Yarım Asır Öncesinden Bir Oryantalizm Teşhis Ve Tedavisi

Yarım Asır Öncesinden Bir Oryantalizm Teşhis Ve Tedavisi

Yarım Asır Öncesinden Bir Oryantalizm Teşhis Ve TedavisiBu makale, M. Zâhid el-Kevserî(1371/1952)’ye ait “Min ‘Iberi’t-Târih”, Kahire 1367/1947, adlı eserin 17-29 sayfalarının çevirisidir. Makalenin başlığı tarafımızdan konulmuştur.

Çev: Seyit BAHCIVAN Yrd. Doç. Dr. Selçuk Ü. İlahiyat Fakültesi İslam Mezhepleri Tarihi Öğretim Üyesi


Tarih boyunca İslam’a yapılan saldırılarda İslam düşmanlarının yöntemlerini hatırlamak, onu savunan ve uğrunda çaba sarf eden kişinin savunma yolunu aydınlatacağı ve basiretini artıracağı herkesçe kabul edilen bir gerçektir. Bundan dolayı yaptığımız işin bilincinde olmamız için üzerimize düşen, İslam düşmanlarının saldırılarındaki yöntemlerini hatırlayıp ibret alınacak noktalardan ders almamızdır. İslam kalesi içinde düzenledikleri bazı entrikalarını belirttikten sonra,[1] şimdi de dışardan yönelttikleri bazı düşmanca faaliyetleri açığa çıkaralım da bu basit örneklerden bilmediğimiz daha pek çok tuzak ve entrika hakkında bilgi sahibi olalım.

Tarih kitapları şark İslam dünyasına karşı asırlarca savaş ilan etme konusunda dayanışma içine giren bağnaz bir haçlı güruhunun haberleriyle doludur. Öyle ki, onlar fıtrat dini olan İslam’ın çeşitli yer ve insanlar arasında hızlı yayılışını gördüklerinden, bizzat kendi yurtlarında dinlerinin akıbetinden korkuyorlardı. Saldırıları çok şiddetli bir şekilde devam ediyordu. Fakat o sırada, inde onların ateşinden ve böbürlenmelerinden asla etkilenmeyen bir aslan vardı. Zira o çağlarda Müslümanlar gerçek anlamda İslami hayatın şeref ve üstünlüğünü tadan, kimseye boyun eğmeyen şerefli kimselerdi. İslami prensipler onların gönüllerine öyle nüfuz etmişti ki; bu kendilerini o ilkeleri canlarıyla ve sahip oldukları her şeyi bu uğurda feda ederek savunmaya sevk ediyordu. Onların Müslümanlığı sadece dini günlerde akla gelen Müslümanlık değildi. Onlar aralarında Allah ve Resulüne düşmanlık edenlere sevgi beslemezler ve hıyanet, yumuşaklık ve korkaklıktan düşmanlara yaltaklanmazlardı. Böylece onlar düşmanların hedeflerine ulaşmalarını engellediler, saldırganlar da gerisin geriye, elleri boş, geldikleri yere donup gittiler. İslam ve Müslümanlarda gördükleri yüce prensipler ve hayırlı gelişmelerden dolayı ayakları sarsılmış, dizlerinin bağı çözülmüştü. Kendi memleketlerinde dinlerinin geleceğine dair endişeleri arttı.

Bu merhalede, batıda İslam hakkında yalan ve iftirayı yayarak dinlerini, İslami tehlikeden uzak tutmaya çalıştılar. Yalnız, gerçek şu ki; Avrupa’nın pek çok alanda kalkınma ve ilerlemesi Haçlıların bu kanlı savaşlarda doğulularla olan iletişimi sayesinde olmuştur. Luther (ö.1546) taraftarlarının meşhur dini reformu gerçekleştirmeleri bu uyanışın sonucudur. Her ne kadar Protestanlık diğer gruplardaki mevcut olan putperestlikten ileri bir merhale olmaktan öte geçmeyi başaramamış olsa da. Bu dönemde İslam hakkında nice kuyruklu yalanlar uydurdular.

Bu açık iftiralardan, şahsiyet ve karakter sahibi kişinin utancından yüzü kızarır. İslam bu tür iftiralardan tamamen uzaktır. Hatta tanınmış batılı yazar Henry de Castro (ö.1913) İslam ve Müslümanlar hakkında Avrupa’da yaygın olan, gerçekle ilgisi olmayan bu tür yalan propagandalardan yakınıyor ve şöyle diyordu: “Orta Çağ’da Avrupa’da dinleri hakkında ortaya atılan hurafe ve efsaneler Müslümanlara ulaşsaydı acaba ne derlerdi? Çünkü o çağa hâkim olan cehalet, apaçık düşmanlık ve rezil bağnazlık yoluyla bu uydurma masalları ortaya çıkarıyordu. Sonra da şöyle diyordu: “Avrupa’da bugüne kadar İslam ve Müslümanlar hakkında yaygın olan kötü, niyet, o dönemde yayılan bu hurafelerin kalan izinden başka bir şey değildir.

O çağda bütün Hıristiyan şairler, Müslümanları putperest olarak tasvir ediyor ve şöyle diyorlardı: “Onların üç dereceli üç tane ilahları vardır: Mâhûn, Oplîn ve Târmâkân.” Avrupalı bu yazarlar şöyle iddia ediyorlardı: “Muhammed kendisinin Tanrı olduğunu ilan ettiği bir din ortaya çıkardı.” Bundan daha çirkini ve daha garibi, putperestliği yıkıp kökünü kazıyan, yapılan putları kıran ve onları yok eden Hazreti Muhammed Sallallâhu Aleyhi ve Sellem’i, insanları altından yapılan kendi heykeline tapmaya zorlayan bir adam olarak tanımaları idi. Hıristiyanlar İspanya’da Müslümanları Sarakusta (Saragossa) surlarına kadar sürdükleri zaman, Müslümanların geri dönüp putlarını yok ettiği yaygarasını çıkardılar.

Onların çıkardığı bu asılsız yayın, Müslümanlara yaptıkları “onlar putperestler” şeklindeki iftiraları ortaya çıkıp da rezil olma korkularından kaynaklanmaktaydı. Halbuki onlar, Müslümanların yurtlarını ele geçirdiklerinde camilerinde bir tane bile put bulmuş değillerdi. Hatta o dönemdeki şairlerden biri, Müslümanlar hakkındaki yaygın hurafeyi şöyle şiire döktü: “-Müslümanların tanrısı- Oplîn bir mağaranın içindeydi. Müslümanlar onu dövdüler, tel’in ve tahkir ettiler, paramparça ettiler ve ayaklar altında çiğnediler. Sonra da ikinci tanrıları Mâhûn’u bir çukura attılar da domuz ve köpekler onu çiğneyip parçaladılar. Dünyada hiçbir ilah böyle bir aşağılanmaya maruz kalmamıştı. Sonra da Müslümanlar bu yaptıklarına pişman oldular ve tahrip ettikleri putlarını yeniden yaptılar. Putperestliğin Müslümanlar arasında yeniden canlanması üzerine Kral Şarl (Charles 1516?), Sarakusta’ya girdiğinde, Müslümanların putlarını aramaları için her tarafa adam gönderdi. Bunun üzerine Müslümanlar camilere girip putları demir balyozlarla kırdılar. İşte yalan ve iftira olarak böyle şeyler yaydılar Müslümanlar hakkında.” De Castro’nun Hıristiyanlardan naklettikleri işte bunlar.
Şair (Paul) Ricoeur (ö.1913) şöyle diyor: “Tanrım! Azabını Mâhûn’a tapanlara gönder.” -

Kastettiği Hazreti Muhammed Sallallâhu Aleyhi ve Sellem’in ümmetiydi, sanki onlar Mâhûn denilen puta tapıyormuş gibi!- Bu şair, Haçlı asilzadelerini İslam’a karşı seferberliğe davet ediyor ve şöyle diyordu: “Kalkınız! Mâhûn ve Târmâkân denilen putları yıkın, ikisini de yakın ve kendi tanrınız uğrunda onları kurban edin.” Batılılar Orta Çağ’da İslam ve Müslümanlara böyle düşmanlık yapıyorlardı. Avrupa’da İslam aleyhinde uydurulan bu iftira ve hurafeler uzun zaman devam etti. Hatta Orta Çağ’ı takip eden yüzyıllar, İslam’a iftira ve düşmanlığın özünde geçmiş yıllardan daha da iyi değildi. Metotlar değişik olsa bile.

