüzyıl sonra Çin’den Fransa içlerine kadar uzanan topraklar Halifenin hükmettiği, hükümet ettiği topraklardı.

Daha Hazreti Ebu Bekir ile Ömer zamanında Doğu Akdeniz’e kıyısı olan Su­riye, Filistin ve Mısır fethedilmişti. Sonra sırasıyla Trablusgarp, Kıbrıs, Rodos Adası’nın fethi, Sicilya çıkarması, Kuzeybatı Afrika’nın fethi gerçekleştirilmiş­tir. 711’de Tank Bin Ziyad komutasındaki ordu İspanya’ya girip neredeyse Is­panya’nın yansını fethetmiştir. Az bir zamanda İspanya topraklarında Endülüs İslâm Devleti kurulunca Akdeniz doğu, batı ve güneyden İslâm topraklan ile çevrilmiş ve Müslüman Gölü hâline gelmiştir. 1100’lerden itibaren Selçuklula­rın Anadolu topraklarındaki fetihlerinin ardından 1300’lerden itibaren Osmanlı­ların Avrupa topraklarında yaptıkları fetihlerle Ege’de ve Akdeniz’in kuzeyinde de Müslümanlar egemen olmaya başlamış 1500’lere geldiğimizde Akdeniz tam bir Müslüman Gölü olmuştur.

İslâm Medeniyeti, aynı zamanda bir “kitap medeniyeti”dir. Her Müslümanın Kuran’ı okumayı öğrenmek istemesi, Kuran okumanın özendirilmesi, Peygam­ber efendimiz döneminde savaş tutsaklarının Müslümanlara okuma öğretmekle görevlendirilmesi İslâm Toplumlarında hep kitabın, okumanın, zamanla yazma­nın yaygınlaşmasına yol açmıştır. Tarihte büyük İslâm şehirleri kütüphaneleriy­le, kitaplıklarındaki kitapların çokluğu ile önlenmiştir. Belki bu yüzden İslâm toprağına giren düşmanlar, Bağdat’ta Moğollar, Endülüs te Katolik İspanyollar kütüphaneleri ve kitapları yakarak işe başlamışlardır. “Daha onuncu asır başında Kurtuba’da yalnız kataloğu kırk dört cilt tutan 600.000 elyazması eserle dolu kü­tüphaneler vardı... Hıristiyanlar, Gımata’yı zapt ettikleri zaman şehrin meyda­nında 80.000 kitap yaktılar.”

Müslümanlar, fethettikleri topraklarda İnsanî davranışlarıyla, adaletli hüküm­leriyle, uygulamalarıyla, yaşama tarzlarıyla, kitaplarıyla, okumaya, bilime ver­dikleri önemle, kurdukları okullarla, kütüphanelerle, yaptıkları camilerle, hanlar­la, hamamlarla, yollar, köprüler, hastanelerle kalıcı olabilmişler, tümüyle bir İs­lâm Medeniyeti örneği verebilmişlerdir.

Belçikalı iktisat tarihçisi, Henri Pirenne Islâmiyetin Akdeniz’de Yayılması’ konusunda düşünceleri olan, bu konuya kitaplarında değinen bir yazardır. O Hz Muhammed ve Charlamagne adlı kitabının bir yerinde şöyle der;’’Burada karşımıza çıkan en büyük sorun,Germenlerden daha kalabalık olmayan olmayan Arapların,onlar gibi ele geçirdikleri topraklarda, kendilerinden daha üstün olan kültür tarafın­dan neden özümlenemedikleridir. Bütün sorun buradadır. Buna yalnızca tek bir cevap vardır, o da manevî düzeydedir. Germenlerin İmparatorluğun Hıristiyanlı­ğına karşı çıkartacak bir şeyleri olmamasına karşılık, Araplar yeni bir inancın he­yecanıyla dopdoluydular. İşte bu onları özümlenilemez hâle getiriyordu... Ger­men Romahia ya girer girmez Romalılaşmakta, Romalı ise İslâmiyet tarafından fethedilir fethedilmez Araplaşmakta... Roma İmparatorluğu, Hıristiyanlaşırken ruhunu değiştirmişti; İslâmlaşırken ise hem ruhunu hem de bedenini değiştirmiş­tir.” Femand Braudel II Felipe Döneminde Akdeniz ve Akdeniz Dünyası 2 adlı kitabında Osmanlıların Akdeniz’deki, Akdeniz'e kıyısı olan kentlerdeki fetihleri­ni, Akdeniz’deki deniz çekişmelerini ve savaşlarını, Ispanya’daki Endülüs Müs-lümanlarına yönelik şiddeti ve Katoliklerin Ispanya'daki ve Akdeniz’deki müca­delelerini ayrıntılı bir biçimde anlatır. O’na göre; “Boğazların öte yanındaki Türk Fethi, koşullar tarafından geniş ölçüde kolaylaştırılmıştır. Balkanlardaki Türk fet­hi, şaşırtıcı bir toplumsal devrimden yararlanmıştır... Türklerin karşısında top­lumsal bir dünya çökmüştür, bu çöküş, kısmen kendiliğinden olmuştur ve Albert Grenier’nin şu düşüncesinin istisnasız doğru olduğunu bir kez daha düşünmek ge­rekmektedir: ‘Ancak bunu isteyen toplumlar fethedilebilirler.’”

