Millî Mücadele Döneminin Karakteristik Özellikleri

Cumhuriyet

Millî Mücadele süreci Tanzi­mat döneminden o güne kadar süren sekülerleşme trendini geçici olarak tersine çevirmiştir. Böylece ilk defa Millî Meclis’te gayrimüslimler temsil edilmemiştir. İslâm milliyetçiliği Anadolu ve Trakya’nın Müslüman sakinlerine saldıran Hıristiyanlara yöneltilmiştir. Bu dönemde oluşturulan ve içinde Türklerin yanı sıra Kürtler, Çerkezler ve Lazların da bulundu­ğu etnik koalisyonun ortak paydası ve sosyopolitik meşruiye­tin zemini lslâmdı. Bu dönemde Islâma aykırı olabilecek hiç­bir metin yasalaşmamıştır.

Millî Mücadele döneminin karakteristik özelliklerinden biri de, bu mücadelenin askerî-siyasî önderi olan Mustafa Kemal Paşa’nın kullandığı ikili siyasî söylemdir. Erzurum Kongresi’ni açış konuşmasında (23 Temmuz 1919), söylemini “vatan,” “millet,” ve “millî,” kavramları, “kök-paradigmaları” üzerine oturtmuştur.35 Bu söylemin “millet,” “milletdaş,” “dindaş,” “metalib-i diniyye,” “kuvay-ı milliye,” “millî meclis,” “millî kader/’ “irade-i milliye/’ ‘ hâkimiyet-i milliye/’ ve “hudud-u mil­lî” gibi tüm anahtar kelimelerinde,“millî” kelimesinin “dinî olan" ve "ulusal olan" şeklindeki çift anlamlılığından yararla­nılmak istenmiştir. "Türkiye" ve “Türk” kelimeleri aşağı yukarı eşanlamlı olarak kullanılırken bu terimlerin diğer bütün Müs­lüman unsurları içerdiği düşünülmüştür. Özellikle Meclisin Üçüncü Açılış Yılı münasebetiyle yaptığı konuşmada Mustafa Kemal Paşa milliyetin dinî temelinin altım çizmiş ve etnik heterojenliğe saygıyı vurgulamıştır. Gayrimüslimlerin hakları da karşılıklılık ilkesine dayalı olarak, diğer yerlerdeki Müslümanlara tanınan haklar paralelinde tanınacaktır.

Böylece Türk ulusal kimliğinin dinî veçhesi tanımlanmış olmaktadır: Milliyet ağacının İslâm köküne sahip olması, etnik çoğulculuk ve gayri­müslim azmlıkların haklarının tanınmasında karşılıklılık ilkesi.

Millî Mücadele dönemindeki Îslâmî-millî kamusal söylem Osmanlı ulusu idealinden (Osmanlıcılık) de açık bir kopuşu temsil eder. "Türk" teriminin etnografık, lengüistik ve tarihî bir olgu olmaktan çıkarak İslâmî sadakate dayalı ortak bir kimlik ve dayanışma ifadesi haline dönüşmesi bu dönemde gerçekleş­meye başlamıştır. Daha önce de belirtildiği gibi, Avrupa kökenli "Türk” ve "Türkiye” isimleri, Arapların Birinci Dünya Savaşı so­nunda imparatorluktan ayrılması sonucunda Anadolu ve Trak­ya’da yaşayan ve Arap olmayan Müslûmanlara isim olmuştur. Şubat 1920’de, Millî Misak’ın ilanından üç hafta sonra, son Osmanlı parlamentosu Meclis-i Mebusan’da, Meclisin, sultanın Meclisi açış konuşmasına (Nutk-u Hümayun) cevabı (Ariza-i Cevabiyye) münasebetiyle “Türk” ve “millet” deyimleriyle le kastedildiği konusunda bir tartışma cereyan etmiş, Karesi ’Balıkesir) mebusu Abdülaziz Mecdi Efendi yanlış anlamalara yol açan “Türk” kavramına yüklenen anlamın açıkça ortaya konmasını istemiştir:

‘’Abdülaziz Mecdi Efendi (Karesi)- Deminden beri cereyan eden müzakerat arasında Meclisçe nazarı dikkate alınacak ba­zı kelimat-ı mühimmine sebk etti. Şuradaki “milletin kendisi­ne” tabirinde nazar-ı dikkate alınacak kelimelerden birisi Mil­let kelimesidir. “Anadolu” tabiri de o kelimelerdendir. Anado­lu’nun bizim coğrafya kitaplarımızdaki hududu hakkında söz söylemek istemiyorum. En çok halkın ve avamın tarz-ı telak­kisi itibarı ile söz söylemek istiyorum. “Anadolu” tabiri üzeri­ne rüfeka-yı muhteremden birisi kalktı, Rumeli’deki Türkler ne olacak dedi ve itirazda hakkı da vardı. Söze iştirak etme­yen muhterem bir refikimiz, “Anadolu” tabiri üzerine “Diyarbekir ve Erzurum’a tabi bir takım yerler ne oluyor?” dedi. Kezalik arada sarf edilen “Türk” kelimesinden de o zat birçok manalar çıkardı. Bu ciheti Meclis-i Âlinizin nazar-ı dikkatine arz eder ve Heyet-i umumiyyenizin hüsn-ü kabulü ile “Türk” kelimesine mana verilmesini rica ederim.

Ben anlıyorum ki, bu kürsüde ne zaman Türk tarihi söyle­nirse bundan maksat Türk, Kürt, Laz, Çerkez gibi anasır-ı muhtelife-i İslamiyyedir. Bu böyle midir? (“Hay hay, böyledir” sadaları, alkışlar). Eğer Türk kelimesinin manası bu de­ğilse, rica ederim, burada nutuk irad edildikçe Türk Tarihi yerine anasır-ı Islamiyye denilsin. Türk kerimesine şimdi arz ettiğim veçhile mana veriliyor ve Meclis-i Aliniz o suretle te­lakki ediyorsa bunda bir beis yoktur.

Rıza Nur Bey (Sinop)- Öyledir.

Hüseyin Bey (Erzurum)- Hatta Yahudiler bile dahildir.

Abdülaziz Mecdi Efendi (Devamla)- Türk kelimesinin ma­nasını Meclis bu suretle tefsir ve şerh edip efkâr-ı umumiyeyeye arz ettikten sonra ben Kürt’üm diyen bazı zevatın hatırına hiçbir şey gelmez veyahut onların hatırına gubar-ı siyasî kon­durmamak için, Türk, Kürt, Laz, Çerkez veyahut anasır-ı îslamiyye gibi tabirat kullanalım.

Tunalı Hilmi Bey (Bolu)- Müslüman Osmanlılar.’’

Bunun üzerine, yine Abdülaziz Mecdi Efendi’nin, bu ülkede Hıristiyan unsurların da yaşadığı, bu yüzden “millet” kelimesi yerine “Millet-i Osmaniye” teriminin benimsenmesi yönünde­ki takriri (önerge) kabul edildi. Bu konuyla ilgili ilginç bir takrir de, ikinci yasama döneminin ilk birleşiminin 35. oturu­munda, 12 Ocak 1341(1924)’de, Bursa milletvekili Mustafa Fehmi Efendi ve arkadaşları tarafından, “Türkiyeli” tabirinin kimler hakkında kullanılabileceğine ilişkin verdikleri takrir­dir. Anayasa Komisyonunun konuya ilişkin raporu müzakere­ye mahal olmadığı yönünde olmuştur.

“Türkiye” adı, resmî olarak ilk defa 1921 Anayasasının üçüncü maddesinde “Türkiye Büyük Millet Meclisi ibaresi ile birlikte kullanılmıştır. Mustafa Kemal Paşa’nın 1 Eylül 1922- de Büyük Zafer münasebetiyle yayımladığı beyannamede ilk defa “asil Türk milleti”ne hitap edilmiştir. Halk Fırkasının kuruluşunun habercisi olan “Dokuz Umde”nin ikinci ilkesin­de “Türkiye halkı” deyimine yer verilmiştir. 1/2 Kasım 1338 (1922) tarihli egemenlik hakkının gerçek temsilcisinin TBMM olduğunu belirten Bakanlar Kurulu kararında, “Türkiye halkı” ve “Türk milleti” terimleri birlikte kullanılmıştır. “Türkiye halkı/milleti” ve “Türk” terimleri etrafında gidip gelen çift uç­lu söylem, bütün kullanımlarda varlığını sürdürmüş, ulusçu söylemin tam hâkimiyeti 1924 Anayasasıyla gerçekleşmiştir.

 

Ulusal Kimliğin Dinî Sınırı ve Nüfus Mübadelesi

30 Ocak 1923 tarihli Yunan ve Türk Nüfuslarının Mübade­lesine İlişkin Sözleşme Lozan Antlaşmasının bir parçasıdır. Ondokuz maddelik sözleşmenin birinci maddesi zorunlu mü­badele ilkesini getirir: “1 Mayıs 1923’ten itibaren Türkiye’de yerleşik Rum Ortodoks dinine mensup Türk vatandaşları ile Yunanistan’da yerleşik Islâm dinîne mensup Yunan vatandaş­ları zorunlu mübadeleye tabi tutulacaktır.”Mübadeleye tabi tutulacak nüfuslar, kısaca “Yunanlılar” (Yunan Ortodoks dini­ne mensup olanlar) ve Müslümanlar (İslâm dinine mensup olanlar) olarak tanımlanmıştır. İlk bakışta bu adlandırmanın açık iması, ırk ve dil kriterlerine bakışla dinin daha güvenli bir ayraç olarak kullanıldığıdır Yunanistan’daki Müslümanların büyük çoğunluğu Yunanca konuşmaktaydı ve etnik bakımdan Türkiye Müslümanları ile hiçbir şey paylaşmamaktaydı. Buna karşılık, Türkiye'nin birçok yerindeki Yunanlar Türkçe konuş­maktaydı ve çeşitli etnik kökenlere bağlıydılar.

Mübadeleye tabi tutulacak nüfusu belirlemede dinin temel kriter olarak kullanılması, yeni ulusal kimliğin inşasında, söz konusu dönemde, hem pratik bir zorunluluğun, hem de Müs­lüman etnik azınlık oluşturmama isteğinin bir sonucudur. Amaçlanan ulusal kimliğin teşekkülüne kadar, dinin araçsallaştırılarak kullanılmasında, Kemalist Batıcılar bir sakınca gör­memekteydi. Dini kriterin asıl alınmasından dolayı, Grek alfa­besiyle Türkçe yazan, dualarını Türkçe yapan Karaman ve Pontus'taki Ortodoks nüfus, Ortodoks Yunan kategorisine da­hil edilmiş ve protestolarına rağmen zorunlu mübadeleye tabi tutulmuşlardır. Aynı şekilde Girit Adası ve Rumeli’de (Batı Trakya) yaşayan Müslüman halk, etnik kökenlerine bakılmak­sızın Türkiye hükümeti tarafından “Türk” olarak görülmüş ve vatandaşlığa kabul edilmişlerdir.

Ancak, din kriterinin, antlaşmanın tarafları için ifade ettiği anlam farklıydı. Kilikya bölgesinde yaşayan Ortodoks Araplar meselesi ortaya çıktığında, göç sürecini izlemekle görevli Kar­ma Komisyondaki Türk temsilci, Sözleşmede geçen “Rum Or­todoks dini” teriminin milliyete değil yalnızca dinî bağlanma­ya atıf yaptığını ve Rum Ortodoks dinine mensup herkesi içi­ne aldığını ileri sürdü. Diğer taraftan, Yunan temsilcisi, bir ki­şinin zorunlu mübadele kapsamına girmesi için hem Yunan hem Ortodoks olması gerektiğini iddia etti. Türkiye, Helen bi­lincine sahip olsun olmasın bütün Ortodokslardan kurtulmak isterken, Yunan hükümeti yalnızca Yunanlılık bilincine sahip Ortodoksları kabul etmek istiyordu.

Bu durum muvacehesin­de, 31 Mayıs 1927 tarihinde Karma Komisyon iki karar aldı. İlk karara göre, “Yunan Ortodoks dini” ifadesi ırka (etnik kö­ken) bakılmaksızın, Yunanistan’daki Müslümanların durumunda olduğu gibi, bütünüyle dinî bağlanmaya göre anlaşıla­cak ve uygulanacaktı. İkinci karar ise, sözleşmenin birinci maddesinde geçen “Yunan Ortodoks dini” deyiminin, bütün Doğu Ortodoks dinlerini içine alacak şekilde uygulanmayaca­ğını belirtiyordu.

Aralık 1927’de yaptığı toplantıda ise, Komisyon, “Yunan Or­todoks dini“ teriminin şu kategorilere uygulanamayacağına karar verdi: 1) Fener Ekümenik Patrikliği dışındaki patriklik­ler; 2) Kıbrıs Kilisesi, Sırp Kilisesi, Rumen Kilisesi, Rus Kilise­si, Arnavut Kilisesi ve Bulgar Kilisesi gibi bağımsız kiliseler. Antakya, Kudüs ve İskenderiye Patrikliklerinin dışarıda bıra­kılmasıyla, Yunanlılarla hiçbir ortaklıkları olmayan Ortodoks Arapların mübadele kapsamına girmesi önlenmiş oldu. Tabi- atiyle, Protestan ve Katolik dinlerine mensup Rumlar da bu kapsamın dışındaydı.

Zorunlu nüfus mübadelesiyle Türk hükümeti, Millî Müca­dele döneminde yaşandığı gibi, Yunan irredentizmi tehlikesini bertaraf etmeyi amaçlıyordu. Arada, emek/toprak oranlama­sındaki büyük açıklıktan dolayı ihtiyaç duyulan işgücünün de, Müslüman ve yeni Türk kimliğini kabul etmeye hazır görünen göçmenlerle kapatılması öngörülüyordu. Mübadele neticesin­de hem Türkiye hem de Yunanistan ulusal açıdan büyük ölçü­de türdeş bir nüfus yapısına kavuşmuştur.

Lewis’e göre, Türk-Yunan nüfus mübadelesinde dinin belir­leyici olması, erken Cumhuriyet döneminde temel sadakat mercileri açısından bir karışıklığa işaret etmekteydi. Yapılan, Türklerle Yunanların mübadelesi değil, Rum Ortodoks Hıristiyanlar ile Osmanlı Müslümanlarının mübadelesiydi. Kültürel bir sistem olarak ulusçuluk bu bağlamda yerini almayı hedef­lediği dinî-hanedanî sistemin referanslarından yardım istemek zorunda kalmıştı; çünkü yeni sistemin referansları henüz ha­yaliydi; oysa eski sistemin referansları, esas olarak da din, ha­yatiyetini sürdürmekteydi.

Kemalist ulus inşa pratiğinde dinin, ulusal amaçlan pekiş­tirmek için kullanılması hiçbir zaman dejure bir nitelik kazan­mamıştır; pratik mülahazaların bir türevi olarak tezahür et­miştir. Kemalist iktidar stratejisinin “doğru zaman ve zemin” ilkesi burada da hükmünü icra etmiştir. Göç politikaları bu bakımdan mümeyyiz örnekler sunar. Mesela, Hıristiyan Gagavuzlar, Türkçe konuşmalarına ve kendilerini Türk olarak nite­lemelerine rağmen kitlesel ölçekte göçmen olarak kabul edil­memişlerdir.

Hamdullah Suphi’nin Bükreş elçisi iken gösterdi­ği ısrarlı çabalara rağmen Gagavuzlar kitlevî olarak Türkiye’ye göçmen olarak kabul edilmemiş, yalnızca birkaç Gagavuz 1930’larda bir burs programı çerçevesinde Türkiye’ye gelebil­miştir. Öte taraftan, Türkçe bilmeyen, farklı etnik kökenlere sahip Boşnaklar ve Bulgar Pomaklarının, Osmanlı Müslümanları oldukları ve Amavutlardan farklı olarak imparatorluğa is­yan etmedikleri ve mümeyyiz bir ulusal bilince sahip olmadık­ları için Türkiye’ye serbestçe göç etmelerine izin verilmiştir.Bunların Türklük bilinci edinmeleri mümkün görülmüştür.

'Kemalizmin, bu doktriner olmaktan çok pragmatik karakte­ri, iktidardaki sürekliliğini sağlayan kilit faktörlerden biridir. Gerçekten de çağdaşlaşıtıacı-gelişmeci Kemalist ideoloji, uyul­ması gerekli ilkeler ve projelerden oluşan toplu bir pakete sahip değildir.Çağdaşlaşmaya olan bağlılığı ne kadar derin olursa olsun, Kemalizm mufassal ve iyi ifade edilmiş bir doktri­ne dayanmamaktadır.Ancak, Gellner’in da belirttiği gibi, “Türk gelişme yolunda, çok sayıda seçeneği önceden tayin ede­cek denli muayyen olmasa da, hiç şüphesiz, bir Kemalist Hadis  külliyatı vardır.” Atatürk’ün de itiraf ettiği gibi, CHPprogramları gerçekte “Kamalizm” adı verilen siyasî bir doktrin teşkil etmektedir.