Aralarında İslam aleyhindeki propagandalarında uydurdukları yalan ve iftira şekillerine dikkat edenler çoğalınca, batılı propagandistlerden gerçekleri çarpıtanlar, İslam’a zarar vermede başka bir yöntem takip etmeye başladılar. Bu, doğuda yazılmış kitaplardan nakletmek suretiyle İslam ve İslam Tarihi hakkında tarafsız araştırmalar yapma görüntüsünü vermek şeklindeydi. Böylece XVII. Yüzyıldan itibaren, doğuda yazılmış kitaplarda İslam tarihini çarpıtmak düşüncesiyle buldukları bazı metinleri kendi dillerine çevirmeye başladılar. İlk işleri; Saîd b. el-Batrîk el-İskenderânî (ö.328/940),[2] eş -Şeyh el-Mekîn Cercîs b. el-Amîd (ö.672/1273),[3] Ebu’l-Ferac Ğeriğeriyos (Gregoire) b. Harun el-Malatî (İbnu’l-İbrî diye bilinir, (ö.685/1286)[4] gibi doğu Hıristiyanlarının kitaplarında buldukları -yukarıdaki maksatlarına hizmet edebilecek- şeyleri; sonra İbn Sebe (ö.40/660 civarında) uzantısı aşırı Şiilerin yazdıkları kaynaklardakileri, bilahare de el-Vâkıdî (ö.207/823),[5] İbn Hişâm (ö.213/828), et-Taberî (ö.310/923) gibilerinin kitaplarındakileri ve buna benzer doğru yanlış her şeyi içine alan türden ve ihtiva ettiği nasların ve senetlerinin ciddi bir süzgeçten ve kapsamlı bir tenkitten geçmesi gereken kitaplardakileri tercüme etmek oldu.

İlk ilgilendikleri siyer ve meğâzî kitaplarıydı. Zira bu kitaplarda şüphe yaratmak, Oryantalistlerin haberleri sunmadaki sakat yöntemlerini, aldatma biçimlerini bilmediklerinden ve İslami ilimlerdeki sığlıklarından dolayı batı taklitçisi toy şarklılar nezdinde meyvesini vereceğini biliyorlardı. İlk dönem siyer yazarlarının en önemlilerinden Musa b. Ukbe’dir (ö.141/758).[6] Buhârî (ö.256/870) onu kaynak alır. Onu herkes övgü ile anıyor, ancak İbn Şihâb’dan rivayetleri konusunda Hafız el-İsmâilî (ö.295/908) “Ondan hiçbir şey işitmediğini” kaydediyor. İbn Şihâb (ö.124/742)[7]siyer ve meğâzî alanında daha çok mürsel rivayetleri kullanmaktadır. Şâfii ve İbn el-Kattân’a (ö.198/813)[8] göre de onun mürsellerinin bir değeri yoktur.

Tarih sahibi İbn Cerir et-Taberî’ye gelince; onun hadis, tefsir ve fıkıhta makamı yücedir. Ancak Tarih’inde zikrettiğine sıhhat garantisini vermemiştir. Hatta I. cilt 5. sayfada şöyle diyor: “Bu kitabımda, sahih olmasına bir vecih bilinmediğinden, hakikatte/gerçekte bir anlamı olmadığı için, okuyucunun kabul etmeyeceği, duyanın çirkin göreceği şeyler bilinsin ki bizim tarafımızdan getirilmemiştir. Bunlar onları bize nakleden bazıları tarafından getirilmişlerdir. Biz de, bize aktarıldığı şekilde onları aktardık.” Aynı yerde yine şöyle diyor: “Zira biz bu kitabımızla huccet getirmeyi hedeflemedik…” Bundan anlaşılıyor ki; Tarih’te getirdiği rivayetlerin mesuliyetini üstlenmemiş, onu bu rivayetleri kendisine aktaranların omuzlarına yüklemiştir.

Meğâzî sahibi Muhammed b. İshak (ö.151/768)[9] hakkında tenkitçiler ihtilaf etmişlerdi. Pek çok kimse onu yalancı olarak niteledi. Ebû Hanife ve Mâlik onu tasvip etmiyorlardı. Meğâzî alanında onu güçlü görenler, şüpheli yerlerde bulunması zor olan birtakım şartlar ileri sürdüler. İbnu’n-Nedîm’in (ö.438/1047) Fihrist’inde[10] onun hakkında geniş bir bilgi vardır. Mesela şöyle denilmektedir: “Tenkit edilmiş, metodu beğenilmemiştir. Anlatıldığına göre: Medîne-i Münevvera emirine, Muhammed’in kadınlara aşk hikâyeleri anlattığı iletildi. Emir de, getirilmesini emretti. Getirilince onu kırbaçlattı ve Mescidin gerisinde oturmasını yasakladı. Yakışıklıydı. Deniliyor ki; ona şiirler yazılıp getirilir ve bunları siyerle ilgili kitabına dâhil etmesi istenir, o da bunu yapardı. Kitabına, şiir râvîlerine göre kendisini küçük düşüreceği şiirler koydu…”

Cumhur, meğâzîde bilinen bazı şartlarla onun güçlü kabul edilebileceği kanaatindedir. Onun gibilerinin rivayetlerine, sadece rivayeti aktaran senetteki râvîleri incelemek şeklinde de olsa, teenni ile yaklaşmak gerekir. Ondan rivayette bulunan Ziyad el-Bekkâî (ö.183/799)[11] ihtilaflıdır. Nesâi (ö.303/915) onu zayıf kabul etmiş, İbnu’l-Medînî (ö.234/849)[12] ise rivayetini almamıştır. Ebû Hâtim (ö.277/890),[13] onun hakkında: “Kendisiyle ihticac edilmez” demiştir. Diğer râvîsi Seleme b. el-Fadl er-Râzi (ö.191/806)[14] de aynı şekilde ihtilaflıdır. Ebû Hâtim onun hakkında da: “Kendisiyle ihticac edilmez” demiştir. Bu Seleme’nin de râvîsi Muhammed b. Humeyd er-Râzi’dir (ö.248/862)[15] ki, o da ihtilaflıdır.

Birçok kişi, onu çirkin bir şekilde yalancı kabul etmiştir. İbn Cerîr, İbn İshak’ın rivayetlerini onun kanalıyla aktarır. Hişam b. Muhammed el-Kelbî (ö.204/819),[16] babası ve el-Vâkıdî hakkındaki söylenilenler herkesçe bilinmektedir. El-Velid b. Müslim’in (ö.196/811) râvîsi Muhammed b. Aiz ed-Dımeşkî (ö.233/847)[17] hakkında Ebû Dâvud (ö.275/888): “Ona Allah selamet versin” der. Ebû Hâtim’e göre, Kitabu’r-Ridde ve el-Fütûh sahibi Seyf b. Ömer et-Temîmî’nin (ö.200/815)[18] sözüne itibar edilmez. Pek çok kimse de onu zayıf olarak nitelemektedir. Hatta İbn Hıbbân (ö.354/965) onu uydurmacılıkla itham etmektedir. Ondan rivayette bulunan Şuayb b. İbrahim (ö.199/814),[19] İbn Adiyy (ö.365/976) ve Zehebî’ye göre tanınmayanlardandır.

