1961 Anayasası’nı Sabetayistler mi Yaptı?



1960 Darbesi’nden sonra yapılan anayasanın giriş bölümündek- ilk cümle, meşru iktidarların nasıl bir algı yönetimiyle yıkıldığa açık delili niteliğindeydi. 1961 Anayasasına girmiş haliyle 27 Darbesinin gerekçesi; “Anayasa ve hukuk dışı tutum ve davranışlarıyla meşruluğunu kaybetmiş bir iktidara karşı direnme hakkı" 0larak gösteriliyordu. Dahası, cunta tarafından yapılan askeri bir darb “devrim” olarak nitelendirilerek, silah gücüyle yapılan iktidar gasbın Türk Milleti nin geneline mal etme kurnazlığına da başvurulmuştu

Oysa bırakın halkın bu ‘iktidar gasbına destek vermesini, darbe emir komuta zinciriyle bile yapılmamıştı. Yani ordu içerisinde bile fikir birliği yoktu. Dolayısıyla “Türk milleti adına” her şeye hepi topu 38 kişilik bir cunta ekibi karar vermişti. Neyin meşru, neyin gayri­meşru olduğu cunta tarafından belirlendiği gibi, darbeden sonra ya­pılan 1961 Anayasasının nasıl olacağına da, içerisinde sabetaycıların etkili olduğu iddia edilen 20 kişilik bir komisyon karar vermişti.

Burada üzülerek belirtmek gerekir ki, 1876 Anayasası dahil, bugü­ne kadar yapılmış olan hiçbir anayasa, maalesef milletin özgür irade­siyle gerçekleşmemişti. Zira mevcut beş anayasadan üçü askeri darbe­ler sonucu, diğer ikisi de olağanüstü şartlar altında yapılmıştı. 1961 ve 1982 anayasaları sözde referanduma sunulmuş ise de, hem alternatif­siz, hem de tek taraflı propaganda neticesinde halka dikte ettirilmişti. Öyle ki, AK Parti'nin 2007 yılı Genel Seçimleri'nde kazandığı 363 milletvekiliyle TBMM'nin yaklaşık yüzde 66 sim temsil etmesine rağmen, sivil bir anayasa yapmaya cesaret edememesi, Türkiye’de anayasaların şimdiye kadar kimler tarafından yapıldığının açık bir göstergesiydi.

Özellikle 1876, 1960 ve 28 Şubat 1997 darbelerinin gerçekleş­mesinde büyük rol oynayan masonlar, bir yandan darbe sonrasın­da devletin kilit noktalarına adamlarını yerleştirirken, diğer yandan da devletin istikametini belirleyen anayasaların yapılmasında tam yetki sahibi olmuşlardı. Mesela 1960 Darbesinden sonra anayasa­nın hazırlanması için Milli Birlik Komitesi (MBK) tarafından Ana­yasa Komisyonu Başkanlığına bir mason olan Prof. Dr. Enver Ziya Karal getirilmişti. Dahası, 1961 Anayasasını hazırlayan kurulun ilk Başkanlığını yapan Prof. Dr. Sıddık Sami Onar, komisyonun sözcü­lüğünü yapan Prof. Dr. Muammer Aksoy ve komisyonun diğer üye­lerinden Prof. Dr. Münci Kapani ile Coşkun Kırca'nin da ‘sabetayist olduklarına yönelik ciddi iddialar var.

Tabi 27 Mayıs Darbesi’nden bahsederken, burada Prof. Dr. Sıddık Sami Onar’a ayrı bir paragraf açmak gerekiyor. Zira “sabetayistlerin okullar zinciri” olduğu iddia edilen Fevziye Mektepleri Vakfının 1955 yılından itibaren yönetim kurulu üyeliği ve başkanlığını da yapan Onar, sadece 1961 Anayasasının yapımında rol oynamamış, darbe öncesi öğrenci hareketlerinin yönlendirilmesi ve darbeyi meş­rulaştırmak için yapılan dezenformasyon faaliyetlerinde de üzerine düşen görevi fazlasıyla yerine getirmişti. Mesela 27 Mayıs Darbesinin en meşhur ajitasyonlarından biri olan “öğrencilerin kıyma makine­lerinde kıyıldığı” yalanını ilk ortaya atan kişi, Sıddık Sami Onardı.

Dönemin İstanbul Üniversitesi Rektörü olan Sıddık Sami Onar, üniversite binasında yapmış olduğu 2 Haziran 1960 tarihli basın top­lantısında şöyle diyordu: .. Şehitlerin listesini tam olarak tesbit et­mek üzere gerek İstanbul dahilinde, gerek taşrada bulunan ailelerden yüksek tahsil yapmakta olan çocuklarından haber alamayanların bize müracaat etmelerini, yarından itibaren radyo ve gazeteler vasıtasıyla ilan edeceğim. Bazı mezarlıklara kamyonlarla getirilip gömülen ta­lebelerden, buzhanelere konulanlardan, kıyma makinalarında çeki­lenlerden bahsedilmektedir. Bu iş için üniversitede bir teknik kurul teşkil edilmiştir. Ölenler hakkında ileri sürülen rakamlar mübalağalı değildir. Ölenler vardır ve bunların tespitine çalışılmaktadır.”

Aslında böyle bir vakanın yaşanmadığını Onar da biliyordu. Zira daha sonra yapılan araştırmalarda, bu dezenformasyonun tamamen darbeyi meşrulaştırmak için bilinçli şekilde üretildiği ortaya orta­ya çıkacaktı. Onar, darbe sonrası seçime gitme ve yönetimi sivillere bırakmaya da şiddetle karşı çıkanlardandı. Onar'ın başında olduğu komisyon, Tarık Zafer Tunaya ve İsmet Giritli gibi demokratik re­jimden yana olan üyeleri tasfiye etmesiyle de biliniyor.

1961 Anayasasını hazırlayan komisyon üyelerinden dikkat çeken bir diğer kişi ise Emin Paksüt’tü. Zira Türkiye'deki iktidar mücadelesi­nin sürekliliğini özetlemesi açısından Emin Paksüt ilginç bir örnek.,. Emin Paksüt, Osmanlı sonrası yeni rejimin kökleşmesini sağlayan İs­tiklal Mahkemeleri'nin Başkanı Ali Çetinkayanın oğluydu. “Paksüt” soyadını bir yerden daha hatırlıyoruz. AK Parti hakkında 2008 yılında açılan kapatma davasında, partinin kapatılması için kulis faaliyetleri yürüten ve aleyhte oy kullanan Anayasa Mahkemesi Başkan Vekili Os-man Paksüt de Emin Paksüt’ün oğluydu. Yani Cellat Alı lakaplı Ah Çetinkayanın torunu...

Murat Akan - Üst Akıl,Hayat yayınları,syf:132-133
Devamını Oku »

'2.Meşruiyet'Darbe mi, Devrim mi?



Cumhuriyet rejiminin temel felsefesini oluşturan İkinci Meşrutiyet dönemi, üzerinden bir asırdan fazla zaman geçmiş olmasına rağmen, bugün hâlâ tartışma konusu olmaya devam ediyor. Zira bu dönem kimine göre “demokrasinin” başlangıç tarihi, kimine göre ise, darbe yoluyla iktidarın el değiştirme süreciydi. Sanırım bu tartışma­lara bir nokta koyabilmek için, Meşrutiyetin ilanına giden dönemeç­te yaşanan olayları incelemek gerekiyor.

1839 Tanzimat süreciyle başlayan geleneksel iktidar erkinin bü­rokrasi eliyle paylaşımına dönük çalışmalar, Osmanlı yönetim sisteminde köklü değişikliklere yol açmıştı. Bu sistem değişikliği, öncelik­le Müslüman halklar ile gayrimüslimler arasındaki hukukta önemli dengesizliklerin oluşmasına neden olmuştu.

Bilindiği gibi, impara­torlukta yaşayan Müslümanlar arasında ‘millet’ ayrımı yoktu. Mev­cut haklardan yararlanma konusunda, kurucu unsur Türklerle diğer Müslüman uyruklar arasında hiçbir fark gözetilmezdi.(188) Ehl-i Beyt çizgisine mensup her Müslüman, Osmanlı ülkesine gelip rahatlıkla yerleşebilirdi. Din değiştirip Müslüman olan hıristiyanlar bile aynı haklara sahipti. Ancak gayrimüslimlere büyük özgürlükler tanınma­sına rağmen, başta vergilendirme olmak üzere, pek çok konuda Müs­lümanlarla eşit haklara sahip değillerdi. İşte Tanzimat ve Islahat fer­manlarıyla birlikte, ecnebiler ‘Müslüman’ olmadan, Müslümanlarla eşit haklara sahip olmuşlardı. Hatta özellikle hıristiyanların, Müslü­man tebaadan daha güçlü konuma geldiğini söylemek bile mümkün.

Tanzimat’la başlayıp I. ve II. Meşrutiyet dönemleriyle devam eden süreçte ‘ümmetçilik’ anlayışı dejenere edilirken, bunun yerine ‘ulusalcı’ fikirler aşılanmaya çalışılıyordu. Sözde tüm etnik unsurları aynı gaye etrafında birleştirecek bir “Osmanlıcılık” fikri oluşturmaya çalışan muhalifler, kulağa hoş gelen ‘hürriyet, eşitlik, kardeşlik’ gibi süslü kelimeleri kullanarak bunu başaracaklarını sanıyorlardı. Din­daşlarının durumlarını bahane ederek sürekli imparatorluğun içiş­lerine karışan Batılı devletler ise, hem muhalefetin bu ‘Osmanlıcılık’ fikrini, hem de ‘parlamenter’ rejim taleplerini açıkça destekliyordu. Avrupalı devletlerin ‘parlamenter’ sistemi desteklemelerinin nedeni, halife/padişahın bütün Müslümanlar adına kullandığı yetkiyi elin­den alarak, kendi soydaşlarının da dahil olacağı parlamentoya ver­mekti. Böylelikle hıristiyanların ülke yönetiminde söz sahibi olması hedefleniyordu. Dahası, parlamentoda çoğunluğu sağlama ihtimal­leri bile mümkündü.

Meşrutiyet süreçlerinde yapılan inkılaplar geniş halk kitlelerinin talepleri değil, gücünü ordudan alan azınlık bir zümrenin tepeden inme dayatmalarıydı. Her ne kadar 1876 Kanun-i Esasisi Sultan Abdülhamid’in iradesiyle yürürlüğe girse de, sonuçta anayasal dü­zene geçilmesi bir askeri darbeyle olmuştu. Yine İkinci Meşrutiyet’in ilanı da, 3. Ordu içerisindeki askeri cuntanın müdahalesiyle gerçek­leşmişti. Dolayısıyla bütün bu ‘değişim ve dönüşüm’ faaliyetleri hal­ka sorulmadığı ve uygulama gücü askerden alındığı içindir ki, meş­rutiyet süreçlerini bir devrim ya da ihtilal olarak nitelemek mümkün görünmüyor. Ancak Cumhuriyet devrimleri de benzer yöntemlerle uygulandığı için, resmi tarih tezi oluşturulurken Meşrutiyet süreçle­rine “devrim” demek zorunda kalınacaktı.

Öte yandan dünya tarihindeki örneklere bakıldığında, ülke re­jimlerinin ancak olağanüstü krizler sonrasında değişebildiği görü­lüyor. Oysa her iki Meşrutiyet sürecinde de, rejimin değiştirilmesini gerektirecek olağanüstü krizler yoktu. Fransız İhtilalinde olduğu gibi ne halk rejim değişsin diye sokaklara dökülmüştü, ne de Osmanlı büyük bir savaş ortamındaydı. Üstelik dünyadaki ihtilallerde sade­ce yönetimdeki elit’ kesim değişirken; bizde elit tabakanın yanında, hemen bütün köklü kurumlar ve geleneksel yönetim şekli de değiş­mişti. Mesela Fransa, Rusya, Almanya ve İngiltere’de yapılan devrimlerde sadece yönetimdeki ‘seçkinler grubu değişirken, kurum ve ge­leneksel uygulamalar aynen devam etmişti.

En katı uygulamalarıyla bilinen Bolşevikler dahi köklü kurumlara dokunmamış, yenilerini tamamen kendi tarihlerinden bilinen model ve pratiklerle hayata geçirmişlerdi. Hakeza, Almanya’da Nazilerin iktidara gelmesinden sonra bile, geleneksel kurumlar tasfiye edilmemişti.(189) Oysa bizde, Tanzimat’la başlayan ve cumhuriyet devrimleriyle tamamlanan inkı­laplar sırasında rejim tamamen değişmiş, geleneksel kurum ve uygu­lamalar yıkılarak, geçmiş kuşaklarla bütün bağlar koparılmıştı.

Türk Dil Kurumu’nun tarifine göre devrim ya da ihtilal “Bir ülke­nin siyasal, sosyal ve ekonomik yapısını veya yönetim düzenini de­ğiştirmek amacıyla, kanunlara uymaksızın cebir ve şiddet kullanarak yapılan geniş halk hareketi.” Öyleyse devrim ya da ihtilalin meşru­luğu, toplumsal değişimlerin büyük halk kitlelerinin iradesi ve tale­biyle gerçekleşmiş olmasına dayanıyor. Darbe ise bir ülkedeki silahlı kuvvetlerin doğrudan yönetime el koyması anlamına geldiğine göre, darbeyi destekleyen sivil unsurlar olsa bile bunun adına “devrim” de­mek mümkün mü?

Dolayısıyla sivil ya da askeri bir grubun talebiyle başlayan ve geniş halk kitlelerinin sindirilmesiyle gerçekleşen süreç­ler ‘devrim’ değil, ancak ‘darbe’ olarak nitelendirilebilir. Bu yüzden­dir ki, 12 Eylül 1980 Darbesi sonrasında sakıncalı bir terim olduğu gerekçesiyle, ‘devrim’ yerine ‘ihtilâl' ve ‘inkılap’ sözcükleri kullanıl­maya başlanmış, yeni basılan ders kitaplarında ‘devrim’ sözcüğü eski karşılıklarıyla değiştirilmişti.

Şimdi yeniden I. ve II. Meşrutiyet süreçlerine dönecek olursak; birincisi tamamen emir-komuta zinciriyle yapılan profesyonel bir askeri darbe, İkincisi de Makedonya’daki bir askeri cuntanın ve bu cuntaya bağlı sivil unsurların cebir ve şiddet kullanmak suretiyle ger­çekleştirdikleri bir düzendi. Her iki süreç de, değişimi isteyen geniş halk kitlelerinin talep ve destekleriyle değil, azınlık iradesi temeline dayanan taleplerin, silah gücüyle çoğunluğa dayatılması sonucunda gerçekleşen birer askeri darbeden başka bir şey değildi.

28 Şubat’ın Referansı

Osmanlı İmparatorluğunda bir grup aydın/bürokratın saraya karşı duymuş olduğu nefret, 1839 sonrasında rejim karşıtı bir muha­lif hareketin doğmasına neden olmuştu. Tanzimat’la başlayan gele­neksel rejimi değiştirme hamleleri zaman zaman akamete uğrasa da, dış destekli muhalefet bu mücadeleden hiçbir zaman vazgeçmemişti. Ancak basın yoluyla yürütülmeye çalışılan muhalefet tarzı toplumda karşılık bulmayınca mücadelenin dozu sertleşmiş, askeri yöntemler devreye girmişti. Zira halife sultanın şahsında toplanan iktidar gücü­nün paylaşılması ya dış destekli bir devrimle ya da doğrudan askeri bir darbeyle gerçekleşebilirdi. Yeni Osmanlılar Cemiyeti ile “surda bir gedik’ açan Üst Akıl, 1876 Darbesiyle Sultan Abdülaziz’i tahtın­dan ederek yeni bir dönemi başlatmıştı. “I. Meşrutiyet” adı verilen bu süreçle birlikte, Avrupa’nın istediği parlamenter’ sisteme geçil­miş, rejim kısmen de olsa değiştirilebilmişti.

Ancak her ne kadar 1876 Darbesinin sivil mimarı Mithat Paşa ve ekibi, Sultan Abdülhamid’e anayasayı zorla kabul ettirmeyi başarsa da, kısa sürede ipleri eline alan Abdülhamid, parlamentoyu feshede­rek bu süreci tersine çevirmişti. Böylelikle imparatorluk geleneksel rejimine geri dönmüş, ulusalcılık’ yerine tekrar ‘ümmetçilik’ fikri hakim kılınmış ve “hasta adam” iyileşmeye başlamıştı. Ne var ki, Osmanlı imparatorluğundaki rejim değişikliğini “ölüm kalım savaşı” olarak gören Üst Akıl, bu sefer de Sultan Abdülhamid’i tahttan in­direcek ve II. Meşrutiyet sürecini devreye sokacaktı. Zira uğruna yıl­larca mücadele verilen “seküler değişim ve dönüşüm” programı asla yarım kalmamalıydı. Nitekim Sultan Abdülhamid’in usta manevrala­rıyla yürürlükten kaldırılan Mithat Paşa Anayasası, İttihat ve Terakki Cemiyetinin 1908’de yaptığı postmodern darbeyle yeniden yürürlüğe konuldu. Böylelikle iktidar, birkez daha Üst Aklın ittifak halinde ol­duğu seçkin azınlığın eline geçmişti. Cumhuriyet’in kuruluşuyla bir­likte ise, imparatorluk tümüyle safdışı edilecek, “seküler değişim ve dönüşüm” programı büyük ölçüde tamamlanmış olacaktı.

Şimdi Türk-Islam coğrafyasında yaşanan bütün bu iktidar savaş­larının nasıl tek elden yönetildiğini ve aynı senaryonun nasıl fark­lı tarihlerde yeniden sahneye konulduklarına bakalım. Zira azınlık iradesine dayalı bir rejimin kurulabilmesi için, Cumhuriyet döne­minde yapılan askeri darbelerin gerekçe ve yöntemleriyle, Osmanlı İmparatorluğunda saraya karşı gerçekleştirilen darbelerin gerekçe ve yöntemlerinin birbirlerinden hiçbir farkı yoktu. Mesela Hareket Ordusu kurmaylarının 1909 Darbesi sonrasında İstanbul halkına yapmış olduğu bildiride yer alan “Vatan ve milletin bölünmez bütün­lüğü ile Meşrutiyet rejiminin daima korunup kollanacağı” cümlesi 1960, 1971, 1980 ve 28 Şubat darbeleri sonrasında da aynen tekrarlanacaktı. Değişen tek şey, ‘meşrutiyet’ kelimesi yerine, cumhuriyet’ kelimesinin bildirilere eklenmesiydi.

Özellikle İkinci Meşrutiyet süreciyle, 28 Şubat postmodern dar­besi adeta birbirlerinin kopyasıydı. Zira 28 Şubat postmodern dar­besini gerçekleştiren cunta ekibi, tamamen II. Meşrutiyet sürecini referans almıştı, öyle ki, 89 yıl önce iki aşamalı olarak yapılan bir darbenin bütün gerekçe ve yöntemleri, 28 Şubat postmodern darbe sürecinde de aynen uygulanacaktı. Mesela medya gücünü kullanarak toplumda bir “korku yaratma” ve daha sonra bu korkuyu baskı aracı olarak kullanma yöntemi, tamamen bir İkinci Meşrutiyet uygula­masıydı. İttihat ve Terakki Cemiyeti, 1908 öncesi darbe koşullarını olgunlaştırmak için basın yoluyla büyük bir psikolojik savaş başlat­mıştı. Osmanlı tebaası, gazeteciler ve yüksek bürokratlar eliyle mev­cut rejimin eskidiğine, ülkenin kötü yönetildiğine, padişahın milleti sömürdüğüne ve Meşrutiyet ilan edilirse bütün bu olumsuzlukların ortadan kalkacağına inandırılmaya çalışılmıştı.

Dönemin basınında ‘meşrutiyet’ sihirli bir değnek, İttihat ve Te­rakki Cemiyeti ise ‘kurtarıcı’ olarak sunulurken, Sultan Abdülhamid “vatanını satan, kan içici bir vampir” olarak tanıtılıyordu. İşte 28 Şubat darbesinin gerekçeleri de aynen böyle oluşturulmuştu. Meş­rutiyet sürecindeki ‘hürriyetin’ yerini laiklik, Sultan Abdülhamid’in yerini ise dönemin Başbakanı Necmettin Erbakan almıştı. Müslü­man bir ülkede normal olan olaylar bile cunta tarafından öylesine ajite edilerek basma servis ediliyordu ki, Kur’an kursu öğrencilerinin Kutlu Doğum Haftası kutlamaları bile, laiklik karşıtı “irtica” eylemi olarak sunuluyordu. Oysa darbe başarılı olup Refah Partisi hakkında kapatma davası açıldığında, aslında bütün bu uygulamaların tama­men bir psikolojik harekat faaliyeti olduğu ortaya çıkacaktı. Zira ka­patma davasma gerekçe olarak gösterilen 450 delilin 435’inin basın küpürlerinden derlendiği ortaya çıkmıştı.

Yine 28 Şubat darbesinin en kritik icraatlarını yapan Batı Ça­lışma Grubu (BÇG), Cemiyet’in 1908 postmodern darbesi sonra­sında oluşturduğu ‘Heyet-i Mahsusa’nın isim değiştirmiş haliydi. Cemiyet’in beş kıdemli üyesinden kurulan Heyet-i Mahsusa, esasın­da bir gölge kabine görevi yürütüyordu. Darbeden dokuz gün sonra, yani 3 Ağustos 1908’de Talat, Cemal, Hakkı, Rahmi ve Necib Bey’den müteşekkil Heyet-i Mahsusa, hem hükümetin icraatlarını denetliyor, hem de kendilerine isimleri sunulan Sultan Abdülhamid yanlılarının tasfiyelerine karar veriyordu. Cemiyete bağlı ittihatçı kulüpler tara­fından bu heyete bildirilen devlet daireleri ve ordu içerisindeki “Sultan Abdülhamid yanlıları” görevlerinden birer birer atılıyorlardı.(190) Atılan personelin yerine ise, Cemiyete üye subaylar getirilerek yöne tim askerileştiriliyordu.

Bu tasfiye süreci tam bir yıl sürmüştü. Cemiyet, bu dönem içerisinde tüm devlet kurumlarına kendi adamlarını yerleştirdi. Üstelik bu memur ve bürokrat kıyımlarına dönemin basını, özellikle de Cemiyetin yayın organı Tanin gazetesi büyük destek veriyordu.(191) Abdülhamid yanlısı memurların yerine atanan Cemiyet mensupları genellikle asker ya da asker kökenli sivil olduklarından, yönetim hem tepeden sekülerleştirilmiş oluyor, hem de devlet ku­rumları vesayet altına alınmış oluyordu.

İkinci Meşrutiyet süreci ile başlayan memur fişlemeleri, 28 Şubat döneminde de aynen uygulanacaktı. Genelkurmay Başkanlığı, onaltı bakanlık ile YÖK ve Diyanet gibi devlet kurumlarını yakın takibe alarak, 4 bin 300 kişiyi “irticacı” oldukları gerekçesiyle çalıştıkları kurumlara ihbar etmiş, bunların ceza alıp almadıklarını da bizzat denetlemişti. Dönemin başbakanı Necmettin Erbakan, Büyük Bir­lik Partisi Genel Başkanı Muhsin Yazıcıoğlu’na dert yanarken, her bakanlığın bir subay tarafından denetlendiğini açıkça itiraf edecekti. Üstelik fişleme ve ‘irticacı memur avcılığı sadece bakanlıklarla da sı­nırlı kalmamıştı. Valilikler tarafından başta belediyeler olmak üzere, illerdeki tüm resmi kurumlara her ay gizli’ ibareli yazılar gönderile­rek, kurumlarında ‘başörtülü’ ve ‘irticacı’ personel çalışıp çalışmadı­ğı sorgulanıyordu.

İşte 28 Şubat sürecinde uygulanan bu yöntemin de, birebir İkin­ci Meşrutiyet döneminden alındığını görüyoruz. İttihat ve Terakki Cemiyeti, 1908 postmodern darbesi sonrasında valilerin eline be­ğenmedikleri memur ve bürokratların isimlerini tutuşturarak tasfiye edilmelerini sağlamış, hatta bazılarını da tutuklatarak Selanik’e sür­güne göndermişti. Hangi memurun irticacı, hangi memurun Abdül­hamid yanlısı olduğuna, vilayetlerde kurulan İttihatçı kulüpler ka­rar veriyordu. Sözkonusu kulüplerde görevli ittihatçı subaylar, birer hafiye gibi çalışarak ‘Abdülhamid yanlısı’ memur ve bürokratların isimlerini Heyet-i Mahsusa ya jurnalliyordu. Bu uygulamanın 28 Şu­bat sürecindeki versiyonu ise, Batı Çalışma Grubuydu. Bu illegal ya­pılanma tarafından fişlenen memur, asker ve bürokratların isimleri, tek tek Genelkurmay Başkanlığına bildiriliyordu. Bu doğrultuda çok sayıda vali, emniyet müdürü, bürokrat ve memurun yeri değiştiril­miş, ordu içerisindeki ‘irticacı’ askerler tasfiye edilmişti. II. Meşru­tiyet döneminde işinden atılan, sürgüne gönderilen memurlara “Abdülhamidçi” damgası vurulurken, 28 Şubat’ta fişlenen, işinden atılan asker ve memurlara da “irticacı” damgası vuruluyordu.

28 Şubat sürecinin ünlü uygulamalarından biri de, kamu kurumlarında çalışan yüksek bürokratlar ve sivil toplum kuruluşu temsilcile­rinin Genelkurmay Başkanlığına çağrılarak kendilerine brifingler ve­rilmesiydi. Yargı, basın ve üniversite camiası başta olmak üzere, çeşitli meslek kuruluşlarının temsilcileri karargaha davet ediliyor, gidişatın ne kadar ‘vahim’ olduğu anlatılarak bir ‘korku’ ortamı hazırlanıyordu. Hiç şüphesiz bu uygulama da İkinci Meşrutiyet döneminden kalma bir yöntemdi. Vilayetlerdeki İttihatçı kulüpler, sadece Cemiyet karşıtı memur, asker ve bürokratları fişlemekle görevli değildi. Bulundukları vilayetlerin ileri gelenlerini bu kulüplerde toplayarak çeşitli konularda brifingler veriliyor, durumun “vehameti” anlatılıyordu.

Yine 28 Şubat postmodern darbesinin en belirgin özelliklerinden bir diğeri de, darbe şartlarını olgunlaştırmak için sendikaların so­kağa dökülmesiydi. Daha sonra “Beşli Çete” olarak adlandırılacak Türkiye İşverenler Sendikası Konfederasyonu (TÎSK), Türkiye Esnaf ve Sanatkarlar Konfederasyonu (TESK), Türkiye Odalar ve Borsalar Birliği (TOBB), Türkiye İşçi Sendikaları Konfederasyonu (TÜRK-İŞ) ve Devrimci İşçi Sendikaları Konfederasyonu (DİSK), 28 Şubat süre­cinin ‘sivil’ ayağını oluşturuyordu. Sokağa dökülen bu sendikaların gereksiz grev eylemleri ve amaç dışı kitle gösterileriyle “Halk gidişat­tan memnun değil” mesajı verilmek isteniyordu.

