Modern Düşünme Tarzı

Modern Düşünme Tarzı
Modern düşünme tarzının temel ırasından birinin,belki de birincisinin dine karşı (din karşıtı) bir argümanlar zemininin oluşturulma çabasında yoğunlaştığını ileri sürebiliriz. Olaya Batı Avrupa'nın özel koşulları içinde baktığımızda ve oranın kurumlan açısından bir açıklama getirmeye teşebbüs ettiğimizde, şimdi kullandığımız "din" kelimesini "kilise" ile ikame etmemiz mümkün ve yerindedir. Aslında, bu bağlamda (Avrupa bağlamında) din kelimesi ile kilise kelimesinin müteradif kullanıldığını, özellikle bizim gibi Avrupa'nın ve Avrupa-Hıristiyan kültürünün dışında yaşayan insanların hiç akıldan çıkartmaması gerekiyor. Çünkü burada vuku bulacak bir karışıklık, bizler için,bütün bir düşünce dizgesini ve aynı zamanda Batı'dan bir takım sosyal-siyasal kurumlar aktarma sürecini yaşayan ülkelerde, o kurumların niteliğinin asla anlaşılmamasını sonuçlayacak ve hem düşünme tarzı, hem de kurumlar alt üst olacaktır. Örnekse hem düşünsel planda, hem kurumsal olarak laikliğin, Batı dışı ülkelerde ve meselâ Türkiye'de belli bir tanımının yapılamayışını gösterebiliriz.

Avrupa'da laiklik kilise ile (din ile değil) devlet otoritesinin ayrışmasını ifade eden bir siyasal yapılanma anlamını taşırken, kurum olarak kilisesi bulunmayan bir yerde aynı kavram (laiklik) din ile devletin ayrışmasını ifade eden bir anlamda kullanılmaktadır. Bu iki yaklaşım farklılığının uzlaştırılamazlığına dikkat isterim.

İmdi, Batı Avrupa'da modern düşünme tarzının doğma­ya başlaması, temelde, kilisenin otoritesini sarsmakla bağlan­tılıydı. Kilisenin otoritesi niçin sarsılacaktı? Çünkü kilise yal­nızca serbest düşünme tarzını önlemekle kalmıyor, bundan daha önemlisi hıristiyan insanların dünyasını da karartıyor­du: kilisenin soygunundan, vurgunundan, talanından kur­tulmak isteyen insan kitleleri, böyle bir otoritenin bir biçim­de izale edilmesi gerektiğine inanıyordu. Nitekim "hümanizma" telâkkisi (14. yy. ve sonrası), hıristiyan insanın Kilise karşısına bir "birey" ve bir "kişi" olarak çıkmak isteyen bir teşebbüsünden ibarettir.

İnsanın yüceltilmek istenmesi, ona saygın bir yer bulma çabası, Kilise karşısında ve ona karşıt bir konumda yer alan bir anlam taşıyor. Eğer insanın değeri yüceltilebilirse, onun kendi kendini yönetebilmesinin, dola­yısıyla Kilise'ye muhtaç olmadan kendisi için kendi tarafın­dan yasa koymasının yolu da açılabilirdi. İnsanların bunu başarabilmesi için dinsiz olması gerekmiyordu, Kilise'nin otoritesinin bertaraf edilmesi yeterliydi. Din alanında Re­form (yeniden biçimlenme, ki bu, yeniden, yeni baştan teşki­lâtlanma ve bu yeni teşkilâtlanmada Kilise'yi devre dışı bı­rakma teşebbüsü), temelde, Merkezî Kilise'nin otoritesini yaymak (yerel kiliseler kurmak) suretiyle zayıflatmak ve gi­derek yok etmek amacına yönelik bir hareketti.

Reform hare­ketinin Avrupa'nın dünyaya yayılma, yeni ticaret yollarının ve bu arada Amerika kıtasının keşfi süreciyle aynı konjonk­türde yer alması anlamlı sayılmalıdır. Bu süreç, aynı zaman­da Avrupa sömürgeciliğinin (emperyalizm) de başlangıç yıl­larıdır. Yoğun ve zengin bir ticaret hayatının başlaması, sö­mürgeci ülkelere Avrupa dışından yeni zenginliklerin akta­rılması geleneksel (katolik) ahlâkın muhafazasıyla uzlaştırıl­ması güç bir sorunsal çıkartıyordu ortaya. Nitekim Protestan hareketi (Reformasyon), aynı zamanda iş bu geleneksel ahlâ­kın değiştirilmesini de tazammun etmekteydi. Feodal aristokrasinin din ye ahlâk telâkkisiyle, yeni gelişmekte olan burjuvanın ticari ilişkilerinde öngördüğü din ve ahlâk telâkkisi farklı bulunuyordu. Katolikliğin sıkı kuralları, bu ticaret ve macera erbabı için genişletilmek gerekiyordu. Çok sonra­ları Max Weber'in kapitalizm (bu kelimeyi emperyalizm ola­rak da okumak mümkün) ile "protestan ahlâkı" arasında kurduğu bağlantının isabetine değinmemiz gerekiyor.

Ne var ki, bir dönemden yeni bir döneme geçilişi hiç de peynirin bıçakla dilimlenmesi gibi oluşmuyor. Bir yandan geçmişin alışkanlıkları yeni dönem içinde sürdürülürken, bir yandan da yeni döneme özgü yeni alışkanlıkların uç vermesi başlıyor. Nitekim feodal aristokrasinin tümüyle tarihe gömül­mesini görmek için 1789 Fransız devrimini beklemek gereki­yordu. Ancak bu devrimin vukuuna gelinceye kadar da zihin­sel hayatta büyük dönüşümler gerçekleşmiştir. Kopernik'in evrenin merkezine dünya yerine güneşi koyması, böylece Batlamyus'un söylemini tepe taklak etmesi, aslında eski çağlar­dan beri bilinen bir olgunun tekraren gün yüzüne çıkartılma­sı gibi olsa da, durum, Kilise'nin itikadım sarsıcı nitelikte gö­rüldüğü için eseri, ancak ölümünden sonra yayınlanabilmiş ve yayıncısı, Kilise'nin gazabma uğramamak için Kopemik'in, kitabında sadece matematiksel bir fantezi geliştirmek istediği­ni ileri sürmek zorunda kalmıştır. Daha sonra Galileo'nun dünyanın döndüğüne ilişkin görüşü, onun engizisyon tarafın­dan cezalandırılmasını sonuçlamıştır. Descartes'ın da korku­sundan ülkesini yıllarca terkettiği bilinmektedir.

Evet, Descartes., modern çağın bu anahtar adı, kendisinin de Galileo gibi takibata uğrayacağından korkuyordu. Onun şahsen dindar biri olduğunda kimse kuşku duymuyor. O, dindar biriydi, ama geliştirdiği düşünsel dizge (rasyona­lizm), bir bakıma Kilise'nin tam da beline vuruyordu. Rasyo­nalizm, bilginin kaynağını dinin dogmalarında değil, fakat akılda arıyordu, insan bilgisi a priori olarak akılda var bulunuyordu. Öte yandan, tabiat bilimlerinin matematik dille ifa­desi gerekiyordu. Böylece dinin dogmalan ve sabiteleri ka­dar kesin ve katı bir bilimsel (düşünsel) ortamın açılmasına vermek gerekiyordu. Ancak bu yoldan Kilise'nin katı tu­tumuna karşı çıkmanın çaresi bulunabilirdi.

Descartes'ın, durumu, şimdi bizim söylediğimiz bir bağlam içinde düşün­mesi ve vaz etmiş olup olmaması pek de önemli sayılmama­lı. Önemli olan nokta, onun düşüncesinin yol açtığı düşünsel duruşun niteliğidir. O duruş, Kilise dogmasının karşısına bi­limi bir dogma olarak çıkartmayı öngörüyor. Newton'ın, Descartes'ın görüşünü fizik alanında uygulaması, bilim tari­hinin en görkemli devrimlerinden biri sayılır. Bilime olan inanç böylece gerçek bir dogmatizme dönüşüm evresine gi­rer. Rasyonalizm, 19. yüzyılın ortalarında, Fransa'da, kade­rin âdeta bir ironisi olarak "pozitivizm" adıyla şekil bulur. Kaderin ironisi diyoruz, çünkü pozitivizm, aslında rasyona­lizme reddiye olarak çıkmıştı. Rasyonalizmi reddediyordu, çünkü onun metafiziğe açık olduğunu düşünüyordu. Oysa metafizik çağ aşılmış ve şimdi pozitivist çağa ulaşılmıştı. Bu çağın Özelliği, gerçeği akılda değil, fakat olguda aramak ol­malıydı.

Auguste Comte'a göre akıl, insanlar arası ilişkiyi kurmada yeterli değildi ve olamazdı; insanlar arası ilişki an­cak "yüreğin ateşi" ile kurulabilirdi. Sevgi, özgecilik ve onla­rın üstünde yükselen insanlık yüreğin ateşi üzerinde yükse­lebilirdi! Metafizikten kaçmak isteyen Comte'un, farkına varmadan içine düştüğü farklı bir metafizikle karşılaşıyoruz. Pozitivizm, bilginin kaynağını olgularda aramaya yönelmiş­ken, üzerine ayağını bastığı olgunun bilgisini elinden kaçır­mıştı. Her şeyi matematik bir kesinlikle bileyim ve bu bilgim­le ilerde olabilecekleri şimdiden kesin bir bilgiyle tahmin edeyim derken, pusulasını yitirmiş bir şaşkın yolcu durumu­na düşmüştü.

Ancak düşünsel çizginin yalnızca şimdi değindiğimiz doğrultuda seyretmediğini de biliyoruz. Descartes'in ve Nevvton'm dayandığı matematik Eukleides geometrisi idi. Bu geometri durağan ve dogmatik telâkki tarzının ihtiyacına cevap verebiliyordu, lkibin yıldan beri de vermişti. Ancak Fransız devrimiyle (1789) ortaya çıkan son kerte çalkantılı ve med-cezirli siyasal ortamın gerektirdiği açıklamayı getirebi­lecek nitelikte değildi. Üstelik 19. yy/da vuku bulan sına-i değişiklikler (devrim) de hem sosyal/siyasal hayatı son ker­te etkilemiş, hem teknik değişikliklerde hızlanmaya yol aç­mıştı. İnsanlar, artık "buhar ve demiryolu çağında" yaşadık­larını söyleyerek durumlarını belirliyorlar ve açıklamaların bu doğrultuda geliştirilmesini bekliyorlardı. Descartes, son tahlilde Platon'un metafiziğine ve Aristo'nun mantığına da­yanıyordu. Ama 19. yy/ın başlarından itibaren Eukleides'in geometrisinin yeni evren telâkkisine yetmediği gözleniyor­du. Eukleides evreninin dışındaki bir evrene ancak Eukleides dışı bir geometrinin uygulanması zorunluluğu duyuluyor­du. Gauss'un ardından Lobatchevski, Bolyai, Riemann, Euk­leides'çi olmayan geometrilerini kuruyorlardı.

Evrenin deği­şik telâkki tarzlarına göre, değişik geometriler, böylece kuru­luyordu. Aristo'ya izafe edilen bir görüşe göre, kölelik ancak gemilerin kendi kendine yürüdüğü bir zamanda ortadan kal­kardı. Bu söylem, aslında, köleliğin hiç kalkmayacağı anla­mında söyleniyordu. Ama her şeye rağmen, Aristo'ya atfedi­len bir "kehanet" gerçekleşiyordu: gemilerin buharla yürü­düğü bir çağda, kölelik de, sözde kalmış olsa bile, 1815 Viya­na anlaşmasıyla ortadan kaldırılıyordu. '89 Fransız devrimini hayranlıkla idrak etmiş olan Hegel, tam da bu değişimle­rin, dönüşümlerin orta yerinde duruyordu. O, aslında, Pla­ton'un 18. yy.'da parlak bir yeniden ortaya çıkışı sayılabile­cek olan Kant'ın ardılı olmasma rağmen, kendini Herakli- tos'un ardılı olarak görüyordu. Öyle ya, her şey değişir, hiç bir şey sabit kalmaz ve bir suya iki kere girilmez, diyen o de­ğil miydi? Hegel de, kendini böylesine değişen bir ortamın içinde buluyordu. Bilim, teknik, siyasa, toplum, her şey, her şey, durmadan değişiyordu.

Bu değişen şeylerin açıklaması­nı Aristo'nun özdeşlik ilkesine dayanan A=A mantığından beklemek mümkün değildi. Çünkü A=A önermesi, değişme­nin durdurulduğu, sabitelerin mevcut olduğu ve her şeyin bu sabitelere dayanılarak açıklanmak istendiği bir telâkki tarzını yansıtabilirdi. Oysa şimdi A'nın A olmadığını söyle­yecek bir mantığa ihtiyaç vardı. Ve Hegel telâkki tarzını böy­le bir mantığa, diyalektik mantığa dayandırıyordu. Diyalek­tik düşünme, oluşmakta olanı izlemede kullanılıyordu.

Bi­linç ve özgürlükten ibaret olan insan, mademki bilinç ve öz­gürlükten ibarettir, öyleyse her ân yeni bir oluşuma da açık bulunur demektir. Öyleyse insanın İnsanî oluşumunu onun tarihsel diyalektiğinde izleyebiliriz. Hegel de, son tahlilde idealist (spiritüalist değil) bir düşünürdür. Hegel'in idealist diyalektiği Marx'ın teşebbüsü ile maddeci bir düzleme yer­leştirilir. Diyalektik maddeciliğin, hem idealizmi, hem ma­teryalizmi aştığı söyleniyordu; diyalektik maddecilik, mekanist (kaba) maddecilikten farklı bir telâkki tarzını öngörüyor­du. Bu düşünme tarzına göre düşünceler, ülküler, olaylar kendi tarihsel koşulları içinde ortaya çıkarlar ve tarihsel ko­şulların değişimi içinde incelenirler. Bu düşünme tarzının, nesnelliği ve dogmatizm karşıtlığını öngördüğü farzedilerek işe koyulmuş olsa da, bu telâkki tarzı da ardılları (sonraki marksçılar) tarafından dogma haline getirilmiştir. Marxçılığın giderek futurist bir veçheye bürünmesi tepkilerin iyice yoğunlaşmasına yol açmıştır. Nitekim Popper da, marksçılığı tam da bu yüzden, onun dogmatik bir gelecek tarihçiliği yapmaya yeltenmesi yüzünden yerden yere çalmıştır.

