Cumhuriyet Modernleşmesinin Din Algısı

A. Kemalist Laikliğin İnşası
Türkiye’de laiklik üzerine çalışanların birçoğu Türkiye laikliğinin özgün ta rafları olduğunu vurgulamıştır. Genel anlamıyla laiklik iki ilke üzerine kuru‐
ludur: Bunlardan birincisi din ve devlet işleri ayrılığı diğeri ise vicdan hürri‐
yetidir. Bu ayrım, dini ve inançları nedeniyle bir kimsenin veya grubun dev‐
letle ilişkilerinde ayrıma maruz kalmayacağını veya bir ayrıcalıktan yararlanamayacağını, kimsenin inanmadığı yönde davranmaya mecbur edilemeyeceğini garanti eder.44 Ancak Türkiye laikliği ne din ve devlet işleri ayrılığınısağlayabilmiş, ne de vicdan hürriyetini tanımıştır. Dinin devlet işleri üzerindeki denetimi kaldırılırken, devletin din üzerindeki denetimi devam etmiştir.Din kendi küresine çekilmeye zorlanmış ama orada da rahat bırakılmamıştır.

Türk laikliğinin bir özelliği din‐devlet ayrılığını iki taraflı karışmazlık olarak
algılanmamasıdır. Burada din ve devlet iki ayrı özerk alan değildir.

Din, devlet işlerine karışmaz, ama devlet din işlerine karışabilir, bunları düzenleyebilir ve denetleyebilir.45 Devletin dini denetim altında tutması Osmanlı devlet geleneğinin önemli bir unsuru olan din ü devlet anlayışın radikal bir devamı niteliğindedir.Türkiye Cumhuriyetinde laikliğin dini kontrol altında tuttuğunu,bu bağlamıyla din ve vicdan hürriyetini sağlayamadığını en net biçimde dile getiren Halide Edip Adıvar, Kemalist laikliği aşağıdaki gibi değerlendirmiştir: 46

Türkler sonunda Sezarınkileri veya devletinkilerini verdiler.Diğer yandan Sezar yada Devlet Tanrıya ait olanları muhafaza ediyor. Diyanet Başkanlığı özgür bırakılmadıkça, şimdi denetim altında olmuş olduğu gibi, başkanlık ofisi tarafından kontrol edilmesine son vermedikçe o daima hükümetin aracı olcaktır.

Bu bakımdan, Türkiye'deki Müslüman cemaati,Hıristiyan patriklerinden daha az imtiyazlı ve daha az bağımsızdır. Bunlar kendi özel planlarını istekleri doğrultusunda doğma ve dinin bütün meseleleri uzerinde karar veren hür müesseselerdir. Buna karşılık islam cemaati, devlet siyasetine bağlanmıştır. Bu durum Türkiye'de İslam'ın manevi gelişimi önünde büyük bir engeldir ve onda dinin siyasî amaçlar için kullanılması tehlikesi vardır. Devlet artık kendini dini kontrolden tamamen kurtarmış olduğuna göre, o da İslamı kendi başına bırakmalıdır. Devletin sadece "her yetişkin Türk vatandaşı, erkek veya kadın benimsemeyi istediği dini benimsemekte serbesttir." demesi yetmez, fakat ayrıca İslam cemaatinin kendi gençlerce dinini öğretmesine de izin vermelidir.

Şimdi okullar dini eğitim vermezken ve dini müesseseler ilga edilmişken, İslam cemaati, dini bir cemaat olarak kalmaya devam edecekse, kendi dini öğretim vasıtalarını, moral ve manevi müeyyidelerini oluşturmalıdır. Bundan başka Türkiye Müslümanları arasında ritüelde ve ıbadetin esaslarında değişiklikler olması muhtemeldir. Böylesi değişikliklerin olmasına devlet müdahalesi olmaksızın izin verilmelidir.Üniversite profesörlerinin İslam'da zaman zaman yeni ibadet biçimleri önerme teşebbüsleri -org müziğinin sesli müziğin yerine kullanılması, müminlerin ayakkabılarını çıkarmaksızın camiye girişlerine izin verilmesi, inananlar oturarak dua edebilsinler diye sıra konması ve namazda bir takım karmaşık beden hare- ketlerinin kaldırılması gibi- derin bir memnuniyetsizlikle karşılaşmıştır.''(Halide Edip Adıvar)

