Hased kültürü


Hased kültürü insan ilişkilerini infilaka hazır bir bomba haline getiriyor. Bu havayı soluduğumda, başkasının yücel­tmesi benim değersizleşmem anlamına geliyor. O halde onu da dedikodu, kara çalma, çelme takma gibi en adi vasıtalarla yanıma çekmeliyim ki, değersizlik hislerim beni perişan et­mesin. Bu toplum, tuhaf bir özgüven spazmı içinde, özgü­ven bazen büzüşüyor, o kadar narinleşiyor ki, her şey ve her­kes tehdit oluveriyor. Sonra birden gevşiyor, dağa taşa mey­dan okuyan sağlıksız bir ruh haline dönüşüyor. Bu psikolo­jik dinamik, insanları hemen her konuda hiç zahmet harcamaksızın otorite kılmaya yetiyor. Anlamak zahmetine hiç girmeden, üç satır okumadan, ter dökmeden üst perdeden konuşan insanların ülkesi. Okumasına ve anlamasına gerek yok, çünkü o doğuştan haklı olanlar kabilesinden.

Haset, kıskançlıktan farklı olarak, sahip olunan bir şeyi kaybetme korkusundan çok, başka birine kötülük yapma ar­zusuyla şekillenir. Bizim toplumumuzda geleneksel yapının çözülmesi, diğerkâmlık ve özgeciliğin bu yapıyla birlikte de­ğer yitimine uğraması, ‘haset kültürü’nü tırmandırıyor. Ha­yatî bir fare yarışı’ olarak tanımlayan rekabetçi anlayış, ki­şinin özgüvenini yanlış sacayakları üzerine kuruyor. Maddî güç, başkaları üzerinde iktidar kurabilme kabiliyeti, toplum­sal alanda görünürlük ve işitilirlik gibi gelgeç değerler, özgü­venin en önemli belirleyicileri oluyor. Hayat bir kez fare ya­rışı’ olarak algılanmaya başlandığında, bizden önde olduğu­nu düşündüğümüz herkes öfkemizin nesnesi oluveriyor.

Haset kültürü insanların birbiriyle konuşmasını da en­gelliyor* Bu kültürün içinden konuşanlar, insanın samimi bir ontolojik duruşa yaslanarak konuşabileceğine ihtimal vermiyor. Kendilerinden farklı düşünen herkesi İkbal avcılı­ğıyla, çıkar peşinde koşmakla itham ediyor. Baktığı her yer­de güç yarışı görenler, adeta gücü kutsuyor ve onu elde et­mek için her vasıtayı mübah sayıyor. Haset kuvvetli bir his ve ona mağlup olan kimse yok ki, iç huzuru bulabilsin. İç­ten içe insanı kemiren, sinir uçlarını her daim uyaran, İnsanı sürgit bir mutsuzluğa hapseden olumsuz bir duygu. Bütün zaferleri Pirüs zaferi, ötekinin tahrip edilmesi için sıkılan her kurşun aslında kendisini vuruyor, başkasını yok etmek için harcanan her çaba aslında kendi iç ışığını söndürüyor.

Gelin, biz bu haset kültürüne ayak direyelim. Kalemi kağıdı elimize alıp bir şükran mektubu yazalım. Hayatımız­da bize iyilik etmiş birisine, bize dünyanın güzel ve emin bir yer olduğunu göstermiş, insana ve hayata umutla bak­mamızı sağlamış, bir harf öğretmiş, bir kapı aralamış birisi­ne, ona duyduğumuz şükran ve minnettarlığı cömertçe ya­zalım, Sonra onunla buluşalım ve gözlerimiz onunkilere hiç değmeden, usulca bu mektubu okuyalım, insanın insana söyleyeceği ne çok şey var...

Kaynak:

Kemal Sayar-Herşeyin Bir Anlamı Var
Devamını Oku »

Narsisizmin Günahları


Hastalıklı narsisizmin günümüz kültüründe normalleşmesi, bu anlayışın, zihin ve karakterlere biçim veren kurumlar ve etkiler üzerinden çocuklara aktarılması demektir. Narsisistik / özsever imge ve değerlerle dolu bir dünyada, anne babalar sağlıklı çocuklar yetiştirmek için zorlu bir uğraş içinde. Günümüz dünyası bize var olan sınırların ve kısıtlamaların aşılmasını telkin ediyor. Çocuklara öz güven kazandırma gayreti onların dikkatini iyi şeyler yapmaktan iyi şeyler hissetmeye doğru kaydırıyor. Konuştuğum pek çok ergen ve genç, onlara kendilerini iyi hissettiren bir şeyin nasıl olup da anne babalarına ters geldiğini anlayamıyorlar.

Çocuklara dürüstlüğü, yardımseverlik ve öz denetimi öğreten karakter eğitimi fazlasıyla modası geçmiş bulunuyor. Çocuklara iç seslerine güvenmelerini telkin ediyoruz. Henüz olgunlaşma imkânı bulamamış bu seslere kulak kesilmekle yetişkin otoritesi aşındırılıyor. Okullarda öğretmenler disiplin sağlamakta zorlanıyor. Geçtiğimiz günlerde İstanbul'un saygın ortaöğretim kurumlarından birisinin müdire hanımıyla sohbet ediyordum. "Şimdiki aileler" diye yakındı, "oturacakları evi bile çocuklarına danışarak seçiyor."

Narsisistik bireyin dış bir otoriteye boyun eğme zorluğu, günümüzün kimi ideolojik ve dini yönsemeleriyle de örtüşüyor. Kişisel gelişim ideolojileri zaten benliğin ululanması üzerinden ekmek yiyor. "Tanrı senin içinde", "Yüce kudret senin ruhunda gizli" yollu, ilahi olanı insanın kendisine hasreden, Tanrı'yı kişiselleştiren ve sadece insanın içine hapseden yeni bir tür maneviyatçılık, dünyada ve ülkemizde şehirli üst sınıflarda yayılıyor. Eğer yüce kudret dediğim şey sadece Tanrı'yı oynayan Ben isem, herhangi bir ahlaki standarda bağlı kalmam gerekmiyor. Herkes bana saygı duymalı, beni onaylamalı, takdir etmeli ancak benim bunları kimseye vermem gerekmez.
Narsisistik zamanların bir alameti de doğru ve yanlış hakkında kafalarımızın bu kadar karışık olması. Kendi hatalarımızla yüzleşmektense büyüklenme ve kâdir-i mutlaklık fantezileriyle onları reddetmeyi yeğliyoruz. İşler yanlış gittiğinde, çocuklar gibi suçlayacak birilerini arıyoruz. Şiddet, rüşvet, yalan gibi sosyal kötülükleri neredeyse kişisel bir seçim olarak algılıyor ve onları meşrulaştıracak gerekçelerin ardına gizleniyoruz. İmgenin her şey olduğu bir çağda neye, nasıl, ne kadar inanacağımız şaşırıyoruz. İmgenin her şey olması gerçeğe duyduğumuz iştahı azaltıyor. Böylesi bir ortamda rekabet, öldürücü bir nitelik kazanıyor.

Günümüz toplumu hastalıklı narsisizmi besleyen bir fidelik. Dünyayı ve çocuklarımızı bu hastalıklı oluştan korumamız, onlara farkındalığı, özdenetimi, gerçekliği, sınır koyabilmeyi, nezaket ve diğerkâmlığı öğretmemiz gerek.
Ahlak, evde başlar.

Kaynak:

Kemal Sayar - Herşeyin Bir Anlamı Var

Devamını Oku »

Kaygı çağı veya Belirsizlikler çağı


Pek çok şair ve yazar, zamanımızı kaygı çağı veya belirsizlikler çağı’ olarak isimlendiriyor. Bu isimlendirmede ör­tük bir önkabul var: Biz geçmiş nesillere kıyasla daha incine­bilir durumdayız. Psikolojik anlamda, kendimizi emniyet­te hissetmiyoruz. Endişeli, gergin, nevrotiğiz. Modern bilim ve teknoloji, insanın insana yabancılaşmasını, insanın evre­ne ve Allaha yabancılaşmasını tırmandırıyor. Modern po­litika, aidiyet ihtiyaçlarımıza cevap vermiyor. Kontrol edile­meyen her şey, bizim için risk oluşturuyor. İtimat duygusu zayıfladığı için sokaktaki yabancıyı hemen düşman hanesine yazıyoruz. Başımıza kötü bir şey gelecek beklentisiyle hayatı kendimize zindan ediyoruz. Demek istiyorum ki, kaygı, as­lında yaşadığımız zamanın ruhunda var.

Geleceğin istikrar­sız bir piyasa ekonomisi’ ve ilkesiz bir ‘laissez-faire ahlâkı ile biçimlendiği, bir günde binlerce insanın işsiz, evsiz ve bark­sız kalabildiği bir dünyada kaygı kaçınılmaz. Ailenin de ep­rimeye yüz tuttuğu, pek az insanın girdiği işten emekli ol­duğu, barbarın hiçbir mazeret aramaksızın kapımızın önüne kadar sokulduğu ve nihayet sığınacak liman bulmanın zor­laştığı bir dünyada, panik ve kaygı salgınlar halinde insan ruhunu dövüyor.
Yeryüzündeyiz ve bunun bir şifası yok.

Kaynak:

Kemal Sayar-Herşeyin Bir Anlamı Var
Devamını Oku »

Korkuyorum Anne !


'Çocukların hızla büyümeye zorlandığı, ‘çocuk masumi­yetinin kaybolduğu, buna mukabil erişkinlerin de çocuk­laşma temayülü içine girdiği tuhaf bir zamanda yaşıyoruz. Bugünün çocukları bilgisayardan anlıyor. Evime ilk kişisel bilgisayar girdiğinde 30 yaşımdaydım. Bugün i ki buçuk ya­şındaki afacan oğlum net üzerinde oyun oynuyor. Mouse’u kontrol etmeyi çok seviyor. En sevdiği ve ilk öğrendiği söz­cüklerden birisi, “tıkla”! Bugünün çocukları daha tüketim yönelimli; markaların farkındalar ve onları tüketmek isti­yorlar. Daha hızlı yaşıyor, duygusal, fiziksel, sosyal uğrakla­rı daha hızlı geçiyorlar. Kızlar için ilk âdet görme yaşı gün­begün düşüyor. Daha fâzla seçim yapma şansları, daha çok haklan var. Ancak bağımsızlık ve özgürlük konusunda ön­ceki nesiller kadar şanslı oldukları söylenemez. Sahip oldukları daha fâzla şeye rağmen, üzerlerinde daha fazla baskı hissediyorlar. Bir meslektaşım, sınav maratonu içinde yorulan

on yaşındaki oğlunun bir gün kendisine yaşamaktan bıktığı­nı söylediğini aktardı. Hayatın başında hayattan yorulmak...

Ne zor şey bu!

Çocuklarımızla ilgili tarifsiz korkular içindeyiz. Onla­rın çok incinebilir varlıklar olduğunu düşünüyoruz. Hayat­la başa çıkmak için yeterli düzeyde kaynaklan yok diye dü­şünüyoruz. Bu yüzden onları bir kavanozun içinde, hayata  dokunmadan, en steril ortamda yetiştirmeye çalışıyoruz. Ye­dikleri şeylerden oynadıkları oyunlara kadar her şey risk içe­riyor. Tehdit altındaki bu varlıkları korumanın bir yolunu bulmalıyız. Evet evet, en iyisi onları hiç gerçek hayada yüz­leştirmemek! Hele de erişkinler arasındaki ilişkiler bu kadar kırılganken, her iki evlilikten biri boşanmayla sonuçlanıyorken... Bütün duygusal yatırımımızı çocuğumuza yapmalıyız.

Ne de olsa o bizi terk edip gitmez, değil mi?

Ahlâkî düsturun açıklığını kaybettiği bir zamanda, her şeye daha fazla tahammül gösteriliyor. Cep telefonu edin­me yaşı giderek düşüyor. Hayatını nasıl sürdüreceği soru­suna artık çocuğun kendisinin bir cevap bulması gereki­yor. Önünde çok fazla seçenek var ve bu seçimin yükü ço­cuğun omuzlarına biniyor. Çocuklar giderek daha endişe­li hale geliyor, çünkü anne-babaların endişelerini adeta emi­yorlar. Anne-babalar sokaktan ve tabiattan korktukları için, çocuklar da korkuyor. Anne-babalar onların başına kötü bir şey gelmesinden korktukları için, çocuklar da kendilerini bir türlü güvende hissedemiyor. Biz korktukça, onlar bize daha bağımlı hale geliyor. Daha bağımlı olmaları da, kendi ayak­ları üzerinde duramamak gibi bir sonuç getiriyor.

Korkuyorum anne!

Kaynak:

Kemal Sayar-Herşeyin Bir Anlamı Var
Devamını Oku »

Bir Ruhum Var, Bak !


Ahlâk eğitimi, günübirlik etkileşimlerle, yetişkinleri göz­leyerek, hayatin içinde öğrenerek yürür. Çocuklar bizim ha­yatlarımızın tanığı olmakla bir ahlâk duygusu geliştirirler. Bir yetişkin, ancak doğru eylemlerle çocuğa ahlâk hocası olabilir. Kuru nasihat ve vaaz çocuklara sökmez. Çocuklar birbirleriyle konuşarak, çevrelerinde olup bitenleri gözleye­rek, neyin doğru neyin yanlış olduğuna dair bir kanaat edi­nirler. Anne-baba, nasıl önceki nesillerin değer ve ahlâk an­layışını miras aldıysa, kendi çocuklarına da bu mirası bırak­mak ister. Anne ve babayla kurulan iletişim, çocukların ‘iç ses’inin ayarlanmasına hizmet eder. Elbette, tutarlı bir ahlâk anlayışına sahip, davranışlarıyla örnek olan anne ve babalar çocuklarına bir ahlâk duygusu geçirebilirler, öte yanda, her çocuk, zaten ahlâkî olana ayarlı bir duyguyla doğar. Kültü­rel koşullar ve hatta kimileyin eğitim, bu ahlâkî iç sesi bastı­rır, onun yerine bencilce dürtüleri yerleştirir. Kültürel okur­yazarlık artarken, ahlâkî okuryazarlık azalır. Sadece çıkarla­rımız için seçimde bulunmak, bir yüzyıl önce ayıplanabilir- ken, yaşadığımız çağda ayakta kalmanın olmazsa olmaz bir düsturu olarak görülebilir. Geçmişin günahı, bugünün er­demi olur.

Türkiye tuhaf bir kötülükle tanışıyor. Annelerini vahşet­le katleden kız çocukları, bize her şeyin tersyüz olduğu bir dünyadan, ahlâkî görececiliğin kazandığı, evrensel doğru­nun kaybettiği bir başka gezegenden haberler getiriyor. Bu çocuklar hangi cangılda büyüdü? Onları hangi televizyon kanalları emzirdi? Onları ve masum anacıklarını neye kurban verdik?

Değersiz amoral,ahistorik bir kuşağın gelmekte olduğundan dört beş yıldır bahsediyorum. Küresel dünyanın bu topraklarda yarattığı yeni bir klon: köksüzlük ve anlamsız­lık salgınının pençesinde, ben tarikatının üyesi, depresif ve endişeli yeni bir kuşak. Baba ve anneleriyle göz göze gele­meyen, onlarla uzun uzun konuşamayan çocuklar. Tutunma zorluğu yaşayan, hayata anlam bulamayan, ya kendilerine ya başkalarına kıyan muzdarip ruhlar.

Tuhaf zamanlarda yaşıyoruz. Ne anne-babanın çocuğa tahammülü var, ne çocuğun ebeveynlerine. Herkesin sade­ce kendisi için yaşadığı bir dünyada sosyal Darwinizm “Öl­dür ya da öl!” diyor. Yok edemeyenin yok olacağının telkin edildiği vahşi bir düzen. Kötülerin kaybetmediği bir ülke ço­cuklarına ahlâkı öğretemez. Bir ülkede hırsızlar, uğursuzlar, çeteciler, katiller, zalimler hak ettikleri cezayı bulmuyorsa, o ülkenin okullarında moral eğitim verilemez. Bir ülke hâlâ kendi içinde doğru dürüst konuşma kültürünü yeşertememişse, herkes bir diğerinin sesini kısmak için uğraşıyorsa, siyasî rekabet kafa kesme ölçüsünde vahşileşmişse sokakları Vandalların tutması kaçınılmazdır.

Çocuklarımızla konuşalım. Onların gözlerinin ta içine bakarak. Acele etmeden. Dinleyerek, anlayarak. Bu ülkede, ötekini yok ederek kendine varlık alanı açacağını düşünen herkesle konuşalım. Onların gözünün içine bakarak. Yüzü­müzün farkında olmalarını sağlayarak. Bak, ben de bir insa­nım. Bir yüzüm var, o yüzün anlattığı bir hikâyem var. Bir ruhum var, bak.

Kaynak:

Kemal Sayar-Herşeyin Bir Anlamı Var
Devamını Oku »

Gelişme Çağındaki Çocukların Eğitimlerinde Takip Edilecek Yol ileTerbiye Metodu ve Ahlâklarının Güzelleştirilmesi

Gelişme Çağındaki Çocukların Eğitimlerinde Takip Edilecek Yol ile Terbiye Metodu ve Ahlâklarının Güzelleştirilmesi

Çocukların terbiyesindeki yol, işlerin en önemli olanlarındandır. Çocuk ebeveyninin yanında emanettir. Onun tertemiz kalbi nakış ve sûretten boş, berrak ve soyut bir cevherdir. Bu mübarek kalp, kendisine nakşedilen her şeye kabiliyetlidir. Ne tarafa meylettirilirse oraya meyleder.