Braudel işin daha çok savaş ve fetih yönü üzerinde dururken Montgomary Watt, İslâm Avrupa’da kitabında ticarete vurgu yapmaktadır. Watt’a göre; “Ti­caret, insan toplumlarının tekâmülünde önemli bir rol oynamıştır. Bu itibarla onun İslâm medeniyetinde daima özel bir yeri vardır. İslâmiyet, bir köy ve çöl dini değil, tüccar dini idi. İslâm kültürünün yayılması, Müslümanların iş ve tica­ret hayatında gösterdikleri kudret sayesinde olmuştur.“

Braudel, Osmanlıların Balkanlarda tutunmasını anlatırken; “yol, müstahkem mevkiler yapımı, deve kervanlarının oluşturduğu iaşe ve taşıma sisteminin hareketi’’ üzerinde durur ve özellikle Türklerin egemen oldukları veya inşa ettikleri veya tahkim ettikleri kentler aracılığıyla örgütlenen fetihleri vurgular: “Bu kent­ler, Türk uygarlığının gerçek ışıma durakları olmuşlardır, ayrıca bu ülkeleri sa­kinimizmişler, evcilleştirmişler, terbiye etmişlerdir.” “Türkler, yarımadanın bü­tün halklarının yerlerini aldıkları galiple işbirliği yaparak Bizans İmparatorluğu­nun ihtişamını aniden ortaya çıkardıkları kadroları yaratarak fetihle yeniden bir düzen, bir 'paxffurcica’ kurmuştur.”

Oxinanhnın kurduğu düzen, uyruklarına huzur ve güven verirken komşu halklara da örneklik teşkil etmiştir. Bir Fransız gezgin Osmanlı topraklarını, kentlerini anlatırken; 1528 ’de “ülke, emindir ve ne bir soygun, ne de bir yol ke­sen haydut haberi bulunmaktadır.” demiştir. Artık “Hıristiyanların gözünde Türk İmparatorluğu, uzun süre hayranlık verici, anlaşılmaz düzenliliğinden ötürü şaşırtıcı olarak kalmıştır,çünkü imparatorluğun ordusu, Batılıları disiplini, sessizliği ile olduğu kadar cesareti, mühimmatının bolluğu dayanıklılığı ile de hayran bırakmıştır."

Braudel’in Osmanlılar için söylediklerini Pirenne, Müslümanlara genelleşti­rerek başka bir açıdan genelleştirir: “Müslümanlar yenik halklar üzerinde, Hıris­tiyanların yaptıkları cinsten bir propaganda yapmadıkları gibi dinsel baskıya da başvurmamışlardır. Müslümanların yenik halklara önerdikleri, sanıldığı gibi on­ların İslâmiyet’e geçmeleri değil ama İslâm’a tabi olmalarıdır. Fetihten sonra kâ­firlerin bilim ve sanatlarını bir savaş ganimeti olarak alıp Tanrı yoluna bunları kullanmaktan başka bir şey istememektedirler. Hatta onların kuramlarım da ya­rarlı gördükleri ölçüde alacaklardır.”

Emle Bradford’un, Barbaros Hayrettin adlı kitabında Sir Godfrey Fisher’in, Cezayir Efsanesi adlı kitabından bir alıntı yer alır. Burada; “baskı altında inleyen Hıristiyanların birçoğu, Macarların Türk topraklarına sığındığı gibi özgürlük ve aydınlığa kavuşmak için Cezayir’e sığmıyordu. Ta uzaktaki İngiltere’de bile, Fas ve Osmanlı sultanları ile ve Barbaros’la ilişki kurmak isteyen bir azınlık var­dı...” “Müslümanlar Avrupa devletlerine kıyasla, başka dinden olanlara karşı da­ha çok hoşgörü  sahibiydiler.”

Braudel, sağlanan güven, huzur ve refahın insanları Müslüman olmaya yö­nelttiğini belirtmektedir: “o çağdaki bir tanığın ifadesine göre Hıristiyanlar, bin­lerle ifade edilen sayılarla Türk ve Müslüman olmaktadırlar. Ayrıca Rumlar, Katolik imanına tabi olmaktansa Türklere teslim olmayı tercih edeceklerdir. Za­ten yaptıkları da budur. Rumlar, Venediklilere ve Bati Akdenizli korsanlara kar­şı hemen her zaman Türklerin yanında yer almışlardır. Niçin? Çünkü Türkler, olağan olarak hoşgörülüdürler, hiçbir zaman dinsel katılık göstermemişlerdir. Ortodoks imanının uygulanmasını hiçbir zaman rahatsız etmemişlerdir.