Türkiye laikliğinin özgün tarafının dinin denetimi, devlet kontrolünde olması, din ve devlet ayrılığının sağlanamaması olduğu konusunda uzlaşı söz konusuyken, devletin neden dini kendi küresinde rahat bırakmadığına yönelik bir anlaşma mevcut değildir. Dinin denetim altına alınması İslam'ın, Hıristiyanlık gibi bir din olmadığı, kendi küresinde bırakılırsa siyasal iktidarı almak isteyeceği gibi bir anlayışla meşrulaştırılmaya çalışılmaktadır, örneğin, Ernest Gelhner, "İslam ve laisizm arasındaki uyuşmazlık geçici bir oldu değil, aksine İslamın temel niteliğidir" der.47

İslam ve laisizm arasında dokusal bir uyumsuzluk olduğunu söyleyenler, İslam'ın doğası gereği devlet işlerini düzenlemeye çalışan bir din olduğunu vurgularlar. Peker'e göre, ‘Din güya kendi köşesinde,huşuğ içinde kendi işlerini tanzim eder görünmekle beraber, hergünku faal tesir ve teşebbüsünü içinde bulunduğu devrin en büyük siyasal çalışmalarında göstermiştir''48

Dinin devrin en karanlık siyasal çalkantılarının içinde yer alması açıklaması Kemalizm'in dinin denetim altında tutulmasını meşrulaştırmak için yeterli görülmüştür. Ancak milli bir din inşasında da görüleceği gibi, dinin denetim altında tutulması paradoksal olarak dinin siyasallaşmasına sebebiyet vermiştir.

Dinin başkalarınca siyasi amaçlar için kullanılmasına engel olacak yerde, Kemalisiler dini kendi siyasi amaçlan için araç olarak kullanmışlardır. Laikliğin sağlanması için İslam dininin reforme edilmesi söz konusudur. Atay'a göre ''Mustafa Kemal büyük bir din reformcusuydu.'' 49 Devletin, dini reforme etme girişimleri, dinin içeriğine müdahale istemleri anlaşılmaksızın, Türkiye'de din eksenli siyaset yapan siyasi partilerin varlıkları doğru anlaşılamaz. Dini siyasetten uzak tutmak adına yapılan kontrol ve denetim girişimleri diyalektik karşıtını yaratmıştır.

Haddizatında İslama siyasal partiler laikliğe değil, Türkiye laikliğine yönelik bir muhalefet hattı izlemektedirler. Zira Türkiye laikliği din-devlet ayrılığı ve vicdan hürriyeti üzerine değil, dinin devlet tarafından denetimi üzerine kuruludur. Kontrol ve denetimi İslam dininin doğası gereği politik bir din olmasıyla açıklamaya çalışanların (kontrolü İslam'ın politik doğasıyla açıklamaya çalışanlar, kontrol ve denetimi zorunlu olarak meşrulaştırırlar) ihmal ettikleri nokta; İslam devlet işlerini düzenlemekten vazgeçse dahi, bunun Kemalistler için dini kendi küresinde bırakması için yeterli olup olmadığının meçhul olmasıdır. Çünkü cumhuriyetçi elitin nihai hedefinin din ve devlet işlerinin birbirinden ayrılması ve din ve vicdan hürriyetinin sağlanması anlamında laiklik mi, yoksa dinin toplum ve dünya işleri üzerinde etkisini yitirmesi anlamında sekülerizm mi olduğu muğlâktır. Erken cumhuriyet dönemi boyunca özellikle CHP programları incelendiğinde, laiklikten sadece din ve devlet işlerinin ayrılması değil, dinin dünya işleri üzerindeki etkinliğinin azaltılması ve zamanla yok edilmesi anlaşıldığı görülecektir.

