Cahil Bilgi

Cahil Bilgi

İnsanda esrarlı, ele avuca gelmez, sezici, keşfedici ve ya­pıcı bir yetenek vardır ki, onu diğer canlılardan ayıran en önemli özelliktir. İnsana bu özelliği veren şey, kendi var­lığını, kâinatı ve kâinattaki yerini sorgulamasıdır. Sorgu­lamayı da belli disiplinlere kavuşmuş bilimlerle yapar.

Aslında bilimleri birbirinden ayırmak mümkün de­ğildir; hepsi de, insandaki merak unsurunun tatminine yöneliktir. Ancak kolay öğrenilebilmeleri ve araştırma­larda sağlıklı sonuçlar elde edilebilmesi için katı ölçülere ulaşmasa bile sınırları belirlenmiş, farklı disiplinlere ay­rılmıştır. Bu disiplinlerin, bütün sorulara cevap verebil­mesi için de insanın bütün melekelerine açık olması ge­rekmektedir.

Birkaç yüzyıldan beri bilimle ilgili gelişmeler âdeta Batı’nın tekeline girmiştir. Batı’da bilim kiliseye, yâni mâneviyata sırt dönerek geliştiğinden, günümüzde insan­lığın ortak malına dönüşen bilimler sadece aklın mahsû­lüdürler. Halbuki insanın merak unsurunu akıldan başka tatmin edecek sevgi ve sezgi gibi melekeleri de vardır. Bu melekelerin bize kazandıracağı, insanlığı zenginleştirece­ği hususlar birimlerle ifade edilmediği için Batı’nın "mo­dern bilim anlayışının perspektifinde yer almaması, in­sanlığı besleyen en önemli damarı zaafa uğratmıştır. Gü­nümüzde Batı âleminde bir Goethe, Bethoven, bir Pascal’ın yetişmemiş olmasını da bu damarın zaafa uğrama­sında aramalıdır.

İnsanları telakkileri ve hayattan bekledikleri yönlen­dirir. İmkânlar da gayelere göre değerlendirilir. Doğulu­lar genellikle hayatta huzuru, Batılılar ise refahı ararlar. Bundan dolayı Doğuluların bakışlarım iç dünyalarına çe­virmelerine karşı Batılılar İlmî faaliyetlerini, maddî ihti­yaçlarını daha kısa yoldan karşılamak, hayat standartları­nı yükseltmek esasına dayandırdılar.

Maddî ihtiyaçları karşılamak hayatın biricik gayesi haline geldi mi, bu yolda herhangi bir yerde durmanın imkânı yoktur. Çünkü nefis ön plâna çıkarılmıştır; her gün yeni bir şeye ihtiyaç duyacaktır. Her ihtiras gibi, ihti­yaçları karşılama hırsının da soylu hasletleri törpülemesi mukadderdir. Bunun için pragmatik felsefe Batı dünya­sında gün ışığına çıkmış, bilhassa uzak Batı olan Ameri­ka'da hayatın düzenleyicisi olmuştur. Bu telakkî, madde­nin yegâne gerçek olduğunu ifade eden "materyalizm" kelimesini ilk defa Berkeley’e kullandırmıştır.

İnsanoğlu tabiatta yaşar ve maddî ihtiyaçlarını ora­dan karşılar. Auguste Comte de, bunun dışındaki olaylar insanoğlunun ilgilendirmemen diye düşünmüş olmalı ki, tabiatın dışında bir bilginin söz konusu edilemeyeceğini ileri sürer. İlim yolunda rehberi de sadece akıldır. Bergson da zekâyı bir yönüyle bu anlayışa göre tarif eder: "Zekâ, aslî görevi gibi, görünen yanıyla ele alındığında, maddî şeyler, özellikle alet yapan ve bunların imalatını sonsuza kadar değiştirebilen bir yetenektir."

Modern bilimlerin sınırları son yüzyıllarda önemli sayılan birçok bilgin tarafından gayet belirli bir şekilde çizildi. Galile, Kepler, Descartes’in zamanlarından beri gelişen ilmî araştırma metotlarıyla maddî dünyamıza ait sorularda, ölçü ve tartılabilen hususlarda pek çok şeyi is­patlama imkânına kavuşuldu. Ama yegâne kaynağı akıl olduğu için bu metotla gelişen ilimler insanın iç dünyası­na, varlık cevherine, her an bizlere kendini duyuran evrendeki ulvî sırlara gözlerini kapamak mecburiyetinde kaldılar. Ünlü Kant’ın duyularımızı aşan şeyler (noume- non) hakkında kesin bilgiler elde edemeyeceğimizi ileri sürmesi, Batı bilim dünyası bakımından kesin kural oldu İnsanoğlu nereden geliyor, nereye gidiyor? İlk muharrik ve varlığın cevheri nedir? Ruh nedir ve varlığın problem­leri nelerdir?... Bu ve insan zihninden eksik olmayan benzeri soruları "bilinemez"likle damgalayıp, ilim dünya­sının gündeminden çıkardılar.

Batı medeniyetinde idrâkini ve şahsiyetini bulan Schröder de, bu konudaki eksikliği fark etti ve 'Tabiat ve Yunanlılar" adlı eserinde dile getirdi: "İlim emin ve de­ğişmez bilgiler edinmemiz yolunda ulaşabildiğimiz en yüksek seviyeyi temsil etmektedir. Ama etrafımızdaki gerçek dünyaya ait bilgilerin pek yetersiz olduğuna şaşı­yorum. İlim gerçekten kalbimize yakın olan, bizi aşırı de­recede alâkadar eden her şeye karşı müthiş bir sessizlik içindedir... Yaratıcı ve ebediyet, iyi ve kötü, güzel ve çir­kin hakkında bir şey bilmiyoruz. İlim bazen bu hususlara ait sorulara cevap vermeye kalkıyor; fakat verdiği cevap­lar çok defa ciddîye alınamayacak kadar aptalca şeyler oluyor."

Schröder’in de belirttiği üzere, mevcut bilimlerin kurduğu dünyada İnsanî bir hassasiyet yok. Ne çare ki in­san, ona dair bir hassasiyetin bulunmadığı dünyada yaşa­mak zorundadır. Bu dünyaya ayak uydurabilmek için de, doğuştan getirdiği bazı değerleri unutmak mecburiyetin­de kalıyor.

Bugünkü ilimlere "modern"den ziyade "birimlerin il­mi" demek daha yerinde olur. Maddenin mahiyetinden çok, geçirebildiği safhalar, nasıl daha yarayışlı hâle gele­bileceği bizi ilgilendiriyor. Amelî fayda, merak unsuru­muzun yerini almış bulunuyor. Bunun için de geçen yüz­yıllarla mukayese ettiğimizde, yüzyılımızda Batı’nın İlmî gelişmesinin yavaşladığını müşahede ediyoruz. Karl Poper, çağdaş fiziğin içinde bulunduğu uyku halini,''Bir metafizik araştırma programının yokluğuna bağlamakla aynı noktaya işaret ediyor. Bu, çağı aşan kafalar da, ,bugün geldiğimiz noktayı arzu etmiş olsalardı, Descartes hiç bu husûsun altını çizer miydi?: "Bütün felsefe,bir ağaca benzer. Kökleri metafizik, gövdesi fizik ve dalları bütün diğer ilimlerdir."

Üstünkörü bir dikkatle bakılsa bile, bugünkü Batı biliminin bir paradoksun esîri olduğu, kiliseye karşı yüz­yıllarca savunduğu hürriyeti başkalarına tanımadığı anlaşılıyor. Hissedilir dünyanın olaylarını inceleyen ilimler, kendilerini aşan meselelere ilgisiz kalmaktadırlar. Aslın­da bu tavırları özelliklerinin icabı da sayılabilir; fakat kendi iktidar sahalarına girmeyen konuları inkâr etme­melerine rağmen, bilinemeyeceklerini ilân etmeleri çok düşündürücüdür. İnsan, ruh, ölümden sonraki hayat ve benzerlerinin ilim için ebedî meçhul kalacağını kabul ediyorlar. Kendi aczini itiraf etmeyip, takatinin tükendiği yerlere başkalarının girmesine de müsaade etmeyen sınır taşları dikmek İlmî zihniyetin boy attığı hürriyetle ne de­rece bağdaşık? René Guénon Müslüman olduktan sonra (Abdülvahid Yahya) evrene bir başka açıdan bakabiliyor ve gözlerini açtığı medeniyetin çelişkisini sert bir dille eleştiriyor: "İşte hiçbir yerde, hiçbir zaman eşi görülme­miş şey! Hiçbir devirde insanların cahilliklerini ikrar et­tikten sonra, bu ikrarı bir program ve meslek haline ge­tirdikleri ve bunu agnostizm (bilinmezlik, lâedrî) diye sözümona bir öğretiyle yafta olarak resmen taktıkları gö­rülmüş şey değildir."

Kendilerinin bilmediğini, başkalarının da bilmeyece­ğini söylemek ilim dünyasına despotizmi sokmaktır. Bu zihniyet Batı’da oldukça eskidir. "Felsefe bilgiyi genişle­tecek âlet değil, bilgiyi sınırlandıracak bir disiplindir." di­yen Kant’ın sözünün anlamı, kendi idraklerinin sınırını insanlığa mal etmek gayretinin bir başka ifadesidir.