Onun selefe hakaret içeren haberleri vardır. Bu Şuayb’dan rivayette bulunan es-Seriyy b. Yahya (ö.167/783)[20] sika olarak görülmemektedir. O, Seyf’ten yaptığı rivayetlerinde İbn Cerîr’in şeyhidir. Seyf’ten önceki râvîlere gelince; onlar çoğunlukla meçhul râvîlerdir. İbn Cerîr’in siyer alanındaki senetleri böyle olunca, siyerle ilgili malumatı bize aktaran ve ilimde ondan daha aşağı olanların rivayetlerinin kabul zorunluluğu bir tarafa, bizzat onun siyerdeki rivayetlerinin araştırılmasının zorunluluğu ortaya çıkmaktadır. Özellikle de kendisinin tek başına rivayet ettiği konularda.

el-Ya’kûbî (ö.292/905’ten sonra) saldırgan bir Şii’dir. el-Eğanî’nin yazarı Ebu’l-Ferac el-İsfehânî (ö.356/967) sahih haberleri nakleden kimselerden değil, aksine sohbet/eğlence erbabındandır. O, –kesinlik ve sağlamlık ifade eden- “haddesenâ” ve “ahberanâ” kalıpları ile enteresan şeyler nakletmektedir. Bundan dolayı –yalancılıkla- itham edilmiştir. Nevbahtî (ö.310/922), o “çok yalancı bir kimseydi. Dükkânlar kitaplarla dolu, çarşı hareketli olduğu sırada sahaflar çarşısına gelir, birçok kitap satın alır ve evine götürürdü. Sonra da bütün rivayetleri bu kitaplardan olurdu” der. Allah ilim erbabını bu pis ve zanlıdan müstağni kıldı.
İşte bunlar, hakikat âşıklarını haberlerin senetlerini, özellikle de, İslam düşmanlarının bilmeyerek veya bu haberleri geçersiz kılacak illetleri bilmezlikten gelerek, tek başına kalınan ve şüpheli yerlerde, titiz araştırmaya sevk eden ilk dönem haberleri ve siyer kaynaklarından birkaç örnektir. Rical tenkidi konusunda derinleşmek kişiye, iftiraya nasıl cevap vereceğini, güçlüyü nasıl güçlü yapacağını ve İslam’a karşı kurulmuş düşman tuzaklarına düşmekten nasıl korunacağını öğretir.

Bu konuda İslâm dergisi’nde (sayı: 5, yıl 1362 h.) “Halid b. el-Velid ve Malik b. Nüveyra’nın Öldürülmesi”[21] adlı makalemde tafsilatlı bilgi verdim. Orada, İbn Nüveyra olayıyla ilgili çelişkili haberlerdeki değişik illetleri belirttim. Doğu ve batılılardan ithamlı ve zanlı kimselerin yazdıkları ilk döneme ait haberleri içeren kitapları, o haberlerdeki fesat yolları ve onları ayıklama yöntemleri hakkında deneyimi olmaksızın okuyor da, sonra da, süzgeçten geçirmeden onlara dayanarak bir şey yazan veya onlardan bir şey tercüme eden kimse hem kendisi helak olur, hem başkasını helak eder ve doğru yoldan sapmış olur.

Dinine ve onuruna düşkün olan herkese tavsiyem, ilk dönemdeki haberleri, ilim süzgecinden geçirme yolları ve anlayış ölçüleriyle ayar yöntemlerini öğrenerek son derece ihtiyatlı karşılamaktır. Bir makalemde[22] şöyle demiştim: “Her devirde İslam düşmanlarının ne derece çaba sarf ettikleri ve her nesilde hilelerin yeni şekiller aldığı araştırmacının malumudur. Rivayetlerin tedvini döneminde, haberleri nakleden râvîler arasına, İslam’ın ve onun davetçilerinin adını kötüye çıkaracak yalanları yaymak için kendilerini kamufle ederek gizlice girmeleri onların hileleri türündendir. Uydurulan bu yalanlar yeterli basirete sahip olmayan râvîler nezdinde kabul gördü ve onları kitaplarda ebedileştirdiler. Öyle ki, her asırda İslam’a savaş ilan edenler ona tuzak kurmak için devamlı bunları vesile ettiler. Fakat Allah sonsuz lütfuyla haberlerin ayarı saf olanlarıyla ayarı bozuk olanları birbirinden ayırt edecek otoriteler verdi. Böylece bu ölçülerle değerlendirmeyi bilenlere göre, İslam’ın öğretileri ve haberleri, hile ve düşmanlarının tuzağından sağlam bir koruma altına alınmış oldu.

Batılı yazarların İslam’a saldırma yöntemleri, iki asırdan bu yana hakikatleri çarpıtma metodu ortaya çıkıncaya kadar, soyut hakaret ve sırf iftira atma şeklindeydi. Tarafsız ilmi araştırma kılığına bürünerek doğuluların kitaplarından yalanları seçip alıyorlar, sonra da onlarla ilişkisi olan tecrübesiz doğulular onların yazdıklarına kanıp inanmaya ve kendi yaşadığı soydaşları arasında onların saçmalıklarını yaymaya başladılar. Böylece ortalığı fesat kaplamış ve buna bir çare bulmak gerekmişti.

Bundan dolayı da bugünkü edebiyatçılardan siyer yazarlarına, eski yeni, doğu ve batıda yazılmış siyer kitaplarına ihtiyatlı yaklaşmaları ve gerekli donanıma sahip olmaları; tenkit ehli nazarında muteber olan ölçülerle hakikatleri ayıklamaya daha çok caba sarf etmeleri zaruret halini almıştı. Bunu yaparken de günlük gazetelerdeki edebi konularda ve modern hikaye ve romanları yazmada alışmış oldukları aşırı serbestliği de kalemlerine vermemeleri icap etmekteydi. Görüşlerini ortaya koyarlarken, kitaplardan alıntılarında ve doğru tenkit ölçeğine vurdukları bir sonuca giderken de son derece ihtiyatlı olmalıydılar.

Özellikle doğuya ait kitaplardaki yabancı unsurları tanımada bu şekilde titiz davranırlarsa, batılıların kitaplarındaki hile türlerini yok etmek kendilerine kolaylaşacaktır. XVIII. ve daha sonraki yüzyıllarda batılıların İslam aleyhine yazdıkları eserler Allame Şibli en-Nu’mâni el-Hindi’nin (ö.1330/1914) Siyeru’n-Nebî[23] adlı eserinin mukaddimesinde verilmiştir. Bu, Siyer-i Nebevi’yi yanlışlardan ayıklama ve bu alanda bazılarının ortaya attıkları şüphelere cevap verme hususunda iyi bir kitaptır. Başkalarına göre hataları azdır. Enteresan olan, doğulu yazarlardan pek çoğunun siyer ve ilk dönemin tarihi hakkında batılıların eserlerine kanmalarıdır. Bundan daha enteresan olan ise; Menâr sahibinin (Reşid Rıza, ö.1354/1935) İtalyan Kont Caetâni’nin (ö.1926)[24] on ciltlik Havliyyât/Süreli Yayınlar diye meşhur olan İslam Tarihi’ne takriz yazdığını ve ona övgüler yağdırdığını görmemizdir.