CHP'nin 1931 ve 1935 parti programlarında laiklik şöyle tanımlanmıştır; “ Parti, bütün kanunların, tüzüklerin ve usullerin yapılışında ve toplanışında en son ilim ve teknik esasları ile asrın ihtiyaçlarına uygulamasını prensip olarak kabul etmiştir. Din bir vicdan işi olduğundan, Parti, dini, dünya ve devlet işleri ile siyasadan ayrı tutmayı, ulusumuzun çağdaş medeniyet yolunda ilerlemesi için başlıca şartlardan sayar.''50

Birinci kısımda sayılan kanunların, tüzüklerin ilim ve fennin ışığında yapılacağı söylemi pozitivist bilimselcilik anlamı taşır, Pozitivist düşünce,dünya toplumların selametini, dinsel metafizik düşüncenin yerini bilimsel/akılsal düşüncenin almasında görmüş, dini kurum ve düşüncenin belirlediği toplumsal hali, toplumların tarihinde bir tür çocukluk devresi olarak algılamıştır. Toplumların refaha ulaşması olgunlaşmalarına bağlıydı, olgunlaşmanın koşulu ise dinsel düşüncenin yerini bilimsel-akıla düşünceye ve buna paralel olarak, dinsel kurumların yerini seküler kurumlara bırakmasıydı.' 51İkincisi ise parti sadece din ve devlet işlerini birbirinden ayırmakla kalmamış, dini dünya ve siyasal işlerden de ayrı tutmayı hedeflemiştir. Dini dünya işlerinden ayırmak laikliğin değil, sekülerliğin işaretidir.

Dinin dünya işleri üzerindeki etkinliği kaldırılmış, din vicdanlara havale edilmiş; ancak vicdanlara havale edilen din, vicdanlarda da rahat bırakılmamıştır. Yıldız'ın yerinde tespitiyle, Kemalist ameliye, dinin hem siyasi hem de kamusal görünürlüğünü "sıfırlayarak", onu "vicdanlar" ve "mabetlere" sıkıştırmış ve bu "sıkıştırılmış" dini de yine kendisi şekillendirmeye çalışmıştır. Vicdanlara hapsedilen dini şekillendirmeye çalışması, Kemalizm'in genelde dinin, özel de ise İslam'ın karanlık çağın sebebi olduğuna yönelik algıdan kaynaklanmıştır. Kemalist aydınlardan birisi olan ve tek parti dönemi Edirne milletvekili Şeref Aykut şöyle yakınmıştır; “(Ak günleri yaşarken kara günleri unutma!)

Türk milletinin bu kara günü biraz çok sürmüş, uzunca ve korkulu bir rüya, biraz ürperten bir düştür.

Bu uzun rüya aşağı yukarı 1337 yıl sürmüştür.İşte İslam dinine girinceye kadar öteki dinlerden geçerek hep egemen, hâkim yaşamıştır. Öteki dinlerde Şaman, Budist, Zerdüşt, Musevi ve İşlevi gibi dinlere girmiştir. Ancak bu dinlere asla kökünden bağlanamamıştır. Orjinınden, aslından uzaklaştırmamıştır. İslam olduktan sonradır ki bütün fikir ve iş alanındakı savaşları. uğraşları yalnız (din) adına olmuştur.” 52Aşağı yukarı 1337 yıl süren karanlık devrin başlangıcı, aşağı yukarı İslam dininin çıkış tarihine tekabül eder. İslam dininin karanlık devrin başlamasının merkezine oturtulmasının sebebi Türklerin, Türk kimliklerini yitirmeleridir.