Batı da gelişen ilim, mahiyeti icabı, akli bilgidir.Bu konuda akılcılık, sadece aklın bir değer olduğunu göstermekle kalmıyor, onun üstünde başka birşeyin bulunmadığını, dolayısıyla ilmi bilginin ötesinde mümkün olabilecek bir bilgiden söz edilemeyeceğini savunuyor; böyle olunca da metafiziğin inkârı zaruri hale geliyor,

Bergson ilmi bilginin Acizliğini idrak ediyor; onu sez­gicilik (intnition) ile tamamlamaya çalınarak, bilginin sa­dece akıl yürütme yoluyla değil, doğrudan kavrayışla da kazanılabileceğini ileriye sürüyor. Ancak Bergson, bu sezgisine rağmen konuyu ihatalı bir şekilde kavrayama­mıştır; zira idrakin oluşmasında kültürün payı çok büyük­tür. Kültürlerin temelinde dinler bulunmaktadır; dinlerin mihrakı da Allah anlayışlarıdır. Batılılar müşahhas (so­mut) Tanrı anlayışım kabul etmiş, inançlarım da onun çevresinde yapılandırmalardır. Dolayısıyla kültürünün taşıyıcısı olan Batı insanının idraki da mücerret (soyut) kavramlara yeterince açık değildir. Bunu onların dillerin­de de müşahede ediyoruz. İlimle, sanatla işlenen dilleri eşyanın bütün şekillerini rahatlıkla ifade ettikleri halde, manevî konularda kısırlaşmaktadır. Bunun için de Berg­son eksikliklerini sezebildiği halde, ne yapılması lâzım geldiğini ortaya tam koyamadı. Aslında madde ile madde ötesini birbirinden kesinlikle ayırmak mümkün değildir. İnsan yapısıyla da her ikisinin özetidir. Sanıldığı üzere bunlar birbirine zıt değil, birbirini tamamlayıcıdırlar. Mayasından gelen özellikle insanoğlu birine sahip olursa, diğerini aradığının örneklerine materyalizmin şahlandığı Amerika’da çok sık rastlıyoruz. Amerika gibi modern bir cemiyette dimağları müspet bilimlerle donanmış insanla­rın arasında mistisizm adına saçmalıklar doğuyor, inanıl­maz bir rahatlıkla yayılıyor.

Metafizik, her şeyin bağımlı olduğu küllî iradeye da­ir bilgidir. Metafizikte yükseldikçe birliğe (Vahdet’e) yaklaşılır, aşağılara inildikçe çoklukla karşılaşılır. Metafizığin bulunmadığı yerde, mevcut bütün bilgiler temelden yoksun olduğundan devreye kabuller girer. Metafiziği inkâr bu bilimlere bağımsızlık sağlıyorsa da, onları sığlaştırıyor; bizleri de eşyanın mahiyetinin bilinmeyeceğini ka­bul etmek zorunda bırakıyor. Sonuç itibariyle İlmî faali­yetleri amelî esasa dayandırıyor.

Toplumun harcında önemli payı bulunan metafizik, ya toplumun hurafede boğulmasına sebebe olur, yahut da cemiyetin özünü teşkil edecek manevî dinamizmi or­taya çıkarır. Derinliğini bu manevî dinamizmde bularak, cemiyetin ahlakı, gelenekleri, maddî âlemi ayakta tutan ne varsa oluşur. Metafiziğin hayatın dışına atılmasıyla kader haline gelen dejenerasyon cemiyetin bütün boyut­larına sirayet eder; herşeyi kurutur. Bazı tarihçiler meta­fizik konusunda yapılan yanlışlığın cemiyet için önemi üzerinde durmuşlardır. R. G. Collıgvvood’un şu cümleleri ne kadar dikkat çekicidir: "Greko-Romen uygarlığın çü­rüyüşüne patrisyen yazarların koydukları teşhis, metafi­zik bir hastalıktır... Greko-Romen dünyasını yıkan bar­barların saldırıları değildi... Metafizik bir nedendi. "Put­perest" uygarlık kendi temel inançlarını yaşatmayı bece­remiyor, diyorlardı. Çünkü metafizik çözümlemelerinde­ki yanlışlar yüzünden bu inançların ne olduklarını şaşır­mışlardı... Metafizik salt entelektüel bir lüks olmuş olsay­dı, bunun hiç önemi olmazdı."

Önce de belirtildiği üzere, refah nefsimize hitap eder. İnsan tabiatı da daima tatmin olabileceğinden daha fazla sun’î ihtiyaç üretir. Nefsin ardına düşülünce, yollar bir noktada karanlık dehlizlere dalar. Nefisle pek bağ­daşmayan yüksek idealler, soylu duygular, diğerkâmlık insanı terk edince, hodbinlikle hayat süflileşir.

Bazı Batılı bilginler, içinde bulundukları durumdan bunalıyorlar; telâkkilerini sîgâya çekerken bazen hayatın özünü hissediyorlar. İspanyol düşünürü Unamuno, "Kül­türün bağımsızlığının tartışıldığı bir konferansta (1933' te Madrid) şunları söyledi:"... İtiraf edeyim ki kırk yıllık profesörlük hayatımdan sonra bugün kültürün ne oldu­ğunu bilemeyecek hale geldim. Bildiğim bir şey varsa kültürün beni biraz ezdiğidir. Kendimi yorgun hissediyorum ve zannediyorum ki medenî insanlığın çok büyük bir kısmı yorgundur. Bugün bizim muhtaç olduğumuz barış­tan ziyade sükûndur. Sükûnsuz bir barış vardır ve bu çok fecî bir şeydir."

Huzurun kaynağı yürektir. Hayata onu da katmalı­yız. Akıl bize kendimizi düşündürürken yüreğimiz de başkalarının varlığını bizlere duyurur. Yüreğin kaynaklık yaptığı sevginin bize duyuracaklarını muhakkak ki akılla idrak edemeyiz.

Akılsız bir şey yapmak, klâsik anlamda bilgi sahibi olmak elbette mümkün değildir; fakat aklı putlaştırmak da son derece yanlıştır. Muhyiddin-i Arabî, şu örnekle aklın sınırlarını, çelişkilerini çarpıcı bir şekilde ortaya ko­yuyor: "Birisi peygamberliğini iddia etse, mucizesini de karşısındaki duvarı konuşturmakla göstereceğini söylese, "Konuş ya duvar!" dese ve duvar da konuşsa... Konuşan duvar, "Sus ey şarlatan, sen peygamber değilsin" dese, akıl ne hüküm verecektir! İddia sahibi peygamber olma­sa, duvarı konuşturamazdı; peygamber olsa idi, duvar "Sus ey şarlatan, sen peygamber değilsin" demezdi."

Modern denilen ilimler ortaya bir medeniyet çıkar­dılar. Tabiata karşı, insanın mücadelesinde yardımcı olan bu medeniyet maddenin kombinezonlarına dayanmakta­dır. Maddenin kombinize edilmesinde muharrik unsur akıl olduğuna göre, ortaya çıkan medeniyetin en belirgin özelliğinin hodkâmlık olması tabiîdir; çünkü az önce de işaret edildiği üzere, akıl nalıncı keseri misâli devamlı kendine yontar. Bu telakkî tarzı şahıstan topluma doğru yayıldıkça felaketler de o oranda büyür. Amerika yerlile­rinin Avrupalılar tarafından öldürülmeleri, kitle halinde soy kırımları, Batıkların sömürgelerini talan etmeleri hep bu medeniyetin tabiî sonuçlarıdır.

Bugünkü sanayi medeniyetinin geleceği, pek muhtemelen mevcut anlayıştaki ilim adamlarından, mühendis ve iktisatçılardan ziyade, insan şahsiyetini mükemmelleş­tirme yolunda yeni gayretler sarf edeceklere bağlıdır. Onlar bizlere ruhumuzun ve kalbimizin kalitatif kaynak­larını duyurabilirlerse, maddenin kombinezonlarından oluşan medeniyetimize yüreğimizi katar, onu insanîleştiririz.

Sonuç olarak insanın mutluluğu, bizzat insanın fıtra­tında mevcut bulunan, fakat günümüzde kullanılmayan özelliklerimizin geliştirilmesine bağlıdır. Bu özellikleri­mizin arasında sevgi ve ihsan, akıl kadar önem kazan­mazsa, ihtiraslarımız iyice mahutlaşır; biz de sadece onla­rı tatminle yükümlü kölelere döneriz.

Evet, son dönemlerde Batı’da gelişen bilimler, in­sanlığın refahını yükselttiler. Ama aynı bilgiler karanlığa düşen ışık parçalarını menşeini düşünmeden kovaladığı ve insanlığı maddenin esîri haline getirdiğinden olmalıdır ki bir Hintli bu ilimler için, "Batı ilmi, cahil bir bilgidir" demiştir.

Mehmed Niyazi-Medeniyetimizin Analizi ve Geleceği
Devamını Oku »

Modern Bilim

Modern tarzda gelişen bilim, sadece derinliğini yitirmekle kalmadı, aynı zamanda ciddiyetini de yi­tirdi, çünkü ilkelere bağlılık bilime, konusunun el­verdiği ölçüde, bu ilkelerin değişmezliğine benzer bir nitelik kazandırıyordu, oysa bilim salt değişim dünyasına kapansa, orada sağlam, kararlı hiçbir şey, dayanabileceği hiçbir sabit nokta bulamaz. Artık hiç­bir mutlak doğrudan hareket etmediği için bilim, ih­timallere ve tahminlere ya da sadece bireysel fan­tezinin eseri olan salt farazi kurgulara indirgenmiş oldu.. Ayrıca modem bilim kazara, çok dolambaçlı bir yolla, eski «geleneksel bilimlerin bazı verileriy­le uyuşur gibi görünen birtakım sonuçlara ulaşsa bile bunları o verilerin doğruluğunun tasdiki olarak görmek çok büyük haksızlık olur, çünkü o veriler böyle bir tasdike muhtaç değildir.

Tamamen farklı görüş noktalarını uzlaştırmak istemek veya belki birkaç yıl içinde tamamen önemsizleşecek olan fara­zi kuramlarla bunları bağdaştırmaya çalışmak boşu­na zaman kaybetmek olur . Söz konusu şeyler, bu­günkü bilim için gerçekten sadece hipotezler alanı­na ait olabiliyor. Oysa «geleneksel bilimler» için, bunlar bambaşka şeylerdi ve metafiziksel alanda sez­gisel olarak, dolayısıyla kesin olarak bilinen hakikat­lerin yadsınamaz sonuçlan olarak ortaya çıkarlar .