Fetih sonrası kalıcılık daha önemlidir. Osmanlılar bunu fethettikleri yerlerde gösterdikleri adaletli uygulamalarıyla yöreyi inşa ve imar faaliyetleri ile sağla­mışlardır. “Dün, İspanya’da Müslüman egemenliği dönemi için olduğu gibi Türk yüzyıllarının üzerine de asılsız bir itibarsızlık damgası vurulmuştur.,. Ancak Türk deneyinin gücünü küçümsemek, Balkan dünyasına getirdiklerini bilmezden gelmek ve her kökenden mallan buraya kattığım hesaba katmamak mümkün de­ğildir. Balkanların tümü boyunca şu Asya tarzı davranışlar, şu renkler, Türklere borçlu olunan şeylerdir. Türkler de uzaklarındaki Doğu'dan aldıklarını yaymak­taydılar. Kentler ve kırlar onlar tarafından derinlemesine bir şekilde Doğululaştırılmışlardır. Bir Katolik ada olan Raguza’da 16. yüzyılda kadınların bâlâ peçe ataklan ve kafes arkasında tutuldukları, nişanlıların birbirlerini ancak nikâhtan sonra görebildikleri hiç de önemsiz bir olgu değildir ”

Osmanlı topraklarında oluşan hava insanları çekmektedir. “insanlar büyük gruplar halinde Hristiyanlıktan İslam’a geçmektedirler.İslamiyet,onları macera ve kazanç olanaktan nedeniyle cezbetmektedir.” Yine “İslâm ülkeleriyle temasta olan Hıristiyan çoğu zaman din değiştirmenin başdöndürmesine kapılmak­tadır..." Korsika'dan, Sicilya'dan, Calabria’dan, Cenova’dan, Venedik’ten, İs-panya'dan, Akdeniz dünyasının bütün köşelerinden dönmeler İslâmiyet’e geç­mişlerdir. Türk belki de bilinçsizce kapılarını açmakta, Hıristiyan da kendisininkini kapatmaktadır.”

Osmanlılar, fethettikleri yörelerin insanlarına son derece hoşgörülü davranırken Katolik tspanyollar reconquista'da (Ispanya’yı tekrar Müslümanlardan geri alma) Müslümanları zorla Hıristiyan yapmaya çalışmışlardır. Zorla Hıristiyanlaştırılmak istenen İspanyol Müslümanlara morisco denmektedir. İspanyollar bununla da ye­tinmemişler. 1609-1614 tehciri sırasında bu insanları sınır dışı etmişlerdir. Amin Maalouf. Afrikalı Leo romanında tam da bunları anlatmaktadır. “Ben Hasan, tartıcıbaşı Muhammed'in oğlu, ben Giovanni Leone de Medici; bir berberin sünnet et­tiği, bir papanın vaftiz ettiği ben. Şimdi Afrikalı diye anılıyorum ama Afrikalı de­ğilim, Avrupalı da Arabistanlı da değilim. Bana Granadalı, Faslı, Zeyyatlı da der­ler, ama ben hiçbir ülkeden, kentten ya da boydan değilim... Benim Arapça, Türk­çe, Kastilya dili. Berberi dili, İbranice, Latince, sokak îtalyancası konuştuğumu du­yacaksın; çünkü bütün diller ve bütün dualar benim dillerim, benim dualarım.”

Osmanlının karadan Avrupa içlerine Akdeniz üzerinden kıyı kentlerine yap­tığı seferlerin asıl amaçlarından birinin Endülüs Müslümanlarının yardımına koş­mak olduğu öteden beri söylenegelmektedir. Braudel. bu olasılığa dikkat çek­mektedir ‘Türkler donanmalarını İspanya kıyılarına kadar yollayacaklar mıdır? Yarımadada bu olasılığın geçerliliğine inanılmıştır... Acaba Türkler Moriscolara yardım etmeyi düşünmediler mi?”

Türk siyaseti, kendi mecrasında akmaktadır. Bu siyaset; “helkesin kendi ro­lünü oynamasına izin vermektedir: Kişilerden biri Venedik’e karşı kibar olma, bir diğeri İspanya veya Fransa ile pazarlık yapma rolünü oynamaktadır... Moriscoları cesaretsizliğe sevk etmemekte, Türkler doğrudan veya İspanyol donanma­sına saldırarak dolaylı yardım olasılığını yok etmemekte, Moriscoları beklemede tutmakta ve böylece Moriscoların onlara bilinçsiz bir şekilde sağladıkları yardımdan kendi işlerini tehlikesizce çözmek için yararlanmaktadırlar.”! 12)