Hâlbuki bu kitap, yazarı ne kadar tarafsız araştırmacı görüntüsünde olursa olsun, bu konuda yazılmış en zararlı kitaptır.[25] Aynı şekilde onun Menâr’ında, Hollandalı Dr. Dozy’nin (ö.1883)[26] İslam Tarihi’ne övgüde bulunduğu da görülmektedir. Hâlbuki Dozy, Avrupalılar arasında İslam tarihi hakkında yazıp da hakikatleri en çok çarpıtan kimsedir. Şeyh Muhammed Abduh (ö.1323/1905) Ekolünde İslam’ı savunmaya soyunan kişi (Reşid Rıza), en zararlı kitaplara, iki kitabın da ne asıl ve ne de tercümelerine muttali olarak, böyle bol keseden övgüler yağdırırsa, doğuya ait ilimlerde yeterli birikime sahip olmadan batı kaynaklarından beslenen gençlerin hali nice olur!? Allah İslam’ı, İslam’ın mukaddeslerini böylesi savunucuların şerrinden korusun.

Sonra Yahudi ve onlarla birlikte diğer Oryantalistler kendilerine İslam’ın temel kaynaklarında şüphe oluşturma imkânı verir arzusuyla Kur’an ve Kur’an İlimleri, Hadis, Fıkıh ve Usulü, Kelam ve Mezhepler Tarihi’nde araştırmalar yapmaya başladılar. Yaptıkları araştırmalarda amaçlarını gizlemeye ve kurbanlarına bütün araştırmalarında hak ve hakikat peşinde oldukları zannını vermek için, bazı konularda hakşinas görünmeye gayret ettiler.[27] Ancak onlar avlarını kolayca avlamak için oltasına iştah kabartıcı bir yem takan avcıya benzerler. Oltaya yakalanmak, manevi hayatını koruyacak feyizli şark kaynağından kana kana içmeden önce batı kaynaklarına yönelenlerin akıbetidir.

Bu grup Oryantalistlerin kurbanları hayli kabarıktır. Bu tür çarpıtıcıların en tehlikelisi, ırken Macar, dinen Yahudi, İslam düşmanlığında köklü, bütün hayatı bu yolda gecen Goldziher’dir (ö.1921).[28] O içinde bulunduğumuz yüzyılda yaşayanlardandır. Onun Kur’an ve Kur’an İlimleri, Hadis ve Usulü, Fıkıh ve Usulü, Kelam ve kelamcıların ekolleriyle ilgili araştırmaları vardır. Amacına göre beğendiği kaynaklardan seçtiği metinlere, uzmanlarına göre taşımadıkları anlamlar yüklemede aşırıya kaçarak ve o kaynakların güven ve müracaat etmedeki derecelerinin farklılığını görmezlikten gelerek, istediği sonucu elde etmede son derece mahir ve sahtekârdır.[29]

Keşke İslam’a büyük düşmanlık besleyen bu Macar’ın kitaplarını kontrol edecek ilmi bir komisyon kurulsaydı, o zaman gözü olan herkes için sabah ortaya çıkar ve bu hilekâr ve kurnaza cevap verme de kolaylaşırdı. Fakat yeterli çalışma yapılmadan bazı Ezherliler marifeti ile bu kitapların tercüme edilmesi ve tam cevaplar verilmeden yayınlanması, İslam düşmanlarından şüphe ortaya atanların şüphelerini, olduğu gibi Dâd Dili/Arapçayı konuşanların dikkatlerine sunmak İslami çevrelere onların şüphelerini ulaştırmada fitnecilere vekâlet etmek anlamına gelir. Bu da –kanaatimizce- İslam’ın yegâne kalesi olan Ezher’in rıza göstermemesi icap eden bir husustur.

Öyleyse, seneler önce Goldziher gibilerinin kitaplarını tercüme etme ve yayınlama hususunda Ezher’in yayınladığı kararın, çekinmeden, tam olarak ve eksiksiz bir bicimde, hakkıyla onlara cevap verme şartına bağlı olması icap eder; yoksa çağa ayak uydurma görüntüsü vermek arzusu ve varlığının asıl gayesine ve kendisine akıtılan ümmetin mallarına bakmaksızın Ezher, görevinin tersini yapmış olur. Vakıa zamana ayak uydurma hastalığı ilkesiz âlimi doğuya küçültücü bir mercek, batıya da büyültücü bir mercekle bakmaya sevk eder; böylece pek çok İslami cemaatin arzusunu nazar-ı itibara almadan, İslam dışı heyetlerden kendisine yapılan davetlere süratle icabet eder.

Temel İslami ilimlerde açık eksikliği giderme ve içerdeki gedikleri yamamaya özen gösterme yerine, batı ve doğu dünyasında hukuk veya dinler alanında yapılan kongrelere heyetler göndermeye koşar. Oryantalistlerin üniversitelerine heyetler gönderir, o diyarlarda İslam’ı yaymak için değil, aksine doğu İslam dünyasına karşı yayılmacı, düşmanlık gibi gizli niyetler besleyen, o üniversitelerin hocalarının elinde İslami ilimlerde derinleşmek için. Bu şekilde çeşitli dinler ve mezheplerle gönül rahatlığıyla kardeş olur. Böylece Ehl-i haktan sapmış mezhepler, fırkalar ve dinlere mensup kimselerden oluşan “dış” yönlendirme ile içeride ve dışarıda oluşan cemaatlere karşı, grupları yakınlaştırma, aralarında sevgi ve kardeşlik tohumları ekme, ihtilaf ve ayrılık noktalarını gündeme getirmeden, kendilerinin ihtilafsız, müşterek, ebedi tek mesajı ve tek dini “Esperanto dini” olsun diye, hepsini toptan dinler arası ortak ilkeler etrafında birleştirme perdesi altında hoşgörülü davranır.

Bununla faka bastırılmak istenilenler Müslümanlardır. Dinlerin birleştirilmesini seslendiren bu cemiyetler, ancak İslam dinine ve İslam fıkhına –bu terk edilmesi gereken bir taassuptur diyerek- sarılma noktasından, doğunun ayağını kaydırmak istiyorlar. Böylece onlar yutmak isteyen batılıların boğazında kolay bir lokma haline gelmiş olurlar. Zira temessükü olmayanın, hamiyeti, izzet-i nefsi, gücü kuvveti ve onuru da olmaz. Kişiliği de rüzgâr önünde yaprak gibi olmuş olur, rüzgâr onu istediği yere savurur. Bu karma din de İslam dini olmaz. Allah “Dinlerine uymadıkça Yahudiler de, Hıristiyanlar da asla senden razı olmayacaklardır”,[30] “Şüphesiz Allah nezdinde hak din İslam’dır”[31]ve “Kim kendisine İslam’dan başka din ararsa bu ondan asla kabul edilmeyecektir”[32]buyurmaktadır. O halde bunların davet ettiği Esperanto dini, Allah elçilerinin sonuncusunun –salat ve selam ona ve bütün hepsine olsun- davet ettiği tevhit dininden başka bir dindir. Bunlar cemaatte dini, ahlaki ve siyasi çözülmeyi çabuklaştıran ve –İslam’ın ilk doğuşundan bugüne kadar onurumuzu, şerefimizi, kimliğimizi ve dinimizi koruyan- İslam fıkhının yapısını bozan şeylerdir. Aynı şekilde, canlı ve eşsiz bir izzete sahip bu ümmeti yetiştiren İslam akidesini de gönüllerden yok eder.