Eğer kendisine hayrı öğretirsen, hayr üzerinde büyür. Dünya ve ahirete sahip olur, annesi ve babası da sevabında ortak olurlar. Ona edep veren ve öğreten de ortak olur.
Eğer şerre alıştırılır ihmal edilirse, şakî olup helâk olur. Günah da onun terbiyesiyle mükellef olanın üzerindedir. Onun velisi sorumludur. Nitekim Allah Teâlâ (cc) şöyle buyurmuştur:

“Ey inananlar, kendinizi ve ailenizi bir ateşten koruyun ki, onun yakıtı insanlar ve taşlardır.” (Tahrîm, 6)

Mademki edep, çocuğu dünya ateşinden koruyor, onu ahiret ateşinden koruması daha evlâdır.

1- Çocuk dünyaya geldiği andan itibaren gözetim altında tutulmalı, ihmal edilmemelidir. Onu sâliha, dindar, helâl yiyen bir kadının sütüyle beslemek uygun olur. Çünkü haramdan meydana gelen sütte bereket yoktur. Haram sütle çocuk beslenen çocuğun tabiatı pisliğe meyleder!

2- Çocuğun korunması; ona edep öğretmek, ahlâkını tertemiz yapmak ve güzel ahlâkları tâlim ettirmektir. Bunun için onu kötü arkadaşlardan korumak, fazla nimetlere dalmayı kendisine âdet ettirmemek, süsü ve lüksü kendisine sevdirmemek gerekir. Çünkü böyle yetiştirilirse, büyüyünce bunların peşine düşmek sûretiyle hayatını zâyi edip, ebediyen helâk olur.

3- Çocukta aklı erme alâmetleri görüldüğü zaman, onu güzelce yetiştirmek gerekir. Bunun ilk alameti, hayâ duygusunun belirmesidir. Çocuk, utanarak bir kısım fiilleri terk etmeye başlamışsa, aklın nûru onun üzerinde doğmuş demektir. Bu Allah Teâlâ´nın çocuğa vermiş olduğu bir hediyedir. Bu durum, çocuğun ahlâkının olgunluğa döndüğünü, kalbinin saflığa kavuştuğunu gösterir ve çocuğun bülûğ çağında aklının kemâle ereceğini de müjdeler. Bu bakımdan utangaç bir çocuğu başı boş bırakmak uygun değildir. Aksine ona utanması ve utanmaması gereken şeyleri öğretmek sûretiyle onun edebine yardım etmelidir.

4- Çocuğa ilk galebe çalan sıfat, yemeğe karşı oburluktur. Çocuğun yanında çok yemeyi kötülemeli, edepli ve az yiyen bir kimseyi övmelidir. Çocuğa, yemek hususunda arkadaşını kendi nefsine tercih etmeyi sevdirmelidir. Yemek adabını öğretmelidir. Yemekten önce ve sonra ellerini yıkamak, besmele ile başlamak, acele etmemek ve önünden yemek gibi… Çocuğa bazen katıksız ekmek vermeli ve basit yemek yemeye alıştırmalıdır ki, çocuk iyi yemekler yemeyi şart görmesin.

5- Çocuğa lüks kıyafetleri değil, sade elbiseleri sevdirmelidir. Zevke dalan ve israfa alışan çocuklardan çocuğunu korumalıdır. Erkek çocuğunu süslü giymekten muhafaza etmelidir.

6- Çocuğu, onun keyfine göre konuşan insanlarla oturup-kalkmayı menetmelidir. Çünkü çocuk, yetişmesinin başlangıcında ihmal edildi mi, çoğu zaman kötü ahlâklı, yalancı, hasedçi, hırslı, nemmam (kovucu), ısrarcı, fuzulî konuşan, fuzulî gülen, hilebaz ve hayâsız olur. Kişi çocuğu bu kötü ahlâktan ancak güzel terbiye ile koruyabilir.

7- Çocuk, Kur´an´ı ve bir kısım hadîsleri, iyi insanların hikâye ve hallerini öğrenmelidir ki, kalbinde sâlih kimselerin sevgisi yeşersin. Çocuk aynı zamanda hayasızlığı öven şiirlerden ve şarkılardan uzak tutulmalıdır. Çünkü böyle bir edebiyat, çocuğun kalbinde fesad tohumlarını geliştirir.

8- Ne zaman çocukta güzel bir ahlâk, iyi bir fiil görülürse, bundan dolayı çocuğu mükâfatlandırmak, çocuğa ikramda bulunmak, çocuğu sevindirecek şekilde davranmak gerekir. Onu insanlar arasında bu fiilinden dolayı övmelidir.

9- Eğer bazı durumlarda çocuk hata ederse göz yumulması uygun olur. Çocuğun hayâ perdesini yırtmamalı, ayıbını dışarıya vermemelidir. Hele çocuk bunu örtmek istediği zaman... Yoksa çocuk hataların açığa çıkmasından perva etmez olur.

10- Çocuğu sık sık azarlamak doğru olmaz. Çünkü çok azarlamak, azarlamanın tesirini yok eder. Çirkin fiillerde bulunmayı ona kolay gösterir. Konuşmanın onun kalbinde tesiri kalmaz. Baba, çocuğuyla konuşmasının heybetini korumalıdır. Bu bakımdan çocuğunu arada sırada azarlamalıdır. Anne ise, çocuğa babaya saygıyı öğreterek çirkinliklerden uzaklaştırmalıdır.

11- Çocuğu gündüz uyumaktan menetmek uygun olur. Çünkü gündüz uykusu tembelliğe sevk eder. Gece uykusundan ise mahrum etmemelidir. Çocuğu yumuşacık yataklara ve rahata alıştırmamalıdır. Günün bir kısmında yürümeye, hareketler yapmaya alıştırmalı ki çocuk tembelliğe alışmasın. Bütün bu hareketler esnasında avret yerlerini açmaya alıştırmamalıdır.

12- Çocuğu, ebeveyninin servetiyle, elbiseleriyle akranlarına karşı böbürlenmekten menetmelidir. Çocuğa, kendisiyle muaşeret edene karşı ikramda bulunmayı, tevâzu göstermeyi, onlarla beraber olduğu zaman incelik ve zerafet göstermeyi öğretmelidir. Çocuğa yüceliğin almakta değil, vermekte olduğunu öğretmelidir. Başkasından almanın çirkin, hasislik ve terbiyesizlik olduğunu söylemelidir. Kısacası çocuğuna paraya karşı tamahkârlığı çirkin gösterip, yılan ve akreplerden sakındırmaktan daha fazla bunlardan sakındırmalıdır. Çünkü tamahkârlık, çocuklar için zehirden daha zararlıdır. Büyükler için de böyledir.

13- Çocuğuna oturup kalkmayı, terbiyeyi öğretmelidir. Fazla konuşmaktan çocuğu menetmeli, bunun düşük insanların âdeti olduğunu belirtmelidir. Çocuğu -ister doğru isterse yalan olsun- yemin etmekten menetmelidir ki çocuk, küçüklüğünde böyle bir şeye alışmasın. Lânet etmek ve küfür etmekten menetmelidir. Böyle konuşanlarla oturup-kalkmaktan çocuğunu sakmdırmalıdır. Çünkü bu çirkin şeyler, şüphesiz kötü arkadaşlardan insana sirayet eder! Çocukların terbiye edilmesinin esası ve temeli, kötü arkadaşlardan korunmalarıdır. Başkası konuştuğu zaman, onu ciddiyetle dinlemeyi, eğer kendisinden yaşlı ise hürmetle kulak vermeyi çocuğuna telkin etmelidir.

14- Kendisinden yaşlı olanlar için kalkıp, yerini vermeyi ve onların huzurunda edeble oturmayı çocuğuna telkin etmelidir. Çocuğuna, öğretmenine saygı duymayı, ceza verse bile sabretmeyi, böyle yapmanın erkekliğin alâmeti olduğunu söylemelidir. Kendisinden yaşça büyük olanlara -ister yakınları olsun, ister olmasın- hürmet etmeyi, onların huzurunda ciddiyetle durmayı telkin etmelidir.

15- Çocuk mektepten dönünce, ona, oyun oynayarak mektebin yorgunluğundan kurtulması için izin verilmesi gerekir. Çünkü çocuğu daima oyundan menetmek ve hep öğrenmeye mecbur tutmak çocuğun kalbini öldürür, zekasını dumura uğratır. Hayatını altüst eder. Hatta çocuk böyle bir sıkılıktan kurtulmak için, ilmi terk etmek ister ve çeşitli hileli yolları denemeye mecbur olur.

16- Çocuk erginlik yaşına vardığı zaman, tahâreti ve namazı terk etmesine göz yummamalıdır. Mübarek Ramazan-ı Şerifin bazı günlerinde çocuğa oruç tutmayı emretmelidir. Çocuğa muhtaç olduğu şer´î sınırları öğretmeli, hırsızlıktan, haram yemekten, hainlik, yalan ve fuhşiyattan ve çirkin fiillerden sakındırmalıdır. Ne zaman ki çocuk, çocukluk devresinde bu şekilde gelişirse, bülûğ çağına yaklaştığı zaman bu işlerin sırlarını bilmesi mümkün olur.

17-Çocuğa dünyanın temelsiz olup bâki olmadığını, âhiretin daimî vatan olduğunu, akıllı bir kimsenin dünyasından çok, âhireti için azıklanan bir kimse olduğunu öğretmelidir. Böyle bir kimsenin Allah nezdinde derecesinin büyüyüp cennet nimetlerinin genişlediğini öğretmelidir.

Çocuğun gelişmesi sâlih bir şekilde olduğu zaman, bu konuşmalar çocuğun kalbine yerleşir, semere ve meyve verir. Taşın üzerine işlenen nakış gibi silinmez bir şekilde kalır.
Eğer çocuğun büyümesi bunun aksine olursa onun kalbi artık hakkı kabul etmekten kaçınır. Tıpkı duvarın kuru toprağı kabul etmediği gibi... Bu bakımdan çocuğun terbiyesine başlangıçta ihtimam göstermek gerekir. Bu bakımdan çocuğun terbiyesine başlangıçta ihtimam göstermek gerekir. Çünkü çocuk hem hayra, hem de şerre kabiliyetli olarak ya-ratılmıştır. Ancak ebeveyni onu iki taraftan birisine meylettirirler. Nitekim Hz. Peygamber şöyle buyurmuştur:

Her çocuk fıtrat üzere doğar. Ancak annesi-babası onu ya-hudi veya hristiyan veya ateşperest yapar.60

Sehl et-Tüsterî der ki: "Ben onüç yaşında iken gece ibâdetine kalkıyor, dayım Muhammed b. Suvar'ın namazına bakıyordum. Dayım bir gün bana dedi ki: "Seni yaratan Allah'ı anıp hatırlamaz mısın?" Ben ona 'Nasıl hatırlayayım ve anayım?' diye sorunca şöyle dedi: "Yatağına girdiğin zaman kıpırdamaksızın üç kere şöyle de: Allah benimledir. Allah beni görür. Allah şahiddir". Ben bu dersi birkaç gece tekrar ettim. Sonra kendisine haber verdim. Bu sefer bana dedi ki: "Her gece yedi defa söyle!" Bunu da tatbik ettim. Sonra haber verdim. Bana dedi ki: "Her gece onbir defa söyle!" Ben onun dediğini yapınca, bu sözlerin zevki kalbime girdi. Bir sene sonra dayım bana dedi ki: "Sana öğrettiklerimi koru ve kabre girinceye kadar onlara devam et. Bu hem dünyada ve hem ahirette sana fayda verecektir". Ben uzun seneler buna devam ettim. Bunun zevkini kalbimde gördüm. Sonra dayım bir gün bana dedi ki:

"Ey Sehl! Allah'ın beraber olduğu, baktığı, şahid olduğu kimse Allah'a isyan eder mi? O halde günahlardan uzaklaş ve sakın?" Bu bakımdan ben kendi nefsimle başbaşa kalıyordum. Beni mektebe gönderdiklerinde 'Himmetimin dağılmasından korkuyorum' dedim. Fakat yakınlarım öğretmene, benim bir saatte gidip ondan öğrenmemi, sonra dönüp gelmemi şart koştular. Böylece mektebe gittim. Kur'an'ı öğrendim. Altı veya yedi yaşındayken Kur'an'ı hıfzettim. Bütün sene oruç tutuyordum. İftarlığım da arpa ekmeğiydi ve bu da on iki sene devam etti. Ben onüç yaşında iken zor bir mesele ile karşı karşıya kaldım. Ailemden beni Basra'ya göndermelerini, bu meselemi orada bulunan âlimlerden sormama izin vermelerini istedim. Böylece Basra'ya geldim. Âlimlere meselemi sordum.

Hiçbiri bana şifâ verici bir cevap vermeyince Abadan'da bulunan ve Ebu Habib b. Ebî Abdullah Abadanî adlı bir kişiye gidip meselemi kendisine sordum. O bana gereken cevabı verdi. Ondan faydalanmak için bir müddet onun yanında kaldım. Sonra memleketim olan Tuster şehrine döndüm. Bir dirheme bir mikyal arpa alır, öğütür, pişirir, tuzsuz ve katıksız olarak her gece bir ûkiyesini yer ve bütün seneyi böyle geçirirdim... Bu dirhem bana bir sene yetiyordu. Sonra ben üç gün üst üste oruç tutup üçüncü gecede iftar etmeye başladım. Sonra beş, sonra yedi, sonra yirmişbeş güne çıkardım ve buna yirmi sene devam ettim. Sonra çıkıp yeryüzünde seyyah olarak gezdim. Sonra memleketim olan Tuster'e döndüm. Allah Teâlâ'nın dilediği zamana kadar bütün geceyi ibâdetle geçirdim".

Ahmed der ki: 'Sehl et-Tüsterî'nin ölüp Allah'a kavuşuncaya kadar hiçbir gece yediğini görmedim'.



İmam Gazzali,İhya,cild:3
Devamını Oku »

Koca Evin Geçiminden-Karı Tertip-Düzeninden Sorumlu

Koca Evin Geçiminden-Karı Tertip-Düzeninden Sorumlu


Hz.Peygamber: ''Kadınlar konusunda Allah’ın emir ve yasaklarına saygılı davranın... Mali durumunuza göre ve örfe uygun olacak şekilde geçimleri onların sizin üzerinizdeki haklarıdır.”

Müslüman toplumlarda oluşan geleneksel aile modelinde erkeğin evin geçiminden sorumlu olduğu ve kadının da evin tertip-düzenine baktığı bir paylaşım modeli öngörülmüştür. Ev idaresiyle ilgili bu iş bölümünün örfe bağlı yerel ya da tarihsel bir uygulama olduğunu söylemek güçtür. Kadın-erkek rollerinin yaratılış gerçekliğine (fıtrat) bağlı olmadığını aksine bunların yeniden inşa edilebileceğini yani erkeğin rolünü kadının, kadının rolünü erkeğin üstlenebileceğini öngören toplumsal cinsiyet ideolojisinin aksine bu rollerin yaratılış gerçekliğinin sonucu olduğunu belirleyen ayet ve hadisler vardır.

Evin geçiminin kocaya ait olduğunu belirleyen ve yukarıda bahsedilen Nisâ’ suresinin 34. âyetinde yer alan hükmü: “An­neler, emzirmenin son sınırına kadar olmasını isteyen baba için çocuklarını iki tam yıl emzirirler. Onların normal ölçülerde yiyecek ve giyeceklerini sağlamak babaya ait bir yükümlülük­tür.” şeklindeki Bakara suresinin 233. âyeti de teyit eder.

Bu iki ayet dışında Hz. Peygamber de açık bir şekilde veda haccında binlerce insana yaptığı konuşmada mali durumuna ve örft göre (ma‘rûf) kadınların geçiminin kocanın görevi olduğu­nu belirtmiştir: “Kadınlar konusunda Allah’ın emir ve yasakla­rına saygılı davranın... Mali durumunuza göre ve örfe uygun olacak şekilde yiyecek ve giyecekleri onların sizin üzerinizdeki haklarıdır.”(Buhari,Nafakat,1,4...)

Evin geçiminin kocanın yükümlülüğünde bulunduğunu ifa­de eden daha açık bir örnek şudur: Ebû Süfyân’ın karısı Hind Hz. Peygambere gelerek: Yâ Rasûlallah! Ebû Süfyân cimri bir adamdır. Kendime ve aileme yetecek ölçüde onun malından almamda bir günah var mı? diye sorduğunda Hz. Peygamber: “Ailenin toplumdaki standardına uygun olan ölçüye (ma‘rûf) bağlı kalman kaydıyla almanda bir sakınca yok.” buyurdu. Ha­disin farklı rivayetlerinde Hind, kocası Ebû Süfyan’dan habersiz kendisine ve çocuklarına yetecek miktarla sınırlı olmak kaydıyla onun malından aldığını da belirtmektedir.(Buhari,Nafakat,14;Büyü,95..)