Zaten bir kuramın olgularla kanıtlanabileceğine inan­mak, modern «deneyselcilik»e özgü tuhaf bir ku­runtudur, oysa ki gerçekte aynı olgular farklı birçok kuramlarla aynı şekilde her zaman açıklanabilir; ay­rıca Claude Bernard gibi deneysel yöntemin bazı ön­cüleri, olguların ancak «önyargıya dayalı düşünce­ler» yardımıyla yorumlanabileceğini, bu düşünceler olmadan bu olguların anlamdan ve her tür bilimsel değerden tamamen yoksun «kaba olgular» olarak kalacağını kabul etmektedirler.

Hazır sözü «deneyselcilik»e getirmişken, bu ko­nuda sorutabilecek bir soruya cevap verebilmek için bu fırsattan yararlanalım. Soru şöyle: Salt deneysel bilimler niçin diğer uygarlıklarda erişemedikleri bir gelişmeyi modern uygarlıkta yaptılar? Bu sorunun cevabı şudur: Çünkü bu bilimler algılanabilen dün­yanın yani maddenin bilimleridir; çünkü bu bilim­ler in güncel pratik uygulamalara yer veren bilim­lerdir. Bu bilimlerin gelişimi, genellikle «hadise hurafesi» dediğimiz şeye eşlik ederek, tam anlamıyla modern eğilimlere uymaktadır

Kaynak:

Rene Guenon-Modern Dünyanın Bunalımı
Devamını Oku »

E.F.Schumacher-Aklı Karışıklar için Klavuz Adlı Eserinden Alıntılar

E.F.Schumacher-Aklı Karışıklar için Klavuz Adlı Eserinden Alıntılar

 

 

 

Felsefi Haritalar Üzerine

...Modern materyalist bilimcilik (scientism) tarafından üretilen haritalar, gerçekten ehemmiyeti olan bütün sualleri cevapsız bırakmaktadır. Daha kötüsü, mümkün bir cevaba götürecek bir yol bile göstermemektedir: suallerin geçerliliğini inkâr etmektedirler. Yarım yüzyıl önce benim gençliğimde durum yeterince vahim idi; şimdi daha da kötü, zira bilimsel yöntemin bütün konulara ve disiplinlere hep gün daha şiddetli uygulanması kadim bilginin (hikmetin) son artıklarını bile tahrip etti en azından Batı dünyasında.

Bilimsel nesnellik adına, değerlerin ve anlamların savunma mekanizmalarından ve tepki oluşumlarından başka birşey olmadığı ,insanın kodlanmış enformasyonu muhafaza için çok büyük depo kolaylıkları olan bilgisayarlara eneıji veren bir yanma sistemi ile güçlendirilmiş karmaşık bir biyokimyasal mekanizmadan başka bir şey olmadığı yüksek sesle ilan edilmektedir. Hatta Sigmund Freud bizi temin etti ki yalnızca şunu kesinlikle biliyorum ki, insanın değer yargıları mutlak olarak mutluluk arzularınca yönlendirilmektedir, dolayısıyle onların yanılsamalarını (illusions) kanıtlarla desteklemek için yapılan girişimlerdir sadece.Maurice Nicoll gibi birden bire bu iç ilhama mazhar olup, ne, denli bilgili olursa olsun bu gibi sözleri söyleyenlerin gerçekten ehemmiyetli olan şeyler hakkında hiçbir şey bilmediklerini farketmedikçe, nesnel bilim adına öne sürülen böylesi ifadelerin baskısına nasıl dayanılabilir? İnsanlar ekmek istiyorlar ve kendilerine taş ikram ediliyor.

Kurtulmak için ne yapmaları gerektiğine dair öğüt dileniyorlar, fakat kendilerine kurtuluş düşüncesinin anlaşılır bir muhtevadan yoksun ve çocukça bir nevrozdan başka bir şey olmadığı söyleniyor. Sorumlu kişiler olarak nasıl yaşayacaklarına dair kendilerine yol gösterilmesini arzu ediyorlar ve kendilerine hür iradeleri, dolayısıyle sorumlulukları olmayan bilgisayar benzeri makinalar oldukları söyleniyor. Bugünkü tehlike diyor aklı başında psikiyatrist Dr. Viktor E. Frankl, bilim adamının külliyi kaybetmiş olmasında değil, aksine bütünlük görüntü ve iddiasında yatmaktadır... Dolayısıyla üzüldüğümüz (ve taraftar olmadığımız) husus bilim-adamlarının uzmanlaşıyor olması değil, daha ziyade uzmanların genelleme yapıyor olmasıdır. Yüzyıllar süren teolojik emperyalizmden sonra, şimdi üçyüz yıllık çok daha mütecaviz bilimsel emperyalizmimiz var, ve sonuç bilhassa gençler arasında şaşkınlık ve zihin karışıklığıdır ki her an medeniyetimizin çökmesine sebep olabilir. Günümüzün gerçek nihilizmi diyor Dr. Frankl, indirgemeciliktir (reductionism)... Çağdaş nihilizm artık hiçlik kelimesini saklamıyor; bugün nihilizm sadece...lik çilik olarak kamufle edilmiştir. Beşerî olgular böylece yan olgulara dönüştürülmüştür.

........

Avrupanın yakın zamanlardaki filozofları nadiren sadık harita-yapıcıları oldular. Meselâ modern felsefenin kendisine çok şey borçlu olduğu Descartes (1595-1650) kendi kurgusu olan görevine çok farklı bir şekilde yaklaştı. Dedi ki: Hakikate doğrudan giden yolu arayanlar, aritmetik ve geometrinin kanıtlarına denk bir kesinliğe sahip olamadıkları herhangi bir nesne için canlarını sıkmamalıdırlar.Sadece zihnî kuvvetlerimizin, emin ve şüphesiz bilgisi için yeterli göründüğü nesnelere dikkatimizi yöneltmeliyiz.Modern akılcılığın babası olan Descartes, Aklımızın tanıklığı dışında, hiçbir zaman kendimizi ikna edilme yolunda koyvermemeliyiz görüşünde ısrarlıydı. Ayrıca muhayyilemizden veya duyularımızdan değil aklımızdan söz ettiğini özellikle vurguluyordu. Aklın yöntemi çapraşık ve belirsiz önermeleri adım adım daha basit olanlara indirgemek, sonra mutlak olarak basit olanların sezgisel kavranışından başlayarak, tamamen aynı adımlarla diğer bütün önermelerin bilgisine yükselmeye çalışmaktır. Bu, hem güçlü hem de ürkünç derecede dar bir aklın programıdır. Bu aklın darlığı şu Kural tarafından daha da açık olarak gösterilmektedir: İncelenecek meselelerde eğer anlayışımızın sezgisel bir kavrayışa yeterli olamadığı bir kademeye gelirsek, orada durmalıyız. Daha sonrasını incelemeye yeltenmemeliyiz; böylelikle gereksiz yere uğraşmamış oluruz.

Descartes, ilgisini herhangi bir şüphe imkânından uzak, sahih ve kesin bilgi ve düşüncelerle sınırlıyor, çünkü birinci derecedeki meselesi bizim tabiatın efendileri ve sahipleri olmamız gerektiğidir. Şu veya bu yolla miktarı ölçülmedikçe hiçbir şey kesin olamaz. Jacques Maritain ın belirttiği gibi, Descartes için tabiatın matematik bilgisi, gerçekte eşyanın (şeylerin) ilk ilkeleriyle alakalı suallere cevap vermeyen olguların belirli bir yorumu değildir. Onun için bu bilgi bizzat eşyanın özünün açığa çıkarılmasıdır. Bunlar geometrik uzatma ve mevzii (local) hareketle ayrıntılı olarak tahlil edilir. Fiziğin bütünü, yani bütün tabiat felsefesi geometriden başka birşey değildir.

Böylelikle Kartezyen kanıtlama doğruca mekanikçiliğe gider. Tabiatı makinalaştırır; onu tahrif eder; eşyanın ruhu simgelemesine, yaratıcının dehasından nasiplenmesine, bizimle konuşmasına sebep olan her şeyi imha eder. Evren, dilsizleşir.Dünyanın, bütün hakikatin şüphe taşımayan hakikatten ibaret olmasına göre yaratılmış olduğunun hiçbir teminatı yoktur. Hem kimin hakikati, kimin anlayışı olacaktır o? însanın. Herhangi bir insanın mı? Bütün insanlar hakikatin bütününü kavramak için yeterli midirler? Descartes m gösterdiği gibi, insan aklı kolaylıkla kavrayamadığı herşeyden şüphe edebilir ve bazı insanlar şüpheye diğerlerinden daha yatkındırlar. Descartes gelenekle bağlarını kopardı, herşeyi bütünüyle temizledi ve herşeyi bizzat kendisinin bulacağı şekilde yeniden başlamayı üstlendi. Bu kibir türü Avrupa felsefesinin üslubu oldu.
-------------------------

 

Varlık Düzeyleri
........
Canlı ile cansız arasındaki farkı değerlendirmenin zorluğu boşuna değildir; şuuru hayattan ayırmak daha zordur; kendinin farkında olma ile şuur arasındaki (yani y ve z arasındaki) farkı anlamak, tecrübe etmek ve değerlendirmek ise büsbütün zordur. Zorluğun sebebi pek uzakta değil: yüksek olan daha aşağıdakini içerir ve dolayısıyla bir anlamda kavrar iken, hiçbir varlık kendisinden daha yüksek olan bir şeyi anlayamaz. İnsanoğlu gerçekte daha yükseğe doğru uzayabilir ve aşk, korku, hayret, hayranlık ve taklit vasıtasıyla bir büyüme sürecine sebep olabilir; ve daha yüksek bir düzeye ulaşmakla kavrayışını genişletebilir daha sonra bizi epey meşgul edecek bir konudur bu. Fakat kendinin farkında olma gücü (z) fazla gelişmeyen insanlar, onu ayrı bir güç olarak kavrayamaz ve şuurun (y) hafif bir uzantısı zannederler. Böylece bize sayısız insan tanımı sunulur: lüzumsuzca büyük bir beyine sahip çok zeki bir hayvan veya alet-yapan bir hayvan, siyasal bir hayvan, tamamlanmamış bir hayvan veya sadece çıplak bir maymun. Kuşkusuz, bu tanımları neşe içinde kullananlar kendilerini de tanimlarına dahil ediyorlardır ve böyle yapmaları büsbütün sebepsiz değildir. Diğerleri için ahmakça bir şeydir bu, tıpkı bir köpeği havlayan bir bitki veya koşan bir lahana olarak tanımlamak gibi. Modern dünyanın vahşileşmesine hiçbir şey, bilim adına insanın çıplak maymun gibi yanlış ve alçaltıcı tanımlamalarından daha fazla yardımcı olamaz. İnsan böyle bir yaratıktan, diğer çıplak maymunlar dan, veya hatta kendisinden ne bekleyebilir? İnsanlar hayvanlardan hayvan makinalar olarak söz edince, bir süre sonra buna göre davranmaya başlarlar; insanları çıplak maymun olarak düşününce de, vahşiliğin serbestçe içeri girmesi için bütün kapılar açılmış olur.