Dinler kongresine temsilci üye göndermek en azından –Müslümanlar adına- onlar nezdinde İslam’ın diğer batıl dinlerle eşit olduğunu itiraf anlamını taşır. Bunda hangi kazanç söz konusudur? İslam bu durumu nasıl onaylar? Bir Müslüman, kendi dininin dışında bir dine yaklaşmak adına, İslam’ın bazı hükümlerinden nasıl vazgeçmeyi caiz görür? Bu, Kitap’ın bir kısmına iman edip diğer bir kısmını inkar etmekten başka bir şey değildir. Sonra, bir hukuk kongresini kabul etmekle, İslam fıkhının yasama kaynaklarından biri olması şeklinde, meşhur Roma hukuku kategorisine koymanın dışında ne kazanırız? Bu, Avrupa kanunlarının, Mosehem’in(?) Kilise Tarihi adlı kitabından anlaşıldığına göre, genelde İslam fıkhından, özelde komşuluk münasebetiyle özellikle de İmam Mâlik’in fıkhından ne kadar aldığını bilmeyenlerin basit bir gururudur.

Geçen yüzyılın sonlarında Mâliki mezhebinin büyüklerinden Şeyh Mahluf (b. Muhammed) el-Munyâvi (ö.1295/1879),[33] batının, Mâlik’in fıkhından aldıkları şeyler konusunda bir kitap yazdı. Bu kitap, Daru’l-Kutubi’l-Mısriyye, no:1085(değişik ilimler)de bulunmaktadır. Konuyla ilgili yazarların kitaplarından anlaşıldığına göre, bizzat Avrupalılar tarihte bir dönem bizim ilimlerimize muhtaçtılar. Hiçbir gün biz onlara her şeyde, hatta İslam fıkhında ve İslami ilimlerde muhtaç değildik. İslam ülkelerindeki yaptıkları vasıtasıyla düşmanların bu çabaları, ancak içimizde haklı olarak İslam fıkhına karşı taşıdığımız kutsiyet duygusunu yok etmek ve onu idarecilerin arzularına göre değişen beşeri kanunlar kategorisine koymamız içindir. Bu konuda onlara uyduğumuz zaman, vefa ve bağlılığımızın kaynağı olan bu güçlü bağı ellerimizle kesmiş ve bir yasama kargaşasına düşmüş oluruz. Bu, İslam düşmanlarına göre değerli bir hedeftir. Yaptıkları vasıtasıyla içerde zaman zaman İslam fıkhına, birleştirme, yakınlaştırma, onunla önceki kanunlar arasında mukayese yapma, ıslah adıyla onun problemlerini batının süzgeciyle eleme gibi değişik yöntemlerle ona dokunmayı sevimli hale getirmeyi ortaya atıyorlar.

Bütün bunlar, birkaç seneden beri modern Ezher’de tehlikeli işaretlerini gördüğümüz ve zamanında da pek çoğundan bahsettiğimiz şeylerdir. Bu yaklaşımların arka planlarını uzun uzun anlatmaya burası müsait değildir. Ben öyle görüyorum ki, yakında Ezher’in idaresini üstlenecek olan Şeyh/Rektör,[34] eğer İslam’ın ve İslami ilimlerin yegâne kalesinin şeyhi olarak görevini yapmak isterse, bırakılan yükün her yönden son derece ağır olduğunu görecektir. Gidişatı düzeltme, eğitim ve öğretim işlerini ıslah ve Ezher’i yeniden canlandırmada kendisine muvaffakiyetler temenni ediyoruz. Allah Teâlâ, yegâne hidayete ulaştıran ve muvaffak kılandır. Her şey O’nda biter. Son duamız, “Her türlü övgü ve sena âlemlerin Rabbi olan Allah’ındır; Allah, Efendimiz Muhammed’e, âline ve bütün ashabına salat etsin” şeklindedir.
* Bu makale, M. Zâhid el-Kevserî(1371/1952)’ye ait “Min ‘Iberi’t-Târih”, Kahire 1367/1947, adlı eserin
17-29 sayfalarının çevirisidir. Makalenin başlığı tarafımızdan konulmuştur.
[1] Kevserî, adı geçen eserin önceki bölümlerinde Fâtımîlerin nesebinden ve yaptıklarından, İbn Kemmûne, İbn Meymun ve İbn Melkâ gibi filozofların farklı görüşlerinden bahsetmiştir.

[2] Ziriklî, Hayruddîn, el-A’lam, Beyrut 1980, III, 92.
[3] Ziriklî, el-‘Alam, II, 116.
[4] Ziriklî, el-A’lam, V, 117. Bu üçünün tarihleri de basılmıştır.
[5] İbn Hıbbân, el-Mecruhîn, Tahk. Mahmud İbrahim Zayid, Beyrut ?, II, 290; Zehebî, el-Kâşif, Tahk. Muhammed Avvâme, 1992, II, 205; Zehebî, Mîzânü’l-İ’tidâl fi Nakdi’r-Rical, Tahk. Ali Muhammed el-Becâvî, Beyrut ?, III, 662-666; İbn Hacer, Takribu’t-Tehzîb, Tahk. Muhammed Avvâme, Beyrut 1986, s. 498.
[6] Zehebî, Mîzânu’l-İ’tidâl, IV, 214; İbn Hacer, Takribu’t-Tehzib, s. 552.
[7] Zehebî, el-Kâşif, II, 219; Zehebî, Mîzânü’l-İ’tidâl, IV, 40; İbn Hacer, Takribu’t-Tehzib, s. 506.
[8] Zehebî, el-Kâşif, II, 366; İbn Hacer, Takribu’t-Tehzib, s. 591.
[9] Zehebî, el-Kâşif, II, 156; Zehebî, Mîzânü’l-İ’tidâl, III, 468-475; İbn Hacer, Takribu’t-Tehzib, s. 467.
[10] İbnü’n-Nedîm, el-Fihrist, Beyrut 1978, s. 136.
[11] Zehebî, el-Kâşif, I, 411; Zehebî, Mîzânü’l-İ’tidâl, II, 91-92; İbn Hacer, Takrîbü’t-Tehzîb, s. 220.
[12] Zehebî, el-Kâşif, II, 42-43; Zehebî, Mîzânü’l-İ’tidâl, III, 138-141; İbn Hacer, Takrîbü’t-Tehzîb, s. 403.
[13] Zehebî, el-Kâşif, II, 155; İbn Hacer, Takrîbü’t-Tehzîb, s. 467.
[14] Zehebî, el-Kâşif, I, 454; Zehebî, Mîzânü’l-İ’tidâl, II, 192; İbn Hacer, Takrîbü’t-Tehzîb, s. 248.
[15] Zehebî, el-Kâşif, II, 166; Zehebî, Mîzânü’l-İ’tidâl, III, 530-531; İbn Hacer, Takrîbü’t-Tehzîb, s. 475.
[16] Zehebî, Mîzânü’l-İ’tidâl, IV, 304-305.
[17] Zehebî, el-Kâşif, II, 183; Zehebî, Mîzânü’l-İ’tidâl, III, 589; İbn Hacer, Takrîbü’t-Tehzîb, s. 486.
[18] Zehebî, el-Kâşif, I, 476; Zehebî, Mîzânü’l-İ’tidâl, II, 255-256; İbn Hacer, Takrîbü’t-Tehzîb, s.262.
[19] Zehebî, Mîzânü’l-İ’tidâl, II, 275.
[20] Zehebî, el-Kâşif, II, 427; Zehebî, Mîzânü’l-İ’tidâl, II, 118; İbn Hacer, Takrîbü’t-Tehzîb, s. 230. Aksine onu Ebû Hâtim, Ebû Zür’a, İbn Maîn, Nesâî ve başkaları tevsik etmiştir. Onu sika görmeyen sadece Ebu’l-Feth el-Ezdî’dir. O da pek çok kimse tarafından bu görüşünde hatalı bulunmuştur.
[21] Bu olay ve makale için bkz. Kevserî, Makâlât, Matbaatu’l-Envâr, Kahire 1372, s. 455-462. Ayrıca: Şibli, Asr-ı Saadet, trc: Ömer Rıza Doğrul, İstanbul 1973, V, 185-188.
[22] Kevserî, “Halid b. el-Velid ve Malik b. Nüveyra’nın Öldürülmesi”, Makâlât, s. 455-456.
[23] Age., I, 73-77.
[24] Ziriklî, el-A’lam, V, 250; el-‘Akîkî, Necib, el-Müsteşrikûn, Kahire 1965, I, 372-373.
[25] Ayrıca bkz. Kevserî, Makâlât, s. 59, 576.
[26] Ziriklî, el-A’lam, III, 38-39; el-‘Akîkî, el-Müsteşrikûn, II, 658-661.
[27] Oryantalistlerin Kur’an ilimlerindeki araştırmalarının maksadı için bkz. Kevserî, Makâlât, s. 17.
[28] Ziriklî, el-‘Alam, I, 84; el-‘Akîkî, el-Müsteşrikûn, III, 906–908.
[29] Ayrıca bkz. Kevserî, Makâlât, s. 57, 576.
[30] Bakara 2/120.
[31] Âl-i İmrân 3/19.
[32] Âl-i İmrân 3/85.
[33] Bu kitap, “el-Mukarenâtü’t-teşrî‘iyye: Tatbîku’l-Kânun el-Medenî ve’l-Cinâi ala Mezhebi’l-İmam Mâlik” adı ve Muhammed Ahmed Sirac ve Ali Cum‘a Muhammed’in tahkikiyle Mısır’da 1999 yılında yayımlanmıştır.