Şüphesiz sendikaların siyasi bir amaç için kullanılması da yine bir Meşrutiyet uygulamasıydı. Cemiyet, Meşrutiyet sürecinde bir­birinden farklı nedenlerle başlayan çeşitli eylem ve protestoları bir yaptırım aracı olan boykota(192) dönüştürmüş, böylece darbenin arka­sında “halk desteği varmış” izlenimi vermeye çalışmıştı. Cumhuriyet dönemindeki tüm darbelerin olmazsa olmaz' koşulu sayılan üniver­site öğrencilerinin sokağa dökülmeleri de, yine geçmişten alman bir başka uygulamaydı. Her iki Meşrutiyet sürecinde de “talebe-i ulûm” sokaklara dökülmüş, darbeciler tarafından tahrik edilmişti.(193)

Meşrutiyet sürecinin bir başka ünlü uygulaması da, yüksek görev­lerde bulunmuş, ancak Cemiyete üye olmayan bürokratların itibarsızlaştırılmasıydı. Öyle ki Sultan Abdülhamid yanlısı sivil ve askerlerin yüzlerine tükürülerek Meşrutiyete sadakat yemini ettirilmişlerdi.(194) 28 Şubat döneminin kudretli generali Çevik Bir tarafından hazırlattı­rılan ve bütün komutanlıkların dış duvarlarına astırılan “Orduya sa­dakat şerefimizdir” pankartları ne kadar da tanıdık geliyor...

Murat Akan - Üst Akıl,syf:278-284

Dipnotlar:

188- Rona Aybay, Vatandaşlık Hukuku, Bilgi Üniversitesi Yayınları, 2. Ba­sım, İstanbul 2006, s. 68.
189- Françoise Dreyfus, Bürokrasinin İcadı, Büyük Biritanya ve ABD’de Devlete Hizmet Etmek (XVIII-XX. Yüzyıl) Çev: Işık Ergüden, İletişim Ya­yınları, İstanbul, 2007, s. 6.
190- Enver Ziya Karal, Osmanlı Tarihi, c. IX, Türk Tarih Kurumu Yayın­ları, Ankara, 1996, s.51-55.
191- Sina Akşin-Sarp Balcı-Barış Ünlü, a.g.e, s.340.
192- Orhan Hançerlioğlu, Ekonomi Sözlüğü, Üçüncü Basım, Remzi Ki- tabevi, İstanbul, 1977, s.29.
193- Kudret Emiroğlu, Anadolu’da Devrim Günleri, II. Meşrutiyet’in İla­nı, İmge Yayınları, Ankara, 1999, s. 125,126.
194- Nahit Sırrı Örik, Hayat ile Kitaplar, Kanaat Kitabevi, c. 1 Ankara, 1946, s. 173.
Devamını Oku »

Üst Aklın Değişmeyen Oyunu: Böl, Parçala, Yut...



Üst Akıl, Tanzimat süreciyle sadece Osmanlı İmparatorluğunun geleneksel rejimini değiştirmekle kalmamış, Batı tarzı yaşamın yay­gınlaştırılmasını ve ulusalcılık akımlarının güçlendirilmesini de sağlamıştı. Özellikle Islahat Fermanının ilanından sonra Avrupalı oryantalistlerin Osmanlı düşünce hayatına soktukları en tehlikeli kavram, hiç şüphesiz etnik ayrışmaya dayalı ulusalcılık’ fikirleri ol­muştu. Zira aynı dini paylaşan milletlerin (Millet-i Hâkime) halifeye gönülden bağlılığı ve emirleri doğrultusunda birlikte hareket etme­leri, ‘hasta adam’ Osmanlıların parçalanmasını engelliyordu.

Bu nedenle; Asya’daki 150 milyon Müslümanı sömürgesi altında tutan Ingilizler, Hilafet makamından oldukça rahatsızdı. Aynı rahat­sızlık, Filistin’de bir Yahudi devleti kurmak isteyen Siyonizm temsilci­lerinde de mevcuttu. Zira Filistin’de bir Yahudi devletinin kurulması, ümmet bağlarının zayıflatılarak Osmanlı’nın parçalanmasından geçi­yordu. Dolayısıyla ümmet bilincini etkisiz hale getirmenin en kestir­me yolu, imparatorluk içerisindeki ‘ulusalcı’ akımları güçlendirmekti. Bu misyon, Avrupa’nın önemli kentlerinde ‘şarkiyatçılık’ adı altında kurulan çeşitli dernekler eliyle yerine getirilecekti. Mesela 1822 yı­lında bir Alman Yahudisi olan dilbilimci Julius Klaproth tarafından kurulan Société Asiatique (Asya Derneği), “şarkiyat” çalışmaları adı altında ‘Türkçülüğün’ altyapısını hazırlıyordu. Bu dernek, daha sonra da Osmanlı muhalefetine kol kanat geren ünlü Yahudi Silvestre de Sacy ailesinin yönetimine geçerek faaliyetlerine devam edecekti.

1789 Fransız ihtilali, çok uluslu devletleri parçalamanın başlangı­cı ve ilk denemesiydi. Daha sonra 1848 yılında başlayan Avrupa dev­rim hareketleri ise, ülkelerin rejimlerini ihtilal yoluyla değiştirmeyi esas alan fikirlerin benimsenmesine neden olmuştu. Hem Fransız ihtilali hem de Avrupa devrim hareketleri, milliyetçilik akımlarını körükleyerek, tarihte hiçbir zaman millet olamamış halkları dahi millet yapma çabalarına dönüşmüştü. 1848de yaşanan kargaşa ve is yan hareketlerinin en dikkat çeken yanı ise; Almanya, Fransa, İtalya Rusya, Macaristan, Polonya ve Romanya gibi Yahudi nüfusun yoğun olarak yaşadığı ülkelerde çıkmış olmalarıydı. Dahası, bu ihtilal ha­reketlerini başlatanlardan Karl Marx ve Friedrich Engelsin Yahudi kökenli olmaları da bir başka ilginç noktaydı.

Marx ve Engels’in birlikte yazdıkları ve 1 Şubat 1848 tarihinde yayınlanan Komünist Manifesto, özel mülkiyeti bir devrimle ortadan kaldırarak, sınıfsız ve devletsiz bir toplum düzenini gerçekleştirmeyi hedefliyordu. Ancak güçlü Avrupa ülkeleri bu isyanları bastırınca, azılı ihtilalciler Osmanlı coğrafyasının yolunu tutacaktı. İade ta­leplerine karşın “Zorunlu Müslüman” kimliğine bürünen bu ihtilal tüccarları, Avrupa’da yapamadıkları devrimi Osmanlı topraklarında yapmaya kalkışıyordu. Ancak burada da ilginç bir durum söz ko­nusuydu. Zira Avrupa’da “sınıfsız ve milliyetsiz” bir devlet modelini savunan ihtilalciler, her ne hikmetse Osmanlı’daki mücadelelerini “Türkçülük” tezleri üzerinden yürütüyorlardı. Ancak elbette bunu Türkleri çok sevdikleri için yapmıyorlardı. İhtilalcilerin körüklediği “Türkçülük” fikri, bir milliyete duyulan sevgiden ziyade, aslında üm­meti parçalamak için geliştirilen uzun vadeli bir projeydi.

Üst Aklın bu uzun vadeli planı, Paris’te tezgahlanıp çok uluslu devletler üzerinde sinsice uygulanmıştı. Finansal kaynağı Yahudi bankerler, fikri altyapısı ise yine Yahudi ihtilalciler tarafından sağla­nan “böl, parçala, yut” politikasının en ağır şekilde uygulamaya ko­nulduğu yer, hiç şüphesiz Osmanlı coğrafyası olmuştu. Bu politikala­rı icra etmek için de, öncelikle sadık bir bürokrat zümre oluşturuldu. Amaç, doğrudan işgal ve katliam politikaları uygulamak yerine, dev­let bürokrasisi içerisinde oluşturdukları ‘paralel devlet’ eliyle, meşru iradeyi vesayet altına almaktı. Nitekim bu plan, Tanzimat süreciyle birlikte başarıyla uygulanacaktı.

Diğer yandan “Şarkiyatçılık Dernekleri” ve “eğitim kurumlan” adı altında yürütülen misyonerlik faaliyetlerine de hız verilmişti. Mesela Paris’te “Alliance Israelite Universelle” adıyla faaliyete başlayan eğitim örgütlenmesi, geleceğin devlet adamlarını yetiştirmek için Osmanlı coğrafyasını bir ahtapot gibi sarmıştı. Derin iktidarın küresel efendileri, Osmanlı başkentine gönderdikleri ‘Şarkiyatçı’ kılıklı ajanlar eliyle, sara­ya muhalif çeşitli gizli cemiyetler kurdular. Böylelikle, imparatorluk te­baasının biat kültürüyle halife/padişaha kendi rızasıyla vermiş olduğu egemenlik gücünü, kökü dışarıya bağlı azınlık bir zümre eliyle gasp et­mek istiyorlardı. Bu uluslar arası toplumsal mühendislik faaliyeti, Yeni Osmanlılar Cemiyeti ile İttihat ve Terakki Cemiyetinin kurulmasıyla sağlanmıştı. Derin iktidar savaşının bir diğer ayağı ise, Batının seküler yaşam tarzı ve yeni fikirlerin yayılıp yerleşmesi için, dönemin gazetlerinin bir “psikolojik savaş” aracı olarak kullanılmasıydı.

Üst Aklın Filistinde bir Yahudi devleti kurma fikri önündeki en büyük engel, imparatorlukta yaşayan Müslümanları bir arada tutan ümmet olgusuydu. Dolayısıyla politik siyonizmin kurumsal uygula­yıcısı Dünya Siyonist Örgütü (WZO), kendilerine Filistin’in kapıları­nı açacak anahtarın İstanbul’da olduğunu biliyor, derin çalışmalarını Osmanlı üzerinde yoğunlaştırıyordu. Bu yüzdendir ki, Siyonizm’in kurucusu Theodor Herzl, Sultan Abdülhamid ile Filistin konusunu iki kez görüşmüş, Osmanlı Devletinin dış borçlarını ödeme karşılı­ğında Filistin’de bir Yahudi Devletinin kurulmasını istemişti. Her se­ferinde “hayır” cevabı alan ve Sultan Abdülhamid tahttan indirilme­den “vaat edilmiş” devletin gerçekleşmeyeceğini anlayan siyonistler, küresel psikolojik savaş yöntemlerini birer birer devreye sokmuşlar­dı. Çoğunluğu yabancıların elinde olan Osmanlı gazeteleri, siyonist emeller önünde engel teşkil eden tüm devlet adamı ve bürokratları itibarsızlaştırma, halkın gözünden düşürme görevini üstlenmişti.

Siyonistlerin Osmanlı coğrafyasında yürüttükleri derin iktidar mücadelesinde Selanik vilayetnin önemli bir yeri vardı. Yahudi nü­fusun yoğun olarak yaşadığı bu şehir, Avrupa’dan Osmanlı devleti içerisine sızmak isteyen casusların ve masonların merkezi duru­mundaydı. Mason localarını ustaca kullanarak örgütlenen siyonist­ler, Sultan Abdülhamid iktidarını yıkmak için bütün örgütlenmeyi adeta bir Yahudi kenti olan Selanik’ten yürütüyordu. Nitekim Sultan Abdülhamid iktidarına son veren İttihat ve Terakki Cemiyeti de işte bu şehirde büyüyüp gelişmişti. Siyonistler, devlet içerisine doğrudan sızmak ve devleti karşılarına almak yerine, mason locaları ile Jön Türkleri taşeron olarak kullanıyordu. Gözlerini iktidar ve intikam hırsı bürümüş, makam/mevki sahibi olmak isteyen sivil ve askeri bürokrasi, kolayca bu küresel gücün ağına düşmüştü.

Türk Olmayan Türkçüler'

Başta da belirttiğimiz gibi, kozmopolit bir imparatorlukta dağıl­ma ve yıkılma sürecini hızlandırmanın en kestirme yolu, ‘milliyet­çilik’ kartını kullanmaktı. Bu yüzden, Osmanlı İmparatorluğunda yabancılar tarafından körüklenen ulusalcılık hareketleri, derin ik­tidar mücadelesinin birer politik enstrümanı haline getirilmişti. Osmanlı da asli unsur olan Müslümanları yüzyıllarca bir arada tutan yegane bağ, din birliğine dayanıyordu. Bu bağı zayıflatmak, zincirin halkalarını koparmak için ‘milliyetçilik’ bombasının pimi çekilmeliydi.Zira ümmet anlayışının hakim olduğu bir devlette; millet, halk,vatan gibi yeni kavramlara vurgu yapmak, şüphesiz ayrışmaya ve çözülmeye neden olacaktı.

Üst Akıl, bir yandan imparatorluğun kurucu unsuru olan Türkle arasında “Türkçülük” fikrini yaygınlaştırıp projelendirmeye çalışır­ken; diğer yandan da Arap tebaa arasında bir “Arap milliyetçiliği'' oluşturmanın gayreti içerisindeydi. Osmanlı devletinin kurucuları ve yönetenleri Türk olmalarına rağmen, “ümmetçilik” anlayışı ne­deniyle hiçbir zaman “Türk” kelimesine özel bir vurgu yapma gereği duymamışlardı. Bu anlayış, imparatorluk içerisinde yaşayan diğer milliyetlerin devlete olan aidiyet duygularını güçlendirmiş, etnik kimliğe dayalı ayrışmanın önüne geçmişti.

Osmanlı İmparatorluğu, kuruluşundan yıkılışına kadar şer-i hü­kümlerle yönetilen Müslüman bir Türk devletiydi. Ancak içerisin­de barındırdığı çeşitli ırkları bir arada tutabilmek adına, özellikle “Türk” kelimesinin sıkça kullanımından kaçınıldığı da bir gerçekti. Zira “Millet-i Hakime” arasında ‘ırk’ ve ulus ayrımı olmadığı gibi, bir ırkın diğer bir ırka üstünlüğü de yoktu. Emeviler devrinde Araplarda olduğu üzere, Arap kökenli olmayan Müslümanları “Mevali” sıfatı ile küçülten bir ayrım da Osmanlı’lara yabancıydı.(1) Ancak Osmanlı padişahları her ne kadar “Türk” ırkına özel bir vurgu yapma­salar bile, imparatorluk zaten bütün dünyada bir “Türk devleti” ola­rak biliniyordu. Avrupalıların yüzyıllar boyunca “Türk” sözcüğüyle kastettikleri, İslam ve Osmanlı devleti olmuştu.

Burada asıl ilginç olan mesele; ne yazık ki Osmanlı’daki “Türkçü­lük” hareketlerinin Türkler tarafından değil, genelde Avrupalı Yahudi ve Hıristiyanlar tarafından başlatılmış olmasıydı. Üst Akıl, “oryanta­list” kılıfı altında gönderdiği küresel proje elemanları sayesinde, im­paratorluk coğrafyasında “ulusalcılık” fikirlerini yaymayı başarmıştı. Avrupa’nın önemli başkenlerinde ve İslam coğrafyasında kurulan kü­tüphane, dernek ve gizli cemiyetlerle; bunların yayınlamış oldukları gazete, dergi ve kitaplar vasıtasıyla Osmanlı aydınları arasında politik bir “Türkçülük” fikri oluşturdular. “Türklerin Aslı”, “Türklerin Tarihi’, ‘Türklerin Dili’ gibi kılıflar altında hazırladıkları yayınları Osmanlı bü­rokrat ve devlet adamlarının eline tutuşturan batılı Türkologlar, acaba bu hizmeti(!) gerçekten Türkleri sevdikleri için mi yapıyorlardı? Yüz­yıllar boyu Türkleri “barbar” olarak tanımlayan ve Türklerin “insan olup olmadığını” bile tartışan Batılı aydınlar, şimdi Türklerin kimliğini övüyor ve tarihleri konusunda birbiri ardına araştırmalar yapıyordu.

Osmanlı yıkılıncaya kadar “Şarkiyat Araştırmaları” etiketini bir kılıf olarak kullanan Batılı oryantalistler, öncelikle Türklerin kendilerine ait bir tarihleri olduğu vurgusunu ön plana çıkaran kitaplar yazmakla işe başlamışlardı. Oryantalistlerin özellikle vurgu yaptıkları bir diğer ayrıştırma konusu da, Türk diline yönelik araştırmalar olmuştu. Bir yandan Osmanlı tebaasının Türk unsurlarına “Bizim Osmanlıcadan başka bir dilimiz varmış” fikri benimsetilmek istenirken öte yandan Müslüman Araplarda da “Biz bugüne kadar Türklerin tahakkümü altında yaşıyormuşuz” intibaını uyandırmaktı.

Nitekim bu görevi Yahudi asıllı oryantalist Arthur Lumley Davids üstlenmişti. A Grammer of the Turkish Language” ismiyle yazdığı ünlü kitabı, büyük bir zafer kazanmış komutan edasıyla İkinci Mahmud'a gururla hediye edecekti. Her ne hikmetse, Türklerin soyağacını araştırmak ve “Üstün ırk” olduklarını hatırlatmak Batılı aydınlara düşmüştü. Bu sorunu kendisine dert edinenler ise, yine her ne hikmetse hep Yahudi kökenli bilim adamlarıydı. Kimileri Türklerin Avrupalılarla aynı soydan geldiğini iddia ediyor, kimileri İslam’ın Türk kültürünü yok ettiğini yazı-yor, kimleri ise, derviş kılığına girerek Orta Asya çöllerinde “saf Türk kavmi” arıyordu! Sanki Türkler Osmanlı’da “Millet-i Hakime” değil,düşman pençesi altında yaşayan esir bir milletmiş gibi... Fransızca ya da çevrilen Arthur Lumley Davids’in bu Genel Türk Dilbilgisi kitabı,dönemin Türk aydınları üzerinde büyük bir tesir bırakacaktı.

Mesela Ali Suavi, söz konusu kitaptan bol bol yararlanmıştı.(2)Türklerin tarihiyle ilgili ilk eser, 1748 yılında Fransız Şarkiyatçısı Joseph de Guignes tarafından kaleme alınmıştı. Kitap, Mémoire Historique Sur ’Origine des Huns et des Turcs” (Hunlar ve Türklerin Kökeni) adını taşıyordu. Bu eser, onun İngiltere’nin ünlü bilimsel düşünce topluluğu ‘Royal Society’ye’ girmesini sağladı. Joseph de Guignes, Royal Society ye girdikten sonra da Türkler üzerindeki çalışmalarına devam etti. Sonunda Türk tarihiyle ilgili ünlü “Histoire Generale des Huns, des Turcs, des Mogols et des Autres Tartares Occidentaux” (Hunlarin, Türklerin, Moğolların ve diğer Batı Tatarların Genel Tarihi) isimli eserini yazdı. Şüphesiz buraya kadar yapılanları elbette “bilimsel çalışmalar” olarak kabul edebilmek mümkün. Ancak Joseph de Guignes ve diğer Batılı oryantalistlerin, Türk tarihiyle ilgili yapmış oldukları çalışmalarda ilginç bir detay hep dikkat çekiyor. Yapılan çalışmaların hemen tamamında Türklerin “İslamiyet'le bir ilgisinin olmadığı” ve İslamiyet’i kabul ettikten sonra, “Türk kimliğinin yok olduğu” ısrarla vurgulanıyordu.

Şimdi daha önce kendisinden söz ettiğimiz Arthur Lumley Davids,Türk kimliğine,diline ve tarihine büyük ilgi duymuş ve Tanzimat öncesi ‘Grammer of the Turkish Language’ (Moder Türk Dili Grameri) isimli eserini yazarak ‘Türklüğe’ hediye etmişti. Kitapta verilmek istenen mesaj her ne kadar gramer’ başlığı altın da gizlense de, asıl hedef, giriş bölümünde Türklerin tarihiyle ilgili sunulan yalan yanlış bilgilerle bir ‘Türk kimlik bilinci’ oluşturmak­tı.

Lumley Davids, Türklerin geçmişteki gelenek ve göreneklerinin yüceliği ve imparatorlukta yaşayan diğer Müslümanlardan ayrı bir millet olduğunu uzun uzun vurgulama gereği duyuyordu. Öyle ki, kendisi de bir Yahudi olan ünlü tarihçi Bernard Lewis’e göre, Türkler “ayrı bir milliyet” olduklarını ilk kez bu kitaptan öğrenmişti!
Ne var ki grameri büyük bir aşkla yazan Lumley Davids, onu pa­dişaha sunamadan genç yaşta ölmüştü. Ancak Fransızca’ya çevrilen eser, Davids’in annesi tarafından 1836’da ‘yenilik arayışlarını sürdü­ren padişah İkinci Mahmut’a sunulacaktı.(4) Elbette bu kitap Osmanlı Sultanına sadece ‘hediye’ olarak takdim edilmekle kalmadı, döne­min aydınları arasında bir “Türkçülük” çığırı da açtı. Kitap, Batı aşığı Tanzimat bürokratları ve yazarları tarafından Türkçe’ye çevrilerek, “Türk kimliği” konusunda ilham kaynağı haline getirildi.

Ancak bu­radaki asıl amaç; Türk ırkının, kültürünün gerçek manada araştırıl­ması ya da Türk bilincinin oluşması değildi. Öyle ya, imparatorluğu yöneten tüm padişahlar Türk soyundandı ve Türk egemenliğine de kimsenin itirazı yoktu. Lâkin 14 ayrı milletin yaşadığı ve Türklerin “Millet-i Hakime” olduğu bir imparatorlukta, Türklere ‘milliyetini’ hatırlatmak kimin işine yarayacaktı?

Avrupalı oryantalistler tarafından “Türk kimliği” üzerine yapılan bu çok yönlü çalışmalar, aslında Türklerin Avrupalılarca sevildiği için değil, çok milletli bir yapının parçalanmasıyla ilgili uzun vadeli projelerdi. Zira Devlet-i Aliyye içerisinde bir “Türk kimliği” oluştur­maya yönelik çalışmalar sadece Joseph de Guignes ve Arthur Lumley Davids ile sınırlı kalmamıştı. Bu iki şarkiyatçının bıraktığı “Türkçü­lük” bayrağını bir başka Yahudi oryantalist David Leon Cahun ala­caktı.(5) Aynı zamanda Yeni Osmanlılar Cemiyeti ile İttihat ve Terakki Cemiyetinin küresel efendilerinden biri olan Leon Cahun, Lumley Davids gibi Türk grameriyle yetinmemiş, daha da ileriye giderek Türkçülere “Turan” hedefini göstermişti. Onun yazmış olduğu “Asya Tarihine Giriş” adlı eseri, “Türk milliyetçiliğinin Kur an-ı Kerim’i” diye nitelendirilecek ve Türkçüler arasında büyük bir itibar görecek­ti.(6) Dahası, Cahun’un yazmış olduğu bu kitap, yabancı bir konsolos tarafından ilk kez İttihat ve Terakki Cemiyetine hediye edilmişti.(7)

Üst Aklın Osmanlı’daki toplumsal mühendislik faaliyetlerini yü­rüten ve “Türkçülük” fikirlerinin gelişmesini sağlayan en önemli kü­resel efendilerinden bir diğeri ise; yine Yahudi asıllı ve aynı zaman­da İngiliz ajanı(8) olan Arminius Vambery idi. “Reşid Efendi” takma adıyla Sünni derviş kılığına girerek Orta Asya bozkırlarını karış karış dolaştı.(9) Elbette Arminius Vambery’nin amacı “unutulmuş Türk kavimlerini bulup ortaya çıkarmak değil, imparatorluğun çözülmesini hızlandıracak Türkçülük fikirlerinin bilimsel altyapısını hazırla­maktı. Bütün bu veriler göz önüne alınırsa, “Türkçülük” ve “Turan­cılık fikirlerinin İttihat ve Terakki Cemiyetiyle başladığı tezleri, koca bir yalandan ibaret olsa gerek. Zira Arminius Vambery, nam-ı diğer Reşid Efendinin Orta Asya bozkırlarında Türk boyu araması, İttihat ve Terakki Cemiyeti'nin üç paşasından en yaşlısı olan Cemal Paşanın doğumundan tam 10 yıl öncesine rastlıyordu.

Osmanlı İmparatorluğundaki milliyetçilik’ fikirlerinin yayılma­sındaki bir diğer etkili güç ise, Üst Aklın gizli eli masonluk olmuştu. Tanzimat süreciyle birlikte Osmanlı coğrafyasında mantar gibi çoğalan mason locaları, imparatorluğun önemli kentlerinde hızlı bir örgütlen­me içerisine girdiler. Osmanlı toplumuna yabancı olan masonik fikir­lerin benimsenmesinde Bektaşi dergahları da önemli rol oynarken,(10) bu localara ilk kaydolanlar yine Bektaşiler olmuştu.(11) Tanzimat’ın sağ­lamış olduğu ‘özgürlük’ ortamıyla, masonlar hızla devlet kademelerin­de görev almaya başladı. Masonların devlet dairelerinde istihdam edil­melerini de, Tanzimat’ın mason yıldızı Mustafa Reşid Paşa sağlıyordu.

İlginç olan; masonların diğer ülkelerde “dünya kardeşliğini sa­vunurken, Osmanlı’da ‘milliyetçilik’ fikirlerini körüklemeleriydi. Millet sistemi esasına göre yönetilen ve sayıca Türklerden fazla Hı­ristiyanların yaşadığı bir imparatorlukta, ‘ Türk milliyetçiliği fikrini savunmak, aslında dolaylı olarak diğer milletlerin bağısızlığına vur­gu yapmaktan başka bir şey değildi. Türk olmayan, ama Türkçülü­ğü” savunan Yahudi/mason cephe, çıkarmış oldukları gazete, dergi ve kitaplarıyla Osmanlı bürokratlarını istedikleri şekilde yönlendirebiliyordu. Psikolojik savaş aracı olarak kullandıkları en büyük ens­trümanları; “özgürlük, eşitlik, kardeşlik” kelimeleriydi.

Turan’ Fikrinin Babası

‘Dil bilimci’ ve ‘şarkiyatçı’ görüntüsü altında Türklerin kökeniyle ilgili ardı ardına araştırmalar yapan yabancı tarihçilerin, “Türkçü­lük” akımını bir siyasi proje olarak kullandığını belirtmiştik. Şüp­hesiz, seküler değişim ve dönüşüm süreçleri ile yeni ulusların imal edilmesi sürecinde tarih önemli bir araçtı. Ünlü Yahudi tarihçi Eric Hosbavvm’ın deyimiyle; eğer amaca uygun bir geçmiş yoksa, her zaman için yeniden imal edilmeliydi.(12)Osmanlı İmparatorluğu'nda Tanzimat süreciyle başlayan etnik kimlik tanımlama çalışmaları cumhuriyetin kuruluşuna kadar kesintisiz olarak devam edecekti Mesela resmi tarih tezinin oluşturulmasında, özellikle Leon Cahun gibi Batılı oryantalistlerin büyük etkisi olmuştu.(13)

Osmanlı İmparatorluğunda “Türkçülük” hareketlerinin Fikri altyapısını hazırlayan küresel efendiler, aynı zamanda saray karşıtı muhalefeti destekleyip yönlendiren kişilerdi. Dr. Capoleone, Jean Pietri, Simon Deutsch, Gregory Ganesco, Wladyslaw Plater ve Kostanty Borzecki gibi ünlü ihtilal tüccarları Jön Türk hareketini bizzat örgütlerken; Avrupalı şarkiyatçılar da yaptıkları ‘Türkçülük’ çalışma­larıyla saray karşıtı muhalefetin fikri altyapısını oluşturuyordu. Bu isimlerin en önemlilerinden biri, “Türkçülük” fikrinin babası sayı­lan ve Jön Türk hareketine destek olan Yahudi asıllı Türkolog Leon Cahun’du. Ailesi onun asker olmasını istemişti ama, her nedense o kendisini coğrafi ve tarihi araştırmalara adamış, Türklerin İslamiyet öncesi kültürünü kendisine dert edinmişti.