Modern düşünme tarzını özetin özeti olarak ele almak bi­le insanın başını döndürmeye yetebilir. Başka bir açıdan "Aydınlanma" diye de anılan veya en azından bir kesiti iti­bariyle "Aydınlanma" diye nitelenen modern düşünme çağı, böyle adlandırılmasıyla da, temelde din karşıtı bir düşünme­yi ve düşünceyi öngörüyordu. Ama Aydınlanman anlamda din karşıtlığı "dogmatik din"e karşı bir zihinsel örgütlenme­yi öngörmekteydi. Yoksa farklı bir düzlemde Aydınlanmanlık kendi dinini icat etmekten geri durmamıştı. "Teizm" an­layışı öyle bir tanrı tahayyül ediyordu ki, bu tanrı evreni ve insanı bir kez yarattıktan sonra, işini bitirmiş, eleğini duvara asmıştı. O, artık insanların yapıp etmelerine karışmıyordu. Onun işi yaratmadan ibaretti ve bu iş bitirilmişti!

Bu düşün­me tarzının diyalektik düşünmeye ne denli aykırı olduğu he­men farkedilecektir. Ama bizim bağlamımız açısından mese­le şurda düğümleniyor: 18. yy/dan başlayıp 19. yy.'ı -aşarak günümüze kadar gelen modern düşünme tarzının içinde öy­lesine keskin dönüşümler, öylesine baş döndürücü gelişme­ler ve değişimler, öylesine şaşırtıcı düşünme biçimleri birbiri arkasından ortaya çıkıp batmıştır ki, bu zaman zarfında ya­şayan insanlar neyi, neresinden, nasıl tutacaklarını, kimlikle­rini anlayamamışlar, şok üstüne şok geçirmişlerdir. Bu döne­min edebiyatı, gene aynı dönemin insanını anlamamıza anahtar işlevi görebilir.

19.yy. insanının sınai devrimle birlikte yaşadığı sefalet Dickens'in romanlarında bir yanıyla realist, bir yanıyla da romantik veçheden dile getirilmiştir. İyiler ve kötüler, aşağıda­kiler ve yukardakiler, bu romanlarda sergilenen insan man­zaralarıdır. Shakespeare'in aristokratları, sarayları ortadan kalkmış, onun yerine bir yandan sokağın sefaleti, bir yandan da köşklerin sefahati geçmiştir. Shakespeare' in yüce ve yü­celtici söylemi de artık mazidedir. Her ne kadar o da, söyle­minin yüceliğine ve yücelticiliğine rağmen, humanizmanın gereği olarak insanın ruh sefaletini ve ruh yüceliğini aynı za­manda ortaya koymak üzere yola çıkmışsa da, o, hiçbir za­man, sekiz yaşındaki bir çocuğun 16 saat süreyle bir işlikte çalıştırıldığına tanık olmamıştı. Ama 19. yy. yazarları çocuk­larla birlikte kadınların da, işgücü olarak sokaklara, fabrika­lara, batakanelere sürüldüğüne ve sürüklendiğine tanık ol­muştur. Baudelaire'in yaşadığı sıkıntı, kent sıkıntısı, Paris sı­kıntısı, sınai yaşantının onun ruhuna ve şiirine olan bir izdü­şümüdür. Yukarıdaki paragraflarda, belki ana hatlarıyla bile özetleyemediğimizi düşündüğümüz telâkki tarzları, birbirini

Öylesine ivedilikle kesmiş, birbiri ardından öylesine ivedi bi­çimde bitivermiştir ki, insanın, ayağını değil sağlam bir ze­mine, düpedüz bir zemine basıp basmadığı bile meşkûk kal­mıştır. VVhitehead (sanıyorum oydu) bütün felsefe tarihinin Platon'a düşülmüş dipnotlarından ibaret olduğunu söylü­yordu. Hegel'den sonraysa günümüze kadar olan felsefe ta­rihi, Marx'ı da hesap dışı tutmadan konuşursak, bu ikisine düşülmüş dip notlarından ibarettir diyebiliriz. Nietzsche, bu insan sefaleti ortamında, hıristiyanlığa bulaşmamış, hıristiyanlığa bulaşıp bir yüzüne vurulduğunda öteki yüzünü de çevirmeye hazır sözde mütevekkil, aslında mıymıntı insanı yerine dağlarda özgürlüğü arayan bir has insanın, bir üst in­sanın ardına düşmüştü. Yine kaderin bir ironisidir ki, kendi­si yaşadığı çağın sillesini yemiş bedenen ve ruhen hasta bi­riydi.

Onun az sayıdaki beğendikleri arasında Dostoyevski de bulunuyordu. Ama o da hasta biriydi, saralıydı. Roman­ları, 19. yy. insanının eksiksiz olmasa da çarpılmış insanının tasvirini veriyordu. Bu romanlarda katiller, paranoyaklar, şi­zofrenler, âşıklar, zenginler, düşkünler, sefihler, sarhoşlar, iradesizler, kumarbazlar, müntehirler, düşünce dolandırıcı­ları, elhasıl her kesimden her çeşit insan kol gezer. İnsanlar orada çelişkileriyle, zaaflarıyla ve zaman zaman yücelmiş halleriyle ve fakat her defasında acımamıza mazhar olan hal­leriyle yaşarlar. Bir fikirden ötekine atlamaktan doğan sıkın­tı ve kuşku çağının insanları, sıkıntının ve kuşkunun müces­sem halleriyle karşımıza çıkartılırlar. Dostoyevski belki Shakespeare kadar farklı karakterler resmetmemiştir, ama önü­müze getirdiği karakterlerin çelişkileri ve açmazları üstünde derinlemesine çalışmıştır. Bu durumuyla da 20. yy. edebiya­tını etkileyen adların en önünde yer alır.

Evet, 2x2=4 denkleminden kesinlikle emin olunduğu bir çağdan (Ortaçağ'dan), artık iki kere ikinin dört mü, yoksa üç veya beş mi ettiğinden emin olunmadığı bir çağa (modern ve sonrası çağa) gelindiğinde, ne insanların, ne tahtların, ne orduların, ne halkın, dahası ne de ülkelerin (çünkü onların sı­nırları da durmadan oynuyor) sabit bir yerde durmadığı, sü­rekli bir halden bir hale geçtiği, zeminin ayaklarımızın altın­dan kaydığının duyumsandığı (Sartre'ı hatırlayın) bir ortama girilmiştir. Faulkner, 1949'da, günün insanını "ne zaman ba­şıma bir bomba düşecek korkusuyla yaşadığını" söyleyerek betimliyordu. Aslında Faulkner'ın betimlemesinde gene de beklenen bir şey (bir bomba) vardı. Kafka'nın betimlediği in­sanlarsa suçlanırlar ama neyle suçlandıklarını bilmezlerdi. Suçlayanların sanığı araması gerekirken neyle itham edildi­ğini bilmeyen "sanık" savcısını ya da yargıcını arama mace­rasına girerdi. Öte yandan bir şato beyine ulaşmak isteyen bi­rinin şatoyu, klavuza ihtiyaç duyurmayacak denli (görünen köyün klavuz gerektirmemesi) yakından görmesine rağmen, bir türlü oraya ulaşamaması, her defasında bir engelle karşı­laşması türünden bir abesin ortasına düşmesi, tam da, o çal­kantılı dönemin insanına özgü bir durumun betimlenmesi gibidir.

Proust ise sessizliğin ve hareketsizliğin psikolojisini dile getirmekle, bir bakıma, çağma, karşıt yüzünden tanıklık etmek istiyor gibidir. Onun insanları, bir bakıma yürüyen ruhlar (belki hayaletler) halinde ortaya çıkarlar. Gene hasta bir insan olan Proust da durgunluğu, uyuşukluğu, mayışmışlığı dile getirir; ama bu durgunluğun huzuru telmih etti­ğini kimse ileri süremez. Kafka saçmasının Fransız izdüşü­mü Camus'nün Yabancı'sında tecessüm eder. Öte yandan hem çağın, hem de insanın trajik açmazı Veba'da dillendiri­lir. Dos Passos'un Manhattan Transfer'de anlattığı 1920'lerin New York'u nerdeyse bir savaş romanı görünümündedir. Bu "ulu kent"in günümüze ulaşırkenki insan manzarası, tam da, çağının hızına denk bir oynaklık içinde, bir film şeridinin ka­releri halinde mozaik olarak sergilenir. Bu romanın kurgusu, hızı, çabucak geçen kareleri sinema yöneticilerine ilham kay­nağı olmuştur. Metropol ortamında rızık avına çıkmış insan görüntüleri önceki çağların bilmediği türden tavırlar kazan­mıştır. Faulkner'in, anlattığı kısır döngüye düşmüş insanıyla bir kez daha anmalıyız.

Amerika Birleşik Devletleri, her ne kadar, sınai devrimin acısını bir Britanya ölçüsünde yaşama­mış olsa bile, orada da farklı bir düzlemde farklı trajediler ya­sanıyordu. Kıızey-Güney savaşını geçirmiş, köleliğin, köleleştirmenin, köle yönetmenin ne demeye geldiğini öğrenmiş; o toprakların yerli ahalisini kılıçtan geçirmek gibi bir tecrübe atlatmış, ancak bu tecrübenin vicdan azabından da kendini kurtarmakta zorlanmış; öte yandan yeni kentlerde, yeni bir insan türünün çıkmaya başladığını görmüş ve o insanlardan birinin belki de kendisi olduğunu duyumsamış bir ülkenin tarihî ve bilinç altı görüntüleri yansıyordu onun romanların­da ve öykülerinde. Britanya'da Virginia Woolf, 19. yy .'in çal­kantılarından kaçmayı, 20. yy.'ın savaş ve arbede ortamın­dan kurtulmayı, insanın derununa sığınmakta ararmışçası­na, bilincin derinliklerine gömülmeyi, bilincin derinliklerin­den bilincin alt bölgelerine sızarak sükûnete erişmeyi umar gibidir.

Joyce'a gelince., artık insan ıralarını anlatma yerine, insanın iç macerasını anlatmanın yeğlendiğini bir kez de onun romanlarında teyid ediyoruz. O uzun baş döndürücü maceranın anlatıldığı Ulysess, önünde sonunda Dublin ken­tinde yaşanan bir 24 saatten ibarettir. Sıkıntının elle tutulur hale gelişi de belki bu sıkışmışlıktan ileri gelmektedir.

Kuşkusuz, edebiyatta daha başka örneklere başvurmak mümkün. Ama onların çoğunun bizi götürebileceği bir nok­ta var: çağdaş (modern) romanda anlatılan insan, artık, bir fotoğrafhane stüdyosunda, fotoğrafçı tarafından elleri iki yandan sarkıtılmış olarak veya bir yumruğun çenede tutul­mak suretiyle poz verdirilen insanların cansız görüntülerin­den ibaret değildir. Bu romanda yer alan insan bilinciyle ya da gövdesiyle sürekli hareket halinde olan insandır: onun gövdesini seçmekte ya da bilincinin akışını izlemekte acze düşüşümüzün sebebi de, onun bu hareket halindeki duru­mudur. Romanlardaki bu insanın bir yere oturtulamayışı, ona belli bir kuramla yaklaşmada zorlukla karşılaşılması, bir bakıma, "modern sonrası" dönemin karakteristik niteliğinin sanatçılar tarafından çok daha öncelerden haber verilmesiy­le bağlantılanabilir.

Söylemeye gerek yok ki, modern sonrası (postmodern) dönem son on yılın (1990 'dan veya Körfez Savaşı'ndan son­raki) yılların ürünü değil. Postmodern söylemin köklerini en az elli yıl öncesine ve bazı veçheleri bakımından daha da ön­celere dayandırmak mümkün. Ancak 1990'lardan başlayarak marksizmin, hiç olmazsa uygulama alanında ve özel olarak Sovyet uygulamasında çökmesiyle birlikte, kapitalizmin yeni bir durağa (veya aşamaya veya evreye) girdiğini söyleyebili­riz. Marksizmin çöküşünün hemen ardından Körfez Savaşı'nın başlatılması, Orta Doğu haritasından başlayarak dünya haritasında radikal değişikliklerin gerçekleştirilmesine ilişkin bir kararın işareti olarak algılanabilirdi. Nitekim daha savaşın sürdüğü sıralarda bile, artık dünyanın bu savaştan önceki dünya olmayacağına ilişkin görüşler yaygın biçimde benim­seme alanı bulmuştu.

Küreselleşme (globalleşme) söylemi de, bu dönemin ürünü olarak dünya siyasasının ve dünya toplumunun karşısına tamı tamına o sıralarda çıktı.
Küreselleşmenin önde gelen karakteristiklerini birkaç ana başlık altında toplayabiliriz sanıyorum:

1. Kapitalizmin ev­renselleşmesi,

2. Ulusallığın aşılması,

3. Toplumsal hayatın her alanının metalaşması (nesneleşmesi),

4. Kuramsal ve ahlâksal konularda sınırlamalara (kayıtlamalara) itibar edilme­mesi.

Burada belirlemeye çalıştığımız hususlar, bir bakıma küreselleşmenin karakteristiğini temsil ederken, bir bakıma da bunlar küreselleşmenin önüne koyduğu hedefler olarak da ele alınabilir. Bu hususlara, yani kapitalizmin evrenselleş­mesi, ulusallığın aşılması, her şeyin metalaştırılması ve eski kuramlara ve ahlâkî tutumlara itibar edilmemeye başlanıl­ması amaçlarına ulaşabilmek, insan kafasının tümüyle yeni­lenmesini gerektiren bir sürecin yürürlüğe konulmasını isti­yor. Ama bu isteğin o kadar da kolay gerçekleşmeyeceği bel­li bir şey. Postmodern anlayış, kendini bir bakıma modern anlayıştan tümüyle yalıtmak isterken, aslında zaman zaman modern zamanların enstrümanlarına başvurmaktan geri ka­lamıyor. Nitekim, insanın özgürleştirilmesine ilişkin talep modern çağın (liberal/kapitalist dönemin) önde gelen tale­biydi.