Vicdanlara hapsedilen dinin de akıt ilim, fen ve millilikle uyum içerisinde olması gerekir. Akıl, ilim, fen ve milli kimlikle ilgili dinin yaratılması tek parti dönemi boyunca üzerinde çok durulan konulardan birisidir. İnan'a bakılırsa,

"Türkiye Cumhuriyeti dâhilinde bilumum tekkeler ve zaviyeler ve türbeler kanunla kapatılmıştır. Tarikatlar lağvolunmuştur, Şeyhlik, dervişlik, çelebilik, halifelik, falcılık, türbedarlık v.s. memnudur. Çünkü bunlar irtica membaları ve cehalet damgalarıdır. Türk milleti böyle müesseseleri müsaade edemezdi ve etmedi."53

Dinin ne olduğuna, bir dindarın nasıl olması gerektiğine o dine mensup olanlar değil, okullar ve Diyanet İşleri Başkanlığı vasıtasıyla cumhuriyetin kurucusu elit karar verecektir. Makul ve kabul edilebilir dinin ne olduğunu tayin, Atatürk'ün söylev ve demeçlerinin merkezi temalarındandır.

"Bir dinin tabii olması için akla, fenne, ilme ve mantığa tetabuk etmesi lazımdır.. Her feri dini, diyanetini, imanını öğrenmek için bir yere muhtaçtır. Orası da mekteptir.''54

Kemalizm'in İslam yorumunda, İslam'da aracı bir sınıfın olmadığı söylemi merkezi yer tutar.

''İslam hayat-ı içtimaiyesinde hiç kimsenin bir sınıfı mahsus halinde muhafaza-i mevcudiyete hakkı yoktur. Kendilerinde böyle bir hak görenler ahkam-ı diniyeye muvafık harekette bulunmuş olmazlar; Bizde ruhbanlık yoktur, hepimiz müsaviyiz ve dinimizin ahkamını mütesaviyen öğrenmeye mecburuz.''55

Atatürk'ün dinde ruhban sınıfı olmadığına yönelik belagatı, kaldırılmış olan halifeliğin, zaten dinde yeri olmadığı, dolayısıyla, halifeliğin kaldırılmasıyla İslam hakkındaki vahim bir yanlış anlaşılmanın ortadan kaldırıldığı şeklinde yorumlanma isteminin dışavurumudur. İslam'da ruhani sınıfların olmadığına yönelik belagattan da anlaşılacağı gibi Müslüman halkın dinini nereden öğreneceği sorusunu gündeme getirmiştir. Atatürk'e göre; 'Milletimizin, memleketimizin darül irfanları bir olmalıdır. Bütün memleket evladı kadın ve erkek aynı surette ovadan çıkmalıdır. Fakat nasıl ki her hususta âli meslek ve ihtisas sahipleri yetiştirmek lazım ise, dinimizin hakikat-ı felsefiyesini tetkik, tetebbu ve telkin kudret-i ilmiye ve fenniyesine tehasüp edecek güzide ve hakiki ulemayı kiram dahi yetiştirecek müessesatı aliyeye malik olmalıyız'56

...

46 Halide Edip Adıvar, “Türkiye’de Diktatörlük ve Reformlar” Çev. Mehmet Özden, Türkiye Günlüğü, 37 (Kasım‐Aralık, 1995), s. 123.

44 Ahmet İnsel, Türkiye Toplumunun Bunalımı (İstanbul: Birikim, 1990), s. 106.
45 Bülent Tanör, “Laikleş(tir)me, Kemalistler ve Din”, 75 Yılda Düşünceler, Tartışmalar, Der. Mete Tunçay (İstanbul: Tarih Vakfı Yayınları, 1999), s. 183.

46 Halide Edip Adıvar, “Türkiye’de Diktatörlük ve Reformlar” Çev. Mehmet Özden, Türkiye Günlüğü, 37 (Kasım‐Aralık, 1995), s. 123.
47 M. Rıza Şalguni, İslam ve Modernizm (Sorun Yayınları, Mart, 2005). s. 112.

48 Recep Peker, İnkılab Dersleri (Ankara: Ulus Basımevi, 1935), s. 75.
49 Atay, Çankaya, s. 502.
50 CHP, 1935 CHP Programı, (Ankara: Ulus Basımevi, 1935).