Nasıl bir esercik şu insan! Muhakemede ne de soylu! Melekelerinde nasıl da sonsuz! Kendinin farkında olma gücü yüzünden, melekeleri gerçekten de sonsuz; bugün söylendiği gibi, onlar dar anlamda belirlenmiş, sınırlanmış veya programlanmış değillerdir. Werner Jaeger, beşerî bir potansiyel bir kez idrak edildi mi mevcuttur o, ifadesiyle derin bir hakikati dile getirmişti. İnsanı en büyük beşerî başarılar tanımlar sıradan işler, herhangi bir ortalama davranış veya başarı ve hele hele hayvanların gözlenmesinden türetilebilecek herhangi birşey değil. İnsanların hepsi mümtaz olamaz diyor Dr. Catherine Roberts, Ancak bütün insanlar, daha üstün insanlık bilgisiyle insan olmanın ne demek olduğunu ve bu hususta kendilerinin de bir katkıları olabileceğini bilebilirler. Bir insanın, elinden geldiği kadar insan olması muhteşem bir şeydir. Bunun için bilimin yardımı da gerekmez. Ayrıca, bizzat insanın kendi potansiyelini farketmesi gerçeği daha önce olmuş olana nisbetle bir ilerleme sayılabilir.

Bu açık-uçluluk, sarih olarak insana özgü olan kendinin farkında olma (z) güçlerinin şahane sonucudur, hayat ve şuur güçlerinden farklı olarak hiçbir otomatik veya mekanik hususiyetleri olmayan güçler....
------------------------------------

İlerlemeler
......
Bütünleşme derecesi, iç tutarlılık ve güçlülük derecesi, farklı düzeylerdeki varlıklar için mevcut olan dünya türüyle yakından ilgilidir. Cansız maddenin hiç bir dünyası yoktur. Tam edilgenliği dünyasının tamamen boş olmasına muadildir. Bitkinin kendine göre bir dünyası vardır bir parça toprak, su, hava, ışık ve muhtemelen diğer etkiler onun mütevazi biyolojik ihtiyaçlarıyla sınırlı bir dünya. Daha yüksek olan hayvanlardan herhangi birinin dünyası, hayvan psikolojisi incelemelerinin genişçe gösterdiği gibi, her ne kadar hâlâ esas olarak biyolojik ihtiyaçlar tarafından belirleniyorsa da, öncekilerle karşılaştırılamayacak kadar daha büyük ve daha zengindir. Fakat, hayvanın dünyasını dar biyolojik sınırların ötesine genişleten merak gibi daha fazla bir şey var aynı zamanda. insanın dünyası yine karşılaştırılamayacak kadar daha büyük ve daha zengindir; hatta geleneksel felsefede insanın capax universi olduğu, yani bütün evreni deneyiminin içine almaya muktedir olduğu öne sürülmektedir.

Gerçekte neyi ne kadar kavradığı her kişinin kendi Varlık Düzeyine bağlıdır. Kişi daha yüksek oldukça, dünyası da o denli daha büyük ve daha zengin olur. Örneğin maddeci bilimcilik felsefesine tamamen saplanmış, görünmezlerin gerçekliğini inkâr edip dikkatini sadece sayılabilir, ölçülebilir ve tartılabilir olanla sınırlayan bir kişi çok yoksul bir dünyada yaşar, o kadar yoksul ki onu insanların oturmasına uygun olmayan anlamsız bir çorak-ülke olarak algılar.

Aynı şekilde, eğer dünyayı atomların tesadüfi bir yerleşiminden ibaret görüyorsa, tek akılcı tavrın katı bir umutsuzluk olduğunda Bertrand Russell ile uyuşacaktır. (Gurdjieff talebelerine) dedi ki: Varlık Düzeyiniz hayatınızı çeker (cezbeder). Bu ifadenin arkasında hiç bir gizil (occult) veya bilimsel-olmayan varsayım yoktur. Aşağı bir Varlık Düzeyinde sadece çok yoksul bir dünya vardır ve sadece çok yoksullaştırılmış bir hayat türü yaşanabilir. Evren, neyse odur; fakat, capax universi olsa da, kendisini onun en aşağı yanlarıyla biyolojik ihtiyaçlarıyla, maddi konforu veya tesadüfi karşılaşmalarıyla sınırlayan insan, kaçınılmaz olarak sefil bir hayatı cezbeder. Eğer varolmak için mücadele den veya hileyle güçlendirilmiş iktidar iradesinden başka birşeyi tanıyamıyorsa, onun dünyası Hobbes'un insan hayatını ıssız, yoksul, iğrenç, hayvanca ve kısa olarak tanımlamasına uygun bir dünya olacaktır.Varlık Düzeyi ne kadar yüksek ise, dünya o kadar daha geniş, daha zengin ve daha muhteşem olur. Tekrar insan düzeyinin ötesini tasarlarsak, Tanrının neden sadece ca/m : universi değil, fakat gerçekte evrene sahip olduğunu, herşeyin farkında ve herşeyi bilir (Alîmi küll) olduğunu anlayabiliriz Beş serçe yarım peniye satılmaz mı, onların hiç biri Tanrı katında unutulmaz.(Luke XII.6)...




İlerlemeler 1
......
Bir insanın kendi düşüncelerinin ön-kabullerinin farkında olmasından daha zor birşey yoktur. Sayesinde gördüğümüz göz dışında herşey doğrudan görülebilir. Her düşünce doğrudan incelenebilir, incelemeyi onun vasıtasıyla yaptığımız düşünce hariç. Özel bir çabaya, bir kendininfarkındaolma çabasına ihtiyaç vardır kendi üstüne geri çekilen düşüncenin hemen hemen inkânsız eylemi: hemen hemen, ama bütünüyle de imkânsız değil. Hakikatte, beşeri insan yapan ve aynı zamanda onu insanlığını aşmaya muktedir kılan güçtür bu.Incil'in tabiriyle insanın iç kısımlarında (derûnunda) bulunmaktadır o. Daha önce açıklandığı gibi, iç yükseğe, dış ise aşağıya tekabül etmektedir. Duyular, insanın en dışsal araçlarıdır; bakarlar, görmezler; duyarlar işitmezler gibi bir durum olduğunda, hata duyularda değil, iç kısımlardadır Zira bu insanların kalpleri mühürlüdür ; kalpleriyle idrak edemezler Yüksek ehemmiyet dereceleri ve Varlık Düzeyleriyle temas sadece kalb vasıtasıyla yapılabilir.

Modern çağın maddeci bilimciliğine gömülmüş olan biri için bunun ne demek olduğunu anlamak imkânsızdır, insandan daha yüksek herhangi birşeye inancı yoktur onun ve insanı da nisbeten gelişmiş bir hayvandan başka bir şey olarak görmemektedir. Hakikatin sadece kalbe değil başa yerleştirilmiş olan beyin aracılığıyla keşfedilebileceğinde ısrarlıdır. Bütün bunlar, kalb ile anlamanın onun için anlamsız bir söz yığını olduğunu göstermektedir. Kendi görüş açısından, son derece haklıdır:başa yerleştirilmiş ve bedensel duyuların sağladığı verilere sahip beyin, dört büyük Varlık Düzeyinin en aşağısı olan cansız madde ile uğraşmaya tamamen yeterlidir. Hatta, beyinin işleyişi sadece eğer şu veya bu şekilde kalb işe karışırsa başka yöne çekilir ve muhtemelen bozulur.

Maddeci bir bilim adamı olarak, hayat, şuur ve kendininfarkındaolma'nın cansız parçacıkların karmaşık düzenlemelerinin tezahüründen başka birşey olmadığına inanmaktadır o sadece ve sadece bedensel duyulara güvenmeyi, baş ta durmayı ve kalbe yerleştirilmiş güçler in müdahalesini reddetmeyi onun için tamamen akılcı kılacak bir inanç. Başka bir deyişle, onun için yüksek gerçeklik düzeyleri açıkçası mevcut değildir, çünkü onun inancı onların varolma imkânını dışlamaktadır. Bir radyo alıcısına sahip olduğu halde, aklını ondan sadece atmosferik gürültüler elde edilebileceğine taktığı için onu kullanmayı reddeden bir adama benzemektedir. inanç, akıl ile çelişki içinde değildir; aklın yerine ikame de edilemez, inanç, bilgi ve anlam arayışının yöneleceği ehemmiyet derecesini veya Varlık Düzeyini seçmektedir. Makul olan inanç olduğu gibi, makul olmayan inanç da vardı. Cansız madde düzeyinde anlam ve maksat aramak, insan dehasının şaheserlerini iktisadi çıkarların veya cinsel engellemelerin bir ürünü olarak açıklama girişimi kadar akıldışı (gayrimakul) bir inanç eylemi olacaktır.