Tarihî süreçte Müslüman toplumlarda uygulama bu yönde gelişmiştir. Günümüzde kadının günlük hayatta genişleyen ak- tivitesi sebebiyle ailelere göre farklılık arz etse de bu paylaşımda belli ölçüde değişim gözükmektedir. Kocanın çalışmasında ve ai­lenin geçimini üstlenmesinde bir farklılık göze çarpmasa bile ka­dın üzerinden üretilen projeler sonucu kadın gerek sosyal hayatta gerekse iş yaşamında genişleyen aktivitesi sebebiyle erkeğin rolle­rinden bir kısmını almış, bir kısmını kocaya devretmiş, bir kısmı­nı da profesyonel meslek icra eden kurum ve kişilere bırakmıştır. Çocuk bakımı-terbiyesi, kreşlere ve anaokullarına bırakılırken ev işleri de hizmetçilere emanet edilmiştir. Hizmetçiler de yine ka­dınlardan seçilmektedir. Yani kadın dışarıda çalışırken tutulan bir başka kadın onun evinin işini ücretli olarak yapmaktadır.

Modern dünyanın, popüler kültürün etkili araçlarını çok iyi kullanarak gelenek karşıtlığı üzerinden kadının egemenlik alanını genişleten projelerini bir kısım ilahiyatçıların anakronik bir yaklaşımla basil benzerliklerden yola çıkıp arkadaki zihniyet dünyasın ıskalayarak kabul görmüş figürler üzerinden meşrulaştırma çabalarıda ayrı bir tartışma konusudur. Mesela 8 Mart Dünya Kadınlar Gününde Hz. Hatice’nin (r.a.) zengin bir iş kadını olarak öne çıkarıl­ması, İslam da da kadının çalışabileceğine dair örneklerin zihniyet dünyasına bakılmaksızın anlatılması, Anneler Günü dolayısıyla İs­lam’ın temel metinlerinden hareketle anneye ne kadar önem veril­diğinin gündemde tutulması, bugünlerde gündeme uygun hutbeler okunması tuhaf bir yaklaşımdır. Modern dünyanın unutturduğu anneyi bir gün hatırlatması üstelik bunu da tüketim kültürünün bir aracı olarak kullanması yadırganacak bir durumdur.

Burada tartışılması gereken husus kadının çalışıp çalışma­ması değil zihniyet dünyasındaki değişimin görülmemesidir. Günümüz iş dünyasında kadının çalışmasının arka planında ko­canın ekonomik gücüyle kadını ezdiği ve kadın üzerinde daha kolay hegemonya kurduğu, dolayısıyla kadının ekonomik olarak özgürlüğüne kavuşmasının, kendi ayakları üzerinde durabilme­sinin kocaya karşı daha güçlü olabilmesini sağlayacağı yönünde­ki feminist ideolojinin tezleri vardır. Dolayısıyla araçların amaçsallaştırılması, gün geçtikçe kadının zihinsel olarak evden uzak­laşması, evine göre işini öncelemesi, dindar kesimin de farkında olmadan bu değirmene su taşıması bir zihniyet sorunudur.

Hz. Peygamber ve İslam tarihinin birçok yönden örneklik arz eden Hulefa-i Râşidîn dönemlerinde kadının çalıştığına dair örnekler elbette mevcuttur. İslam âlimleri temel kaynaklardaki delillerden yola çıkarak tesettüre riayet, ihtilat ve halvete dikkat etmek, ibadetleri eda etmeye engel bir hâlle karşılaşmamak ve işin bünyeye uygunluğu kaydıyla kadının çalışabileceğine itiraz etmiş değillerdir. Tarihî süreçte kadınların erkekten daha az çalıştığını söylemek de ne kadar mümkündür, bu da tartışılabilir bir durumdur. Ama burada önemli olan işin amaç hâline dönüşme­mesi, işin, evin kadına olan ihtiyacına bağlı bir düzenleme şeklinde belirlenmesidir. Gelenek içinde “ezilmiş kadın” safsatasının etkisiyle muhafazakâr kesim de dâhil birçok baba kızını “işinin kölesi, kocasının efendisi” konumuna getirebileceğini hesaba kat­madan “Kızım okumalısın, elinde işin olmalı, kocana karşı güçlü olmalısın, gerektiğinde rest çekebilmeksin.” sözleriyle okuluna yönlendirebilmektedir. Bu şekilde biçimlenen zihinle çalışan ka­dının iş yerinde haksızlığa uğradığı hâllerde bile sırf kocasından bağımsız olabilmek için buna katlandığını ama kocasından bir olumsuzluk gördüğünde işine sığındığını görmek sürpriz olma­malıdır. İş hayatında aktif bir şekilde bulunan, hatta işine tapar­casına bağlı olan kadınların kocasının küçük bir talebine “Benim işim, maaşım var.” deyip ona rest çekebilen ama işvereninin ya da idarecisinin her türlü kapris ve eziyetine “İşin senin olsun, benim eşim var.” diyemeyip ona katlanan kadınların çalışması sağlıklı bir yol değildir. Kadının işine, evin geçimine katkı yerine, koca­sından bağımsızlık için sarılması, kendi kendisine yetebilen bir birey olma hayali, aile hayatını olumsuz etkileyen bir durumdur.

Bu ifadelerden hareketle kadının çalışmasına karşı olduğumuz anlaşılmamalıdır. Burada itiraz, işin araç olmaktan çıkarılıp ama­ca dönüşmesi ve kadının zihinsel anlamda evden kaçışına zemin hazırlamasıdır. Bunun da en önemli olumsuzluğu, doğumdan ve annelik rolünden uzaklaşmaktır. Zihinsel anlamda evini işine önceleyen, işini evden, doğumdan, annelikten kaçış için kullanma­yan, kocaya karşı güç gösterisine dönüştürmeyen, kısaca araçları amaçsallaştırmayan bir kadının, bünyesine uygun ve diğer genel şartları taşıyan her türlü işi yapmasında dinî bir sakınca yoktur.

Saffet Köse-Genetiğiyle Oynanmış Kavramlar ve Aile Medeniyetinin Sonu
Devamını Oku »

Evliliğe Dair Hükümler ve Edepler

Evliliğe Dair Hükümler ve Edepler




 EVLENİLECEK KADINLARDA ARANACAK ÖZELLİKLER



Evlenmeye kesin karar veren kimse, evlilik için dindar, saliha, akıllı ve kanaatkar kadınlardan başkalarını düşünmemelidir. Ancak bu hususlara uyduğu takdirde kişi niyetinde ihlas sahibi olmayı başarabilir. Bu konuda Hz.



Resûlullah (s.a.v) şöyle buyurmuştur:

‘Kadın malı, güzelliği, soyu ve dindarlığı için nikahlanır; sen dindar olanını seç.(Buhari,Nikah 15)

 Hadisin diğer bir lafzı şöyledir:

Kim bir kadını malı ve güzelliği için nikahlar ise, hem malından hem de güzelliğinden mahrum olur.Kim bir kadın ile dindarlığı sebebiyle evlenirse, Allahu Teala onu hem malından hem de güzelliğinden rızıklandırır.(Taberani,el-evsat,no:2527)

 Bu hususta rivayet edilen başka bir hadis-i şerif de şöyledir:



Güzelliği sebebiyle bir kadın ile evlenmeyin; güzelliği onu kötü duru­ma düşürebilir. Malı için de evlenmeyin; malı onu azdırabilir. Bir kadın ile dindarlığı için evlenin.(İbn-i Mace,Nikah 6)

Bir kadın ile dindar ve saliha olduğu için evlenmek, ahırete giden bir yola girmektir. Özürlü, çirkin ve yaşlı kadınlar ile evlenmek zühdün kapıla­rından biridir.

 Ebu Süleyman ed-Dârânî (rah) şöyle derdi:
“Zühd her şeyi kapsar! Hatta, bir kimsenin yaşlanmış olan ve güzel görünümlü olmayan bir kadın ile evlenmesi de dünyaya karşı zühd göster­menin bir işareti sayılır.”



Mâlik b. Dînâr da (rah) şöyle derdi:

“Bazıları yetim kızlarla evlenmeyi istemez. Halbuki bunlarla evlenseler sevap kazanırlar. Hem onların geçi­mi, doyurulması ve giydirilmesi gibi geçim yükleri hafif olur. Eğer dünya ehlinden birinin kızı ile evlenecek olsa; o kadın canının çektiği her şeyi is­ter: “Bana şöyle bir elbise al, şu evsafta etek satın al...” der durur. Bu gi­bileri kişinin dinine zarar verir!”



Ahmed b. Hanbel (rah), sağlam ve güzel kardeşi dururken onun yeri­ne tek gözü görmeyen kadın ile evlenmeyi tercih etmişti. Evlenmeden ön­ce: “Hangisi daha akıllıdır?” diye sormuş: “Bir gözü olmayan daha akıllı­dır!” diye cevap alınca: “Beni onunla evlendirin!” demişti.

Seviyesi düşük ve dengesiz bir kadın ile evlenmenin şöyle bir fayda­sı olabilir; bu tür kadınlara pek rağbet edilmediği için onu kalbi kendi tara­fına rahat çekilir ve insan rahat eder.

Evlenmeden önce evleneceği kişinin yüzüne ve evliliğe teşvik eden yerlerine bakması müstehaptır. Yüzün yanında ellerine de bakılmasında Hicaz alimlerine göre bir sakınca yoktur. Yüze bakılması konusunda sağ­lam hadisler bize kadar ulaşmıştır.



Bunlardan biri Muhammed b. Mesle- me'nin şu hadisidir:

“O, evlenmeyi düşündüğü bir genç kızı görebilmek için mahallesi için­de takip etmiş, nihayet bir hurmanın arkasına gizlenerek onu görmüştü. Kendisine: “Sen Resûlullah’ın (s.a.v) ashabından olduğun hâlde nasıl böyle bir şey yaparsın?” denilince şöyle dedi:

“Böyle yapmamızı bize Resûlullah (s.a.v) emir buyurdu! Efendimiz bize:

“Allahu Teala birinizin kalbine bir kadın ile evlenme düşüncesini düşü­rünce, kendisini bu evliliğe teşvik edecek şeyleri görmek için o kadına baksınr buyurdular!”(Tirmizî, Nikah, 74)



Bu konudaki başka bir hadis de şöyledir:

'Ensar'ın hanımlarının gözlerinde bir şey vardır. Ensar’dan bir hanım ile evlenmek istediğiniz zaman onların gözlerine bakın.(bk.Müslim nikâh 12)



Hadis-i şerifin diğer bir lafzı şöyledir:

"Birinizin içine bir kadın ile ev­lenme düşüncesi doğduğunda, ona baksınl Çünkü bakmak, kalplerinin birbirine kaynaşmasını sağlar.(Tirmizî, Nikah, 74 )

Buradaki kaynaşma, iki derinin birbirine değerek oluşturduğu sıcaklık­tan daha derin bir anlam ifade eder. Cildin dış tarafının birbirine değmesi ile oluşan sıcaklıktan daha güçlü olan içteki kaynaşmadan söz edilmekte­dir. Birbirine kaynamak tabiri, ifadedeki mübalağaya işaret eder.
Bu hususta A'meş (rah) şöyle der:

“Birbirini görmeden ve bakmadan yapılan her evliliğin sonu gam ve kederdir.”

.........



EVLENECEK ERKEKTE ARANACAK ÖZELLİKLER
Bidat çıkaran, fasık, zalim, içki içen ve faiz yiyenlere kız vermemek gerekir. Eğer bir kimse kızını bunlardan biri ile evlendirirse dinini yarala­mış, akrabalık bağını kesmiş ve kızına karşı bir velinin üzerine düşen so­rumluluğu yerine getirmemiş olur; çünkü yaptığı işi hakkını vererek yerine getirmemiştir. Yukarıdaki kötü özellikleri taşıyan kişiler; hür ve iffetli müslüman hanımların dengi olamazlar.



Seleften bir zat şöyle der:

“Evlilik bir nevi köleliktir; her biriniz kızını nereye köle olarak vereceğine iyi dikkat etsin!”



Alimlerden biri de şöyle der:

“Kızlarınızı takva sahibi kimselerden baş­kasıyla evlendirmeyin; çünkü, onlar eğer kızınızı severse ona değer verir, şayet sevmeyecek olursa kızınıza insaflı davranırlar.”



Hz. Resûlullah da (s.a.v) bu konuda şöyle buyurur:

Nutfeteriniz için (kadının) hayırlısını tercih edin. Kendinize denk olan­larla evlenin, denklerinizin kızını isteyin.(İbnu Mâce, Nikah 46)

Nikahın geçerli olabilmesi için iki adil şahit ve kızın velisinin hazır bu­lunması gerekir. Evlenecek kadın dul ve velisi de yok ise; sultan (devlet yöneticisi) veya onun tayın ettiği yetkili, velisi olmayanların velisidir. Sün­nete uygun olan budur.



ERKEĞİN AİLESİNE VE ÇOCUKLARINA KARŞI SORUMLULUKLARI



Evlenecek kişinin hayız (kadınların aybaşı) halleriyle ilgili hükümleri, aybaşında meydana gelen değişiklikleri, loğusa (doğum yapan kadın) hakkındaki hükümleri, bunların en uzun ve en kısa sürelerinin ne kadar ol­duğunu öğrenmesi gerekir. Aynı şekilde istihaze ile ilgili hükümleri, ne zaman temizlendiğini bilmesi ve hanımına da öğretmesi gerekir.Böyle yapmakla, hanımının dışarı çıkarak bu konuları başka erkekle­re sorma zahmetinden kurtarır.

Bunun yanında ailesine, bilinmesi gerekli farzları; namazla ilgili hü­kümleri, İslâm'ın diğer hükümlerini, Ehl-i Sünnet ve'l-Cemaat'a göre bilin­mesi gerekli itikat esaslarını öğretmesi gerekir.

Eğer erkek bu söylenenleri yerine getirirse, kadının bu konuları öğ­renmek için çıkıp alimlere müracaat etmesine gerek kalmaz. Ehl-i Sünnet ve'l-Cemaat mezhebine göre Allah'ın birliği, İslâm'ın ve imanın temel esasları konusunda bilinmesi zorunlu olan konularda eksiği bulunan ha­nımlar, bu konudaki eksiklerini tamamlamak için dışarı çıkabilirler. Ancak bilinmesinde zorunluluk değil de fazilet bulunan konuları öğrenmek için hanım kocasından izin almadan dışarı çıkamaz.

Kadın kocasını haram kazançlara zorlamamalı ve günah işlemeye se­bep olacak yollara sevk etmemelidir. Erkeğin de kötü yollara girmemesi,dünya için ahiretini satmaması gerekir. Eğer hanımı kendisi ile birlikte iyi­lik ve takva üzere sabrederse onunla evliliğini devam ettirir. Eğer hanımı kendisini günaha ve düşmanlığa sürükleyecek olursa, o kadından ayrıl­ması gerekir. Eğer ayrılacak olurlarsa, Allahu Teala herkesi kendi lütfü ile ihtiyaçtan kurtarır.



Denilir ki: Kıyamet gününde kişinin yakasına ilk olarak yapışacak olan hanımı ve çocuklarıdır. Yakasına yapışır, onu Allahu Teala'nın huzurunda durdurur ve şöyle derler: “Ey Rabbimiz! Bizim hakkımızı bu adamdan al! Bu adam bilmediklerimizi bize öğretmedi! Bilmediğimiz hâlde bize haram yedirdi!” Sonra, adamdan hanımının ve çocuklarının hakları alınır.



Konuyla ilgili olarak gelen bir rivayette şöyle denilir:

“Kul mizanın önünde durur. Dağlar gibi yığılı iyilikleri vardır. Ailesini gözetip gözetmedi­ği, onların haklarını yerine getirip getirmediğinden sorguya çekilir. Ardın­dan, malını nereden kazandığı ve nerelere harcadığı sorulur. Kendisine sorulan her soru ile, işlediği amellerin karşılığı olan dağ gibi yığılı sevabı biter. Sevabından eser kalmaz. Sonra bir melek: "Şu adam; dünyadaki bü­tün iyilikleri ailesi tarafından yenilen ve amelleri ile bu gün rehin kalan bi­ridir!" diye ilan eder.( Zebîdî, ithaf, 6/72; hadisin son kısmıyla ilgili bir rivayet için bkz: Tirmizî, Kıyamet, 1.)



Bu yüzden seleften bir zat şöyle der:

“Allahu Teala bir kulun kötülüğü­nü murat ettiğinde, ona dünyada parçalayıcı dişleri olan bir canavar mu­sallat eder.” Parçalayıcı dişlerden maksat ailesi ve çocuklarıdır.



Bu konuda gelen bir rivayet şöyledir:

“Bir kimse, çoluk çocuğunu ca­hil bırakmaktan daha büyük bir günah ile Allahu Teala'ya kavuşmazI.(Şevkânî, el-Fevâidu’l-Macmûa, Nikah, 67, Zebîdî, İthaf, 6/73.)



Konuyla ilgili meşhur bir rivayet de şöyledir:

“Sorumluluğu altında bu­lunan ailesini zayi etmesi kişiye günah olarak yeteri’(Müslim, Zekat, 40)

Ailesini bırakıp kaçan bir kişinin; efendisinden kaçan bir köle gibi oldu­ğu söylenir. Bilindiği gibi efendisinden kaçan kölenin, efendisinin yanına dönünceye kadar ne kıldığı namazı ve ne de tuttuğu orucu kabul edilir!