İşin başka bir boyutu da Hıristiyanlaşmayı kabul etmeyip Afrika’ya özellikle de Cezayir’e yerleşen Endülüs Müslümanlarının terk etmek zorunda kaldıkları Ispanya’ya yönelik eylemlere girişmiş olmalarıdır. Emle Bradford’un Barbaros Hayrettin adlı kitabında; ‘"Kral Ferdinand ile Kraliçe İzabella, Mağribileri ana­yurtlarından sürmeye azmettikleri zaman, sürgünlerin ilerde onlardan öç alabileceğini hiç hesaba katmadılar.Granada'nın düşüşüyle binlerce umutsuz ve peri­şan Mağribi, 700 yıldan beri anayurtları  olan bu ülkeyi terk etmek zorunda kaldı.İspanyol boyunduruğu altında yaşamaya tenezzül etmeyerek Cebelitarık bo-
ğazından Afrika ya geçtiler. Oralarda. Şerşel, Oran ve özellikle o zamanlar he­nüz pek bilinmeyen Cezayir’e yerleştiler. Mağribiler yeni yurtlarına yerleşir yer­leşmez, hiç yadırganmayacak bir karşı harekete giriştiler: Savaşı, İspanya toprak­larına aktardılar.” Yine; “Birbirinden çok farklı iki etken-Türkler’in Doğu’ya ya- yılması ve öç almak için kıvranan bir Müslüman kavminin Kuzey Afrika kıyıla­rına göç edip yerleşmesi-ilerde birleşecek ve Hıristiyan Avrupa’yı kökünden sar­sacak bir olaylar dizisine yol açacaktı.”

Braudel e göre; “Akdeniz’de büyük oyun, ebedî bir ‘Doğu Sorunu’ içinde Do­ğu ile Batı arasında oynanmıştır, bu oyun, esas itibariyle bir uygarlıklar çatışması olup oyunun, sırasıyla birinin veya öbürünün üstünlüklerinin ortaya çıkma duru­muna göre defalarca oynanması söz konusu olmuştur.”( Osmanlı ile Avru­pa’nın büyükleri arasında yapılan savaşlar, yürütülen diplomasi ve siyaset bu oyu­nun araçları olmuştur. Braudel, ‘kapitülasyondan bu çerçevede şöyle değerlendir­mektedir “İstanbul’dan dönen Claude du Bourg’un cebinde ‘kapitülasyonlar’ın yenilenme belgesi bulunmaktadır. Bunun anlamı Osmanlı İmparatorluğu’nun bu sıralar Batı’da, geleneğe ve çıkarlarına uygun bir Fransa’yı yeniden yaratma işiyle çok fazla meşgul olduğudur. Fransa, Türkleri kendine çekelken Türkiye de Fran­sa’yı kendi yanına almaktadır.’’ Braudel Venedik’i ‘Türkle yatan fahişe diye nite­lemektedir. “16. yüzyılın ikinci yansında Venedik’in temkinliliği yararsız hâle gel­mektedir. Oysa Türk, başlangıçta onu korkutmaya çalışmıştır. Venedik in kavga­sız teslim olması için Önce vurmanın sonra da hemen müzakereye oturmanın ye­terli olacağı umudunu beslemiştir. Böylece Ocak’ta Venedikli tüccarlar tutuklana­rak mallan müsadere edilmiştir.” Osmanlı’nın Venedik politikasını Braudel bir yerde de şöyle değerlendirmektedir: “Haber nehri içine, istendiğinde bilinmeyen sular katmak mümkündür. Venedik’in ünlü haber alma servisini bir silah gibi kul­lanarak Hıristiyanlığı alarm durumuna geçirmek bu aleme Türk tehlikesi psikozu­nu yerleştirmek üzere sıklıkla davrandığı iddia edilmiştir. 16. yüzyılda Venedik ten kaynaklanan haberlere pek güven duyulmamaktadır. Müslümanlar, İspanya’ya fethe giderken elbette yanlarında

Müslümanların bilgi, görgü ve kültür birikimlerini de götürmüşlerdi. Gündelik hayatlarını bu bi rikimlerden yararlanarak sürdürmüşlerdi. Kurdukları okullar, yetiştirdikleri insanlar ve yazdıkları kitaplarla yeni, yaşadıktan döneme göre ileri, çekim merkezi olacak bir hayat biçimi oluşturmuşlardı. Ahmet Gürkan, İslâm Kültürünü Garbı Medenileştirmesi adlı kitabında; “Islâm Kültürünün Batı’ya giriş yollarının; İspanya, Sicilya ve Haçlı Seferleri olduğunu” belirtir. M. Watt da ben zer bir tespitte bulunmaktadır; “İslamiyet’in veya Arapların 8. asırdan itibarisi Endülüs ve Sicilya’ya yerleşmesi, Avrupalıların da Haçlı Seferleri sırasında Doğu Akdeniz sahillerinde görülmeleri,taraflar arasında bir kültür alışverişine,Batı Avrupanın İslam kültürünü taklid etmesine imkan vermiş oldu.’’Watt’a göre;

“1- Müslümanların Avrupa’ya yardımları, daha çok hayatın zarafeti ve onun maddî temellerinin terakkisi hakkında oldu. 2- Birçok Avrupalı, neyi benimse­miş ve neyi kabul etmişse bunların Müslümanlara ait ve İslâmî olduğunun pek az farkına varmıştır. 3- Müslümanların ‘ihtişamlı hayat tarzı’ ve buna refakat eden edebiyatları, hem Avrupa’nın hayalgücünü hem de Latin menşeli milletlerin şiir kabiliyetlerini hayata geçirmişti.”