Günümüz koşulları çerçevesinde bakıldığında, bir “Türklük bi­lincinin” oluşturulmasında ve geçmişimizin araştırılıp topluma su­nulmasında elbette garipsenecek hiçbir durum yoktu. Ancak bütün bu etnik köken çalışmaları, dağılmakta olan çok uluslu bir impa­ratorlukta yapılıyordu.

Üstelik Leon Cahun gibi Avrupalı oryanta­listlerin Türklerle ilgilendikleri dönemde, gerek Osmanlı’da gerekse Avrupa’da “Türklüğe” karşı özel bir ilgi de yoktu. Leon Cahun da halef ve selefleri gibi Avrupa’yı keşfetmek yerine, İslam coğrafyasını tercih etmişti. 1864 yılında o dönem Yahudi nüfusunun yoğun oldu­ğu Mısır’dan başlayarak Nubya, Kızıldeniz’in batı kıyıları ve Anadolu topraklarını karış karış gezdi. Elbette amaç; Türklerin tarihini araş­tırmak ve kültürünü dünyaya tanıtmak değil, ileri dönemde kurula­cak olan İsrail devletine yapılacak göç yollarını keşfetmekti...

Özellikle Türklerin İslamiyet’le tanışmadan önceki gelenek, gö­renek ve soyağaçları konusunda çalışmalar yapan Leon Cahun, yaz­dığı kitap ve makalelerle “Türkçülüğün” kültürel plandan politik bir hareket haline dönüşmesini sağladı. Onun Türklerle ilgili yaz­mış olduğu “Gök Bayrak” adlı romanı ile, “Asya Tarihine Giriş” ve “Türkler ve Moğollar” adlı kitapları, dönemin Türkçülerinin büyük esin kaynağı olmuştu. Özellikle “Asya Tarihine Giriş” isimli eseri, “Türkçülüğün” temel referanslarından biriydi. Ziya Gökalp, “Türk­çülüğün Esasları” isimli eserinde “Türkçülük” tarihini anlatırken, Leon Cahun’un Türkler konusunda yazdığı bu eser hakkında şöy­le diyecekti: “1896’da İstanbul’a geldiğimde ilk aldığım kitap, Leon Cahun’un tarihi olmuştu. Bu kitap adeta Pan-Türkizm mefkuresini teşvik etmek üzere yazılmış gibidir”.

Kitabın önsözünde, Türkler yıkıcı, düşünce kabiliyetleri olmayan, medeniyet kuramamış ‘budalalar olarak nitelendirilmesine(14) rağ­men, maalesef bu kitap dönemin yerli “Türkçüleri” arasında Cemil Meriç’in deyimiyle “Türkçülüğün Kur an-ı Kerim’i” haline gelmişti. Leon Cahun, Türk tarihiyle ilgili yazdığı kitaplar ve makalelerle Os­manlIdaki rejim muhaliflerine ve özellikle Türkçülere, “Gerçek Türk ruhunun İslam’ın dışında, Orta Asya’da olduğunu, sadece Türk ırkı­na ait bir yeni yönetimin olması gerektiğini” empoze ediyordu. Ya­zara göre, Müslümanlık gerçek Türk dehasıyla ters düşmüş, Araplar, Türkleri silahla yenemeyeceklerini anlayınca, çok iyi bildikleri iftira­ya başvurmuşlardı. Dahası, Türkler Selçukludan itibaren bozulmaya başlamıştı.(15) İlginç olan, Leon Cahun Orta Asya’ya hiç gitmediği hal­de, o bölgenin gelenek ve göreneklerini ve o toprakların insanlarını o günkü gazetelerde şehvetle yazıyordu.(16) Cahun’un bu çalışmaları­nın asıl amacı, Türkçülüğü popülarize ederek siyasal alana taşıyıp resmi ideoloji haline getirmekti.17 Mesela daha önce Türkçe’de özel bir anlam taşımayan ‘Turan kavramı; Cahun’un eserleri sayesinde yaygınlık kazanarak, İttihat ve Terakki Cemiyeti’nin Osmanlı’yı 1. Dünya Savaşına sokma gerekçelerinden biri olacaktı.

Leon Cahun, Türklerle ilgili sadece etnik temelli eserler yaz­makla kalmadı, Avrupa’daki Osmanlı muhalif hareketi olan Jön Türkleri de destekleyip yönlendirmişti.(18) Cahun, Namık Kemal ve diğer Yeni Osmanlılar Cemiyeti üyeleriyle Paris’e sürgüne gel­diklerinde tanışmıştı. Cemiyet üyeleri ile Paris’te sık sık ülke me­selelerini tartışan Cahun, ayrıca onları Viyanalı devrimci Yahudi asıllı ihtilalci Simon Deutsch ile de tanıştırmayı ihmal etmemişti. Avrupa’nın en önde gelen devrimcilerinden Simon Deutsch, Paris Komün Devrimi’ne katılmış ve Marx’tan sonra Uluslararası İşçiler Birliği Başkanı olmuştu.

Ne var ki Üst Aklın küresel efendilerinden biri olan Simon De­utsch, Namık Kemal ve arkadaşlarına “komünist” fikirleri değil, “milliyetçilik” fikirlerini aşılayacaktı. Cemiyet üyelerinin Leon Ca­hun ile Paris’te başlayan ilişkileri, muhalefetin İstanbul’a dönüşün­den sonra da devam etti. Ancak Leon Cahun’un Cemiyet üyelerin­den tek anlaşamadığı kişi, Namık Kemal’di. Namık Kemal, Leon Cahun’un ‘Türkçülük’ fikirlerinden ziyade, seküler rejim görüşlerin­den etkilenmişti. Namık Kemal, Osmanlı İmparatorluğu dışındaki Türkleri hiç sevmezdi.(19) Zira o, Türklerin Müslüman ülkelerine zarar veren Tatarlar olduğuna inanıyordu. Leon Cahun’un kitapları Mus­tafa Kemal tarafından da büyük bir ilgiyle okunacak ve onu etkileyen en önemli yazarlar arasına girecekti.(20)

Hem ‘Derviş’ Hem ‘Türkçü’ Hem AJan

Avrupa’daki 1848 ihtilallerine karıştıkları için ülkelerinde ölüm cezalarına çarptırılan çok sayıdaki devrimci, cezalardan kurtulabilmek için çareyi İstanbul’a kaçmakta bulmuştu. İşin ilginç yanı, Os­manlı’daki rejim muhalifleri “özgürlük yok” diyerek Avrupa’ya ka­çarken; 1848 devrimlerine karıştıkları gerekçesiyle ülkelerinde idama mahkum edilen yabancı ihtilalciler, kaçarak geldikleri İstanbul’da özgürce hareket edebiliyorlardı. Dahası, Osmanlı’daki saray karşıtı muhalefet, örgütlenme ve fikrî konularda bu ihtilalciler tarafından açıkça desteklendi. Bütün bunlara ilave olarak, Avrupa’dan şarki­yatçı’ ve gezgin’ kılıfı altında İstanbul’a gelerek, Cemiyet üyelerine “Türkçülük” ve ihtilalci fikirleri aşılayan çok sayıda sözde bilim ada­mı da cabasıydı. Osmanlı coğrafyasına ayak bastıktan sonra “özel hoca” ve “misafir” etiketlerini kullanan bu kişiler; özellikle mason, dönme ve Bektaşi paşaların konaklarında “özel hoca” sıfatlarıyla asıl görevlerini rahatlıkla icra edebiliyorlardı.(21)

Mustafa Reşid Paşa, Hüseyin Daim Paşa, Ahmet Vefik Paşa, Abdüllatif Suphi Paşa, Sami Paşa ve Mithat Paşa gibi Tanzimat sürecinin ünlü isimlerinin konakları, saray karşıtı fikirlerin tartışılıp olgunlaştı­rıldığı merkezler haline gelmişti.(22) Öyle ki, ülke siyasetinin masaya ya­tırılarak binbir türlü toplum mühendisliğinin yapıldığı bu toplantılara katılmak, Osmanlı yüksek bürokrasisi arasında adeta bir ayrıcalık sa­yılıyordu. “Encümen-i Daniş”(23) adı verilen ve Tanzimat sonrası devlet adamları ile varlıklı kişilerin konaklarında yapılan bu toplantılar, dev­rin bürokratlarına istikamet çizerken, dönemin iktidar sahiplerine de “Üst Akıl” vazifesi görüyordu. Mustafa Reşid Paşa tarafından kurulan “Encümen-i Daniş”in en ünlü harici üyesi; Üst Aklın küresel etki ajan­larından Yahudi asıllı şarkiyatçı Baron Joseph Hammer Purgstall idi.

Bu derin yapılanmanın yerli ve yabancı sabit üyeleri olduğu gibi, üye olmadığı halde bu sohbetlerin müdavimi olan Avrupalı Oryan­talist ve ihtilalciler de vardı. Mesela Encümen-i Daniş toplantılarına asıl üye olmadığı halde katılan en ünlü oryantalist, aynı zamanda Üst Aklın en kıdemli etki ajanlarından biri olan Arminius Vambery adındaki Macar Yahudisiydi. Peki, konak sohbetleriyle başlayıp dö­neminin Osmanlı siyasetinde derin izler bırakan, “Türkçülük” fik­rinin altyapısını hazırlayıp saray karşıtı muhalefeti yönlendiren ve İngiltere ile Osmanlı Devleti arasında ‘arabuluculuk’ gibi önemli bir görevi üstlenecek kadar kıdemli olan bu ünlü “şarkiyatçı” kimdi? Ge­lin şimdi Arminius Vambery’nin ‘şarkiyatçı’ kimliği ile Osmanlı coğ­rafyasına yaptığı esrarengiz yolculuğu ve dönemin siyaseti üzerinde oynadığı rolü birlikte görelim.

Arminius Vambery’nin doğum tarihi tam olarak bilinmiyor. Ba­basını küçük yaşlarda kolera hastalığından kaybetti. “Vambery” aile­nin orijinal adı değildi. Ailenin asıl adı, daha önce aile büyüklerinin yaşadığı ve bugün Almanyada bulunan Bamberg kasabasından ge­liyordu. Vambery ailesi, Macaristan’a göç ettikten sonra Yahudilere verilen soyadı ile birlikte ‘Wamberger’ adını aldı. Ancak daha sonra bu isim Vambery olarak kaldı. Arminius Vambery’nin babası, ünlü bir Yahudi din bilginiydi. Her ne kadar seyyar satıcılık da dahil pek çok vasıfsız işlerde çalışsa da, Yahudi tarihi ve İbrani diniyle ilgili çeşitli araştırmalar yapmış, çok sayıda kitap okumuştu.

Baba Vambery, Macaristan’ın kuzeybatısında çıkan kolera salgı­nında ölünce, anne Vambery başka bir kişiyle evlendi. Ancak kü­çük Vambery için huzursuz günler de bundan sonra başlayacaktı. Aile, mali sorunlar nedeniyle Vambery’nin doğduğu yer olan St. Georghen i terk etmek zorunda kalmıştı. Artık yeni yurtları üvey ba­basının memleketi olan Duna Szerdahely olmuştu. Küçük Vambery, önce bir Yahudi okuluna kaydedildi. Ancak üvey babasının fikir de­ğiştirmesi üzerine, Protestan ilkokuluna yerleştirildi. Üstün bir dil öğrenme yeteneğine sahip olan Vambery, sekiz yaşma kadar anadi­li îbranice’nin yanı sıra, Almanca ve Macarca’yı da öğrendi. Yahudi dini ve tarihinin önemli kitaplarını okuyup öğrendiği gibi, onları çeşitli Avrupa dillerine de tercüme etti. Kitap okumaya olan düş­künlüğü ve dini konulardaki derin incelemeleri, toplam beş kez din değiştirmesine neden olmuştu. Öyle ki aynı anda hem papazlık, hem de hahamlık yapması, en sonunda ateist olmasıyla sonuçlanacaktı.

Gerek Batı edebiyatı, gerekse Batı dilleri konusunda yeteri kadar bilgi sahibi olduğunu düşünen Vambery, bundan sonra kendini “doğu bilimlerine” adamaya karar vermişti. Bu amaçla Viyana’ya yaptığı gezi, Vambery’nin hayatında yeni bir sayfa açacaktı. Viyanada tanış­tığı Encümen-i Daniş’in harici üyesi Yahudi oryantalist Joseph von Hammer Purgstall, Vambery’nin “şarkiyatçı” olma yolundaki kararını daha da pekiştirmişti. Aynı zamanda ‘Viyana Orientalische Akademi’ üyesi ve Şark Şubesinin başkanı da olan Hammer Purgstall, deneyim­li bir Doğu bilimleri uzmanı olduğu gibi, aynı zamanda da Osmanlı Devletini çok yakından tanıyordu. 1799 yılında diplomatik görevle gelip yedi yıl kaldığı İstanbul’da Arapça, Farsça ve Türkçe’yi öğrenmiş, Encümen-i Daniş’in harici üyeliğine kadar yükselmişti.

Vambery, kendisi de bir Yahudi olan ve dünya Yahudilerinin ulusal uyanışı” için çeşitli araştırmalar yapan dönemin Macaristanı Eğitim Bakan, Baron Eötvös Josephın yardımıyla, 1857 yılında İstanbul'a geldi. Osmanlı toplumunun dini konulardaki hassasiyetini dikkate alan Vambery, yol boyunca “40 Sual, 40 Cevap'' isimli dini kitabı elinden hiç düşürmedi. Zira İslam coğrafyasındaki amacını gerçekleştirebilmek için, bir ‘Müslüman gibi davranmalıydı.

İstanbul’a indiğinde kaldığı ilk yer, Yahudilerin ağırlıkta olduğu Galata semti olmuştu. Kalacak yeri yoktu. Gündüzleri Rum ve Ya­hudilerin işlettiği kitapçı dükkanlarına takılarak vakit geçiriyordu Aklına Macaristan’da okurken özel öğretmenlik yapıp para kazandığı günler gelmişti. Aynı şeyi İstanbul’da da yapabilirdi. Zaten tanıştı­ğı zengin Rum ve Yahudi dostları, ona paşa konaklarında ‘hocalık' yapabileceği tüyosunu çoktan vermişti. Hemen çeşitli yerlere ilan­lar vererek kendine öğrenci aradı. Nitekim çok geçmeden, Hüseyin Daim Paşanın oğluna Fransızca hocası olmuştu.

Ne var ki Vambery, sadece konaklarda paşa çocuklarına ders ver­mekle kalmayacaktı. Elbette asıl derdi başkaydı. Sözde “Macar ve Türk dillerinin ortak yönlerini araştırmak için” İstanbul’a gelmişti ama, onun asıl ilgilendiği konu, Osmanlı’daki ‘özgürlük’ hareketle­riydi. Zira İstanbul’dan İngiltere Dışişleri Bakanlığına gönderdiği gizli raporunda, “İlk özgürlük hareketlerini Hüseyin Daim Paşanın evinde gördüğünü” büyük bir iştahla yazacaktı.(24) Paşa konakların­da ülke siyasetine hakim olan Vambery, kısa sürede Türk dilini ve kültürünü de yakından tanıdı. Kendisini öylesine “Türk kültürüne” kaptırmıştı ki, hâl ve hareketlerinden, kılık-kıyafetinden, konuşma­larından onun bir “ecnebi” olduğu asla anlaşılamazdı. Nitekim bir süre sonra adını da değiştirip, “Reşid Efendi” olacaktı...

Devletin Hücrelerine Giriyor

Gizemli oryantalist Vambery, ismini değiştirmesine değiştirmiş­ti ama, bu onun “Müslüman” olduğu anlamına gelmiyordu. Sadece ileride atacağı adımların önünü açmak, “oryantalist” kılıfı altında yürüttüğü ajanlık payesini gizlemek için böyle bir yola başvurmuştu. Nitekim bu yeni isim, ona pek çok kapının açılmasını sağladı. Kısa sürede Tanzimat Sürecinin mimarlarından Mithat Paşa ile tanıştı. Bir yandan Mithat Paşaya Fransızca dersleri verirken, bir yandan da ona Osmanlı siyasetiyle ilgili istikamet çiziyordu. Dahası, medrese­lerde ‘hocalık’ yaparak hem İslamiyet’i yakından tanıyor, hem de ‘ec­nebi’ yaftasından kurtulmuş oluyordu.

Vambery’nin İstanbul’daki şöhreti, kısa sürede Osmanlı yüksek bürokrasisi arasında hızla yayılmıştı. Nitekim Mithat Paşadan son­ra Dışişleri Bakanı Rıfat Paşanın oğluna da ders vermeye başladı. Sadece ders mi? Bu konakta hem üst düzey yöneticilerle yakın te­maslar kuruyor, hem de devlet politikasıyla ilgili önemli bilgiler elde ediyordu. Tanzimat’ın uygulayıcılarından Ali, Fuat ve Mustafa Reşid Paşalarla da bu konakta tanıştı. Ancak Ali Paşa, Vambery’nin “Re­şid Efendi ismini almasına rağmen, iç politikaya olan yoğun ilgisi ve Osmanlı muhalif hareketi üyeleriyle olan yakınlığı nedeniyle on­dan şüphelenmişti. Ne var ki Vambery için bu hiç de sorun olmadı. Yüksek bürokrasi içerisinde edindiği dostları sayesinde, Vambery bu dikkatli bakışlardan kurtulmasını bilmişti.

Vambery îstanbulda dört yıl kaldı. Doğuya yaptığı ilk gezi, ona yabancı dil uzmanlığı ve önemli bir miktar da para kazandırmıştı. Yeni kazandığı deneyim ve bilgiler, 1858’de Almanca-Türkçe bir söz­lük yazmasını sağladı. Arapça, Osmanlıca ve Farsça’yı öğrendi. Çağa­tayca-Osmanlıca sözlüğünü Macar diline çevirdi. İstanbul’da kaldığı süre içerisinde, Macar Bilimler Akademisinin üyesi oldu ve nüfuzlu Avrupa gazetelerinde muhabirlik yaptı. Artık başkent İstanbul’daki hazırlıklarını tamamlamış, asıl görev yeri olan Orta Asya yolculuğu için hazır hale gelmişti.

Arminius Vambery’nin sözde görevi, Orta Asya’ya giderek Macar ve Türklerin kökenlerini, iki ulusun dil benzerliklerini araştırmak­tı. Ancak o dönemde Orta Asya’yı gezmek hiç kolay bir iş değildi. Asya’da yaşayanlar bile, bu coğrafyada kendi başlarına dolaşmayı göze alamazlardı. Daha önce İngilizlerin casusluk amacıyla bu böl­geye gönderdiği üç kişiden ikisi, Buhara’da ölü bulunmuştu. Ancak Vambery, inandığı değerler uğruna tüm riskleri göze alıyordu. Orta Asya yolculuğuna finansör bulmak için 1861 yılında İstanbul'u terk ederek Macaristan’a gitti. O dönem Yahudi bilim adamlarının kont­rolünde olan ‘Macar Bilimler Akademisinden aldığı bin florinle tek­rar İstanbul’a döndü. Orta Asya’da maruz kalacağı tehlikelere karşı Macar Bilimler Akademisi’nden aldığı tavsiye mektuplarına, Bab-ı Ali’nin tanınmış görevlilerinden aldığı referans mektuplarını da ek­ledi. Pek çok kişi, yolculuğun çok tehlikeli olduğunu belirtip onu ka­rarından döndürmeye çalışsa da, bütün çabalar sonuçsuz kalacaktı. Artık yola çıkma zamanı gelmişti.

Orta Asya yolculuğuna başlamak için, 28 Mart 1862 tarihinde İstanbul’dan Trabzon’a hareket etti. Uzun bir yolculuğun sonunda İran’a vardı. Amacı, Sünni hacılar arasına katılıp Orta Asya’ya git­mekti. Bu arada Vambery, Osmanlı’nın Tahran Büyükelçisi Haydar Efendinin kendisine yardım etmesi için, İngiliz Konsolosluğuna çeşitli mektuplar yazıyordu. Nitekim dönemin İngiliz Konsolosu'nun ricasıyla Haydar Efendi Vambery’ye bir hayli yardımcı oldu. Yapılar plana göre Vambery, Haydar Efendi’yi ziyarete gelen Sünni Tatar hacıların arasına karışarak Orta Asya’ya gidecekti

Tabi hem o bölge insanlarını, hem de beraber yolculuk edece­ği Tatar hacıları şüphelendirmemek için, yeni bir kılık kıyafet de­ğişikliği yapmak gerekiyordu. Hemen bir ‘derviş’ elbisesi giydi, yeşil bir çanta içerisine koyduğu Kur’an-ı Kerim’i çıkarmamak üzere boynuna astı. O artık dini bütün “Hacı Reşid Efendi” olmuştu. Hacı kervanına katılan Vambery, Hive, Buhara, Semerkant, Tebriz, Herat Hokand Kaşgar ve Gümüştepe gibi bölgeleri ziyaret etti. İslam öncesi Türk gelenek ve göreneklerini araştırırken, özellikle Yomut, Tekke ve Göklen boyları gibi Alevi Türkmenleri incelemeyi ihmal etmedi.

Vambery, zorluklar içerisinde geçen ve iki yıl süren Orta Asya gezisini sonunda tamamlamıştı. Trabzon üzerinden tekrar İstanbul’a geldi. Sadece üç saat kaldıktan sonra, Haziran 1864’te yeniden Macaristan’ın yolunu tuttu. Ne var ki, onun Orta Asya ile ilgili çalış­maları ne Macaristan’ın, ne de ona para verip Orta Asya’ya gönderen Macar Bilimler Akademisinin ilgisini çekmişti. Zira akademideki yönetim değişmişti. Vambery, akademinin bilimsel misyonundan çok, politik ve ulusal bir misyonu olduğunu düşünüyordu. Büyük bir şaşkınlık yaşarken, ders vermesi için Royal Geographical Society ta­rafından Londra’ya davet edildi. O da Orta Asya’da topladığı tüm ça­lışmalarını Royal Geographical Society’e ve İngiltere Foreign Officee verdi. Vambery, bu hizmet karşılığında İngiltere ile çok yakın ilişki­ler kurmuştu. Kraliçe Victoria tarafından saraya davet edildi. Ancak Vambery’nin yerinde duracağı yoktu. Almanya’ya ve Fransa’ya gide­rek ünlü oryantalistlerle bağ kurup, çalışmalarını onlarla da paylaştı.

Vambery, elbette Orta Asya çalışmalarını sadece Foreign Office’e ve ünlü oryantalistlere vermekle kalmamıştı. Bu araştırmalardan yola çı­karak, 1865-85 yılları arasında Orta Asya, İran ve Türkiye ile ilgili pek çok makale ve kitap yazdı. Times, Nineteenth Century ve National Re­view gibi gazete ve dergilerde yazıları yayımlandı. Almanyada, Münc- hener Allgemeine Zeitung, Unsere Zeit, Avusturya-Macaristan da, Pes­ter Loyd, Neue Freie Presse de, Fransada Reuve des deux Mondes ve Amerikada The Forum, The North American Review gibi yayın organ­larında çeşitli yazıları çıktı. Ayrıca Avrupa’nın değişik yörelerinde yapı­lan pek çok konferansa katıldı. Nitekim Vambery’nin bu küresel şöhreti, Doğu dünyasma olan yoğun ilgisi ve saray karşıtı muhaliflere verdiği destek, Avrupa’yı yakından takip eden Sultan Abdülhamid’in dikkatini çekmişti. Sultan, onu 1880 yılında Yıldız Sarayına davet etti. Sultan Abdülhamid, Vambery’nin İngiltere hesabma çalışan bir casus olduğunu öğrenmişti. Eğer yakın bir dostluk kurulursa, ondan faydalanabilirdi. Nitekim öyle de oldu. Kurt politikacı Sultan Abdülhamid, Avrupa’ya ve­receği bütün mesajları artık Vambery üzerinden gönderiyordu.

Vambery, Sultan Abdülhamid ile görüştükten sonra, İngiltere Dışişleri Bakanı Lord Salisbury tarafından tekrar İngiltere’ye davet edilmişti. Artık Türkleri kendisi kadar tanıyan Vambery’ye yapılan bu teklif, şimdiye kadar olanların en heyecanlı siydi. Vambery, İngil­tere ile Osmanlı Devleti arasında resmi arabuluculuk yapması hu­susunda görevlendirilmişti. Artık İstanbul’a döndükten sonra, her istediğinde Sultan Abdülhamid ile görüşebilecekti. Elbette sadece Sultanla değil. Osmanlı muhalif hareketi üyeleri, Siyonizm’in kuru­cusu Theodor Herzl ve Dünya Siyonist Örgütü Başkanı David Wolf- fsohn, onun sürekli ilişki içerisinde olduğu kişilerdi...

Siyonizmin İlk Casusu

Buraya kadar anlatılanlar, Arminius Vambery’nin Macaristan’dan başlayıp Orta Asya’ya uzanan yolculuğunun ‘hikaye’ kısmıydı. Zira onun her türlü tehlikeyi göze alarak çıktığı bu yolculuğun, “şarkiyat­çı” kılıfı altına gizlenmiş bir de gerçekleri vardı. Bir dönem Osmanlı siyasetine damgasını vurmuş bu karanlık sima, bütün riskleri göze alarak Orta Asya’ya yapmış olduğu seyahati gerçekten Türk tarihini ve dilini araştırmak için mi gerçekleştirmişti?

Öncelikle belirtmeliyiz ki, Arminius Vambery’nin Türk tarihi ve diliyle ilgi kuracağı hiçbir bağı yoktu. Osmanlı coğrafyasına ayak basmadan önce, onu etkileyen ne bir Türk arkadaşı, ne de Türklere ilgi duymasını sağlayan bir hikayesi olmuştu. Dahası, Arminius Vambery ve çağdaşı diğer oryantalistlerin Türk tarihine merak sardı­ğı o dönemde, Türkler ve ‘Türkçülük’ de revaçta değildi. Dolayısıyla Orta Asya gezisinin gerçek nedeni, Türk tarihi ve diliyle ilgili gerek­çeler olamazdı.