Nitekim Cenab-ı Hak şöyle buyurur:

"Ey iman edenleri Kendinizi ve ailenizi ateşten koruyun.(Tahrim,6)

Görüldüğü gibi aile, burada kişinin nefsinden bir parça kabul edilmek­tedir. Emir ve yasakları öğrenip uygulamak suretiyle kendi nefislerimizi nasıl ateşten korumaya çalışıyorsak, aynı şekilde onlara da emir ve ya­sakları öğretmek suretiyle ailemizi ateşten kurtarmamız bizlere emredil- mektedir.



Bu ayetin tefsirinde şöyle denmiştir:

“Kadınlarınıza ilim öğretin ve onları terbiye edin!"



Konuyla ilgili olarak diğer bir hadis-i şerifte Resûlullah (s.a.v) şöyle buyurur:

“Hepiniz çobansınız ve hepiniz sürünüzden sorumlusunuz. İmam (devlet başkanı) çobandır ve halkından sorumludur. Erkek ailesinin çoba­nıdır ve ailesinden sorumludur. Kadın, kocasının evinde çobandır, o da evinden sorumludur. Hizmetçi, efendisinin malından sorumludur ve koru­ması istenen şeylerden sorumludur.(Buhari,Ahkam 1)


KADININ SORUMLULUKLARI VE GÖREVLERİ



Denilmiştir ki:

"Kadın, kocasının izni olmadan evinde kimseye bir şey yediremez. Ancak beklemekle bozulmasından korkulan yemekleri izinsiz verebilir. Kadın, kocasının izni ve rızası ile yedirirse kendisi de kocası gi­bi. sevap kazanır. Şayet kocasının rızası olmadan yedirirse, sevabı koca­sı kazanır ve kendisine de (izinsiz verdiği için) günahı kalır!(Ebû Dâvûd, 1688)

Erkek, hanımına tıpkı bir anne gibi nasihat ederek şu sözlerle en bü­yük hakkının ne olduğunu öğretmelidir: Kocana itaat et. Çünkü kocan se­nin hem cennetin ve hem de cehennemindir.



Bu konuda Resûlullah (s.a.v) şöyle buyurmuştur:

“Kocası kendisinden memnun olduğu hâlde vefat eden her kadın cen­nete girer.(Tirmizî, Rada 10)

''Resûlullah (s.a.v) zamanında adamın biri sefere çıkmıştı. Çıkarken de karısına, üst kattan alt kata inmemesini tembih etmişti. Kadının baba­sı alt katta oturuyordu ve hastalandı. Kadın, Resûlullah’a (s.a.v) birini gön­dererek alt kata inmek için izin istedi. Efendimiz (s.a.v) ona: “Kocanın sö­zünü tut diye haber görderdi. Daha sonra kadının babası vefat etti. Ka­dın tekrar Resûlullah’tan (s.a.v) izin istedi. Resûlullah (s.a.v) yine ona:

“Kocanın sözünü tut!” buyurdu. Kadının babasını toprağa verdiler. Daha sonra Resûlullah (s.a.v) kadına şöyle haber gönderdi:

“Kocanın sözünü tutman sebebiyle babanın günahları affedildi'(İbni Hacer, el-Metâlibu’l-Aliyye, No: 1616)



Resûlullah (s.a.v) şöyle buyurur:

“Kadın beş vakit namazını kılar, Ra­mazan orucunu tutar, namusunu muhafaza eder ve kocasına itaat ederse Rabb’inin cennetine girer.(Ahmed, Müsned, No: 1661;)

Bu hadis-i şerifte görüldüğü gibi, kadının kocasına itaat etmesi, İs­lam'ın temel şartları ile birlikte zikredilmiştir. Bunlar, bir kişinin cennete gi­rebilmesi için mutlaka yerine getirmesi gerekli şartlardır. Cennete girmek için de kocaya itaat şart olarak konulmuştur.



Hz. Resûlullah’ın (s.a.v) yanına bir kadın geldi, yanında iki de çocuğu vardı. Kadın bunlardan birini sırtına almış, diğerini de elinden tutuyordu. Rasûl-i Ekrem (s.a.v) onu böyle görünce takdirlerini şöyle ifade buyurdu­lar:

“Kadınlar çocuklarını karınlarında taşırlar, doğururlar ve onlara merha­met ederler. Bunlar bir de kocalarına eziyet vermeseler, namazlarını kı­lanlar cennete girerler.( İbnu Mâce, Nikah, 62)



Başka bir hadis-i şerif de şöyledir:

“Cehennem bana gösterildi; bak­tım, oradakilerin çoğunun kadınlar olduğunu gördüm. Cennet de bana gösterildi; kadınların orada çok az olduğunu gördüm. “Kadınlar nerede ?” diye sordum; bana: “İki kırmızı, yani altın ve zaferan onları cennete gir­mekten alıkoydu!” denildi.(Buhârî, Rikak, 16)

Resûlullah’ın (s.a.v), iki kırmızı ile kastettiği şeyler, kadınların ziynet­leri ile giydikleri süslü püslü parlak elbiselerdir. Arapların bunlara düşkün­lükleri herkes tarafından bilinen bir durumdur.



Bundan dolayı Resûlullah (s.a.v) kadınlara hitaben şöyle buyurmuştur:

“Takı ve ziynet eşyalarınızdan sadaka zekat verin, çünkü ben, cehen­nemliklerin çoğunun kadınlardan oluştuğunu gördüm.” Bunun üzerine ka­dınlar:

“Neden Ey Allah'ın Resûlü!” diye sordular; Efendimiz şöyle cevap ver­diler:
“Zira siz kadınlar çok şikâyette bulunuyor, kocalarınıza nankörlük edi­yorsunuz!(Buhârî, lydeyn 7)

Resûlullah (s.a.v) burada, kadınların kocalarına karşı geçimsizlikleri­ni dile getirmiş ve kocalarının sundukları nimetlere karşı nankörlük yap­maları sebebiyle bu tür kadınların cehennem ehlinden olduklarını ifade buyurmuşlardır. İşte bu sebeple hanım sahabiler içinden bir genç kız aya­ğa kalkarak: “Ey Allah'ın Resûlü! Ben hiç evlenmeyeceğim!” demişti. Bu konuyla ilgili rivayet şöyledir:



Ümmü Abdi'l-Muğniye Hz. Aişe validemizden şöyle rivayet eder:
Bir genç kız Resûlullah’a (s.a.v) gelerek dedi ki:
“Ey Allah'ın Resûlü! Bana dünür geldi, ben ise evlenmek istemiyorum. Kocanın hanımı üzerindeki hakkını bana bildirir misiniz? Efendimiz (s.a.v) şöyle buyurdu:
"Eğer kadın, tepeden tırnağa irin içinde olan kocasını dili ile yaiasa, yine de kocasına olan şükran borcunu yerine getirmiş olmaz!" Bunun üze­rine genç hanım dedi ki:
"Peki öyleyse evlenmeyeyim mi?” Efendimiz de buyurdu ki:
“Bilakis evlenmelisin, evlilik senin için daha hayırlıdır.(Bezzâr, el-Müsned, No: 1465)

Yukarıdaki bu hadis-i şerif, kocanın hanımı üzerindeki hakkına dair Has’am kabilesinden bir kadından rivayet edilen hadisin özeti mahiyetin­dedir.



İkrime (rah) Ibnu Abbas’tan (r.a) şöyle rivayet eder:

Has'am kabilesinden bir hanım Resûlullah’a (s.a.v gelerek şöyle dedi:
- Ey Allah'ın Resûlü! Benim kocam yok ve evlenmek istiyoruml Koca­nın hanımı üzerindeki hakları nelerdir? Resûlullah (s.a.v) buyurdular ki:
-Kocanın haklarından biri, deve sırtında iken dahi kocası kendisiyle birlikte olmak istese, kadının buna engel olmamasıdır.(Ebû Yalâ, el-Müsned, No: 2455)



Kocanın hanımı üzerindeki haklarını ifade eden kapsamlı bir hadis-i şerif de şöyledir:

Eğer birine Allahu Teala'dan başkasına secde etmesini emredecek olsaydım; kocanın hanımı üzerindeki hakkının büyüklüğünden dolayı ka­dının kocasına secde etmesini emrederdim.(Ebu Dâvud, Nikah, 41;)

Kocanın haklarından biri de, kadının, kocasından izinsiz evden bir şey vermemesidir. Eğer verirse, sevabı kocasının ve günahı da kendisinin olur.

Kocanın haklarından biri de, hanımın kocasından izin almadan nafile oruç tutmamasıdır. Eğer tutarsa sadece aç ve susuz kalmış olur, hiçbir se­vap kazanamaz.

Haklardan biri de, kocasından izinsiz evden çıkmamasıdır. Eğer çı­karsa; eve dönünceye kadar ya da tevbe edinceye kadar melekler o kadı­na lanet eder.

Kadın her gece kendisini kocasına sunmalıdır.”



Yine Resûlullah (s.a.v) şöyle buyurur:

“Kadının Rabb'ine en yakın olduğu yer, evinin en içi, en kapalı kısmı­dır. Kadının, evinin avlusunda kıldığı namaz mescitte kıldığı namazdan daha faziletli, evinde kıldığı namaz avluda kıldığı namazdan daha fazilet­li ve evin en iç kısmında kıldığı namaz evinin açık yerinde kıldığı namaz­dan daha faziletlidir.(Ebû Dâvûd, Salat, 53;)

Evin en iç kısmı, evin içinde kapı ile girilen ve dışarıdan görülmesi mümkün olmayan kısmıdır; çünkü kadın avrettir, yabancılar tarafından gö­rülmemesi gerekir. Yabancılar tarafından görülmemesinin en uygun ve en emniyetli yolu da evinde bulunmasıdır. Namazını evinde kılması kadın için daha faziletlidir.



Bu konuda Resûlullah (s.a.v) şöyle buyurmuştur:

“Kadın avrettir, dı­şarı çıktığı zaman onu şeytan karşılar/kendisini süslü gösterir.( Tirmizi, Rada 18,)



Başka bir hadis-i şerifte şöyle buyurulur:

“Kadında on avret vardır; ev­lendiği zaman bu avretlerden biri örtülür. Kadın öldüğü zaman, kabir bu on avretin hepsini de örter.’(Bkz:Taberani, el-Mucemu’l*Kebir, No: 12657;)

Koca, hanımına dinin emirlerini aykırı olmayan bir şey emreder de Kadın buna karşı çıkarsa, hanımına nasihat eder ve onu zorlayabilir. Ha­nımı kocaya muhalefete devam ederse, onu yatağında yalnız bırakır.



Alimlerden bazıları:

“Yatakta ona sırtını döner” der. Bazı alimler de: “Ha­nımını yatağında bir, üç ve yedi güne kadar yalnız bırakır; eğer bunlarla başarılı olmaz ve bunları umursamaz ise; hanımına hafifçe vurur” demiş­lerdir.

Alimler, buradaki vurmanın yaralamayacak ve iz bırakmayacak tarz­da hafif bir vurma olduğunu söylemişlerdir.

Bir kimse, dinin emirlerinden biri sebebiyle hanımına on günden bir aya kadar kızgın durabilir. Nitekim Resûlullah da (s.a.v) hanımlarından bazılarının söylediği sözler sebebiyle bir ay onlara kızgın kalmıştı. Bir de­fasında Zeyneb’in (r.a) evine bir hediye göndermiş, o da hediyeyi geri çe­virmişti. O anda Zeyneb’in evinde olan diğer bir hanımı, Efendimize (s.a.v): “Hediyeni iade etmekle seni kızdırmak istedi” dedi. Efendimiz de (s.a.v):

“Bu yaptığınızla Allah katında çok basit bir hâle düştünüz” buyurdu ve daha sonra hanımlarının hepsine bir ay süreyle kızgın kaldı.


KOCANIN AİLESİNE KARŞI VAZİFELERİ



Kocanın, ailesine yaptığı harcamada çok sıkı davranması uygun de­ğildir.



Bu konuda Resûlullah’ın (s.a.v) şöyle buyurduğu rivayet edilmiştir:

“Sizin hayırlılarınız, ailesine karşı en hayırlı davrananızdır.(Tirmizî. Menâkıb 85)

Hz. Ali'nin (k.v) dört hanımı vardı. Hanımlarından her birine dört gün­de bir dirhemlik et satın alırdı.



Hasan-ı Basrî der ki: “Onlar bir yerden bir yere kafile ile giderken yi­yecekleri bol olurdu; ev eşyaları ve elbise yönünden ise birbirlerine yakın durumda idiler.”



ibnu Şîrîn (rah) şöyle der:



"Erkeğin her ay ailesiyle ilgilenmesi müstehaptır."

Koca, ailesinden zuhur eden ufak tefek hatalara, ağızdan kaçan söz­lere sabır göstermelidir. Ailesine karşı yumuşak ve şefkatli davranmalı, kaba ve sert olmamalıdır.



Bu konuda bir hadis-i şerifte şöyle buyurulur:

"Kadın, erkeğin eğri olan kaburga kemiğinden yaratılmıştır. Onu düm­düz etmeye kalkarsan kırarsın. Kendi hâline bırakırsan eğri olarak kalır ve ondan istifade edersin.(Buhari,Nikah 79)



Bu hadis-i şerifin Hasan'dan gelen rivayetinde: "Onu kırmak, boşamaktır'' lafzı da bulunmaktadır.



Hz. Resûlullah’ın (s.a.v) hanımları bazen Efendimizin sözlerine karşı­lık verir, Efendimiz de akşama kadar gün boyunca onlara dargın kalırdı. Bir defasında hanımlarından biri kendisini göğsünden itmiş, bundan dola­yı bu hanımı annesi azarlamıştı. Hazret-i Peygamber de kayın-validesine;

“Bırak onu, onlar bana bu gördüğünden daha fazlasını da yapıyorlar!" de­mişti.(Zebîdî, ithaf, 6/139)

Hazret-i Peygamber (s.a.v) ile Hz. Aişe (r.ah) validemiz arasında bir münakaşa cereyan etmişti. Bu esnada Hz. Ebu Bekir (r.a) içeri girdi. Ara­larında geçen hadiseye onu hakem tayin ettiler. Resûlullah (s.a.v) hanımı­na: “Sen mi konuşmaya başlayacaksın yoksa ben mi önce konuşayım?” diye sordu. Hz. Aişe validemiz de: “Hayır, önce sen konuş; fakat sadece hakkı söyle!” dedi. Bunun üzerine Hz. Ebu Bekir (r.a) onun ağzının üzeri­ne öyle bir tokat attı, ağzını kanattı; ona: “Ey nefsinin düşmanı! Resûlul­lah haktan başka bir şey söyler mi hiç?" diyerek kızına çıkıştı. O Hz. Resûlullah’a (s.a.v) destek olmak maksadıyla böyle yapmıştı. Aişe validemiz hemen Efendimiz'e sığınarak onun arkasına sindi. Efendimiz (s.a.v) Ebu Bekir’e: “Seni bunun için çağırmamıştık! Senden böyle yapmanı isteme­miştik!” buyurdular.

Yine Hz. Aişe validemiz, kızgın olduğu bir defasında Resûlullah’a (s.a.v): “Peygamber olduğunu iddia eden sen misin?" demiş, Efendimiz (s.a.v) de rahmeti ve şefkati ile ona tebessüm edip geçmişti.



Resûlullah (s.a.v) bir defasında Hz. Aişe validemize şöyle demişti:
“Ben senin bana kızdığın ve benden razı olduğun zamanları biliyorum!" Aişe validemiz: 'Bunu nereden anlıyorsunuz? diye sorunca; Efendimiz (s.a.v):
Benden râzı oldun mu bana: “Hayır, Muhammed'in Rabbine yemin olsun !'' diyorsun. Bana öfkeli olunca: “Hayır !é İbrahim’in Rabbine yemin ol­sun !" diyorsun buyurdu. Hz. Aişe validemiz de:
“Doğru söylüyorsun, Ey Allah'ın Resûlü! Ben (kızgın olduğum zaman) sadece senin adını terk ederim? dedi."(Buhari,Nikah,108)

Resûlullah (s.a.v), bazı zamanlar hanımları ile şakalaşır; davranış ve ahlak yönünden onların anlayabilecekleri seviyeye göre hareket ederdi. Bir haberde rivayet edildiğine göre; Resûlullah (s.a.v), insanlar arasında hanımları ile en çok şakalaşan biriydi.



Lokman Hekim şöyle derdi:

“Akıllı kişi evinde ve ailesinin yanında ço­cuk gibi; dışarı insanların arasına çıktığı zaman da erkek gibi davranan kimsedir!



Yukarıda nakledilen sözün tefsiri mahiyetinde şöyle denilmiştir:

“Allahu Teala, kendini beğenen kibirli ve kaba kimselere buğzeder.(Hadisin benzer lafızlarla rivayeti için bkz: Buhârî, Edep, 61, Eyman, 9; Müslim, Cennet, 46.)

Bundan maksat; aile halkına karşı sert davranan ve kibirli olan kimse­dir.