Kemalizmin pragmatik olması ve hayatın “direktiflerini” üstün ilke olarak kabul etmesi, onun bir ideolo­ji olmadığı anlamına gelmez; yalnızca pragmatik ideolojiler ai­lesine mensup olduğunu gösterir. Münhasıran laiklik ve dev­let üzerinde temellenmiş ve önsel ilkelere dayalı bir doktrine bağlılığı katı olmayan Kemalizm, bu sayede, doktriner reçetele­re uygunluk problemini yoğun olarak yaşamadan, pragmatik bir gelişme çizgisi izlemiştir. '

Türk ulusal kimliğinin dinî sının azınlık tanımını da belir­lemiştir. Lozan Antlaşması uyarınca, -ki Lozan’daki Türk dele­gasyonu da aynı tezi hararetle savunmuştur- Türkiye’deki azınlıkların hukuki konumlarını belirlemede dinî bağlanma tek ölçü olarak kabul edilmiştir. Böylece, Türkçe konuşan Anadolu Ermenileri, Ermeni azınlığa mensup kabul edilirken, Ermenice konuşan Müslüman Hemşinliler Türk kabul edil­miştir. Ancak, Türk vatandaşı olmak, kişiye Türk statüsünü doğrudan kazandırmamaktadır.

Kemalist rejimin militanları niteliğine rağmen, “Müslüman eşittir Türk ve gayrimüslim eşittir gayri Türk” önermeleri halk katında varlığını sürdürmüş, Kemalist ulusçuluk zımnen de olsa bunu  kabul etmiş ve göç politikalarında rehber ilke olarak kullanmıştır. Türklük Müslümanlara münhasır bir kategori olarak görülürken, nüfus  cüzdanlarında ve diğer resmî belgelerde hem dinî hem de  mezhebi bağlanmalar kaydedilmiştir. Resmî söylemde ve Kemalist dönem basınında gayrimüslimler “hakikî Türkler” ola­rak değil “Kanun-ı Esasî Türkleri “ya da “Kanun-u Medenî Türkleri” olarak adlandırılmıştır.

Cumhuriyetin ilk yıllarında hâkim olan dinî tanım, 1924 ve sonrasındaki sekülerleştirici reformlara rağmen halk, muhayyi­lesindeki geçerliliğini sürdürmüştür. Resmî söylemde Türk ol­dukları kabul edilse de, gayrimüslimler Türk olarak telakki edilmemişlerdir. Dil ve soy bakımından Türklüğe uzak olma­larına rağmen, Müslüman Boşnak ve Çerkezler aynı dönemde Türklüğe kolayca özümsenmişlerdir. Azınlıkların, İmparator­luk dönemine bakışla siyasî katılımlarının sıfırlanması ve kamusal alandan hemen bütünüyle dışlanmaları, özellikle sivil ve askeri bürokrasinin dışında bırakılmaları, bir ölçüde Türk lüğü Müslümanlıkla özdeş gören popüler imajla ilişkiliydi Kemalist ulusçuluk bu tarihî “zaruretin” kısıtları içinde hare ket etmiştir.

 

Cumhuriyetçi Tanım: Dinî Olanın Reddi

Türk ulusal kimliğinin Kemalist inşasında Cumhuriyetçi tanı­mın hâkim veçhesini, “vatandaşlık yoluyla Türkiye Cumhuri­yetine bağlı olan ve Türk dilini, kültürünü ve millî idealini be­nimseyen herkes Türk’tür” şeklindeki, kısmen hukuki fakat büyük ölçüde siyasî tanıma dayanan tekilci-yekpare Türklük anlayışı oluşturur. Cumhuriyetçi tanım esas itibariyle 1924’te- ki “yıkım” reformlarından sonra öne çıkmıştır ve eski dinî ta­nımdan radikal bir kopuşu temsil eder. Islâmın Türk siyasî sistemiyle ilişkisinin kesilmesi ve 10 Nisan 1928’de devlet dini olmaktan çıkarılması, Türklüğün sınırlarının yeniden çizil­mesi gereğini beraberinde getirmiştir.

Türk ulusal kimliğinin Cumhuriyetçi sınırlarının iki veçhesi vardır: hukukî (objektif) ve siyasî (sübjektif) veçheler. Siyasî veçhe belirleyici vasfa sahiptir ve bir anlamda Kemalist akide­yi temsil etmektedir. Hukukî veçhe ise günlük hayata yansı­ması son derece sınırlı kalan talî bir nitelik arz etmektedir. Hukukî veçhenin resmî ifadesi 1924 Anayasası’nın 88. madde­sinin ilk fıkrasıdır: “Türkiye ahalisine din ve ırk farkı olmaksı­zın vatandaşlık itibariyle (Türk) ıtlak olunur.” Kemalist uy­gulama ve literatürde hâkim tanım siyasî tanımdır ve Türk ulusal kimliğinin etno-seküler sınırlarının çizilmesinde bu iki­si arasındaki ayırım hayatî önemi haizdir. Türklüğün hukukî veçhesi bir ölçüde “zorunlu” bir durumun sonucudur. Lozan Antlaşmasının azınlıklarla ilgili hükümleri, Türkiye Cumhuriyeti’ni gayrimüslimlerin haklarını korumakla “mükellef’ kıl­mıştır. Bu yüzden, Kemalist siyasî özümseme politikaları hukukî düzenlemeler yerine, çoğu defa İdarî ve fiilî “tedbirlerle” gerçekleştirilmeye çalışılmıştır.

Cumhuriyetçi tanım hiçbir zaman hukuki veçheyi Türk ol­mak için yeterli bir temel olarak görmemiştir. Bu durum, po­litik veçhenin gereği olarak, anadili Türkçe olmayan vatandaş­ların hem özel hem de kamusal alanda Türkçe konuşmaya zorlanmalarına yol açmıştır. Çocuklara saf Türkçe isim koyma zorunluluğu ve 1927’de resmî destekle başlatılan “Vatandaş! Türkçe Konuş” vb. kampanyalar bunun örneğidir. 1920’lerin sonlarına doğru “Türkçe’nin Umumiliği,” yani bütün vatan­daşlar tarafından Türkçe’nin anadil olarak benimsenmesi ve her zaman ve zeminde bu dilin kullanılması, hükümet için önemli bir mesele haline gelmiş, kamusal mekânlarda Türkçe konuşmayanlar taciz edilmeye başlanmıştır.

2510 sayılı ve 1934 tarihli İskân Kanunu “Türk vatandaşı olmayan Türkler” ve “Türk olmayan Türk vatandaşları” ayırı­mını netleştirerek farklı politika uygulamalarına zemin hazır­lamıştır. Kanunda, Türkiye’ye göç edecekler arasında vatan­daşlığa alınma açısından, soy itibariyle Türk olanlar ile olma­yanlar arasında ayının gözetilmiştir. Sivil ve askeri bürokrasiye eleman alımındaki yerleşik kriter de, aynı şekilde, Türk ve Türk vatandaşı olma ayırımına dayanmıştır. Bu bakımdan, Türk vatandaşlığı ile Türk ulusal kimliği arasında hiçbir za­man birebir örtüşme söz konusu olmamıştır. Bu yüzden Türk vatandaşlığı kurumu şemsiye bir ulusal kimlik için sağlam bir zemin oluşturamamıştır. Türk vatandaşı olmanın doğurduğu hak ve hürriyetlerin kullanılması, Türklüğün sadece “mabed ayrılığını” meşru gören etno-politik sınırlarının kabulüne bağ­lanmıştır. Kemalist akideyi benimsemek vatandaşlık hakları­nın kullanımının ve genel topluma meşru katılımın ön şartı olmuştur.

 

Cumhuriyetçi Tanımın Siyasî Veçhesi

1924 sonrası dönemde birçok resmî ve siyasî belgede, Türk­lüğün vatandaşlık dışındaki göstergeleri vurgulanarak ifade edilmiştir. Bu göstergeler ışığında, Türk vatandaşlarının bir kısmı “Türk” ya da “öz-Türk” olarak nitelenirken, diğer va­tandaşlar ya “Kanun-u Esasi/Kanun-u Medenî Türkleri” ola­rak tavsif edilmiş -gayrimüslim azınlıklar- ya da adlandırma düzeyinde yok addedilmiştir - Türk olmayan Müslüman etnik gruplar, özellikle Kürtler ve Çerkezler. Cumhuriyete sadakatte ifadesini bulan siyasî azim ve irade, Osmanlı döneminin kelime-i şahadetinin yerini almıştır.

Türk ulusal kimliğinin cumhuriyetçi tanımı, en iyi ifadesini Cumhuriyet Halk Partisi programlarında bulmuştur. 1931 programına göre “millet, dil, kültür ve mefkûre birliği ile birbi­rine bağlı vatandaşların teşkil ettiği bir siyasî ve İçtimaî heyet­tir.” 1935 ve 1939 programları da aynı tanıma yer vermişlerdir. Söz konusu tanım, ulusu irade ve duygu birliği olarak görmekte ve dayanışmacı bir otoritarizme yaslanmaktadır.

CHP’ye üye olma şartları da bu konuda bize bazı ipuçları sağ­lamaktadır. Partinin 1923 Nizamnamesinin üçüncü maddesine göre, “Halk Fırkasına her Türk ve hariçten gelip Türk tabiiyet ve harsını kabul eden her fert dahil olabilir.” Cumhuriyetçi ta­nımın hem hukukî (tabiiyet) hem de siyasî s(hars) veçheleri, bu tanımda öz olarak belirtilmiştir. CHP’nin 1927 tarihli Nizamna­mesi’nin sekizinci maddesi, Türk kültürünü ve partinin bütün ilkelerini benimsemeyi üyelik şartları olarak sayar. 1931 Ni­zamnamesi üyelik şartlarına Türkçe konuşabilmeyi de ekler.

1935 ve 1939 programları da 1931 programıyla aynıdır.

Ulusçuluk ilkesi 1931 programında ve sonraki programlar­da çeşitli maddelerde yansımıştır. Kemalist rejimin eğitim po­litikası bunlardan biridir. “Kuvvetli cumhuriyetçi, milliyetçi ve layik vatandaşlar’’ yetiştirmek eğitimin (milli talim ve terbiye) her aşamasında en çok önemsenen, telkini zorunlu konudur. “Derin Türk tarihi”den mülhem olarak millî karakterin yücel­tilmesi, “büyük bir emel” olarak telakki edilmektedir. “Derin Türk tarihi”nin öğretilmesi, partinin büyük önem atfettiği bir husustur; çünkü “bu bilgi Türk’ün kabiliyet ve kudretini, nef­sine itimat hislerini ve milli varlık için zarar verecek her cere­yan önünde yıkılmaz mukavemetini besleyen mukaddes bir cevherdir.” Tarihin yeni Türk ulusal kimliğinin kurucu un­surlarından birisi olarak kullanılması, “seciye-i millî,” “Türk’ün kabiliyet ve kudreti” vb. ifadelerin de gösterdiği gibi, her zaman etno-kültürel temalar barındırmaktadır.

CHP’nin altı ok’u 1931 programına, partinin temel nitelikleri biçiminde yansıdı. Programın ikinci bölümü bu ilkeleri ve onların tanımlarını sıralar. Bu bölümün birinci maddesinin ilk fıkrası, Cumhuriyet Halk Fırkası cumhuriyetçi, milliyetçi, halkçı, devletçi, layik, inkılapçıdır, der. 1935 ve 1939 prog­ramları da aynı ilkeleri tekrar eder. Altı ok, CHP’nin siyasî ideolojisinin özlü bir formülasyonudur. Gerçekte bu ilkeler I Millî Mücadele’den itibaren teşekkül halindeydi. Bazı önemli farklar olmakla birlikte, bunların çoğu, Jön Türklerin ideolog-ları tarafından ifade edilmiştir.Genel olarak, CHP programlarında ulusçuluk, savunmacı ve modernleştirici/batılılaştırıcı bir ilke olarak belirmektedir.

Bir yandan Türk ulusunun özel vasıflarının korunmasını vaz ederken, diğer yandan da uluslararası arenada, ilerleme ve ge­lişme yolunda diğer uluslarla uyum içinde olmayı önermekte­dir. Bu yaklaşım, Türklüğün 1924’ten sonra kristalize olan siyasî/sübjektif sınırının açık bir tezahürüdür.

'1924 sonrası dönemin ana özelliği, dinî tanımın tüm baki­yelerinin ayıklanmaya çalışılmasıdır. Halifeliğin kaldırılması bu bakımdan bilhassa önemlidir; böylece Islâm aaraçsal da olsa bir sosyal tutunum aracı olarak bakılmayacağı ortaya çık­maktadır. Çok-etnili koalisyonla sürdürülen Millî Mücadele döneminde hilafet bir sosyal tutunum aracıydı. Bu etnik ko­alisyonun üyelerinin gözünde, hilafet, daha doğrusu İslâmiyet sosyopolitik meşruiyetin en önemli kaynağıydı. Ancak, topyekûn Batılılaşmayı hedefleyen Mustafa Kemal, ideolojik bir ter­cih yaparak sosyopolitik tutunum fonksiyonunu yeni etno-sekülarizme atfetmiştir.

Kemalist çevrelerde yaygın olarak benimsenen Kemalist ulusçuluğun kültürel bir ulusçuluk olduğu kanaati, cumhuri­yetçi tanımın siyasî veçhesine tekabül etmektedir ve Kemalist ulusçuluğun etnik/ırkî bir boyut taşımadığını ileri sürmekte­dir. Aslında, cumhuriyetçi tanımın siyasî veçhesinin üç boyu­tu ayırt edilebilir:

1-Dil Boyutu: Bu boyut, Kemalist kamusal alan tanımının özel alam da içine aldığının ya da özel alan/kamusal alan ayırı­mım kategorik olarak reddettiğinin önemli bir göstergesidir. Total bir ideoloji olarak, Kemalist ulusçuluğun dil boyutu, Türk­çe’nin resmî dil olmasının yanı sıra ana dil olarak da benimsen­mesini zorunlu kılmaktadır. Yalnızca kamusal mekanlarda (so­kakta, otobüste, hükümet tabipliğinde vs.) değil evde de Türkçe konuşulması gerçek Türklüğü başarmanın aracı olarak görül­mektedir. Gayri Türk Müslüman “unsurların”, Lozan Antlaş­masının azınlıkların korunmasıyla ilgili hükümlerine aykırı olarak, idari ve fiilî tedbirlerle Türkçe konuşmaya “teşvik edil­meleri”, “gerçek Türklüğü” inşa sürecinin bir parçasıdır.

2-Kültürel Boyut: İslâm ve onunla ilintili gelenekler kap-sam dışı bırakıldığında, kültürle neyin kastedildiği acık değildir. Ancak, müzikten giyim tarzına kadar uzanan düzlemde bütün popüler unsurların reddedilmesi, kültürün, Kemalist bağlamda, Türk kökenli isimlerin konması ve Türkçe konuşulmasını, ki bunlar da sekülerleştirme ameliyesine tabi tutul­muştur ve yalnızca “standart” sekûler batı kültürünü ifade et­tiğini göstermektedir.

3) Mefkûre (Ülkü) Boyutu; Tezahür eden ülkü, Türkiye Cumhuriyeti olarak cisimleşen siyasî bir ülküdür. Ülkü, cum­huriyetçi akidenin anahtar kavramıdır. Halkın Türkçe öğren­mesi ve Cumhuriyete azim, gayret ve şevkle hizmet etmesi için ana ilham kaynağı olarak bu “ülkü” sunulmuştur. Bu ba­kımdan ülkü, Türk kimliğinin cumhuriyetçi tanımının siyasî veçhesinin dilsel ve kültürel boyutlarını da kapsar. Ulusal kimliğin bütün unsurlarını birleştiren referans noktası, Türki­ye Cumhuriyeti nin kendisi olarak tezahür etmiştir. Türkiye Cumhuriyetini kuran iradenin taşıyıcılığını kimin/neyin yap­tığı bu bağlamda büyük önem kazanmaktadır.

Mustafa Kemal Atatürk’ün “Türkiye Cumhuriyetini kuran Türk halkına Türk milleti denir” tanımlamasındaki kilit kav­ram “kuran” ifadesidir. Burada, “Türkiye Cumhuriyeti sınırla­rı içinde yaşayanlar,” ya da “vatandaşlar” gibi terimler tercih edilmemiştir. Bunun bilinçli bir tercih olduğu, yalnızca Mec­lisli Mebusan ve ilk Meclis’te konu ile ilgili yapılan tartışmalar hatırlandığında, rahatlıkla söylenebilir. Yahudiler dışındaki gayrimüslim azınlıklar, Millî Mücadele esnasında işgal güçle­riyle işbirliği yaptıkları için “kuran” teriminin kapsamı dışın­da bırakılmıştır. Bu tanımın arkaplanında, Jön Türklerden te­varüs edilen, Türklerin “unsur-u aslî” ve “asıl malik” oldukları düşüncesi yatmaktadır. Dolayısıyla, Mustafa Kemal’e göre mil­let, muayyen sınırlar içinde tesadüfen bir araya gelen insanlar topluluğu değildir. Aksine, millet, her şeyden önce emellerin­de birleşmiş insanların oluşturduğu “bir irade ve ülkü birliğidir . Türkler için bu birliğin temelleri, Türkiye Cumhuriyetive kurucu ilke olarak onun liderinde cisimleşen siyasî bağım­sızlık, dayanışmacılık, ulusçuluk, sekülarizm, çağdaş medeni­yet vs.’dir.