Ne var ki, modern dönemde özgürlüğün gerçekleşip gerçekleşmediği, şimdi sorgulanabilirdi. Modern dönemde, bütün özgürlük iddialarına ve istemine rağmen, ne kapitalistik âlemde, ne de marksizmin uygulandığı yerlerde onun gerçekleştiğini görmek mümkün olmamıştı. Marx'ın kendisi kapitalist ülkelerdeki özgürlük iddialarının içi boş bir kav­ram olduğunu daha başından beri söylüyordu. İktisatta satın alma gücüyle desteklenmemiş talebin nasıl bir talep değeri yoksa; kullanma gücüyle desteklenmemiş bir özgürlük iddi­asının da öylesine bir değeri yoktur: o, kâğıt üzerinde kalma­ya yargılıdır. Öte yandan marksist uygulama, özgürlüğün gerçekleşmesini sınıfsız toplum ülküsünün gerçekleşmesine bağlı görüyordu. Ancak uygulamada bu ülküye ulaşmak gerçekleştirilemediği gibi, yöneticilerden (bürokrasiden) olu­şan yeni bir sınıfın zuhuruna tanık olunmuştu. Postmodern telâkki, marksizmin ve kapitalizmin karşılaştığı bu zorlukla­rı görüyor ve buna rağmen özgürlük söyleminden de vaz­geçmiyor, ama somut olarak önerebildiği bir şeye de görü­nürde rastlanmıyor.

Küreselleşme, önüne ulusallığın aşılması gibi bir hedef de koyuyor. Bu hedefin gerçekleştirilmesi ise toplumsal kimli­ğin yeniden belirlenmesini gerektiriyor. Bir yandan, kapita­list dönemin vazgeçilmez sabitelerinden biri sayılan ulusal­lık ve ulusal devlet telâkkisinden vazgeçilmek istenirken, öte yandan günümüze kadar bir devlet çatısı altında bir araya gelememiş olan insan topluluklarının ulusal kimlik arayışla­rı ortaya çıkıyor. Aynı şekilde, modern zamanların tipik özelliklerinden sayılan ve modern zamana aslî niteliğini ka­zandıran din karşıtı (ve özelde hıristiyan ülkeler bağlamında kilise karşıtı) tutum, bazı toplum kesimlerinde radikal din taraftarlığına dönüşebiliyor ve bu kesimde yer alan insanlar kimliklerini bir dine nisbet ederek açıklama ihtiyacım ortaya kovuyor. Bir başka düzlemde, ulusallığın aşılması, aynı za­manda merke/si/liği (ademi merkeziyeti) öngörürken, bazı küçük toplum birimleri, veya alt kültür unsurları, örneğin fe­ministler, çevreciler, farklı cinsel tercihler içinde bulunduğu­nu söyleyenler, hayvan severler gibi akla hayale gelmedik minik minik topluluklar kendilerine yeni kimlikler yakıştır­manın çabasına girişmişlerdir.

Postmodern dönemde bir husus daha açıklıkla belirlene­bilmiştir: temsilî demokrasinin şimdiye kadarki uygulama­sıyla yetersiz kaldığı! Durum, öteden beri demokrasiye yö­neltilen eleştirilerden farklı bir anlamda ele alınıyor. Temsilî demokrasinin, yönetilenleri ancak parlamento çatısında tem­sil edebildiği ve fakat bu çatının dışında temsil edilmesi ge­reken toplulukların ve çıkarların temsilsiz bırakıldığı husu­su. Daha da önemlisi söz konusu temsil siyasal sınırlarla mahdut tutulmuş ve siyasal olmayan çıkarların temsili sa­vunmasız bırakılmıştır. Böylece bir yandan belirli devlet me­murlarının (valilerin, emniyet müdürlerinin vb) seçimle iş başına getirilmesi öngörülürken; bir yandan okulda, iş yerin­de, ailede demokrasinin işleyişine imkân sağlanmak isten­mektedir. Postmodern söylem burada da, bir kez daha çeliş­kisini dışa vuruyor: hem merkezsizlik öngörülüyor, hem kü­çük toplum birimlerinin küçük öbekler halinde temerküz et­mesinin önü açılmak isteniyor!

Aslında küreselleşmenin, emperyalizmin yeni bir adla ve dünyanın yeni koşullarına göre yenilenerek yeni bir sunuma kavuşturulmuş olduğunu görmek zor değildir. Nasıl ki, em­peryalizm de, antik evrensel devlet ülküsünün modernleşti­rilmesi olarak değerlendirilebilirse. Ancak sunumun yenili­ğini gözden kaçırmamak gerekiyor. Şöyle ki, emperyalizm­de, emperyalist ülkenin kim olduğu belli olduğu gibi, emperyal baskı altında tutulan ülkenin kimliği de bellidir. Sömü­renler Avrupa'nın İngiltere, Fransa, Belçika.. gibi ülkeleriy­ken, sömürülenler de Afrika'nın şimdiki tüm ülkeleri ve di­ğerleri olarak adlandırılabilir. Oysa küreselleşme deyimi, öz­neyi kamufle ettiğinden, küreselleşme, kimsenin manipülasyonu olmadan, dünyanın gelip dayandığı bir zorunluğun kendiliğinden ortaya çıkardığı bir durum gibi algılanıyor. Ama acaba durum gerçekten böyle midir? Küreselleşmeyi manipüle eden birileri yok mudur? Ve Amerika'nın, İngilte­re'nin, Fransanın küreselleşmesi ile Türkiye'nin ve benzeri ülkelerin küreselleşmesi aynı şey midir? Bu değini, üzerinde ayrıca durulmayı gerektiren farklı bir konu. Biz, duruma, modernliğin halihazırda ulaşmış olduğu bir evreyi işaret et­mesi bakımından göz atmış olduk.

İmdi, yukardan beri betimlemeye çalıştığımız modernli­ğin çalkantılı, karışık, karmaşık, hatta içinden çıkılamaz gibi düğümlenmiş noktalarına bakarak bazılarının ileri sürdüğü gibi Batı dünyasının, dahası dünyanın sonuna gelinmiştir di­yebilecek miyiz? Dünyanın sonuna gelmekle, dünyada artık bir daha değişiklik olmayacak ve kapitalistik aşama onun son evresi olarak görünecektir denmek isteniyorsa -ki söyle­nen odur: "tarihin sonu gelmiştir!"- görünen manzaranın böyle bir "öngörüyü" teyid etmediği ortadadır. Böylesine bir zihinsel ve maddesel enerjinin ortada durduğu bir zeminde ve zamanda, onun sonunun geldiğine hükmetmek ancak saf­dillik olur. Arkasında muazzam bir entellektüel ve sermaye birikimi tutan bir kültürün ve medeniyetin, fantezi kabilin­den ortaya çıkan, daha doğrusu o kültürün ve o medeniyetin doğal sonucu olarak ortada duran bir kriz sonunda yıkılaca­ğını ve ortadan çekileceğini beklemek, bizce bir vehimden başka bir şey değildir.

1940'lı yıllarda Camus: "Avrupa ya yeni bir medeniyete girecek ya da yitip gidecektir" derken, ona belki de onun şimdi içinde bulunduğu durumu öneri- yordu, yoksa Batı medeniyetinin gerçekten ortadan kalkacağına ihtimal verdiğini düşünmek abes kaçar. Ortada belki bir varta bulunmaktadır, ama Batı medeniyetinin karşılaşmış ol­duğu en büyük varta şimdi karşı karşıya bulunduğu değil­dir: o, daha büyüklerini daha önceki zamanlarında atlatabil­di. Bir sıkıntı ve kuşku sürecinden geçiliyor, doğru, ama bu süreç ebediyen böyle kalacak diye beklemek, insana da gü­vensizlik olur. Batı medeniyeti antik çağdan, Roma Imparatorluğu'ndan günümüze doğru çeşitli evrelerden geçmiştir, onun yeni bir evreye daha gireceğine inanmak mümkün, ama şimdiki durumuyla sonunun gelmiş olduğuna hükmet­mek yanlış olur. Batı medeniyetinin kendine dışardan bakamamak ve kendine özeleştiride bulunamamak gibi bir zaafı var; ama bu zaafına rağmen bu medeniyet her defasında ken­di küllerinden yeniden doğmasını başarabilmiştir.

Rasim Özdenören - Düşünsel Duruş,syf:42-57
Devamını Oku »

Geri Dönüşümlü Şampuan !

Geri Dönüşümlü Şampuan !...Artık Asyalı gerçeklerin sabırsız bir hale gelmesi ve sa­dece Batı pop müziğini ve kılık kıyafetlerini değil, tüm post­modern kimliğin arzulu alıcıları olmaları kimseyi şaşırtmamaktadır. Sokakta bol, sarkık kazaklar ve yırtık kotlar giyen repçiler, kirli ve uzun saçlarıyla, tüm dünyadaki gibi siyah kotlar ve t-shirtler içindeki heavy metalciler, sadece Ameri­kan şehir gençliği gibi görünmemekte, aynı zamanda onlann psikolojik profilini de öğrenmektedirler. Artık “gençliğin ge­niş ailelerden bağımsız düşünülmediği ve kişisel davranışların disipline edilmesinin ölçüt olarak kabul edildiği” toplumlarda, yavaş yavaş cinayet işleyen, okuldan kaytaran, uyuşturu­cu bağımlısı, ailesine karşı isyan eden, önüne gelenle yatıp kalkan bir gençlik yükselişe geçmektedir.

Bu kültürün en be­lirgin özelliğiyse, Asya’daki güç sahibi ayrıcalıklı elitin çocukları arasında baş gösteren sevgisizliktir. Asiaweek'e göre Ba­tılı pop müzik, MTV ve televizyon programları “paragöz bir gençlik” kültürü yaratmıştır. Bu gençlik anlık hazlara itibar etmekte ve görsel-işitsel bir bombardıman altında yetişmek­tedir... Okul öncesi Christian Dior'un bez spor ayakkabıla­rına ilgi duyan bu gençlik sonraları Beverly Hills 90210’da- ki sahnelere arzu duyarlar. Öyle ki kullandıkları kalem kutu­lar bile özel tasarlanmıştır.” Fakat bu mallar sadece sevgi­sizliği yaygınlaştırmaktadır. İthal edilen kültür sürekli bir sev­gisizlik aşılamaktadır. Sevgisizlik, sahip olunamayanlara du­yulan nefrette anlamını bulan bir gençlik kültürüdür. Böylece Asya’nın her yerindeki zengin gençliğin çıkarları “lepak"ın yansımasıdır. Malezyalıların son zamanlarda en çok şikayet ettiği toplumsal sorun, yollarda sallana sallana yürüyen ve bu yaşam tarzına uygun ürünlere sahip olan gençliğin, özünde sevgisizlik taşıyan bir modanın oluşturduğu anlamsızlığı yansıtmalarıdır. Ve tüm bunların arkasında kişiyi yıkan bir bağım­lılıkla birlikte, kur yapmak yatmaktadır.

Peki bu moda markaları almaya gücü yetmeyenler ne yapmaktadır? Güneydoğu Asya, bu soruna kendi cevabını üretmiştir: Burada gerçeğe postmodern bir dayanak noktası oluşturulur ve gerçekle ayrıt edilemeyecek kadar sahte ve ya­lan üzerine temellendirilmiş kültür ve ekonomiyi gerçekmiş­çesine benimsetir. Eğer gerçek ve temsili ayırt edilemezse, gerçek bir Gucci marka saatler ile taklitleri arasındaki farkın ne önemi kalır? “Gerçek taklitler” piyasada rahatlıkla bulu­nabilir. Sahte CD’ler sadece gerçekleri gibi görünmeyıp ay­nı zamanda kesinlikle aynı ses ve kaliteye de sahiptirler. Bu durum endüstri uzmanlarının bile iki ürün arasındaki farkı anlatmasını imkansız hale getirmektedir. Bununla birlikte Tayland, Tayvan, Hong Kong, Güney Kore, Malezya, Endo­nezya ve Singapur’da satılanlar sadece taklit saatler ve ka­setler değildir. Sahte kültür, kılık kıyafetten, deri mallara, an­tika eşyalardan, bazı araba parçalarına ve endüstriyel işlem­lere kadar bir çok şeyi üretmektedir. Güneydoğu Asya’da gö­ze çarpan ortak manzara, insanların New York, Paris vé Ce­nevre’deki Batılı, zengin hem cinsleri gibi şık giyinmeleridir. Oysa bu insanların üzerindeki kıyafetler taklittir. Tayland ın ünlü bir pop şarkısında “Bin yıl önce Tayland’da yapıldı. İki yüz sene önce Amerika’da yapıldı”, denilerek bu durum hi­civ edilmektedir. Hayret verici bir şekilde, bölge ekonomisi­nin % 20’si taklit üretime bağlıdır. Yatırımların belirsiz gelişi­mi hem bir postmodern üründür hem de Batı kapitalizmini alt üst edecek potansiyel bir silahtır. Bununla birlikte, bu du­rum, toplumun tüm bireylerinin, postmodern bireysel kimlik arayışına, kendini gerçekleştirmeye ve anlamlandırmaya ka­tılma imkanı tanır.