Her şeyden önce, Arminius Vambery sıradan bir Yahudi değildi. Tevrat şuuruyla yetişmiş, “Vaat edilmiş topraklarda” bir İsrail dev­letinin kurulacağına inanmış ve Siyonizm’e açık destek veren,(25) dini bütün bir Yahudi’ydi. Öyle ki Filistin’de Yahudilere toprak satışı kar­şılığında Osmanlı’nın dış borçlarını ödeme teklifini yapan Theodor Herzl’i Sultan Abdülhamid’le görüştüren kişi, Vambery’den başkası değildi. Ayrıca kendisini Theodor Herzl ile tanıştıran Dünya Siyonist örgütü Başkanı David Wolffsohn ile de sıkı ilişkileri vardı.

Diğer yandan, Mim Kemal ökenin İngiltere arşivlerinde yapmış olduğu araştırmalar neticesinde tespit ettiği gibi, o aynı zamanda tescilli bir İngiliz ajanıydı. Elbette böyle çok yönlü bir kişiliğe sahip olan birinin, sadece kuru meraktan Türk tarihi ve diline ilgi duyma­sı düşünülemezdi. Zira Vambery, Orta Asya'yı dolaşırken sadece bu ğrafyanın bozkırlarını not etmiyordu. Onun asıl aradığı Türk kavimleri değil, bu bölgede yaşayan Yahudilerdi. Üstelik Orta Asya’ ilgi duyan, bütün ölüm risklerini göze alıp bu bölgeye giden sade/ Vambery de değildi. Siyonistler, Orta Asya’da yaşayan Yahudilerin ulusal bilincini güçlendirmek ve Müslüman topluluklar içerisinde asimilasyona uğramalarını önlemek için, çeşitli dönemlerde o bölge­ye özel görevli kişiler göndermişlerdi.

Orta Asya’ya “Emissar” adı verilen özel görevlilerin gidişi, 1793 yıllarına rastlıyor. Orta Asya Yahudileri, daha çok Özbekistan ve Tacikistan’da bulunan Buhara, Semerkant, Taşkent, Kokand, Fergana ve Duşanbe gibi şehirlerde yaşıyorlardı. Filistin’de kurulacak olan “vaat edilmiş devlet” için insan göçünün elzem olduğu düşünülürse, Rus coğrafyasında yaşayan Yahudi nüfusun önemi büyüktü. Üstelik bu bölgede yaşayan Buhara Yahudilerinin ayrı bir önemi de vardı. Zira Buhara Yahudisi olmak, ‘katıksız’ ve ‘saf’ Yahudi olmak anlamına ge­liyordu. Buhara Yahudileri, ‘diaspora’ sürecinden sonra Yahudiliğin temel esaslarını her zaman yerine getirmiş, Tevrat’ı muhafaza etmiş ve Yahudi kimlik şuurunu güçlü bir biçimde sürdürmeyi başarmışlardı.

Siyonistler, Rus-İngiliz çıkar savaşının en üst düzeyde yaşandığı Orta Asya bölgesine Yahudi ulusal bilincini uyandırmak için ‘Emissarlar’ gönderirken, İngilizler de aynı bölgeye istihbarat akışını sağla­mak üzere “misyoner”, “kaşif” ve “diplomat” adı altında pek çok ajan yollamıştı. Yahudi ulusal bilincini canlı tutabilmek için, Vambery’den önce Buhara ve Semerkant bölgelerine Rabbi Yosef ve Haham Yosef Maimon adındaki “Emissarlar” gitmişti. Bu özel görevlilerin temel amacı, Buhara ve çevresinde yaşayan Yahudi nüfusun dini inançları­nı güçlendirerek, zamanı gelince Filistin’e göç etmelerini sağlamaktı.

Bölgeye gönderilen Emissarlar sayesinde, zengin Yahudilerin Filistin’deki soydaşlarına yardım etmeleri temin edilmiş, cemaat arasında bir İsrail Devleti kurma fikri canlı tutulmuştu. Özellikle Buhara’ya gönderilen Haham Yosef Maimon, buradaki Yahudi ce­maati arasında yarım yüzyıl gibi uzun bir süre kalarak, onların dini ve milli kimliğinin korunması ve geliştirmesi için büyük gayret gös­termiş, Rus Yahudi cemaatleriyle Buhara Yahudileri’ni yakınlaştır­mayı başarmıştı. Emissär Yosef Maimon, ömrünün sonlarına doğru ise, onlara tek bir hedef göstermişti: Bütün Yahudilerin anavatan’ olarak gördüğü Filistin topraklarına göç etmelerini..(26)

Siyonizmin olduğu gibi, İngiltere’nin de Orta Asya coğrafyası üzerinde farklı planlan vardı. Büyük devletlerin birbirlerine karşı hakimiyet mücadelesi verdiği bu dönemde; İngilizler Rusya’nın sıcak denizlere doğru genişlemesine şiddetle karşıydı. Bu nedenle kozmo­polit bir nüfusa sahip olan Rusya’da, etnik kimlik temelinde bir milli­yetçilik akımı oluşturarak, Rusları kendi iç meseleleriyle baş başa bı­rakmak gerekiyordu. Bu strateji çerçevesinde, Orta Asya’da yaşayan Türkler ve Yahudiler önemli birer kilometre taşlarıydı.

Dolayısıyla planın işleyebilmesi ve istihbarat akışının sağlanma­sı için Ingilizler; Orta Asya bölgesine ‘diplomat’ Charles Stoddart, ‘kaşif Arthur Conolly ve ‘misyoner’ Joseph Wolff isimli ajanlarını göndermişti.(27) Her ne kadar bu kişilerin kullandıkları etiketler dip­lomat, kaşif ve misyoner olsa da, onlar İngiltere devleti adına çalışan kıdemli ajanlardı. Mesela İngilizlerin Buhara’ya gönderdiği üç kişi­den Charles Stoddart ve Arthur Conolly, İngiltere ordusunda görev yapan istihbarat subaylarıydı. Nitekim ikisi de ajan olduğu tespit edi­lince, Buhara’da idam edilmişlerdi.

İngiltere’nin bölgeye gönderdiği üçüncü kişi ise, çok daha ilginçti. Yahudi asıllı Joseph Wolff, sözde bir Hıristiyan misyonerdi. Yahudi olmasına rağmen, Hıristiyanlığı en ince detaylarına kadar biliyordu. Deneyimli bir papazdı. 1821 yılında İngiltere hesabına Doğuya baş­lattığı misyonerlik ziyaretlerinde; Mısır, Sina, Kudüs, Halep, Mezo­potamya, İran, Gürcistan ve Kırım’ı dolaşarak beş yıl sonra yeniden İngiltere’ye dönmüştü. Bu seyahatlerle de yetinmeyen Joseph Wolff, “kayıp İsrail kabilelerini” aramak için 1828 yılında yeniden yollara düştü. Mısır, Yemen, Etiyopya, Malta, Anadolu, Ermenistan, Afga­nistan... Joseph Wolff’un son görevi, Orta Asya bölgesiydi. 1843 yılında geri dönmeyen iki İngiliz casusun akıbetini araştırmak ve istihbarat toplamak için Buhara’ya gitmişti.

Şimdi biz yeniden Arminius Vambery’ye dönelim. Sıcak denizle­re inmemesi için İngilizler tarafından gözetim altında tutulan Rusya, Siyonizm için de büyük öneme sahipti. Zira bu dönemde Rusya topraklarında yaşayan Yahudi nüfusa yönelik baskılar artmıştı. Üstelik Yusuf Basalel’in “Yahudi Tarihi” isimli kitabına göre, bu bölgede ya­şayan beş milyona yakın Yahudi nüfus vardı. Bütün bu veriler göz önüne alındığında, bölgeye gönderilecek en isabetli oryantalist, Ar­minius Vambery’den başkası olamazdı. O da Joseph Wolff gibi hem Yahudi geleneklerine sıkı sıkıya bağlı, hem de Hıristiyanlığı detayla­rıyla bilen deneyimli bir papazdı.

Şüphesiz Vambery’nin bölgeye gitmesinin birden çok nedeni vardı, öncelikli hedef; Rus topraklarında yaşayan Yahudileri Filistin topraklarına göçe ikna etmek ve göç yollarını belirlemekti. Nitekim Vambery’nin Orta Asya gezisinden 1910 yılına gelinceye kadar, böl­geden Filistin topraklarına göç eden Yahudi sayısı iki milyonu aşaçaktı. Bir başka amaç, Rus coğrafyasında yaşayan Türkler arasında bir Türkçülük’ akımı başlatarak, Rusya topraklarında “milliyetçilik dalgası” yaratmaktı. Nitekim bu proje de zamanla hayata geçirilecek 1905 Devrimi’ne karışan ihtilalciler Türkiye’ye kaçarak ‘Türkçülük’ akımının öncüleri olacaktı.

‘Şarkiyatçılık’ adı altında Türk kültür ve ırkına ilgi duyanlar, aynı zamanda Türk muhalif hareketlerini de destekleyip yönlendiren ki­şilerdi. Yeni Osmanlılar Cemiyeti üyeleriyle yakın ilişkiler kuran(28) Vambery, Londra’nın karanlık labirentlerinde buluştuğu muhalefet­le birlikte Osmanlı’nın kötü gidişatına çareler(!) arıyordu. Vambery, Yeni Osmanlılar Cemiyeti üyeleriyle ülke meselelerini nasıl konuş­tuklarını ise alaylı bir şekilde şöyle anlatacaktı: “Bu efendilerle ül­kenin toplumsal, siyasal ve dinsel meselelerini saatlerce tartışırdım. Gündüz konuşmalarının havası ılımlı, hatta uykulu gibi olur, fakat akşam üzeri rakı şişeleri heyecanları kabartınca hava canlanırdı. Sa­yın efendilerin gözleri parlar, paşaların eylemlerini ve kusurlarını eleştirmeleri sertleşirdi”(29) Şimdi bütün bunlar göz önüne alındığın­da, Arminius Vambery’nin konağında ilk sohbetleri yaptığı Hüseyin Daim Paşanın ilk darbe girişimine katılması ve Vambery ile arasın­dan su sızmayan Mithat Paşanın da 1876 Darbesinin mimarı olması gerçekten birer tesadüf müydü?

Vambery’nin İttihat ve Terakki Cemiyetiyle de sıkı ilişkileri var­dı. İngiltere hesabına casusluk yaptığı dönemde, İngiltere hüküme­tinin İttihatçılara destek vermesi için İngiltere Dışişleri Bakanlığına birkaç kez rapor yazmıştı. Ayrıca İttihat ve Terakkinin kurucuların­dan Abdullah Cevdet ile olan yakın dostluğunu bilmeyen yoktu. Öy- leki Abdullah Cevdet, Viyana’da buluştuğu Vambery ve Siyonizmin kurucusu Herzl İkilisine, Sultan Abdülhamide karşı ortak suikast yapma teklifinde bulunacak kadar kendilerine yakınlık duyuyordu.

Avrupa’nın çeşitli ülkelerinden gelerek Türklerin ve Arapların İs­lamiyet öncesi kültürleri üzerine çalışan oryantalistlerin, birbirlerini yalandan tanıması ve hemen hepsinin de Yahudi kökenli olmaları el­bette bir tesadüf olamazdı. Osmanlı coğrafyasına “şarkiyatçı” olarak gelen bu özel görevliler, bir yandan Filistin topraklarına yapılacak Yahudi göçlerini organize ederken, diğer yandan da İsrail devletinin kurulabilmesi için Osmanlı İmparatorluğunun altım oymakla meş­guldüler. Nitekim MOSSAD Eski Direktörü ve İsrail Ulusal Güven­lik Kurulu Sekreteri Efraim Halevy, Londra’da 8 Kasım 2009 tarihin­de “İsrail İstihbaratı Tarihi” üzerine yapmış olduğu konuşmasında» Arminius Vambery’nin “Siyonizmin İlk Casusu” olduğunu açıkça itiraf edecekti..

Murat Akan - Üst Akıl,Hayat yay.,syf:143-160

Dipnotlar:

1- Dr. Galip Baldıran, Pierre Lotinin Aziyade’sinde Osmanlı Başkentine Tarihsel Bir Bakış, Hacettepe Üniversitesi Edebiyat Fakültesi Dergisi c.17, Sayı:l, s. 23.
2- Prof. Dr. Rıza Filizok,Milli Edebiyat Dönemini, Hazırlayan Tarihi ve Kültürel Olgulara Genel Bir Bakış, www.ege-edebiyat.org.
3- Bernard Lewis, The Pro-îslamic Jews, Islam in History, Chicago 1973, s. 144.
4- Niyazi Berkes, The Development Of Secularizm in Turkey, London 1998, s.314.
5- Jewish Encyclopedia, c.3, s. 492.
6- Cemil Meriç, Cogito, 2002, Sayı: 32, s. 291-313.
7- Ali Engin Oba, Türk Milliyetçiliğinin Doğuşu, İnge Kitabevi Yayıncı­lık, 1995, s. 124.
8- Encyclopaedia Of The Social Seciences, c.15, s. 225.
9- Mim Kemal Öke, Vambery: Belgelerle Bir Casusun Yaşam Öyküsü, Bilge Yayınları, İstanbul, 1985, s.57.
10- Paul Dumont, La Turquie Dans les Archives du Grand Orient de France, Strasbourg, 1980, s. 171.
11- Irene MelikofF, L’Ordre des Bektachis Apres 1826, TURCICA, 1983, s. 155-178.
12- Eric Hosbawm, Tarih Üzerine, Çev: Osman Akmhay, Bilim ve Sanat Yayınları, Ankara, 1999, s.9.
13- Etienne Copeaux, Türk Tarih Tezinden Türk-İslam Sentezine, Çev: Ali Berktay, Tarih Vakfı Yayınları, İstanbul, 1998, s. 21.
14- Cemil Meriç ile Söyleşi Cogito, sayı: 32, 2002.
15- Taner Timur, Osmanlı Kimliği, Hil Yayınları, 3. Baskı, İstanbul, 1994, s. 137.
Bölüm Dipnotları 453
j5_ Orhan Gökdemir, Türkçülüğün Kökenleri ya da Milli Türkçülüğe Gi­riş, Fabrika Dergisi, Aralık, 2005, s. 9.
¡7- Derya Güneyli, Türk Milliyetçiliği, Sosyalist Barikat, Nisan 2000, Sayı: 5.
18- İbrahim Şirin, Osmanlıda Tarihin Anlam Arayışı, Ankara Üniversite­si Osmanlı Tarih araştırma ve Uygulama Merkezi Dergisi, Sayı: 11, Ankara, 2000.
19- Namık Kemal, Vatan Yahut Silistre, Haz: Sebahaddin Çağın, İzmir, 1996. s. 32.
20- Münevver Sofuoğlu, Atatürkü Etkileyen Düşünürler ve Kitaplar, ana- lizmerkezi.com, 27.07.2010.
21- Baki Öz, Îttihat-Terakki ve Bektaşiler, Can Yayınları, s.42. Ayrıca ba­kınız: Ebüzziya Tevfık, Yeni Osmanlılar Tarihi, s. 75-76.
22- Abdulhak Şinasi Hisar, Geçmiş Zaman Fıkraları, Hilmi Kitabevi, İs­tanbul ,1958, s.154.
23- İbnül Emin Mahmud Kemal İnal, Son Asır Türk Şairleri, Orhaniye Matbaası, İstanbul, 1930, c.II, s. 929.
24- Erol Ulubelen, İngiliz Gizli Belgelerinde Türkiye, Cumhuriyet Kitap­ları, İstanbul, 2010, s.78.
25- Tehodor Herrzl, The Complete Diaries of Iheodor Heriz, C.2, 1960, s. 1100.
26- Alanna E. Cooper, Negotiating Identity in the Context of Diaspora, Dispersion and Reunion: The Bukharan Jews and Jewish Peopleood, Co­lumbia University, Basılmamış Doktora Tezi, 2000, s. 285-290.
27- A.g.e, s. 10.
28- Paul Fesch, Constantinople Aux Derniers Jours dAbdülhamid, Paris Librairie des Sciences Politiques et Sociales Marcel Rivière, Paris, 1907, s. 323.
29- Arminius Vambery, Freiheiheitliche Bestrebungen im Moslemischen Asien, Deutsche Rundschau, Berlin 1893, Sayı: 77, s. 64 - 65.
Devamını Oku »

Celal Bayar’ı Nasıl Bilirdiniz?



1946’lara gelindiğinde, devlet partisi durumundaki CHP ve ‘Milli Şef’ İsmet İnönü sıkışmıştı. Artık olağanüstü savaş şartlarında sin­dirilmiş halk uyanmış, cumhuriyet’ kalkanı altında sürdürülen ‘dik­tatörlük’ uygulamalarına olan tepki tavan yapmıştı. Kısacası toplum patlama noktasına geldiği için, çok partili siyasal hayata geçilmesi zaruret olmuştu. İsmet Paşa, 1946 öncesinde rejime ve kendisine bağlı ikinci bir parti istiyordu. Kasım 1945 yılındaki meclis açılış konuşmasında, “Bizim tek eksiğimiz hükümet partisinin karşısında bir parti bulunmamasıdır.” demişti. Oysa çok partili hayata geçiş ha­vasının esmeye başlamasıyla, Temmuz 1945’te bir parti kurulmuştu zaten. Adı da Milli Kalkınma Partisi’ydi. Öyleyse İsmet Paşa bu par­tiyi görmezden gelerek, neden başka bir partiye ihtiyaç duyuyordu?

Aslında nedeni basitti. Paşa, parti ismi farklı olsa da CHP gibi düşünen, rejime eleştiri yapmayan yeni bir ‘düzen partisi istiyordu. Akla hemen 1943 yılına kadar CHP’den İzmir milletvekili olarak siyaset yapmış olan ve Cemiyet’in kıdemli üyesi Celal Bayar gelmişti. Mustafa Kemal in, Serbest Cumhuriyet Fırkasını Fethi Okyar’a kur dururken izlediği taktiği, İsmet Paşa da aynen uygulayacaktı. Kurulacak partinin “güdümlü” olmadığını ispatlamak için de, yine döne­min “güdümlü” basını kullanılmıştı.

Devrin gazetelerinde çarşaf çarşaf Celal Bayar’ın yeni bir parti ku­racağı haberleri yer alıyordu. Basın, Celal Bayar’ı rejime ve CHP’ye bağlılığından dolayı övmeye çok erken başlamıştı. Cemiyet’in ateşli yazarlarından ve CHP döneminin etkili gazetecilerinden Hüseyin Cahit Yalçın, muhalif parti düşüncesini şöyle açıklıyordu: “En iyi çare... Mevcut fırka içinden bazı zatların ayrılarak esas programda (CHP programında) müttehit kalmakla (birlik olmakla) beraber, bir kontrol partisi vücuda getirmeleridir. İşte bu yeni partiyi biz böyle bir kontrol partisi mahiyetinde telakki ediyoruz”(50) Zaten partinin kuruluş aşamasındaki gelişmeler de aynen bu istikamette oldu. 3 Aralık 1946 tarihinde CHP’den istifa eden Celal Bayar, bir gün sonra İsmet Paşa tarafından yemeğe davet edildi. Ve bir ay sonra da, bekle­nen o “güdümlü” parti kurulmuş oldu.

Demokrat Parti (DP) ismiyle kurulan partinin programı, CHP'nin altı ilkesinin biraz farklı yorumlanmış şeklinden başka bir şey değildi. Yeni rejimin en sadık savunucularından olan Bayar, İs­met Paşadan son talimatları da almıştı. Zaten düşünce olarak, Celal Bayar’la İsmet Paşa arasında hiç bir fark yoktu. Her ikisi de İttihat ve Terakki Cemiyeti nin kıdemli üyelerindendi. Tek farkları, Bayar Cemiyet’in liberal/sağ kanadında yer alırken, İsmet Paşa sol kanadını temsil ediyordu. Ancak Celal Bayar’ın devrim kanunları ve Mustafa Kemal’e olan bağlılığı konusunda İsmet Paşadan bir gömlek daha üs­tün olduğunu da söylemek mümkün. Zira Mustafa Kemal ile İsmet İnönü’nün siyasi kavgaları ayyuka çıkarken, Celal Bayar, “Atatürk’ü sevmek milli ibadettir.”(51) diyordu.

Demokrat Partinin (DP) ilk genel başkanı ve kurucusu olan Bayar, dönemin basınına verdiği demeçlerle İsmet İnönü’ye ılımlı mesajlar gönderiyordu. İlk demeci, “Devr-i sabık yaratmayacağız” olmuştu. Yani iktidara geldikten sonra, yapılan yanlışların ve yol­suzlukların hesabı sorulmayacaktı. Ancak Bayar’in bu ani çıkışı, iyi niyetle bu partiye girenleri şok etmişti. Bazı DP’liler partilerinden istifa ederek, 19 Temmuz 1948’de Mareşal Fevzi Çakmak önderliğin­de Millet Partisini kurdular. Bayar, gidenlere aldırış etmeden yoluna devam etti. Partiyi kurduktan sonra yaptığı ilk icraat, 1935 yılında kapatılan mason derneklerinin yeniden kurulmasına destek vermek oldu. İsmet İnönü’nün aldığı ani bir kararla, 5 Şubat 1948’de Türkiye Mason Derneği kuruldu ve İnönü’nün emri, Celal Bayar’ın da deste­ği ile tekrar faaliyete geçti. .Masonlar, açtıkları davalarla, Halkevleri­ne devredilen tüm mal varlıklarım da tekrar geri aldılar.

Halk, tek parti yönetiminden öylesine musdaripti ki, CHP dı­şında kurulacak bir partinin başında kimin olduğu’ hiç de önem­li değildi. Mesela DP’nin kuruluşundan tam 16 yıl önce, her türlü engellemelere karşı Serbest Cumhuriyet Fırkasının İzmir mitingine yaklaşık 70 bin kişinin katılması da bunun en büyük deliliydi. Zira halk için önemli olan, CHP dışındaki bir partinin iktidara gelmesiy­di. Nitekim seçme iradesinin halka verilmesiyle birlikte, Demokrat Parti 1950 seçimlerinde CHP’yi hezimete uğratacaktı. DP’nin se­çimleri kazanmasından sonra, Celal Bayar aynı yıl Türkiye Büyük Millet Meclisi tarafından Türkiye’nin üçüncü Cumhurbaşkanı seçil­di. Seçilir seçilmez de yine masonları unutmadı. DP milletvekili Ah­met Gürkanin 1952’de vermiş olduğu yasa teklifi ile, mason locaları kanunla pekiştirildi. Öyle ki, tasarının mecliste tartışıldığı üç celse boyunca, Celal Bayar Reis-i Cumhur locasına gelerek kanun müza­kerelerini sonuna kadar bizzat takip etmişti.(52)

Celal Bayar’ın, Mustafa Kemal ve Cumhuriyet devrimlerine ne kadar bağlı olduğunu daha önce belirtmiştik. Bayar, Cumhurbaşka­nı seçildikten sonra da, bu tutumunu büyük bir kararlılık içerisinde sürdürmeye devam etti. Mesela bu alanda yapmış olduğu en tartış­malı icraatlarından biri, CHP’nin tek parti döneminde bile aklından geçirmediği 5816 Sayılı Atatürk’ü Koruma Kanununu çıkarmak ol­muştu. Üstelik de bildiğimiz İttihat ve Terakki komitacılık yöntem­leriyle... 17 Eylül 1951 ara seçimleri öncesi CHP’ye üye olan Ticani Tarikatı üyeleri, bir gecede tam 17 Atatürk büstünü yıkıvermişti! Ya­sanın gerekçesi buydu. Meclisi olağanüstü toplantıya çağıran Bayar, tasarının yasalaşması için DP’li milletvekillerine büyük baskı yaptı.(53)

Her ne hikmetse tasarı yasalaşır yasalaşmaz, saldırılar da bir anda bıçak gibi kesilmişti. Bayar aynı yıl bir başka önemli hamle daha yaptı. 577 yıllık Osmanlı rejimini 1876 Darbesiyle değiştiren cuntanın sivil lideri Mithat Paşaya da ‘iade-i itibar’ kazandırdı, ölümünün üzerin­den tam 67 yıl geçmişti ki, Mithat Paşanın özgürlük abidesi’ oldu­ğunu hatırlamak da yine Celal Bayar’a düşmüştü. Mithat Paşanın ke­mikleri Taif’ten getirtilerek, 26 Haziran 1951'de bizzat Celal Bayar’ın da katıldığı törenle, İstanbul Şişlideki Abide-i Hürriyet Tepesinde toprağa verildi. Bununla da yetinmeyen Celal Bayar, Demokrat Parti hükümetine baskı yaparak, 1947 yılında Dolmabahçe'de inşa edilmiş olan İnönü Stadyumunun adının, 1951’de ‘Mithat Paşa Stadyumu olarak değiştirilmesini sağlamıştı.

Ancak kaderin cilvesine bakın ki, bir darbeciyi Taif’ten getirterek ‘Hürriyet Tepesine defnettiren Celal Bayar, kendisi de 27 Mayıs 1960 darbesiyle askeri bir cunta tarafından iktidardan indirilecekti. O da Mit­hat Paşa gibi darbe sonrası yargılandı ve idama mahkum edildi. Cezası önce müebbete çevrildi, 7 Kasım 1964’te ise serbest bırakıldı. Nitekim 7 Temmuz 1966'da dönemin Cumhurbaşkanı Cevdet Sunay tarafından affedildi. 67 yaşındaki Celal Bayar yaş haddinden affedilirken, ondan sadece 6 yaş küçük olan Adnan Menderes asılacaktı. Oysa 11 Temmuz 1960da Türk Ceza Kanununda yapılan değişiklikle “65 yaş üzerindeki­lerin de idam edilebilme” hükmü getirilmişti. Peki, buna rağmen Bayan ipten alan sebep neydi?

Belli ki Üst Aklın, Sultan Abdülhamid iktidarının yıkılmasında ve yeni rejimin oluşmasında büyük emeği geçen bu kıdemli Cemiyet üyesinin idamına gönlü razı olmamıştı.

Murat Akan - Üst Akıl,Hayat yay.,syf:191-194
Devamını Oku »

Kemalizm’in Babası:Moiz Kohen





Cemiyet içerisindeki Yahudi/Mason Cephenin en kıdemli tem­silcilerinden biri de, Türk olmayan “Türkçülerden” Moiz Kohen idi. Asıl mesleği hahamlık olan Kohen, soydaşı Emmanuel Carasso’nun aksine, isim değiştirip ‘dönmeliği’ tercih etmişti. Nasıl etmeyecekti ki, “Türk’ün Ruhunu” yazan birinin adı ‘Moiz Kohen olabilir miydi? Ne kadar ‘samimi’ olduğunu göstermek için, çok sevdiği ve çalışma­larında sürekli destek olduğu Ziya Gökalp’in soyisminden esinlene­rek, adını ‘Tekin Alp’ olarak değiştirmişti. Zira Kohen, yakın arkada­şı Ziya Gökalp’i olgun bir ‘kabbalist’ olarak görüyordu.(60)

Moiz Kohen de, Cemiyef in diğer Yahudi/mason cephesinde yer alan bütün dava arkadaşları gibi, Alliance Israélite Universelle mezu­nuydu. Kohen’in Cemiyet ile tanışması, Selanik’te yayınlanan ve ateşli yazılarıyla Cemiyete en büyük desteği veren ‘Asır’ gazetesiyle başla­mıştı. Moiz Kohen, daha sonra “Yeni Asır” ismini alacak olan bu gaze­tede tam beş yıl boyunca hem yazar hem de yazı işleri müdürü olarak çalıştı. Asır, Selanik’te kurulan ilk Türkçe gazete olmakla birlikte, Kosova, Manastır, Yanya hatta Bosna ve Girifte önemli bir abone kitlesine sahipti. Kohen, aynı gazetede yazan Mithat Şükrü Bileda, Ömer Naci, Ali Canip, Manyasizade Refik, İsmail Canbulat ve Aka Gündüz gibi Cemiyef in ‘Türkçü’ üyeleriyle sıkı bir dostluk kurmuştu.(61) Cemiyetle Selanik’te başlayan sıkı ilişkiler, Moiz Kohen’i meşrutiyet öncesinde bir ‘ittihadçı’ yapmıştı. O artık Selanik’teki mason ve Cemiyet toplantılarının vazgeçilmez müdavimlerinden biriydi.