Braudel de benzer yargıları paylaşmaktadır: “Antik mirasın zenginliklerinin Bizans ve Doğu İslâm’ı tarafından yüzyıllarca barbar batıya yansıtıldığını, Batı ortaçağının tümünün Haçlı Seferleri öncesinde, sırasında, sonrasında Doğu tara­fından doyurulmuş ve aydınlatılmış” olduğunu belirtmektedir. Batı’daki birçok öykü ve efsanenin Doğu ve İslâm kökenli olduğunu, Renan’ın; ‘Ortaçağ tarihi­nin ancak 13. ve 14. yüzyıl bilginlerinin okudukları Arap eserlerinin dökümü ya­pıldıktan sonra tamam hâle gelecektir’ diye yazdığını, Dante’nin yazdığı İlâhî Komedi'nin İslâm kaynaklı olduğunu” belirtmektedir.

Müslümanlar, Aristo’nun, Platon’un, Eski Yunan’ın bilim ve felsefe eserleri­ni Arapçaya tercüme ederek yeni zamanlara taşınmasını sağladılar. Öte yandan mevcut bilgilerin üzerine yeni bilgiler, buluşlar, yaklaşımlar eklediler. Carra de Vaux’ya göre; “Müslümanlar günlük hayattaki aritmetiğin kurucusu oldular. Ce- biri, hakiki bir ilim hâline sokarak fevkalade tekâmül ettirdiler. Analitik geomet­rinin temelini attılar. Düzlem ve uzay trigonometrisinin kurucusu oldular. Bu ilimler Yunanlılar tarafından bilinmiyordu. Müslümanlar, Astronomide de bir­çok değerli gözlemler yaptılar.”

Müslümanlar, Astronomide, optikte, tıpta Önemli buluşlara imza attılar. Kentler­de hastaneler kurdular. Kimyada önemli gelişmelere önayak oldular. Mantık ve me­tafizikte Ibni Sina, Ibni Rüşd ve Gazali sonraki yüzyıllarda Avrupa'da en çok baş­vurulan düşünürler oldular. Editörlüğünü Seyfı Kenan’ın yaptığı Osmanlılar ve Av- rupa adlı kitapta Mehmet Azimli’nin ‘Sicilya'daki Islâm Medeniyetinin Avrupa'ya Etkileri' adlı makalesinde; “Müslümanlar, Avrupa’ya Sicilya yoluyla birçok tekno­loji yanında, kâğıt, pusula ve barut gibi teknolojik ve askeri alanda Avrupa’yı çok ileri noktalara götürecek hayati keşifleri öğretmişlerdi.” “Sicilya’daki Hıristiyan Normanların yönetimi dı şarıdan bakılınca adeta yan İslâmî bir yönetimdi denilebi­lir. Bu dönemde Norman Kralları daha önceki Müslüman Krallar gibi giyiniyorlar ve yarı Müslüman hayatı yaşıyorlardı. Resmi dil hemen hemen Arapça idi.”

Mimaride Müslümanların kullandığı sivri kemer tarzı Gotik Mimari’yi etki­ledi. Müslümanlar Avrupalılara yeni sulama tekniklerini ve zeytin, pamuk, şe­kerkamışı» limon, portakal,dut, hurma ve fıstık gibi bitkilerin yetiştirilmesini öğrettıler. Braudel’e göre, “Batı kapitalizminde ithal kökenli ne varsa (çek, senet, vb. gibi) kaynağı  Müslümanlardır." “Müzikte nota usulünün kullanımının Endülüslü müzisyenlerin bir buluşlar, olduğu ve Batı‘ya onlardan aktarıldığı bilinmektedir’’.’’Endülüs Devleti’nin başşehri ve kültür merkezi olan Kurtuba’ya Hristiyan öğrenciler geliyordu.. Endülüs te eğitim ve iş imkânları bol olduğu için Hristiyan ülkelerden Endülüs’e gelen insanlar hem eğitim alıyorlar ve hem de çalışacak bir iş bulabiliyorlar, böylece hayatlarını Müslümanlar gibi müreffeh şekilde yaşama fırsatını yakalayabiliyorlardı.’