Bilinemezci (agnostic)nin imanı belki hepsinin en akıldışı olanıdır, çünkü, bir kamuflaj olmadığı sürece, ehemmiyet meselesini ehemmiyetsiz sayma kararıdır o; şunu demeye benziyor: Bir kitabın (Mr. Tyrrell in örneğine atfen) sadece renkli bir şekil değil, kağıt üzerindeki bir dizi işaret, belirli kurallara göre düzenlenmiş bir harfler dizisi veya bir anlam ifadesi olup olmadığına karar vermeye istekli değilim! Geleneksel bilginin (hikmet) bilinemezciyi her zaman şiddetle aşağılaması şaşırtıcı değil: Amellerini biliyorum, ne soğuk ne sıcak olduğu için, yere tüküreceğim seni. İnsanların, farklı dillerde ama esas olarak bir tek sesle, bu dünya kitabının sadece renkli bir şekil değil, bir anlam ifadesi olduğunu; insanlık düzeyinin üstünde Varlık Düzeyleri bulunduğunu; imanını aklına rehber kılması şartıyla insanın bu daha yüksek düzeylere ulaşabileceğini bildiren peygamberlerin, bilge ve velilerin şahadetlerini kabul etmeleri asla akıldışı bir inanç eylemi olarak ele alınamaz....




Yeterlilik 2
.......
Batı medeniyetinde anlamak için bilim'in veya hikmet'in gün geçtikçe hızlanan tasfiyesi yönetmek için bilginin hızlı ve giderek daha hızlanan birikimini çok ciddi bir tehdide dönüştürmektedir. Başka bir bağlamda söylediğim gibi, hikmet olmadan var olabilme konusunda çok çok becerikliyiz şimdi ve becerikliliğimizin daha da artması hiçbir yarar sağlayamayacaktır. İnsanın yönetim bilimleri üzerinde birliğimizi sürekli olarak arttıran bilimsel ilgisi en azından üç çok ciddi sonuç doğurmuştur. Öncelikle, insanın varoluşunun anlam ve maksadı nedir? gibi bilimsel olmayan soruların kulak ardı edilmesiyle, bir medeniyet zorunlu ve kaçınılmaz olarak daha derin keder, umutsuzluk ve özgürlüksüzlüğe batacaktır. Hayat standartları ne kadar yüksek, sağlık hizmetleri ömürlerini uzatmada ne kadar başarılı olursa olsun, bu medeniyetin insanları giderek artan bir hızla sıhhat ve mutluluklarım yitireceklerdir.İnsan sadece ekmekle yaşayamaz meselesidir bu.

İkincisi, bilimsel çabaların insanı kâinatın en dışsal ve en maddî veçhelerine metodik olarak sınırlaması dünyayı o kadar boş ve anlamsız kılmaktadır ki, bir anlam için bilim in değer ve gerekliliğini gören insanlar bile kendilerine sunulan sözde bilimsel fotoğrafın uyuşturucu gücünden kaçamamakta ve insanlığın hikmet geleneği ne başvurup ondan faydalanma hususunda cesaret ve isteklerini kaybetmektedirler. Metodik sınırlaması ve yüksek düzeyleri sistematik olarak dikkate almaması yüzünden, bilimin bulguları hiç bir zaman böylesi yüksek düzeylerin varlığına dair kanıtlar içermemekte, süreç kendi kendini güçlendirmektedir: iman, aklı (intellect) daha yüksek düzeylerin kavranmasına götürecek bir rehber olarak alınmak yerine, akla karşı çıkan ve onu reddeden bir şey olarak görülmekte ve dolayısıyla reddedilmektedir. Böylelikle, kendine gelmeye giden tüm yollar kapatılmaktadır.

Üçüncüsü, hikmetin bilgisini ortaya çıkarmak için artık harekete geçirilmeyen, insanın daha yüksek güçleri durumuna uğramakta ve hatta tamamen görünmez olmaktadırlar. Sonuç olarak, toplumun ve bireylerin ele almaya çağrıldıkları tüm sorunlar çözümsüz olmaktadır. Çözülmemiş ve bu görüşle çözülemez sorunlar birikirken, çabalar gittikçe çılgınlaşmaktadır. Zenginlik halâ artabiliyorken, insanın niteliği düşmektedir.
.....
Modern dünya, insanın yüksek melekelerine ihtiyaç duyan herşey hakkında şüpheci olmaya eğilimlidir. Ama, herhangi bir şeye ihtiyaç duymayan şüphecilik hakkında hiç şüpheci değildir.
----------------------------------------
Dört Bilgi Alanı -1.Alan
.....
Nesnellik ve kesinliğe ulaşmada kararlı bir çaba içindeki modern bilimlerin gerçekte insanın düşünme aletlerini aşırı biçimde sınırladıklarını gördük: bazı bilim yorumcularına, renk körü olanların gözlemlerine, nicel ölçüm cetvellerindeki stereoskopik olmayan görüşlere göre sınırladıklarını. Böyle bir metodoloji zorunlu olarak tecellinin en alt düzeyi olan cansız maddeyle sınırlanmış bir dünya tasviri üretecek ve insanlar da dahil olmak üzere yüksek Varlık Düzeylerinin gerçekte bir çeşit karmaşık düzenleme içindeki atomlardan başka bir şey olmadıklarını ileri sürmeye yönelecektir.
....
İmdi, dikkatimizin nerede olduğunun ve ne yaptığının farkında olmak için, kelimenin tam mânâsıyla uyanık olmak zorundayız. Programlanmış bir bilgisayar veya başka bir makine gibi mekanik olarak hareket ediyor, düşünüyor veya hissediyorsak, açıktır ki o mânâda uyanık değiliz ve kendimizin bizzat özgürce yapmayı, düşünmeyi veya hissetmeyi seçmediğimiz şeyleri yapıyor, düşünüyor veya hissediyoruzdur. Ondan sonra diyebiliriz ki: Onu yapmayı kasdetmedim veya Bana ne olduğunu bilmiyorum. Her türlü şeyi yapmaya niyetlenebilir, yapmayı üstlenebilir ve hatta ciddiyetle söz verebiliriz; ama eğer her zaman yapmayı kasdetmediğimiz hareketlere sürüklenmeye veya üstümüze gelen bir şeylerce itilip kakılmaya maruz isek, niyetlerimizin ne değeri vardır? Eğer dikkatimiz konusunda uyanık değilsek, hiç şüphesiz kendimizin farkında değiliz ve dolayısıyla kâmil insan değiliz; muhtemelen hayvanlar gibi denetimsiz iç dürtülere veya dış zorlamalara göre çaresiz döner dururuz.
.....
Kendinin farkında olmadan, yani kendi kendinin şuurunda bir şuur olmadan, insan kendisini denetlediğini, özgür iradeye sahip olduğunu ve niyetlerini yerine getirmeye muktedir olduğunu sadece hayal eder. Gerçekte, Ouspensky nin ifadesiyle, niyetler kurup onlara göre hareket etmede bir makineden daha fazla özgürlüğe sahip değildir. Sadece ara sıra meydana gelen kendininfarkındaolma anlarında böyle bir özgürlüğü vardır ve en önemli görevi de kendininfarkmdaolmayı şu veya bu yolla sürekli denetlenebilir kılmaktır.

--------------------------

Dört Bilgi Alanı -2.Alan
......
İnsanların birçoğu, bu iletişim sorununda diğer bir insanın konuşmasını dinlemek ve bedeninin dışsal hareketlerini gözlemekten daha fazla bir şeyin olmadığına inanıyor gibiler; başka bir deyişle, görünmeyen düşüncelerinin, duygularının, niyetlerinin, v.s. doğru bir resmini bize iletmek için diğer insanların görünür işaretlerine zımnen güvenebiliriz. Yazık ki, mesele bu kadar basit değil! Düşüncesini başka bir kişiye iletme hususunda kişininin sahici bir arzusu olduğunu (ve tüm itinalı aldatma ihtimallerini bir yana bıraktığımızı) varsayarak, gerekli hususları adım adım göz önüne alalım. Önce, konuşan kişi iletmek istediği düşüncenin ne olduğunu, biraz kesin olarak, bilmelidir; ikinci olarak, içsel düşüncesini onun yargısına göre dışsallaştırabilecek görünür (işitilir dahil) simgeler, jestler, bedensel hareketler, kelimeler, ses uyumu, vs. bulmalıdır; buna ilk çeviri denebilir belki; üçüncü olarak, dinleyici bu görünür (vb.) simgeleri hatasız biçimde alabilmeli, yani sadece söylenen sözü doğru olarak işitmeli, kullanılan dili bilmekle kalmayıp, kullanılan (jest ve ses uyumu gibi) kelime-dışı simgeleri doğru olarak gözlemelidir; dördüncü adımda, dinleyici aldığı sayısız simgeleri bir şekilde bütünleştirmeli ve onları düşünceye dönüştürmelidir; buna da ikinci çeviri denebilir.

Bu dört aşamalı sürecin her aşamasında, özellikle de her iki çeviri hususunda ne kadar yanlışa düşülebileceğini görmek zor değil. Hatta, güvenilir ve doğru iletişimin mümkün olmadığı sonucunu çıkarabiliriz. Konuşmacı, iletmek istediği düşünce hakkında tam manasıyla vazıh (net) olsa da, onun simgeleri, jestleri, kelime kombinezonlarını, ses uyumunu seçmesi oldukça kişisel bir iştir; ve dinleyici mükemmel biçimde dinliyor ve gözlüyorsa da, aldığı simgelere uygun mânâları veriyor ve gözlüyorsa da, aldığı simgelere uygun mânâları verip vermediğinden nasıl emin olabilir? Bu şüphe ve sualler yerindedir.

Süreç, tavsif edildiği üzere, aşırı ölçüde zahmetli ve, tanımların, istisnaların, şartların, açıklamaların ve emniyet hükümlerinin formülasyonu için muazzam ölçüde vakit ve çaba harcandığı zaman bile güvenilmezdir. Düşünebileceğimiz gibi, iki bilgisayar arasında, salt mantığa indirgenmek zorunda olunan bir iletişim durumudur bu: ya bu, ya o. Burada Descartes'in rüyası gerçek oluyor: kesin, ayrı ve mutlak derecede emin olduğumuz fikirler dışında hiçbir şey hesaba katılmamaktadır. Gene de, mucizevi olarak, gerçek hayatta iletişim mümkündür ve bu durum seyrek rastlanır birşey değildir. Özenle hazırlanmış tanımlar, şartlar veya emniyet hükümleri olmaksızın sadır olur. Hatta insanlar şöyle diyebiliyorlar: İfade biçimini beğenmiyorum ama, kasdettiğin şeyle mutabıkım. Çok önemlidir bu.