Emmanuel Carasso, ihtilalin bir an önce gerçekleştirilmesi için Cemiyet in ‘örgütleme faaliyetleriyle uğraşırken; Kohen, daha o günlerde Türklere etnik kimlik’ arayışına girmiş, toplum mühen­disliğine soyunmuştu, önceleri Cemiyet’in “îttihad-ı anasır” tezini savunurken, Balkanlardaki ayrışma nedeniyle bu görüşten vazgeçip rotayı “Türklüğe” kıran Kohen, kendi ırkdaşlarım bile Türkçe ko­nuşmaya zorlayacak kadar ‘Türkçü’ olmuştu. Ancak Moiz Kohen’in sürekli ‘Türklüğe’ vurgu yapması, doğrusu düpedüz bir çelişkiydi. Zira ‘millet-i hakime’ konumundaki Türklerin “Ayrı bir millet oldu­ğu” özellikle vurgulanarak, aslında diğer milletlerin etnik kimlikleri meşrulaştırılmış oluyordu.

Üstelik Moiz Kohen’in Cumhuriyet sonrası fikirlerine bakılırsa, bunu bilinçli olarak yaptığını söylemek de mümkün. Kohen, hemen bütün yazılarında Türk-Arap ayrımını sürekli gündemde tutmuş ve İslamiyet’ten “Kara kuvvet”, “Çöl hayatı”, “Çöl kanunu”, “Arap kültü­rü”, “Gericilik”, “Esaret hayatı”, “Heyula” ve “Manevi esaret” şeklinde bahsetmişti. Dahası, Kohen İslamiyet’i “Türkün atalar ruhunu zinci­re vuran din” olarak görüyordu.(62) Moiz Kohen’e göre, Türkler İslam’ı bırakmalı ve eski ‘şaman’ inanışına dönüş yapmalıydı. Üstelik bunu söylerken de, Yahudilerin “Türklerin İslam öncesi halini çok benim­sediğini” üzerine basa basa vurgulama gereği duymuştu.

Moiz Kohen’in 1936 yılında yazdığı “Kemalizm” adlı eserinde; Türklerin İslam’ı kabul ettikten sonra özünü kaybettiğini vurgulaya­rak, ‘Arap kültürünün hakimiyetine girdiği’ tezini ısrarla işliyordu. Nitekim onun bu görüşü, yeni rejimin seçkinleri tarafından eski re­jimi karalamak için kullandıkları en önemli argümanlardan biri ola­caktı. Mesela Kohen’in “kahrolsun şeriat” sözleri, bugün çok daha cı­lız olsa bile, yakın zamana kadar bazı katı ulusalcılar ve Kemalistlerce sıkça kullanılan bir slogandı. Ayrıca ulusalcılar tarafından klişe haline getirilen “Araplar bizi sırtımızdan hançerledi” görüşü de yine Moiz Kohen’e aitti. İlginçtir, Kohen Türkiye’de Arap düşmanlığını’ körük­lerken, soydaşı ve İsmet İnönü’nün Lozan’daki özel danışmanı Haim Nahum da Mısır’da Arapları Türklere karşı kışkırtmakla meşguldü.(63)

Moiz Kohen’in Yeni Asır’la başlayan Osmanlı kamuoyunu sekü- ler ‘değişim ve dönüşüme’ hazırlama görevi, Genç Kalemler, Türk Yurdu ve İslam Mecmuası gibi Cemiyet’in yayın organlarında devam etti. Yazmış olduğu makale ve kitaplarla Osmanlı sonrasında oluşa­cak yeni rejimin çerçevesini çizdi. Her şeyden önce, Osmanlı devle­tinin 1. Dünya Savaşına girmesinin psikolojik altyapısını hazırlayan en önemli kalemşörlerden biri oldu. Savaş öncesi yazdığı ve Cemiyet yönetimi tarafından çeşitli dillere çevrilen “Türkler Bu Muharebede Ne Kazanabilirler” adlı risaleyle, savaşın ana hedefinin “Turan’ı kur­tarmak” olduğunu savunuyordu. Kohen, cumhuriyet kurulduktan sonra da sıkı bir Kemalist olmuştu. Dahası, Kemalizm’in ideoloji­sini tanıtan makale ve kitaplarına bir de CHP militanlığını eklemiş­ti.(64)

1915’te “Türkismus und Pantürkismus”, 1928’de “Türkleştirme”, 1936’da “Kemalizm” ve 1944’te “Türk Ruhu” isimli kitapları yazarak, yeni rejimin yeni felsefesini sistemleştirme görevini üstlendi.Kohen, sadece fikrî anlamda ‘Türklüğe’ hizmet etmekle kalma­mıştı. “Türkçülüğü” özendiren çeşitli cemiyetler de kurdu. Mesela Tamim-i Lisanı Osmani Cemiyeti, 1928’de Nissim Mazliyah, Dr. Samuel Abrevaya ve Yunus Nadi ile birlikte kurdukları Türk Hars Birliği ile Türk Kültür Cemiyeti, onun düşüncelerini pratiğe döktüğü kuruluşlardı. Kohen de Emmanuel Carasso gibi Cemiyet içerisinde belki önemli bir görev almamıştı ama, hiçbir zaman derin iktidar çemberinin dışında da kalmamıştı. Mesela meşrutiyet sonrasında Cemiyet kadrolarının eğitilmesinde’ büyük rol oynadı.

Avrupa’daki partiler hakkında Cemiyete bağlı İttihad Kulüpleri nde çeşitli konfe­ranslar vererek(65) yeni rejimin kökleşmesini sağlıyordu. Aynı Kohen, cumhuriyet döneminde ise yönetici olmayan seçkinler’ içerisinde yer aldı. Bu dönemde ‘Türkçülük’ çalışmalarından ziyade Batı mede­niyetine önem veren Kohen in, Meşrutiyet sonrasında Cemiyet üye­lerine verdiği konferansların yerini, halkevlerinde tek parti üyelerine verdiği seminerler almıştı.

Politik seçkinlerin ve atanmışların halk egemenliğine üstünlüğü ya da bir başka deyişle “Halka rağmen zorbalık” Kohen tarafından sistemleştirilmişti.(66)

Tek Parti dönemindeki ceberut uygulamaları ‘kuruluş felsefesiyle’ açıklama taktiği ve vesayetin meşrulaştırılması- nı teori haline getirmek de, yine bir Moiz Kohen ürünüydü. O, “Ke­malizm” adlı kitabında vesayeti savunurken şöyle diyordu: “Millet için idare-i hükümet edilişini anlayabiliriz. Fakat millet marifeti ile idare nasıl olunur? Bugün hiç kimse milli hakimiyet prensibini inkar etmemektedir. Fakat bu hakimiyeti nasıl kullanmalı. Milletin emeli­ni nasıl keşfetmeli ve nasıl anlamalı? Halk kitleleri şekilsiz ve şuursuz değil midir? Harpte harekatı idare eden, ona kumanda eden ordu, yani asker kitlesi mi, yoksa erkan-ı harbiye zabitleri midir? Madem ki her şeyde vücudu idare eden baştır, bütün bir milletin mukad­deratının mevzu bahis olduğu siyaset işinde niçin böyle olmasın?”(67) İşte Moiz Kohen’in Cumhuriyet döneminde teori haline getirdiği bu vesayetçi bakış, aslında Cemiyet’in de temel felsefesiydi.

Soydaşı ünlü tarihçi Prof. Dr. Jacop M. Landau tarafından “Ulusal ülküyü savunan bir yurtsever” olarak tanıtılan Kohen’in, Türkiyede yeni kültür kodlarının benimsetilmesinde büyük gayretleri oldu. Mesela resmi ideolojinin yerleşmesinde psikolojik savaş aracı olarak görev yapan ve daha sonra CHP'nin resmi yayın organı haline gelen Hakimiyeti Milliye (Ulus) gazetesinde önemli görevler üstlendi. Zira Kohen, “kahrolsun şeriat” ve Mustafa Kemal’in “Türk peygam­beri” olduğu yazılarını bu gazetede yazmıştı.

Şeriatı “Çöl kanunu” olarak niteleyen Kohen, yeni rejimden duy­duğu memnuniyeti ifade ederken, asıl misyonunu da şöyle açığa vu­racaktı: “Artık 1935’teyiz. 12 senelik bir müddet zarfında yeni Türk, kendine yeni bir ruh, yeni bir ahlak, yeni bir tarih, hatta Allah’ı ar­tık ‘tanrı’ diye andığı için, diyebilirim ki yeni bir Allah yaratmıştır. Türk’ün şimdi kafası başka, serpuşu başka, alfabesi başkadır. Onun şimdi başka bir devleti, başka bir ekonomisi ve nihayet başka bir dili vardır. Fakat başka bir şey daha vardır ki, görünürde ehemmiyetsiz olmakla beraber, bu istihalelerle yakışık almıyordu. Yeni Türk, hâlâ teokrat olduğu zamana ait şarklı ve maziye raci ismi taşıyordu. Bu ismi Arabların, Acemlerin ve bütün öteki din kardeşlerinin taşıdığı isimlerin aynı idi. Yeni kafası, yeni kültürü, yeni ruhu binlerce se­nelik milli tarihe doğru ilerleyerek ırk ve kan kardeşlerine ulaşıyor. Halbuki ismi onu binlerce senelik milli tarihine ve garp medeniye­tine erişmek için kültür bakımından kendilerinden ayrıldığı Müslü­man milletler ailesine karıştırıyordu.”(68)

Moiz Kohen için laiklik, olmazsa olmazlardandı. ‘Kemalizm’ isimli kitabında laiklikten bahsederken, 11. bölüme “Kahrolsun Şe­riat Hükümeti”(69) başlığını atmayı uygun bulmuştu. Kohen'in en çok korktuğu şey, şeriat yönetiminin bir gün tekrar geri gelmesiydi. Bu yüzden CHP ilkelerinin anayasaya eklenmesini bile istiyordu: “Bir milletin müesseselerini tanzim, kanunlarını devletçi prensiplere göre takrir ettikten sonra, ferdi ve liberal tecrübelere sahne oluşunu tasavvur ediniz. Yine bir memleket tasavvur ediniz ki, teokrasi hare­ketlerinden temizlendikten ve tamamen laik esaslar üzerine tanzim edildikten sonra yeniden şeriat tecrübelerinin bazicesi olsun”(70)

Oysa Moiz Cohen, soydaşları Ispanya’dan sürüldüğünde onla­ra kucak açan Devlet-i Aliyye’nin şeriatla yönetildiğini unutmuştu. “Ulusal ülküyü savunan bir yurtsever” olmak, şefkat dolu bir yardım­severliğe sırt çevirmekle mi olur bilinmez ama belki de ‘dönmelik’ işte böyle bir şeydi. ‘Turancılığı’ savunan bir kişinin, bir Türk devleti olan Osmanlı İmparatorluğunu yerden yere vurması, aslında onun gerçek derdinin Türkçülüğü savunmak olmadığının da açık göstergesiydi.

Moiz Kohen’in “Türklerin İslamiyet’i benimsedikten sonra benliklerini kaybettikleri, Arap kültürünün etkisinde kaldıkları ve İslamiyet'i ilerlemeye engel olduğu”(71) tezi, yeni nesillere Osmanlı’nın yıkılışının ‘haklı’ gerekçeleri olarak sunulması tesadüf olmasa gerek...

Sözde ‘Türklüğü’ savunup, siyonist eğilimlerden uzak durmaya çalışan Moiz Kohen, aynı zamanda koyu bir siyonistti. Ancak onun diğer siyonistlerden farkı, Filistin’de bir Yahudi devleti kurmak ye­rine, Osmanlı’nın tümden ‘Yahudileştirilmesini’ savunmasıydı. Bu görüşünü, 9. Dünya Siyonist Kongresine Selanik delegesi olarak ka­tıldığında dile getirmişti. Dünyanın dört bir yanına dağılmış Yahu- dilerin siyonist kongreleriyle Filistin’de toplaması amaçlanırken, Ko­hen bu göçlerin Osmanlı’nın farklı bölgelerine yapılmasını istiyordu.

Cemiyet’in Selanik’teki önemli yayın organlarından biri olan Za­man gazetesinde 20 Ocak 1909 tarihinde yazmış olduğu makalede, Osmanlı topraklarının çok geniş, ancak nüfusunun az olduğunu vur­gulayarak, Yahudi muhacir celp ve iskanın Osmanlı'nın geleceği için bir “Lazime-i hayat” olduğunu söylüyordu. Moiz Kohen in Yahudi cemaati arasında ‘Türkçe konuşmayı teşvik etme’ girişimi de, onun ne kadar ‘Türksever’ olduğuna bağlanıyor. Oysa bu görüş bile baş­lı başına bir çarpıtmanın ürünüydü. İspanya’dan kovulan Yahudiler Osmanlı vatandaşlığına geçmelerine rağmen, özellikle Selanik Yahu- dileri kendi aralarında hâlâ İspanyolca konuşuyorlardı. İşte Kohen in Yahudilere telkini, İspanyolca yerine Türkçe konuşmalarıydı. Yoksa İbranice’nin terk edilerek Türkçe konuşulmasının istenmesi değildi. Nitekim zaten Kohen’in bu çağrısına uyan kimse de olmamıştı.

Moiz Kohen, yazmış olduğu kitap, risale ve makalelerle yeni reji­mi benimsetip kökleştirmeyi hedefliyordu. Öyle ki 29 Mayıs - 3 Ha­ziran 1939 tarihleri arasında toplanan CHP 5. Büyük Kurultayında parti programı görüşülürken; Kazım Nami Duru, Kemalizm’in ye­terince benimsenmediğinden ve Moise Cohen’in ‘Kemalizm’ isimli kitabının okunmadığından yakınacaktı. Duru şöyle diyordu: “Ke­malizm nedir? Görüyorum ki, birçok yerlerde Kemalizm’in ne ol­duğunu bilenler yoktur. Hatta partili arkadaşlarımız arasında parti­mizin ‘Türk’ün Amentüsu sayarak onu okumuş hazmetmiş ve ona göre hareketi kendisine prensip ittihaz etmiş olanlar azdır. Mateessüf arkadaşlar bunun üzerine hiç kitap yazılmamıştır. Yalnız bir kitap yazılmıştır. Onu yazan da Tekin Alp (Moiz Kohen) isminde bir Mu­sevi vatandaşımızdır.”(72) Peki bu kadar Türk ve Türkiye ‘sevdalısı’ olan Moiz Kohen’in Paris’te son dönemlerini yaşarken vasiyeti neydi der­siniz? Söyleyelim: öldüğünde cenazesinin Türkiye’ye götürülmeme­si ve Paris’teki Yahudi mezarlığına defnedilmesi...

Murat Akan - Üst Akıl,syf:382-386

Dipnotlar:

60- Milliyet, 31 Ocak 2005.
61- Liz Behmoaras, Bir Kimlik Arayışının Hikayesi, Remzi Kitabevi, İs­tanbul, 2005, s. 15-16.
62- Süleyman Kocabaş, Vaat Edilmiş Toprak Filistin İçin Mücadele, Tür­kiye ve Siyonizm, Vatan Yayınları, 1987, s. 197-200.
63- Abdullah Akgül, Faiz ve Zina Serbestliği, Şirk Düzenidir, Milli Gaze­te, Ağustos 2013.
64- Liz Behmoaras, a.g.e, s.68.
65- Zaman, no: 290,14 Ağustos 1325/27 Ağustos 1909,s.3.
66- Tekin Alp, Kemalizm, Cumhuriyet Matbaası, İstanbul, 1936, s. 222.
67- A.g.e, s.72-73.
68- A.g.e, s 171.
69- Şarika Gedikli Berber, Osmanlı’dan Cumhuriyet’e Geçişte Yahudile- rin Türkiye Cumhuriyetine Uyum Süreci, Turkish Studies - International Periodical For The Languages, Literature and History of Turkish or Turkic Volume 7/4, Fall, 2012, s. 1779-1800.
70- Tekin Alp, Kemalizm, Cumhuriyet Matbaası, İstanbul 1936, s. 194.
71- A.g.e, s. 109.
72- CHP 5. Büyük Kurultay Zabıtları, Ulus Basımevi, Ankara 1939, s.86.



Devamını Oku »

Kirli bir Tezgah: 31 Mart



' Şüphesiz “vaat edilmiş” topraklara kavuşabilmek için, Meşrutiyet’in ilan edilmesinin tek başına bir anlamı yoktu. Üst Aklın asıl hedefi, Sultan Abdülhamid iktidarının tamamen yıkılmasıydı. “Hürriyet,eşitlik, kardeşlik” mücadelesinin arkasındaki gerçek plan, ancak böyle tamamlanmış olacaktı. Her ne kadar II. Meşrutiyet ile birlikte ‘parla­menter’ sisteme geçilmişse de, iktidarı tekelinde bulunduran ve üm­metin birliğini sağlayan halife/padişah, hâlâ devletin başındaydı. Üs­telik Cemiyet, İngilizler ve Yahudi/mason cephenin Meşrutiyet öncesi kendisine vermiş olduğu desteği unutmuş, gittikçe Alman yörüngesi­ne girmeye(227)' başlamıştı. Çok iyi organize edilmiş bir kargaşa ortamıy­la, hem Abdulhamid engeli aşılabilir, hem de hakimiyetini kaybederek ikiye bölünmüş bir Cemiyet tamamen kontrol altına alınabilirdi.

Cemiyet içerisindeki çatışma noktalarını ve Osmanlı rejimi­nin hassas yönlerini iyi bilen İngiliz ve Yahudi/mason cephe, darbe şartlarının nasıl oluşturulacağını da kusursuz planlamıştı. Meşruti­yet sonrasında Cemiyete duyulan öfke ve hoşnutsuzluklar, dozun­da uygulanmış bir ‘kontrollü gerilim’ stratejisiyle sosyal patlamaya dönüştürülebilirdi.

Plan şöyleydi: Basın marifetiyle imparatorlukta en hassas nokta olan dini duygular köpürtülecek, ordu içerisinde­ki “alaylı-mektepli” tartışmaları körüklenecek, medrese öğrencileri kışkırtılarak sokağa dökülecekti. Eğer darbe şartları olgunlaşırsa, Meşrutiyet’i yıkmayı hedefleyen bu kalkışmaya gerici’ damgası vu­rularak olaylardan Sultan Abdülhamid sorumlu tutulacaktı. Doğal olarak padişah, baskı ve zor kullanılarak tahttan indirilecek, 1908 postmodern darbesinin devamı getirilerek son nokta konulmuş ola­caktı. Üstelik Sultan Abdülaziz’e yapılan 1876 darbesiyle başlayan bu kirli tezgah, Cumhuriyet döneminde yapılan bütün darbelerin de vazgeçilmez yöntemi ve gerekçeleri haline gelecekti.

Nitekim darbe şartlarını oluşturmak için öngörülen plan, tıkır tıkır işliyordu. Her ne hikmetse, o zamana kadar askere alınmayan “talebe-i ulûm” için bir yasa tasarısı hazırlanarak, mecliste görüşül­meye başlanmıştı. İşte medrese öğrencilerini askere almak için ha­zırlanan bu tasarı, olaylara tuz biber ekecekti. Osmanlı’da askerlikten yırtmanın en kolay yolu, ‘ilim’ bahanesiyle kapağı medreselere at­maktı. Zira medreseye başlayan öğrenciler, eğitimleri yarım kalma­sın diye askere almmıyordu. Bu uygulama, medreseleri kötü niyetli ve ikiyüzlü kişilerin yuvalandığı yerler haline getirmişti.

Nitekim gazetelerin kışkırtıcı yayınlarıyla medrese talebeleri so­kaklara dökülmüştü. Onlara göre din elden gidiyordu. Darbe zemi­nini hazırlayanlar, bir takım ‘sarıklı hocalarıda bu medrese öğren­cileri arasına sokarak öfkenin şiddetini yükseltmişti. İsyana liderlik edenler, tüm talebe-i ulûmu saflarına çekebilmek için medreseleri dolaşıyor, ulemalara telkinde bulunuyor ve iştirak etmeyenlere ise zor kullanıyorlardı.(228) Diğer yandan, Hukuk Fakültesi hocası Celaleddin Arif Beyin teşvikiyle, Hukuk Fakültesi ve Mülkiye Mektebi talebeler' de harekete geçmişti. Bunu Harp Okulu öğrencilerinin isyanları izle­di.

Böylece darbe şartlarının ‘öğrenci ayağı’ tamamlanmıştı.Ancak bu tabloda garip olan bir durum vardı. Tarihe “gerici/şe­riatçı ayaklanma” olarak geçen bu kaotik ortama ne esnaftan, ne de halktan katılan kimse yoktu.(229) Bu şu demekti: Egemenliğin gerçek sahibi sessiz çoğunluk, bir avuç azınlığın “din elden gidiyor” yay­garasına inanmamıştı. Ancak darbe şartlarını oluşturmak için plan­lı şekilde atılan hızlı adımlar devam ediyordu. Zira 30 Mart 1909 günü ilginç bir gelişme yaşanacaktı. Sultan Abdülhamid’i korumakla görevli Türk askerleri ile diğer Arnavut ve Arap erlerinden oluşan koruma taburlarının yerleri aniden değiştirilmişti. Yıldız Sarayını korumakla görevli bu seçkin askeri birliğin yerine, “Meşrutiyet’i korumak için” Selanik’ten getirilen ve Cemiyet’in en çok güvendiği Avcı Taburlarından askerler yerleştirildi.

Yeni koruma taburunun başında ise, Cemiyet’in fedailerinden Selanikli Remzi Bey vardı. Yıl­dız Sarayını korumakla görevli eski koruma taburu ise, Meşrutiyet’i ilan eden Avcı Taburlarının kaldığı Taşkışla’daki karargaha kaydırıl­dı. Bu ani değişiklik sonrası, askerler arasında belirgin bir huzursuz­luk başlamıştı.

Nitekim 12/13 Nisan 1909 gece yarısı (Rumi takvimle 30 Mart’ı 31’e bağlayan gece) Taşkışla’daki Avcı Taburları ayaklandı. An­cak ilginçtir, “Meşrutiyet’i korumak için” Selanik’ten getirilen ve Cemiyet’in en çok güvendiği Avcı Taburları, şimdi gerici’ bir ayak­lanmaya öncülük ediyordu! Ayaklanmanın önderliğini yapan kişi ise çok daha ilginçti. Sultan Abdülhamid’e Meşrutiyet’i ilan etti­rebilmek için cunta adına Rumeli’de isyan bayrağını çekerek dağa çıkan ve Cemiyet’in en sadık elemanlarından olan Hamdi Yaşar Çavuş... Olay günü, sabah erken saatlerde Avcı Taburları içerisine paşa kılıklı’ kişiler girip, padişah adına uydurulmuş sahte bir şap­ka giyme emrini okurken, bazı Avcı Taburu subayları da er kılığı­na girerek halkı isyana çağırıyordu. Öfke, büyük bir kıvılcıma dö­nüşmüştü. Bazı subayları hapseden isyancılar, kışladaki komutayı ellerine geçirdi. Sabaha doğru kışlanın kapıları açılmış ve subaysız askerler Divan Yolundan geçerek Ayasofya Meydanına üerlemeye başlamışlardı.(230)

Ne tesadüftür ki, taburlar daha harekete geçer geçmez, kışlanın önüne dikilmiş ellerinde yeşil bayraklarla bekleyen bir takım sarıklı hocalar, “Ey kahramanlar, şeriat elden gidiyor, ne duruyorsunuz?” diye pencerelere seslenerek isyana destek veriyordu. Aslında bu ‘sa­rıklı hocalar’ asker arasına sızdırılmış görevli(231) kişilerden başkası

Nitekim darbe sonrası Cemiyet tarafından kurulan Divan-ı Harp tarafından birçok günahsız insan ipe çekilirken, halkı kışkırtan hu 'asker ve hoca kılıklı kişilere hiç dokunulmayacaktı.(232)

Taşkışladan öteki kışlalara da yayılan isyan, kısa sürede büyü­müştü. Askerler, dillerinde "şeriat isteriz” sloganları, önlerinde sa­rıklı hocalar’ Sultanahmet Meydanında toplandı.(233) Sayıları 5-6 bini bulan askerlerin toplanmasıyla birlikte, yüzlerce hoca ve medrese öğrencisi de meydandaki yerlerini almıştı. Ateşli konuşmalar yapılıp ‘dinin elden gittiği’ tekrar tekrar vurgulanıyordu. Oysa ne dinin bir yere gittiği vardı, ne de şeriat elden gitmişti. Meşrutiyet ile gelen ufak tefek teferruatlar bir kenara bırakılırsa, şeriat yasaları gene aynen uy­gulanıyordu. Üstelik o yasaları uygulamakla görevli halife de halen ülkenin başındaydı.

“Bu Zulüm Şeriatın Hangi Kitabında Yazılı?”

İlk bakışta örgütsüz ve dağınık bir görüntü çizen bu garip’ isya­nın, aslında ne kadar planlı olduğu daha sonra ortaya çıkacaktı. Top­lanılacak yer, takip edilecek güzergah, meclis binasının kuşatılması ve padişahtan talep edilecek konulara varıncaya kadar, her şey bir plan dahilinde gerçekleşiyordu. Her safhasında bir ‘Üst Aklın oldu­ğu açıkça belli olan bu kaos ortamında, hangi adımın ne zaman atı­lacağı tek tek planlanmıştı. Mesela yabancı elçilik binaları önlerine nöbetçiler dikilmesi, ‘hıristiyanlara dokunulmayacağına’ dair temi­natlar verilmiş olması, ayrıca kadro dışı bırakılmış bazı subayların sivil elbise giyerek isyanı yönetmeleri(234) bu hareketin organize ve planlı olduğunu gösteren başlıca emarelerdi.