Devamını Oku »

Oryantalistlerin Doğu Algısı

Oryantalistler yaygın bir biçimde var olan Doğu’yu değil kafalarındaki Do­ğu’yu anlatmıştır. Gördüğünü değil, görmek istediğini. Bu yünden de Doğu, do­layısıyla doğulular hiyerarşik olarak insanlığın alt katmanlarına yerleştirilmiş, ikinci kalite varlıklardır. Bütün olumsuz insani özellikler onlara hasredilmiştir. Oryantalizm barbar doğulular imgesi yaratarak ve sözüm ona onları ehlileştirme gibi oldukça iyi niyetli ve insani bir girişim olduğunu da iddia ederek kendine haklılık zemini kurmaya çalışmıştır. Doğulular evrimleşmelerini tamamlayamaz yan ara varlıklardır. Batılılar eliyle evrimleştirilmeleri gerekmektedir. Bu evrimleştirilme sürecinde batılılar tarafından güdülmeli ya da en azından yönetilmelidirler. Bu,Batılıların bir lütfü olacaktır ve doğuluların iyiliği için olacaktır Batı­lıların yardımseverliği sayesinde doğulular eski klasik azametlerini (böyle bir şe­yi kabul etmeleri ayrı bir lütuf) zamanlarına dönebileceklerdir. Doğulular, bu lütufkâr batılı davranış sayesinde şekil, kişilik ve anlam kazanacaklardır.

Tüm doğulu toplumların kültürel miraslarını ve tarihsel başarılarını kolayca sıfırlayan bu bencil yaklaşım, kendi toplumlarının doğulu toplumlarla yaşadığı kültürel etkileşimlerden çok şeyler biriktirdiğini unutmaya yeğlemiştir.Onlara göre Doğu hiçbir zaman iyinin kaynağı değildir.Doğu’da ne varsa kötüdür yada olsa olsa çocuksudur.Tüm doğu medeniyetlerinin bin yıllara dayanan miraslarını bir kalemde silme cehaletini göstermenin,bilimsel bir uslüpla açıklama bir yanı yoktur.Bu sübjektif yargıların bırakın bilimsellliğini,açık ve aşağılayıcı art niyetini tespit etmek zor değildir. Örneğin onlar için sözünde durmayan Çinli- yarı çıplak Hintliler ve batılıların artıklarıyla geçinen miskin Müslümanlar vardır. Yine de deveye binen teröristler olarak Müslumanlara nispetle diğerleri daha avantajlıdırlar. (Said, 1982,190), Oryantalizmin Hint ve Çin’e kısmen sergilediği hoşgörü, İslam medeniyeti söz konusu olduğuna gösterilmez. Bunun bir sebebi batıkların İslâm'a ve Müslümanları, özellikle de Arapları Batının önündeki tek politik, entelektüel ve ekonomik alandaki engel olarak görmesidir. Bir sebebi de Hint ve Çin gibi medeniyetlerin artık Batı medeniyeti için tehdit oluşturmadık­ları inancından kaynaklanır. Oysa Islâm, onlara göre, sapkın barbarların dini ve medeniyetidir. "Islâm'ın terör, yıkıcılık, nefret edilen barbarlar sürüsü olarak gö­rülmesi boşuna değildi. Avrupa için Islâm devamlı bir felaket konusu idi. On ye­dinci yüzyılın sonlarına kadar süren ‘’Osmanlı belası’’tüm Avrupa yı yerinden oy­natıyor, Hıristiyan uygarlığa için aralıksız tehlike sayılıyordu" (Said, 1982: 108).

Modern oryantalizm Napolyon'un Mısır'ı işgalinden bu yana, dikkatinin çoğun­luğunu İslâm dünyasına kaydırmıştır. Bu tarihten itibaren Doğu neredeyse, münhası­ran Islâm topraklan, yani Otta Doğu olmuş dunundadır. Dolayısıyla modem oryan­talizm araştırma objesi olarak kendisine uzak Doğuyu değil Orta Doğuyu belirlemiş­tir. Bu tarihten itibaren bütün oryantalist siyasetler, stratejiler, saklınlar, manipülasyonlar, çarpıtmalar, bozmalar, imha etmeler ve yeniden inşa etmeler İslâm üzerinden gerçekleştirilmiştir. Çünkü modem oryantalizmin zihinsel arka planına yerleşmiş olan duygu ve düşünceler büyük oranda İslâm karşısında duyulan büyük korku ve çe­kingenliği yansıtmaktadır (Said, 1982:417). Bu korkuyla yapılanan Modern oryan­talizmle yeni bir Doğu, dolayısıyla yeni bir kötü, yeni bir öteki icat edilmiştir. Üste­lik bu yeni Öteki, eski Ötekilerden daha işlevseldir. Zira bu daha canlı ve daha dina­miktir. Bu yeni düşman sayesinde oryantalizm ve Batı da dinamizm kazanacaktır.

Oryantalistlerin Islâm tasavvura genelde olumsuzdur. Oryantalistlerin büyük bir çoğunluğu İslâm’ı Hıristiyanlığın ve Yahudiliğin mirasından türetilmiş sap­kın bir yorum olarak kabul etmişlerdir. Müslümanlar da bu sapkın inanca sahip barbarlar olarak tahayyül edilmişlerdir. Haçlı savaşları, kutsal toprakları istila eden bu barbarlara karşı yapılmış kutsal savaşlardır. Bu mantık çarpıcı bir biçim­de bütün oryantalist bakış açısını şekillendirmiştir. Bunun en ilginç örneği 11 Ey­lül saldırıları akabinde bazı Batılı liderlerin (Amerika başkanı Bush ve İtalya başbakanı Berlusconi gibi) yaptıkları yorumlar ye çağrılardır. Kimi Islâm'ı kara­layıp, ilkel ve tehditkar bir din olarak nitelerken,kimi de bu tehdit karşısında yeni bir haçlı seferi için çağrıda bulunmuştur.