Kelime ve jestlerin onun için bir davetten fazla bir şey olmadıkları bir akılların buluşması sözkonusu olabilir. Kelimeler, jestler, ses uyumu: iki şeyden biri ( veya her birinin bir parçası hatta) olabilir bunlar bilgisayar dili veya iki bilgisayar programcısının biraraya gelmesi için bir davet. Eğer günlük hayatımızda bize en yakın insanlarla gerçek bir akılların buluşmasını başaramıyorsak, varoluşumuz bir ıstırap ve felakete dönüşür. Onu başarmak için, sen olmanın nasıl bir şey olduğunun bilgisini kazanmaya muktedir olmalıyım; ve sen de ben olmanın nasıl bir şey olduğunun bilgisini kazanmaya muktedir olmalısın. Her ikimiz de, benim ikinci bilgi alanı dediğim alanda bilgi sahibi olmalıyız. Doğal olarak bir çoğumuza ancak çok az bilgi geldiğini ve daha iyi bilgi kazanımının çaba gerektirdiğini bildiğimizden, kendimize şu suali sormak zorundayız: Daha iyi bilgi elde etmek için, kendileriyle yaşadığım insanların içlerinde olanlar hakkında daha fazla kavrayışa sahip olmak için ne yapabilirim? îmdi, şayan-ı dikkat gerçek şudur ki, bütün geleneksel öğretiler bu suale bir ve aynı cevabı vermekteler: Diğer varlıkları, ancak kendini tanıdığın ölçüde anlayabilirsin. Tabiatıyla, iyi gözlem ve iyi dinleme de gereklidir; ama mesele şudur ki, bu şekilde elde edilen veriler doğru olarak yorumlanıp anlaşılmadıkça mükemmel gözlem ve mükemmel dinleme bile bizi hiçbir yere götürmez; ve doğru anlama kabiliyetimin önşartı kendi özbilgim, kendi öz iç deneyimimdir. Başka bir deyişle, ve önceki terminolojimizi kullanarak, kalem kalem, parça parça adaequatio (yeterlilik) mevcut olmalıdır.

Bedensel ağrıyı (acıyı) şuurlu olarak hiçbir zaman tecrübe etmemiş bir kişi diğerleri tarafından çekilen ağrı hakkında muhtemelen hiçbir şey bilemeyecektir. Ağrının dışsal işaretlerine sızlanmalar, hareketler, gözyaşları başkaları gibi o da dikkat edecektir; ama onları doğru olarak anlama görevi için tümüyle yetersiz olacaktır. Hiç şüphesiz, bir tür yorum yapmaya yeltenecektir; onları gülünç, tehlikeli veya en basitinden anlaşılmaz bulabilecektir. Başkasının görünmezleri bu vakada onun ağrı konusundaki iç deneyimi ona görünmez kalacaktır. İnsanların (erkek ve kadın) hayatlarım dolduran iç (derunî) deneyimlerin muazzam genişliğini araştırmayı okuyucuya bırakıyorum.

Daha önce vurguladığım gibi, hepsi de görünmez ve dış gözlem için ulaşılmazdırlar. Bedensel ağrı örneği, hakkında hiçbir incelik (karmaşıklık) sözkonusu olmadığından yapıcı bir örnektir. Ağrının gerçekliğinden çok az insan şüphe eder, ve hepimizin gerçek, doğru, beşerî varoluşun büyük inatçı gerçeklerinden biri olarak tanıdığımız birşeyin, gene de dış duyularımızca gözlenememesi insanı sarsabilir: Eğer sadece dış duyularımız tarafından gözlenebilen şeyler gerçek, nesnel, bilimsel olarak saygın kabul edilecekse, ağrı gerçekdışı, öznel ve gayri-ilmî olarak bir kenara atılmalıdır. Aynı şey, bizi içten harekete geçiren başka herşey için geçerlidir sevgi ve nefret, sevinç ve acı, ümit, korku, keder, v.s.. Eğer içimdeki bütün bu güç veya hareketler gerçekten gerçek değillerse, ciddiye alınmalarına gerek yok; ve onları kendimde ciddiye almazsam, başka bir varlıkta nasıl gerçek sayar ve ciddiye alabilirim? Hatta, diğer insanlar dahil olmak üzere diğer varlıkların gerçekten bizim gibi acı çekmediklerini ve bizimkisi gibi karmaşık, ince ve nazik bir iç hayata sahip olmadıklarını varsaymak daha u-gundur: çağlar boyunca, diğerlerinin acılarını metanet ve temkinle çekme hususunda insanoğlu muazzam bir kabiliyet gösterdi. Dahası, (Mr. J. G. Bennett in isabetle gözlediği gibi),2 bizler kendimizi öncelikle başkalarına gözükmeyen niyetlerimizin ışığında görmeye meylederken, başkalarını esas olarak bize görünür olan eylemlerinin ışığında görürüz, böylece yanlış anlamaların ve haksızlıkların kol gezdiği bir durumda buluruz kendimizi....




Dört Bilgi Alanı -4.Alan
.....
Matematik, herşey bir yana, hayattan çok uzaktır. Zirvelerinde muhakkak ki çok şiddetli bir tür güzellik ve aynı zamanda büyüleyici bir zerafet göstermektedir ve bu Hakikatin bir işareti sayılabilir; ama, aynı derecede muhakkak olarak, hiçbir sıcaklığı, hayatın büyüme keşmekeşlerinden hiç biri, bozulma, ümit, ümitsizlik, sevinç ve acısı yoktur. Şurası hiçbir zaman ihmal edilmemeli veya unutulmamalıdır: fizik ve diğer öğretici bilimler kendilerini gerçekliğin cansız veçhesiyle sınırlarlar, ve eğer bilimin amaç ve maksadı öngörülebilir sonuçlar hasıl etmekse bunun böyle olması zorunludur. Hayat, şuur ve kendininfarkmdaolma emredilemezdirler; diyebiliriz ki onların, bir olgunluk işareti olan, kendi öz irâdeleri vardır. Bu noktada kavramak ve bilgi haritamıza kaydetmek ihtiyacını duyduğumuz şey şudur: fizik ve diğer öğretici bilimler sadece tabiatın ölü yanına dayandıklarından, felsefeye götüremezler bizi, eğer felsefe bize hayat m ne olduğu hakkında rehberlik edecekse. Ondokuzuncu yüzyıl fizikçileri bize hayatın, mânâsız ve maksatsız, kozmik bir kaza olduğunu söylediler.

Yirminci yüzyıl fizikçilerinin en iyileri herşeyi geriye götürüyor ve bize sadece özgül, kesin olarak tecrit edilmiş sistemlerle uğraştıklarını, bu sistemlerin nasıl çalıştıklarını veya çalıştırılabileceklerini gösterdiklerini ve bu bilgiden hiçbir genel felsefî sonucun çıkarılamayacağını (ve çıkarılmaması gerektiğini) söylüyorlar. Gene de, her ne kadar hayatımızı nasıl sürdüreceğimiz konusunda bize rehberlik etmeseler de, öğretici bilimlerin, onlardan türetilen teknolojiler aracılığıyla hayatımızı biçimlendirdikleri aşikardır. Bu sonuçların hayır için mi yoksa şer için mi olduğu alanlarının tamamen dışında kalan bir sorudur. Bu anlamda, sözkonusu bilimlerin ahlaken nötr olduğunu söylemek doğrudur.

Ne var ki, bilimadamsız bilimin olmadığını ve, bilimin alanının (yetkisinin) dışında kalsa da, hayır ve şer sorularının bilimadammın alanının dışında kalamayacağını söylemek aynı ölçüde doğrudur. Bugün bir (öğretici) bilim bunalımından söz etmek abartı değildir. Eğer bilim insancıl denetimin dışında kalan bir ejderha olmaya devam ederse, ona karşı, şiddet ihtimalini dışlamayan bir tepki ve ani değişiklik olacaktır. Öğretici bilimler külli hakikatle değil, sadece hakikatin, sayelerinde sonuç elde edilebilecek parça veya veçheleriyle ilgilendiklerinden, sadece ve sadece kendi sonuçlarıyla yargılanmaları yerindedir....
.......
Evrim:

Biyolojide Evrim, diyor Julian Huxley, hayvan ve bitkilerin sistemli birimlerinin bileşiminde görülen bütün değişimleri içermek için kullanılan gevşek ve kapsayıcı bir terimdir...Geçmişte hayvan ve bitki türlerinin bileşiminde değişim olduğu, yer kabuğunda bulunan fosillerce yeterince gösterilmektedir; fosiller, radyoaktif tarih belirleme sayesinde, çok yüksek bir bilimsel kesinlik derecesiyle, tarihî silsile içine sokulmaktadır. Biyolojik değişimin tasvirî bilimi içinde bir genelleme olarak Evrim, bu ve diğer sebeplerle, herhangi bir şüphenin ötesinde yerleşmiş sayılabilir. Ancak, evrimci öğreti çok farklı bir meseledir.