İsyancılar, ne istediklerini gayet iyi biliyordu. Taleplerinin hü­kümete bildirilmesi için Şeyhülislam Ziyaeddin Efendi, Ayasofya Meydanına çağrılmıştı. Diğer taraftan da meclisin etrafı kuşatılarak, bazı vekillerin istifası isteniyordu. Bu demekti ki, isyancılar İkinci Meşrutiyet’le gelen ‘parlamenter’ sisteme karşı değillerdi, öyleyse, olaya gerici’ damgası vurulabilecek bir geriye dönüş’ sözkonusu olamazdı. Zira isyancılar ‘Meşrutiyet’ karşıtı olsalardı, meclisin ta­mamen kapatılmasını ve tüm milletvekillerinin istifa etmesini iste­miş olmaları gerekirdi. Oysa isyancıların, ahkam-ı şeriyye’nin (şeriat hükümlerinin) kesin olarak yürütülmesi, kabinenin toptan çekilme­si, Volkan gazetesinin ayaklanma öncesi ilan ettiği ‘dört-beş herif-i naşerifîn’ sınır dışı edilmesi (Mebusan Meclisi Başkanı Ahmet Rıza, ikinci başkan Talat Paşa, gazeteci Hüseyin Cahit, Rahmi ve Doktor Bahaeddin Şakir) ile Harbiye Nazırı Ali Rıza Paşa, Sadrazam Hüse­yin Hilmi Paşa ve Birinci Ordu Komutanı Mahmut Muhtar Paşanın azledilmesi gibi pek çok istekleri vardı.

Kısa bir süre içinde İstanbul'un tüm semtleri, isyancı erler tar fından kontrol altına alınmıştı. Medrese öğrencileri, Ittihad-ı M hammedi Cemiyeti üyeleri, asker ve bir takım çapulculardan oluşan gruplar, Bab-ı Alideki Şura-yı Ümmet ve Tanin gibi ittihatçıların söz­cüsü durumunda olan gazetelerin bürolarını basıp yerle bir etmişler di. Ayasofya Meydanındaki kalabalığın “şeriat isteriz” diye başlayan çığlıkları ise, daha sonra 'kelle istemeye dönüşmüştü. Sokaklar, suçu günahı olmayan pek çok insan cesediyle doluydu. Bütün bu olup bi­tenlere rağmen, hükümet adeta olayları seyrediyor, sadrazam Hü­seyin Hilmi Paşa isyancılara müdahale izni vermiyordu.(235)

Kabine, olayları görüşmek için aynı gün erken saatte toplanmıştı. Şeyhülis­lam Ziyaeddin Efendi, kabineye isyancıların isteklerini bildiriyordu. Görüşmeler sonrasında alman karar ise son derece ilginçti: “Kuvvet kullanılmasına gidilmeyecek, taleplerin kabul edildiği şeyhülislam aracılığıyla isyancılara ulaştırılacak ve ulemadan birkaç kişi nasihat etmek üzere Ayasofya Meydanına gönderilecekti.”(236)

Oysa Osmanlı tarihinde nasihatle yatıştırılmış ya da bastırılmış bir tek isyan yoktu. Bu durumda akla iki soru geliyor. Komitacılık ruhuyla Meşrutiyet’i ilan ettiren ve faili meçhul cinayetlerle Osmanlı tebaasına korku salan Cemiyet, acaba gerçekten bir acz içinde miydi, yoksa tertibin tamamlanması mı bekleniyordu? Zira Meşrutiyefin ilanıyla padişahın otoritesi bir hayli zayıflamış, kabineye söz dinle­temez hale gelmişti.(237) Üstelik isyancıların sokaklarda şeriat’ adına yaptıkları barbarlıkların da şeriatta hiçbir yeri yoktu.

Dahası, isyancılara nasihat etmek için görevlendirilen Mabeyn Başkatibi Ali Cevat Bey ve yanındaki heyet, yol boyunca gördükleri subay cesetlerine yaklaşmak istediklerinde, isyancı askerler buna en­gel oluyordu. Heyetten Din Alimi Devekili Hoca Halis Efendi, bun­ların arasında 'hoca kisveli’ kişiler olduğunu görünce dayanamayıp: “Bu zulüm şeriatın hangi kitabında yazılı? Söyleyin bakalım, sizler kimsiniz? Hangi medrese mensubusunuz? Hangi dini vazifedensi­niz?” diyerek 'din adına yapılan bu katliamlara isyan ediyordu. Daha sonra Halis Efendi Cevad Beye dönerek şöyle diyecekti: “Bunlar asla din adamı değil. İlmiyyeye mensup değil. İlmiyye kisvesine girmiş sahtekarlar.”

Cemiyet’in üst yöneticilerinden Talat Paşa bile: “Ben de aynı düşüncedeyim. Hakiki Türk din adamları içerisinde böylesine asla rastlamadım.”(238) diyerek tarihi bir itirafta bulunacaktı. Yine isyana destek veren Fatih Medresesi talebelerine müderrislik yapmış olan din alimi Hafız İbrahim Efendi ise: “İstanbul’da bu kadar talebe-i ulûm yoktur. Bu kadar sarıklı nereden çıktı?” diyerek isyancılar hakkındaki şüphelerini dile getiriyordu. Ancak isyancılar hakkında en ilginç yorumu, dönemin önemli alimlerinden Tahir-ul Mevlevi yap­mıştı. İsyancıları Hz. Muhammed devrindeki Mescid-i Dırar’ı inşa eden münafıklara benzeten Mevlevi, “Dinini dünyaya ve hamiyet-i insaniyesini birkaç liraya değişen mürteciin-i münafıkinin” diyerek, isyancıların aynı zamanda bu katliamları ‘para karşılığında yaptık­larını söylüyordu.

Sultan Abdülhamid, kurulan ‘tezgahı’ fark etmişti. O da, daha fazla kan dökülmemesi için isyancıların taleplerinin yerine getiril­mesi taraftarıydı. Mecliste Hoca Ahmet Rasim ve İsmail Kemal Bey gibi isyancıların ateşli temsilcileri, milletvekilleri üzerinde büyük bir baskı kurmuştu. Bir yandan dışarıdaki isyancıların terör baskısı, di­ğer yandan mecliste yapılan isyan yanlısı ateşli konuşmalar, etkisini kısa sürede göstermiş ve Hüseyin Hilmi Paşa kabinesine güvensizlik oyu verilmişti. Ancak aslında bu göstermelik bir karardı. Zira mec­lisin bu kararından önce kabine zaten çekilmiş bulunuyordu. Özel­likle Şura-yı Ümmet ve Tanin basımevlerinin yağma edilerek mil­letvekillerinin öldürülmesi, kabine üyelerinin morallerini büsbütün bozmuş ve kabine padişahın isteği üzerine istifa etmişti. Kabinenin çekilmesiyle, Sultan Abdülhamid isyancılarla karşı karşıya kalacaktı. Ancak o, saltanatı boyunca kardeş kanının dökülmesini hiçbir za­man istememişti.

Bu yüzdendir ki, asilere Mabeyn Başkatibi Ali Cevad tarafından kaleme alınan bir tezkere ile seslenmeyi uygun bulmuştu. İsyancıla­ra okunan tezkere şöyleydi: “Kabinenin çekilmesi Hazret-i zillüllah (Tanrının gölgesi olan II. Abdülhamid) tarafından kabul edilmiştir. Yeni kabine kurulmak üzeredir. Bugünkü ayaklanmada bulunan as­kerlerle diğer kimseler hakkında padişahımız genel af kabul etmiştir. Devletimiz İslam devletidir. Kıyamete kadar da öyle kalacaktır. Şeriat bundan böyle de daha büyük bir dikkatle yürütülecektir. Başkomu­tan olan büyük halifemiz padişahımız askerlere kışlalarına, ahaliye de iş ve güçlerine dönmelerini bildirir ve selamlar.”(239)

Türk Halifeyi Bir Yahudi’ye Hal Ettiren Zihniyet

Yapılan pazarlıklar sonucu, isyancıların öne sürdüğü şartların hemen tamamı yerine getirilmişti. Talepler üzerine, Tevfik Paşanın sadrazamlığı ve Mareşal Ethem Paşanın da Harbiye Nazırlığı üze­rinde anlaşmaya varıldı. İsyancıların meclisteki destekçilerinden İsmail Kemal ise, Ahmet Rızadan boşalan Meclis Başkanlığına geti­rilmişti. Böylece 14 Nisan 1909’da Tevfik Paşa kabinesi kurulmuş ve hükümet göreve başlamıştı. Tezkere önce Mecliste, sonra da Ayasof- ya Meydanında bulunan isyancılara “Şeriat isteriz” sesleri arasında okundu. Ancak tezkerenin şeriat ile ilgili bölümü okunurken sarıklı bir hoca, “...şimdiye kadar şeriat var mı idi ki, devam olunsun” diyerek bu tavizlere bile karşı çıkıyordu. Nitekim isyancıların zorbalığı, yeni kabinenin kurulmasından sonra da devam etti. Yapılan bu değişiklikler ve çıkarılan genel af isyancıları tatmin etmemiş, aksine olaylar daha da hız kazanmıştı.

Her geçen gün kan akmaya devam ediyordu. Sözde “şeriat isteriz” naraları atanlar, şeriat hukukuyla ü keyi yöneten halifenin vermiş olduğu söze güvenmiyor, emirlerini dinlemiyorlardı.Sultan Abdülhamid isyancılarla uğraşırken, Cemiyet ve onu kontrol eden Üst Akıl, iktidarı tamamen ele almanın hesaplarını yapıyordu. Artık darbenin gerekli bütün şartları oluşmuştu. Olayların başlangıcında sessiz kalan ve isyanın büyümesine müdahale etmeyen Cemiyet, kısa zamanda bütün şubeleriyle harekete geçmişti. Bir yandan olayların sorumlusu padişahmış gibi ondan durumun düzeltilmesi istenirken, diğer yandan İkinci ve Üçüncü Ordu’nun müdahalesi için çalışmalar yapılıyordu. Cemiyet’in Feda-i Zabitan grubunda yer alan Jandarma Yüzbaşısı İsmail Canbulat, ayaklanmayı ve İstanbul’daki olayları bir telgrafla “Meşrutiyet mahvoluyor” diyerek Selanik’teki Merkez-i Umumiye bildiriyordu.(240)

Olaylar çığırından çıkana kadar sessiz kalan Cemiyet, artık mü­dahale zamanının geldiğine inanmıştı. Derin iktidar gücünü elinde bulunduran Merkezi Umumiye telgraf üstüne telgraf çekiliyordu. İstanbul’dan gelen ‘imdat’ çağrıları, Selanik’te büyük endişeye neden olmuştu. Özellikle 1908 postmodern darbesini gerçekleştiren Üçüncü Ordu’nun genç subayları, öfke ve endişe içinde verilecek emre çoktan odaklanmıştı. Cemiyet’in Selanik’teki genel merkezi, zaman kaybet­meden ayaklanmayı bastırmak için ordunun yüksek rütbeli komutan­larıyla istişarelere başlamıştı. III. Kolordu Komutanı Mahmut Şevket Paşa, Meşrutiyet’in korunması için ant içmiş olan ordunun, ayaklan­mayı bastıracak güçte ve harekete hazır olduğunu bildiriyordu.

Bunun üzerine Merkez-i Umuminin girişimiyle İttihatçı örgütler­den İstanbul’a protesto telgrafları yağmaya başlamıştı. Padişah olaylar­dan sorumlu tutuluyor, açıkça tehdit ediliyordu. Devletler oyununda yavaş yavaş sona gelinmişti. Aylarca süren kargaşaya sessiz kalan Ce­miyet, 15 günde İstanbul’un üzerine yürüyebilecek dev bir ordu kur­muştu. Selanik’te bir yandan ordu birlikleri hazırlanırken, öbür yan­dan da İstanbul’un üzerine yürüyecek gönüllü’ asker toplama telaşı vardı. Meşrutiyet’in kendileri için bir ‘özgürlük vaadi’ olduğunu bilen Bulgarlar, Sırplar, Arnavutlar, Rumlar ve Yahudiler gibi etnik unsurla­rın hepsi bu “gönüllü ordu” içerisindeki yerlerini almıştı...

Meşrutiyet’i zorla ilan ettirmek için dağa çıkan 1908 cuntası­nın debaşlarından Resneli Niyazi, şimdi bir kez daha iş başındaydı. Resneden topladığı gönüllülerle İstanbul’a yürüyen ordu içerisinde­ki yerini almıştı. Bir başka gönüllü toplama işini üstlenen kişi ise, Cumhuriyet döneminin 3. Cumhurbaşkanı Celal Bayar’dı. O günlerde Yahudi nüfusun yoğun olarak yaşadığı Bursa’dan topladığı gönüllü’ taburları İstanbul üzerine yürütmek, hem mason, hem de Alliace Is- raelite üniverselle mezunu olan Celal Bayar a düşmüştü. Bayar, oluş­turduğu bu kuvvetlerle Selanik’ten İstanbul’a yürüyen Hareket Ordusu kuvvetleriyle birleşti. Selanik’te oluşturulan 700 kişilik “gönüllü Yahu­di taburunun” başındaki bir diğer ünlü isim ise, Milli Mücadelenin komutanlarından Albay Kazım Karabekir’den başkası değildi!

Tüm bu kuvvetlerin Komutanlığını Hüseyin Hüsnü Paşa, Kur­may Başkanlığını Önyüzbaşı (Kolağası) Mustafa Kemal ve Yüksek Komutanlığını da Mahmut Şevket Paşa üzerine almıştı. Hazırlanan ordunun çekirdeğini Selanik Redif Tümeni oluşturuyordu. Orduya “Hareket Ordusu” ismini veren kişi ise, Mustafa Kemaldi. Hareket Ordusu, 14-19 Nisan tarihlerinde Yeşilköy’de üstlenmiş ve İstanbul’u yarım ay şeklinde kuşatmıştı. Hareket Ordusunun Yeşilköy’den tehditler savurması üzerine, Sultan Abdülhamid’in de 31 Mart Vakasından sorumlu tuttuğu Meclis Başkanı İsmail Kemal Bey’i bü­yük bir telaş sarmıştı. Selanik’ten gelen ordunun İstanbul’a girmekte kararlı olduğunu gören İsmail Kemal, Almanya başta olmak üzere, Rusya ve İngiliz elçilikleriyle iletişime geçmiş, fakat olumlu bir sonuç alamamıştı. Tutuklanmasıyla ilgili telgrafı öğrenen İsmail Kemal, ça­reyi İngiltere Büyükelçiliğine sığınmakta bulmuştu. İngiliz Büyükel­çisi Sir Gerard Lowther, bu sadık adamını İngiliz bayrağı taşıyan bir vapurla Yunanistan’a kaçırmakta hiç tereddüt etmeyecekti.(241)

Hareket Ordusunun başındaki Mahmut Şevket Paşa, Selanik’ten hareket etmeden önce, Vükela Meclisi üyelerinden Şura-yı Devlet Reisi Raif Paşa ve Maarif Nazırı Abdurrahman Şeref Beye “Kanun-i Esasiye sadık kaldıkça Makam-ı Saltanata ilişilmeme” sözü vermiş­ti(242) Daha sonraki gelişmelere bakılırsa, aslında bunun büyük bir tezgah olduğu anlaşılacaktı. Zira ordunun ayağına kadar gelerek Yeşilköy’de toplanan meclis, ilk iş olarak Sultan Abdülhamid’in ‘hâl’ edilmesi meselesini ele almıştı. Ancak Mahmut Şevket Paşa, bura­da da ikiyüzlü bir politika izliyor, padişahın ‘hâl’ edilmesini şimdi­lik uygun bulmuyordu. Çünkü Hareket Ordusu, sözde Meşrutiyet’le birlikte “Asilerin ortadan kaldırmak istediği” padişahı da korumak için yola çıkmıştı. Tersine bir davranış, Hareket Ordusunun bir kıs­mını veya tamamını isyancılar tarafına geçirebilirdi.

Mahmut Şevket Paşanın bu görüşlerini dikkate alarak kararla­rını yeniden gözden geçiren meclis, 22 Nisan günü saraya gönder­miş olduğu tezkerede, “padişahın anayasaya sadık kaldığı müddetçe hayatının ve haklarının korunacağı” bildiriliyordu. Ayrıca Mahmut Şevket Paşanın 23 Nisan 1909’da bizzat Sultan Abdülhamide çekmiş olduğu telgrafta, “İkinci Ordunun gelişi dolayısıyla bir takım kötü niyetlilerin kendisinin ‘hâl’ edileceği haberlerini çıkarttıklarını, an­cak bunların aslının olmadığı”(243) belirtilerek padişaha güvence veri­liyordu. Verilen teminatların ve uygulanan stratejinin amacı, padi­şah ve hükümete gözdağı verilerek her türlü direnişi engellemekti.

Hareket Ordusu, 23-24 Nisan gece yarısından sonra İstanbul’a gir­mişti. Sabaha karşı şehri kuşatan öncü kuvvetler, bazı stratejik nok­taları tutarak darbeyi fiilen başlatmışlardı. Bu harekatta öncü komu­tanlar olarak, Fethi (Okyar) Bey, Enver (Paşa) Bey, İsmet (İnönü) Bey ve Kazım (Karabekir) Bey gibi dönemin genç subayları yer alıyordu. Sokaklar kontrol altına alındıktan sonra, en son Yıldız Sarayı da ku­şatıldı. 25 Nisan 1909 tarihinde başlayan kuşatma iki gün sürmüş, 27 Nisan günü saraydaki kontrol orduya geçmişti. Yeşilköy önlerine kadar gelen Hareket Ordusuna karşı “kardeş kanı dökülmesin diye” Hassa Ordusunu kullanmayan Sultan Abdülhamid, Yıldız Sarayını korumakla görevli İkinci Fırkaya da direnmeme emri vermişti. Buna rağmen saray talan edilmiş, pek çok görevli öldürülmüştü.

Hareket Ordusunun İstanbul’da duruma tamamen hakim ol­masıyla, Sultan Abdülhamid’in tahttan indirilme meselesi yeniden gündeme gelmişti. Meclis, bu son derece önemli olayı görüşmek için toplandı. Daha önce çeşitli güvenceler verilmesine rağmen, padişah şimdi ayaklanmalardan sorumlu tutuluyor, anayasayı koruma adına herhangi bir olumlu girişimde’ bulunmadığına karar veriliyordu. Sul­tan Abdülhamid’in sarayın kapışma dikilen göstericileri azarlaması, nasihat heyetleri göndermesi ve olayların bitmesi için isyancıların he­men bütün isteklerini kabul etmesi artık hiçbir anlam ifade etmiyordu.

Mecliste ilk sözü alan Hareket Ordusu Komutanı Gazi Ahmet Muhtar Paşa, “Millet ve memleketin selameti için” Abdülhamid’in tahttan indirilmesinin gerekli olduğunu söylüyordu. Paşa, Müslü­man bir devlet olması nedeniyle bu konuda bir ‘fetvaya’ gerek bu­lunduğunu da sözlerine eklemeyi ihmal etmemişti. Bu öneri, silah zoru altındaki milletvekillerince onaylanmış, Şeyhülislam Mehmet Ziyaeddin Efendi ile Fetva Emini Hacı Nuri Efendi hemen meclise getirtilerek, fetva hazırlıklarına başlanması oy birliği ile kabul edil­mişti. Fetva Emini Hacı Nuri Efendi, bu fetvayı vermemek için bir hayli direnmişse de, korkudan imzalamak zorunda kalmıştı.

Şeyhülislam Mehmet Ziyaeddin Efendiye de zorla(244) imzalattı­rılan fetvaya: “Abdülhamid’in yasalara uymadığı, devlet hâzinesin­den gereksiz harcamalar yaptığı, yasal dayanaklar olmaksızın kişileri sürgüne gönderdiği ve öldürttüğü, bunları yapmamaya yemin ettiği halde yeminini bozduğu, Müslümanlar arasında kargaşa yarattığı ve iç savaşa neden olduğu” yazılarak, padişahın tahttan indirilmesi­nin “İslam Hukukuna uygun olduğu” belirtiliyordu. Oysa Kanun-i Esasiye göre, yapılan icraatlardan tamamen hükümet sorumluydu.

Meşrutiyetin ilan edilmesiyle padişah kabine üzerindeki etkisini yitirmiş, hükümete söz geçiremez olmuştu. Mecliste çıkarılan yasaları ise, sadece onaylamakla’ yükümlüydü. Ancak bütün bunların hiçbir önemi yoktu. Zira her halükarda Sultan Abdülhamid tahttan indiri­lecekti. Nitekim 27 Nisan 1909’da tahttan indirilmesine karar veril­mişti. Meclis, bu kararı Sultan Abdülhamide bildirmek üzere dört kişilik bir kurul oluşturmuştu. Kurul üyelerine tek tek bakıldığında, darbeyi yapan asıl gücün kimler olduğu açıkça fark ediliyordu. Zira İslam halifesine “Hâl Fetvasını” okumak için gönderilen kurul üyeleri arasında tek bir Müslüman Türk yoktu. Yahudi Emmanuel Carasso, Arnavut Esat Toptani, Ermeni Aram Efendi ve Gürcü Arif Hikmet... Kendisini ‘hâl’ etmeye gelenleri gören Sultan Abdülhamid’in dudak­larından şu ünlü cümleler dökülecekti: “Bir Türk padişahına, İslam halifesine hâl kararını bildirmek için bir Yahudi, bir Ermeni bir Ar­navut ve bir nankörden başkasını bulamadılar mı?”(245)

Darbe tamamlanmış, devrik sultanın yerine Veliaht Mehmed Re- şad getirilmişti. İslam halifesinin sürgün edildiği yer ise, çok anlamlı ve bir o kadar da manidardı. İttihat ve Terakki Cemiyet’inin doğduğu yer ve aynı zamanda adeta bir Yahudi kenti olan Selanik... Üstelik padişahın hapsedildiği yer de, Alliance okullarının finansörlerinden Moiz Alatini’nin köşküydü. Bu vilayette hazırlanan kumpasla devri­len Sultan Abdülhamid, geleneklere aykırı olarak başkent dışındaki bir vilayete sürülüyordu. Hareket Ordusu olaylara el koyduktan son­ra, Merkez-i Umumi tarafından bütün partiler lağvedildi. Muhalif olarak görülenler olayla ilişkiliymiş gibi gösterilerek tutuklandı. Basın ve muhalefet tamamen susturuldu. Hilafet ve padişahlık haklan bütü­nüyle Merkez-i Umumiye geçti.(246)Darbeyle birlikte bıçak gibi kesilen gösterilerden sonra, Cemiyet devlete tam anlamıyla egemen oldu.

Darbe mi, ‘Gerici’ Bir Kalkışma mı?

Hiç şüphesiz siyasi tarihimizin en karanlık noktalarından birini, günümüzde bile hâlâ tartışma konusu olmaya devam eden 31 Mart Vakası oluşturuyor. Zira 31 Mart Vakasının “Cemiyet tarafından ya­pılan askeri bir darbe mi, Sultan Abdülhamid tarafından organize edilen bir karşı darbe girişimi mi, yoksa İngiltere destekli bir ‘irti­ca ayaklanması mı” olduğu tartışmaları hâlâ bir sonuca bağlanmış değil. Belki bir asır önce yaşanmış bir olayın günümüzde hâlâ tar­tışılıyor olması, birçok kimse için anlamsız gelebilir. Ancak yakın tarihimizin en önemli kırılma noktalarından biri olan 31 Mart Vaka­sı, Cumhuriyet dönemine geçişin en kritik eşiğini oluşturuyor. Zira Cumhuriyet sonrasında sık sık kullanılan ve askerlerin siyasi hayata müdahale edebilmek için adeta ‘meşrü bir gerekçe haline getirdik­leri ‘irtica’ bahanesinin kökü, işte bu 31 Mart Vakasına dayanıyor. Hakeza, Türk siyasi hayatının kutuplaştırıcı tartışmaları arasında yer alan “gerici-ilerici” ve “laik-antilaik” çatışmasının referansı da yine 31 Mart Vakasıydı.

Peki, herkesin kendi ideolojik penceresinden baktığı 31 Mart Vakası’nın gerçek mahiyeti neydi? Kim tertiplemişti, kimin işine yaramıştı? Hemen ifade etmek gerekir ki, ‘belge fetişizmine sapla­nıp kalanlar için elbette bu olay bir ‘irtica kalkışmasıydı. Bu görüşte olanların gerekçeleri, dönemin resmi yazışmalarında vakıanın bir ‘irtica hadisesi olarak geçmesi. Zira İttihat ve Terakki Cemiyetinin resmi yazışmalarında(247) ve İstanbuldaki kargaşa durumunu Sela­nik’teki Merkez-i Umumiye bildirmek için çekilen telgraflarda, olay “hareket-i irtica” olarak geçiyordu. Yine dönemin bazı yazışmala­rında ise, bu kargaşa ortamı bir “karşı devrim” diye nitelendirilerek, resmi belgelere “hadise-i ihtilaliyye”(248) olarak geçirildiği görülüyor.

Belge fetişizmine takılıp kalan araştırmacı ve akademisyenlere göre, bu veriler 31 Mart Vakasının ‘irtica’ ve ‘şeriat’ ayaklanması ol­duğunu göstermek için yeterli bir delil olarak kabul ediliyor. Fatih Medresesi talebeleri ve din alimlerinin isyancılara destek vermesi, isyancıların sık sık “şeriat isteriz” diye slogan atmaları, ayrıca Sultan Abdülhamid’in bu göstericilere ‘toleranslı’ davrandığının iddia edil­mesi, olayı gerici’ bir ayaklanma olarak görenlerin diğer argümanla­rı olarak karşımıza çıkıyor. Ancak bu bakış açısı, tarihin siyasi arka planını görmezden geldiği gibi, olayları bir bütün olarak değil, tek tek değerlendirerek büyük resmin ortaya çıkmasına engel olduğunu da belirtmemiz gerekiyor.

Öncelikle 31 Mart Vakasının “irtica” olarak nitelendirildiği bel­gelerin, olayın doğrudan tarafı olan İttihat ve Terakki Cemiyeti ne ait olduğu unutulmamalı. Elbette olayın sosyo-ekonomik ve sosyo­kültürel yanlarını inkar ederek, bu vakayı sadece “Cemiyet ve İngi­liz kışkırtıcılığına” bağlamak da doğru bir yaklaşım olamaz. Ya da 15 gün süren bir kaotik ortamın günah keçisi olarak sadece Derviş Vahdeti suçlanamaz. Ancak resmi tarih tezi oluşturulurken, bu ka-otik ortamın İttihat ve Terakkinin politik tutumundan kaynaklan­dığı ısrarla görmezden geliniyor. Bunun nedeni, 31 Mart Vakasının ardından ülkeye hakim olan siyasi düzen ve ‘vesayetçi’ zihniyetin, Cumhuriyet döneminin de temel felsefesini oluşturmasından kay­naklanıyor. Daha açık bir ifadeyle, bugünkü cumhuriyet devrimleri, 31 Mart Vakasında “Kafası ezilen şeriatçı yobazlara” karşı verilmiş bir mücadelenin sonucu olarak görülüyor.

31 Mart Vakasının bir diğer ‘ihtilaflı’ yönü de, bu hadisenin kim­ler tarafından tertiplendiği konusu. Aynı tarihçi ve araştırmacıların, aynı belgeler üzerinde çalıştıkları halde farklı sonuçlara varmaları, hem bu hadisenin ideolojik bakış açısıyla değerlendirildiğini, hem de tarihsel çalışmaların siyasi analizden yoksunluğunu gösteriyor. Hadisenin kimler tarafından tertiplendiği konusunda farklı tezler olsa da, üzerinde durabileceğimiz üç önemli görüşü burada zikret­mekte fayda var.