Pop müzik, televizyon ve tarz ürünleri, postmodern de­virde Üçüncü Dünya gençliğini tuzağa düşürmek için bir ara­ya getirir. Onların kimlikleri metaya dönüştürülür. Televizyon şovlarından, Hollywood ve MTV’ye kadar birçok abartılı ıvır zıvırla gençlik bombardımana tutulmakta, “hepiniz eski kafa­lısınız” tarzı davranışlar moda eğilim haline getirilmekte, uyuşturucu, intihar, suç ve nihilizm kültürü “ideal” bir tip ola­bilmenin ön gereksinimleriymiş gibi yansıtılmaktadır. Bu pa­ketin özü, Batılı olmayan ülkelerde, Batı’ya ait olmayan her şeyin “iğrenç” olduğunu kanıksatmaktır. Söz konusu paket “özgürlüğün” cezb ediciliğiyle birlikte satılır. Fakat bu “özgür­lük” ya da daha yaklaşık haliyle bireyci özgürlük, her bireyin kendi potansiyelini tatmin etmesi, sonsuzca tüketmesi, ko­lektif, cemaatsel ve toplumsal sorumluluklardan elini çekme­si için bir ruhsattır. Batı’nın deyişiyle bu mesaj Rousseau’ya kadar uzanmaktadır. Beş çocuğunu da yetimhaneye veren Rousseau bir özgürlük havarisidir. Fakat Batılı olmayan toplumlarda, bu tarz bir “özgürlük” görüşü, onların gelenek ve tarihlerinin altını oymaktadır.

Bu görüş, Batılı olmayan gen­cin kendi kültürel ürünlerine yaklaşma özgürlüğünü içermez. Örneğin, Batılı olmayan geleneksel müzik, postmodernizmin kendine mal ettiklerindendir. Zaire’den, Solomon Adalanna, İran’dan Türkiye’ye dünyanın her yerinden alınan geleneksel müzik, hiçbir telif ödemeden, Batılıların kulak zevkine hitap edecek bir şekilde New Age elektronik enstrümanları ve rock vuruşlanyla bezenip, yeniden Üçüncü Dünyaya satılır. Afrika­lı Pigmeler, postmoderne “Deep Foresf’de girer. Gelenek tüm tarihinden ve içeriğinden soyutlanarak metalaştınlır ve yıkıcı bir mutlulukla kitle pazarı kültürü oluşturmak için kulla­nılır. Taahüt etmek, görev, yükümlülük, aile ve cemaat gibi kelimeler bir kenara itilir ve doyumsuzluk, kendini gerçekleş­tirme, tüketim öne çıkarılmaktadır. Gençlik, kendini yıkma hususunda kendi bireylerine ait bir yol oluşturma konusunda cesaretlendirilir.

Batılı olmayan gençlik üzerinde yaygınlaştırılan keskin bir kimlik krizinin yanı sıra, pop müzik ve ithal televizyon programlarıyla yerel kültür de harap edilir. Yerel kültürel ürünler en iyi halde marjinalleştirilir ve en kötü halde de ta­mamen ortadan kaldırılır. Yerel televizyonlarda lokal programlar yapmanın imkanı kalmadığında, yerli kültürü destek­leyen en önemli kurumsal çatı altında, yerli yazar ve sanatçı­lar kendilerine yer bulamazlar. Yine yerli müzik de ya tama­men marjinalleştirilir ya da onun mirasçıları olduğunu ileri sürenler tarafından kabul edilebilir bir biçime sokularak, içe­riğinden soyutlanır ve Batılılaştırılır. Mesela buna örnek ola­rak Hindistan, Pakistan ve Bangladeş’in dini müziği Quaw-vvalli’yi düşünün. Sufi kökenli bu müzik, geleneksel davullar ve el çırpmaları eşliğinde basit bir ritimle söylenir. Bu şarkıların konusu Tanrı, Peygamber Muhammed, dördüncü hali­fe Ali ve büyük Sufi önderlerinin övülmesidir. Bu müziğin ye­ni yorumuysa, alt kıtanın hippi gençliğinin benimseyebilece­ği bir biçime sokulmuştur. Bu yeni biçim rock kalıplarının, müzik sentezcileri tarafından kullanılan ritimleri, birdenbire değişen başka bir müzik haline getirilmiştir.

Aslında mistik coşkulan tatmin etmek için yapılan bu müzik yeni haliyle rock histerisi ile disko dansınıın yaygınlaşması işlevini gör­mektedir. “Efendinin” dilinin egemen olduğu postmodern ürünlerde, yerel dillerin kullanılması kalitesizlik olarak dam­galanmaktadır. Bir başka deyişle yerli kültürün üretimi dur­durularak, yetişen neslin bu kültürle ilişki kuracağı her şey ortadan kaldırılmıştır. Üçüncü Dünya’da politik kimliklere karşı ilgisizlik hiç bu safhaya ulaşmamıştır.

 

Ziyauddin Serdar,Postomodernizm ve Öteki
Devamını Oku »

Unutmak için Büyük Bir Hafıza

Unutmak için Büyük Bir HafızaPostmodernizm, ta­rih anlayışını kayıtlı tarihsel olaylara hapseder. Bunu yapar­ken tarihi olayları, halk masallarını ya da efsanevi tarihi ay­nı kefeye koyar. Bütün bunlar bencil insan ifadesinin çalış­malarıdır. Algılarımız açısından tarafsızlık, tarihî duyarsızlaş­mamıza ezici bir etki yapar. Masal anlatıcılığı, mit yapıcılığı ya da doğru ve gerçek denemeciliği yapıldığında tarihin kay­naklarına bir sessizlik hakim olur. Sessizlik, tahtından edilmiş tarihi, hükmetmeye engel, gergin ve kendisine sahip olan ik­tidarlar lehine çarpıtılan bir hale sokar. Postmodern gelenek­te tarihin kullanımı düşlenenin güçlendirilmesi şeklindedir. Fakat postmodern düşün yapamadığı şey bir alternatifi göz önünde bulundurmaktır.


Hollywood çizgi filmleri üzerinden tarihi düşünmek tu­haf görünebilir. Fakat burası dikkat dağıtmanıın postmoderncesinin en sinsice yapıldığı ve en etkili olduğu yerdir. Bura­sı tarihin, postmodern modaya uygun bir şekilde, postmo­dern düzenin gerçekleriyle kesiştirilmesi için kullanıldığı ve istismar edildiği bir yerdir. Onun moda tarzı, her şeyi eşyalaştırması, seçmeci göreliliği ve hakiki unutturma yeteneği, hatırlanacak yeni sahte ikonların eş zamanlı olarak taklit edilmesini beraberinde getirir. İmgeler tüm sahip oldukları­mızı oluşturduğundan, postmodernizm imgeleri güçlendirir. Onun imgeleri nasıl yaptığı ve bu imgeleri nasıl kendi amacı için anlamlarından saptırdığı, postmodern projenin fark edil­mesi gereken kurnazlığıdır. Yeni bir gelenek bilim yapılma süreci incelendiğinde, tarihin pençelerinden kurtulduğumuz yeni bir döneme girmemiş olduğumuz ortaya çıkar. Bunun yerine egemen tarihin çok eski ve benzer fikirlerinin, post- modermizm tarafından, kendisine yeni bir dil oluşturmak ve etkisini arttırmak amacıyla yeniden ortaya sürüldüğü görülür. Ortaya çıkan, eski dilin egemenliğinin devam ettirildiği, yeni bir yüzey, üstünkörü bir ifadelendirmedir. Her ne kadar ala­ya alınsalar da, bunlar, modernizmin hükmeden fikirlerine örnek teşkil etmektedir.

Walt Disney’in Pocahon tasında, postmodern tarihçiliğe örnek eylemlerde bulunan hayaleti düşünün. Bu sinema de­nemesinde, peri masalı anlatıcısı, geleceğin tarihini belirle­meye çalışan bir peri masalının anlatıcısı haline gelir.

Film, renkli bir tayfanın eski Londra’da denize açılmak için hazırlık yapması sırasında söylediği eğlenceli bir şarkıy­la başlar. Şarkıda “1607’de açık denizlere yelken açtık, za­fer için, Tanrı için ve Virginia Şirketi altınları için” denmek­tedir. Şirket, kıvrak ve sarışın kahramanımız olmadan bir hiç­tir: “Hintlilerle John Smith olmadan savaşamazsınız”. Ve böylece onlar şiddetli bir fırtınayla karşılaşmak için yelken açarlar. Kahramanımıza, kaynayan okyanusu bölerek genç bir delikanlıyı kurtarma fırsatı sağlarlar. Maceracı, güçlü er­keklik dürtüleri büyük bir zafer kazanmaya hazırdır.

Bu arada Amerika’nın bakir ormanlarında hiç bir şey­den haberleri olmayan yerliler hayatlarını devam ettirmekte­dirler. Onlar köylerinde Dünya Ana’nın meyvelerini toplaya­rak yaşamlarını sürdürmektedirler. Asil Reis Powhatan, ba­şarılı bir mücadelenin ardından savaşçılarıyla mutlu köyüne döner. Ve burada, Pocahontas olarak çağırdığı kızı Mato-aka’yı arar. Kızının beslediği hayvanın adı olan -Pocahontasla, kızına seslenmektedir. Fakat Pocahontas, ormanda uyku­larını bölen derdine, derman aramaktadır. O, uykusunda bir takım esrarengiz bulutlar -bunlar, John Smith’i getiren gemi­nin yelkenleridir- görmüş olup, bunların, önüne çıkacak ve izlemesi gereken yeni bir yolun habercisi olup olmadığını dü­şünmektedir. Babası ona, değerini yeni ispatlamış genç bir savaşçı olan Kocoum’la evlendirmeyi teklif etmiştir. Poca­hontas, stardart bir orman yerlisi olan bu adamı çok haşin ve ciddi bulur. Danışmak için, konuşan yaşlı bir ağaç olan bü­yük annesi Willow’a gider.

Ve böylece bu sahne, Yeni Dünya’da yeni bir ideolojik buluşmayı postmodernizmin el kitabına göre düzenlemiştir. Film, bir çok yerinde kullanılmış efektlerle donatılmıştır. Ta­rihî Pocahontas’ın, onda olmasına ihtiyaç duyulan, çağdaş duyarlılıkları ve zevkleri vardır. Dişi, kavgacı, son derece du­yarlı, önemli olayların tam ortasında bulunan bağımsız bir aktördür Pocahontas. Onun efsanesi olan aşk öyküsü ancak zamanın sonunda gerçekleşebilecek türden barışçı bir uzlaş­madır. Pocahontas’ın ihtiras ve sevgisinin hedefi, aranılan bu yeni tarihi ikonla daha da güçlendirilir. John Smith olmadan Pocahontas ne işe yarayacaktır? Her iki tarafın güç denge­si bu çizgi filmde masallaştırılmıştır. Walt Disney, geleceğin tarihini konu alan çizgi filmlerinde bilinçli olarak, geçmişin tarihinin anlaşılmasını zorlaştırmak için, tarihi tüketir. Tarihi, bilinçli olarak, polemiklerle dolu bir maskeli balo olarak ta­nıtmaya çalışır. Bugün filmler yapılırken, varolan kültür incelenerek, bunun bir reklam ve tanıtım aracı olarak kullanılma­sına dikkat edilmektedir.

Merkezine imge üretimini alan Hollyvvood, herkesin beğenisine ve anlayış kapasitesine hi­tap edecek filmler yapmaktadır. Pocahontas’ın bir televiz­yon filmi olarak çekimine katkıda bulunanlar -animatörler, müzisyenler, seslendirenler, prodüktör ve yönetmen- bir yan­dan tarihi doğru yansıtmanın yollarını ararken, öte yandan da tarihin tam kalbindeki bu aşkı, nasıl insanların, üzerinde yoğunlaşacağı ve sindirebileceği akıcı bir üslupla anlatabile­ceklerinin yollarını aradıklarını söylemektedirler. Walt Dis­ney kurgu ve peri masallarından farklı olarak ilk defa bu tip bir maceraya el atmıştır. Bunu vurgulamak için filmde bir çok hatırlatıcı öğe kullanılmıştır. Kadın kahramana benze­yen neşeli hayvanların sesleri ve şarkıları yoktur. Bunun saf bir düşten çok gerçek bir efsane olmasından dolayı, onlar da gerçek hayvanlardır. Kendinden emin bir şekilde genç tüke­ticinin boğazına oturan Walt Disney, bilinçli olarak onlara ta­rihî bir mesaj vermektedir. Bu mesaj onun halkla ilişkiler da­iresinin tanımladığı gerçek tarih üzerine bina edilmiştir.

Yeni Dünya’nın keşfi hakkında yapılan bu çizgi film ani­masyonu son derece önemli bir postmodern ideolojik köşe taşıdır. O, büyük endüstri tarafından yapılmış bir zırva ol­maktan çok antropoloji, sosyoloji ya da sizin için önemi olan tüm “loji”lerin kavramsal bir arıtmadan geçirilmesidir. Öteki hakkında ileri sürülen tezlerde, basmakalıp örnekler üzerin­den, Öteki’nin etnik ve kültürel ayrımlarının anlaşılması ve farklılıkların tanınması sağlanır. Her iki taraf da, biri diğeri kadar kötü, basmakalıp örnekler üzerinden işlenir.

Bunları daha önce duymuşuzdur: “Vahşiler, vahşiler, in­san olmalarına rağmen çıplak vahşiler” diye şarkı söyler göç­menler ve ardından da eklerler “benim senin gibi değiller,onlar şeytan olmalılar”. Kendi vatanlarım kurtarmaya hazır­lanan Amerikalı yerliler de aynı şekilde cevap verirler. “So­luk yüzlü, bir şeytandır. Süt gibi beyaz derisinin altıysa bom­boştur”. Ve şarkılarını özenle yazılmış bir nakaratla bitirirler : “Vahşiler, vahşiler bizden farklı vahşiler. Onlara asla güvenilemez”. İşte biz ancak bu şekilde postmodern tarih eğilimi­nin özünün ne olduğunu anlarız.