“Kaba, sonra da kötülükle damgalı olan var ya(kalem,13) ayet-i kerimesinin bir manası da; ailesine ve idaresi altında bulunanlara karşı kötü sözlü ve katı kalpli olan kişidir.



Bu konuda gelen bir rivayet şöyledir:

“Allahu Teala'nın nefret ettiği kıskançlık, herhangi bir şüphe ve leke olmadığı hâlde kişinin ev halkına karşı kıskanç olmasıdır. (Ebu Davud, Zekat, 66)

Bu davranış, sanki Allahu Teala'nın ve Resûlullah’ın (s.a.v) yasakla­mış olduğu kötü zan içine girmektedir.



Hz. Ali’nin (k.v) şöyle dediği rivayet edilir:

“Ailene karşı aşırı derecede kıskanç olma; sonra bundan dolayı onu kötü işler yapmakla suçlarsın!”

Yeminle söylüyorum! Erkeğin hanımını kıskanmasının da bir sınırı vardır. Kişi bu sınırı aştığı zaman görevinde kusurlu ve hakkı çiğnemiş olur!



Hasan-ı Basrî (rah) şöyle derdi:

“Kadınlarınızı güçlü erkeklerin arasın­da sıkışmaları için mi çarşılara gönderiyorsunuz! Allahu Teala, kadınları­nı kıskanmayanların yüzünü karartsın!”


KADINLARIN DIŞARI ÇIKMASI



Abdullah b. Ömer (r.a) Resûlullah’ın (s.a.v) şöyle buyurduğunu riva­yet eder:

*Allah'ın kadın kullarını mescitlere gitmekten alıkoymayın.(Buhâri, 2/80)



Abdullah b. Ömer (r.a) bu hadis-i şerifi nakledince, oğullarından biri­si: “Hayır, vallahi kadınları mescitlere gitmekten men edeceğiz!” dedi. Bu­nun üzerine Abdullah (r.a), oğluna vurdu ve kızarak şöyle dedi:
“Sen beni dinlesene; ben sana “Resûlullah (s.a.v) kadınlara mani ol­mayın!” dedi diyorum, sen ise: “Hayır vallahi onlara mani olacağız!” diyor­sun! Halbuki Allahu Teala: “Allahu Teala her şey için bir ölçü koymuş- tur!.(Talak,3) buyuruyor.



Ehl-i hikmetten biri şöyle der:

“Bir hususta aşırı gidip sınırı aşan kişi, tıpkı o işi ihmal edip eksik yapan gibi kınanır."

İffet sahibi hür kadınlar ihtiyaçları için çıkmak zorunda olduklarında bunları gidermek için dışarı çıkabilirler.



Bunun için Resûlullah (s.a.v) şöy­le buyurmuştur:

“Siz kadınların dışarı çıkmasına izin verildi. Ancak, sadece ihtiyaçla­rınızı yerine getirmek için.(Buhari,Nikah 115)

Aynı şekilde kadınlar bayramlar için de dışarı çıkabilirler. Resûlullah (s.a.v) zorunlu ihtiyaçları için hanımlarına genel olarak izin vermişti. Ancak onlar, Resûlullah’ın (s.a.v) izni olmadan ve rızasını almadan dışarı çık­mazlardı. Kadın, mecbur kaldığı durumlar dışında, yani dışarı çıkmadan ihtiyacını gideremeyeceği haller dışında çıkmamalıdır.



Resûlullah (s.a.v) bir gün kızı Fatıma’ya (r.ah):

“Kadın için en hayırlı olan nedir?’ diye sordu; Hz. Fatıma (r.ah): ‘Onun yabancı bir erkeği ve yabancı bir erkeğin de onu görmemesidir” de­bi; bu cevap üzerine Resûlullah (s.a.v) kızını kucakladı ve: “Fatıma ben­den bir parçadır!” buyurdular.(Bezzâr, Müsned, No:1405)

Sahabe-i Kiram, kadınların dışarıdan görülmemesi için evlerinin du­varlarındaki delik ve çatlakları iyice kapatırlardı. Rivayet edildiğine göre; Muaz b. Cebel (r.a) duvardaki delikten dışarıyı gözetleyen bir kadın gör­müş ve ona vurmuştur. Yine, hanımı bir hizmetçi çocuğa birazını yediği el­mayı verdiği için de ona vurmuştur.



Ömer b. el-Hattâb (r.a): “Kadınların örtülerini çıkarmamaları konusun­da onlara tembihte bulunun ve dikkat edin!” derdi.



Yine şöyle derdi: “Kadınlarınızı isteklerine karşı hayır demeye alıştı­rın!"



Hz. Ömer (r.a), bazen evinde bir konuda söz söyler, hanımı da ona bazı sözlerle karşılık verince, ona şöyle derdi: “Senin görevin bu konular­da söz söylemek değili Sen şöyle evinin bir kenarında otur. Sana bir ihti­yacımız olduğunda söylersin, değilse susman gerekir”


HANIMIN SIKINTILI HÂLLERİNE SABRETMEK



Erkek, ailesinin kötü sözlerine tahammül eder ve ondan gelen ezaya sabır gösterirse, hanımıyla iyi geçinmeye çalışmasından dolayı sevap ka­zanır. Muhammed b. el-Hanefiyye (rah) şöyle derdi: “Beraber yaşamak zorunda olduğu kişi ile, Allahu Teala kendisine bir kurtuluş ve çıkış yolu gösterinceye kadar güzel bir şekilde geçinmeyen kişi, hikmet ehlinden de­ğildir.”

Eğer kadın sivri dilli, her şeyi kabullenmeyen, cehaleti derin ve çok fazla eza veren birisi ise; ondan boşanmak iki tarafın da dinlerinin selame­ti, dünya ve ahirette kalplerinin rahat etmesi bakımından daha hayırlı olur.



Adamın biri Resûlullah’a (s.a.v) gelerek hanımının dilinin bozuk oldu­ğundan şikayette bulundu. Efendimiz (s.a.v) de: “Öyleyse onu boşa!” bu­yurdular. Adam: “Ama onu seviyorum!” deyince, Efendimiz (s.a.v): “O hâl­de yanında tut!” buyurdu.

Bu kişinin hanımına olan sevgisinden dolayı, boşadığı takdirde dü­şüncesinin dağılmasından endişe duydu; çünkü kişinin himmetinin ve dü­şüncelerinin dağılması bedenin çektiği ezadan çok daha büyük acı verir.

“Açık bir fuhuş yapmadıkça kadınları evlerinizden çıkarmayın, onlar da çıkmasın.(Talak 1)

ayet-i kerimesiyle ilgili olarak İbnu Mesud (r.a) şöyle der:

“Bir kadın ailesine ve kocasına çirkin söz söyler ise, fuhuş yani çirkin bir iş yapmış olur.” Ancak buradaki ayette bahsedilen durum, kadın bo­şandıktan sonra iddet beklediği zaman için söz konusudur; çünkü Allahu Teala şöyle buyurmaktadır:

*Varlık durumunuza göre siz nerede oturuyorsanız onu da orada otur­tun.(Talak,6)



Bu ayet-i kerime:

“İddeti sayın ve onları evlerinden çıkarmayın.(Talak 1)ayetinden başlayarak aynı konuyu, yani kadının iddet bekleme konusu anlatmaktadır.

Bu ayetlere bakarak bazıları boşanmanın yasaklandığı görüşüne ka­pılmışlardır. Bu görüş, ayetlerin öncesine ve sonrasına bakmadan, asıl maksadı dışında yanlış yorumlamanın sonucudur. Boşanma mubahtır; ancak boşanma makul bir sebebe dayanmıyor ise mekruhtur.



Bu konuda rivayet edilen bir hadis-i şerifte şöyle buyurulur:

"Allahu Teala’nın, helal kıldıkları arasında en hoşlanmadığı şey, bo­şamadır!(Ebu Davud, Talak 3)

Kadın, Allah'ın koyduğu sınırlara uyamamaktan ve kocasının hakları­nı yerine getirememekten korkarsa; kocasının kendisini boşaması için fid­ye vermesinde (ayrılmak için ona mal teklif etmesinde) bir sakınca yoktur. Ancak bu fidyenin erkeğin mehir olarak ödediğinden daha fazlasını alma­sı mekruhtur.



Konuyla ilgili ayet-i kerimede Allahu Teala şöyle buyurur:

"Eğer erkek ve kadının, Allah'ın sınırlarında duramayacaklarından korkarsanız; o zaman kadının (ayrılmak için) verdiği fidyede (hakkından vazgeçmesinde) ikisine de bir günah yoktur.(Bakara 2/229.)

İşte alimlerin çoğunluğuna göre caiz olan “Hul“ budur. Bir kadının, ko­casından kendisini boşamasını istemesi veya rızası olmadan mal karşılı­ğında boşanma talebinde bulunması, helal değildir.



Bu konuda Resûlullah (s.a.v) şöyle buyurur:

“Hangi kadın, makul bir sebep yokken kocasından kendisini boşama­sını ister ise, cennetin kokusunu alamaz!(Ebu Dâvud, Talak, 18;)Yine, bu tabiattaki kadınların münafık yapılı olduklarını haber vermiş­tir.( Ebû Dâvûd, Talak, 3.)

Geçimsizlik bazen her iki taraftan da olabilir. Ancak, kadında bir ge­çimsizlik ve serkeşlik görüldüğünde kocasının ona vurmasına izin veril­miştir. Koca tarafından bir geçimsizlik görüldüğünde ise; aralarının düzel­tilerek barıştırılması tavsiye edilmiştir.



Bu konuda Allahu Teala;

“Barış da­ima daha hayırlıdır!(Nisa 4/128.) buyurmaktadır.

“Nüşûz” (geçimsizlik); aslında eşlerden birinin böbürlenip diğerinin üs­tüne çıkması ve ona cefa etmesi, birbirleriyle uyuşamadıkları için farklı yol tutup birbirlerinden uzaklaşmalarıdır. Bu durumda birisi çirkin sözler söy­lerken, diğeri de ona eza verir. Ya da onu yalnızlığa terk eder. Bu durum­da, erkeğin ailesinden bir hakem ve kadının ailesinden de bir hakem tayin edilerek; iki tarafın karşılıklı olarak dinlenmesi suretiyle adil bir şekilde ba­rıştırmalarına çalışılır. Hakemler tarafların ayrılmalarının daha hayırlı ol­duğuna hükmederlerse; Allahu Teala her ikisini de yoksulluktan kurtara­cağını vaad ederek şöyle buyurmuştur:

*Eğer eşler ayrılırlarsa, Allah bol nimetiyle her ikisini de zengin eder (diğerine muhtaç eylemez).(Nisa 4/130.)



Tıpkı evlendiklerinde yoksulluktan kurtarmayı vaad ettiği şu ayet-i ke­rimede olduğu gibi:

İçinizden bekarları, köle ve cariyelerinizden iyileri evlendirin. Eğer yoksul iseler, Allah lütfü ile onları zengin eder.(Nur 24/32.)

Yoksulluktan ve ihtiyaçtan kurtulma ise mal ile olduğu gibi; Allahu Te- ala'nın kendilerine bahşettiği gizli lütuflar ile, eşlerden her birinin diğerine muhtaç olmaktan kurtulması yoluyla da olabilir!



Resûlullah (s.a.v) şöyle buyurur:

“Şu üç kimsenin duası kabul edilmez: Kötü huylu bir hanımı olup, Al- lahu Teala boşama yetkisini kendi eline verdiği ve dilediği takdirde boşa­yabilecek iken, “Allahu Teala beni senden kurtarsın!” diyen erkek, kötü huylu hizmetçi ve kötü komşu!(Bkz: Buhari, Tefsir-Kalem suresi, 1;)

Kişi, ailesiyle güzel geçinmeli, onların haklarını yerine getirmeye dik­kat etmelidir.



Bu konuda Allahu Teala şöyle buyurur:

Eğer size itaat eder­lerse artık onların zararına (boşamak için) başka bir yol aramayın.(Nisa 4/34.) bu­yurmuştur.

Yani, eğer size itaat ediyorlarsa, onlardan ayrılmak, onlarla davalaş­mak ve kötülüklerini istemek için başka yollara girmeyin! İşte bu davranış; iman davetine kulak vermiş mutmain nefislere yakışan bir davranıştır. Mü­minlerin ahlakına yakışanı da, bu durumdaki hanımlarına karşı candan ve merhametle yaklaşmalarıdır.



Nitekim Allahu Teala Kur’an-ı Kerîm'de, kişinin ailesiyle güzel bir şe­kilde geçinmesini, tıpkı kişinin ana-babasıyla güzel geçinmesine benzet­mektedir. Ana-baba hakkında şöyle buyurur:

Onlarla (ana-babanla) dünyada iyi geçin.(Lokman 31/15.)



Kadınlarla geçinme hakkında ise şöyle buyurur:

Onlarla (kadınlarla) iyi geçinin.(Nisa, 4/19.)

İslam dini, erkeklerin hanımları üzerinde hakları olduğu gibi kadınla­rın da kocaları üzerinde hakları bulunduğunu şu özlü ayet-i kerime ile bil­dirmektedir:

Erkeklerin kadınlar üzerinde bulunan hakları gibi, kadınların da er­kekler üzerinde hakları vardır.(Bakara 2/228.)



Kadınların en büyük hakları hakkında şöyle buyurulur:

“Onlar (kadınlar) sizden sağlam bir söz almışlardı.(Nisa 4/21.)
“... ve yanınızdaki arkadaşa iyilikte bulunun... (Nisa 4/36.)

Burada kastedilen, kişinin yanındaki hanımıdır.

Ayrıca Resûlullah’ın (s.a.v) vefatından önce ashabına tavsiyede bu­lunduğu ve sesi kısılıncaya kadar tekrar ettiği üç tavsiye arasında kadın­lara iyi davranma konusu da vardı.



Efendimiz şöyle buyurmuşlardı:

-“Namaza dikkat edin, namaza dikkat edin. Elinizin altında bulunan hizmetçilere de dikkat edin; güç yetiremeyecekleri şeyleri onlara yükleme­yin. Kadınlar hakkında Allah'tan korkun. Kadınlar hakkında Allah'tan kor­kun.Onlar sizin yanınızda esir gibidir. Siz onları Allah'a söz vererek aldı­nız ve Allah'a söz vererek namuslarını kendinize helal kıldınız!(Ebu Dâvud, Edeb, 134)



-Adamın biri Resûlullah (s.a.v)’e gelerek: “Kadının kocası üzerindeki hakkı nedir?” diye sordu; Efendimiz (s.a.v) şöyle buyurdular:“Kendisi yediğinde ona da yedirmesi, kendisi elbise aldığında hanımı­na da elbise alması, suratını asmaması ve evinin dışında onu yalnız bı­rakmamasıdır.(Ebu Dâvud, Nikâh, 42;)



EVLİLİKLE İLGİLİ İLİMLERİ ÖĞRENMEK 



Evlenmek isteyen kişinin, kadının muhtaç olduğu iyi geçinme, hakla­rını yerine getirme, güzel şekilde idare etme ve karşılıklı olarak anlaşabil­me gibi konuları öğrenmesi gerekir. Allahu Teala'nın kadınlara neleri em­rettiğini ve kocanın hanımı üzerindeki haklarının ne olduğunu öğrenip hakkıyla yerine getirebilmesi için, öğrendiklerini hanımına da öğretmesi gerekir.

Kadın, erkeğin yetkisinde olan işlerden hiçbirini kendi uhdesine alıp sahip olamaz; çünkü Allahu Teala, bu işleri erkeğin yetkisine vermiştir. Eğer kişi hevasına uyarak Allahu Teala'nın hikmeti gereği yaptığı bu dü­zenlemeye müdahale edecek olursa, iş sonra kendi aleyhine döner. Böy­le yapan kişi, sanki düşmanı olan şeytana itaat etmiş ve şu ayet-i kerime­de anlatılan duruma göre davranmış olur:

“(Şeytan) şüphesiz onlara emredeceğim de onlar Allah'ın yarattığını değiştirecekler (dedi). (Nisa 4/119.)



Yine Cenab-ı Hak şöyle buyurur:

“Allah'ın geçiminize vasıta kıldığı mallarınızı aldı ermezlere (sefihlere) vermeyin.(Nisa 4/5.)

Burada aklı ermezler ile kastedilenler reşit olmayan çocuklar ile ka­dınlardır.



Nitekim bu manada Resûlullah (s.a.v) şöyle buyurur:

Hanımına kul olanlar yûz üstü sürünsün.(Hadisin meşhur olan rivayeti: (“Taparcasına altına, gümüşe, kumaşa gönül verenler helak ol­dular." şeklindedir. Bkz: Buhari, Rikak, 10)

Çünkü hanımının arzusuna göre hareket edenler asla perişanlıktan kurtulamazlar. Böyle yapan kişi, Allahu Teala’nın kendisine lütfettiği nime­te karşı nankörlük etmiş olur.

Allahu Teala, erkeği kadının efendisi kılmıştır.



Şu ayet-i kerimeden bu husus açıkça anlaşılmaktadır:

“Kapının yanında kadının efendisine rastladılar.(Yusuf,25)

Bu ayet-i kerimede, kadının kocası için “kadının efendisi” ifadesi kul­lanılmıştır. Bu da, erkeğin hanımının efendisi olduğuna işaret etmektedir.