Batılıların Müslumanlardan edindikleri ve öğrendiklerinin de katkısıyla Rö­nesans doğuyor. ‘’Rönesans kısmen, nihai olarak Müslüman kaynaklardan ilham almıştı ve her halükârda, daha bir muhayyileye dayalı tarafını İslâmîleşmiş kül­türde hala büyük bir rol oynayan Yunan mirası üzerine bina etmişti.’’ “İslâmîleşmiş kültür, ortaçağın garbı üzerindeki çok yönlü etkisi, özellikle de bilim ve tek­nik beceriler konusundaki etkisi dolayısıyla. Modern Garbın günümüz dünyası­na sunmuş bulunduğu uzun vadeli kültürel tahavvüllerde bile önemli bir paya sa­hiptir. İslâmîleşmiş Medeniyet’in köklen ile Garp Medeniyeti’nin kökten büyük ölçüde aynıdır. Bu yüzden Batılılar için İslâmîleşmiş Medeniyet benzer, yine de oklukça farklı kardeş bir medeniyeti temsil eder. ‘’

Müslümanların Akdeniz’e çıkmasının dinsel, siyasal, kültürel, ekonomik so­nuçlan olmuştur. Özellikle Kuzey Afrika, Sicilya, İspanya, Balkanlar ve Güney ve Orta Avrupa’nın birçok yerinde Müslüman bir nüfus yerleşik hâle gelmiştir. Endülüs’teki Islâm Devleti ve Osmanlı İmparatorluğu dünya siyasetinin, uluslar arası ilişkilerin en önemli aktörleri olmuştur. Müslümanlar, kendilerinden önceki insanlık birikimini, eski Yunanlıların yazdıklarım hem aktarmışlar, hem gözden geçirerek eleştirmişler, hem de kendi düşüncelerini, buluşlarını insanlığa sunmuşlardır. Sekizinci yüzyılda Afrika üzerinden Avrupa’nın Batısına, İspanya ya geç­mişler; onbirinci yüzyıldan itibaren de Osmanlılar eliyle Bizans üzerinden. Do­ğu’dan Avrupa içlerine uzanmışlardır. Gittikten topraklara, inançlarım, gündelik yaşayış biçimlerini, kültürlerini, bilim ve edebiyatlarım götürmüşlerdir. Vardıkla­rı toprakların insanlarıyla kalıcı ilişkiler kurmuşlar, bulundukları yerleri imar et­mişler, adalet, eğitim, kitap, bilim götürmüşlerdir. Fethettikleri topraklarda kal­mışlar, kalıcı izler bırakmışlar, gündelik hayati, düşünsel atmosferi derinden etki­lemişlerdir. Müslümanlar, inançlarını, kültürlerini, birikimlerini, ulaştıkları her yerde insanlık birikiminin üzerine derin izlerle canlı renklerle nakşetmişlerdir.

Ali Ulvi Temel, İslam Medeniyeti Özel Sayı, Hece Dergisi
Devamını Oku »

Batı’nın ‘Modern’Ie İmtihanı

Gerçek, objektif olmayı daima kendisine saklar.

Modernlik, Batının insanlığa armağan ettiği bir kavram. Kavramı, Reform’a ve Rönesans’a izafe edenler de var, Sanayi Devrimi’ne de. Her ne olursa olsun modernlik uzantıları itibariyle Batı’da gelenekten hem çok çekti hem de ona olduğun­dan çok çektirdi, desek pek de abartmış olmayız.

Genelde Reform, kısmı olarak ise Rönesans, Batı'nı n toplumsal yaşayışına karşı getirilen bir tür itiraz etme biçimiydi. Lâkin bu itiraz etme biçimi, ilk başta öyle sa­nıldığı gibi sıkı sıkıya örgütlenmiş bir tasarımı, olgunlaşmış bir projeyi, geçmişin ye­rine teklif etme şeklinde gerçekleşmedi. Bu durum, Batı’nın varolan kurumsallaşmış yapısının, mevcut hali taşıyamamasından ve taşımakta zorlandığı bu yapıyı, kontrol amaçlı baskı altında tutmasından kaynaklandı, desek ana fikrimizin uzağına düşmüş olmayız sanırım. Batı insanı ‘Kilise’nin, olanca ağırlığı altında toplumsal yapıyı be­lirlemek için Engizisyon ve bilimsel algılama biçimini kontrol altına almak için oluşturmuş olduğu Skolastik çerçevenin cenderesinde oldukça ezildi. Zaman içinde vukua gelen -adına ister ‘paradigma yorgunluğu’ diyelim isterse toplumsal yeni açılımlar gereği teklif edilen cevaplara getirilen bir tür yasaklama diyelim- sonuç açı­sından pek bir şey değişmez, Batı İnsanı dönem itibariyle bunalmış olduğu bu du­rumdan çıkış yolunu, bir kaçış psikolojisiyle gerçekleştirdi. Ve kaçtığı bu yol bo­yunca önüne çıkan zararlı ve yararlı birçok yapıyı yerle bir etti. Romanın ve Hıris­tiyanlığın oluşturmuş olduğu bütüncül yapı, kiiçülmeci ulus devlet modelleriyle da­ğıtıldı. insanın şahıstan bireye doğru evrilmesi sonucunda dağılan psikolojik algıla­ma biçimi, yeni bir insan oluşturma adına başkalarını yok sayma gibi bir yola gir­mekte hiçbir beis görmedi. Küçülmeci ulus devlet modelleri, hemen karşılarında öte­kini yasal bir şekilde var etti ve onunla kanlı bir kavgaya girişmekte herhangi bir so­run görmedi. Modernleşmeyi Sanayi Devriminin bir sonucu sayarsak eğer, -ki bu doğru değildir; Sanayi Devrimi modernleşmenin sadece bir ayağıdır- o zamanda yu­karıda bahsedilen aynı olumsuzluklarla karşılaşırız. Geniş ailenin parçalanması, çe­kirdek ailenin vücuda gelmesiyle başlayıp biten bir süreç değil, aksine ailesizliğe ka­dar varan bir durumun topluma işaretlenmesidir.