Hepimiz Öteki kefesine ko­nuruz ve Öteki’nin kavramları neredeyse birbirinin aynıdır. Bazı basmakalıp örneklere egemenlik tarihi tarafından veri­len ayırıcı güç, yıkıcı ve soyutlaştırıcı bir çizgidir. Bu güç yal­nızca, tektipleştirdiği insanların politik olarak doğru olma ge­reksinimine dair bir eşitlik bırakır ardında. Etikisi “vahşi” te­riminin kullanımındaki son canlanmayı haklı çıkarmaktır. Ar­tık, hükmeden, ayrımcı düzene karşı özgün bir tarihi suçla­maya muhalefet etmesinden dolayı bu terimin evrensel bir geçerliliği bulunmaktadır. Bir yandan ötekini egemen düzen sınıflamasının içine sokarken öte yandan da şimdide ve ta­rihte Batılı olmayan halkların farklı iktidar tanımlaması ve örneklendirmesinin üzerine görünmezlik perdesi çekmektedir. Egemenlik bir şans işiymiş gibi gösterilerek, insanlar, Batılı olmayanların tarihleri başka olmuş olsaydı da durumun de­ğişmeyeceğine inandırılmaya çalışılmaktadır.

 

Ziyauddin Serdar,Postmodernizm ve Öteki
Devamını Oku »

Bir Küresel Kültürün Ortaya Çıkışı

Bir Küresel Kültürün Ortaya Çıkışı“Küresel kültürün” ortaya çıkışı genellikle postmoder-nizm olgusunun başka bir göstergesi olarak sunulmaktadır. Hepimiz tişört, kot pantolon ve spor ayakkabısı giymekte, Kentucky Fried Chicken ve McDonalds’dan yemekteyiz. Zi­hinsel kalıplar dünya kültür yapısına o denli yerleşmiştir ki, artık herkes aynı tondan şarkı söylemekte, aynı fikirleri tar­tışmakta, aynı sloganları atmakta ve kendisini aynı biçimde ifade etmektedir. Ancak Anderson, ortaya çıkan kültürün tektipçi doğasından dolayı fazlaca endişe duymamamız ge­rektiğini ileri sürmektedir:

Bu, bazı insanların hiçbirşeyi dünyanın Batılılaşmasından daha fazla sevmediğini gösterir. Onlar tamamen haksız sayılmazlar. Batı’nın nufuzunun artmasına, dehşete düşürücü bir şey olduğu kadar bir parça umut veren bir şey olarak da bakılabilir. O sadece kalite­siz yiyecekler ve kalitesiz ilişkilerden ibaret değildir, aksine demok­rasi ve insan hakları kavramlannı da içinde barındırır…..(Ancak)o resmin bir parçasıdır.Bütün Batılılar çay ve Zen’i bilir, Baş­kan Mao’nun düşüncelerinden haberdardır, ve her Batılı işadamı Japon iş yönetimi hakkında bir şeyler duymuştur.

Bu iddiada ırkmerkezciliğin bir kaç katmanı bulunmak­tadır. O, dünyanın Batılılaştırılmasının iyi bir şey olabileceği­ni, Batılı olmayan kültürlerin yönetim ve insana saygı hak­kında herhangi bir fikirlerinin bulunmadığını; “çay”, “Zen” ve “Mao’nun düşüncelerinin” tarihdışı (ahistoric) olduğunu, Batı’da üretilen bu bilgilerin Batı’nın sömürgecilik ve post- emperyalist tarihiyle ilişkilendirilemeyeceğini, dahası Batılı olan ve olmayanlar arasındaki fikir akışının eşit düzeyde ol­duğunu ileri sürmektedir.

Dünyanın Batılılaşması Batılı olmayan kültürleri boğ­maktadır. Bu durum o derece aşikardır ki, burada bu konuyu ele almanın gereği kalmamaktadır. Tek bir hakim kültürün egemen hale geldiği dünyanın sadece küçülmekle kalmayıp aynı zamanda da tehlikeli bir yer haline geldiğini söylemek yeterlidir. Doğada olduğu gibi sosyal hayatta da mono-kültürlerin ortadan kaldırılmasına hüküm verilmiştir.

Postmodern yazılarda ve düşüncelerde yaygınlaştırılan, Batı ve Batılı olmayan arasındaki fikir akışının eşit düzeyde olduğu ve bunun en kötü ihtimalle kültür zenginliğine ve en iyi ihtimalle kültür ve geleneklerin “sentezine” götüreceği id­diası, zandan ibarettir. Bununla birlikte kültürel fikir ve ürün­lerin akışı, tıpkı mal ve eşya akışı gibi, Batı’dan Üçüncü Dün-ya’ya doğru tek yönde gerçekleşmektedir. Hiç kimse evren­sel sahnede, Hintli Michael Jackson, Çinli Madonna, Ma­lezyalı Arnold Schwarzennegger, Faslı Julia Roberts, Filipinli New Kids on the Block, Brezilyalı Shakspeare, Mısır­lı Barbara Cartland, Tanzanyalı Cheers, Nijeryallı Dallas ve Şilili Wheels of Fortune ya da Çin operası, Urdu şiiri, Mısır tiyatrosu vs. göremez. Dünya tiyatrosu kesinlikle Batılı tiyat­rodur; Batının iktidarının, prestijinin ve denetiminin sahne­ye konulmasıdır. Arada sırada Batılı olmayan kişiler de bu sahnede görünseler de, bu onların egzotikliğinden, ya da Ba­tılı fikir ve ülküleri benimsemelerinden ya da Batılı bir amaca hizmet etmelerindendir. Batılı olmayan kültürel eserler Batı’da göründüğü zaman, onlara karşı ya boş sembollermişcesine ya da etnik bir modaymışçasına davranılır.

Postmodernizmdeki kültürlerin sentezine yapılan çağrı1ar, dünyanın Batılılaştırılması ve Batı medeniyetinin evren­selleştirilmesi yolunda atılmış kurnazca adımlar olarak görül­melidir. Yahudi-Hristiyan dini mirası dahil, kendi farklılığını moderniteye ve güya seküler modernizmin süper prensiple­rine taşıyan Batı, günah çıkarttıktan sonra gerçek evrensel bir medeniyetin mümkün olduğuna inanmaktadır. Sentez, ancak evrensel sahnede eşit olarak temsil edilen eşit güce sa­hip eşit iki kültür arasında gerçekleşebilir. Güçlü ve egemen kültür, zayıf ve bağımlı başka bir kültürle birleşemez, güçlü olan zayıfı yutar. Zayıf olan egemen düzenin belirlediği gün­dem ve ilkeler doğrultusunda yeniden şekillenir ve kendisi ol­maktan çıkar. Buna da sentez denemez. Postmodern sentez, Öteki kültürlerin Batı medeniyeti içine çekilmesinin başka bir ifadesidir.

Hem inanç sistemlerinin yıkılması hem de evrensel kül­türün doğumu hakkında ileri sürülenler postmodern cepha­nelikteki üçüncü, belki de en önemli, geçiş silahının üzerine temellendirilmiştir: gerçekliğin toplumsal inşası. Bizim in­sanlık olarak yaptığımız, kendi zihnimizdeki dünya resmine uygun olarak gerçeklikleri inşa etmek gibi görünmektedir. “Orada” duran her şey bizim düş gücümüzün bir uydurması­dır. Ve bizler muhtemel postmodern dünyaların en iyisinde yaşayan eşit insanlar olduğumuzdan, tüm gerçeklikler diğerleriyle eşit düzeyde gerçek, tüm doğrular göreli ve tüm nes­nellik de sadece saçmalıktır. Anderson, postmodern durumu ne güzel açıklamaktadır:

Gerçekliğin inşası bir süreçtir. Her ne kadar bazı yapılar, sade­ce dinamik düşünce akımlarının geçici manifestoları olsa da, hiç bir felsefenin ve bilimin onları tanımlayamamış ve varlıklarının harita­sını çıkaramamış olması nedeniyle direngenlik gösterebilirler. Kav­ramak gerçek değil, bir gerçeği hesaplama sürecidir. Ve en sonun­da bizim yalnızca bir geçekliği değil, birbirinin üstüne binmiş, birbi­rine iliştirilmiş ve bazen birbiriyle çatışan bir çok gerçekliği inşa et­tiğimiz ortaya çıkar.

Bu, dünyanın her şeyin yapay olarak inşa edildiği bir ti­yatroya dönüştürülmesi demektir. Politika toplu tüketim için sahne yönetimidir. Televizyon belgeselleri eğlenceye dönüş­türülmüş ve eğlence olarak sunulmaktadır. Gazetecilik ger­çek ve kurgu arasındaki ayrımı bulandırır. Yaşayan bireyler melodram dizilerin karakterleri haline gelir ve yapay karak­terler “gerçekmiş” gibi varsayılır. Herşey bir anda gerçekle­şir ve herkes evrensel tiyatroda geçen olaylardan haberdar edilir. “Bu, yapmacık çağımızın doğal, aynı zamanda da ka­çınılmaz bir özelliğidir; bir çok insan toplumsal inşanın ger­çekliğini anlamaya başladığı zaman olan şeydir” diye yaz­maktadır Anderson. Başka bir deyişle bizler değişmez bir şe­kilde belli bir amaç için yönlendiriliyoruz.

Baudrillard, tüm gerçekliğin toplumsal inşası fikrini ele alıp, onu mantıki sonucuna kadar götürmeye cesaret eder. Ona göre, bütün evrensel tiyatro gerçekte “belirsizlik içinde dalgalanmakta” ve böylece gerçeklik, kurgulanmış “hiper gerçeklik” tarafından yutulmaktadır. Bütün toplumsal yaşam, gerçeklikler tarafından değil fakat yanılsamalar, modeller, saf imgeler ve canlandırmalar tarafından düzenlenmektedir. Postmodern çağ, gerçekliğin sistematik bir şekilde bir oyun olarak üretildiği bir süreci başı boş bırakmıştır. Fakat süreç burada durmaz’. Oyunların bizzat kendisi özgün gerçeklikten ayrılmış yeni yanılsamalar üretmekte ve söz konusu yanılsa­maların da bizzat kendisi saf imgeler ve diğer imgelerin yav­rucuklarını üretmektedir. Baudrillard süreci şöyle tanımlar;

Oyun, gösterge ve gerçeğin denk olduğu ilkesinden baş­lar (bu denklik bir ütopya bile olsa, o yine temel bir aksiyom olur). Aksine yanılsama bu eşitlik ilkesinin ütopyasından, de­ğer olarak göstergenin radikal olumsuzlanmasından, eskiye dönük göstergeden ve her başvurunun ölüm fermanından başlar. Oysa oyun yanılsamayı, onun hatalı oyun olduğu şek­linde yorumlayarak yutmaya çalışırken, yanılsama ise, kendi­si zaten bir taklit olan oyunun tüm yapısını kuşatmaktadır. Göstergenin sonraki evreleri şunlardır:

  1. O temel gerçekliğin bir yansımasıdır.

  2. O temel gerçekliği maskelemekte ve bozmaktadır.

  3. O temel gerçekliğin yokluğunu maskelemektedir.

  4. O, her ne kadar kendi saf taklidi olsa da, herhangi bir geçeklikle ilişkili değildir.


Birinci evrede imge iyi bir görüntüdür: oyun dinsel bir törenin çeşididir. İkicisinde şeytani bir görüntüdür: kötünün bir çeşididir. Üçüncüsünde bir görüntü gibi davranır: bir sihir çeşididir. Dördüncü evrede artık her hangi bir görüntü çeşi­di değil, bir yanılsamadır.

Saf yanılsama dünyasında “gerçekliği aramak” boşuna bir uğraştır. Hiçbir zaman farklılıkları keşfedemeyeceğimiz için “gerçek”le yapay olanı ayırma ihtiyacı hissetmeyiz. Bu­nun gibi, doğrularının zerre kadar güvenilirliği olmayan mo­dası geçmiş inançların ve kullanım dışı paradigmaların peşi­ne düşeceğimize, neliğini ve nasıl kendisinden zevk alacağımızı öğrendiğimiz postmodern durumu kabul etmemiz daha iyi olacaktır.

Bu durumda, bütün bu acı, ıstırap, adeletsizlik ve baskı hakkında, bir miktar vicdanı olan postmodern tüketici ne dü­şünecektir? Bunların hepsi bir yanılsama mıdır ya da bu zor­luk ve baskılara maruz kalan gerçek insanlar var mıdır? Ba­udrillard’ın cevabı, Körfez Savaşı’na getirdiği analizin içinde­dir. Savaşın patlak vermesinden bir kaç gün önce The Guar­dian’a yaptığı bir açıklamada, ‘savaşın asla olmayacağını ileri sürdü. Tüm tatbikatlar yapay bir inşadır: gerçek şey pasaj­lardaki bilgisayar oyunlarının dünya televizyonlarında oynatıl­masından daha gerçek olmayacaktı. Savaştan sonra Baudril­lard bir açıklama yaptı: “Körfez Savaşı Olmamıştır.” Ölüm­ler ve yıkıntılar gerçek olmasına rağmen, onun yanında ya da karşısında olmak “aptallıktı”.

 

Ziyauddin Serdar,Postmodernizm ve Öteki
Devamını Oku »

Daha Çok Tüketmek İçin Üreten Yeni İnsan

Modernliğin “hiper” ön eki; her türden aşırılığı, bütün isteklerin hemen/şimdi/burada karşılanması talebini, -bu noktada postmodernlikte kendisinden kurtulunmuş gibi görünen Freudizmin, her şeyi hemen/şimdi isteyen hayvan tabiatlı arsız idi geri dönüş gibi görünmektedir  kendini aşmayı, tüketim ve ticaretin egemenliğini ve de yeni bir tür evrimi ifade etmektedir. Peki ama bu üç biçim arasında ne fark vardır? Postmodernite, modernizmin bir yorum biçimi idi. Hipermodernite ise bir yaşama tarzıdır. Bu eni yaşam biçimi yeni bir “insan teki” var etmiştir. Bu yeni “birey”, gittikçe daha çok tüketen bir toplumda yaşamaktadır. Bununla beraber her türlü “bağadan kurtulmaya ça­lışmakta, sadece kendini geliştirme ve daha çok tüketme kaygısı taşımaktadır. Hem tü­ketme kaygısı yaşamakta, hem de kaygısını tüketerek yatıştırmaktadır.