KONTROL VE GÜZEL GEÇİM



Hasan-ı Basrî (rah) şöyle der: “Bugün, hanımının her dediğine itaat eder bir duruma gelmiş olan kişi, mutlaka yüz üstü cehenneme atılır!”

Erkek hanımını belli şeylere alıştırmamalıdır. Bu yolla kadın kendisine karşı daha cüretli olur ve kendisinden alışmış olduğu şeyleri istemeye kal­kar. Kadının durumu, nefsin ahlaki yapısı ile benzer yapıdadır. Dizginlerini gevşettiğin zaman azgınlaşır, itaatten çıkar. Sen dizginlerini bir karış salı- versen, o seni bir adım öteye çeker. Eğer dizginlere sarılır ve sıkı tutarsan, ona sahip olursun ve belki de gönüllü olarak sana itaat eder hâle gelir.



imam Şâfiî (rah) şöyle derdi: “Şu üç kesime değer verip yüceltirseniz onlar size gereken hürmeti göstermezler; fakat onlara fazla yüz vermez­seniz size değer verirler. Bunlar, kadın, hizmetçi ve Nabatlılardır.”



Arap kadınları kızlarını evlendirecekleri zaman şu şekilde kocalarını denemelerini kızlarına öğretirlerdi:

Yavrucuğum! Zifafa girmeden önce ko­canı dene! Mızrağının dipçiğin çıkar. Eğer buna ses çıkarmaz ise, kalka­nında et döversin. Şayet bunu dabir şey demezse, kılıcıyla kemik kırarsın. Buna da sabır gösterirse, sırtına semeri vurup üzerine binersin; çünkü o tam bir eşektir!”



Arapların hikmet ehli zatlarından Esma b. Hârice el-Fizârî,642 evlenip zifafa girecek olan kızına şu öğütlerde bulunur:

“Yavrucuğum! Eğer, annen hayatta olsaydı o seni benden daha iyi terbiye edebilirdi. Annen olmadığı için, şu anda seni benden daha iyi ter­biye edecek kimseyi bulamazsın!

-Söyleyeceklerimi iyi dinle:

Artık doğup büyüdüğün yuvandan çıktın, hiç tanımadığın birinin hayat arkadaşı oldun!

Sen ona yer yüzü gibi ol; o da sana gökyüzü gibi olsun!
Sen ona istirahat yeri ol; o da sana direk olsun!
Sen ona cariye ol; o da sana köle olsun!
Bir şey isterken çok ısrarcı olma ki, sana kızmasın.
Ondan fazla uzak kalma ki, seni unutmasın!
Sana yaklaştığında sen de ona sokul!
Senden uzak durduğunda sen de belli bir mesafede dur!
Onun burnunu, kulağını ve gözünü kötü şeylerden koru.
Kocanın burnu senden sadece güzel kokular koklasın, kulağı sadece
güzel sözler işitsin ve gözü sana baktığında sadece güzellikler görsün!”



-Şairin biri hanımıma şöyle der:

Kusurlarımı görme ki devam etsin muhabbetim.

Öfkelendiğim zaman konuşup sınırı aşma sakın.
Bir işin aslını öğrenmeden beni tefe koyma,
İç yüzünü bilmediğin şeyi anlayamazsın.
Fazlaca şikayetçi olarak nefsinin hevasına uyma,
Sebep olursun kalbimin dönmesine; kalp hep değişir!
Kanaatim odur ki, muhabbet ve eza bir araya gelse eğer,
O kalpte muhabbet barınamaz, çıkar gider.



Araplardan biri de oğluna şu tavsiyelerde bulunur: “Şu altı sınıf kadın ile evlenme: Fazla inleyen, fazla minnet eden, fazla şefkatli, keskin bakış­lı olan, çok berrak olan ve çok konuşan kadın!”



Bu sözün açıklaması şöyledir:Fazla inleyen kadın; çoğunlukla kişinin başına bela olur. İnlemesi, sız­lanması ve şikayetleri hiç bitmez.

Fazla minnet eden kadın; kocasını hep minnet altında bırakır. “Sana şunu yaptım, bunu yaptım, şöyle yapacağım, böyle yapacağım...” der durur.

Fazla şefkatli kadın; iki yüzlü olur. Başka birinden olan çocuğuna da­ha şefkatli olur. Daha önce evlendiği kocasına karşı sevgi ve şefkat gös­terir.

Keskin bakışlı kadın; keskin bakışları ile gördüğü her şeye yönelir ve her şeyi almak ister. Canının istediği her şeyi alması için kocasına baskı yapar. Çoğu zaman erkekler keskin bakışlı kadının dikkatini çeker, tıpkı aynı durumdaki bazı erkeklerin gözlerinin kadınlara takıldığı gibi!

Çok berrak kadın, iki manaya gelebilir.



Birincisi; yemek konusunda huysuz olan, sayılarının azlığı sebebiyle veya ahlakının kötülüğü sebebiy­le herkesin gözüne batan kimse demektir. Yemek konusunda huysuz olan kadın, şerrinden dolayı neredeyse tek başına yemek yer. Ayrıca diğer bü­tün konularda bunun payı müstakil olarak ayrılıp verilir. Bu kelimenin bu anlamda kullanılışını Yemenlilerden öğrenmekteyiz. Onlar bir kadına ve­ya çocuğa kızdıklarında, tek başına yemek yemesi anlamında (barikal- mer’etü, barikas-sabiyyu) derler.

İkinci anlamı; kadının yüzündeki parlaklığın fazla olması demektir. Yüzündeki bu güzellik ve parlaklıkla sürekli gösteriş yapar.

Çok konuşan kadın ise; fazla sözlerle kafa şişirir, sivri dilli ve ağzı bo­zuk olur.



Bu konuda nakledilen bir rivayette şöyle denilir:

“Allahu Teala, sözü uzatarak konuşan geveze kimselere gazap eder.(Bkz: Tirmizi, Birr, 71;)



Yine bu konuyla ilgili şöyle bir kıssa anlatılır: Ezd kabilesinden gezgin biri, seyahatlerinden birinde İlyas (a.s) ile karşılaşır; o kendisine evlenme­yi tavsiye eder, bunun daha hayırlı olduğunu söyler, bekarlıktan uzak dur­masını öğütleyerek şöyle der:

“Şu dört kısım kadın ile evlenme, bunların dışındakilerle evlenebilir­sin. Bunlar; fidye vererek boşanan kadın, övünen kadın, zina eden kadın ve üstünlük taslayan kadın!"'

Fidye vererek kocasından boşanan kadın; boşanma için meşru bir se­bep olmadığı ve kocası kendisini sevdiği hâlde kocasına para veya mal teklif ederek kendisini boşamasını isteyen kadındır.

Övünen kadın; kocasından dünyalık şeyler isteyen, dengi olan kadın­ların övündükleri gibi, onlara karşı övünmek için kocasından daha başka şeyler isteyen kadındır.

Zina eden kadın; günahkar kadındır. Bilinen bir erkek ile veya gizli dost ile ilişkileri olur. Şu ayet-i kerimede belirtildiği gibi:"... gizil dost da tutmamaları şartı İle...
Üstünlük taslayan kadın; söz ve davranışları ile kocasına karşı haddi aşan ve üstünlük taslayan kadındır.



Hazret-i. Ali (k.v) şöyle derdi: “Erkeklerin en kötü kabul ettiği şu has­letler, kadınlar için en hayırlı hasletlerdir; cimrilik, kendini beğenme ve kor­kaklık!“

Çünkü, kadın kendisini beğendiği zaman kendisiyle konuşmak iste­yen erkeklere yüz vermez. Korkak olduğu zaman da her şeyden uzak du­rur; evinden dışarı çıkmak istemez.



Ebu Talib el Mekki - Kalplerin Azığı,cild:4(Semerkand Yayınları)

Devamını Oku »

Darb / Dövmek: Aileyi Kurtaran Tedbir mi? Ailede Huzuru Bozan Şiddet mi?

Darb / Dövmek: Aileyi Kurtaran Tedbir mi? Ailede Huzuru Bozan Şiddet mi?


Bazı olaylar üzerinden ailede şiddet meselesi, yazılı ve gör­sel medyada çok sık şekilde ele alınmaya başlanmıştır. Özellikle vahşice katledilen kadınların hüzün bırakan hatıraları sebebiy­le hassasiyet arz eden bir konunun tartışılması, buna bir çözüm bulunması acil bir konudur. Sırf 2014 Nisan ayının ilk on günü içinde her gün bir kadın öldürülmüştür. Bunu insanlıkla bağ­daştırmaya imkân yoktur. Dolayısıyla ailede şiddet konusunun gündemde tutulması, sorunun topluma mal edilmesi açısından olumlu olmakla birlikte bunun aileyi şiddetle özdeşleştirecek biçimde sunulması bilinçli ya da bilinçsiz olarak aileden kaçışı teşvik etmekte, evlenecek genç kız ve erkekleri korku ve endişeye sevk etmektedir. Bunun dışında şiddet olgusunun daha çok aile ile sınırlandırılarak yansıtılması, toplum katmanlarındaki diğer şiddet hadiselerini perdelemektedir. Bu tutum şiddetle kapsamlı biçimde mücadelede ciddi bir engel oluşturmaktadır. Oysa ülke­mizde cahiliye toplumunu hatırlatan şiddet olaylarının çok ko­lay şekilde işlenebildiği dikkate alınırsa konuyu toplumsal sorun olarak ele almak ve ona göre tutum belirlemek bir zorunluluk olarak görülebilir.

Son zamanlarda bireysel silahlanmada, dövüş sporlarına ilgide bir artış gözlemlenmektedir. Hatta gençlerin dinlediği müzik parçalarında bile bir hayli şiddet vurgusu bulunmakta­dır. Bunun yanında basit sebeplere bağlı olarak son derece ağır ve telafi edilemez sonuçları olan şiddet olayları yazılı ve görsel medyada haber olarak yer almaktadır. Mesela tarla veya bahçe­de sınır kavgalarında, su nöbeti ile ilgili ihtilaflarda, trafikte yol verme ya da vermeme kavgasında, bir ağacın kime ait olduğu­nun belirlenmesinde, hayvan otlatma tartışmalarında, park yeri ve pazar yerini paylaşamamada, seçimlerde, öğrenci-öğretmen, hasta-hekim, memur-âmir vs. arasındaki tartışmalarda birçok insanımızı kaybettiğimiz vakalar yaşıyoruz.

Örnek kabilinden zikredilen bu tür olayları çoğaltmak müm­kündür. Bunların tekrarlanması da son derece kolay gözükmek­tedir. O zaman şiddeti sadece aile ile sınırlı tutmak yerine, onu toplumsal bir sorun olarak ele alıp sebep ve sonuçlarını tespit ederek uygun çözümler üretilebilirse sağlıklı bir sonuca varma imkânı olur. Şiddet “öğrenilen bir tepki ve saldırganlık” olduğu­na göre kaynağına inmeden, dinamiklerini analiz etmeden, onu oluşturan kültürel ortamı ele almadan çözülmesinin mümkün olmadığını da bilmek gerekir. Çünkü şiddet, bir rahatsızlık ve engellenme durumuna verilen sertliği ifade eder. Şiddete sebep olan faktörleri izah etmeden, sonuçlar üzerinden onu anlamaya çalışmak temel bir yanılgıdır. Dolayısıyla bir sonuç olarak şidde­ti gündeme almak yerine sebeplerini ele almak daha sağlıklı bir yoldur. Ancak bu sayede kalıcı ve kapsamlı bir sonuç üretilebilir.

Bugün sadece ekonomide değil bütün ilişkilere rekabetin hâkim olmasıyla şiddetin yaygınlaşmadığı ya da yürümediği alan kalmamıştır. Niçin?

“Allah’ın emir ve yasaklarına saygı, yaratıklarına şefkati” ahlakın tanımı olarak belirleyen merhamet merkezli medeni­yetin göz kamaştıran Müslüman toplumuna ne oldu da bütün ilişkilerine şiddet yön vermeye başladı?

Kış günü yiyecek bulamayan yırtıcı hayvanlara yiyecek vermek, yuvasız kuşlara yuva yapmak, yaralı hayvanları tedavi etmek, yerdeki balgamı közlü küle alıp mikrop yaymasını en­gellemek, genç kızlara çeyiz hazırlamak, yolcuya kervansaray yapmak, yolda kalmışa hakkını vermek, bardağı kıran hizmetçi kızın ev sahibesinden azar işitmemesi için onu ödemek üzere va­kıflar kuran şefkat medeniyetinin insanlarına ne oldu da şiddeti yaygınlaştırmaktadır?

Haksız şekilde kendisine savaş açan düşman askerinin esir olarak eline düştüğü hâllerde bile kendi yiyeceğini-içeceğini ve­ren, elbisesi yoksa elbise bulan, barınak sağlayan, bunları bula­mamışsa kendininkilerini veren ve bunun için bir teşekkür bile beklemeyen(İnsân (76), 8-12.) insanlar ne oldu da dünyaya sığamaz hâle geldi ve kendi kardeşlerine amansız bir düşman kesildi?

Ticari ve ekonomik hayatta neden insanlarımız vahşi bir re­kabet içine girdi? “Ben siftahımı yaptım, alacağını komşumdan satın al.” diyerek ahilik kültürünü yücelten kanaatkârlar, ne oldu da hastane karşısındaki üç dükkânı da kiralayıp birisinde ecza­cılık yapıp diğer ikisini başkası gelip kendisine rakip olmasın diye boş tutan insanlara dönüştü?

Spor müsabakaları bile neden savaş havasında cereyan et­mektedir?

Neden bütün hayatımız artık kameraların kontrolü altına girdi?

Neden kendi güvenliği için gecesini gündüzüne katan ve insanların huzuru için kendi hayatını tehlikeye atan güvenlik güçleri bile şiddete maruz kalmakta hatta kendisini koruyamaz hâle gelmekte ve daha da kötüsü bunun bir hak olduğu iddia edi­lebilmektedir?

Topluma hizmet veren araçlar, neden yakılmakta ve par­çalanmaktadır? Ya da topluma hizmet veren kamu araçlarının mesela bir belediye otobüsünün koltuğuna yazılan yazılar ya da jiletlenen koltuklar neyi ifade etmektedir? Umuma hizmet veren tuvaletlerin kapılan ve duvarları neyi anlatmaktadır?

Neden karıncayı incitmeyen bu insanlar, artık şiddeti bir ya­şam biçimi olarak benimsemektedir?

Bu sorulan çoğaltmak mümkündür. Bütün bu şiddet görün­tüleri ortada iken sadece kadına şiddet konusunu de almak so­runun çözümü için ciddi engeldir.

Toplumsal şiddetin bütün yükünü aile üzerinden tartışmak ve özellikle şiddet haberlerinin getirdiği telaşla aileyi, birbirine düş­man ve her an çatışmaya hazır kadın-erkek portresiyle tanımlanır noktaya getirmek, bütün suçu kocaya yıkmak, çözüm olarak da hukuk yoluyla ya da polisiye önlemlerle kocanın hizaya getirilme­sinin tedbirlerinin alınması gerektiğine dair bir beklenti oluştur­mak, en basit ifadesiyle insafla bağdaşır bir durum değildir.

Bu zihinsel savrulma sebebiyle nerdeyse Kur ân-ı Kerîm şid­detin kaynağı olarak suçlanır hâle geldiğinden Nisâ’ suresinin 34. ayetinde aile içi uyuşmazlıklarda tedbirlerden birisi olarak i öngörülen “darb” kelimesini anlamlandırmada zorluklar ya da zorlanmalar yaşanmakta, halk arasında son derece anlamlı olan sözler bile şiddetin referansı sayılıp eleştirilmektedir. Mesela “Kızını dövmeyen dizini döver.” sözü, “Kızım iyi yetiştiremeyen sonunda âh-vâh eder, üzülür, ona iyi terbiye vermede titiz olmak gerekir.” şeklinde anlaşılması gerekirken şiddetin referansı ola­rak görülmektedir.

Diyanet İşleri Başkanlığı Din İşleri Yüksek Kurulunun 08.01.2010 tarih ve 01 saydı kararıyla yayınlanan ve binlerce adet basılıp (Ankara 2010) din görevlderine dağıtılan Kadına Yönelik Şiddetle Mücadelede Din Görevlilerinin Katkısının Sağlanması El Kitabı adlı çalışmayı hazırlayan DİB uzmanlarının görüşlerinde az yukarıda tasvir edilmeye çalışılan zihinsel arka plan görül­mektedir.

Diyanet İşleri Başkanlığı bugüne kadar dinî yorum ve tu­tum bağlamında tutarlı yönteme sadâkatini, doğru istikameti­ni ve güven veren duruşunu devam ettirmektedir. O açıdan bu kurumun kadına şiddet konusundaki etkinliklerini -biri genel diğeri özel olmak üzere- iki açıdan önemsediğimizi özellikle be­lirtmemiz gerekir. Birincisi, ülkemizde toplumsal sorunlara din ile bağlantısı kurulamayan çözümlerin özelliğine göre ya işlev­selliği yoktur ya da zayıftır. İkincisi kadına şiddet, din, ahlak ve hukuk bakımından asla kabul görmemiş bir eylemdir. Kur’ân-ı Kerîm’in ve Hz. Peygamberin kadını yücelten, ona özel bir değer atfeden duruşunun şiddeti engelleyici bir etki yapabileceğinde asla şüphe yoktur. Bunun tek şartı, muhatabın imanının şekil­lendirdiği vicdanının devre dışı kalmamış olmasıdır. Bu açıdan Diyanet İşleri Başkanlığının konuya aktif olarak eğilmesi her türlü takdirin üzerindedir.