Kendisini biyolojik değişimin sistemli bir tasviri ile sınırlamakla yetinmeyip, onu, kanıtlama ve açıklamanın öğretici bilimlerde sunuldukları biçimde kanıtlamaya ve açıklamaya yeltenmektedir. Bu, çok feci sonuçları olan felsefî bir hatadır. Bize Darwin in iki şey yaptığı söyleniyor: evrimin gerçekte Kutsal Kitap taki yaradılışla ilgili hikayelerle çeliştiğini, yaradılışın sebebi olan tabiî ayıklamanın otomatik olduğunu ve İlahî rehberlik veya tasarıma yer bırakmadığını gösterdi. Böyle bir bilimsel gözlemin hiçbir zaman bu iki şey i: yapamayacağı, felsefî düşünceye yatkın herhangi bir insana aşikâr olmalıdır. Yaradılış, İlahî rehberlik (hidayet) ve İlahî tasarım tamamiyle bilimsel gözlemin dışındadır; aynı şekilde, yoklukları da. Her hayvan veya bitki yetiştiricisi şüpheden uzak biçimde, 'tabiî ayıklama' dahil olmak üzere ayıklamanın (selecti-on) değişim getirdiğini bilir; dolayısıyla, tabiî ayıklamanın evrimci değişimin bir aracı olduğu kanıtlanmıştır demek bilimsel yönden doğrudur hatta bunu bizzat yaparak kanıtlayabiliriz. Fakat, bu mekanizmanın tabiî ayıklamanın keşfinin, evrimin sebebinin otomatik olduğunu, İlahî rehberlik veya tasarıma yer bırakmadığını kanıtladığım iddia etmek tamamen gayrimeşrudur.

İnsanların sokakta para bularak da para sahibi oldukları kanıtlanabilir; ama hiç kimse bunu bütün gelirlerin bu yolla kazanıldığı varsayımı için yeterli sebep saymaz. * Evrimcilik Öğretisi genel olarak bütün bilimsel dürüstlük ilkelerine ihanet eden, onları ihlâl eden bir tarzda sunulmaktadır. Canlı varlıklardaki değişimlerin izahı ile başlamakta, ama uyarısız ve birdenbire, sadece şuurun, kendininfarkmdaolmanın, dilin ve sosyal kuramların gelişmesini değil, bizzat hayatın kökenini açıklamaya yeltenmektedir. Tahayyül ve spekülasyon ele avuca sığmaz; herhangi bir şey her şeyi açıklar.

Deniyor ki, Evrim bütün biyologlar tarafından kabul edilmekte ve tabiî ayıklama onun sebebi sayılmaktadır... Hayatın kökeni evrimde büyük bir adım olarak tanımlanınca, cansız maddenin tabiî ayıklamanın usta bir uygulayıcısı olduğuna inanmamız istenmektedir. Evrimcilik Öğretisi için, ne kadar uzak olursa olsun, herhangi bir ihtimal o şeyin gerçekten meydana geldiğinin bilimsel kanıtı olarak tamamen kabul edilebilirdir: Hidrojen, su, buhar, amonyak ve metan atmosferinden bir nümuneye elektrik deşarjı ve mor-ötesi ışık uygulandığı zaman, büyük sayılarda organik bileşikler... otomatik sentez ile elde edildi. Bu, karmaşık bileşiklerin pre-biyolojik bir sentezinin mümkün olduğunu kanıtlamaktaydı.

Bu esasa göre, canlı varlıkların birdenbire salt rastlantısal olarak ortaya çıktıklarına ve ortaya çıktıktan sonra genel kaos içinde kendi varlıklarını, sürdürmeye muktedir olduklarına inanmamız beklenmektedir: Hayatın pre-biyolojik organik bileşiklerin sulu bir çorba sından kaynaklandığını ve canlı organizmaların daha sonra bu bileşiklerin çevrede m evcut olan miktarlarını hücrelere dönüş-türen zarlar (membrane) tarafından meydana getirildiğini varsaymak gayrimakul değildir. Bu umumiyetle organik (T)arw ind ) evrimin başlangıç noktası sayılmaktadır.Bunu kolayca görebiliriz, değil mi bir araya gelen ve kendilerini zarlarla kuşatan organik bileşikler (bu becerikli bileşikler için hiçbir şey bundan daha basit olamaz) ve bakın! işte hücre, bir kez hücre doğdu mu, biraz zaman alsa da, Şhakespeare in doğuşunu durduracak hiçbir şey yoktur. Dolayısıyla, mucizelerden söz etmeye ihtiyaç yoktur yahut herhangi bir bilgi eksikliğini kabul etmeye. Azametli bilim adamı ünvanına hak iddia eden insanların öylesine disiplinsiz ve pervasız spekülasyonları bilimsel bilgiye katkı diye sunmaya cüret etmeleri ve bu işi kapıp götürmeleri! çağımızın büyük paradokslarından biridir.

Büyük nüfuz sahibi' psikiyatrist, müteveffa Dr. Kari Stern şu yorumu yapıyordu: Eğer, tartışmanın hatırı için, evrim kuramım en bilimsel bir formiilasyon içinde sunarsak, şuna benzer bir şey söylemek zorundayız: Zam anın belirli bir uğrağında Yer in ısısı karbon atomları ve oksijen ile nitrojen-hidrojen bileşimlerinin kümelenmesi için çok uygun duruma geldi, hayatın meydana gelmesi için en uygun biçimde inşâ edilen büyük molekül kümelerinin gelişigüzel vuku bulması görüldü, ve o noktadan yoluna alabildiğınce devam etti, tâ ki tabiî ayıklama ameliyeleriyle sonuçta bir varlık ortaya çıkıncaya kadar. Aşkı nefrete, adaleti adaletsizliğe tercih eden, Dante gibi şiir yazan, Mozart gibi müzik besteleyen ve Leonardo gibi resim yapan bir varlık.şüphesiz, böyle bir cosmogenesis (âlemin-yaradılışı) görüşü çılgıncadır. Çılgınlığı argo küfür anlamında değil, ruh hastalığının (psychotic) teknik anlamında kullanıyorum. Hatta böyle bir görüşün şizofrenik düşüncenin belirli yönleriyle birçok ortak noktası vardır.Ne var ki, bu tür düşünce nesnel bilim olarak sadece biyologlara değil, Yeryüzündeki beşerî varoluşun köken, anlam ve maksadı hakkındaki hakikati bulmaya istekli herkese sunulmakta ve özellikle, dünyanın her yanında, hemen hemen bütün çocuklar tasvir edilegelen biçimde beyin yıkamaya tabi tutulmaktadır.

Gözlem yapmak ve gözlemlerini rapor etmek bilimin görevidir. Bütün doğrudan gözlem imkânlarının dışında olan Yaratıcı, akıllar yahut tasarımcılar gibi sebep olucu vasıtaların mevcudiyetini kanıtsız kabul ettirmek onun için yararlı değildir. Bakalım, gözlemlenebilir sebeplerle olguları ne kadar açıklayabiliriz ilkesi fevkalâde makul ve hatta çok verimli bir metodolojik ilkedir. Ne var ki, Evrimcilik metodolojiyi bütün yük-sek ehemmiyet dereceleri imkânını exhypothesi dışlayan bir imana dönüştürmektedir. Açık biçimde insanlığı içine alan bütün tabiat başka hiçbir şeyin değil, rastlantı ve zorunluluğun eseri sayılmaktadır; onda ne anlam, ne maksat, ne de akıl vardır hiçbir şeye delalet etmeyen, bir budalanın söylediği hikaye. Bu İmandır ve onunla çelişen bütün gözlemler ya ihmal edilmek veya îmanı yüceltecek biçimde yorumlanmak zorundadır. Bugün sunulduğu haliyle Evrimciliğin bilimde hiçbir temeli yoktur. Yüksek dereceli rahiplerinden bir çoğunun bizzat vazettikleri şeye inanmadıkları, özel olarak itibardan düşürülmüş bir din olarak tanımlanabilir o.

Yaygın inançsızlığa rağmen, bilimsel evrim bilgisinin herhangi bir yüce inanca yer bırakmadığında ısrar eden doktriner propaganda saltanatını sürdürmektedir. Yeni Britannica Ansiklopedisi ndeki (1957) Evrim maddesi Evrimin kabulü başlıklı bir bölümle sona eriyor: Evrime itirazlar, teolojik ve, bir zaman için, politik hareket noktalarından gelmektedir.Bunu okuyunca, en ciddi itirazların sayısız biyologlar ve güvenilirliklerinden şüphe edilmeyen diğer bilginlerden geldiğine kim şüphe duyabilir? Onları zikretmenin akıllıca olmadığı açıkça düşünülmekte, salt bilimsel zeminde evrimin mükemmel bir reddiyesini sunan Douglas Dewar The Transformist Illusion (Dönüşümcü Yanılsama) başlıklı eseri gibi kitaplar, konu hakkındaki bibliyografyalara dahil edilmek için uygun görülmemektedir.

Evrimcilik bilim değildir; bilim-kurgu, hatta bir çeşit muzipliktir. Çok başarılı bir hiledir ve modem insanı bilim ile din arasında uzlaşmaz bir çatışmaya benzeyen bir konuma hapsetmiştir. İnsanlığı yücelten bütün inançları yok etmiş ve onların yerine insanlığı aşağı çeken bir inanç ikame etmiştir.
Nil admirari. Rastlantı, zorunluluk ve faydacı tabiî ayıklama mekanizması tecessüslere, inanılmazlıklara ve gaddarlıklara yol açabilir, ama bir başarı olarak hayran olunacak hiçbir şeye götürmez tıpkı piyangoda kazanmanın hayranlık uyandırmaması gibi. Ortada yüksek ve aşağı hiçbir şey yoktur; bazı şeyler diğerlerinden rastlantı kabilinden daha karmaşık olsa da, herşey birbirinin aynıdır. Herşeyi sadece ve tek başına, uyarlanma ve hayatta kalma için tabiî ayıklama ile açıklama havasındaki Evrimcilik, ondokuzuncu yüzyıl materyalist faydacılığının en aşırı ürünüdür.