51 Nuray Mert, “ Cumhuriyet Türkiye’sinde Laiklik ve Karşı Laikliğin Düşünsel Boyutu”, Modern Türkiye’de Siyasi Düşünce, Kemalizm, Cilt:2, Der. Ahmet İnsel(İstanbul: İletişim, 2006), s. 199.
52 Şeref Aykut, Kamalizm, (C.H. Partisi Programının İzahı), (İstanbul: Muallim Ahmet Halit Kitap Evi, 1936), s. 36.
53 Afet İnan, Vatandaş İçin Medeni Bilgiler ve Atatürk’ün El Yazmaları (Ankara: Türk Tarih Ku‐
rumu, 1998), s. 56.

Muhafazakar Düşünce Dergisi - Cumhuriyet Modernleşmesi,Adem Çaylak
Devamını Oku »

Resmi Tarihin Oluşumu

Tanıl Bora resmi tarihin oluşumunu iki evreye ayırır;’’Doruğunu Türk Tarih Kongresi(1932) oluşturduğu (romantik) denilebilcek evre ile,2-Türk Tarih Kongresinden(1937) başlatabilceğimiz,1950’lere kadar uzanan ikinci evre.İlk evrede kadın kadın,Türk Tarihinin idealleştirilmesi ve etnisist bir tarihçilik hakim.İkinci evrede ise tarihsel  mitos üretiminde bir durulma söz konusu;mamafih devlet mitosu tahkim ediliyor ve ilk evrede üzerinden atlanan Osmanlı tariihi daha fazla içeriliyor.’’

Ortak bir tarih/dil geçmişine dayanmak,daha doğrusu böyle bir geçmiş inşa etmek:Türk ırkının yenilmez gücüne atıf yapmak içindir.Tarihin hiçbir döneminde devletsiz kalınmadığı hatırlatılarak bu güç pekiştirilir.

Irkçılığa varan vurgularla bir dönem başlamış  olan geri kalmışlığımızın sebepleri tartışması da, zımnen Müslümanlığa bağlanılarak çözümlemeye çalışılır. Çünkü modernlik/modernleşme siyaseti aynı zamanda geri/gecikmiş olmayı  da zımnen onaylamak anlamına gelir. Çağdaşlaşma/batılılaşma geri kalmışlığımızı aşmanın tek ve geçerli yoludur. Eskiye ait her ne varsa reddedilmelidir. Gerçek tarih, gerekse dil tezleriyle yapılmak istenen, bu kopuşu sağlamak, geride kalana bir daha bakmamak üzere yüzünü yeni değerlere çevirmektir. Tarih ve dil tez­leri, uzak geçmişin mirasını keşfe çıkan bir romantizmden değil, mevcut mirası topyekün ilga ödevini yerine getirmek anlamına gelen bu kopuşun yarattığı derin boşluğu alelacele doldurmak arayışından doğmuş olsa gerektir. Bir dönem Akdeniz ve Ege uygarlıklarının öne çıkarılması, Yunanca ve Latincenin okullara ders olarak konulması,sözünü ettiğimiz arayışların bir sonucudur. “Osmanlıca belli bir dönem kültür dili ol­masına karşın yok sayılırken, Latince’nin temel eğitim kurumlarına yerleştirilmesi ya­şanan çelişkinin boyutlarını büyütmüştür. Böylece, tarihsel ve ortak bilinci yok sayılan, yadsınan bir ‘halkın önüne, kendisine ait kalıcı ve değerli hiçbir şeyin olmadığı, tüm olumlu ve nitelikli kavramlar ve olguların Batı’da bulunduğu tezi çıkarılmıştır.” Yurttaşlık bilincine ulaştırılacak olan halka götürülecek ‘millî değerler’e de böylece ulaşıl­mış ve ‘resmiyet’ kazandırılmış olmaktadır. Köy Enstitüleri, Halk Evleri gibi projeler, öncü aydınların mezkûr değerleri halka taşıma faaliyetlerinin en önemli yanını teşkil etmekteydi, Ayrıca çağdaşlaşmanın/asriliğin özelliklerinden sayılan “opera, bale, tiyat­ro, heykel, senfoni orkestrası, arya, balo, çoksesli müzik gibi birçok projenin hazırlan­ması ve toplumsal karşılıkların oluşturulması için aydınlar seferber oldular. Burada ’musiki inkılabı yapmakla vazifeli’ Musiki Kongresi sonrasında Paul Hindemith’in, 1936-37 yıllarında Türkiye'ye çağrıldığını ve P. Hindemith’in ‘Türk Musiki Haya­tini Kurmak için Teklifler’ini anımsayalım. Ayrıca, kurulmaya çalışılan devlet anlayışına uygun bir millet inşası için de tek dil, tek tarih, tek ırk, tek kültür; geleneksel bay­ramlar yerine millî bayramlar, geleneksel saat ve takvim yerine, ‘evrensel’ saat ve tak­vim gibi ortak paydalar oluşturulmaya çalışıldı.”