Aslında, Türklüğün bütün kurucu kavram ve sembolleri, - Millî Mücadele, TBMM, Ankara, Sakarya, Dumlupınar, muzaf­fer ordu, 19 Mayıs, 23 Nisan, 30 Ağustos, 9 Eylül, 29 Ekim, hilafet ve saltanatın ilgası, Latin alfabesinin kabulü, laiklik vs.- ortak bir tarihî özneye sahiptir:'Mustafa Kemal Atatürk. Sevan Nişanyan’a göre, Mustafa Kemal’in “ulu Türk,” “yüce Türk” ya da “kahraman Türk” yerine “Atatürk” olarak adlandırılması, Cumhuriyetin kurucusunun yalnızca lider, rehber ya da Türklerin en büyüğü olarak görülmesinin yeterli görülmediğini or­taya koymaktadır: Atatürk, Türk milletini kuran aktif bir ilke­dir. Bu sebeple, Türk milleti ona ve onun vazettiği ilkelere bağlılığı ölçüsünde var olmayı hak etmektedir.

Cumhuriyet idealini ve bunun lâzımları olan Türk dili ve kültürünü benimseyen herkes, din ve soydan bağımsız olarak kendisini Türk olarak adlandırabilir. Kemalist akideyi iradî olarak kabul edenler, herhangi bir zorlukla karşılaşmadan Türklüğü elde edebilir; çünkü tanım gereği, her Türk Kema­list olmak zorundadır. Kemalist olmayanlar, temel hak ve hür­riyetler açısından karşılığı olmayan, siyasî haklar bakımından budanmış, itibarî nitelik taşıyan hukukî Türklükle yetinmek zorundadırlar. Türkleştirme konusu ele alınırken bu husus daha açık olarak görülecektir.

“Büyük Şef” olarak “Atatürk” kavramının 1920’ler ve 1930’larda oldukça yaygınlaşan faşist-korporatist ulus teorileri­ne yakınlığı dikkat çekicidir. İtalya’da, Roma İmparatorluğu sembolizmine yaslanan ve Duce etrafında kristalize olan siyasî hareketler, Macaristan’da St.Isztvan hükümdarlığı, Portekiz’de Esta do Nove, Ispanya’da Falanjlar, Fransa’da Action Francaise ve elbette Almanya’da Führerin temsil ettiği, karizmatik lider ve onun temsil ettiği bir devlet etrafında birleşen, tarihî bir misyon ifa eden ulus kavramı, Atatürk kavramının anlattığı ulus anlayı­şıyla aynı zemini paylaşmaktadır. Ulusa hayat veren bizzat lide­rin kendisidir. Parla’nın Nutuk'u yorumlarken işaretlediği ulus-lider ve lider-ulus özdeşliği, Atatürk’ün konuşmalarında kullandığı devri mantık içinde net olarak görülebilmektedir.

Birinci Dünya Savaşı’ın takip eden dönemde tüm dünyada ortaya çıkan “manevi kriz” göz önüne alındığında, bu “mistik" teorinin yaygınlığı daha iyi anlaşılabilir. Teorinin beraberinde getirdiği yapısal zayıflık, ulus üyelerinin seçkinliğini lidere sa­dakatleriyle ölçmesidir: Eğer bir ulusa mensup olma şartı, ulu­sal ülküyü ve bu ülküyle aynileşmiş siyasî alternatifleri sahip­lenmekse, o takdirde bu “ülkü”yü paylaşmayanlar doğrudan “vatan haini” konumuna düşmekte ve vatandaşlık hakların­dan yoksun kalmaktadırlar; çünkü temel hak ve hürriyetlerin kullanımı, muayyen bir siyasî ülküye ve o ülküyü vazedene sadakat duyulması şartına bağlıdır. Ulusal kimliğin sınırları ne kadar esnek çizilirse çizilsin, ülküye ve lidere sadakati şüpheli herkes, son tahlilde, potansiyel “vatan hainliği” suçlamasına maruz kalabilmektedir.

 

 Ahmet Yıldız-Ne Mutlu Türküm Diyebilene-İletişim Yayınları





Devamını Oku »

Serdengeçti Osman Yüksel Neden Atatürkçü Değildi ?

Serdengeçti Osman Yüksel Neden Atatürkçü Değildi ?

Osman Yüksel'i, 1950 yılında, Serdengeçti dergisindeki "Yıkıl­dılar" başlıklı yazısıyla tanıdım. 27 yıllık CHP iktidarının devrilme­sini, yıkılıp gitmesini müthiş bir sevinçle, aynı zamanda anlatılmaz bir öfkeyle açıklıyordu. "Yıkıldılar" yazısını okuya okuya ezberle­dim. Sonra onun yazılarının tiryakisi oldum.

1950-1956 yılları arasında Serdengeçti dergisi 11 sayı çıkabil­di. O dergileri de su içer gibi gözden geçirdim.

Yüksek tahsil için Ankara'ya yol hazırlığı yaparken babam beni karşısına oturttu:

Fakülteye kaydını yaptırdıktan sonra gidip Serdengeçti'yi gö­receksin. Selâmlarımı söyleyeceksin. Seni, Türk Ocağına götürme­sini isteyeceksin. Yeni arkadaşlarını, oradaki yaşıtların arasından seçmeni, Osman Yüksel'in çevresinden ayrılmamanı istiyorum. An­ladın mı beni, dedi.

Babam çok otoriter bir adamdı. Emirlerinden kıl kadar ayrıl­mamı istemezdi. Söylediklerini yerine getirdim.

Üniversite öğrencisiydim ama yeteri kadar okumamıştım. Anka­ra'da dinlediklerim, okuduklarım, zaman zaman beni çok şaşırtıyor­du. Meselâ Osman Yüksel, coşkun duygularla bir Türk milliyetçisi idi. Vatansever adamdı. Tarihimize ve bütün mukaddesatımıza çok bağlı  kalemdi. Ama Atatürkçü değildi. Serdengeçti'de zaman zaman

Atatürk'ü ve Atatürkçüleri iğneleyen, onları hafife alan yazıları çıkı yordu. Bunu anlayamıyordum. Çünkü bana göre onun da Atatürkçü olması gerekiyordu. Bir gün merakımı gidermek için sordum:

-Osman Ağabey, neden Atatürkçü değilsiniz?

-Değilim!

-Ama niçin? Bunu sizden öğrenmek istiyorum!

-Öğrenemezsin! Çünkü ilkokulda, ortaokulda, lisede sana ve arkadaşlarına hep iki kere ikinin 22 ettiğini öğrettiler. Şimdi ben sana "İki kere iki 4 eder.” deyince öğrendiklerin üzerine yıkılacak. Belki de bana inanmayacaksın. O bakımdan konuyu karıştırma. Sen Atatürkçü müsün?

-Elbette!

-Peki, sen Atatürk'ün Nutuk isimli eserini okudun mu? Kâzım Karabekir Paşa’yı, Rauf Orbay'ı, Fahrettin Altay Paşa'yı, Hüsrev Ge­rede'yi, Falih Rıfkı Atay'ı okudun mu?

-Okumadım.

-Oldu mu şimdi? Okumadan Atatürkçülük olur mu Bülent? Senin Atatürkçülüğün fasa fiso Atatürkçülüğüdür, önce, bu kişile­ri okumadan, araştırmadan Atatürk'ü anlaman, Atatürkçü olman mümkün değildir. Sonra sen, bir zamanlar okullarımızda okutulan Vatandaş İçin Medenî Bilgiler kitabını gördün mü? 1931 tarihli Ta­rih Kitabı'mızın ikinci cildini inceledin mi?

-Görmedim, incelemedim Osman Ağabey! Bunları ilk defa siz­den duyuyorum. Ama size söz veriyorum. Bu kitapları ilk imkânda bulup okuyacağım.

-Bu kitaplar okunmadan, görülmeden senin soruna cevap ve­rilemez. Önce git, bul bu kitapları. Al, getir bana. Sonra oturup ko­nuşalım seninle!

-Bu kitapları nereden bulabilirim?

-Sahaflara bakacaksın. 25 yıl önce basılan kitapları başka yer­de bulamazsın.

-O gün Serdengeçti bürosundan ayrılır ayrılmaz istediği iki ki­tabı bulabilmek için Adliye binası karşısındaki sahafa gittim. Ara­dığım kitapları bulamadım. Tam üç ay gidip geldim. Sonra ilk defa Medenî Bilgiler kitabını, arkasından 1931 baskılı Tarih Kitabı'nın ikinci cildini bulabildim. 0 iki kitabı Serdengeçti'nin küçücük masa­sı üzerine koyduktan sonra dedim ki:

-İstediğiniz kitapları bulup getirdim Osman Ağabey! Konuyu artık konuşabiliriz. Kendisi de raflardan birkaç başka kitap çıkar­dı. Aradan 60 yıl geçmesine rağmen söylediklerini hiç unutma­dım-

-Önce söz ver bana. Burada benden dinlediklerini şurada bu­rada katiyen söylemeyeceksin. En az 50 yıl ağzına kilit vuracaksın. Çünkü Atatürk, Türkiye'de 20.000 wolt gücünde bir cereyandır. Türkiye'de kimse Atatürk'ü yeteri kadar okumuş değil. Ama herkes Atatürkçü. Herkes ağzını Atatürk diye açıyor. Bir kısım insanlar dal­kavukluktan, bir kısım insanlar da korkularından böyle davranıyor­lar. Benden sana ağabey nasihati: Eğer bulunduğun bir toplantıda, birisi şehadet parmağını sana uzatarak dese ki: "Atatürk diyor ki: İki kere iki 179 eder!" Sakın, sakın, sakın itiraz etme. Eğer cevap vermek mecburiyetinde kalırsan de ki:

Ben bugüne kadar, iki kere ikinin dört ettiğini sanıyordum. Madem ki Atatürk iki kere iki 179 eder diyor. Ben de bundan sonra böyle bilir, öyle söylerim!

Böyle söyle ve münakaşaya girme. Yoksa adam gider seni "Ata­türk düşmanı!" diye gammazlar. Bu suçlama da senin felaketin olur. Bitirirler seni!

Şimdi dikkat et: Tenkitsiz siyaset, tenkitsiz ilim, tenkitsiz fikir, tenkitsiz kişi... olmaz. Tenkit, medenî düşüncenin temel aşıdır. Ama bunun tek istisnası Türkiye ve Atatürk'tür. Türkiye'de, Atatürk'ü tenkit etmenin boğaları bile böğürtecek ismi Atatürk düşmanlığı­dır. Çok dikkatli ol. Kendine sakın kıyma. Atatürk'ü tenkide kalkış­ma. O işi bizim gibi kişilere bırak!

- Anladım Osman Ağabey!

-Önce şunu özellikle belirtmek istiyorum. Millî Mücadele'mizin lideri Atatürk'tür, Kahramanlığından, vatanseverliğinden, deha de­recesindeki zekâsından hiç şüphem yok. Rauf Orbay'ı okudum. Di­yor ki: "O olmasaydı biz bu işi başaramazdık. Ama biz olmasaydık o, bu mücadeleyi yine zafere ulaştırırdı." Benim bu değerlendirmeye hiçbir itirazım yok. Ama benim Atatürk’ün cumhuriyet anlayışıyla, dil, din, tarih... anlayışıyla bir beraberliğim de yok. Atatürk’ün kur­duğu rejime cumhuriyet diyenler var. Bunlar galiba cumhuriyetin ne demek olduğunu bilmeyenlerdir. Atatürk'ün kurduğu rejime, mutlakıyet, haydi bilemedin meşrutiyet diyebiliriz. Ama cumhuri­yet diyemeyiz. Çünkü bana göre muhalefetsiz cumhuriyet olmaz. Atatürk'ün de muhalefete katiyen tahammülü yoktu. Olur mu hiç, muhalefetsiz cumhuriyet olur mu?

Bak şimdi, Cumhuriyet'imiz ne zaman ilân edildi? 29 Ekim 1923'te. Pekâlâ! O Meclisteki milletvekillerini kim seçmişti? Halk mı? Hayır! Halk Partisinin büyük öncülerinden biri olan Falih Rıfkı Atay diyor kİ: "Adayları tespit eden heyet üç kişi idi: Cumhurbaşka­nı Atatürk, Başbakan İnönü ve Parti Umumi Kâtibi Recep Peker!" Başka? Başka kimse yok. Cumhuriyet rejiminde, halkımız, halk ta­rafından, halk için seçilen milletvekilleriyle idare edilecektir değil mi? Halk diyor ki ben: A/B/C isimli kişileri milletvekili seçmek is­tiyorum. Yetkili o üç kişi itiraz ediyor: "Hayır!" diyor, "Sen V/Y/Z isimli kişileri seçeceksin." Halkın başka tercihi yok. Sandığa gidip oy kullanıyor. Oyunu nasıl veriyor biliyor musun? "Açık oy, gizli tas- nif usulüyle!" Yani halkımız, oyunu herkesin gözü önünde açık açık kullanıyor, sıra oyların sayılmasına gelince oylar gizli gizli sayılıyor. Bu nasıl cumhuriyettir?

Atatürk, Meclis çatısı altında da, Meclisin dışında da bir mu­halefet grubunun faaliyetine katiyen izin vermedi. Birinci TBMM, Falih Rıfkı Atay'ın gösterdiği gibi seçildi. Zamanla Mecliste iki ayrı grup teşekkül etti. Birinci gruba mensup milletvekilleri 160 kişi kadardı. Bunlar doğrudan doğruya CHP fikriyatlı kişilerdi. Bir de ikinci grup milletvekilleri vardı. Sayıları 35-40 civarınday­dı. Bunlar muhalif milletvekilleriydi. Muhalif milletvekillerinin başında Trabzon Milletvekili Ali Şükrü Bey bulunuyordu. Müthiş bir adamdı. Denizci kurmay subaylardandı. TBMM açıldıktan bir gün sonra, arkadaşı Mehmet Akif Ersoy'la birlikte İstanbul’dan gelerek Atatürk'e katılmışlardı. Atatürk onu Trabzon, Mehmet Akif'i de Burdur milletvekili olarak Meclise almıştı. Sonra ne oldu biliyor musun? Bu Ali Şükrü Bey muhalif milletvekillerinden biri oldu. Olsun, ne var?” diyeceksin. Atatürk’ün muhalefete taham­mülü yoktu. O bakımdan Ali Şükrü Bey, Atatürk'ün Muhafız Alay Komutanı Topal Osman tarafından öldürüldü. Mecliste küçük kı­yamet koptu. Bu defa, silahlı kuvvetlerimiz Topal Osman'ı yakala­mak için harekete geçti. Topal Osman sandı ki Atatürk kendisine sahip çıkacaktır. Çıkmadı. Öfkeyle Köşk'ü basmak istedi. Başba­kan Rauf Orbay devreye girdi. Topal Osman'a dedi ki: “Bak Osman Ağa, Köşk'te kadınlar var. Bırak kadınlar çıksınlar. Sonra sen git, Gazi'yle ne işin varsa hallet. Kadınların bulunduğu yeri basmak sana yakışır mı?”

Topal Osman bu oyuna geldi. Atatürk’ün eşi Latife Hanım’ın kız kardeşinin çarşafını Atatürk'e giyindirdiler. Onu diğer kadın­larla birlikte Köşk'ten kaçırdılar. Topal Osman Köşk'e girdiği za­man Atatürk'ü bulamadı. Öfkesinden onun elbiselerini ve eşyala­rını kurşunladı. Silahlı kuvvetlerimiz, Topal Osman'ı yaralayarak teslim aldı. Sonra konuşmasın diyerek başına bir kurşun sıkarak onu öldürdüler. Eski TBMM önünde, Topal Osman'ı ayaklarından darağacına astılar da Meclis öyle sükûnet buldu. Şimdi sen, sözüm [ona bir cumhuriyet rejiminde, Atatürk’e veya onun partisine mu­halefette bulunmanın meydana getirdiği dehşetli neticeleri görü­yor musun? Bu arada, bir büyük, bir anlatılmaz, bir dehşetli facia­yı da sana hatırlatmak istiyorum. Benim Mehmet Akif Ersoy'u ne kadar çok sevdiğimi biliyorsun. O bir destan adamdır. Bir karakter abidesidir. Mehmet Akif İstanbul’dan Ankara’ya Ali Şükrü Bey’le birlikte gelmişti. Ali Şükrü Bey muhalif olduğu için öldürülmüştü. Mehmet Akif'i de Atatürk, muhalif milletvekillerinden biri olarak düşündü ve Meclisi feshedince onu yeniden milletvekili yapmadı. Bir milletin İstiklâl Marşı'nı yazan, Çanakkale Zaferi'ni destanlaş­an Akif gibi bir adam sokağa atılır mı? Attılar. Sonra ona hiçbir ev et dairesinde vazife vermediler. Emekli maaşı da bağlamadılar. Peki, yedi nüfuslu Akif ne yapacaktı? Mendil açıp dilenecek miydi? Bir de tutup arkasına iki polis taktılar. Onu bir vatan haini gibi gördüler. "Sen git de biraz kumda oyna!" diyerek alaya aldılar. Mehmet Âkif de bin parçaya bölünerek Mısır'a gitmek mecburiye­tinde kaldı. Edebiyatımızın, tarihimizin yüz karası hadiselerinden biridir bu. Unutma!