Modernitenin Yapılanma Alanları

Bana benden bahset ki seni tanımam kolay olsun.

Modernin gerçekleşmesi, hem kendi kendini kurma döneminde hem de gelenekten kaçış süreci içinde, var olan toplumsal yapıyla bir hesaplaşmayı hep Ön planda tutmuş­tur. Geleneğe karşı biçimlenen modem, bütün hesaplaşmalarım anlam üzerine kurdu­ğundan, gelenekten kurtulma biçimini, onun büyük (iğretisini, paradigma içi bir tadi­latla gerçekleştireceği hesabıyla kurumsal yapılarının içini boşaltmakla buldu. Fakat modern, kendisini de büyük bir yapı (öğreti) olarak ilan ettiğinden, mutlağa ait olan bü­tün çerçeveleri korumakla kalmadı; aslında o, geleneksel elemanter yapıya göre kurgu­lanmış olan ve o güne kadar var olan haliyle, kanıksanmış bir biçimde kendini görkem­li kılmış olan mutlağın içeriğine, kendi katından hiç de uygun olmayan alışılmadık bir anlamlar yumağını yüklemiş oldu. Kutsalın inançla olan bağını ve kutsalı, mutlağın dışına taşıyarak koparmayı başardı. Bu durumda büyük bir anlam kaymasına uğrayan kutsal kendini birdenbire seküler olan bir dünyanın kucağında buldu. Batıdaki biçimiyle,gelenekteki ibadet etme ritüelini dönüşüme uğratan modernite. gelenekte varo­lan haliyle,Tanrının yeryüzündeki gölgesi olan devlete saygıyı -ibadet etme olarak da alınabilir- şeklen de olsa bir amaç üzerinden gerçekleştirilen pozisyonundan uzaklaş­tırdı. Bu tip bîr uygulama devlet için ne kadar riyakar olsa da, kendini mutlaklaştırmayı en azından dolaylı yollardan gerçekleştirmiş oluyordu. Fakat modernde bu saygı (ibadet etme) ritüeli Tanrı'nın zorunlu iskanla başka bir evrene gönderilmiş olmasın­dan delayı, direkt devletin kendi üzerine kalmış oldu ve devlet de bunda her hangi bir beis görmedi. Mesela, memurların kılık kıyafetine gösterilen titizlik, bir taraftan saygı duyma biçimini imlerken, diğer taraftan da devleti mutlak bir alana yerleştirdi.

Evet, yukarıda da sayıp döktüğümüz gibi. 'modernite'nin ‘geleneğe’ saldırısı nitelik üzerinden gerçekleşen bir saldırıdır ve geleneksel insanın yıkımı şeklinde formüle edilebilir. Oluşturulmaya çalışılan insan, birçok yönüyle yeni bir tip olan birey­dir. Aslıda birey tanım gereği çok küçük bir parçayı işaret ettiğinden dolayı, ‘modernite'nin mutlakçı ve büyük yapısına uy mamakla beraber, modern’in yeni inşa et­tiği bu büyük öğretinin içini doldurmaya yarayan bir yapıtaşı oldu ve onun için var­lığına kerhen de olsa izin verildi. Aslında parçanın, bütünü karşıdan gördüğünün he­sabıyla bakarsak eğer, bunun pek de sakıncalı olmadığını, parça ve bütünün fonksi­yonel olarak birbirlerini güçlendirdikleri hesap edilerek sürece katıldığını görebiliriz.

Modernizmm önemli bir ayağı da akıldır. Lâkin bu akıl, geleneğin onu kullanış tarzında olduğu gibi kalbeden akıl değil de, eşya ile kurmuş olduğu ilişki biçimini aşamayacak olan rasyonel akıldır. Aslında modernizmin akla olduğundan fazla önem vermesinden değil de akılcılığı kutsamasından dolayı, aklın coğrafyasını kendini aşan bir şekilde alan genişletmesine tabi tutarak orada, aklı doğal sınırlarının ötesine taşı­yıp, bir nevi akıl tutulmasına' yol açtı. Bu durumda etiği, değeri ve normu aştığı ze­habına kapılan akıl, insanın o güne değin kendisiyle, tabiatla ve kozmosla kurmuş ol­duğu bütün bağları koparttı. S. H. Nasr’ın deyimiyle, ‘‘Tabiat artık bir ana olmaktan çıkıp modern insanın gözünde bir fahişe haline gelmiştir”. Modern tasarının içindeki filozofların başında gelen F. Bacon, “Hurafeler çağı bitmiştir artık; beyler, bakışları­nızı gökyüzünden yere doğru indirin; aslolan tabiattır ve tabiatta, siz ona ne kadar ezi­yet ederseniz, kendini o nispette size sunar” diyerek gelenekteki insanla tabiat arasındaki ilişkiyi, radikal bir biçimde dönüştürmüş oluyordu. Görüldüğü gibi, sado-mazoşist eğilimleri olan bu ilişki biçimi, taraflardan biri diğerine eziyetten zevk alırken, eziyet edilenin de zevk aldığını iddia edip, bu iddiayı merkeze taşıyan bir düşünce. Ne yazık ki, modern akıl bu düşünce perspektifi üzerinden dünyayı algıladı.