Oryantalistler için İslâm, en genelde savaşın ve şehvetin dinidir. Ancak olum­suz nitelikleri bunlarla da sınırlı değildir. Örneğin Edward Said’in (1982: 113) ak­tardığına göre kimi oryantalistler İslâm peygamberini ‘kurnaz bir dönme’, bir ya­lancı, İslâm’ın da ‘ikinci derecede Aryanist bir kâfirlik düzeni’ olduğunu ifade et­mişlerdir. Daha insaflı yorumlarda ise oryantalistler İslâm’ı Hıristiyanlığın veya Yahudiliğin bir taklidi şeklinde yorumlamışlardır. Onlara göre İslâm peygambe­rinin fikirlerinin kaynağı Talmud’dur ve o, esas ilhamını da Hıristiyanlıktan al­mıştır. Dolayısıyla onlara göre İslâm peygamberi ilahi bir elçi değil, Kur’an’ı kendi vaz eden sahte bir peygamberdir (Tibawi, 1998a: 61, 73). Bazıları da İs­lâm’ı Yunan felsefesinin Doğu’daki başarısız bir denemesi olarak değerlendirmiş­tir. Ama çoğunlukla da İslâm bir kültürel sentez olarak düşünülmüştür, özgün bir yanı olmayan, farklı kültürlerin sentezlenerek yeni bir adla servis edilmesinden ibarettir. Benzer bir biçimde İslâm’ın totaliter, Müslümanların ise ikiyüzlü insan­lar oldukları görüşü de oryantalistler arasında yaygın kabul gören görüşlerdendir.

Hamid Algar, oryantalistlerin İslâm karşısındaki yanlış konumlanışlarına çok haklı bir itirazda bulunuyor. O’na göre (1998: 191), “oryantalistler, hemen he­men daima, Kur’an’ın kendisini nasıl tanımladığına bakmaksızın, hiçbir tartışma yapmadan ve hiçbir delil göstermeden Kur’an’ın vahiy olmadığını ileri sürerler. Oryantalistlere ait Kur’an’ın insan ürünü olduğu, Allah’ın Kitabı olmadığı şek­lindeki a priori bilginin doğruluğu asla sorgulanamaz. Bu, oryantalistlerin kendi kavramlarıyla ifade edersek, son derece gayri akademik bir varsayımdır. Eğer or­taya bilimsel bir iddia koymak istiyorlarsa, bunu, Kur’an’ın kendisinin Allah’ın vahyi olduğu şeklindeki meydan okumasıyla yüzleşerek yapmalıdırlar.”

19 yüzyılda bilimsel söylemle (siyasî denge, modernleştirme ve kurumsal gelişme gibi ifadelerle) harmanlanarak servis edilen oryantalist söylem, Batı’nın egemenliğini tarihsel evrimin nihai neticesi olarak takdim etmiştir. İlginç bir bi­çimde bu sözde bilimsel açıklamalar Doğu toplumlarında da makes bulmuş, ken­dine taraftarlar edinmiştir. Batı ve değerleri bir ideal olarak toplumun Önüne kon­muştur. Emperyalizmin ileri stratejilerinin yoz bir başarısı olan bu durum, doğu­lular için de zihinsel bir arınma için ilk koşulu oluşturmuştur. Örneğin bu bağ­lamda bazı Müslümanların İslâm’ı reforma tabi tutma yolundaki taleplerinin ba­tılı fikirlerin etkisinde ve telkiniyle olması örnek gösterilebilir. Nitekim İslâm’ı restorasyona tabi tutma taleplerinin. Batı’nın İslâm topraklarının çoğuna siyasal yönden hâkim olmasından sonra gelmesi manidardır (Tibawi, 1998b: 115).

Batılılar İslâm toprakları üzerindeki hâkimiyetlerini her zaman korumak emelinde olmuşlardır. Bu maksatla da her zaman oryantalist bilginin işlevselliğine müracaat etmişlerdir. Ancak bu bilgi çoğunlukla ideolojik karakterde olmuş, bi­limsel kriterlerle değerlendirilecek nitelikte olmamıştır. Batılıların İslâm’a ve onun Peygamberine yönelik saldırıların motif ve metodları büyük ölçüde hep aynı kalmıştır. O da şudur: çarpıtma ve yanlış temsil kullanmak suretiyle düş­manlık ve önyargıda bulunmak (Tibawi, 1998: 119).

Oryantalizm  ilgili bahiste oksidentalizm meselesine de değinmekte yarar var. Oksidentalizm oryantalistlerin kendi ayıplanın örtmek için, 'biz yaptık, ama siz de yapıyorsunuz'un çocuksu kurnazlığının bir uzantısıdır. Belki oksidentalizmi büsbütün yok saymanın imkânı yoktur, örneğin Bryan S. Turner'ın (1999: 41) habis oksidentalizm diye nitelediği ve çeşitli düzeylerde rastlanılabilir ve tartışı­labilir olanını. Ona göre kahis oksidentalizm Batı'yla her çeşit ilişkiyi reddeden ve modernleşmenin mirasına karşı çıkandır. Başka bazı yazarlar Bryan S. Tur-ner'un habis oksidentalizm olarak nitelendirdikleri şeyin islâmcılık olduğunu ilan ediyorlar (Al-Azm, 2011: 6). İslâmcılığın kendi siyasal söylemi içerisinde ürettiği her şeyi; ki buna modernleşme ve oryantalizm eleştirisi de dâhil, oksi­dentalizm diye yaftalanmasının komikliği ve haksızlığı bir yana, bir an için İs­lamcılığı oksidentalizm söylemini üreten bir şey olarak varsaysak bile çok uzak­lara gidemeyiz. Yani geçmişte Müslümanlar ya da başka doğulu toplumlar tara­fından kayda değer düzeyde bir oksidentalizm ifa edildiğini gösteren veri çok az­dır. En azından oryantalizmle zaman paralelliği kurulduğunda karşılaştırma ya­pacak verinin inanılmaz bir fark oluşturduğu rahatlıkla görülebilir.

Buna rağmen James Clifford (2007: 135) zorunlu bir tersine dönüşten bahse­diyor: “ Batılılar yüzyıllar boyunca dünyanın geri kalanı hakkında incelemeler yapmış ve konuşmuşlardı; ama tersi söz konusu olmamıştı. Leiris yeni bir durumu ilan ediyordu: Gözlem nesneleri bundan böyle geri yazmaya başlayacaktı. Batılı bakışla yüzleşilecek ve bu anlayış hak ile yeksan edilecekti. 1950’den be­ri Asyalılar, Afrikalılar, Arap Doğulular, Pasifik adalılar ve Amerika yerlileri çe­şidi şekillerde Batı’nın kültürel ve siyasi hegemonyasından bağımsızlıklarını di­le getirdiler ve çoksesli bir kültürlerarası söylem alanı vazettiler.” Ancak geri yazma eyleminin oksidentalizm olarak okunması yanlış olur. Ya da oryantalizmin muhalif bir eleştirisinin oksidentalizm -bütün olası riskine rağmen- sayılması yanlıştır. Biraz savunma refleksiyle ortaya çıkan bu eylem denklik arayan di­renişçi bir harekettir. Yoksa köleyken efendi olmanın mücadelesi değil; olsa olsa eşit efendiler olma talebidir.