Ancak az önce bahse konu kitapçıkta şiddet tiplerinin Batı­lı formlara bağlı kalınarak kategorize edilip doku uyuşmazlığı dikkate alınmaksızın bunlarla mücadele için din görevlilerine bir yol haritası çizilmeye çalışılması isabetli gözükmemektedir. Avrupa Birliğinin kadını korumaya yönelik projelerinin ana fikrini oluşturan bu ifadeler yerine, toplumdaki sorunu içeriden tespit edip onlara yer vermek ve yine içeriden bir bakışla çözüm önerilerinde bulunmak daha isabetli olurdu. Eğer toplumdaki şiddetin kodlan çözülememiş ise Batılı sorunları satırlara diz­mek yerine en azından bu metinde Hz. Peygamberin “müjde­leyin”(Buhari,İlim,11..)hitabına uygun biçimde İslam’ın temel kaynaklarının kadın-erkek ya da aile ilişkileri için öngördüğü ölçüler gösterilip teşvik edici nitelikteki esaslar belirlenebilseydi hayırlı bir iş ya­pılmış olurdu. Batılı toplumlarda ortaya çıkan şiddet tiplerinin Müslüman erkeklerce de yapıldığı ön yargısıyla kadını bundan kurtarma çabasına dönük bir kampanya havasında din görevli­lerinden katkı istemek tutarlı bir yöntem değildir. Bu ifadelerden Müslüman karı-kocanın tam anlamıyla birbirlerine düşman olduğu ve ahlak dışı yollarla eşini ezen kocaya karşı dışarıdan bir güç ile onu koruma telaşı sezilmektedir.

Batı dünyasındaki standartlara göre belirlenmiş ve dört kate­goride ele alman şiddet ifadelerinin bizim toplumumuzla ne kadar uyum arz ettiğini ve bunların hangi oranda bulunduğunu okuyu­cuya bırakarak kadına şiddeti kategorize eden Diyanet işleri Baş­kanlığının bayan uzmanlarının ifadelerini aynen alıyoruz:

“Fiziksel Şiddet: İtip kakmak, tokatlamak, tartaklamak, tek­melemek, kesici ve vurucu aletlerle ya da yakıcı maddelerle bede­nine zarar vermek, sağlıksız koşullarda yaşamaya zorlamak, sağ­lık hizmetlerinden yararlanmasına engel olarak bedensel zarara uğratmak, saçını çekmek, yumruklamak, kol kıvırmak, odaya-eve kilitlemek” (s. 26).

“Psikolojik/Duygusal/Sözlü Şiddet: Kadına bağırmak, haka­ret etmek, aşağılamak, başka kadınlarla kıyaslamak, korkutmak, aşırı kıskanmak, ihmal etmek, yok saymak, çirkin olduğunu söy­lemek, kadının nasıl giyineceğine, nereye gideceğine, kimlerle gö­rüşeceğine karar vermek, kadına ve çocuklarına zarar vermekle, öldürmekle tehdit etmek, diğer insanlarla ilişkilerini sınırlamak, kendini geliştirmesine engel olmak, kadını maruz kaldığı şidde­tin sorumlusu olarak görmek, kadının kültürel farklılıklarını yok ' saymak, bastırmaya çalışmak veya bu gerekçeyle kötü muamelede bulunmak” (s. 26-27).

“Cinsel Şiddet: Kadını istemediği yerde, istemediği zamanda ve istemediği biçimde cinsel ilişkiye zorlamak (tecavüz), ensest, çocuk doğurmaya ya da doğurmamaya zorlamak, kürtaja zorla­mak, fuhuşa zorlamak, cinsel organlarına zarar vermek, fiziksel özelliklerini başka kadınlarla / erkeklerle kıyaslamak” (s. 27).

“Ekonomik Şiddet: Kadının çalışmasına izin vermemek, iste­mediği bir işte zorla çalıştırmak, az para vererek çok şey beklemek, aileyi ilgilendiren ekonomik konularda kadının fikrini sormadan tek başına karar almak, kadının parasını, kişisel mallarını elinden almak, kadının kariyerini engelleyen kısıtlamalar getirmek (iş gezilerine, toplantılara, kurslara katılmasına engel olmak), kadı­nın iş bulmasını kolaylaştırıcı becerilerini geliştirecek etkinliklere katılmasını engellemek, iş yerinde olay yaratarak kadının işten atılmasına neden olmak” (s. 27).

Bu şiddet kategorilerini toplumumuzla ilişkilendiren uz­manlara bazı sorular sormak gerekir.

Müslüman Türkiye’de, gerçekten dinî açıdan günah, ahlaki açıdan ayıp ve hukuki açıdan suç kabul edilebilecek durumda olan fiziksel şiddetin oranı nedir?

Kocanın eşinin giyimi ile ilgili teklifinin; çevresi ile ilişkile­rinde dikkatli olmasını istemesinin; evini, çocuğunu, kocasını bırakıp iş gezilerine katılmasına razı olmamasının; kariyer için evini ihmal etmemesini talep etmesinin eşe yönelik bir şiddet olduğunun delili nedir?

Batılı bir kısım köktenci feministlerin aile içi şiddet, tecavüz ve cinsel taciz iddialarını(Giddens,519) alıp bizim toplumumuzun sorunu hâline getirmek ne anlam ifade eder?

Evliliğin temelinde cinsellik büyük önem arz etmesine rağ­men “eşe tecavüz” diye bir kavram geliştirmek, ailenin en mah­rem ve en özel alanına dışarıdan müdahale etmenin naslardaki dayanağı nedir?

Batılı feministlerin “evlilik içi tecavüz”(Giddens,Sosyoloji,s.281,519) tanımlaması kendi sorunları ile ilgili bir tanımlama olduğu gibi, koca eşinden red cevabı aldığında önünde birçok seçenek vardır. Giddens’in plas­tik cinsellik dediği modern seks hayatında üreme ile cinselliğin bağı koparılmıştır ve bu açıdan modern toplum bireyleri daha önce hiç olmadığı kadar cinsel seçeneğe sahiptir.(age,282-283-283)

Karı-koca arasındaki cinsel hayatı dışarıdan düzenlemeye kalkmak, ona kurallarla sınır çizmeye çalışmak ne derece müm­kündür?

Cinselliğin daha serbest yaşandığı Batı dünyasındaki insa­nın sorunu olarak gözüken bir hususu eşi dışında bir başkasıyla cinsel ilişkinin haram olduğuna inanan Müslüman kocaya uy­gulamak hangi sosyolojik gerçekliğe dayanır?

Cinsellik her zaman son derece mahrem bir konu olarak görülegelmiştir.(age,483) Bu mahrem alanı hiçbir araştırmaya bağlama­dan doğrudan şiddet iddiasıyla dışarıdan düzenlemeye kalkmak ne derece isabetlidir?

Feminist ideolojinin, cinsellik, üreme, annelik, tecavüz şek­linde şiddete başvurma gibi yöntemlerle kadın bedeninin erkek tarafından denetin altına alındığı(1) iddiasını Müslüman zihni­yeti açısından şiddetle ilişkilendirmenin delili var mıdır?

Kadına kocanın cinsel ilişki talebine direnme hakkı tanınır­ken erkeğin cinsel ihtiyacını nasıl karşılayacağına dair bir çözüm önerisinde bulunmamak erkeği yok saymak ya da sadece sorunun ondan kaynaklandığı anlamına gelmez mi? Bu durum, meseleye sadece bir taraftan bakıp ayrımcılık yapmak anlamına gelmez mi? Böyle bir direnç kocaya uygulanan pasif şiddet değil midir?

Hz. Peygamber’in şehvetin etkisine giren kocanın hemen eşine dönmesini talep eden hadisine (Müslim, “Nikâh”, 9) dayanarak evine gelen bir kocaya eşi hazır olmadığını söylediğinde önerilen çözüm nedir?

Cinsel hayatı bile hukuk üzerinden inşa edip müzakerelere bağlamanın aile hayatı ile bağlantısını nasıl kuracağız?

Kocanın eşini fuhşa zorlamasının şiddet olarak ifade edil­mesindeki tuhaflık bir yana boşadığı eşinin bir başka erkekle evlenmesine bile tahammül edemeyen insanların bulunduğu bir toplumda böyle bir ahlaksızlığı kaç Müslüman koca eşine reva görmüştür? Bu konuda istatistiksel bilgi var mıdır? Şiddetle izah edilen bu ahlaksızlığın toplumumuzdaki varlığı ne ölçüde bu­lunmaktadır?

“Sizin eşiniz üzerindeki hakkınız hoşlanmadığınız kişilere evinizi açmamasıdır.”(Müslim,Hacc,147..) hadisi dikkate alındığında bu ve benzer naslara uygun davranan koca, eşine şiddet mi uygulamaktadır?

“Doğumdan kaçınmayan ve yüksünmeyen kadınlarla evle­nin.”(Ebu Davud,Nikah,3..) hadisi Müslüman aileye yol göstermişken eşinden doğum talebinde bulunan koca, bu isteğiyle ona nasıl bir kötülük yap­maktadır ve bu talebin şiddetle bağlantısının kurulmasının anla­mı nedir? Bizim toplumumuzda böyle bir şiddet var mıdır? Varsa ne kadardır? özellikle Batı dünyasında doğumu teşvik eden poli­tikalar da psikolojik şiddet olarak değerlendirilebilir mi?

Aile tipleri ve aileden beklentiler toplumlara ve kültürlere göre değişiklik arz etse de hiç bir zaman değişmeyen işlevleri vardır. Topluma yeni üyeler kazandırmak ve cinsel hazzı belli bir düzene sokmak bunlardandır.(Erol Güngör, Müslim, “Nikâh”, 9Ahlâk Psikolojisi ve Sosyal Ahlâk, İstanbul 1995, s. 207-208.) Kur’ân-ı Kerîm kadınları “çocuk yetiştiren tarlalar”(Bakara,223) olarak nitelerken insan neslinin de­vamında kadının rolüne ve ona verilen değere işaret etmektedir. Bu ayette modern Batının cinsel hayatla doğumun bağlantısını koparan(Giddens,443) zihniyet dünyasına da bir cevap vardır. Buna rağmen doğum şiddet bağlantısının kurulması anlamsızdır.

Bugün aile yapısının çöküşünde ve doğum oranlarının düş­mesinde bu tepkisel tutumun bozduğu dengelerin bulunduğunu göz ardı ederek Türk toplumuna bunu bir sorun olarak dayat­manın ve şiddetle ilişkilendirmenin anlamı olabilir mi? Şayet kadının doğuma direnme hakkı varsa erkeğin çocuk talebini karşılayabilecek imkânları nelerdir?

Şayet kadının doğuma ya da kocasının cinsel ilişki talebine direnme hakkı varsa kocanın çocuk talebini veya cinsel ihtiyacı­nı karşılayabileceği imkânları nelerdir? Mesela burada karı-kocanın birer de sevgili edinebildikleri Amerikan patentli “açık uçlu evlilik” önerilebilir mi?

Görüldüğü üzere aileyi ve cinsel hayatı tamamen Batılı gö­züyle algılayıp, sorunu buna göre tasvir edip kadın gözünden öngörülen direnci ifade ettikten sonra aynı problemin çözümü­nü Batılı erkek açısından göstermemek sorunu gizlemek anla­mına gelmez mi? Bu durumda mesela bir Batılı erkeğin istediği kadınla anlaşıp ya da onu kiralayıp ondan özgürce çocuk sahibi olması, çocuğu olduktan sonra da o kadınla ilişkisini koparması bir çözüm olarak Müslüman erkelere de önerilebilir mi veya ev­latlık müessesesi bir çözüm olarak sunulabilir mi? Yahut taşıyıcı annelik Müslümanlar için de bir çözüm müdür? Ya da Müslü­man erkekler için çok evlilik bir çözüm olarak görülebilir mi?

Sadece bir fikir vermesi açısından bahsedilen bu şiddet tiple­rinden sonuncusunu örnek kabilinden analiz etmemiz tamamı­na bir zemin hazırlayacaktır.

Doğumla bağlantısı kurulan cinsel şiddet sorunu, aslında erkeğin kadın bedeni üzerinde kurduğu tahakkümden ve erkek denetiminden kurtarılmasını amaçlayan Batılı feminist ideolo­jinin iddiasıdır. Bu söyleme göre modern kadının özgürce kendi bedeni üzerinde tasarrufta bulunabilmesinin, bedeni üzerinde her türlü kararı özgürce kendisinin verebilmesinin önündeki engeller kaldırılmalıdır. Bunun test edildiği en önemli gösterge doğum ve eşcinsel evliliklerdir. Şayet koca, eşinin hamile kalma­sında ısrar ediyor ve bunu dayatıyorsa bununla şiddet uyguluyor demektir. Bu durumda kadının doğuma direnme hakkı vardır. Çünkü o doğurmama özgürlüğüne sahiptir. Bu hakka bağlı ola­rak feminist ideoloji doğum kontrol hapları ve diğer tıbbi ope­rasyonları bu açıdan bir çözüm olarak görmektedir. Kadın, iste­mediği hâlde hamile kalmış ise kürtaj bir kadın hakkıdır. İnsan, bedeni üzerinde mutlak özgürlüğe sahipse Müslüman ilahiyatçı­lar olarak eşcinsel evliliklere ne demek gerekir?

Erkeğin kadını sömürmesine, onun üzerinde hegemonya kurmasına bir tepki olarak doğan ve erkeğe boyun eğdirmeyi hedefleyen feminist ideolojinin tezlerini alıp Müslüman toplu­ma dayatmak yerine, içeriden bir bakışla birbirlerini tamamla­yıcı rolleriyle ve birbirlerinin eşdeğeri olarak kadın-erkeği konu alan, yol gösteren, gerektiğinde bu ilkelere aykırı hatalara işaret eden bir üslup kullanmak gerekirdi.

İlgili ayetin değerlendirilmesine geçmeden önce son söz ola­rak şunu söylemeliyiz: Geleneksel aile yapısı içinde dinin özün­den değil farklı yorumundan oluşan kültürel formların oluştur­duğu bazı olumsuzlukların bulunduğunu kabul etmekle birlikte karı-kocanın kendi aralarında halledebilecekleri basit meseleleri daha büyük soruna dönüştüren ve çatıştıran, karı-koca dengesini alt üst eden modem zihnin aile huzuruna katkı sağlamada daha sorunlu olduğunu belirtmeliyiz. Ancak elimizde otantik yapısını muhafaza eden Kur’ân-ı Kerîm gibi dinamik bir metin ve sahih sünnet mevcut olduğuna göre bu kaynaklarla tutarlı bir yöntem doğrultusunda bağlantısını kurduğumuzda sorunlarımıza yaratı­lış gerçekliğine uygun çözümler bulmamız her zaman mümkün­dür. Dolayısıyla kendi geleneğimiz ve medeniyetimizin imkânla­rını görmeden doğrudan doğruya konservatif fikirleri almak daha büyük bir soruna ve çözümsüzlüğe sebep olmaktadır.

Ailenin kuruluş ve işleyişi(Rum,31) hatta sonlanması hâlinde bile(Bakara,229) Kur’ân-ı Kerîm’in getirdiği en temel ilke, eşlerin birbirlerine karşı sevgi (meveddet), nezaket (rahmet) ve iyilik (ihsân) göstermeleridir. Kur’ân-ı Kerîm başka bir ihtimale yol vermeyecek açıklıkta “Kadınlarınıza iyi davranın.”(Nisa,19) emriyle özellikle er­kekleri uyarırken Hz. Peygamber de her alanda olduğu gibi (Ahzâb (33), 21.) bu konuda da en güzel model olmuş, eşlerine şiddet uygulamak bir yana kötü bir söz bile söylememiştir. Bir hadisinde: “Allah ka­tında sizin en hayırlınız kadınlara karşı iyi davrananmızdır. Bu konuda en iyi örneğiniz de benim.” buyurmuştur.(Ahmed b. Hanbel, el-Müsned, II, 472.) Eşi Hz. Âişe de bunu tasdik ederek onun, eşlerine ve hizmetçilerine asla kötü davranmadığını açıkça ifade etmiştir.(İbn Mace,Nikah,51) Nitekim, onun kendisi­ne karşı olumsuz bir davranışı sebebiyle babası Hz. Ebû Bekir’in (r.a.) cezalandırma teşebbüsüne rıza göstermeyerek bizzat engel olmuştur.(Ebu Davud,Edeb,84)

Veda hutbesinde (vefat etmeden önce, bütün insanlığa yap­tığı son konuşma) kadınların Allah’ın emaneti olduğunu belirt­miş, onlara karşı sorumluluğa dikkat çekmiştir.(Ebu Davud,Menasik,56..) Şiddetin güç kullanarak haksız şekilde tahakküm kurmak anlamına geldiği düşünülürse “kadının emanet oluşu” onun erkeğin mülkiyetin­deki bir eşya gibi değerlendirilemeyeceğini göstermesi ve şiddet­le kontrol altına alınan bir varlık olmadığını, iradesinin ipotek altına alınamayacağını, bunun, sahibi olan Allah’a karşı bir say­gısızlık olduğunu göstermesi açsından önemlidir.