Birinci tez, olayların Ingilizler tarafından organize edildiği görü­şüdür. Buna göre sadaretten düşürülen ‘İngilizyanlısı’ Kâmil Paşanın oğlu Sait Paşa, isyancıların askeri elebaşlarından Hamdi Çavuşa para vererek, ihtilal için kışkırtmıştı.(249) İsyancılara gönderilen para ise, bizzat İngiliz Haber Alma Teşkilatı tarafından sağlanmıştı.
İkinci tez, isyanın bizzat Sultan Abdülhamid tarafından çıkarıl­dığı iddiasına dayanıyor. Jön Türkler üzerine çalışmalarıyla tanınan Prof. Dr. Sina Akşin’e göre, 31 Mart Vakası tamamen bir ‘şeriat’ kal­kışmasıydı(250) ve müsebbibi de Sultan Abdülhamid idi. Bu tezin ge­rekçeleri olarak, sarayın olayları bastırmak yerine isyancılara nasihat etmesi ve sert tedbirler almayarak olup bitenlere göz yumması olarak gösteriliyor.

Üçüncü tez ise isyanın siyonistlerce çıkarıldığı görüşüne dayanı­yor. Bu tez, dönemi bizzat yaşamış olan Cevat Rifat Atilhan ve Mus­tafa Turana ait. Buna göre, hadisenin çıkmasında birinci derece rol oynayanlar bizzat siyonistlerdi.(251) Çünkü Sultan Abdülhamid, Yahu- dilerin Filistin’e yerleşmelerine ve toprak satın almalarına izin vermi­yordu. İsyan sonrası yapılan darbeyle, siyonistler kendilerine zorluk çıkartan Sultan Abdülhamid’den kurtulmuş, Yahudilerin Filistin’de toprak satın almalarının önü açılmıştı.

Yalan Söyleyen Tarih Utansın

Her ne kadar 31 Mart Vakasıyla ilgili farklı görüşler olmasına rağmen bu hadiseye irtica damgası vurulmuş olsa da, mevcut bilgi ve belgeler bir vicdan süzgecinden geçirildiğinde, 31 Mart Vakasına gerici ayaklanma damgasının ideolojik saplantılar yüzünden vurulmakta olduğunu özellikle belirtmeliyiz. İttihat ve Terakki Cemiyetinin, bazı dini konularda hassas davranmadığı bir gerçekti Meşrutiyet süreciyle birlikte sosyal yaşamda ve özellikle ordu içeri­sinde görülen seküler uygulamaların, Osmanlı halkını rahatsız ettiği doğruydu. Ancak bütün bu olumsuz hava ne şeriatın uygulanmadı­ğı anlamına geliyordu, ne de şer’i hükümleri ortadan kaldıracak bir durumun sözkonusu olduğunu gösteriyordu. Daha önemlisi, şeriat adına ayaklandıkları iddia edilen isyancıların talepleri arasında ge­riye dönüş, yani meşrutiyet rejiminin kaldırılmasına yönelik tek bir madde yoktu. ‘İrtica kelimesinin anlamı “önceki koşullara dönüş” olduğuna göre, 31 Mart Vakasını bir “gerici ayaklanma” olarak sun­mak, analitik düşünceyle bağdaşmayacak bir durum olsa gerek.

Neresinden bakılırsa bakılsın, 31 Mart Vakası, 1909 Darbesini meşrulaştırmak için Üst Akıl tarafından yürütülen bir “kontrollü gerilim” stratejisinden başka bir şey değildi. Zira Üst Aklın hizme­tindeki İngiltere, kendine yakın olan Cemiyet’in muhalif kanadını kullanarak ortamı sistemli şekilde provoke etmiş, oluşan kaos orta­mını da darbeyi meşrulaştırmak için kullanmıştı. Cemiyet’in her ge­çen gün Almanlara yaklaştığını gören İngilizler, daha önce Cemiyet içerisinde bulunan, ancak bazı fikir ayrılıkları yüzünden ters düşmüş ‘İngilizci* kanada mensup üyeleri kullanarak, İttihad Terakki yi ‘hiza­ya sokmak istemişti. Böylece hem yarım kalan darbe süreci tamam­lanmış, hem Cemiyet üzerindeki İngiliz hakimiyeti sağlanmış, hem de Sultan Abdülhamid safdışı bırakılmıştı.

Dönemin resmi belgelerine bakıp 31 Mart Vakasını ‘irtica diye lanse edenler, bu belgeleri düzenleyen ve resmi yayın organlarında ‘irtica* olarak yayan Cemiyet’in, olayın tarafı olduğunu unutuyor­lar. Cemiyet, olaylar çığırından çıktıktan sonra Rumeli bölgesine ve Cemiyet’in Merkez-i Umumi’sine çekmiş olduğu telgraflarda, hadi­seyi bilinçli olarak “Meşrutiyet karşıtı” ve “irtica” kalkışması olarak nitelemişti. Zira Meşrutiyet, Batı kültürünü benimseyen Makedonya bölgesindeki halkların ortak ilan ettikleri bir düzen olarak görülü­yordu. Dolayısıyla, olayları bastıracak orduya daha fazla asker sağ­lamak ve halkın ilgisini artırabilmek için, vakayı bir “irtica” olarak sunmak zorundaydı. Öyle ki, Makedonya bölgesinde padişah yanlısı asker ve halka “Padişahımız, halifemiz tehlikededir” diyerek asker toplanırken, Meşrutiyet yanlılarına da “Meşrutiyet’in tehlikede oldu­ğu” söylenerek asker toplanıyordu.
31 Mart Vakasını bir ‘irtica' hareketi olarak yayan, kabul ettiren ve hatta resmileştiren, Cemiyet’in resmi yayın organları Tanin ve Ru­meli gazeteleriydi.(252)

Oysa vakanın bir ‘irtica’ kalkışması olabilmesi için isyancıların mutlakıyet yönetimini geri getirme amacı gütmele­ri ve parlamentonun kapatılmasını istemeleri gerekirdi. Halbuki ge­rek askeri isyancıların, gerekse sivil uzantılarının tamamı Meşrutiyet yanlısıydı. Aksi takdirde, hükümete isteklerini bildiren isyancıların 3- 5 mebusa değil, hiçbir ayrım yapmadan bütün mebuslara karşı olmaları gerekirdi. Üstelik isyancılar, isteklerini padişahtan değil, meclisten talep etme gereği duymuşlardı, özellikle ‘yeni rejimi’ ko­rumak için Selanik’ten getirilen ve hürriyetin bekçileri (Nigehban-ı hürriyet) diye isimlendirilen Cemiyet’in en çok güvendiği Avcı Taburlarını gericilikle’ suçlamak, kurgunun mantıksal örgüsüne de ters bir durum. Dahası, isyan eden Avcı Taburlarının başındaki Hamdi Çavuş, Meşrutiyet’i padişaha zorla kabul ettirmek için Res- neli Niyazi’yle birlikte dağa çıkan cuntanın en sadık elemanlarından biri değil miydi?

31 Mart Vakası bir ‘irtica’ hareketi olmadığı gibi, bir “şeriat kal­kışması” da değildi. İsyancıların meclise sundukları talepler arasında kabine üyelerinin “daha mütedeyyin” kişilerden oluşmasını ve şeri­atın ‘tam’ uygulanmasını istemeleri, bu olayın bir “şeriat kalkışması” olduğu anlamına gelmiyordu. Zira göstericilerin samimi oldukları düşünülse bile, şeriatla yönetilen bir ülkede, ‘daha fazla şeriat’ iste­mek adına yapılmış bir gösteriyi “şeriatçı ayaklanma” diye nitelemek, gerçekten komik bir durum olsa gerek. Meşrutiyet’in ilan edilmesiyle her ne kadar rejim değişikliğe uğramış, ‘şeriata mugayyir’ bazı uygu­lamalar olmuşsa da, ülke hâlâ şeriatla yönetiliyor ve devletin başında bir ‘halife’ bulunuyordu. Eğer halife Allah’ın yeryüzündeki temsilcisi, şeriatın uygulayıcısı ise, öncelikle şeriatın zarar görmesinden kendi­sinin rahatsızlık duyması gerekmez miydi?

Kaldı ki Osmanlı padişahları içerisinde en çok şeriata bağlılığı ile taranan ve halifeliği en etkili şekilde kullanan Sultan Abdülhamid ol­muştu. Öte yandan, sözde şeriat isteyen isyancılar arasında halk yoktu. Kör Ali ve İsmail Hakkı adındaki iki “serseri kılıklı”(253) hocanın, arka­larına 40 kişiyi takıp “Ey ümmet-i Muhammed, din elden gidiyor” di­yerek Yıldız Sarayı na şikayette bulunmasını “şeriat ayaklanması” ola­rak sunmak hangi vicdanla bağdaşabilir? Dahası, “şeriat isteriz” diye bağıran isyancılar arasındaki “körkütük sarhoş” olanları(254) bu “şeriat ayaklanmasının” neresine monte edeceğiz? Dolayısıyla, 1909 darbesi öncesinde “şeriat isterük” diye bağıranlar ile, Cumhuriyet dönemi bo­yunca “şeriat istemezük” naraları atanlar arasında hiçbir fark yoktu.

31 Mart Vakası na doğrudan karışan ya da bir şekilde isyancıları destekleyen beyin takımının hemen hepsi, daha önce Cemiyet içe­risinde yer almış ve Meşrutiyet’in ilan edilmesini desteklemiş kimselerdi. Bu kanat aynı zamanda Sultan Abdülhamid’in de amansız muhalifleriydi. Derviş Vahdeti, Prens Sabahaddin, Miralay Sadık, Mizancı Murat, İsmail Kemal, Dr. Rıza Nur, Abdullah Cevdet, Mev- lanzade Rıfat, Nihad Reşat (Belger), Ferruh Alkent ve Hoca Rasim bunlardan sadece birkaçı mesela... Cemiyet içerisinde zamanla çıkar kavgası başlamış, fikir ayrılıkları su yüzüne çıkmıştı. İşte Meşrutiyet sonrasında Cemiyet’in gerçek yüzüyle karşılaşan ve kargaşa ortamını fırsat bilen bu ‘küskünler’ grubu, İngilizler tarafından darbe şartlan- nı oluşturmak için figüran olarak kullanılmışlardı.

........
Abdülhamid’in Âhı...

Üst Akıl, Cemiyet’i kullanarak Sultan Abdülhamid’i devirmişti devirmesine ama, vesayetçi zihniyet, halkta taban bulamadığı için zor günler yaşıyordu. Cemiyet’in 1908 postmodern darbesi sonra­sında uyguladığı ceberut ve vesayetçi yönetim tarzı, gerek halk ara­sında, gerekse ordu içerisinde çeşitli tepkilerin doğmasına neden olmuştu. İttihat ve Terakkinin gerçek yüzünü gören halk ve Osmanlı aydınları, artık Cemiyet’in söylediği hiçbir şeye inanmıyordu. Bu nedenle, ülkeyi kendi getirdikleri ‘demokrasi’ rejimiyle yönetemeyeceklerini anlayan Cemiyet, Meşrutiyet öncesinde uyguladığı komita­cılık günlerine dönmenin zaruret olduğuna inanmıştı. Doğal olarak, devreye yine Feda-i Zabitan grubu girecekti. Meşrutiyet uğruna nice cinayetler işleyen bu gözü kara fedailer, Kâmil Paşa Hükümetine karşı yapılan darbenin de yine ön saflarında yer alacaktı.

Darbe sonrasında memleketteki yegane güç merkezi Cemiyet olmasına rağmen, iktidar sorumluluğunu bir türlü üzerine almı­yor, hükümetleri perde arkasından yönetmeyi tercih ediyordu. Bu­nun nedeni, başarısız olunursa gözden düşme korkusuydu. Zira “Cemiyet-i mukaddes” uğruna bunca yıl verilmiş olan mücadele, bir anda heba olabilirdi. Ne var ki İttihat Terakkinin bu tavrı, dö­nemin ileri gelen aydınları ve özellikle Cemiyet üyesi olup da daha sonra muhalefet safına geçenler tarafından sert şekilde eleştiriliyor­du. Kaldı ki sıradan halk bile, mevcut hükümetin ve onun başındaki padişahın bir kukladan ibaret olduğunun farkındaydı. Dolayısıyla Cemiyet’in artık yumruğunu masaya vurup, tüm iktidar gücünü bir an önce eline alması gerekiyordu. Üstelik Sultan Abdulhamide karşı sürekli bir eleştiri konusu haline getirdikleri Balkanlar da, fıkır fıkır kaynamaya başlamıştı.

Meşrutiyet öncesinde adeta her kapıyı açacak sihirli kelimeler ola­rak topluma sunulan “hürriyet, eşitlik, kardeşlik” sloganlarının artık tamamen bir aldatmacadan ibaret olduğu anlaşılmıştı. Bu kelimeler Osmanlı aydınlan tarafından halka öylesine cazibeli anlatılmıştı ki, eğer Meşrutiyet ilan edilirse, devlet dairelerindeki bir takım usulsüz­lükler düzelecek, vergiler azalacak ve imparatorluktaki bütün milletler “birlik ve beraberlik” içerisinde mutlu mesut yaşayacaktı! Ancak ger­çek hiç de öyle değildi. Uğruna nice canlar alınan Meşrutiyet rejimi, huzur ortamı getirmek bir yana, eskiyi mumla aratır hale gelmişti.

Daha Sultan Abdülhamid’i tahttan indireli sadece bir gün ol­muştu ki, Adana’da Ermeni olayları patlak vermişti. Cemiyet üye­leri, bir zamanlar Sultan Abdülhamid’i devirmek için işbirliği yap­tıkları Ermeni komitacılarının şimdi gerçek yüzüyle tanışıyordu. Meşrutiyet’in ilanından sonra açılan Meclis-i Mebusan’a milletvekili olarak giren Ermeni Karakin Pastırmaciyanın, halka saldıran Erme­ni çetelerini örgütleyen kişi olduğunu gören Cemiyet üyeleri, nasıl bir hatanın içine düştüklerini çok geç anlamışlardı. Ancak Ermenilere göre de bu doğal bir sonuçtu! Zira Sultan Abdülhamid’i tahttan indirmek için madem ki Ermeni çetelerle işbirliği yapılmıştı, madem ki özgürlük ve eşitlik vardı, Ermeniler de bundan yararlanacaktı! Ce­miyet üyeleri bütün Osmanlı milletlerinin ‘birlik içinde’ yaşayaca­ğına inanadursun, Ermeniler 1894 yılından itibaren Taşnaksutyan, Hınçakist ve Reforme Hınçakist örgütlerinin etrafında kümelenmiş, Meşrutiyetin ilanıyla birlikte gerçek niyetlerini açığa vurmuşlardı. İmparatorluktaki milliyetler kavgası gittikçe büyüyordu.

Öte yandan, koca ülke ‘İttihatçı ve İtilafçı’ diye ikiye bölünmüş­tü. Ülkenin siyaseten kamplaşma ve kargaşa içerisinde bulunduğu bir dönemde, 1912’de genel seçimler yapıldı. Cemiyet seçimlerden büyük bir başarıyla çıkmıştı. Ancak bu başarı, halkın Cemiyete olan teveccühünden değil, seçimlerde uyguladığı zorbalık yüzündendi. Zira tarihe “Sopalı Seçimler” olarak geçen bu seçimde; Cemiyete mensup subaylar ve memurlar bir yandan, eli sopalı fedailer bir yan­dan halkı ve muhalefeti şiddet kullanarak sindiriyordu.

Nitekim 1912 seçimleri sonucunda Cemiyet muhalefetsiz bir meclise kavuştu. Fakat meclisten kovulan muhalefet, bu kez ordu içerisinde örgütlenmeye başlayacaktı. Muhalefetin sindirilmesi, ülkenin geleceği ile ilgili önemli kararların Cemiyetin Merkez-i Umumisinde alınması, yalnızca İttihatçı subayların yüksek görev­lere getirilmesi, ordunun geri kalan kısmında büyük bir rahatsızlığa sebep olmuştu. Bu rahatsızlık, ordu içerisinde 1912 yılının Mayıs- Haziran aylarında Halaskar Zabıtan (Kurtarıcı Subaylar) adında giz­li bir örgütün kurulmasına neden olmuştu. Meclis dışından ve ordu içerisinden gelen muhalefet baskısına, Balkanlarda yaşanan siyasi
çalkantılar da eklenince, Mahmut Şevket Paşa hükümeti istifa etmek zorunda kalmış, ardından kurulan Said Halim Paşa hükümeti ise, 15 Temmuzda güvenoyu almasına karşın bir gün sonra istifa etmişti

18 Temmuz günü bir açıklama yapan Halaskar Zabitan Grubu ordunun siyasetin dışında kalması gerektiğini ve siyasi partilerde, mülki memuriyetlerde görev alan bütün subayların orduya dönerek sadece askerlik mesleğini yapmaları gerektiğini belirtiyordu. Ayrıca Meşrutiyet’in sözde değil, samimi şekilde uygulanması gerektiğinin vurgulandığı bildiride, tarafsız kişilerden oluşacak yeni bir kabine­nin kurulması da isteniyordu. Halaskar Zabitan Grubunun bu bildi­risi, bütün memlekette geniş yankı uyandırmış, bizzat Sultan Reşad tarafından cevaplandırılmak zorunda kalınmıştı.

Ordu içerisinden yükselen muhalefet gücünün büyüklüğü konu­sunda emin olamayan İttihat ve Terakki Cemiyeti, mecliste çoğun­lukta bulunmasına rağmen, siyaseten ağır bir darbe almıştı. Zira muhalefetin de desteğini alan Gazi Ahmet Muhtar Paşa Sadarete ge­tirilmişti. Üstelik Halaskar Zabitan Grubunun Harbiye Nazırı olarak görmek istediği Nazım Paşa da nezarete (bakanlık) atanmıştı. Ancak Halaskar Zabitan Grubunun da ordu içerisinden siyasete dahil ol­ması, zaten siyaseten bölünmüş olan ülkenin, orduda da bölünme­sini doğurmuştu. Ordu, ‘ittihatçı subaylar’ ve ‘Halaskaran subaylar’ diye ikiye bölünmüş, aradaki düşmanlık erlere kadar yansımıştı. Or­dudaki bu bölünme ve artan zafiyet, birkaç ay sonra yaşanacak olan Balkan Savaşında benzeri görülmemiş bir bozgunun yaşanmasıyla sonuçlanacaktı. Nitekim sadece üç ay 8 gün Sadaret’te kalan Ahmet Muhtar Paşa, istifa etmek zorunda kalmıştı.

Sultan Abdülhamid sonrasında ülkede yaşanan siyasi istikrarsız­lık, vatan topraklarının birer birer elden çıkmasına neden oluyordu. Bulgar ordusu Trakya’da ilerleyerek, Çatalca önlerine kadar gelmiş­ti. Üstelik orduda şiddetli kolera salgını başlamış, Rumeli’den kaçan binlerce göçmen İstanbul sokaklarında açlık ve hastalıktan ölüyordu. Yeni kurulan Kâmil Paşa Hükümeti, Balkan devletleriyle Londra’da masaya oturmak zorunda kalmıştı. Büyük devletler Bab-ı Ali’ye bir nota vererek, Edirne’nin Bulgaristan’a ve Ege adalarının kendileri­ne bırakılmasını istiyordu. Dolmabahçe Sarayında toplanan ve ileri gelen devlet adamlarının katıldığı “Şura-yı Umumi” bu durumu gö­rüşüyordu. Balkan Savaşının ilk evresinde alınan yenilgiler, Kâmil Paşa Hükümetini Londra Konferansı’nda önerilen Midye-Enez sı­nırını kabule zorlamıştı. Hele Osmanlı ordusunun Lüleburgaz ve Kırklarelinde de yenilgiye uğraması, hükümeti büsbütün çıkmaza sokmuştu.

Teşkilat Darbe Yapıyor

Uyguladığı ince siyaset sayesinde imparatorluğu 33 yıl başarıy­la ayakta tutan Sultan Abdülhamid’i pervasızca tahttan indiren Ce­miyet, dört yılda ülkeyi bölünmenin eşiğine getirmişti. Tüm baskı ve şiddet ortamına karşın, Cemiyet toplum nezdinde büyük bir güç kaybına uğruyordu. Üstelik sopalı seçimler’ sayesinde kendi millet- vekilleriyle doldurdukları meclisin ömrü de kısa olmuştu. 4 Mayıs 1912’de ilk toplantısını yapan meclis, 5 Ağustos 1912 tarihinde pa­dişah tarafından feshedilmişti. Halka dayanmayan ceberut iktidarın ellerinden kayıp gittiğini gören Cemiyet, artık tam anlamıyla oligar- şik bir düzene geçme zamanı geldiğine inanıyordu.

Nitekim Balkan Savaşındaki yenilgileri ve Edirne’nin Bulgaristan’a terk edilişini fırsat bilen Cemiyet, hükümete karşı darbe planları yapmaya başlamıştı. Cemiyet’in genel merkezi yine hareketli günle­rinden birini yaşıyordu. Darbe için son toplantının Vefa’da İttihat ve Terakkinin önemli isimlerinden Emin Beşe Bey’in evinde yapılması­na karar verilmişti. Enver Paşa, bir tümeni denetlemek için İzmir’e git­tiği için, ilk toplantıya katılamamıştı. Dolayısıyla toplantı hiçbir karar almamadan dağılmıştı. Bu girişimin en büyük planlayıcısı olan teşki­latın büyük abisi Talat Paşa, toplantıda konuşulanları Feda-i Zabitan üyelerinden İzmitli Mümtaz aracılığıyla Enver Paşaya bildirmişti. Za­man gittikçe daralıyordu. Çok geçmeden Enver Bey İzmir’den döndü ve ikinci toplantı yapıldı. Sait Halim Paşa, Talat Paşa, Enver Paşa, Hacı Adil Bey, Ziya Gökalp, Albay İsmail Hakkı Bey, Fethi Bey (Okyar), Mithat Şükrü Bleda, Cemal Paşa, Kara Kemal, Doktor Nazım ve Mus­tafa Necip gibi Cemiyet’in ağır toplarının hepsi oradaydı.

Enver Paşa, her zamanki gibi detaya inmeden direkt konuya gir­mişti: “Arkadaşlar! Geçen seferki toplantınızda verdiğiniz karardan haberdar oldum, ne yazık ki şaşırdım. Bin türlü bahane bularak hü­kümete ilişmeyi uygun bulmamışsınız. Bu karara nereden vardınız, bilmiyorum. Yalnız size bir şey soracağım: Memleketin geleceğini bu hükümetin kurtarabileceğine inancınız var mı? Cevabınız ‘Evet’ ise, bir sorun yok, burada boş yere çene patlatmayalım. Herkes dağılsın ve işine baksın. Yok, eğer bu adamlara inanmıyorsanız, teorilere takılıp kalmayalım, icraata geçelim. Bu adamlardan kurtulmanın tek çare­si bu hükümeti devirmektir” diyerek noktayı koymuştu. Üstelik son cümlesi de ne kadar kararlı olduğunu gösteriyordu: “Ben bu işi, yanı­ma alacağım altmış fedakar arkadaşımla rahatlıkla başarabilirim.” Tabi Enver Paşa karar verdikten sonra kim “Hayır” diyebilirdi ki... Bunun üzerine, artık darbenin yapılacağı tarih ve başlangıç noktası belirlenmişti. 23 Ocak 1913 perşembe günü saat 15.00’te harekete geçilecekti.

Elbette darbe yapacak cuntanın başını yine teşkilatın silahşörleri çekiyordu. Başlarında bizzat Enver ve Talat Paşanın bulunduğu ekipte Filibeli Hilmi» Sapancalı Hakkı, Yakup Cemil, İzmitli Mümtaz, Mithat Şükrü Bleda, Mustafa Necip, Kara Kemal, Doktor Nazım, Silahçı Tahsin, Samuel Israel ve teşkilatın ünlü hatibi Ömer Naci bulunuyordu Nitekim belirlenen darbe günü gelip çatmıştı. Takvimler ocak ayının 23'ünü, günler perşembeyi gösteriyordu. Teşkilat üyeleri Meserret Kıraathanesinde toplanacaktı. Hareketin ilk durağı burasıydı. Ancak saat öğleden sonra iki buçuk suları olmasına rağmen, ortalıkta kim­seler yoktu. Enver Paşa bir ara paniklemişti. Oysa paniğe gerek yoktu. Zira teşkilatın büyük abisi Talat Paşa, her şeyi yerli yerince ayarlamıştı.

Talat Paşa ile Sapancalı Hakkı’ya verilen vazife, Bab-ı Ali ile Me­serret Kıraathanesi arasında gözcülük etmek, baskına iştirak edecek resmi ve sivil subayların toplandığını Enver Paşa ve arkadaşlarına bil­dirmekti. O zaman Erkan-ı Harp Binbaşısı olan Enver Paşa ile diğer cunta üyeleri, İttihat ve Terakki Genel Merkezinin karşısındaki Askeri Menzil Müfettişliğinden gelecek işareti bekliyordu. Yüzbaşı Yakub Ce­mil, Cemiyet’in kıdemli üyelerinden Mustafa Necip (Gümüşhacıköy- lü) ve Enver Paşanın yaveri İzmitli Süvari Yüzbaşısı Mümtaz baskın için hazırdı. Resmi elbiseli on kişilik bir zabit grubu da hazır bekli­yordu. Cemiyet’in meşhur hatibi Ömer Naci, Maarif Müdürlüğü nün merdivenleri üzerinde yerini almıştı. Bab-ı Ali önünde ateşli bir konuşma yapacak, halkın darbeye destek vermesini sağlayacaktı.

Saat tam 15.00 sularıydı ki, Meserret Kıraathanesinin önünden Bab-ı Ali’ye çıkmakta olan Talat Paşa, Sapancalı Hakkı’ya: “Haydi Hakkı, git Enver’e her şeyin tamam olduğunu söyle” talimatını vermişti. Sapancalı Hakkı, yokuşu acele çıkarak Duyun-u Umumiye’nin bulunduğu sokağa saptı. Menzil Müfettişliğine gelip, Enver Paşaya,“Her şey hazırdır” deyince, Paşanın rengi kıpkırmızı olmuştu. Bir an duraksadı ve sonra kapının önünde bekletilen kır bir ata binerek “Haydi arkadaşlar! Allah yardımcımız olsun!” diye bağırdı. Artık geri dönüşü olmayan darbe harekatı başlamıştı. Enver Paşa, beyaz atın üzerinde ilerliyor, zabitan sağdan soldan yürüyordu. Sağında İzmitli Mümtaz, solunda Yakub Cemil ve Mustafa Necip yaya olarak geliyordu. Bab-ı Ali’nin bulunduğu caddeye açılan sokaklardan birer ikişer,baskında görevli olanlar ortaya çıkmaya başlamıştı. Tam bu sırada Ömer Naci’nin ateşli sözleri duyuldu: “ Vatandaşlar, hükümet Edirne’mizi Bulgarlara teslime karar verdi. Bab-ı Ali’ye yürüyünüz” Bu arada Talat Paşa da bir grup ittihatçıyla Bab-ı Ali’ye gitmişti. Ayrıca Bab- Ali binası civarındaki önemli noktalara altmış kadar İttihatçı yerleştirildi. Yol boyunca toplanan halkın da katılımıyla ellerindeki bayraklarla tekbir getiren kalabalık Bab-ı Ali’ye ulaşmıştı.