Şimdi gelelim Cumhuriyet’imizin muhalif partilerine:

İlk muhalefet partisini Cunıhuriyet’in ilânından bir yıl sonra Kâzım Karabekir Paşa ve arkadaşları kurdu. Nasıl adam bu Kâzım Karabekir Paşa? Bana göre büyük vatansever. Büyük kahraman! Ve yine samimi kanaatime göre, Karabekir Paşa olmasaydı Mustafa Kemal de Atatürk olmazdı. Karabekir ve arkadaşları 1925 yılın­da Terakkiperver Cumhuriyet Fırkasını kurdular. Atatürk onu ve arkadaşlarını analarından doğduklarına pişman etti. Hiçbir ilgisi olmadığı hâlde İzmir Suikastı dolayısıyla Karabekir Paşa az kalsın idam ediliyordu. Kurduğu partiye devrin iktidarı en çok beş buçuk ay tahammül edebildi. Sonra Vekiller Heyeti kararıyla Karabekir’in partisi kapatıldı. Neden? Muhalefet partisi olduğu için!

1925-1930 yılları arasında çok yanlışlar oldu. Yakamız bece­riksiz idarecilerin elinde kaldı. Kimse, yapılan yanlışların, görülen hırsızlıkların hesabını soramıyordu. Hadiseler yeni bir muhalefet partisinin kurulmasını zorluyordu. Atatürk de bunu gördü ve çok yakın arkadaşlarından Ali Fethi Bey’e Serbest Cumhuriyet Fırkası adıyla yeni bir parti kurdurdu. Ali Fethi Bey, Atatürk’ün özellikle­rini bildiği için önce bu işe yanaşmadı. Ama Atatürk çok ısrar etti. Böylece 1930 yılının ortalarında Serbest Fırka kuruldu. Atatürk sanıyordu ki Serbest Cumhuriyet Fırkasına rağmen halk kendisi­ne yani Cumhuriyet Halk Fırkasına oy verecektir. Düşündüğü gibi olmayınca, kuruluşundan 3,5 ay sonra Serbest Cumhuriyet Fırkası da kapatıldı. Düşün, şimdi tam 16 yıl yeniden tek parti dönemi ve bu rejimin adı da Cumhuriyet veya Atatürkçülük! Ben aklımı peynir ekmekle mi yedim? Yapılan baskılara, zulümlere, yanlışlıklara... ne­den arka çıkayım Bülent? Benim Atatürkçü olmamamın şahsî men­faatlerle hiçbir ilgisi yoktur.

Atatürk'ün Bazı Özellikleri: İnönü Başbakanlıktan Neden Atıldı ?

Falih Rıfkı Atay diyor ki: "Ben ömrümde Atatürk kadar tartış­maya katlanan adam görmedim!"

Adam milyon kere yalan yazıyor. Çünkü Atatürk tartışmaya açık bir devlet adamı değildi. İşte sana Falih Rıfkı'nın Çankaya isim­li kitabından müthiş bir bölüm. Çankaya'nın 575-576. sayfalarında şöyle bir açıklama var:

"Atatürk bir gün Tarım Bakanı Şakir Kesebir'e soruyor:

Orman Çiftliği’ndeki ağaçlar neden bakımsız?

Kesebir’den önce araya İnönü girip cevap veriyor:

Sebebini adamlarınıza sorun Paşa’m!

Atatürk'e hiç böyle cevap verilir mi? Atatürk, Kâzım Özalp'e dö­nerek soruyor:

Ne olmuş buna? Yoksa içmiş mi?

İnönü tekrar söze karışıyor ve diyor ki:

Ne oldu size Paşa’m? Eskiden böyle değildiniz. Artık emirleri­nizi hep sofradan mı alacağız?"

İnönü'nün "sofra" dediği Çankaya’da her akşam kurulan içki sofrası. Atatürk’ün 12 yıl hizmetinde bulunan Cemal Granda isimli biri şurada, karşımda oturup bana anlattı, dedi ki:

"...Atatürk, her akşam ama her akşam, tek başına yarım litre Bulgar rakısı içiyordu."

Yani İnönü demek istiyor ki: "Paşa'm, Meclisi açtık. Kararların orada alınması lâzım. Ama siz, Türkiye'yi bu içki masasının başın­dan idare etmek istiyorsunuz, yapmayın!"

Haksız mı İnönü? Çok haklı. Ama Atatürk'e böyle cevap verilir mi? Falih Rıfkı Çankaya’nın 575. sayfasında diyor ki:

-Ertesi gün Atatürk İstanbul’a hareket etti. Ben de yanında idim. Önce İnönü’yü çağırdı kompartımana. Kendisine:

Görev arkadaşlığımız bitmiştir, dedi.

İnönü iki eliyle yüzünü kapadı. Atatürk:

Dinlenmelisiniz, dedi."

Ne olmuş? Ne var bunda? İnönü, Atatürk'e:

Eskiden böyle değildiniz! Artık emirlerinizi hep bu sofradan mı alacağız, demiş. Bu soru, bir başbakanı makamından silip sü­pürecek bir gerekçe midir? Hani Atatürk kadar tartışmaya açık bir devlet adamı yoktu?

Prof. Dr. Sadri Maksudi Arsal ın Uğradığı Büyük Haksızlık

Prof. Dr. Sadri Maksudi Arsal Ankara Üniversitesinin kurulma­sında devletimize çok yardımcı oldu. Arsal, Kazan Türklerindendir biliyorsun. Atatürk de Sadri Maksudi’nin çalışmaları dolayısıyla onu Şebinkarahisar milletvekili olarak TBMM'ye aldı. Arsal’ın önüne bir gün bir kanun tasarısı geldi. Hükümet, denizcilik hizmetlerimizin gelişmesi için "Denizbank" diye bir banka kurmak istiyordu. Sadri Maksudi söz alarak dedi ki:

“Bu terkip, Türkçe bakımından yanlıştır. Türkçede Deniz­bank denilmez. Denizcilik Bankası veya Deniz Bankası dememiz lâzım."

Teklif Atatürk'ten geliyodu. Atatürk'ün dalkavukları durumu akşam sofrasında Atatürk'e bildirdiler. Atatürk çok öfkelendi. Etra­fındakilere emir verdi:

"Şimdi kalkıp Ankara Radyosu’na gideceksiniz. Yayım kestire­rek mikrofonu elinize alacaksınız. Bu Sadri Maksudi Arsal'ın ne ka­dar cahil bir adam olduğunu millete anlatacaksınız." dedi.

Atatürk'ün emri derhâl yerine getirildi. Üstelik Sadri Maksudi milletvekilliğinden de kovuldu. Hani hayatta en hakiki mürşit ilim­di? Bir ilim adamına böyle davranılır mı?

(Sadri Maksudi'nin Hariciyeci kızı Adile Ayda’nın hem İş Ban­kası Yayınları arasında çıkan Bir Demet Edebiyat kitabında hem de Kültür Bakanlığı Yayınları arasında yer alan Sadri Maksudi Arsal kitabında konu aynen böyle açıklanıyor.Meraklıları bakabilirler.(Y.B.B)

Atatürk Profesörü

Bir insan üniversite tahsili yapmadan, asistan olmadan, doktora alışmasına başlamadan, doktorasını belirli bir ilim kurulu önünde vermeden, belirli bir süre doçent olarak çalışmadan profesör olabilir mi? Olamaz. Bunun tek istisnası Türkiye'dir. Atatürk bu çalışmaların hiçbirinden geçmeyen Abdülkadir Inan'a "Seni Dil ve Tarih Coğraf­ya Fakültesine profesör yaptım. Git, orada ders ver." dedi. Abdülkadir İnan da Dil ve Tarih Coğrafya Fakültesinde yıllarca profesör etiketiyle ders verdi. Sağlığında hiç kimse ama hiç kimse Atatürk'ün bu tasar­rufuna itiraz edemedi. Edemezdi. Kim "Atatürk düşmanı" olarak suç­lanmak ister? Yalnız herkes kendi arasında kısık bir sesle Abdülkadirİnan’dan "Atatürk Profesörü"diye bahsetmekle yetindi.

Atatürk, 1938 yılında ölünce kahramanlarımız ortaya çıktılar ve Abdülkadir İnan’ın sırtındaki profesörlük cübbesini çekip aldı­lar. Hani Atatürk bize demokrasiyi getirmişti. Hani saltanattan ve sultandan kurtularak Cumhuriyet'i kurmuştuk? Bir cumhurbaşkanı ulufe dağıtır gibi şuna buna profesörlük unvanını nasıl dağıtır?

Çankaya Köşkü'nün İkinci Katında Bir Kısrak İle Tay...

Cemal Granda burada bana anlatmıştı. Bir gün Atatürk'e de­mişler ki:

Paşa'm, kısrağınız bir tay kunladı (doğurdu),

Atatürk içki masasının başında emretmiş:

Kısrağı da, tayını da alın, getirin buraya, sevelim onları!

Cemal Granda dedi ki tayı bir iki asker kucakladı. Merdivenlere halılar serdik. 8-10 asker de kısrağı arkadan iteklediler. Hayvanı ve tayını kan ter içinde merdivenlerden çeke çeke Atatürk'ün huzuruna çıkardık. Köşk'ün şeref salonuna getirdik. Misafirler dağıldılar. Atatürk sabaha kadar o iki atın başında kaldı.

(Osman Yüksel’den bu hadiseyi dinledikten 28 yıl sonra, Cemal Granda’nın Hürriyet Yayınları arasında çıkan Atatürk'ün Uşağı İdim isimli kitabını bularak okudum. Kitabın 224-225. sayfalarında hadi­se, olduğu gibi anlatılıyordu. Y.B.B.)

-Osman Yüksel neden Atatürkçü olmadığının başka sebeplerini de açıkladı:

"Atatürk, musikimizde de, dinimizde de inkılap yapmak istedi. Onun bu tavrını çok garip buluyorum. Çünkü bu özel toplantıları­mızda bizim türkülerimizi, şarkılarımızı çaldırıp söyletiyordu. Za­man zaman coşuyor, ortaya çıkarak bizim oyunlarımızı oynuyordu. Ama beri yanda "Bu bizim tek sesli musikimiz can çekişmektedir. Bu musiki mutlaka ölecek, yerine Batı’nın çok sesli musikisi gele­cektir.” diyordu. Radyolarımızda bizim musikimizi yasaklamıştı. Birtakım yetkili kişiler, Ankara’daki yabancı büyükelçiliklerin kapı­larına dayanıyor, bizim radyolarımızda çalınmak üzere adamlardan plak dileniyorlardı. Biliyor musun dünyanın hiçbir yerinde böyle yanlış, böyle faydasız, böyle imkânsız bir yol için cumhurbaşkanları önayak olmamışlardır. Her milletin kendine has, farklı bir musikisi vardır. Bir ülke, tek sesli bir musiki dünyası içinde diye geri sayıl­maz. Geri kalmaz. Bir ülkenin yükselmesi de musikisinin çok sesli olmasından ileri gelmez.

Atatürk bir askerdir. Musikişinas değildir. Musikiden tabii ola­rak anlamaz. Ama sandı ki Batı musikisine döndük mü kalkınacağız. Israrı yani bizim musikimizi uzun yıllar reddetmesi, yasaklaması... hiçbir fayda sağlamadı. Sonunda şöyle bir kanaate vardı: "Musikide devrim olmaz!" Olmadı. Ama o yanlış görüşün ağırlığı hâlâ üzeri­mizde. Birtakım adamlar "Atatürk, dedi ki..." diye söze başlayarak bizim musikimizi kötülemeye çalışıyorlar.

Şimdi gelelim dananın kuyruğunun koptuğu noktaya. Yani "Ben niçin Atatürkçü değilim?" sorusunun cevabına. Atatürkçü olmak, Atatürk gibi düşünmek, Atatürk gibi yaşamak, Atatürk gibi inan­maktır. O zaman ortaya şöyle bir soru çıkıyor, çıkmalı: Herkes mecbur mu Atatürk gibi düşünmeye, inanmaya? Ve çok önemli bir soru daha: Acaba Atatürk, her konuda doğru düşünmüş müydü? Doğru kararlar almış mıydı? Sonra bırak bunları. Hani insanların çeşitli konulardaki hürriyetleri, din ve vicdan hürriyetleri? Birtakım ham kafalarda yok böyle bir şey. Adamlara göre Atatürk ne söylemişse ölçü olarak onu dikkate alacaksın. Atatürk'ün söylediklerine kayıt­sız şartsız uydun mu Atatürkçüsün, uymadın mı Atatürk düşmanı­sın. Olur mu böyle softalık, yobazlık?

İşte senin alıp getirdiğin Vatandaşlar İçin Medenî Bilgiler isim­li bu kitabı, Afet İnan'a bizzat Atatürk yazdırdı. Afet İnan önceleri bir lisemizde musiki öğretmeniydi. Atatürk'ün çok yakınında oldu. Kendisinin çok güzel bir kadın olduğu doğrudur. Ama onun çok güzel bir kadın olması, bu çok önemli eseri yazmasına yol açmadı. Bu kitaptaki bilgileri bizzat Atatürk söyledi, o da kaleme aldı. Bunu kendisi de itiraf ediyor. Şimdi bu kitabın 3. sayfasında Atatürk diyor ki: "Kuvvetler ayrılığı bizim için esas değildir. Türk milletinin idare şekli kuvvetler birliği esasına dayanmaktadır."

Atatürk görüldüğü gibi kesinlikle kuvvetler birliği görüşüne taraftardır. Yani istiyordu ki yasama-yargı-yürütme aynı elde top­lansın. Atatürkçü görüş bu. Ben de bu görüşün yanlış olduğuna ina­nıyorum. Çünkü bu üç kuvvetin bir elde toplanması, bizi hep büyük haksızlıklara, keyfî idarelere alıp götürür. Nitekim bütün demokra­tik ülkeler, hep kuvvetler ayrılığı esasına göre kurulmuşlardır. Şim­di kuvvetler birliği esasına evet dedin mi Atatürkçüsün! Hayır dedin mi Atatürk düşmanısın! Olur mu bu? Sonra ben kuvvetler ayrılığını şahsî çıkarlarım için mi istiyorum. Milletin huzuru, güveni, geleceği için savunuyorum. Kimsenin bunu düşündüğü yok.

Atatürk'ün yazdırdığı bu Medenî Bilgiler kitabının 12. sayfasın­da, bizi dehşete düşüren bir büyük yanlış daha var. İşte açıklama burada. Atatürk diyor ki:

Din birliğinin de bir millet teşkilinde müessir olduğunu söyle- yenler vardır. Fakat biz, bizim gözümüz önündeki Türk milleti tab­losunda bunun aksini görmekteyiz. İslâmiyet, Türk milletinin millî hislerini, millî heyecanını uyuşturdu "

Atatürk katiyen doğru bir tespit içinde değil. İslâmiyet konu­sunda ben katiyen Atatürk gibi düşünmüyorum. Bizi millet hâline getiren temeller arasında İslâmiyet'in çok büyük yeri var. Atatürk daha önce İslâmiyet üzerine söylediği güzel sözlerin hepsini, bu 1931 yılı beyanıyla reddediyor.

Bizim milletimiz, Söğüt çevresinde kendisine verilen 1000 km2lik bir yurttan 23 milyon km2lik bir coğrafyaya yayıldığı za­man Müslüman'dı. 624 yıl hükümran olduğu zamanlarda da Müs­lüman'dı. Müslümanlık milletimizi uyuştursa idi Viyana önlerine kadar gidemezdik. Atatürk Müslümanlıkla Müslümanları birbirine karıştırıyor. Bizi uyuşturan Müslümanlık değil, bazı Müslümanlar- dır. Kemalist anlayışta İslâmiyet’in yeri yoktur. Çünkü Atatürk de tamamen pozitivist düşünceli bir kimsedir. Yani Atatürk naklî ilim­lere inanmaz, aklî ilimlere inanır. Onun için "Hayatta en hakiki mür­şit ilimdir’’diyor. Aklı başında bir Müslüman hem aklî ilimlere hem de naklî ilimlere inanır. Akıl elbette çok çok önemli. Ama akıl her meseleyi çözmeye muktedir mi? Meselâ sadece aklımıza dayana­rak; deneyleri, tecrübeleri, ilmî araştırmaları dikkate alarak hangi ilim adamı cenneti, cehennemi, öldükten sonra dirilmeyi, şeytanı ve meleği... ispat edebilir? Hz. Mevlana diyor ki: "Her konuyu, her  meseleyi sadece akılla çözmeye çalışanlar, dört ayaklarıyla bataklığa gömülen bir mandaya benzerler.’’