Bu yeni insan bireyselleştikçe (bireyleştikçe değil), işsizlik, boşanmalar, nikâhsız beraberlikler, babasız çocuklar, ruhsal bozukluklar artarken evlilikler azalmakta ve değerler Kaybolmaktadır. Nicelik egemen olurken -Guenon’un ifadesiyle- çağın alametleri, her yeri istila eden şişmiş bir “ben”, güvensizlik ve yalnızlık, korku ve hayalet gibi nereden geldiği belli olmayan, yeni bireyi sarıp sarmalayan “sıkıntıdır. Bu ruhsal tablo, yüzeyde, daha fazla tüketememenin ve “ben”leşememenin sıkıntısı olarak kendini gösterir. Fakat aslında burada belirsiz bir sıkıntı, kendine bilinebilir bir sebep bulmaya çalışmaktadır. Daha temelde ve derinde yatmakta olan Tanrı’dan ve değerlerden kopmuş olmanın sıkıntısıya da varoluşsal sıkıntı- daha çok tüketilerek yatıştırılır. Tüketmek bir müsekkîndir; oysa yeni bireyimizin ve hepimizin müzekkîne ihtiyacı vardır. Çünkü bireyler, gerçek/varoluşsal sıkıntılarıyla yüzleşince ancak sakinleşirler. Kendisinden kopup ayrıldığımız ana vatanımızı hatırladıkça (zikr) kalplerimiz sükûn bulur.

Daha çok tüketmek için üreten yeni insan, hormonlu veya genleriyle oynanmış gıdalarla beslendi ve AIDS gibi yeni bir “çağdaş veba” türü ortaya çıktı: Obezite. “Acıkmak yetersizliktir; bu yüzden yeni birey asla acıkmamalı ve her dem tok olma­lıdır”. Diğer taraftan şişmanlık daha fazla tüketemeyecek olma korkusunu da tetikle- mektedir. Bu sefer, spor salonları (spor bağımlılığı çağın büyük alametlerindendir), jogging, organik gıdalar(bu gıdalar daha pahalıdır ve tüketene ayrı bir ideal imaj ver­mektedir), zayıflama diyetleri, fitoterapi vs. şeyler imdada yetişecektir.

Şüphesiz bu dönemin de bir ahlakı vardır. Bu ahlak, bireye hizmet eden, onun ça­tışmalarını dindiren, daha çok tüketmesine yardım eden bir ahlaktır. Pazar ekonomi­sinde dürüstlük, ürünü zamanında teslim etme gibi erdemler daha çok kazanmaya do­layısıyla da çok fazla tüketmeye yarayan araçlardır. Ahlakın Aşkın olanla bağı kal­madığı için, dürüstlük (vd), daha üst bir değere değil, aşağıda olana (dünyevî) hizmet eder. Dürüstlük kaybettirecekse dosdoğru olmanın lüzumu yoktur. Belki de bu yüz­den J. Locke, Tanrıtanımazın şahitliğinin kabul edilmemesi gerektiğini söylüyordu.Öyle ya, bireyi kontrol edecek hesap soran, cezalandırıcı bir Tanrı yoksa. Tanrıtanı­maz hangi değer üstüne yemin etsin ki!

Bu yeni ahlak türünün en belirgin özelliği suçluluk içermemesidir. Suç olmadığı­na göre suçlu da yoktur; dolayısıyla ceza da. Birey suç işlememişse, tevbeye de gerek kalmamıştır.Artık onun için tevbe kapıları çoktan kapanmıştır. Aslına bakarsanız suçluluk içermeyen ahlak anlayışının gelişimine en büyük katkıyı psikoloji ve psikiyatri yapmıştır. Dün ahlakın (ve dinin) alanında yer alan davranışlar, asıl toprağından kopartılmış, psikolojinin (bilimin) alanına ekilmiştir. Zaten psikoloji bilimi de davranışı incelemektedir; dolayısıyla bir şey psikolojinin/psikiyatrinin inceleme objesi-olgusu ise, o artık ayıp, günah, çirkin değil normal/anormaldir. Böylece ayıp olan sıradanlaşmış ve meşrulaşmıştır. Homoseksüalite, travestisizm, teşhircilik vs. bireysel tercihe dönüşmüştür; kınanmamalı ve saygı duyulmalıdır! Madem ki bu ye­ni insan teki her şeyin ölçüsüdür; varolanın varolduğunun, varolmayanın varolmadı­ğının, ayıp olanın aslında ayıp olmadığının biricik belirleyicisidir. Öyleyse onun ter­cih ettiğine kim karşı çıkabilir! Çağdaş bir günah çıkarıcı papaz gibi iş gören psika­naliste çatışmalarını, sıkıntılarını ve tercihlerini anlattığında; bir leğenin içindeki kirli suyu fırlatıp attığımızda ondan kurtuluverdiğimiz gibi, bozukluklarından kurtulma­mış mıdır? Ve böylece taze müçtehidimiz yeni bireyirmizin ahlaksızlıklarını tecviz etmiştir. Ortada vicdan azapları, kaçma/gizlenme eğilimlerine yol açan korku ve sıkıntı, ruhî çöküntü, tereyi hürriyetinden mahrum bırakan lekelenmişlik duygusu yani suçluluk duygusu olmadığına göre, yeni birey artık var gücü ile tüketebilir;kedini,tabitatı ve evreni.

Kaynak:

Hece Dergisi-Postomodernizm Özel Sayısı
Devamını Oku »

Aydınlanma Dönemi

Aydinlanma-Donemi

Çağımız, Aydınlanmanın bilimsel ve siyasal kehanetini yalanlamış, geneli itibariyle iyimser olan Aydınlanma düşüncesi ve “iyimser tutum” özellikle XX. yüzyılın ilk yarısında Avrupa’nın siyasal pratiği tarafından geçersiz kılınmış ve başta bilim, akıl, ilerleme ve hatta özgürlük olmak üzere Aydınlanmanın değerlerine karşı bir hayal kırıklığı oluşmuştur. Batı coğrafyasındaki insanlık dramları Doğu coğrafyalarında sefalete dönüşürken Aydınlamanın ‘maruz bıraktığı’ tutumlar yeniden gözden geçirilmelidir.

Işık ve aydınlanma bir sıçramaysa gerisinde bir karanlığın olması gerekir. Avrupa’nın sıçrayışını dogmatizme karşı, özgürlükçü, bireyci, kutsalı kendine endeksleyen pragmatist ve en nihayet nihilist kavramlarla tasvir etmek gerekirse, öncesindeki karanlığın kendi coğrafyası açısından bakıldığında bir hayatiyet arzettiği söylenebilir. Fakat ortada bulunan aydınlanmanın hem sahiplenilmesi hem de eleştirilmesinde taraflı ya da tarafsız olabilmek, içinde bulunulan kültüre göre değişir. Doğunun bu konuda Batı eleştiri tarihi ile kıyas kabul etmez yapısal soruları ve sorunları vardır çünkü Doğu’nun sömürge problemi doğrudan Batı ve onun Aydınlanma dinamikleriyle alakalıdır.

Avrupa aydınlanmasının Doğu’ya bakan vechesi bu iken, Avrupa kendi iç dinamiklerini harekete geçirerek hıristiyanlığın burnunun dibinde ‘Tanrının ölümü’nü ilan edebilmiştir. Bu dinamiklerin coğrafi ayrımcılık gözetilerek; yerinden bir milim oynasa sömürge statüsüne girecek yeryüzü toprakları, insanları, dinleri ve gelenekleri için göstermediği tahammülü kendi topraklarında ‘kendi katolik Tanrı’larına da gösteremediklerini görmek manidardır.

Avrupa merkezli bir insanlık projesinin, toplumsal dinamizmi merkeze almış bu ‘başarısı’nı şimdilerde postmodernizm akımı ve onun türevleri, ‘cenaze namazını kılmadan’ modernizmin inanç çöplüğüne göndermekle meşgüldür. Bu, bir günah çocuğu olan modernizmin Aydınlanmanın insanlığı maruz bıraktığı zifiri karanlığa kendisinin gömülmesinden başka bir şey değildir.

Kaynak:

Hece Edebiyat Dergisi-Batı Medeniyeti Özel Sayısı, Haziran-Temmuz-Ağustos, 2014
Devamını Oku »

Batı Artık Yeni Asimilasyon Politikaları Arayışına Girmiştir

Modernlik geleneksel toplumlara ait yapısal unsurları yok etmemiş, onları dönüştürerek yeni biçimler ver­miştir. Bu çerçevede modem toplumlara ait birey, devlet, egemenlik, bilim gibi yapı­sal unsurların bir değişime uğraması şaşırtıcı olmamalıdır. Otoriter ve totaliter devlet biçimlerini ve ötekine varolma hakkı tanımayan ideolojileri modernliğin ölçütü olarak algılarsak bunların zayıfladığı süreçte “tarihin sonu”nun (Fukuyama, 1994) geldiğini söyleyebiliriz. Fakat bu söylemimizi on yıl sonra sürdürmekte zorluk çekebiliriz. Hiç­bir toplum bilimci veya felsefecisi XXI. yüzyılın ilk on yılının XX. yüzyılın son on yılından daha özgürlükçü olduğunu veya bireysel özgürlüklerin devlet gücü karşısın­da daha genişlediğini söyleyemez. 10-15 yıl gibi yakın bir geçmişte bir özgürleşme aracı olarak çokkültürlü toplumdan coşku ile söz edildiğini biliyoruz. Bugün ABD’nin ve Avrupa Birliği ülkelerinin liberalizmin şampiyonluğuna talip olmaktan vazgeçerek yeni asimilasyon politikaları arayışına yöneldiği bilinmekte. Dünyada zenginler ile yoksullar arasındaki gelir dağılımı uçurumunun genişlediği bir süreçte kapitalizmin sonunun geldiğinden söz etmek bir yanılsama olabileceği gibi; kültürel, dinsel ve etnik farklılıkların toplumlar ve topluluklar arasında kalın duvarlara dönüşmesini görmeyerek Berlin Duvarının yıkılışını tarihin sonu olarak değerlendirmek de bir yanılsamadır.

Kaynak:

Hece Dergisi-Postmodernizm-Özel Sayısı
Devamını Oku »

Batı Kendi Değerlerini Evrensel Olarak Takdim Etmektedir

Gerçekten de modernitenin evrensellik iddiası da anlamsızdır ve her geçen gün erozyona uğramaktadır. Tüm evrensellik iddialarına karşılık yerellik duyguları geliş­mektedir. Evrenselliğin araçları gibi gözüken bazı olgular, iletişim, teknoloji tek dü­zeliği ve monotonluğu sarsmaktadır. Kaldı ki nereden bakarsak bakalım Batı toplum­lumun kendilerine özgü olan ama başkalarına evrensel diye takdim edilen değerlerin yanlı olduğu her geçen gün daha iyi anlaşılmakta ve bu toplumların haklı tepkilerine sebep olmaktadır.

Esasen evrensel değer, nerede ve hangi toplumda ortaya çıktığı belli olmayan ve insanlığın ortak değeri olarak algılanan değerlerdir. Bir yerlerde çıkmış ve hala adre­si belli olan ve arkasında hala sahibinin koşturduğu değerler evrensel değil ancak kü­resel olabilir. Bunun da en açık örneği modern Batı değerleridir. Ne önemde olursa olsun çoğu kere zorlamalı bir biçimde yer küresine yayılmaktadır. Örneklemek gere­kirse adalet bir evrensel değerdir, ama ne denli yararlı bulunursa bulunsun demokra­si bir küresel değerdir. Her kültür öncelikle sahibinin çıkarlarını temsil eder. Demokrasi bile bunun dışında değildir. O, kim ne derece yararlanırsa yararlansın sınai kapi­talist dönüşümün siyasi bir araçsal yapısıdır.

Kaynak:

Hece Dergisi-Postmodernizm Özel Sayısı
Devamını Oku »

Kredi Kartı Tasarruf Kavramının İçini Boşaltmııştır

Kredi-Kartlari

Verimliliğin en üst seviyede tezahürü olarak, insanların alışverişlerini kolaylaştıran, onlara promosyonlar ve çeşitli imkanlar sunması ile kredi kartının kullanımı tüketime ayartılmış birey için cazibeli bir iştir, hatta vazgeçilmez bir araçtır. Oysa tüketim toplumu mutlak bir tatminsizlik üretmekte ve daha fazlasını istemek üzere ayartılmış bir tüketim faaliyetini körüklemektedir. Kredi kartı ile daha akılcılaşan tüketim faaliyeti her nasılsa insanlara sahip olmadıkları paraları harcatarak fasit bir dairenin içine sokmaktadır. Burada tek amaç hemen tüketim, daha fazla tüketimdir.

Tüketim artık herkes için bir kimlik edinme sürecine dönüşmüştür, idealleştirilmiş bir yaşam kurgusuna erişmek için sonsuzca çeşitlenmiş metalar dünyasında daha iyi bir yaşam hedefine yönelmiş olan tüketiciler, ister istemez süreklilik arz eden bir borçluluk döngüsüne girmişlerdir. Kredi kartı böylece borçlanmayı mümkün, hale getirerek,tasarruf kavramını içini boşaltımıştır.