Yirminci yüzyıl düşüncesinin kendisini bu sahtekarlıktan kurtarmadaki iktidarsızlığı, Batı medeniyetinin çöküşüne sebep olabilecek bir başarısızlıktır. Çünkü hiçbir medeniyetin konfor ve hayatta kalma faydacılığını aşan anlam ve değerlere bir inanç yani bir dinî iman olmaksızın yaşaması mümkün değildir. Martin Lings e kulak verelim: Modern dünyada dinî inancın kaybedilişi vakalarının çoğunun en yakın sebep olarak herhangi bir başka şeyden çok evrim teorisine dayandığı hususunda çok az şüphe olabilir. Şaşırtıcı görünse de, birçok insanın hâlâ hayatlarım gayretsiz ve kararsız bir din ve evrimcilik kombinezonu içinde sürdürdükleri doğrudur. Ama daha mantıkî bir zihne sahip olanlar için, bu ikisi arasında, yani insanın düşüşü öğretisi ile insanın yükselişi öğretisi arasında bir seçme yapmak ve seçilmeyeni bütünüyle reddetmekten başka bir tercih yoktur...

Milyonlarca çağdaşımız, birçoğuna okullarda öğretildiği gibi, evrimin bilimsel olarak kanıtlanmış hakikat olduğu gerekçesiyle, evrimciliği seçmişlerdir; onlarla din arasındaki girdab, dindar insanın, kendisi bir bilim adamı olmadıkça, kendisiyle onlar arasında, bilimsel düzlemde olması gereken başlangıç argümanını doğru koyarak bir köprü kuramaması yüzünden daha da açılmaktadır.Eğer bilimsel düzlemde değilse, yuhalanacak ve her türlü bilimsel jargon kulanılarak susturulacaktır'. Ne var ki, işin hakikati başlangıç argümanının bilimsel düzlemde olmaması gerektiğidir; felsefi olmak zorundadır o. Basit olarak şu demektir : deney yoluyla ne doğrulanabilen ne de yanlışlanabilen kapsamlı açıklayıcı kuramlara daldığı zaman, tasvirî bilim gayriilmî ve gayrimeşru olmaktadır. Bu tür kuramlar bilim değil, imandır....
------------------------------------------
İki Tip Problem
......
Bugün birçok insan yeni bir manevî toplum temeline, yeni bir ahlâk temeline çağırmaktalar. Yeni dedikleri zaman, yeni icatları değil de insanın yüksek melekelerinin geliştirilmesini ve onların uygulanmasını gerektiren ıraksayan problemlerle uğraştıklarını unutmuş görünüyorlar. Bazıları günahla yükselir ve erdemle düşer bazıları, diyor Shakespeare Kısasa Kısas ta : erdemin iyi ve günahın kötü olduğuna (ki öyledirler!) karar vermek yeterli değil, der; önemli olan bir insanın yüksek güçlerine (imkânlarına) mı yükseldiği, yoksa onların uzağına mı düştüğü meselesidir. Normal olarak, insan erdemle yükselir; ama eğer erdem sadece dışsal ve iç kuvvetten yoksun ise, onları sadece kayıtsızlığa sürükler ve gelişmede başarısız olurlar; aynı biçimde, olağan ölçülere göre günah olan, eğer sarsıntısı insanın daha önce uykuda olan yüksek melekelerinin uyanmasına sebep oluyorsa, o çok önemli gelişme işlemini harekete geçirebilir.
Doğu geleneklerinden bir alıntı yaparsak, İnsan düştüğü yerden kalkar (yahut düştüğü şey ile kalkar) diyor Kular nava Tantra. Dante ve Shakespeare in de önde gelen temcilcilerinden olduğu tüm geleneksel bilgelik olağan, hesapçı mantığı aşar ve İyi yi (Güzel/Hayırlı), yüksek melekelerimizi geliştirmek suretiyle hakiki insanlar olmamıza yardımcı olan diye tanımlar kendinin farkındaolma ya bağlı ve onun bir parçası olan yüksek melekelerimizi. Onlar olmaksızın, hayvanlar âleminden farklı bir insanlık yoktur ve İyi nedir sorusu kendini Darvvinci uyarlanma ve hayatta kalma sorularıyla, mutluluğun konfor ve heyecan sınırlarını aşmadığı en büyük sayının en çok mutluluğu faydacılığına indirger.
Ne var ki, insanlar gerçekte bu indirgemeleri kabul etmezler. Hatta, iyice uyarlanıp bol miktarda konfor ve heyecanla yaşayıp giderken, bir yandan da sormaya devam ederler İyi nedir? İyilik nedir? Şer nedir? Günah nedir? Değerli bir hayat yaşamak için ne yapmalıyım? Bütün felsefede, ahlâktan daha fazla düzensizlik içinde olan başka hiçbir konu yoktur. Nasıl davranacağı konusunda irşat edilmek isteyip ahlâk profesörlerine yönelen kimse zırnık bile elde edemez; sadece bir görüşler seliyle karşılaşır. Bir iki istisna ile, yeryüzünde insan hayatının maksadına dair bir ön aydınlatma olmaksızın ahlâk alanındaki araştırmalarına koyulurlar.
Bir maksat fikri olmadan neyin iyi veya kötü, doğru veya yanlış, erdemli veya şer olduğuna karar vermenin mümkün olmadığı aşikârdır: ne için iyi? Maksada dair suali sormak natüralistik yanılgı olarak adlandırıldı erdem kendi kendisinin ödülüdür! İnsanlığın büyük öğretmenlerinden hiçbiri böyle bir baştan savma ile tatmin olmazdı. Eğer bir şeye iyi deniyor ve hiç kimse onun ne için iyi olduğunu söyleyemiyorsa,ona ilgi duymam nasıl beklenebilir? Eğer kılavuzumuz, izahlı Hayat Haritamız, İyinin nerede bulunduğunu ve ona nasıl ulaşılabileceğini bize gösteremiyorsa, beş para etmez....
E.F.Schumacher-Aklı Karışıklar için Klavuz

İZ Yayıncılık

Çeviri:Mustafa Özel

 
Devamını Oku »

Egemenlerin Yazdığı Çarpık Kavramlar

Egemenlerin Yazdığı Çarpık KavramlarEgemenlerin yazdığı tarihin bize empoze ettiği kavram-örgülerinin çok zararsız gözüken ifadelerde bile 'hakikat'i [gerçeklik'i ve doğruluk'u] nasıl çarpıttığı açıktır. 'Bilim', Kopernik ve ardılları için Kilise'ye yani Sistem'e karşı bir duruş, hatta sahih bir itikad arayışı idi. Newtoncu kiliseler ve bu kilislerde görev yapan Newtoncu din adamları derinden derine Sistemle savaştılar. Sonuç, bin yıllık Sistem'in bu devrimi dönüştürmesiyle sonuçlandı. Direnenler sahih itikadlarını korumak için ya ateist ya da teist olmak zorunda kaldılar. Gerçekten de bu Sistem'in cenderesi içerisinde yaşayan bir kişi için sahih itikad arayışının başlangıç noktası reddediş, en azından kritiktir.

Bu tespit bugün için de geçerlidir: İnancı bilginin önüne koyan ve herşeye yayan bir zihniyet en nihayetinde reddedilme eylemine muhatab kalacaktır. Bu sonuç 'bilimsel bilgi' için de geçerlidir: İnsanı yalnız başına safi 'inanç' ya da safi 'bilgi' veya safi 'aşk' kabul etmek insanı tek-boyuta indirgemek demektir. Halbuki insan abid, natık ve aşıktır; sahih itikad budur çünkü.

Şimdiye kadar bir noktayı açıklamayı hep erteledik: Kopernik ve hatta Galileo'nun doğa'nın bilgisi sözkonusu olduğunda Sistem'e karşı dururken, dayandıkları 'bilme tarzı', yani sahih itikad arayışındaki yöntem'leri ne idi: "Gözlemle uyumlu hesap". Bu ilke nereden geliyordu: Evreni idrak için yeni bir bilme tarzını geliştirmeye çalışan Merağa Okulu ve takipçilerinin çalışmalarından. Öyleki Ali Kuşçu, İbn Nakib ve Şemseddin Hafrî, evreni ilmî idrak için 'yeni-bir-metafizik" ve "yeni-bir-fizik" kurmaktan bile bahsediyorlardı. Çünkü Biz'de Kilise yoktu; Sistem yoktu. Şimdi mi? Şimdi ise "Biz" yok.

İhsan Fazlıoğlu,Kendini Aramak
Devamını Oku »

Modern Bilim İle Batı Klasik Kaynaklarından Uzaklaşmıştır

Modernite ile birlikte Batı dün­yası, geçmişini temellendirdiği iki ana dayanaktan uzaklaşmayı esas almıştır. Çünkü Batı dünyası, “Antik Yunan düşünce geleneği” ve “Hristiyanlık” olmak üzere iki temel kaynakla kökleşmiştir. Ancak özellikle 17. yüzyıldaki bilgi ve bi­lim anlayışının evren tasavvuru üzerindeki yansımalarıyla Batı dünyası bu iki dünya görüşünden uzaklaşmaya başlamıştır. Şöyle ki Kopernik, Kepler, Galileo ve Newton gibi bilim adamlarının bilgi ve dünya algılayışları hem antik Yunan birikiminden hem de Hristiyanlık geleneğinden farklılık göstermektedir. Örneğin tarihsel süreç izlendiğinde modern bilimsel düşüncenin doğuşunu hazırlayan ön­cü bilim adamı Kopernik, kendi ismiyle anılan bilimsel bir devrimi gerçekleşti­rirken bu farklılığı ortaya koymuştur. Çünkü Kopernik klasik evren anlayışının tamamen değişmesine sebep olan bir “modern kozmoloji” anlayışım tesis etmiş­tir. Batı dünyası Kopernik zamanına kadar dünya merkezli bir evren tasavvuru­na sahipken Kopernik güneş merkezli bir dünya anlayışının yerleşmesini temin etmiştir. Klasik Batı düşüncesinin evren anlayışım ise Arsito’nun ‘’ay-altı” ve “ay-üstü” alem olarak tasnif ettiği dünya ayrımına bağlı olarak Hıristiyan bir te­oloji oluşturmaktadır. Ancak yukarıda da belirtildiği gibi modern bilimin evren üzerinden gerçekleştirdiği ciddi bilgi dönüşümü ile Batı klasik kaynaklarından uzaklaşmıştır.

Kaynak:

İbrahim Yenen-İslam Medeniyeti Özel Sayısı Hece Dergisi
Devamını Oku »