Resmî Tarih Kitabında İslâm Düşmanlığı

Kur'an'a ve Peygambere Bakış

Şimdi sırada, senin alıp getirdiğin, bizim 1931-1950 yılları ara­sında liselerimizde okuttuğumuz resmî tarih kitabımız var. Gel bu­rada bana bu tarih kitabının 89-90-91. sayfalarında işaretlediğim bölümleri oku bakalım yüksek sesle:

Muhammed'in Dâveti:

Muhammed 40 yaşına geldiği zaman, vatandaşlarını kendinin bulduğu ve doğru olduğuna inandığı bir dine davete başladı. Muham­med'in dâvet ettiği bu dine Islâm denilmiştir."

-Dikkat et! Kur’an, vahiy yoluyla gelmemiş de Hz. Peygamber İslâmiyet'i kendisi uydurmuştur, deniliyor. İnkârdır bu! Küfürdür. İslâmiyet’i hafife almaktır. "Kur'an ve Vahiy” başlığı altında ne var:

"Kur'an, Muhammed’in koyduğu esasların toplu olduğu kitaptır.O, Arapların ahlâk ve âdetlerinin pek fena ve pek iptidai ve ıslaha muhtaç olduğunu anlamış, bunları ıslah için tehna yerlere çekilerek senelerce düşünmüş ve yıllarca tefekkürden sonra kendisinde vahiy ve ilham fikri doğmuştur." İslâm Tarihi, s.90

-Dikkat et! Resmî tarihimiz Kur'an-ı Kerim'i doğrudan doğruya Hz. Peygamber'in bir uydurması olarak kabul ediyor. Hâlbuki bizim inancımıza göre, Kur’an baştan sona Allah kelamıdır. İçinde Pey- gamber'imize ait tek bir kelime yoktur. Şimdi bir de bana "İlk Vahiy" bölümünü oku bakayım! Kitabın 91. sayfasında neler yazıyor?

"Muhammed, uzun devirdeki tefekkürlerin mahsulü olan ayetle­ri, lüzum ve ihtiyaçlara göre takrir ediyordu. Bununla beraber, ken­disini tahrik eden kuvvetin, tabiat fevkinde bir mevcudiyet olduğuna samimi surette kani idi."

-Şimdi Yavuz Bülent, git İslâmiyet'i bir parçacık bilen kırk kişiy­le konuş. Bu bizim resmî tarihimizdeki yazılanlara inananlara kâfir denilir. Ben, şunun bunun inanmamasına katiyen karışmam. Benim inanmak hakkım kadar, başkalarının da inanmama hakkı vardır. Ve dinimizde katiyen zorlama yoktur. Ama şimdi ben mecbur muyum bu saçmalıklara inanarak gâvur olmaya?

-Kim yazdı Osman Ağabey bu Orta Zamanlar Tarihi'ni?

-İsimleri kitabın baş tarafında var. Bunlar Atatürk'ün en yakın arkadaşları. Oku oradan o isimleri birer birer. Bunların hepsi hem cHP milletvekili hem de Türk Tarih Kurumu üyesi.

Tevfik Bey Cumhurbaşkanı Genel Sekreteri, Samih Rıfat Bey,Prof. Akçuraoğlu Yusuf Bey, Dr. Reşid Galip Bey, Hasan Cemil Bey, Afet Hanımefendi, İsmail Hakkı Bey, Reşid Saffet Bey, Prof. Sad­ri Maksudi Bey, Prof. Şemsettin Günaltay, Prof. Yusuf Ziya Bey.

Atatürkçü olmak, Atatürk gibi düşünmek, Atatürk gibi inanmak demektir. Ben Atatürk gibi değil, bir Müslüman gibi düşünmek istiyorum.

Şimdi ben niçin bütün ahiretini inkâr ederek, küfre saplanarak Atatürkçülük ismi altında ileri sürülen bu küfür batağına düşeyim Bülent?

-Doğrusu bunların hiçbirini bilmiyordum Osman Ağabey. Bun­ları ilk defa bugün burada sizden dinliyor, öğreniyorum.

-Kemalist geçinenlerimizin en az %95'i bu gerçekleri bilmiyor­lar. Herkes uydum kalabalığa havasında.

Şimdi sana bir de Türk'ün Amentü'sünü okumak istiyorum. İs­lâm'ın Amentü'sünde imanın altı şartı sıralanmıştır. Bir Müslüman İslâm'ın Amentü'süyle bildiğin gibi "Allah'ın meleklerine, kitapları­na, peygamberlerine, ahiret gününe, hayrın ve şerrin Allah'tan gel­diğine ve Hz. Peygamber'in Allah'ın kulu ve elçisi olduğuna iman ettiğini" söyler. Bunları diliyle söyler, kalbiyle tasdik eder. Bu altı esastan bir tekini bile inkâr etmek, insanı küfre götürür. Bak şimdi, İslâm'ın Amentü'süne karşı 1928 yılında Hâkimiyet-i Millîye Mat­baasında bir de Türk’ün yeni Amentü'sü basıldı ve satıldı. Geliri Tayyare Cemiyetine bırakıldı. Türk'ün yeni Amentü'sü ise kelimesi kelimesine şöyle:

"Kahramanlığın örneği olan, vatanın istiklâlini yoktan var eden Mustafa Kemal'e / Onun cengâver ordusuna / Yüce kanunlarına / Mücahit analarına / Ve Türkiye için ahiret günü olmadığına iman ederim! / İyilikle fenalığın insanlardan geldiğine / Büyük milletimin medenî cihanda en büyük mevkii kazanacağına, hamaset dasitanla­rıyla tarihi dolduran kudretli Türk ordularının birliğine / Ve Gazi'nin Allah'ın en sevgili kulu olduğuna, bütün hulus-i kalbimleşehadet ede­rim, eylerim!"

“Nedir bunlar? Laiklik mi bu? Modern düşünce mi? İnsan uta­nır be böyle saçmalıklarla milletin kafasını bulandırmaya! Bu saç­malıklara inanmak Atatürkçülük ise ben milyon kere, milyar kere Atatürkçü değilim.

Görüyorsun Yavuz Bülent, Cumhuriyet'imizin ilânından sonra bazı imansız ve idraksiz kişiler Allah'ı inkâr ettiler. Peygamber'imizi uydurmacılıkla suçladılar. Kur'an'ı onun hayal dünyasından kopup gelen saçma sapan bir kitap olarak gösterdiler. Bazı kişiler Atatürk'ü Allah gibi, peygamber gibi gösterdiler. Bazı kişiler Atatürk’e hem Al­lah hem peygamber dediler. Kemalizmi İslâmiyet'in yerine koymaya çalıştılar. Bazı dalkavuklar, yeni Kâbe'mizin artık Çankaya olduğunu ileri sürdüler. O kadar ileri gittiler ki Sevgili Peygamber'imiz İçin Sü­leyman Çelebi'nin yazığı Mevlüd'ü Atatürk üzerine çevirdiler.

Bizim 624 yıllık bir Osmanlı İmparatorluğu devrimiz var. O süre içinde 36 padişah geldi, geçti. Aç, oku, araştır... göreceksin. Bazı şairlerimiz, o padişahlarımız için methiyeler yazdılar. Fakat o 624 yıllık dönemde, ilaç için bir tek şairimiz, edibimiz şu veya bu pa­dişahımız için "Sen bizim peygamberimizsin! Sen bizim Tanrı'mız- sın! Allah'ımızsın!" diyerek dalkavukluk yapmadı. Ama tarihimizin en utandırıcı dalkavukluk şairleri Cumhuriyet devrimizde yetişti. O dalkavuk ve küfür edebiyatı, bir koca cilt olacak kadar çeşitlidir. Şu herzeler onların kalemlerindendir:

İşte Kemalettin Kamu'nun şiiri:

"Ne örümcek ne yosun Ne mucize ne füsun Kabe Arab’ın olsun Çankaya bize yeter.”

İşte Behçet Kemal Çağlar ın çığlıkları.

“Atatürk dendi mi dolar gözümüz Atatürk... Atatürk bu baş sözümüz Yola düşer birden açtığın izde Adın besmeledir her işimizde Açar al gülümüz her son baharda Yarın bir iskelet olsak mezarda Atatürk çağrışır kemiklerimiz Nimetinle dolu iliklerimiz...”


İşte İlhami Bekir'in çığlığı:

"İlk adam Mavi gözlerle Baktı toprağa

Toprağın haritasını çizdi bayrağa Allah değil, o yazdı Alın yazımızı"

***

İşte Faruk Nafiz Çamlıbel’den şaşırtan bir iddia:

“On milyon bel iki kat olmuşken eğilmeden Onda on beş milyonun boyu birden uzadı. Tanrı, peygamber diye nedir, kimdir bilmeden Taptığımız ne varsa, hepsi onda şekil aldı."

Yusuf Ziya Ortaç da olaylardan geri kalmadı:

“Topladı avucunda yıldırımı, şimşeği Yoktan var ediyordu, Tanrı gibi her şeyi"

Nurettin Artam kendisine yeni bir Tanrı buldu:

"Her zaman ırkıma büyük başAta'm Tanrılaş gönlümde, Tanrılaş Ata'm"

Ömer Medrettin Uşaklı diyor ki:

"Bir güneş gibi yalnız Sensiz ülkü Tanrımız




Vasfı Mahir Kocatürk’e bak şimdi:

"Peygamber tanrısına duymadı bu hasreti Vermedi bu kudreti Tanrı peygamberine.

Benzedi ıstırabım Allah'ın kederine"

***

Edip Ayel, Ataütrk'e hem Allah hem de peygamber dedi:

"Cennetse bu yurt sen onu buldundu harabe Bir gün olacaktır anıtın Türklüğe Kâbe.

Zindan kesilen ruhlara bir nur gibi doldun.

Türk ırkının en son ulu peygamberi oldun.

Tutsak seni lâyık yüce Tanrı'yla müsavi Toprak olamaz kalp doğabilmişse semavi ölmez bize cennetlerin ufkundan inen ses İnsanlar ölür, Türklüğe Allah olan ölmez"

Bir ara Behçet Kemal Çağlar, katıldığı her toplantıda kürsüye çıkıyor, mahalle tellallarının rahatlığı içinde, Süleyman Çelebi’nin ruhunu tepeleyerek Atatürk için yazdığı yeni Mevlüd'ü okuyordu:

"0l Zübeyde Mustafa'nın ânesi Ol sedeften doğdu ol dür dânesi.

Gün gelip oldu Rıza'dan hâmile Vakt erişte hafta vü eyyam ile.

Ger dilersiz bulasız od'dan necat Mustafa'yı bâ Kemal'e esselât"

Behçet Kemal Çağlar’m bu yeni Mevlüd’ü tam beş yüz mısra ile kamburlaşıyordu. Dinleyenler, içlerinden ona da, Atatürk’e de bırak saiavat getirmeyi, sövüyorlardı.

- Çok şaşırdım Osman Ağabey. Atatürk kendisi için böyle şiirler yazan o dalkavuklar sınıfına kızmıyor muydu?




Ne kızması yahu? Aksine çok memnun oluyordu. Bu adamlar el üstünde tutuluyordu. Kemalettin Kamu da, Behçet Kemal Çağlar da onun partisinin milletvekilleriydi. Atatürk, o dalkavuklar sınıfı­na kaşlarını çatarak "Kesin ulan bu zırıltıyı dırıltıyı!" deseydi bir tek kişi bile bu saçmalıklarla onun karşısında secdeye kapanamazdı. Aksine Atatürk böylesi şiirlerden çok memnun oluyordu. Çünkü o İslâmiyet'i kaldırmak, Kamalizmi yeni bir din olarak yerleştirmek istiyordu. Sen, Edirne Milletvekili Şeref Aykut'un 1936 yılında yazıp bastırdığı Kamalizm isimli kitabı okumadın mı?

Okumadım Osman Ağabey!

Şimdi sana kızmaya başlıyorum ha! Neyi sorsam okumadım diyorsun. Okumadım! Okumadım! Okumadım! Sen ne biçim Ata­türkçüsün? CHP Milletvekili Şeref Aykut o kitabında "Kamalizm bütün dinlerin üstünde bir yaşamak dinidir." diyor ve partinin altı okunu, Kamalizm dininin altı temeli olarak gösteriyor. Ve Türk Dil Kurumu tarafından hazırlanan yeni lügatlerde, Kamalizm, Türk ulu­sunun yeni dini olarak açıklanıyordu. Okumadın mı?

Yavuz Bülent Bakiler, Hatıralar Işığında Cumhuriyet Tarihi Okumaları 3
Devamını Oku »

İsmet Bozdağ ''Gazi ve Latife'' Kitabından Bölümler

İsmet Bozdağ ''Gazi ve Latife'' Kitabından Bölümler

Artık Mustafa Kemal Paşa iyice bezmiş, uğraşmaktan yorulmuştu. Bir çok akşamlar, Çankaya'ya da gitmiyor. Ziraat Okulundaki dairesine çekilerek arkadaşları ile sohbet ediyordu. Latife ile pek az karşılaşıyorlar, elverdiğince az konuşuyorlardı. Bu tedirgin ve çekingen düzen, sıcak bir ağustos gecesinde altüst oldu. Mustafa Kemal Paşa, yemeği dışarda yemiş, köşke geç dönmüştü.  Çankaya'nın kapısı önünde genç subaylar ve askerlerle konuşuyordu. Onlara ' sorular soruyor, aldığı karşılıklarla zeka ve bilgilerini yokluyordu. Birden Latife, üst katın balkonunda göründü. Ateş püskürttüğü her halinden belliydi:

-Kemal, buraya gel! Mahalle arkadaşlarınla yarenlik bitti şimdi asker­lerle mi içli dışlı oluyorsun? Buraya gel diyorum! Gazi sustu! Latife sustu! Çankaya sustu! Her şey ve herkes sustu! Bu susuş, fitili yanan bir dinamitin ses­sizliğine benziyordu. Mustafa Kemal Paşa, ağır adımlarla içeri girdi. Çalışma odasına geçti. Telefonla, Salih ile Kılıç Ali'nin hemen buldurulmasını istedi, öfkesinden mosmor kesilmişti. Boğulacak gibiydi. İnsanların, nasıl cinayet işlediklerini şimdi çok iyi anlıyordu. Kanapeye uzandı. Bütün hayatı, bir uçtan bir uca gözlerinin önünden geçiyordu: "Hata ettim, -diye düşündü- Bu kadınla evlenmekle hata ettim! Bu, kadın değil, bir canavar! Kezzap gibi, kendisine de başkasına da zararlı bir mahluk bu! Oyun bitmeli artık!"

Madam Gaulis, Latife'yi dikkatle inceliyordu: "Apaçık görünüyor ki, diye düşünüyordu bu kadın, yumuşak ve akıllı bir eş... Mustafa Kemal Paşa gibi 1kontrol altına alınması güç bir kuvvet ve kudrete çarpmadan, çatışmadan onunla - birlikte yürümesini bilebilecek seyrek kadınlardan biri... Ama acaba hangisi, ilk önce kendisini karşısındakine kabul ettirebilecek!... Şu günlerde, çetin bir boğuşmanın içinde olsalar gerek....

Mustafa Kemal Paşa, Latife'yi dinlerken, hayatına değip geçmiş bazı ince kadınları, Korin'i, Mitti’yi, Mara'yı, Fikriye'yi düşünüyordu... Ne tuhaf bir rastlantıydı bu. Latife'de, Karin'in, yararlı olmak hevesi; Mitti'nin, sevecenliği, Mara'nın anlayışı, Fikriye'nin büyük saygısından bir şeyler vardı. Fakat bu kadınların hiç biri, karşısında dikilmemiş, isteklerine direnmemişlerdi. Mustafa Kemal Paşa bugüne dek, her istediğini her zaman almasını bilmiş, engelleri aşa­bilmişti de, ilk kez, bu çitlenbik gibi ufak tefek kızcağız direniyor, son ölçüde saygılı görünerek mesafe koyuyor, aradaki mesafeyi kapatmayı, evlilik şartına bağlıyordu.

* * *

Latife, gözlerini yere kaydırarak konuştu;

-Annemle babamı Çankaya'ya çağırdığım zaman, ne olmuştu? Siz beni boşayamazsınız!....

Mustafa Kemal Paşa hayretle Latife'nin yüzüne bakıyordu; -Boşayamaz mıymışım? Neden boşayamayayım?