“Kadının kocası üzerindeki hakkı nedir?” diye soran bir sahabiye Hz. Peygamber. “Öncelikle kendi statüsü ve imkânına göre kocanın eşin yeme-içme, giyim, mesken ihtiyacını karşıla­ması ve bu konuda kendinden farklı davranmamasıdır. Şiddet uygulamaması, aşağılama gibi onur kırıcı davranışta bulunma­ması, evi terk edip gitmemesidir.”(Ebu Davud,Nikah,41..) cevabını vermiştir.

Eşlerini dövme alışkanlığından vazgeçmeyenleri uyarmış ve şiddetin Müslümana yakışmayan bir davranış olduğunu,(bk.Müslim,Cennet,49) eşle­rine şiddet uygulayanların iyi insan olmadıklarını, kötüler (şerr) olduğunu beyan etmiştir.(İbn Mace,Nikah,51..) “Eşlerinizi döveceksiniz, sonra da utanmadan onunla aynı yatağa girecek yüzsüzlüğü gösterecek­siniz, öyle mi?” diyen bizzat Hz. Peygamberdir.(Müslim,Cennet,49)

Hz. Peygamber (s.a.s.) pasif şiddet olarak nitelenen, eşin ko­cası tarafından ihmal edilmesine, terk edilmesine de asla rıza göstermemiş ve bunu yasaklamıştır.(İbn Mace,Nikah,3) Hatta kendisini ibadete verip eşini ihmal eden bazı sahâbîlerin birbirlerini uyardığını, Hz. Peygamberin de bu hususta titiz’ davrandığını birçok kay­naktan öğreniyoruz.(msl. bk. İbn Balaban, el-İhsân bi-tertibi Sahihi Hibbân(nsr SuaybArnaût), Beyrut 1414/1993. n. 23.)

Kur’ân-ı Kerîm, eşini yüz kızartıcı bir suç olan zina hâlin­de yakaladığını ve bunu hukuken geçerli olacak bir ispat vası­tasıyla destekleyememiş bir kocaya bile şiddet kullanma izni vermemiş, uygulanacak prosedürü belirlemiştir. “Li‘ân” veya “mülâ'ane” denilen bu uygulama, karısını zina hâlinde yaka­ladığını ya da doğan çocuğun kendine ait olmadığını savunan kocanın iddiasını ispat edememesi durumunda karısıyla bir­likte hâkim huzunda lanetleşip ayrılmalarını ifade eder, ilgili ayetler şunlardır:

“Kendi hanımlarına zina isnadında bulunup bu iddialarım ispatlamak için kendilerinden başka şahitleri olmayan kimseler­den her birinin şahitliği, dört defa Allah’a yemin edip doğrulardan olduğuna Onu şahit tutmalarından ibarettir. Beşinci defa, eğer yalan söyleyenlerden ise, Allah’ın lanetinin kendi üzerine olma­sını istemeleridir. Kadının dört defa Allaha yemin edip kocasının iddiasında yalan söylediğine Allah’ı şahit getirmesi kendisinden cezayı kaldırır. Beşincisinde de, kocası iddiasında doğru olduğu takdirde, Allah’ın lanetinin kendisi üzerine olmasını ister.’(Nur-5-9)

Böyle bir uygulamadan sonra İslam hukukçularının çoğun­luğuna göre karı-koca birbirinden ayrılır ve ebediyyen birleşemezler. Mâlikıler, Şâfı‘îler ve Hanbelîler bu görüştedir. Koca ya­lan söylediğini itiraf etse bile karı-kocanın evliliklerine dönme­lerine imkân yoktur. Ebû Hanîfe ve talebesi îmâm Muhammed’e göre bu bir bâin talâk gibidir. Ebedî haramlılık meydana getir­mez. Eğer koca yalan söylediğini ve karısına iftirada bulunduğu­nu itiraf ederse kendisine kazf suçuna uygulanan seksen değnek vurulur ve tekrar evlenebilirler.

Görüldüğü gibi son derece ağır ve yüz kızartıcı namus suçu oian zina hâlinde yakalanan eşe dahi şiddet ve cinayete geçit vermeyen Kur’ân-ı Kerîm ve Hz. Peygamber’in daha basit an­laşmazlıklarda buna kapı araladığını söylemeye imkân yoktur. Kaldı ki İslam hukukuna göre ric‘î talâkta boşanan kadın iddet suresi içinde kocasının evinde kalmaktadır. Bu ortamda şiddet­ten nasıl bahsedilebilir ki! Çok ilginç olan şu diyalogda bu husus berrak bir şekilde gözükmektedir

Ebû Hureyrenin rivayet ettiğine göre: Sa‘d b. Ubâde ile Hz. Peygamber arasında şöyle bir diyalog geçer:

Sa‘d b. Ubâde: "Yâ Rasûlallah! Eşimle birlikte olan bir adamı bulduğumda dört tanık getirinceye kadar ona bir şey yapamaya­cağım, öyle mi?"

Rasûlulllah (s.a.s.): “Evet, tabii ki!”

Sa‘d: “Asla olamaz! Seni hak din ile gönderen Allaha yemin ederim ki, ben hiç beklemeden kesinlikle onu kılıçla tepelerim!”

Rasûlullah yanındaki arkadaşlarına dönerek: “Efendinize bakın, neler söylüyor! O gerçekten çok kıskanç ama ben ondan daha kıskancım, Allah ise benden de kıskanç."(Müslim,Li'an,16)

Burada Hz. Peygamber sen kıskançlığın sebebiyle eşinle zina hâlinde yakaladığın adamı öldürmek istiyorsun ama senin kıs­kanç olduğunu bilen Allah ve Peygamberi bunu yasaklıyor de­mek istemektedir.

Kur ân-ı Kerîm, cahiliye döneminde kocanın kötüye kulla­narak eşine zulmettiği îlâ\ zıhâr, talâk gibi tasarrufları ıslah edip rahmete dönüştürerek kadım zulümden kurtarmıştır.(2)

Hz. Peygamber, kız çocuklarının diri diri toprağa gömül­düğü bir ortamda(Tekvîr (81), 8-9.)iyi yetiştirilen ve kendilerine iyi davranılan kızların cennete vesile olan Allah’ın lütfettiği varlıklar okluğu­nu belirtmiştir.(Ebu Davud,Edeb,121..) Kızıyla olan ilişkileri de bu konuda en güzel örnektir. Kızı Fatıma’yı (r.a.) görünce sevinçle dolar, kendisini ayakta karşılar ve onu yanına veya kendi yerine oturturdu. Fat­ıma da kendi evine geldiğinde babasını aynı şekilde karşılayıp ağırlardı;(Müslim, “Fezâilü’s-sahâbe”, 98..) Hz. Peygamber’in sefere giderken aile fertlerinden en son vedalaştığı, seferden dönünce de ilk görüştüğü hep kızı Fâtıma olmuştur.(Ebû Dâvûd, “Teraccül”, 21.)Buna göre hiçbir koca kendi kızına yapılmasını uygun görmediği bir davranışı başkasının kızı olan eşine -ki o Allah’ın emanetidir- yapmamalıdır.

Bütün bunların yanı sıra hayvanlara bile nezaketli davranıl- masmı isteyen bir dinin(Müslim, “Sayd”, 57) kadınlara karşı şiddeti tavsiye etmiş olması asla düşünülemez. Hz. Peygamber’in hayvanların yav­ruları için yeterince süt bırakmayanları uyarması, sağmal hay­vanların memelerinin incitilmemesi için sağanların tırnaklarını kesmelerini istemesi(Ahmed b. Hanbel, el-Müsned, III, 484) sadece insana değil bütün canlılara veri­len değeri ve acıya karşı duruşu ifade eder. Üzerinde bulundu­ğu devenin hırçınlığı üzerine ona kırbaç vuran eşi Hz. Âişe’yi yumuşak, nazik ve zarif olması konusunda uyarmış ve bu tutu­mun şeyi süsleyeceğini, kibarlığın gözetilmemesinin ise ona leke düşüreceğini anlatmıştır.(Buhâri, “De'avât”, 63;..)

Açık bir örnek olması kabilinden şu örneği zikredebiliriz. Abdullah b. Cafer’den nakledildiğine göre Hz. Peygamber bir gün ensardan bir adamın bahçesine girdi. Bir de ne görsün, bir deve! Rasûlullah’ı (s.a.s.) görünce deve inledi, gözlerinden yaşlar aktı. Bunun üzerine Peygamber (s.a.s.) onun yanına gelip başını okşadı ve hayvan sakinleşti. Peygamber (s.a.s.); “Bu devenin ta­bibi kimdir, kimindir bu deve?” diye sordu. Ensardan bir genç gelip “Ey Allah’ın Rasûlü o benimdir.” dedi. Hz. Peygamber (s.a.s.) de: “Allah’ın senin emrine verdiği şu hayvan hakkında Allah’tan korkmuyor musun? Bak bu hayvan senin kendisini aç bıraktığını ve çok yorduğunu bana şikâyet etti ” buyurdu.(Ebu Davud,Cihad,44)

Zaman içinde bazı Müslümanların, Hz. Peygamberin sade­ce kadınlara değil genel anlamda canlıya bakışındaki nezaket ve zarafetinin aksi yönündeki davranışlarının bireysel hataları ol­duğunu ve dini bağlamayacağını belirtmek gerekir. Bize döşen, onların uygulamalarıyla dini ölçmek yerine, yukarıdaki verilere göre onların davranışlarını değerlendirmektir.

Şiddet, bir bencillik, bir sindirme, otoritesini güçle kurma, şiddet uyguladığı kişinin duruşunu tehdit olarak görme sonucu ortaya çıkan haksız eylem anlamına gelir. Kadınlara uygulanan şiddet ise âcizliğin ve vicdansızlığın zirve noktasıdır. Kurân-ı Kerîm’de kadınlara vurma anlamındaki ayeti nasıl anlamak ve az önce bahsedilen hadislerle nasıl uzlaştırmak gerektiğine bak­mamız lazımdır.

Kur’ân-ı Kerîm aile içinde kadından kaynaklanan haksız bir uygulamaya tedbir olmak üzere öğüt vermeyi, bu etki etmemişse yatağı ayırmayı bu da sonuç vermemişse üçüncü bir yol olarak vurmayı (darb) bir tedbir olarak öngörmüştür. Ayetin iniş se­bebi ve bizzat Hz. Peygamber’in açıklamasıyla bu anlam netlik kazanmıştır.

Hz. Peygamber’in, kocaların eşlerini dövmelerini kaldırmak istemesi ve kocasının kendisini dövdüğünden şikâyet eden bir kadın için kısasa hükmetmesi üzerine Allah Te‘âlâ: “Bir dakika, bu lazım olabilir!” anlamında bir üslupla vurmayı da kapsayan Nisâ’ suresinin 34. ayeti gelmiştir.(Taberî, Câmıul-beyân (nşr. Ahmed Muhammed Şâkir), Kahire 1420/2000, VIII, 291...)

Ancak Hz. Peygamber bu ayette geçen vurmayı sınırlan­dırmıştır. Az ileride kısaca izah edilecektir. Burada şu kadarı­na işaret edelim ki bu ayet, ne saik olarak ne de sonuç, hedef ve uygulama açısından şiddetle yorumlanamaz, kadına zulme alet edilemez. Çünkü Allah’ın hiçbir emri ya da yasağı kullara zulüm için meşru kılınmamıştır: "Allah, kullarına zulmedici de­ğildir.”(Âl-i İmrân (3), 182; Enfâl (8), 51; Hacc (22), 10; Fussılet (41), 46; Kâf (50), 29.) İbn Kayyim el-Cevziyye’nin (ö. 751/1350) şu sözlerinde vurgulandığı üzere:

“Şeriat, özü ve muhtevası itibariyle hikmetler üzerine kuru­ludur. Kulların dünya ve ahiret maslahatlarını hedefler. O, bütü­nüyle adalet, bütünüyle rahmet, bütünüyle maslahat ve bütünüy­le hikmettir. Ne zaman bir hüküm / düşünce / yorum; adaletten zulme, rahmetten gaddarlığa, maslahattan mefsedete, hikmetten saçmalığa dönerse -te’vil yoluyla Şeriate dâhil edilse bile- asla on­dan olamaz. Buna göre İslâm Şeriati, Allah’ın kulları arasındaki adaleti, yaratıkları arasındaki rahmeti, Allah’ın yeryüzündeki gölgesi, kendisinin varlığına ve Rasûlünün sıdkına en güçlü ve en tutarlı şekilde delalet eden hikmetidir.”(İbn Kayyım el-Cevziyye, ilâmü’l-muvakkı'în (nşr. Abdurrauf Sad), Beyrut, ts. (Dâru’l-Cîl), III, 3.)

Öncelikle burada bahsedilen vurmanın maksadının / ama­cının, ölçüsünün / dozunun, hangi sorun için çözüm olarak ön­görüldüğünün iyi belirlenmesine ihtiyaç vardır.

Bir defa vurma durup dururken ortaya çıkan bir eylem de­ğildir. Bir şeyin karşılığıdır. Bu da kadının az yukarıda çerçevesi çizilmeye çalışılan nüşûz hâlinin aile birliğinin devamını tehdit eder hâle gelmesi, önceki iki tedbirin yetersiz kalması ve kocası­na karşı psikolojik şiddete devam etmesidir. Ailenin yıkılması, sadece karı-kocaya dokunan bir zarar değil, diğer aile bireylerini ve tüm toplumu ilgilendiren ciddi bir sorundur. Aslında boşan­mak topluma uygulanan bir şiddettir.

Vurmanın amacı, ıslah ve aile birliğini kurtarmaya yönelik bir tedbir oluşudur.

Ölçüsü ise şok etkisi yapan sembolik bir vuruştan ibarettir ve onda aranan maddi değil manevi etkisidir.

Ulaşılmak istenen hedef ise kadının kibrini kırma, kocasını ezmeye çalışmasına bir tepki veya kocasını kıskandıran tutumu­nu fark ettirme, onu çizilmiş sınırların içine çekmedir.

Kur’ân-ı Kerîm’in çizdiği çerçeveye bakıldığında, kadın, haddi aşan tutumlarını fark ettikten sonra böyle bir cezayı hak ettiğini kabullenecek, böylece aile ilişkileri normalleşecektir.

Kadın, nüşûzu sonucu onur kırıcı davranışlarıyla kocaya ol­duğu kadar aileye de zarar vermektedir. Bütün bunlarla birlikte kadının kocası ile irtibatını koparmadığı, sevgisinin bulunduğu ve yaptığı davranışın ne tür ciddi sonuçlar doğuracağının çok fazla farkında olmadığı anlaşılmaktadır. İşte bu noktada Abdul­lah b. Abbas’ın açıklamasıyla diş fırçası türünden basit bir mal­zeme ya da fiske kabilinden sembolik bir vuruş(Taberî, VIII, 314-315.) evlilik önünde engel oluşturan kapalı damarları açmak amacıyla atılan neşter kabilinden bir eylemdir. İşte bu, gurur ve kibiri kıran, kadının kendisine gelmesini sağlayan bir tedbirdir. Kadının dövülmesini ifade eden bu ayette anlam Hz. Eyyûb Peygamber’in (a.s.) eşini dövmeye yemin etmesinden sonra Allah’ın bir çıkış yolu olarak gösterdiği “yüz buğday sapından oluşan bir demetle sembolik vuruşu’na(Sâd (38), 44.) benzer ölçüde bir psikolojik tedavi yöntemi olarak öne çıkmaktadır.

Hz. Peygamber’in vurmayı sınırlandıran hadisinden (Ebû Dâvûd, “Nikâh”, 41..)/hare­ketle İslam âlimleri bu tür bir tedbiri uygulamak zorunda kalan kocanın yüze vuramayacağı, vurmanın acıtıcı ve iz bırakıcı sert­likte olamayacağı görüşündedirler. Şiddet boyutuna varan vur­ma ise hem olumlu sonuç vermeyeceğinden hem de yetkiyi aşan özellik arz edeceğinden suç teşkil eder ve koca ta'zır kapsamına giren bir müeyyide ile karşılık görür.

Eğer bütün damarlar kapanmışsa evlilik ölmüştür. Bu du­rumda tarafların birbirlerini işkenceden kurtarmaları için Ku 'ân-ı Kerîm’in talep ettiği şekilde ihsan üzere yani güzellikle yrılma yoluna gidilecektir.(Bakara,229)

(1)-J. Pilcher, Cinsiyet ve Cinsiyet Eşitsizlikleri Üzerine Açıklamalar”, Sosyoloji: Başlangıç Okumaları (ed. A. Giddens, çev. G. Altaylar), İstanbul 2010, s.112.

(2)-Bu konuda bak. Saffet Köse, “Cahiliye Arap Toplumunda Kocaların Hanımlarına Yaptıkları Bazı Haksızlıklar ve İslâm’ın Getirdiği Hukuki Düzenlemeler”, Çağdaş İhtiyaçlar ve İslam Hukuku içinde, İstanbul, Rağbet Yayınlan, s. 383 vd.



Saffet Köse-Genetiğiyle Oynanmış Kavramlar ve Aile Medeniyetinin Sonu
Devamını Oku »