Borçlu bir yaşama alıştırılan birey,borçlarını ödemek üzre çalışmak zorunda kalır,arzularını tatmin etmek için yarını beklemesine gerek kalmadan hemen hareket geçen tüketicide anlık doyumun sona ermesi ile, bu durum gerçeklik ve sanallık arasında bir bocalamaya sebep olur. Kredi kartının en önemli işlevi belki de ihtiyatsız bir yaşam anlayışının gelişmesine sebep olmasıdır. Zira tasarruf eden insan yarına dair arzularına sınır koyarak kendine sığınabileceği bir alan açmaya çalışır. Oysa arzu ve tatmin arasında zaman kaybetmek istemeyen birey, ihtiyatsızca yarınını tüketmeye ayartılır.

Kaynak:

Hece Dergisi-Postmodernizm Özel Sayısı
Devamını Oku »

Postmodernizm ile İslâm Arasında Bağ Varmıdır ?

İlk bakışta Postmodernizm, modernitenin aksine geçmişle bağ kurulmasından yana gözükmekledir. Ama hiçbir eksen ol­gusu ve yargısı olmadığı için elle tutulur somut bir sonuca ulaşamamaktadır.Öznesizlik ve belirsizlik onun en temel esprisidir. Hatta mevcut haliyle günümüz­deki borsa, ciddi hiçbir gerekçeye dayanmayan iniş ve çıkışlarıyla tipik bir post mo­dern durumdur. Yine kumar postmodernizmi simgeleyen bir olgudur; bir zarın atıl­dığı, bir kâğıdın çekildiği, birkaç saniyenin heyecanının sonsuzlaşlığı duygusunu ve­ren bir ilişki biçimidir. Burada kapitalizmin eleştirilebilir yönlerine rağmen düzenli kazanma düşüncesi bile köşe dönmecilikle yer değiştirmiştir.

Postmodernizmde çoğulculuğun kapısı açılmış tarih ve gelenek içeri alınmış, ama ne tarih ve ne de gelenek eski yerini bulamamıştır. Ancak çoğulculuktan yararlana­rak farklı sesler yükselmeye başlamıştır: Değişik etnik gruplar, feministler, eşcinsel­ler ve benzerleri değişik alanlarda seslerini duyurmaya başlamışlardır. Önceleri bas­kın toplumsal yapının egemenliği altında suskunluğa zorlanan gruplar seslerini yük­seltme ve baskın toplumsal yapıya varlıklarını kabul ettirme konumuna gelmişlerdir. En etkin kitle iletişim aracı olan televizyondan yararlanmaya başlayan bu geçmişin merkez dışı güçleri artık yeni kitlelere ulaşmayı başarmışlardır.

Moderniteye karşı geleneği savunmakla tanınan Nasr’a göre de postmodernizm çoğu açıdan modernite tezlerine zıttır. Ancak bu, kutsalın gerçekliğini ve zihinsel  manevi olanın kesinliğini savunma yönünden bir zıtlık değildir. Postmodernizm her türlü kesinlik, mutlaklık ve kalıcılığa karşıdır. Dinin kutsal yapısını, hatta kutsal ya­zıları bile yapı bozumuna uğratma gayretindedir. Modern kültür vahyi reddediyordu. Postmodernizm vahyin yanında aklı da reddetmektedir. Postmodernizm yukarıda söz konusu edilen yapı bozumunda da değerlerin ve kültürlerin göreceliğini vazede­rek dinlerde bir boşluk yaratma çabasındadır. Dolayısıyla İslâm’ın postmodernizm ile uzlaşması mümkün değildir.

Şüphesiz postmodernizm de İslâm gibi, dinin politikasıyla bağlantısı, bilginin ta­biatı, ahlâkın kaynağı ve kamusal alandaki yeri, din - bilim ilişkisi gibi pek çok soru üzerinde durmakta, fakat çözümleyici cevaplar verememektedir. Hâlbuki postmoderniteye karşılık İslâm, konulara hem daha çok nüfuz edebilmekte, hem de insanı daha etkileyici olabilmektedir

Yani bazılarının sandığı veya iddia ettiği gibi postmodernizm ile İslâm arasında an­lamlı bir bağın ve ortaklığın olduğu düşünülemez. Her ne kadar İslâm’ın moderniteye karşı tavırlarında postmodernizmle bazı benzeşen tarafları bulunsa bile İslâm ondan mega -söylem karşıtlığı gibi konularda bütünüyle ayrılır. Bir din olarak İslâm, postmodernitenin ifadesiyle hayatın ve kainatın geçiciliği, Ölüm gerçeği, ahlâk ve erdemliliğin gerekliliği, öte dünya, cennet- cehennem gibi büyük bir üst anlatıya sahiptir.

Sonuç olarak denebilir ki moderniteye yöneltilen eleştiriler aynen post modemiteye yöneltilebilir. Çünkü bir kültür düzleminde aynı şeyleri paylaşmakladırlar.Dolayısıyla postmodernizm aynı enkazın altında çırpınmaktadır.

Kaynak:

Hece Dergisi-Postmodernizm Özel Sayısı
Devamını Oku »

Batı’nın ‘Modern’Ie İmtihanı

Gerçek, objektif olmayı daima kendisine saklar.

Modernlik, Batının insanlığa armağan ettiği bir kavram. Kavramı, Reform’a ve Rönesans’a izafe edenler de var, Sanayi Devrimi’ne de. Her ne olursa olsun modernlik uzantıları itibariyle Batı’da gelenekten hem çok çekti hem de ona olduğun­dan çok çektirdi, desek pek de abartmış olmayız.

Genelde Reform, kısmı olarak ise Rönesans, Batı'nı n toplumsal yaşayışına karşı getirilen bir tür itiraz etme biçimiydi. Lâkin bu itiraz etme biçimi, ilk başta öyle sa­nıldığı gibi sıkı sıkıya örgütlenmiş bir tasarımı, olgunlaşmış bir projeyi, geçmişin ye­rine teklif etme şeklinde gerçekleşmedi. Bu durum, Batı’nın varolan kurumsallaşmış yapısının, mevcut hali taşıyamamasından ve taşımakta zorlandığı bu yapıyı, kontrol amaçlı baskı altında tutmasından kaynaklandı, desek ana fikrimizin uzağına düşmüş olmayız sanırım. Batı insanı ‘Kilise’nin, olanca ağırlığı altında toplumsal yapıyı be­lirlemek için Engizisyon ve bilimsel algılama biçimini kontrol altına almak için oluşturmuş olduğu Skolastik çerçevenin cenderesinde oldukça ezildi. Zaman içinde vukua gelen -adına ister ‘paradigma yorgunluğu’ diyelim isterse toplumsal yeni açılımlar gereği teklif edilen cevaplara getirilen bir tür yasaklama diyelim- sonuç açı­sından pek bir şey değişmez, Batı İnsanı dönem itibariyle bunalmış olduğu bu du­rumdan çıkış yolunu, bir kaçış psikolojisiyle gerçekleştirdi. Ve kaçtığı bu yol bo­yunca önüne çıkan zararlı ve yararlı birçok yapıyı yerle bir etti. Romanın ve Hıris­tiyanlığın oluşturmuş olduğu bütüncül yapı, kiiçülmeci ulus devlet modelleriyle da­ğıtıldı. insanın şahıstan bireye doğru evrilmesi sonucunda dağılan psikolojik algıla­ma biçimi, yeni bir insan oluşturma adına başkalarını yok sayma gibi bir yola gir­mekte hiçbir beis görmedi. Küçülmeci ulus devlet modelleri, hemen karşılarında öte­kini yasal bir şekilde var etti ve onunla kanlı bir kavgaya girişmekte herhangi bir so­run görmedi. Modernleşmeyi Sanayi Devriminin bir sonucu sayarsak eğer, -ki bu doğru değildir; Sanayi Devrimi modernleşmenin sadece bir ayağıdır- o zamanda yu­karıda bahsedilen aynı olumsuzluklarla karşılaşırız. Geniş ailenin parçalanması, çe­kirdek ailenin vücuda gelmesiyle başlayıp biten bir süreç değil, aksine ailesizliğe ka­dar varan bir durumun topluma işaretlenmesidir.

Modernitenin Yapılanma Alanları

Bana benden bahset ki seni tanımam kolay olsun.

Modernin gerçekleşmesi, hem kendi kendini kurma döneminde hem de gelenekten kaçış süreci içinde, var olan toplumsal yapıyla bir hesaplaşmayı hep Ön planda tutmuş­tur. Geleneğe karşı biçimlenen modem, bütün hesaplaşmalarım anlam üzerine kurdu­ğundan, gelenekten kurtulma biçimini, onun büyük (iğretisini, paradigma içi bir tadi­latla gerçekleştireceği hesabıyla kurumsal yapılarının içini boşaltmakla buldu. Fakat modern, kendisini de büyük bir yapı (öğreti) olarak ilan ettiğinden, mutlağa ait olan bü­tün çerçeveleri korumakla kalmadı; aslında o, geleneksel elemanter yapıya göre kurgu­lanmış olan ve o güne kadar var olan haliyle, kanıksanmış bir biçimde kendini görkem­li kılmış olan mutlağın içeriğine, kendi katından hiç de uygun olmayan alışılmadık bir anlamlar yumağını yüklemiş oldu. Kutsalın inançla olan bağını ve kutsalı, mutlağın dışına taşıyarak koparmayı başardı. Bu durumda büyük bir anlam kaymasına uğrayan kutsal kendini birdenbire seküler olan bir dünyanın kucağında buldu. Batıdaki biçimiyle,gelenekteki ibadet etme ritüelini dönüşüme uğratan modernite. gelenekte varo­lan haliyle,Tanrının yeryüzündeki gölgesi olan devlete saygıyı -ibadet etme olarak da alınabilir- şeklen de olsa bir amaç üzerinden gerçekleştirilen pozisyonundan uzaklaş­tırdı. Bu tip bîr uygulama devlet için ne kadar riyakar olsa da, kendini mutlaklaştırmayı en azından dolaylı yollardan gerçekleştirmiş oluyordu. Fakat modernde bu saygı (ibadet etme) ritüeli Tanrı'nın zorunlu iskanla başka bir evrene gönderilmiş olmasın­dan delayı, direkt devletin kendi üzerine kalmış oldu ve devlet de bunda her hangi bir beis görmedi. Mesela, memurların kılık kıyafetine gösterilen titizlik, bir taraftan saygı duyma biçimini imlerken, diğer taraftan da devleti mutlak bir alana yerleştirdi.

Evet, yukarıda da sayıp döktüğümüz gibi. 'modernite'nin ‘geleneğe’ saldırısı nitelik üzerinden gerçekleşen bir saldırıdır ve geleneksel insanın yıkımı şeklinde formüle edilebilir. Oluşturulmaya çalışılan insan, birçok yönüyle yeni bir tip olan birey­dir. Aslıda birey tanım gereği çok küçük bir parçayı işaret ettiğinden dolayı, ‘modernite'nin mutlakçı ve büyük yapısına uy mamakla beraber, modern’in yeni inşa et­tiği bu büyük öğretinin içini doldurmaya yarayan bir yapıtaşı oldu ve onun için var­lığına kerhen de olsa izin verildi. Aslında parçanın, bütünü karşıdan gördüğünün he­sabıyla bakarsak eğer, bunun pek de sakıncalı olmadığını, parça ve bütünün fonksi­yonel olarak birbirlerini güçlendirdikleri hesap edilerek sürece katıldığını görebiliriz.

Modernizmm önemli bir ayağı da akıldır. Lâkin bu akıl, geleneğin onu kullanış tarzında olduğu gibi kalbeden akıl değil de, eşya ile kurmuş olduğu ilişki biçimini aşamayacak olan rasyonel akıldır. Aslında modernizmin akla olduğundan fazla önem vermesinden değil de akılcılığı kutsamasından dolayı, aklın coğrafyasını kendini aşan bir şekilde alan genişletmesine tabi tutarak orada, aklı doğal sınırlarının ötesine taşı­yıp, bir nevi akıl tutulmasına' yol açtı. Bu durumda etiği, değeri ve normu aştığı ze­habına kapılan akıl, insanın o güne değin kendisiyle, tabiatla ve kozmosla kurmuş ol­duğu bütün bağları koparttı. S. H. Nasr’ın deyimiyle, ‘‘Tabiat artık bir ana olmaktan çıkıp modern insanın gözünde bir fahişe haline gelmiştir”. Modern tasarının içindeki filozofların başında gelen F. Bacon, “Hurafeler çağı bitmiştir artık; beyler, bakışları­nızı gökyüzünden yere doğru indirin; aslolan tabiattır ve tabiatta, siz ona ne kadar ezi­yet ederseniz, kendini o nispette size sunar” diyerek gelenekteki insanla tabiat arasındaki ilişkiyi, radikal bir biçimde dönüştürmüş oluyordu. Görüldüğü gibi, sado-mazoşist eğilimleri olan bu ilişki biçimi, taraflardan biri diğerine eziyetten zevk alırken, eziyet edilenin de zevk aldığını iddia edip, bu iddiayı merkeze taşıyan bir düşünce. Ne yazık ki, modern akıl bu düşünce perspektifi üzerinden dünyayı algıladı.

Öte yandan bilimin modernitede gelişimi de geleneksel algı alanının ötesine taşa­rak kendine mutlak bir alan tayin etti. Varılan bu durumda bilim, istiklalini ilan etmek­le birlikle, birdenbire vasıta olmaklığın da ötesine sıçrayıp, kendini amaç haline getir.

  • Newton’un Mutlak Evren’i artık Tanrı nın müdahale ettiği bir evren olmaktan çık­mış, bütün kuralları matematik formülasyonlar içine sıkışan, sırlarından mahrum edil­miş bir büyük fotoğraftan başka bir şey değildir. İnsanın, asırların tanıklığı altında oluşturmuş olduğu metafizik ve inanç dünyası, bu şartlar altıda birdenbire buharlaşıp kayıplara karışmıştır. Onun yerini akılcılığın kuru matematiğinde dizayn edilmiş olan ve aklı aşamayınca da yüreğe inmeyi beceremeyen bir metafizik almıştır.