-Çünkü, Mustafa Kemal Paşasınız! Çünkü, Cumhurbaşkanısınız'.Çünkü bütün yurda ve dünyaya, boşanma sebeplerinizi açıklamak zorun­dasınız!... Latife baklayı ağzından çıkarmıştı. Gazi, Latife’nin neye güvendiğini öğrenince adeta zorla gülümsedi:

-Hiç kimseye, hiç bir şeye açıklamak zorunda değilim. Yeter ki boşanmaya karar vermiş olayım. Şu zilin düğmesine basarım; genel sekreterim Tevfik beyi (Bıyıkoğlu) çağırırım. Anadolu ajansına iki satır yazı not ettiririm: "Gazi, Latife hamından ayrılmıştır" derim, olur biter...

Salon, kısa zamanda dağıldı. Yalnız Salih (Bozok), Kılıç Ali, Başyaver Rusuhi, yaver Muzaffer, bir de Rize Milletvekili Rauf kalmıştı. Az  sonra Mustafa Kemal Paşa'nın dairesinden Latife'nin sesi çın çın ötüyordu. Çılgınca şeyler söylemekteydi:

-Yol boyunca kadınları boynuna sarılıp öptüğün yetmedi de, şimdi de  Ordu Kumandanlarının kanlarını mı baştan çıkaracaksın!... Utanmıyor musun?.. -Sus, diyorum, sus!.. Elimden bir kaza çıkacak!..

-Susmayacağım! Dünyanın sonu olduğunu bilsem, yine susmaya-cağım!... Bıktım artık bunlardan, bu rezaletlerden!

-Sus diyorum Latife!.. Sabrımın sonuna geldim!...

-Susmuyorum... Öldürecek misin?.. İşte buyur, öldür!.. Susmayacağım!

İsmet Bozdağ,Gazi ve Latife
Devamını Oku »

Mustafa Kemal Masonluğa Sadık Kalmamamış Mıydı?

 

MUSTAFA KEMAL MASONLUĞA SADIK KALMAMIŞ MIYDI ?

Mustafa Kemal hayatında hiçbir suret ve vesile ile bir Mason locasına girmemiştir ve Farmason olmamıştır!” Bu sözler, “Tek Adam”ın, İngiliz müellifi Armstrong’un Bozkurt Mustafa Kemal isimli kitabındaki kendince mühim addettiği iddialarına, kalemşörlerinden Necmeddin Sadık’a (Sadak) dikte ederek verdiği ’cevaplarda geçiyor. Armstrong, Fethi Okyar benzeri zabit arkadaşları gibi “Bozkurt”un da Farmason olduğunu, “Vedata” Locasına intisab ettiğini iddia ediyor, “Bozkurt” da, müellifin bu iddiasını pek haşin bir üslupla tekzip ediyor (Akşam, 11 Aralık 1932).

“Konuşmalar daha da kötüleyici bir hal alınca, Atatürk elini masaya vurarak konuşmacıları susturdu. Sonra, hiç kimsenin beklemediği, herkesi şaşkınlık içinde bırakan şu konuşmayı yaptı: Bir zamanlar ben de Mason olmuştum’.”

Bu sözler de Mustafa Kemal’in uşağı Cemal Granda’nın hatıratından (Atatürk’ün Uşağı İdim, 1973, s. 294).
Sene 1933’tür. İzmir’de Naim Palas Oteli’ndeki sofrada “Tek Adam” ile Recep Zühtü, Salih Bozok, Kılıç Ali, Tahsin Üzer gibi yarenleri o sıralarda İzmir’deki Zühal Locası’mn pencere-lerine kurşun sıkılması hadisesi vesilesiyle Masonluğu konuşmaktadırlar. Masonluk aleyhindeki iddialar üzerine “Tek Adam” asabileşiyor ve tartışmayı keserek bir ara “Beyoğlu’ndaki bir Mason Locasında” tekris edildiğini belirtiyor. Dediğine göre girmiş ama locaya devam etmemiş...

Yine Granda’mn naklettiğine göre, işret meclislerinden birinde bir gece söz dönüp dolaşıp Masonluğa geliyor. Sofrada hazır bulunanlar arasmda -hususi hekimi- Üstad-ı Azam Dr. Mim Kemal öke de vardır. Dr. öke, “Ebedi Şefi’in talebi üzerine Masonluk hakkında izahat verirken, Masonluğun nihai hedefi olan “İnsanlık îdeali”nin tahakkukunun belki de bir hayal olduğunu söyleyince “Ebedi Şef’: ‘Hayır, Kemal Bey, sen bunu söylemeye mezun değilsin! Beşeriyetin günün birinde bu mes’ut neticeye erişmesi gayr-i vârid değildir!” şeklinde şiddet­le itiraz ediyor. (M. Raif Oğan, Türkiye'de­ki Masonluk; İç Yüzü ve Sırları, İst.: 1950.) Aynı konuşma, daha evvel Sedat Simavi’nin Yedigün mecmuasının Aralık 1938 tarihli sayısında herhalde öke’nin rivaye­tiyle Niyazi Ahmet Okan’m kaleminden nakledilmiştir.)

Bu meselede araştırmacı, böylesine taban tabana zıt rivayetler ve iddialar­la karşı karşıyadır. Bir taraftan kendisi Nutuk’ta “millî sır” tabir ettiği Makyavelist siyaset icabı zaman ve zemine göre birbirini nakzeden beyanlarda bulunuyor, diğer taraftan Masonluk aleyhdarlan aynı Makyavelist anla­yışla onun ismini istismar ederek Ma­sonluğa taarruz siyaseti takip ediyor, Masonlann büyük bir kısmı da Kemalizme zarar vermemek endişesiyle bil­dikleri hakikati efkâr-ı umumiyeden saklıyorlar. Bunlara ilaveten Resmî Temessül İdeolojisinin Mustafa Kemal’i tabu haline getirip şahsî kanunla koruma altına alması da serbest tar­tışmaya mani olduğu için meselenin hallini iyice zorlaştırıyor.

Bu meseleyi ilk defa 1977 senesin­de ele almış ve hakikati büyük ölçü­de gözler önüne sermiştik (Yetıi Devir, 11-14 Aralık 1977, Makalenin tekrar neşri: Şura, 17 Temmuz 1978, sy.27). O zaman Fransız tarihçi Benoist-Méchin’den naklen, biz de onun “Vedata” locasında tekris edildiğini zannetmiş­tik. Halbuki 1982 Kasım’ında Üstad-ı Azam Kemalettin Apak’m Ana Çizgilerile Türkiye’deki Masonluk Tarihi ki­tabı (İstanbul, 1958) elimize geçince 1900’lü senelerde “Vedata” isimli bir locanın mevcut olmadığına muttali olmuştuk. Demek ki bu bilgi yanlıştı. (“Vedat” mahfili 1925’de teşkil edil­miş.)

Mamafih yine 1978 senesi içinde Fransa’da bulunan bir arkadaşımızın yardımıyla muhtelif obediyansları temsil eden Fransız Büyük Locaları­nın (hatta Dünya Masonlarının) or­tak eseri Dictionnaire universel de la franc-maçonnerie isimli 2 ciltlik Ma­son ansiklopedisini temin etmiş ve onda, tekris edildiği locanın “Mace- donia Risorta et Veritas” olarak tasrih edildiğini görmüştük. Bunun üzerine yeni bir makale kaleme aldık (Sebil, 1 Aralık 1978 ve Risale-Dış Politika, Ekim 1988).

Bizim neşriyatımızın üzerinden bir hayli zaman geçtikten sonra hâlâ bir kısım Masonluk aleyhdarlarının “M. Kemal’in Masonluğa düşman olup Mason Localarını kapattığı” efsanesi­ni devam ettirdiğini ve Türkiye Ma­sonlarının da, kendi aralarında “Ebe di Şef’in tekrisi hususunda bir türlü mutabakata varamadıklarını hayretle müşahede etmekteyiz.

Buna binâen, geçmişte yazdıkları­mızı tekrar etmeden, yeni bilgilerin ışığı altında, bu meseleyi bir kere daha aydınlatmak istiyoruz. Bunun için başlıca şu beş suale cevap vermek iktiza ediyor:

1-Mustafa Kemal Masonluk aleyhdarı mıydı?, 2) Mason Localarını kapattı mı, yoksa “bizzarûre hâl-i nevme” mi girdiler?, 3) Niçin bir “kapan­ma stratejisi” takip edildi?, 4) Kemalizmin “zinde kuvvetleri” Masonlar mıydı?, 5) M. Kemal tekris edilmiş miydi?

Şimdi sırasıyla bu sorulan ce­vaplandıracağız.

1-Mustafa Kemal Masonluk aleyhdarı mıydı?

Tespit edebildiğimiz kadanyla Müslüman kesimde ilk defa Mus­tafa Kemal ismini Masonluğa kar­şı kullanan rahmetli Raif Oğan’dır. 1950’de çıkan Masonluk aleyhdan kitabında “Atatürk’ün, memleket ve millet için muzır görerek ma­son şebekesini dağıttığım”, “Masonlu­ğu ilga ettiğini”, “bunun Atatürk’ün en hayırlı inkılâbı olduğunu” iddia etmekte ve “Ata sağ kalsaydı, esrarlı mason tarikati açılamazdı” diyerek “Atatürk’ün zararlı bulduğu ve kapat­tığı bir sapıklık ve gerilik müessesesini yaşatmak isteyenler Atatürkçü ola­mazlar” hükmüne varmaktadır. Oğan iddiasında anlaşılmaz bir mantıkla Dr. Mim Kemal öke’nin Yedigürı’de çı­kan rivayetine istinad ediyordu.

Bu hususta ikinci bir garâbet de Bü­yük Doğu’daki “Görünmiyen İnkılâp” tefrikasının müellifi rahmetli Cevat Rifat Atilhan’m yaptığı neşriyattır. (Bu ne tenâkuz!) Türk Oğlu Düşmanını Tanı isimli kitabında (Yağmur: 1970, s. 60-2) naklettiğine göre Reisicumhur ile adaşı arasındaki konuşmada güya “Ebedi Şef” gazaba gelerek “Haydi defolun buradan! Cehennem olun gidin, Yahudi uşakları! Benim mil­letim bana kahraman sıfatım verdi; ben sizin gibi bir Çıfit Yahudiye uşak mı olacağım? Bu gece sabaha kadar Türkiye’deki bütün localarınızı kapatmadığınız takdirde hepinizi yarın teşkil edeceğim Divan-ı Harb-i örfiye (sıkıyönetim mahkemesine) verir ve astırırım!” sözleriyle onu huzurundan kovmuşmuş... Atilhan bu sözleri Eski Van Mebusu İbrahim Arvas’ın 1964’te basılan Tarihî Hakikatler adlı kita­bından naklediyor. Ne var ki kitapta “Ebedi Şef”in, Üstad’a bu şekilde hi­tabının hiçbir delili, şahidi görülmü­yor! Belli ki rahmetli Arvas, bizzât şâhidi olmadığı ve kim bilir hangi Masonluk aleyhdânnm uydurduğu bu hayâli konuşmayı birilerinden duy­muş ve muhtemelen, bu rivâyet ken­di hissiyâtına uygun düştüğü için onu tenkîd süzgecinden geçirmemek gibi bir zaaf göstererek hikâyeyi kitabına olduğu gibi dercetmiştir.

Halbuki M. Kemal’in Masonluk aleyhinde mevsûk hiçbir ifadesi, hatta imâsı bile gösterilemez. Bi­lakis !

Mesela Nutuk'unda sarf etmiş olduğu aşağıdaki sözler. Mason Akaidinin başlıca eseslarındandır ve Anderson Nizâmatı’nın bilhassa Allah ve dinle alakalı 1. mükellefiyeti ile Michel André (Chevalier de) Ramsay’nin 1737 Nutku’ndaki fikirlere tekabül et­mektedir:

“Efendiler, bütün beşeriyetin tecrübe, mâlumat ve tefekkürde teâlî ve tekemmülü(ylej, Hıris­tiyanlıktan, Müslümanlıktan, Budizmden sarf-ı nazar ederek basitleştirilmiş ve herkes için anlaşılacak hâle konulmuş “ÂLEMŞÜMÛL SÂF VE LEKESİZ BİR DÎN”in teessüsü ve insanla­rın şimdiye kadar kavgalar, levsiyat, kaba arzu ve iştahlar arasında bir sefalethânede yaşamakta oldukla­rını kabul ederek bütün vücudları ve zekâları zehirleyen ufunet tohumları­na galebe etmeye karar vermesi gibi şerâitin husûlünü müstelzim olan bir “ClHÂNŞÜMÛL ITTÎHÂDÎ HÜKÜMET” tahayyülünün tatlı olduğunu inkâr edecek değiliz.” (Nutuk, MEB: 1981, 1/713.)

Masonluğa karşı sempati ve sada­katini herhalde bundan daha vazıh surette ifade edemezdi.

Öte yandan Ingiltere obediyansına tâbi Hür ve Kabul Edilmiş Masonlar Büyük Locası’nın yayın organı Mimar Sinan dergisinin 1976 tarihli 21. sayı­sında şöyle bir hâdise nakledilir:

“Köpeği bir gün Atatürk’ü ısırır. Köpeğin kendi sahibini ısırması bir takım endişelere yol açar. O zaman­ların [1925 senesi] tanınmış veteriner doktorlarından Hayim Naum Kardeş İstanbul’dan çağrılır. Görüşmeleri es­nasında Hayim Naum’un Mason oldu­ğunu öğrenen Atatürk, bu vesile ile Masonlara selâmlarını gönderir.”

Bunun üzerine “Meşrik-ı Âzam murahhası olan” Vefa Muhterem Mahfili'nde, “muhterem ve mübec-cel Reisicumhur Gazi Mustafa Kemal Paşa Hazretlerinin” “Hayim Naum Kardeşi” Mason camiasına “selâmlarını tebliğe memur etmesi” sebebiyle “Gazi Paşa Hazretlerinin şereflerine, kemâl-i şevk u şâd ile, bir müselles alkış icrâ edilir.” Bununla da iktifa edilmez, bu selamdan pek mütehassis olan Mason camiası, “Ebedi Şefe, Üstad-ı Âzaminin imzasıyle, bir taabbüd havasında, coşkun bir teşekkümâme gönderir, ki bunda “efkâr ve ezhânı [fikir ve zihinleri] bâtıl akide ve an’anelerden kurtarmağa azmetmiş ve muvaffak olmuş bir kahraman selâmlanmaktadır”. “Efendimiz Hazretleri” diye başhyan ve Üstad-ı Azam Servet Yesârî’nin imzâsını taşıyan 9 Mayıs 1341 (1925) tarihli teşekkümâme şu iki cümleyle bitiyor:
“Makasıd-ı esâsiyesi (asıl maksatları) meyâmnda hassaten taassub, cehâ- let ve akaid-i bâtıla (batıl inançlar) ile mücâdele gayesini tâkîb eden Masonluk, Zât-ı Riyâsetpenâhîlerinin faâli- yet-i mütezâyide-i fazîletperverîleri sâyesinde sevgili memleketimizi pek yakında en muazzam hayır ve mükemmeliyete vâsıl olmuş göreceğinden emin ve mutmâindirler. Teşekkü-rat-ı tâzimkârânemizi hâk-i pây-i sâmî-i Riyâsetpenâhîlerine arz ve tekrâr eyleriz, Efendimiz Hazretleri.”
Mektupta geçen “taassub, cehâlet ve akaid-i bâtıla” tâbirleri ile Mason jargonunda “irtica”ın, yani İslamın kasdedildigine dikkat etmek lazımdır.

Her yıl üç bin lira yardım

M. Kemal’in Masonlara teveccühü elbette bir selamla kalmıyor; serbestçe teşkilatlanıp faaliyet göstermelerine müsaade ve devletin birçok kilit mevkiini onlara teslim ettiği gibi, beynelmilel Mason ictimalarına iştirak etmelerini, hatta bunlardan birinin İstanbul’da yapılmasını da memnuniyetle karşılıyor. Kemalettin Apak’ın kitabından öğrendiğimize göre, Beynelmilel Mason Cemiyeti’nin (Asso-ciation maçonnique internationale -AMI-) 5-13 Eylül 1932 tarihlerinde İstanbul’da yapılan toplantısında 23 ülkenin Meşrik-ı Azam ve Büyük Locaları temsil edilmiş ve bu toplantının Reisi seçilen Ustad-ı Azam Mustafa Hakkı Nalçacı, “Reisicumhur Ulu Gazi Hazretlerine aşağıdaki tâzim telgrafını çekmiştir:

“Milletler arasındaki Mason Birliği Konvamnm İstanbul’da toplanması münasebetile, hür ve laik Türkiye’mizin Büyük Kurtarıcısının sağlık ve saadetinin devamı ve yurdumuzun refahla yükselmesi, maddî ve manevî terakkisi yolunda görülen muvaffa- kiyâtın temâdîsi (başarıların devamı) temenniyâtına hürmetle ve candan alkışlarla müttefikan karar verilmiş olduğu mâruzdur, Ulu Gazimiz.” Beynelmilel bir Mason toplantısında hakkında “kemâl-i şevk-u şâd ile müselles alkış icrâ edilerek” tebcil edilen “Ebedi Şef de bu hareketten duyduğu memnuniyeti beynelmilel Mason camiasına Riyâset-i Cumhur Umumî Kâtibi (Genel Sekreteri) Hikmet Bayur’un şu telgrafıyla iletmiştir: “Türkiye hakkındaki her temenniyâtı hâvî telgrafınızdan Reis-i Cumhur Hazretlerinin memnun olduklarını bildiririm. Efendim.” (Bayur’un da -kendisi bunu şiddetle tekzip emiş olsa da- Mason camiasına mensup olduğunu Behzat Binez, Mimar Sinan dergisinde (-sayı 41, 1981: 97-) dile getirmiştir. Masonik faaliyetlerine “Tek Adam” devrinde başlamış olan Binez, o seneleri “Masonluğun mânen ve maddeten bir gelişme ve genişleme devri” olarak vasıflandırmakta ve “Atatürk’ün Masonca düşündüğü” tesbitinde bulunmaktadır (-s. 98-).