Öte yandan bilimin modernitede gelişimi de geleneksel algı alanının ötesine taşa­rak kendine mutlak bir alan tayin etti. Varılan bu durumda bilim, istiklalini ilan etmek­le birlikle, birdenbire vasıta olmaklığın da ötesine sıçrayıp, kendini amaç haline getir.

  • Newton’un Mutlak Evren’i artık Tanrı nın müdahale ettiği bir evren olmaktan çık­mış, bütün kuralları matematik formülasyonlar içine sıkışan, sırlarından mahrum edil­miş bir büyük fotoğraftan başka bir şey değildir. İnsanın, asırların tanıklığı altında oluşturmuş olduğu metafizik ve inanç dünyası, bu şartlar altıda birdenbire buharlaşıp kayıplara karışmıştır. Onun yerini akılcılığın kuru matematiğinde dizayn edilmiş olan ve aklı aşamayınca da yüreğe inmeyi beceremeyen bir metafizik almıştır.


Bilimsel anlayış tarzı dedüktif (tümevarım) yapıdan, iııdüktif alana doğru hızla bir kayma gösterdi. Bu, bilinen bütünden bilinmeyen parçaya doğru gidişin yerine, gözlemlenen haliyle bilinen parça/lar/dan bilinmeyen bütünü çıkarsamak demekti. Dolayısıyla gelenekte zihinde oluşan mutlak, hem deneye uygunluk göstermediğin­den hem de bilinemeyen olarak bir tarafa bırakıldığından bilimsel algının doğasından da kovulmuş oldu.

Bilimlerin kralı ilan edilen fizikteki kurallılık ve determinasyon, hiçbir analize ta­bi tutulmaya gerek duyulmadan sosyal bilimlerin içine atılıverdi. 19.y,y. da sosyal bilimlerin kurallarını sayarak, tam 198 kural bulduğunu ilan edenler oldu. Pozitiviz­min İlmihalini yazan kişi (O. Comte), büyük bir cesaret örneğiyle ‘metres’inin adı­nı haziran ayına  isim olarak teklif edebildi.

Hece Dergisi, Postomodernizm Özel Sayısı
Devamını Oku »

Rönesansı Hazırlayan Asıl Sebep

Batının küfründe de, inancında da, Yunan felsesinden etkiler vardır ve eski Yunan'dan ta günümüze kadar batının geçirdiği bütün inanç ve istihalelerinin özünde de bir Doğu düşmanlığı mevcuttur.Batının bu Doğu düşmanlığı, sonraları da doğrudan doğruya İslam düşmanlığına dönüşmüştür. Skolastik dönem İslam düşmanlığının korkunç fikri sabitlerle donatıldığı bir dönemdir. Düşmanlık fanatik bir hüviyete büründü bu dönemde Haçlı Seferleri bunun tezahürlerinden sadece biridir. Skolastik dönem Batı için İslam düşmanlığını değişmesi mümkün olmayan inanç olarak geliştirdi. O kadar ki, Rönesans skolastik döneme bir başkaldırma olduğu halde İslam düşmanlığında skolastik dönemin bu mirasını ayniyle devraldı; hatta devralmaktan öte bu düşmanlığı yeni güçlerle takviye etti.


Denilebilir ki, Rönesans aslında Hıristiyanlığı hayattan kovmaktan öte gelişen İslam hareketine karşı Avrupa'nın kendi kendini yeniden gözden geçirmesi, İslam'la daha kesin ve keskin bir hesaplaşmaya yönelmesi hareketidir. Çünkü artık skolastik dönemin doğmaları, İslam karşısında durabilmek ve bu gelişmeyi önleyebilmek gücünden tamamen yoksundu. Bir ucuyla İspanya'dan Avrupa içlerine yol arayan, öte ucuyla da Doğu Roma’yı ortadan kaldırarak Avrupa’yı zorlayan İslam'ın yayılması, mevcut kilisenin karşı koyuşuyla önlenemeyecekti. Bu gerçek, Avrupa'yı dehşete düşürüyordu.


İşte Rönesans’ı hazırlayan asıl sebep budur. Yani Avrupa’nın nefis müdafaası alarak kendilerini baştanbaşa işgal edeceğinden korktuğu İslam hareketine karşı, mevcut inanç statüsünün yetersizliğini göriip yeni güçlerle kendini takviye etmesi hareketidir.


Mehmet Akif İnan , Din ve Uygarlık

Devamını Oku »