Kamil Paşa kabinesi toplantı halindeydi.Büyük devletlerin verdiği notaları,anlaşma şartlarını görüşüyorlardı.Bu arada Enver Paşa ve adamları Bab-ı Ali'ye çoktan girmişlerdi bile.Önce Sadaret yaveri Ohrili Nafız Bey öldürüldü.Harbiye Nazırı'nın yaveri Kıbrıslızade Tevfik Bey de vurulmuştu.Ancak Tevfik Bey'in tabancasından çıkan kurşunla teşkilatın silahşörlerinden Mustafa Necip ölmüştü.Sadaret'in dış kapısını beklemekle görevli o la teşkilatın polis komiseri Celal Bey de vurulanlar arasındaydı. Büyük bir kargaşa, anlaşılması zor bir durum vardı. Bir avuç asker-sivil karışımı cunta, koca imparatorlukta darbe yapıyordu.

Nereden bakılırsa bakılsın, bu bir delilikti. Ancak Cemiyet litera­türünde racon buydu. Çoğunluk dikkate alınmaz, farklı düşünenler “vatan haini” sayılırdı. Harbiye Nazırı Müşir Çerkeş Nazım Paşa, gü­rültü üzerine kabine toplantısından balkona çıkıp “Ne oluyor” demeye kalmadan, karşısında Enver Paşayı bulmuştu. Enver Paşa gayet sakin, disiplinli ve bir asker vaziyetiyle Nazırı önce selamladı ve: “Asker, vata­nı satanlara izin vermeyecek” diye söylendi. Nazım Paşa da bir şeyler söylemeye kalkışmıştı ki, Yakup Cemil tarafından alnından vuruldu. Süah seslerini duyan kabine üyeleri, çil yavrusu gibi dağılmıştı. Darbe kısa sürede tamamlanmış, devlet artık Cemiyet’in eline geçmişti.

Darbecilerin bundan sonraki ilk işi, Sadrazam Kıbrıslı Kâmil Paşayı bulmak oldu. Paşa, Meclis-i Vükela salonunda yapayalnızdı. Zira bakanlarının hepsi kaçmıştı. Karşısında Enver Paşayı, Yakup Cemil’i, Talat Paşayı ve diğer cunta üyelerini gören Kâmil Paşa, sa­kin bir ses tonuyla “Ne istiyorsunuz evlatlarım?” diyebilmişti. Sonra Enver Paşaya dönüp devam etti: “Eğer bu hareketi yapmasaydınız ülkemiz barışa kavuşacaktı. Bu baskın olmasaydı Bulgarlar, Sırplar, Yunanlılar işgal ettikleri yerleri geri vereceklerdi. Madem mührü is­tiyordunuz, buyurun alınız”

Ancak Paşa, Harbiye Nazırına göstermiş olduğu nezaketi bu yaş­lı sadrazamdan esirgemişti. Enver Paşa, oligarşik iktidarların klasik ifadesiyle, “Efendim millet sizi istemiyor, derhal istifa ediniz.” di­yordu. Kaderin cilvesine bakın ki, Sultan Abdülhamid’i tahttan in­dirirken de darbeciler aynı cümleyi kullanmıştı. İttihat ve Terakki Cemiyetiyle başlayan bu jakoben anlayış, Cumhuriyet döneminde de devam ederek adeta gelenek haline gelecekti. 1960, 1971, 1980 ve nihayet 28 Şubat 1997’de yapılan darbeler, sözde “halkın refah ve huzuru” için yapılmamış mıydı? Oysa ne millet bunları istiyordu, ne de millet darbecilere bu hakkı vermişti.

Sonuçta Cemiyet, Kâmil Paşa Hükümetini garip bir darbeyle dü­şürmüştü. Kâmil Paşa istifasını padişaha bildirmek için kaleme sarılı-yordu: Padişahın yüksek huzuruna, askerler tarafından yapılan teklif üzerine istifamı yüksek huzurlarınıza arzını mecbur olduğumu yüksek bilgilerinize sunmakla...” derken Enver Paşa derhal müdahale etti. İs­tifa dilekçesine “asker” ifadesinin yanma ahali’ yani ‘halk’ sözcüğünün de eklenmesini istiyordu. Böylece istifa gerekçesi bir cunta darbesine değil, “ahali ve asker tarafından” gelen talebe dönüşmüştü.

Bu sırada ittihatçıların ünlü hatiplerinden Ömer Naci ve Ömer Seyfettin, Babıali önünde toplanan kalabalığı coşturuyor, “Yaşasın Millet! Yaşasın İttihat ve Terakki!” diye slogan attırıyordu. Artık baş­kent İstanbul kısa sürede ittihatçıların denetimine girmişti. Darbe sonrası Cemiyet’in oyuncağı haline gelen Padişah Beşinci Mehmet Reşad, cuntanın isteği üzerine Mahmut Şevket Paşayı kabineyi kur­makla görevlendirdi. Sultan Abdülhamid’i tahttan indiren ve Yahudi Alliance okullarında eğitim gören Mahmut Şevket Paşa, sadrazam­lığa getirilmişti. Aynı gece Cemal Paşa İstanbul muhafızlığına, Azmi Bey polis müdürlüğüne, Enver Paşanın amcası Halil Kut da merkez kumandanlığına getirildi. Cemiyet’in en kudretli üyesi Enver Paşa ise, Harbiye Nazırı olduğunda henüz 33 yaşındaydı. Bu makam için rütbesi ‘mirliva olması gerekirken, onun rütbesi miralaydı. Sonuçta ‘kendiliğinden yükseltilen rütbeyle Harbiye Nazırı olmuş, böylece iktidar tamamen İttihatçıların eline geçmişti.

Ancak ilginçtir, Cemiyet iktidarı tamamen ele geçirmesine rağ­men, iç çekişmeler, hesaplaşmalar gittikçe su yüzüne çıkıyordu. Teş­kilatın silahşörlerinin yardımlarıyla yapılan darbe sonrası sadrazam olan Mahmut Şevket Paşanın göreve gelir gelmez yaptığı ilk iş, tetikçi grubun elebaşlarmdan Sapancalı Hakkı ve Yakup Cemil’in ordudan ilişiklerini kesmek olmuştu. Yakup Cemil yüzbaşı, Sapancalı Hakkı ise teğmendi. Tetikçiler bir kez daha hayal kırıklığına uğramıştı. Elbirliği ile yapılan darbe, şimdi kendi çocuklarını yiyordu. Cemiyet içerisinde gizliden gizliye yürüyen bu kavga, büyük bir ‘tasfiye’ hareketine dönü­şecek, bu kavga Cumhuriyet dönemine kadar devam edecekti.

Tarihe “Bab-ı Ali Baskını” olarak geçen bu darbenin “haklı ge­rekçelere” dayandığını yayma görevi Talat Paşaya düşmüştü. Paşa, Dahiliye Nazırı Vekili unvanıyla vilayetlere çektiği telgrafta; “Kâmil Paşa hükümetinin Edirne vilayetini tamamen ve Ege adalarını kıs­men düşmana bıraktığını ve bu kararını sorumsuz bir meclise tasdik ettirdiğini” iddia ediyor ve bu nedenle “milli galeyan” sonucu dev­rildiğini bildiriyordu. Daha sonra ise tutuklama ve sürgünler başla­mıştı. Darbe sonrası kurulan yeni hükümet, Ali Kemal ve Rıza Nur gibi muhalifleri tutukladı. Sadrazam Kıbrıslı Mehmet Kâmil Paşa, Şeyhülislam Cemaleddin Efendi, Maliye Nazırı Abdurrahman Bey Dahiliye Nazırı Reşid Bey ülke dışına çıkarıldı. Savaşa girmek ve savaşı beceriksizce yönetmek gerekçesiyle, Gazi Ahmet Muhtar Paşa Kıbrıslı Mehmet Kâmil Paşa kabineleri aleyhine soruşturma açıl­dı. Başarısızlıkların tüm sorumluluğu devrik kabineye yüklendi. An­cak bu bile Cemiyet iktidarının acizliğini gizleyemeyecekti. 30 Mayıs 1913 tarihli Londra Antlaşmasıyla, Edirne vilayetimiz Bulgaristan’a verildi. Kâmil Paşa hükümetini “vatanı satmakla” itham eden Cemi­yet, ağır barış koşulları kabul etmek zorunda kalmıştı.

İşte İttihat ve Terakki Cemiyeti ile başlayan bu vesayetçi sistem, darbeyle iktidar olma ve devlet-mafya ilişkileri; hiçbir değişikliğe uğramadan günümüz Türkiye’sine miras olarak kalacaktı. 1990’lı yıllarda yaşanan faili meçhul cinayetlerin, Cemiyet’in Feda-i Zabi- tan grubu tarafından meşrutiyet öncesi ve sonrasında işlenen siyasi cinayetlerden hiçbir farkı yoktu. Sadece zaman ve kişiler değişmiş, yöntem hep aynı kalmıştı. Milli egemenliğin darbeler yoluyla azın­lık seçkinler tarafından gasp edilmesi, ‘devlet içinde devlet’ yapı­lanmalarıyla çoğunluğu sindirme ve faili meçhul siyasi cinayetler­le toplumu kamplaştırma gibi derin devlet uygulamalarının hepsi, Cemiyet döneminden kalma reflekslerdi. Cemiyet’in derin yapılan­ması içerisinde yer alan Yakup Cemil’lerin, İzmitli Mümtaz’ların, Sapancalı Hakkı’larm, Atıf Kamçıl’larm, Filibeli Hilmi’lerin yerini, günümüz Türkiye’sinde İbrahim Şahinler, Abdullah Çatlı’lar, Mah­mut Yıldırmalar, Alaaddin Çakıcı’lar, Mustafa Duyar’lar, Tevfık Ağansoy’lar ve Ayhan Çarkıhlar alacaktı...

Talat Paşanın “Kontrol dışına çıktıkları için” bizzat Doktor Na­zım, Bahattin Şakir ve Kara Kemal’le birlikte Enver Paşa yanlısı derin yapılanmayı Cemiyet içerisinden tasfiye ettirmesiyle, 1996 yılındaki Susurluk kazası sonrasında tasfiye edilen derin yapılanma arasında hiçbir fark yoktu. Cumhuriyet’i kuran kadroların hemen hepsinin Teşkilat-ı Mahsusa üyesi olması ve Sultan Abdülhamid iktidarına son veren Hareket Ordusunda görev almış subaylardan teşekkül et­mesi sadece bir tesadüften ibaret olmasa gerek.

Abdülhamid’i Deviren Güç

Sultan Abdülhamid iktidarını yıkmak için yemin eden Cemiyet üyeleri, bu süreçte kendilerine kim ya da kimlerin yardım ettiklerini pek önemsemiyordu. Sultan Abdülhamid’in ne kadar harici ve dahili düşmanı varsa, Cemiyet bu odaklarla işbirliği halindeydi. Filistin’de Yahudi devleti kurmak isteyen siyonistler, Doğuda Ermenistan kur­mak isteyen Ermeni komitacılar, bağımsızlık isteyen Arnavutlar, Bulgarlar ve Arap milliyetçileri... Cemiyet için önemli olan, bu ‘is­tibdat zulmünden bir an önce kurtulmaktı. Abdülhamid düşmanlığı Cemiyet in gözlerini öylesine kör etmişti ki, Paris’te düzenlenen I.ve II. Jön Türk kongrelerinde, içerideki etnik unsurlarla ülkeyi bölme pahasına varılan eylem birliği’ kararına bile birkaç Cemiyet üyesi dışında kimse itiraz etmemişti. Ya da, Cemiyeti kullanan Üst Akıl böyle istiyordu.

Geleneksel Osmanlı rejiminin seküler “değişim ve dönüşüm” sürecinde Cemiyet’in oynadığı rol kadar, onları destekleyip yönlendiren ve açıkça toplum mühendisliği yapan kuruluşların da büyük kalkısı vardı. Asker ağırlıklı bir yapılanma olan Cemiyet’in sivil ayağını;Türk üyeler dışında Selanikli Yahudiler, siyonistler, mason mocaları ve Bektaşi tekkeleri oluşturuyordu. Cemiyete adam kazandırılması ve imparatorluğun geleneksel yapısına yabancı fikirlerin enjekte edilmesinde bu sivil toplum kuruluşların’ önemli rolleri olmuştu.

Zira Cemiyet’in temel yapısı Türk üyelerden oluşmakla birlikte, teşkilat içerisindeki bir üyeyi hem Yahudi, hem Bektaşi, hem de mason olarak görmek mümkündü.Özellikle Selanik vilayetinin Cemiyet için ayrı bir yeri vardı. Ispanya’dan sürülen Sefarad göçmenlerinin yerleştirilmesiyle adeta bir Yahudi kenti haline gelen Selanik, aynı zamanda masonluğun da Osmanlı’daki en önemli örgütlenme merkezlerinden biriydi. Bu vilayet, Makedonya sorunu nedeniyle Avrupalı büyük devletlerin denetimi altında bulunduğu için, muhalif hareketler ve mason locaları burada rahatlıkla örgütlenebiliyordu. İspanyadan kovulduklarında Osmanlı’nın kendilerine kucak açmasından dolayı bir süre imparatorluğa sadık kalan Sefarad Yahudileri, özellikle imparatorluğun çöküş döneminde bu tutumlarını bariz şekilde değiştirmişlerdi.

Selanik Yahudilerinin örgütlü ve refah düzeylerinin yüksek olma­sı nedeniyle, Filistin’de devlet kurmak isteyen siyonistler buradaki soydaşlarına büyük önem veriyordu. Mesela Alliance Israelite Üni­verselle hareketi içerisindeki siyonistlerin ilk ilişki kurduğu kesim, Selanikli Yahudiler olmuştu. ‘Eğitim’ şemsiyesi altında hem impara­torlukta Batı kültürünü yaymayı, hem de Filistin’de bir Yahudi dev­leti kurmayı amaçlayan bu örgüt, Selanik Yahudilerince büyük ilgi görmüştü. Bu örgütlü soydaşlar, “vaat edimiş topraklar’a ulaşmak için bir araç olarak kullanılabilirdi. Zira Filistin’de bir Yahudi devle­tinin kurulması, ya imparatorluğun parçalanmasından ya da bu fikre karşı olmayan bir iktidarın işbaşına gelmesinden geçiyordu.

Dolayısyla şimdilik hedefe ulaşmak için izlenebilecek en iyi yol, içerdeki muhalif hareketlerle işbirliği yapmak ve onları destekle­mekti. Siyonist lider Theodor Herzl’in 1897 yılında Basel’de yapılan I. Siyonist Kongresinde bunu açıkça dile getirmesi, Selanik Yahudilerinin saflarını netleştirmesine sebep olmuştu. Zira Selanik’te her zaman nıuhalefete destek verecek bir taban mevcuttu. Bu yüzdendir ki,Selanik’te filizlenen Jön Türk hareketi; masonluk, Bektaşilik ve dönmeler arasında hızla gelişerek yayıldı. Selanik Yahudileri, kaba­list felsefeye sıkı sıkıya bağlı kaldıkları gibi, aynı zamanda mason locaları sayesinde sıkı bir örgütlenme yolununa da gitmişlerdi.(274)

Üs­telik Selanik Yahudilerinin çoğu Osmanlı vatandaşlığının yanı sıra, Italyan pasaportu da taşıyordu. Bu durum, onların sıkıştıklarında İtalyan vatandaşı olduklarını söyleyip, Osmanlı’nın yaptırımların­dan kurtulmalarını sağlıyordu.

Selanikli Yahudiler, dünya masonlarıyla da çok yakın ilişki içeri­sindeydiler. Dolayısıyla Üst Aklın Osmanlı üzerinde yapacağı ope­rasyonda kullanamamaları düşünülemezdi. Nitekim büyük mason üstadı Ernesto Nathan, 1900 un sonbaharında yardımcısı Ettore Ferrari’yi İstanbul ve Selanik gibi Yahudilerin yoğun olarak yaşa­dıkları vilayetlere göndererek, vadilerindeki locaları yirmi yıllık uy­kudan uyandırmaya çağırıyordu. Bu davete ilk cevap veren localar, Selanik’teki Macedonia Risorta ve Veritas locaları olmuştu. Hatırlat­mak gerekir ki, İttihat ve Terakki Cemiyetinin hücre örgütlenmesini de bu localar sağlamıştı. Cemiyet yöneticilerinden Talat Paşa, Mithat Şükrü Bleda ve Kazım Nami Duru, Üstad-ı Azamlığını Emmanuel Carasso’nun yaptığı Macedonia Risorta Locasının kayıtlı üyesiydi- ler. Dahası, Emmanuel Carasso, aynı zamanda Cemiyet’in Merkezi Umumi Azası(275) ve Cemiyet içerisindeki en faal siyonist üyelerinden- di.(276) Selanik’teki mason localarının uykudan uyanma zamanlaması ile Cemiyet’in bu vilayetteki örgütlenme çabalarının aynı tarihlere denk gelmesi(277) gerçekten bir tesadüf müydü?

Cemiyet’in Selanik’teki örgütlenme çalışmalarını ve siyonistlerle olan irtibatlarını Sefarad Yahudilerinden Emmanuel Carasso sağlı­yordu. Başmda bulunduğu Macedonia Risorta ve irtibatta olduğu diğer mason locaları sayesinde, Cemiyete çok sayıda üye kazan­dırmıştı. Mesela Cemiyet’in büyük abisi Talat Paşayı mason yapan ve Siyonizm davasına kazandıran Carasso olmuştu. Sonra kendisi gibi siyonist olan Nissim Russo ve Nissim Mazliyah gibi siyonistleri Cemiyete entegre eden de yine Carasso’ydu. öyle ki Dünya Siyonist Teşkilatının Selanik’te irtibatta olduğu haham Jacop Meir ve Le’paca gazetesi sahibi Saadin Lewi’den sonra, ilişkide olduğu diğer kişiler arasında Nissim Mazliyah, Nissim Russo ve Emmanuel Carasso gibi Cemiyet’in üç önemli ismi vardı.(278)

Carasso, Mazliyah ve Russo’nun görevi, Cemiyet üyelerini “Siyonizmden çekinmelerine gerek olmadığına” inandırmaktı. Ancak elbette Cemiyet içerisinde görevlendirilmiş Siyonist üyeler sad bu üçlüden ibaret değildi. Mesela Selanik’te bir eczacı olan Yahudi Rafael Benuziyar, Cemiyet’in en büyük maddi ve manevi destekçilerinden biriydi. Sahibi olduğu eczane, Jön Türklerin buluşma yeriydi Cemiyet’in haberleşme sistemi Sultan Abdülhamid hafıyelerinin takibinde olduğu için, üyeler arasındaki iletişim Benuziyar vasıtasıyla gerçekleşiyordu. Meşrutiyet’in ilanından bir gün önce, Selaniklileri ihtilale çağıran bildirileri duvarlara o asmış ve hemen tüm evlere da­ğıtmıştı. Yine Selanikli Yahudi manifatura tüccarlarından biri olan Tiamo da, Cemiyete büyük hizmetlerde bulunmuş ve servetini Jön Türklerin emrine sunmuştu.(279)

Aslında Selanik’teki bu garip yapılanmadan elbette Yıldız Sarayı habersiz değildi. Sultan Abdülhamid, mason localarını sıkı bir taki­be almıştı. Ne var ki, Tanzimat ve Islahat fermanlarının yabancılara sağladığı imtiyazlar ve Makedonya sorunu nedeniyle 1903’ten beri Selanik bölgesinde bulunan Uluslararası Jandarma Gücü yüzünden bu bölgeye müdahale edilemiyordu. Tabi saraya bağlılığını’ ispat et­mek için Sultan Abdülhamide önemsiz jurnaller göndererek çifte rol oynayan Emmanuel Carasso’nun ikiyüzlülüğü de cabası...

1906 yılında Selanik’te kurulan Osmanlı Hürriyet Cemiyeti, giz­liliğini sağlamak ve üye sayısını güvenli bir şekilde artırabilmek için, İşte Selanik Yahudilerinin kontrolünde olan bu mason localarıyla iş­birliği yapmıştı. Cemiyet’in önemli mason üyelerinden Manyasizade Refik, yabancı bir gazeteye verdiği demeçte bu ilişkiyi şöyle açıklaya­caktı: “Masonluktan, özellikle İtalyan masonlarından moral desteği aldığımız doğrudur. İki İtalyan Locası Macedonia Risorta ve Labor et Lux bize tam bir hizmet sunmuşlar ve gizli faaliyetlerimize ola­nak sağlamışlardır. Birçoğumuz mason sayılabilirdi. Lâkin biz kendi teşkilatımızı oluşturma hevesindeydik. Öte yandan, yandaşlarımızın çoğunu bu teşkilatlardan sağlıyorduk”(280)

Murat Akan - Üst Akıl,syf:298-312;320-330

Dipnotlar:

227- Ahmet İzzet Paşa, Feryadım, Nehir Yayınları, İstanbul, 1992, c.I, s.75.
228- Yunus Nadi (Abalıoğlu), İhtilal-i İnkılab-ı Osmani, 31 Mart-14 Ni­san 1325, Matbaa-i Cihan, Dersaadet 1325, s. 40-41.
229- Zeki Mesut Alsen, Mustafa’nın Romanı Hürriyet Pervanesi, Ahmet Halit Kitabevi, İstanbul, 1943, s.163.
230- Çağlar Kırçak, Meşrutiyetten Günümüze Gericilik, İmge Kitabevi Yayınlan, Ankara 1989, s. 54.
231- Celal Bayar, Ben de Yazdım, Milli Mücadeleye Gidiş, Baha Matbaası, İstanbul, 1967, C.I, s. 143.
232- Mehmed Selahaddin Bey, İttihad ve Terakki Cemiyetinin Kuruluşu ve Osmanlı Devletinin Yıkılışı Hakkında Bildiklerim, İstanbul, 1989, s.29- 34.
233- Enver Ziya Karal, Osmanb Tarihi, İkinci Meşrutiyet ve Birinci Dünya Savaşı (1908-1918), Tıirk Tarih Kurumu Yayınları, 1999, c. IX, s. 8.
234- Ecvet Güreşin, a.g.e, s.45.
Bölüm Dipnotları 467
235- Ecvet Güreşin, 31 Mart İsyanı, Yenigün Haber Ajansı Basın ve Ya­yımcılık A.Ş» Mart 1998, s.54.
236- Enver Ziya Karal, Osmanlı Tarihi, İkinci Meşrutiyet ve Birinci Dün­ya Savaşı (1908-1918), C. IX, Türk Tarih Kurumu Yayınları, 1999, s. 87.
237- Mehmet Niyazi, Türk Devlet Felsefesi, Ötüken Yayınlan, 2015, s.165.
238- Cemal Kutay, Şehit Sadrazam Talat Paşa’nın Gurbet Hatıraları, Kül­tür Matbaası, İstanbul 1987, c.I-II, s. 521-522.
239- Faik Reşid Unat, Ali Cevdet Bey’in Tezkeresi: İkinci Meşrutiyetin İlanı ve Otuzbir Mart Hadisesi, Türk Tarih Kurumu, 1960, s. 92.
240- Çağlar Kırçak, Meşrutiyetten Günümüze Gericilik, İmge Kitabevi, Ankara, 1994, s. 56.
241- Enver Ziya Karal, a.g.e, s. 101.
242- Yusuf Hikmet Bayur, Türk İnkılabı Tarihi, Türk Tarih Kurumu Ya­yınları, 1940, c. I, Kısım. II, s. 207.
243- Faik Reşid Unat, a.g.e, s. 68.
244- Burhan Felek, Yaşadığımız Günler, Milliyet Yayınları, İstanbul 1974, s. 126-127.
245- Fethi Okyar, Üç Devirde Bir Adam, Yayma Haz: Cemal Kutay, Ter­cüman Yayınları, İstanbul, 1980, s. 46.
246- Ahmet Bedevi Kuran, İnkılab Tarihimiz ve îttihad ve Terakki, Tan Matbaası, İstanbul 1948, s. 255.
247- BOA, ZB, 414/66, Mayıs 1325, vr. 12,13; BOA, MV, 128/25, 4 Hazi­ran 1325/1909.
248- BOA, ZB, 414/66, 3, 13, 20. varak; 604/56; 496/7; 442/66, Mayıs- Temmuz 1325; BOA, DH. EUM. THR, 2/28, 3. varak. DH. EUM. THR, 92/28, Teşrinievvel-Teşrinisani 1325,2,4 ve 5. varak; ZB, 413/70; İrade As­keri, no. 14.
249- Doğan Avcıoğlu, 31 Martta Yabancı Parmağı, Bilgi Yayınevi, 1969, s.70.
250- Sina Akşin, 31 Mart Olayı, Sevinç Matbaası, 1970, s.33-70, 90-233, 272.
251- Cevat Rifat Atilhan, 31 Mart Faciası, Akyurt Neşriyat, İstanbul 1959, s.79; Ayrıca bakınız: Mustafa Turan, Taşkışlada 31 Mart Faciası, Üçdal Neş­riyat, İstanbul 1966, s. 10.
252- Şerif Paşa, Bir Muhalifin Hatıraları, îttihad ve Terakkiye Muhalefet, Nehir Yayınları, İstanbul, 1990, s. 45-46.
253- Faik Reşid Unat, İkinci Meşrutiyetin İlam ve Otuz Bir Mart Hadise­si, II. Abdülhamid’in Son Mabeyn Başkâtibi Ali Cevat Beyin Fezlekesi, 2 Basım, Ankara, TTK, 1985, s. 15-16.
254- Celal Bayar, Ben de Yazdım, Milli Mücadeleye Gidiş, Baha Matbaası îstnbul 1967, c.I,s,155.
255- Dr. Rıza Nur, Hayat ve Hatıratım, Yayına Haz: Abdurrahman Dili pak, İşaret Yayınları, İstanbul 1992, c.I, s. 124 -253.

....

274- İlhan Tekeli-Selim İlkin, Cumhuriyetin Harcı, Bilgi Yayınları, İstan­bul, 2003, s. 242-249.
275- A.g.e. s. 52.
276- Orhan Kolaoğlu, İttihatçılar ve Masonlar, Gür Yayınları, İstanbul, 1991, s.24.
277- Angelo Lacovella, Gönye ve Hilal, İttihat ve Terakki ve Masonluk, Tarih Vakfı Yurt Yayınları, İstanbul, 1998, s.37.
278- Isajah Fridman, Germany, Turkey and Zionism 1897-1918, Oxford: Clarendon Press 1977, s. 143.
279- Avram Galante, Türkler ve Yahudiler, Gözlem Gazetecilik Basın ve Yayın A.Ş, İstanbul 1995, s. 94.
280- Ernest Edmond Ramsaur, Jön Türkler, 1908 İhtilalinin doğuşu, Pı­nar Yayınları, İstanbul 2004 s. 147-48.
Devamını Oku »