1949’da TBMM’de Masonluk hak-kında Dâhiliye Vekiline verilen bir sual takririnde (soru önergesinde): “Bu teşekkül, kökü dışarıda, beynelmilel ve Siyonist bir teşekküldür. Atatürk’ün kapattığı bu teşekkülün tekrar açılması, onun ruhunu tâzib eder!" denilmişti. Büyük Loca’nın aynı sene yapılan kongresinde Türkiye Süprem Konseyi Suvren Gran Komandörü Op. Dr. Öke bu ithama şu cevabı vermişti:

“Şu dakikada onun ruhunu tâzib değil, taziz ediyoruz. Atatürk ma­son teşekkülü için çok büyük iltifatta bulunmuş, Ankara’daki binaya her yıl üç bin lira yardım etmişlerdir. Bugün başımızdakiler de aynı yardımda bu­lunmuşlardır. Atatürk memleketimizi ziyarete gelen tanınmış şahsiyetleri bu lokalde kabul ve ziyaret etmiş­lerdir. Mason teşekkülünü Atatürk kapatmamıştır. Siyasî ahvâl o zaman böyle bir imâyı mecbûrî kılmıştı” (Türk Mason Dergisi, sayı: 1, Ocak 1951’den naklen: Tesviye, sayı: 67, Mart 2006).

Ankara’daki bu lokal Cumhuriyet Mahfili’ne aitti. Apak’m verdiği ma­lumata nazaran binası “Yenişehir’de Emniyet Abidesi karşısındaki köşenin başmda bulunmaktaydı ve Belediye­den Hükümetin de yardımıyla satın alınmıştı”.

Bu mahfil 1925 senesinde tesis edilmiş olup Ankara’da tekti. Apak’a göre: “Ankara gibi TC’nin her ba­kımdan yeni bir ruh fışkıran ve mü­teselsil inkılâp hamleleri doğan baş­şehrinde, zamanın vekîl, meb’ûs, yüksek me’mur ve serbest meslek sahibi birçok münevverlerini etrafın­da toplayıp değerli bir Masonik muhit yaratmıştı.” 1935’te üye sayısı 300’ü geçmişti. Yine Apak’m kalemiyle: “Bu lokalimiz, gayet ince bir zevkle çok güzel tertip ve tanzim olunmuştu. O vakitler memleketin muhtelif yerle­rinden Ankara’ya gelen Masonlar, iş­lerini Cumhuriyet Mahfilinin toplantı günlerine göre ayarlarlar ve bu güzel lokalin cazip muhiti içinde ruhî gıda­larını alırlardı.”

Demek ki “gayet ince bir zevkle tanzim ve tertip olunan bu güzel lo­kal”, “Ebedi Şef”i de cezbetmekte, bir taraftan onun huzuruyla şerefyâb olurken, diğer taraftan ona bol bol ruhî gıdasından ikram etmekteymiş. Herhalde onun da iştirakiyle bu Loca, “Devletin ve Hükümetin masonik kal­bi” haline gelmişti (Üstâd-ı Muhterem Tamer Ayan’m Atatürk ve Masonluk adlı kitabından, 2008, s. 302).

Hakikaten Masonluğa bu derece iltifat eden, Ankara’daki binasına her yıl 3 bin lira yardımda bulunan ve ecnebi misafirlerini Mason lokalinde kabul etmekten çekinmeyen bir zat, nasıl oluyor da onlara düşman göste­rilebiliyor? İşte bu da, Kemalist propa­gandanın bir başka tahrifi! “Kemalist propaganda” diyoruz, çünkü netice olarak , bu mantıksız propaganda Kemalizmin muayyen bir kesimin nezdin- de makbul kılmaya yarıyor.

2-Locaları kapattı mı, yoksa mecburen "hâl-i nevme" mi geçtiler?

Cevat Rifat Atilhan’m Türk Oğlu Düşmanını Tanı isimli kitabındaki (s. 63) iddiasına nazaran 1935’te “Ata­türk bütün celâdetiyle kapattırmış’ olmasına rağmen 1948’de İnönü’nün müsaadesiyle yeniden faaliyete geçen Mason Localarının tekrar kapatılması için TBMM’de 1951 Nisan’ında DP To­kat Milletvekili Ahmet Gürkan’m yap­tığı kanun teklifi, Cumhurreisi Celal Bayar’m tesiriyle reddedilmişti. Gür- kan, “Merhum Atatürk’ün bu kapat­ma işinde vatanperverlik ve milliyet­çilik hislerine dayandığını biliyoruz” diyordu (a.e., ss. 50, 55). Teklifi destek­leyen Afyon Milletvekili Gazi Yiğitbaş da “Masonluk Cemiyetinin Atatürk ta­rafından beynelmilel, gizli, zararlı ve kökü dışarıda olduğu için kapatılmış olduğunu” iddia ediyordu.

İddialar doğru olsa Mason dernek­lerinin resmen feshi ve mensupların­dan mahkeme huzurunda hesap so­rulması lazım gelmez miydi? Halbuki ortada ne fesih, ne de kanunî takip var. Dahası, bu mesele insanda efkâr-ı umûmiyeyi (kamuoyunu) aldatma­ya matuf bir oyun oynandığı intibaı bırakıyor. Masonların da ken­di aralarında bir hayli tartışıp ihtilaf ettikleri bu meselede en objektif bilgileri, Üstad-ı Azam Apak’ın kitabı ile Üstad-ı Muh­terem Ayan’ın Kalbimizde Saklı Kalan Atatürk ve Masonluk’unda (Ank.: 2008) bulmak mümkün.

Bu meselede Mason camia­sında dahi birbirine bu kadar zıt değerlendirmelerin çıkmasının başhca sebebi, herhalde Masonluk aleyhdarlarının Kemalizmi tahrif ve istismar etmeleri, onu Masonlu­ğa karşı kalkan olarak kullanmak sû-i niyetiyle yaptıkları propagandayla zi­hinleri bulandırmış olmalarıdır. Hal­buki mesele, izan sahipleri için ayan beyan ortadadır. Şöyle ki:

Mason teşkilatının yetkili temsil­cileri, Anadolu Ajansı’na verdikleri 9 Ekim 1935 tarihli beyanatlarında demeklerini fesih değil, sadece faali­yetlerini -şimdilik- tatil, mallarını da Halkevlerine teberru ettiklerini ifade etmişlerdi. Ajansın haberi aynen şöy­le:

“Mes’ûl ve ma’ruf imzalar altında Ajansımıza verilmiştir: Türk Mason Cem’iyeti, Memleketimizin sosyal tekâmülünü ve günden güne artan muazzam terakkilerini nazar-ı itibara alarak ve TC’de hâkim olan demokra­tik ve cidden laik prensiplerin tatbi­katından doğan iyilikleri müşahede ederek faaliyetine -bu hususta hiçbir kanun olmaksızın- nihayet vermeği ve bütün mallarım Memleketin sosyal ve kültürel kalkınmasına çalışan Halk Evlerine teberruu muvafık görmüş­tür” (Apak, s. 164).

Binaenaleyh hiçbir suretle resmen “kapatma/kapanma”, daha doğrusu “fesih” olmadığı meydanda. (Bunun gayr-i resmî bir talimatla olduğunu iddia edenler ise hiçbir delil göstere miyor.)

Dahiliye Vekili Şükrü Kaya’nm resmî beyanı da (“fesih” kelimesi is­tisna edilirse) Mason makamlarının açıklamasıyla aynı mahiyettedir:

“Türk Masonları kendi ideallerinin Hükümetin esas programında dâhil olduğunu görerek kendi teşkilatlarını kendileri feshetmişlerdir. Hükü­metin bu iş üzerinde hiçbir teşebbüsü ve alâkası yoktur” (Apak 1958:164).

Bundan başka, resmî Mason faaliye­tinin tatilinin bir kanun ve resmî emir olmadan vuku bulduğu o kadar açık­tır ki Illustration mecmuasının Kasım 1935 tarihli nüshasında “Türkiye’deki bütün Mason Localarının aniden çıka­rılan bir kanunla feshedilip (dissoluti­on) mallarının da Hükümetçe müsâ- dere (confiscation) edildiği” şeklinde bir haber çıkınca bizzat Hükümetin inisiyatifiyle bazı Mason temsilcileri Dahiliye Vekaletinde toplantıya davet edilmiş (Ayan 2008: s. 320) ve orada ha­zırlanan bir tekzib veya tavzih yazısı mecmuaya gönderilerek A.A.’na veri­len beyanattaki ifadeler aynen tekrar edilmiştir.

3-Niçin Bir Kapanma Stratejisi Taki Edildi ?

Bu bir “kapatma”, daha doğru bir tabirle “fesih” olmasa da, stratejidir. Masonlar bu hususta birbirini nakze­den birçok iddia ileri sürmekle bera­ber bunların bir ortalaması olarak en makul izah şöyle olabilir:

1-Mason âleminin haricindeki bazı amiller: Bundan kasdedilen, hususen Almanya, İtalya ve Sovyetler Birliği gibi memleketlerde Mason­luğun yasaklanması, dünyadaki kuvvetli Mason aleyhdarı cereyanın Türkiye’ye de yansıması, bunun da Kemalist rejime ciddi şekilde zarar vermesinden endişe edilmesidir (Apak, Araş, Ayan ve Akev).

2-Türkiye’deki Masonluğun bünyevi sıkıntıları: Bu husus Apak’m kale­minden şöyle ifade edilir: “Kuru ve sert bir realistik zihniyetle ideale kıymet vermeyip Masonluğu artık cazibesini kaybetmiş ve rolünü bi­tirmiş tarihî bir müessese saymak, bunun neticesi olarak Masonluğa karşı gittikçe artan bir alakasızlık ve devamsızlık göstermek, şahsi bazı meseleleri Masonik sahaya da intikal ettirmek ve nihayet cezri bir tasfiye lüzumuna kanaat getire­rek vâki olacak bir kapanıştan ileri­de daha canlı ve imanlı bir kalkın­ma için faydalanmayı düşünmek” (Apak, s. 162). Bu o kadar doğru bir teşhistir ki, 1948’deki uyanış esna­sında, (Yüksek Şurâ’nın 13 atölyesi aynen faaüyete devam ederken) 1. ile 3. dereceler Remzî Localarının hiçbiri uyandırılmamış, eski Ma­sonlar arasında “seleksiyon veya cezri tasfiye yapılarak” yeni localar kurulmuştur (Ayan, s. 349, 390: Apak, s. 171).

4-Kemalizmin "zinde SUAL kuvvetleri" Masonlar mıydı?

1935 Ekim’inde Dahiliye Vekale- ti’nde kafa kafaya verip bu fırtınalı devreyi en az zararla atlatmak için resmen tatil ilanında bulunmayı en münasip yol olarak değerlendiren heyetin hemen hepsi memlekette en mesul makamları işgal eden zatlardır ve şu 8 kişiden müteşekkil heyetin ta­mamı 33 dereceli masondur:

Dâhiliye Vekili Şükrü Kaya, Amir-i Hâkim-i Azam (Yüksek Şura’nın başı) Dr. İsmail Hurşit, İstanbul Emlak Bankası Müdürü, Üstad-ı Azam (Meş- rik-ı Azam’ın başı) Muhiddin Osman Omay, Yüksek Şura Azasından Dr. Fuat Süreyya Paşa ve Muhib Nihad Kuran, Devlet Şurası (Danıştay) Reisi Mustafa Reşat Mimaroğlu, Ankara Va­hşi Nevzad Tandoğan ve mebuslardan Dr. Rasim Ferit.

Tabii hepsinin gerisindeki “Tek Adam”ı unutmamak lazım; zira Üstad-ı Muhterem Ayan’ın dediği gibi (s. 317) “Atatürk’ün ‘Ebedi Şef’ ve ‘Ulu önder’ olarak her şeyin başında ve üs­tünde tek yetkili olduğu bir dönemde onun izni ve hatta teşviki olmaksızın İçişleri Bakanı’nın kendi kendine böylesi bir Masonluğu koruyucu tasarruf­ta bulunması çok zor, hatta mümkün olmayacak bir cesaret işidir.”

Bunun içindir ki Ayan, bütün Ma­sonların Ebedi Şef’e şükran borcu ol­duğu kanaatindedir;

“Bütün kardeşler ve tabii Atatürk, son derece akıllıca ve Masonlara yakı­şır basiretle davranmışlardır. [...] Türk Masonluğunu kapanmadan sadece uykuya yatmakla kurtardıkları için adlarını Türk Masonluk tarihine yaz­mak gerekir. [...] Başta Atatürk olmak üzere, içişleri Bakanı Şükrü Kaya Kar- deş’e ve diğer katkısı olanlara, Türk »Masonları olarak ne kadar minnet ve şükran duyulsa azdır... Masonluğun yıpranmadan bugünlere gelmesinin planını yapmışlar ve eyleme geçirmiş­lerdir” (s. 379, 375).

Aslında o devirde CHP, devlet ve Masonluk (+ Sabataîlik) neredeyse aynileşmiş bulunuyor ve bu da an­cak “Tek Adam”ın mutlak iradesiyle mümkün oluyordu.

Masonluk Kemalist rejimde fev­kalade bir inkişaf göstermiş, 25 yeni loca, 10 yeni atölye açılmış, loca ve atölye toplamı 44’e ulaşmıştı. İstan­bul, İzmir, Ankara, Bursa, Manisa, Samsun ve Gaziantep’te faaliyet gös­teren localarda Üstad-ı Azam Mehmed Fuad Akev’in Dictionnaire universel de la franc-maçomerie’àéki makalesine göre (1974: 11/1329), 2 binden fazla, Akev gibi Sabataî cemaatine (ve belki Masonluğa da) mensup olan Haydar

Rifat Yorulmaz’ın Farmasonluk isimli kitabına göre ise (1934, s. 242), 2.500 Mason mevcuttu. Kalburüstü münev­verlerin pek mahdut olduğu o günün Türkiye’sinde bu mühim bir sayıydı. Ayan’m kaydettiği gibi: “Bu kadro, genç Cumhuriyet yöneticileri ve yön­lendiricileri arasında seçkin yapıtaşla­rı niteliğindeydi”.

Yine Haydar Rifat’m doğrudan Ma­son kaynaklarına dayanan kitabına nazaran (s. 214-7), bütün üyelerinin tek tek M. Kemal tarafından tayin edildiği “Büyük Millet Meclisi’nde aşa­ğı yukarı 92 mebus Masondur. Cemil Bey Tekirdağı, Rasim Ferit Bey 33 de­recelidirler. Mebuslardan Edip Servet Bey’e [Tör] ve eski mebuslardan Dr. Fikret Bey’e [Fikret Takiyeddin Onu- ralp] tarikatin Üstad-ı Azam payesi tevcih olunmuştur... Aydın Mahfili­ne mensup Yunus Nadi Beyefendi 19

5-Tekris edilmiş miydi?

Harbiye ve Erkân-ı Harbiye Mek­teplerinden sıra arkadaşı Ali Fuad Cebesoy Paşa’dan (ve daha birçok kay­naktan) öğrendiğimize göre M. Kemal daha Harbiye sıralarında her fırsatta gizli cemiyetler teşkil etmeye uğraşı­yor, hükümet darbesi yapmayı plan­lıyordu. Gerek Cebesoy’un Sınıf Arka­daşım Atatürk isimli hatıratında (1981, s. 119-20), gerek Falih Rıfkı Atay’ın Mustafa Kemal’in Mütareke Defteri adlı kitabında (Sel: 1955, s. 49-50), gerekse değişik vesilelerle anlattıklarından anlaşılıyor ki küçük yaşlardan iti­baren herkesin önüne geçmek, baş olmak ve insanlara hükmetmek ih­tirası bütün hayatına yön vermiştir. Kendisini “Tanrımsı” (age, s. 18) olarak , vasıflandıran Atay anlatıyor: “Bir gün kendisine niçin Libya’ya gittiğini sor­muştum, ‘Enver gittiği için!’ cevabım verdi. Akılsızca da olsa kahramanlık şöhreti veren hiçbir sergüzeştte on­dan geri kalmamalı idi” (s. 105).