Bilimsel anlayış tarzı dedüktif (tümevarım) yapıdan, iııdüktif alana doğru hızla bir kayma gösterdi. Bu, bilinen bütünden bilinmeyen parçaya doğru gidişin yerine, gözlemlenen haliyle bilinen parça/lar/dan bilinmeyen bütünü çıkarsamak demekti. Dolayısıyla gelenekte zihinde oluşan mutlak, hem deneye uygunluk göstermediğin­den hem de bilinemeyen olarak bir tarafa bırakıldığından bilimsel algının doğasından da kovulmuş oldu.

Bilimlerin kralı ilan edilen fizikteki kurallılık ve determinasyon, hiçbir analize ta­bi tutulmaya gerek duyulmadan sosyal bilimlerin içine atılıverdi. 19.y,y. da sosyal bilimlerin kurallarını sayarak, tam 198 kural bulduğunu ilan edenler oldu. Pozitiviz­min İlmihalini yazan kişi (O. Comte), büyük bir cesaret örneğiyle ‘metres’inin adı­nı haziran ayına  isim olarak teklif edebildi.

Hece Dergisi, Postomodernizm Özel Sayısı
Devamını Oku »

Değişme Kuramlarının Gözden Geçirilmesi

Toplumsal değişme, oldukça karmaşık ve çokyönlü bir süreçtir. Bu olguya iki fark­lı perspektiften bakmaya çalıştık. Bir genelleme yapacak olursak modernizm, toplum­sal değişmeye olumlu bir perspektiften bakmakta ve özenle olumlu olguları seçerek bi­ze tozpembe bir dünya sunmaktadır. Şu an için sefalet ve yoksunluk içinde olan insan­lara “bekleyin”, "‘uzun vadede modernleşmenin meyvelerinden siz de faydalanacaksınız” diyor. Dünyamızdaki derin çelişkileri görmemezlikten gelmeye ve başka dün

dünyaların ulaşdığı refah toplumunu diğerlerine de bir ideal olarak sunmaktadır. Oysa modernizmin, küresel çapta uygulanabilir bir proje olmadığı çoktan kanıtlanmış durumdadır Eğer sadece Çin, günümüz Avrupa ülkelerinin standartlarında bir yaşam sürmeye başlarsa buna dünyamızın yer altı ve yerüstü kaynakları yetmediği gibi söz konusu seviyede bir tüketim yapılması halinde de dünya ekolojik olarak yaşanamaz bir hale getirecektir.Öyleyse modernleşme projesi, bazı toplumların ulaştığı , ancak diğerlerinin de ulaştığında çökecek bir projedir. İşte, postmodernizm tam da bu noktada modernleşme projesine itiraz ediyor. Bu projenin temel dayanaklarını bir bir sorguluyor ve yerine  başka öncüller koyuyor. Bu eleştiriler, elbette modernleşmeye eleştiren bakan; zihinleri mutlu ediyor, ancak şu nokta hala açıklık kazanmış değildir. Postmodernizmin öncülleri ne kadar dayanıklıdır? Burada çok klasikleşmiş bir eleştiri yapılabilir.Postmodernizm , karşıt olma pozisyonundan hareketle yeni bir bakış açısı oluşturmaya çalıştığı için kendi karşıtının evreninde dönüp dolaşıyor. Fernand Braudel’in söylediği gibi "Bir şeyin tersinden konuşmak onun ekseninde konuşmaktır”.

Modernizm, ne kadar Avrupamerkezcil bir ideoloji ise postmodernizm de o ka­dar Avrupamerkezcildir. Eleştirilerini yönelttiği şeyin ekseninde dolaşıp durmakla­dır. Şimdi şöyle bir soru soralım: Batılı olmayan toplumlar için postmodernizmin ne anlamı vardır? Hiçbir anlamı yoktur denilemez. Özellikle Batılı modernleşme proje­sine “çevrenin perspektifinden bakanlar, postmodernizmin modernizme yaptığı eleştirilerden keyifle yararlanıyorlar. Fakat bu “eleştiri edebiyatı’', yeni bîr dünya kurmak için hiçbir malzeme sunmamaktadır. Çünkü postmodernizrn, “buyük” ve "üst anlatılarda karşı çıktığı için bize hiçbir şey vaat etmiyor. Böylesine bir yaklaşım, mevcut olanı iyileştirmeye hizmet ettiği için statücoku bir işlev bile görebilir. Nasıl vahşi kapitalizm sosyalizmin kendisine yönelttiği eleştirilerden ders çıkarak ilaha “sosyal” yüzlü bir sisteme (refah devleti) evrilmişse modemleşmeci proje de kendi­sine yönelen eleştirileri yapıcı bir tarzda kullanarak pekala kendisini ıslah edebilir. Tabi ne kadar ıslah edebilirse..

Yeniden toplumsal değişme konusuna dönecek olursak, postmodemizm modernizmin tarihsel ve toplumsal ilerleme konusunda özenle seçerek oluşturduğu olgular dan hareketle kurduğu ideal yapıyı sarsarak onun “büyüsünü bozmaktadır", Moder-nizm, nasıl geleneksel toplumun büyüsünü bozmuşsa postmodemizm de modernizmin illüzyonik büyüsünü bozmaktadır. Ama eleştirilerinde başarılı olan postmodernizmin temel öncüllerine ve toplumsal değişme konulundaki saptamalarına katılmak zorunda değiliz. Bu konuda iki şeyi birbirinden ayırt etmekte fayda dem dünyadaki gelişmeleri okuma konusunda bir yaklaşım geliştirmeliyiz.Modernleşme konusunda bugün, ulaşılan nokta, bu sürecin paradoksal bir süreç olduğudur.Her adımda modernleşme olumlu bir şey sunarken olumsuz bir durum da oluşturmaktadır. Sözgelimi bireycilik, geleneksel ve kolektif yapılardan bağnazlaşma ve özgürleşme anlamına geldiği için olumlu bir şey olarak anılabilir. Ama öte taraftan modern dünya, yeni yapılarla modern insanı demir kafes içine almıştır.

Modern birey,önceki  yapılardan daha tehlikeli, aşılamaz yapıların ve mekanizmaların tehdidi altındadır.Bunu anlamak için çok uzağa bakmamız gerekmiyor Evimizde televizyona, elektrikli aletlere ve şehir sistemlerine o kadar bağımlı hale geldik ki, geçmişte sahip olduğumuz tüm kişisel ve çokyönlü yeteneklerimizi kaybettik. Bu modernizmin insanlık lehine kaydettiği tüm gelişmeler için söz konusudur. Modern araçlar uzun mesafeleri kısa yapmıştır, bu doğrudur; ama bu mesafeleri kat ederken binlerce insanı da kurban, veriyoruz. Bu “hızlı” yaşam karşısında ödemekte olduğumuz bir bedel değilmidir? Nedense modernleşme (Türkçesi “çağdaşlaşma”) derken, sadece kaydettiğimiz olumlu gelişmelere gözümüzü çeviriyoruz. Olumlu gelişmelere gözümüzü çeviriyoruz.Olumsuz gelişmeleri görmemizi adeta engellenmiştir. İşte modernizmin “illüzyonik büyüsü” derken tam da bunu kastediyorum, İkinci olarak mevcut durumun okunması kadar yeniden inşa edilmesi de önemli bir sorun olarak karşımızda durmaktadır. Mevcut durumun tasvirinde tam olmasa da  kısmen “objektif’ olabiliriz. Tabi ki sözünü ettiğimiz illüzyonik büyüleri bir tarafa itebilirsek...

Ancak olması gereken durumu ifade ederken normatif olmak kaçınıl­mazdır. Her toplum kendi "idealleri”ne göre toplumsal bir değilme projesi dizayn et­mek ister. Burada toplumsal değişmenin yönü, herkesi kuşatan vc dışardan kendisini dayatan bir zorunlu yasaya dayanmaz. Bu tür yasalar modcrnleşmeci toplumbilim­ciler tarafından var gösterilmiştir. Öylesine normatif bir dayatma söz konusudur ki, kimileri Batılı toplumların geçtikleri süreç vc aşamaları bizim için de kaçınılmaz gö­rürken, kimileri de “tarihin sonu”nu ilan etmiştir. Oysa bir toplumun kendi geldiği noktayı “en ideal" görmesi narsist bir tutku ve etnosantrizm olduğu gibi kendi son­larını hazırlamış olan toplumların başkalarına da son tayin etmesi o kadar küstahça bir yaklaşımdır. Toplumbilim, tüm bu öznel saptırmalardan kurtulmalıdır.

Hece Dergisi, Postmodernizm Özel Sayısı
Devamını Oku »

Postmodernizm Hakkında

Aslında postmodernizm, modernitenin özgürlük, kardeşlik, eşitlik, gibi idealleri­nin gerçekleşmesinin mümkün olmadığının, zihnimizde kurduğumuz tozpembe bir dünyanın gerçekte bulunmadığının görülmesi üzerine ortaya çıkmış bir özeleştiri sa­yılabilir. Esasen postmodernizm, bazı modern olguların izolasyonundan cesaret almıştır. Mesela o, işçi hareketlerinin geri çekildiği ve kapitalizmin aşırı tüketici dina­miklerinin karakterize ettiği bir dönemin ürünüdür.

Postmodernizm, moderniteyi eleştirirken genelde her şeyden önce akılcı - kurgu­sal yapısına karşı çıkmaktadır. Buna göre mesela her şeyde sınırların yavaşça erime­si, mesafelerin ortadan kalkması, ayırım çizgilerinin belirsizleşmesi ve benzeri geliş­meler, bir postmodern durumdurlar. Gerçi postmodern eleştiri daha ötede yer yer bir başkaldırı psikolojisi taşımaktadır.

Belirtildiği üzere postmodernizm bu eleştirilerde öncelikle meta anlatıları sorgula­maktadır. Bu çerçevede mesela kardeşlik, ebedi barış, insanlık gibi söylemler, içerik- siz meta anlatılardır. 19. yüzyıl düşüncesinin önemli bir kısmı meşruiyetlerini yitir­mişlerdir. Bununla birlikte postmodernizmin eleştirisi modernist bir temelde seyret­mektedir. Yani kullandığı argümanlar moderniteye aittir. Hatta bu arada bazı temel kabulleri de moderniteyle örtüşür. Mesela modernizm de postmodernizm de din ko­nusunda benzer düşüncelere sahiptirler. Hatırlanacağı üzere Aydınlanma felsefesi din ve Tanrı düşüncesini içkin kültürel bir olgu olarak almış, genelde onu bir yanılsama saymıştı. Postmodernizm de dine tarihsel bir olgu, devri geçmiş bir kurum, sıkça kul­landığı bir ifadeyle artık atılması gerekli bir büyük söylem gözüyle bakmaktadır.

Postmodern düşünürlerin sıkça göndermelerde bulundukları en önemli düşünür­ler, Nietzche ve Heideger’dir. Bu düşünürler, Aydınlanmacıların sorunları pek valin indirgemeci olarak ele aldıklarını belirtirler. Bunlardan uyarladıkları görüşlerinde

Lyotard ve Dcrrida insan varlığının köklerinin yöresel olduğunu, aydınlanmanın ev­rensel ve soyut kavramlarıyla kavranamayacağını belirtirler.

Yine de bu düşünürlere göre aydınlanmanın rasyonalitesi, ekonomik sistem geli­şip burjuvazi yeni yapılarını oluşturdukça, bir erdem olmaktan çıkmış, amaç farklı­laşmıştır. Artık istenen şey insanın bilgeliğini artırmak değil, mali zenginliğini artırmak olmuştur. Kötü olan şey bilgisizlik değil, fakirliktir. Eleştirel akıl anlamını yi­tirmiş, amaçsal akıl ön plana geçmiştir. Buna bağlı olarak mühendislik önem kazan­mıştır. Teknolojideki başarılarla diğer insani eksiklikler örtülmeye çalışılmaktadır. İnsanlar desteğe alınan bilimin tarafsızlığına inandırılmalardır.

Gelişmenin toplumsal boyutları, üstün görülen bilginin dışında bırakılmıştır. “Teknoloji her türlü değer yargısının dışında çalışır” yanlış görüşü toplumlara be­nimsetilmiş, böylece sistemin kendini genişleterek yeniden üretmesine köstek olabi­lecek sesler bastırılmıştır. Günümüzde Tanrı veya onun vahyi ile desteklenmiş amaç­sal aklın yerine geçmiş olan araçsal akıl artık hiçbir engel tanımadan sadece üretimin sürdürülmesine nezaret etmektedir. Öte yandan üretimin karmaşıklaşması işbölümü­nü artırmış, bunun sonucu insanlar, bütünlüğünü göremedikleri bir çarkın dişlileri konumuna itilmişlerdir. Doğa nasıl teknolojiye girdi oluyorsa, insan da öylesine tek­nolojinin nesnesi olarak algılanır olmuştur. Modernite bu mekanizmayı sürdürebil­mek için de üst anlatılar oluşturmuştur ki bunlar iyiden modası geçmiş masallardır. Üstelik bu üst anlatıların başında da bizzat modernleşmenin kendisi gelmektedir.

Bu açıklamalara dikkatle bakıldığında görülür ki postmodernizm, modernitenin içinden yapılan bir eleştiridir. Çünkü söylenenler modernitenin bir yorumu ve açılı­mından ibarettirler. Esasen postmodernizm modernitenin bir parçası olduğundan do­layıdır ki eleştirdiği en temel konularda bile yeni ve farklı bir şey söylememektedir. Kaldı ki postmodernizm, modernite bağlantılı olmayan hiçbir şey söylememektedir. Bu söylenenler ise genelde bir eleştiri olarak karşımıza çıkmaktadır. Bu söz konusu eleştiriler yeni fikri bir inşa özelliği taşamıyorsa da onun düşünsel görüşlerini ta­mamlayan açıklamalardır.

 

Hece Dergisi,Postmodernizm Özel Sayısı
Devamını Oku »