Bitirirken de Edward Said’in (1982: 528) kült eseri Oryantalizm kitabının bitiş cümlelerine müracaat edelim; “Oryantalizm bilgisinin bir görevi vardır, o da herhangi bir bilginin, nerde, ne zaman ye hangi göz kamaştırıcı şekillerde soy­suzlaşabileceğini insana hatırlatmaktadır.’’Oryantalizm genelde doğu özelde ise İslam toplumlarına yönelmiş ön yargılı bir şiddettir.Kasıtlıdır.Anlamayı değil yok etmeyi yada en azından yok etmeden tehakkum etmeyi amaçlar.Emrine almak,emrine aldığnı dönüştürmek ister.Kendine kullar oluşturmak ister.Hizmetkar ve itaatkar kullar.

Kenan Çağan, İslam Medeniyeti Özel Sayısı, Hece Dergi
Devamını Oku »

Oryantalizm: Yeni Yolun Sahibi

Batılıların Doğu’yla ilk karşılaşması hayranlık ve kıskançlık düalizmi çerçeve­sinde oluştu. Bu ilk görüşün Batı insanının zihninde oluşturduğu düşünce -temel ba­zı konular haricinde ve Batı’nın bir kısmı hariç tutulacak olursa- zamanla değişmiş ve gelişme göstermiştir. Tarihin ve zamanın Doğu’da güçlü bir devlet çıkarması, Batılıların bu yeni devlet karşısında pozisyonlarını farklılaştırmasına sebep oldu.

Kimlik konusunda çeşitli enstrümanlar geliştiren bu yolla kendi kimlik oluşu­munun “öteki” üzerinden tezahürünü aidiyet bağı gören Avrupa fikri ile özdeşleş­tirip kalkış noktasını buradan hareketle oluşturan Batı, farklı yorumlar getirilebi­lecek ve öyle tanımlanması daha doğru ve anlamlı olması gerekirken Doğu’yu düşmanlarından sadece bir düşman olarak görmesi, Batı’nın siyaseti açısından is­tediği bir sonuç idi. Tabi bu, tarihin belirli bir zaman diliminde böyle idi.

Batı’nın hâkim bir medeniyet tasavvuru geliştirmesi, adımların bilinçli bir şe­kilde atılmasıyla alakalandırılabilir. Yapacaklarının ne olduğunu bilen bir düş­man ve yavaş yavaş hedefine ulaşacağı zamanı bekleyen bir medeniyet... Gün­delik siyasetten çok uzun süreçlere yayılmış bir anlayışın eseri...

Batılılar nazarında “Doğu”nun hiçbir zaman tek bir yüzü yoktur. Batılı anla­yış “Doğu”yu farklı çehrelerle değerlendirip, zamanla bunu bir dizi değişiklik yaparak kurmuştur. Batılılar bir (ilke hakkında yargıda bulunurken o ülkenin as­kerî ve siyasî koşullarını değerlendirerek idealize ederler. Bu da Batılı anlayışın olaylara ve olgulara atfettiği düşüncenin pragmatik bir yapı oluşturduğunu gös­terir. Tarihsel süreçte bilinenin aksine Batı’nın Doğu algısı hep döngüsel bir zi­hinle oluşturulmuştur. Tabi temel konularda Batı Doğu’yu hep aynı bağlamda değerlendirir. Yanlış bilgilerini tashih ettikçe Batı, Doğu’yu siyaseti doğrultu­sunda kullanışlı bir hâle getirdi.

Doğu imgesinin böyle olması kesinleşmiş bir medeniyet algısına ulaştığım ve bunun üzerinden düşünce dünyasının gelişimine katkı sağladığı bir yapıyı “ken­di” kurduğu kurumlarda “kendi” yetiştirdiği “kendi”ne bağlı “bilim adamları” eliyle yaptı. Batılı güç gruplan bu iş için kafa yormalarına ve bunun olması hâ­linde düşmanla baş edilebileceği fikrine kendilerini kaptırdılar.

Yeni zamanlar yeni hedeflere ve bakışlara gebedir. Bu da fikir hareketliliği­nin her daim devam etmesini ve eski sorulara yeni cevaplar bulunmasının kaçı­nılmazlığını gösterdi. Tabi yeni sorulara verilecek cevapların eski sorulara veri­len yeni cevaplar gibi taze ve diri bir Avrupa fikrinin oluşmasına yardımcı olma­sı gerekiyordu. Avrupa, tarihin kendisiyle bittiği zehabına kapıldı. Bunu temel düşünce olarak ortaya koydu ve düşüncesini bunun üzerine bina etti.

Avrupa tarihinin hareketli bir yapı arz etmesinin ve bu hareketliliğin sürdürü- lebilir fikir ve düşüncelerin ham hâlden fiiliyata dökülene dek geçen sürenin bek­lenmesi ve yapılanın sonucunun neye denk düştüğü görülerek -bir nevi sağlama­sı yapılarak- gerçekleşti.

Batı, her çağ ve devirde farklı düşünceleri dillendirip onu uygulama alanına koyanların tarih sahnesinden hiçbir zaman düşmediğini bize gösterdi. Batı, bazı konular hariç hiçbir zaman tarihin belirli bir devrinde sıkışıp hep aynı düşünce­yi dillendiren bir kulüp görüntüsü vermedi.

“Ortaçağ Avrupası’ndaki tekstil imalatı, kâğıt yapımı, şeker ve demir üretimi (ve belki saat yapımı) tamamıyla Doğu’dan gelen teknolojiler sayesinde gerçek­leşebiliyordu. Bu teknolojilerin pek çoğu dünya ekonomisine dağılırken, Haçlı Seferleri’nin de Doğulu kaynakların Avrupa’ya geçişinde önemli bir kanal oldu­ğunu gözden kaçırmamak gerekir. (Batı Medeniyetin Doğulu Kökenleri 2004, 293)” Batı’nın Doğu’yla karşılaşmasının tarihi olarak görülen — önceki karşılaş­malarda var kuşkusuz fakat etki bağlamında düşünmek gerekir - Haçlı Seferleri, her ne kadar askeri açıdan bir zafer olarak görülmese de siyasî ve ekonomik ba­kımdan Batı tarihinin hızlanmasına ve “Yeni Batı”nın oluşumuna büyük katkı sağlamış görünüyor. Tabi bunun abartılması, bunun üzerinden “Batı’nın oluşu­mu Doğu’ya aittir.” aşın yorumu, gerçeklikle örtüşmeyen bir yorumdur.

Gelinen son nokta şudur: Batı kendi varoluşunu temelden sarsan düşünceler hariç, diğer düşünceleri gümrük kapısından kovmadı. Eklektik bir yapının oluşması Batı için hiçbir zaman sorun teşkil etmedi. “Olmazsa olmazın ne kadar az­sa, yani yeni duruma adapte olman zaman almadığı müddetçe, devlet olma özel­liğin hiçbir zaman yitmez.” düşüncesini rehber olarak gördü. Batı dışlayıcı bir tavrı, kimseye ihtiyacımız yok, onlar ve bizler düalizmini aşarak bu işten sıyrıl­dı. Konjonktürün iyi okunmasıyla, yenidünyada yeni sözlerle hareket etmek dev­letlerin kaçınamayacağı bir durum hâlini aldı. Geleceğin dünyasını erken faik et­mek devletler için en büyük kazançtır.

Atilla Mülayim, İslam Medeniyeti Özel Sayısı,Hece Dergisi
Devamını Oku »