Bunun içindir ki en küçük bir muhalefete veya itiraza tahammülü yoktu. Kimi ve neyi mani olarak gör­müşse bertaraf etmekte tereddüt gös­termemiş, emellerini gerçekleştirmek için “millî sır” parolası altında daima zaman ve zemine göre üslup ve tavır değiştirmiş, yeteri kadar muktedir mevkie gelince velinimeti Osmanlı padişahlarına en ağır hakaretlerle hü­cum etmekten, Anadolu ve Rumeli’yi Türklere vatan yapan bütün Osmanlı hanedanını öz diyarlarından kovmak­tan, sıra arkadaşı Ali Fuad Paşa’yı veya onca iyiliğini gördüğü Kâzım Kara- bekir Paşa’yı İstiklâl Mahkemesi’ne çıkarttırmaktan yahut sınıf arkadaşı Adanalı (kendisine dans etmeyi öğ­rettiği Ayıcı lakabı ile maruf) Miralay Arif Bey’i, dava ve loca arkadaşları Ca- vid Bey’i, Dr. Nazım’ı vs. ipe göndertmekten çekinmemiştir.

“Zevk ve saltanatına düşkün, her zilleti irtikab edecek menfur bir şah-sıyet” sözleriyle (Söylev ve Demeçleri 2006: II/l) hakaret ettiği cennetmekân Abdülhamid Han, bütün zekâsı ve gü­cüyle çırpınarak beynelmilel Siyoniz-me ve emperyalist Avrupa’ya rağmen Osmanlı’yı ayakta tutmayı başardığı sırada o, imparatorluğun milliyetler arasında paylaştırılarak tasfiye edil­mesi planlan yapıyor ve îttihatçıları bu siyaseti benimsemeye zorluyordu (Cebesoy, 114-7). Bunun içindir ki stra­teji muvaffak olduğu zaman memnu­niyetini “Osmanlı Devleti maaliftihâr (övünerek söylüyorum ki) ölmüştür!” sözüyle ifade edecektir.

Aralık 1904’te yüzbaşı rütbesiyle Şam’daki 5. Orduya tayin edilince “Va­tan ve Hürriyet namile gizli ve ihtilal­ci bir cemiyet teşkil etmiş, Yafa’da bir şubesini açmış, faaliyetini Rumeli’ye de teşmil etmek maksadile Mısır ve Yunanistan’dan geçerek gizlice Selaniğe gelmiş ve orada da cemiyetin bir şubesini teşkil etmişti. Meşrutiyetin ilânı sıralarında bu cemiyet ittihat ve Terakki namını almıştır”.

Son cümleler, kendi ağzından ya­zılmış resmî inkılâp tarihinin (Tarih IV) 1934 baskısından (s. 18) iktibas edilmiş olup yanlış anlamaya mahal verecek şekilde mübalağalıdır.

Ali Fuad Paşa’mn da anlattığı gibi aslında Selanik’te onun teşkilatından evvel kurulmuş bir ihtilâlci gizli ce­miyet daha vardı ve Ittihad ve Terakki buydu. Vatan ve Hürriyet’in Cebesoy dahil bütün mensupları Ittihad’a geç­tikleri için kendisi de -iltimasla- Selanik’e gelince “bu emr-i vâkii kabul ve Ittihad’a intisab zorunda kalmış”, böylece iki ihtilâlci gizli teşkilat bir­leşmişti. Takvimler 27 Eylül 1907’yi göstermekteydi (Cebesoy, s. 113). işte bu, M. Kemal’in Macedonia Risorta Mahfili’nde tekris edildiği tarihtir.

6-Önce Mason, sonra İttihatçı

Zira, ittihatçı teşkilatlanmasında İtalyan Karbonari modeli esas alın­mıştı. Tamer Ayan’ın izahıyla söyler­sek:

“Hem ittihatçı, hem de Mason olan asker ve sivil arkadaşlarının etkisiyle, ‘önce Mason, sonra ittihatçı’ kuralına uygun olarak, önce Macedonia Risorta Locası’nda Mason olmuş ve bunu taki­ben de ittihat ve Terakki Cemiyeti’ne 1907 yılında 322 numara ile üye ya­pılmıştır. (...] Atatürk, en azından Cemiyet’in toplantılarına katılabilmek için, (Yugoslav Masonu) Kargotich’in açıkladığı gibi Mason olmuştur. Çün­kü yakın dostlarından olan Ittihatçıların çoğu Mason oldukları gibi, ittihat ve Terakki’nin gizli toplantılarının yapıldığı merkez üssü ve arşivi de Ma­son Mabedi’nin yanındaki Bekleme Odası’dır. Mason olmayanların buraya girebilmesi ve toplantıya katılması elbette ki mümkün değildir. Bunun tek pratik çözümü Mason olmaktır” (Ayan, s. 162, 204-5).

Macedonia Risorta (“Dirilmiş Ma­kedonya”) Locası 1864’te Selanik’te kurulup uzun bir müddet uykuya ya­tan Macedonia Locası’nın 1900 güzün­de uyandırılmasıyla teşkil edilmişti. Bunu sağlayan İtalya Meşrik-ı Azami (Grande Oriente d’Italia) Üstad-ı Aza­mi Emesto Nathan’ın bu maksatla Selanik’e gönderdiği Üstad-ı Azam Kaymakamı ressam Ettore Ferrari ile Nathan’ın kavimdaşı Emanuel Kara­su’nun faaliyetiydi. Sonradan Selanik mebusu olan Karasu (Carasso), Meş­rutiyet ihtilâlinin perde arkasındaki beyniydi ve locasım ihtilâlin laboratu­arı haline getirmişti. Başta Talat Paşa, Midhat Şükrü (Bleda), İsmail Canbolat ve Mustafa Rahmi (Evrenos) olmak üzere ittihatçıların öncü takımının mühim bir kısmı bu locaya mensup­tu.

Bu ihtilâlciler Fransa Meşrik-ı Azamı’na (Grand Orient de France) tâbi Veritas Locası’nın da müdavimiydiler. Ahmed Rıza ile Rumeli Umumi Müfet­tişi Hüseyin Hilmi Paşa Veritas Loca­sı’nda tekris edilmiş, Câvid Bey ise

İspanya Meşrik-ı Azamı’na tâbi Perse­verancia Locası’na intisab etmişti. Meş­rutiyet ihtilâlini nihai hedefine ulaştı­ran ve M. Kemal’in Kemal’in “Hareket Ordusu” ismini verdiği, kendisinin de Erkân-ı Harbiye Reisi olduğu Ordunun Kumandanı Hüseyin Hüsnü Paşa da Farmasondu (bkz. Hür ve Kabul Edilmiş Masonlar Büyük Locası’nın internet sitesi).

İhtilâl öncesinde Macedonia Risorta üyelerinin sayısı 200’e yaklaşmıştı; bunlardan 23’ü Rumeli’ndeki 2. ve 3. Orduların üst rütbeli muvazzaf zabit­leriydi (A. Iacovella, Gönye ve Hilâl, Tarih Vakfı: 1998, s. 42). Veritas’ın üye sayısı ise 150’yi geçmişti (P. Dumont, Osman- lıalik, Ulusçu Akımlar ve Masonluk, Yapı Kredi: 2000, s. 66). Yine Selanik’te teşki­latlanmış İtalyan Labor et Lux, Yunan Philippos, Romen Steaoa Salonicului locaları da ihtilâl için çalışmaktaydı ve Sultan Abdülhamid’i devirerek bir an evvel Osmanlı’yı çözülüşe sürükle­mek emeli peşindeydiler.

Kâzım Karabekir’in yazdığı gibi: “[Ingiltere, Fransa, İtalya gibi emper­yalist camiasını müstemleke yapmak için, Hıristiyan çocuklarım o devletlerin hududlan içinde türlü adlarla açtıkları mekteplerde ve müesseselerde yetişti­rir ve onlara ihtilâl fikirleri aşılarken, kemale ermiş insanlarını da mason localarına alarak orada kendi emelle­rine uygun bir hale getiriyorlardı. [...] [Localarda] Türk münevverleri, Türklerden ayrılmak ve hatta onları mah­vetmek istiyen ve tamamile büyük devletlerin elinde birer alet olanların içinde ve onlarla birlikte gözü kapalı yürüyorlardı. [...] Ana unsur olan Türk milletinin ve onun din kardeşi olan diğer İslam unsurlarının istikballeri için hiçbir şey düşünülmüyordu” (Islâm-Türk Ansiklopedisi Mecmuası, Eylül 1947, 79/5).

İtalyan Locası'na kayıtlı

Bütün bu locaların evrakından mühim bir kısmı 1917 Selanik yangı­nında ve 2. Cihan Harbi’nin felaketle­ri içinde zayi olmuştur; bir kısmı da mahzurlu bulunduğu için gün ışığına çıkarılmamaktadır. Osman Zeki Koylan, Hür ve Kabul Edilmiş Masonlar Büyük Locası Üstad-ı Azami Şekûr Okten’e gönderdiği 12 Ekim 1981 ta­rihli mektubunda Mustafa Kemal’in Masonluğunu “gün ışığına çıkarma­nın kendisine nasib olduğunu” ifade ederek mektubunu şu tavsiyeyle biti­riyordu: “Netice itibarı ile, bize karşı umumî bir antipati devam ettiğinden, Ata’mızın intisabı konusunun harice intikalini asla tecviz etmiyorum. Ma­mafih, Localara tamimini takdirinize arz ederim” (Ayan, s. 37).

Hakikaten Bilâl Şinışir’in İngiliz Belgelerinde Atatürk adlı kitabında bulunan (1979: in/96) İngiliz işgal kuv­vetleri kumandam General Harington imzalı ve 20 Ocak 1921 tarihli istihba­rat raporunda M. Kemal’in “1907’de Selanik’e tayin edilince, hem Ittihad ve Terakkî’ye, hem de İtalyan Mason Locası’na kaydolduğu" bildirilmiştir (Ayan, s. 195).

Bundan başka o zaman yüzbaşı ve sonradan M. Kemal’in en yakınların­dan olan Kâzım Nâmi Duru, hemşeh­risi Koylan’a “Kolağası Mustafa Kemal, belediye doktoru Tevfik Rüştü (Aras) ve Fethi (Okyar) beylerle beraber İtalya Meşrik-ı Âzamı’na tâbi locaya devam ettiklerini” söylemiştir (Ayan, s. 191). Hâlbuki Iacovella’nın İtalya Meşrik-ı Âzamı’ndan aldığı listede (s. 61) sadece Dr. Tevfik Rüştü’nün kaydı görülmektedir. Binaenaleyh liste bir hayli eksiktir. Bununla beraber yine aynı Meşrik, elinde sağlam bilgiler ol­malı ki, yayın organı olan Rivista Mas-sonica mecmuasının Ocak 1973 tarihli nüshasının (Vol. 64-8 yeni seri) 46. say­fasında (Ayan, s. 519-21), “Modem Tür­kiye’nin babası Mustafa Kemal Paşa Atatürk’ün 1938’de Macedonia Risorta et Veritas Locası’nın Azası bulunduğu­nu” kaydetmektedir.

Fransız ve dünya Masonluğunun ortak eseri Dictionnaire universel de la franc-maçonnerie de (1974:1/91), bu bilgiye istinaden “Modem Türkiye’nin babasının, 1938’de vefatında, Italyan Locası Macedonia Risorta et Veritas Azası bulunduğunu” tekrar etmekte­dir. Dünya Masonluğu bu hususta öy­lesine ittifaka varmıştır ki birçok bü­yük locanın internet sitesinde benzeri tesbiti görmek mümkündür (Mesela ffanc-maçonnerie.org veya Lake Har- riet Lodge No 277.).

Üstelik İstanbul İtilâf Kuvvetleri ta­rafından işgal edildiği zaman Mustafa Kemal’in himayesine sığındığı (Lord Kinross, 2011: s. 180,182) İtalya Fevkalâ­de Elçisi ve Farmason Comte Sforza da, Les Bâtisseurs de l'Europe modeme isimli kitabında (Paris, 1931: s. 343-364; Ayan, s. 193), himaye ve desteğini esir­gememiş olduğu M. Kemal’in Mason olduğunu kaydediyor.

Mustafa Kemal’in Mason olduğuna dair deliller böylece sıralanıp gidiyor ama ne gariptir ki, olmadığına dair hiçbir delile rastlanmıyor. Bu mesele­deki belki tek muamma, İtalyan Ma­son mecmuasının, onun tekris edildi­ği ve ölünceye kadar sadık kaldığım beyan ettiği Macedonia Risorta Loca- sı’nın ismini neden Macedonia Risorta et Veritas olarak belirttiğidir. Türkiye­li Masonlar İtalya Meşrik-ı Azamı’na sorup bizi de aydınlatamazlar mı?

 

-----------------------

Mustafa Kemal Mason localarını kapattı mı, yoksa "bizzarure hâl-i nevme" mi girdi­ler? Şu 6 hususa dikkat edince "kapatma" meselesi aydınlanmaktadır:

1-Her ne kadar Mason emlâki Halkev­lerine devredilmişse de, bu hukukî mu­amele -kasden- usulüne uygun (umumi heyet kararıyla) yapılmadığı için 1948'de tekrar faaliyete geçtiğinde uzun seneler süren davaları müteakip olsa dahi önceki Masonluk hükmi şahsiyeti olan Türk Yükseltme Cemiyeti adına açılan davalarla (Ayan, s. 389), İstanbul, Ankara ve İzmir'deki üç binanın geri alınması mümkün olmuş­tur (Apak, s. 178).

2-Mason binaları Halkevlerine teslim edilmeden evvel bütün evrak ve Masonik eşya emin mahallere nakledilmişti (Ayan, s. 380).

3-Yine bir kanunla veya mahkeme kararıyla, hatta derneğin umumi heyet ka­rarıyla "fesih" gerçekleşmediği için 1948'de "Millî Şef ve hükümet tarafından yakılan yeşil ışık, hatta isteğe" (Ayan, s. 386) mebni dernek (yeni unvanıyla Türkiye Mason Derneği), İstanbul vilayetine verilen bir di­lekçe ve nizamnameyle kolaycacık tekrar faaliyete geçebilmiştir.

4-Masonlar ancak kısmen uykuya girmişlerdir; zira faaliyetini tatil ettiğini resmen ilan eden sadece Masonluğun ilk üç derecesini bünyesinde toplayan (remzî dereceleri tanzim eden) Büyük Loca (Türk Yükseltme Cemiyeti)'dir; yoksa 4-33. de­recelerden atölyelerin tâbi olduğu Yüksek Şurâ (Türkiye Yüksek Masonluk Cemiyeti) faaliyetine devam etmiş, bu çerçevede 16 masonu 33 dereceye yükseltmiş, bu meyanda 1939'da 1-3. dereceler için de üç yeni loca (ideal, Kültür ve Ülkü) kurmuş, 1948'deki uyanışta bu localar çekirdek vazifesi görmüştür (Ayan, s. 384). Üstelik Apak'ın kaydettiği gibi, Büyük Loca Masonlarından bir kısmı aralarındaki görüşme ve dayanışmayı devam ettiriyor­lardı: "İstanbul'da, İzmir'de ve Ankara'da birçok biraderler grup grup muayyen gün­lerde lokanta ve gazinolarda veya mahdut mikdarlarda dahi olsa evlerde toplanıp bir araya geliyorlar ve böylece hep beraber yemek yeyip eğlenerek hem birbirlerine olan tahassürlerini gideriyorlar, hem de eski yılların şimdi daha da tatlılaşan hatıralarını tazeliyerek yarına ümid ve di­leklerini kaybetmiyorlardı." Zaten Üstad-ı Azam Mehmed Fuad Akev'in kaydettiği gibi , “sırri gizli bir teşekkülün (formation secrète mystique)" hiçbir zabıta takibi olmadan kendi kendine kapandığını iddia etmek akıl kârı mıdır?

5-Güya yerli localar faaliyetlerini tatil etmişken ecnebi localar-hem de Türkiye haricindeki büyük localarına tâbi olarak- faaliyetlerine rahatça devam ediyorlardı (Apak, s. 172; Akev 1974:11/1330).

6-Hepsinden mühimi, gerek locaların (hakikatte sadece Remzî Locaların ve kısmen, zahiren) faaliyetinin tatil edildiğini ilân eden resmî Mason beyannamesinde olsun, gerekse Dâhiliye Vekilinin izahatın­da olsun. Masonluk asla muzır yahut "kökü dışarıda" tehlikeli bir teşekkül olduğu veya en azından hükümete (totaliter CHP iktidarına) ters düştüğü için değil, bilakis Masonluk hükümet programında mündemiç olduğu, daha açık bir ifa­deyle, zaten Kemalist iktidar bütünüyle Masonlukla aynileşmiş bulunduğu için artık varlığına ihtiyaç kalmadığı ifade ediliyor. Öyleyse bu ne menem bir"kapatma" veya "kapanma"dır?

 

Yesevîzâde Alparslan Yasa
Derin Tarih,sayı:39

 

 

 

 

 
Devamını Oku »