Millî devlet, millî vatan, millî tarih, millî dil, millî kültür, hatta millî millet... gi­bi nerdeyse her olgunun ancak millî ön-ekiyle kavramsallaştırılabildiği, ‘millî değer­ler’ ortak paydası, bize milliyetçiliğin armağan ettiği bir inşâdan ibarettir. 1. Dünya savaşıyla birlikte çöken İmparatorluktan sonraki yeni hükümet etine biçiminde, mil­lî değerler nerdeyse yeni siyaset anlayışının tüm yükünü sırtlanmış oldu. Artık her şey bu değerlerin dolayımıyla inşâ edilecekti.

Bir dönem dinî argümanlara yaslanarak kendini kutsallaştıran siyaset ve hükümet etme biçimi; geleneksel, tarihsel olana sırt dönülmesiyle birlikte kendini millîlikle kutsallaştırmaya çalıştı. Elbette bu bir zorunluluğun sonucuydu; milliyetçiliğin laik bir ideoloji olduğu ve bu nedenle dinle araçsal bir ilişki kurduğu düşünülürse; ilham verdiği siyaset ve hükümet etme biçimi de laik ve seküler olacaktı. “Milliyetçiliğin dine, dinin kendi doktrininde öngörülen düzeyde merkezi değil, milli ya da ulusal si­yasetin ihtiyaçları ölçüsünde ikincil bir önem atfettiği ve hatta yer yer ‘din karşıtı’ milliyetçilik biçimlerinde görüldüğü üzere, modern bir toplum inşa etmenin önşartı olarak, dinin sadece siyasal değil, gündelik yaşamda ve sosyal ilişkilerdeki etkileri­nin de bütünüyle bertaraf edilmesi gerektiği yönelimlerine de cevaz verebildiği gö­rülmüştür”. Ayrıca kutsal karşısında kendiliğinden mutîleşip râm olan geleneksel halk tepkisinin sürdürülebilir olması; geleneksel kutsallıkların yerine yeni, modern kutsallıkların ikamesini de, bir anlamda zorunlu kılıyordu.

Gerek Güneş Dil Teorisiyle, gerekse Türk Tarih Teziyle ortaya konan anlayış, Türk’ü, Türklüğü mitoslaştırırken; Türklerin ortaya koyduğu kurumları ve eserleri de kutsallaştırıyordu. Kut kelimesinin sözlük anlamı bile bize, andığımız kutsallaştırma­yı bizatihi göstermektedir; “. Devlet idaresinde güç, yaratıcılık ve yetki bakımından sahip olunan üstün güç. 2. Mutluluk. 3. mit. İlahi bir kaynaktan gelen rahmet, bere­ket,'’ olarak TDK Sözlüğünde anlamlandırılan kelime; devlet idaresindeki gücün üzerine, İlahî bir kaynaktan gelen rahmet ve bereketin hâlesini düşürüyor; böylece söz konusu gücü kullananlara da örtülü bir aşkınlık ve kutsallık bahşedilmiş oluyor­du. Yüzlerce yıllık Osmanlı devlet kozmolojisinin oluşturduğu “kutsayıcı” geleneğin de, bu yolla zengin bir psişik altyapı olarak işlevselleştirilmesi, “devlette devamlılık” hissini ödünlemek için eşsiz bir fırsat sağlamaktaydı. Yapılması gereken, dinî simge­ler yerine Türklerin ‘binlerce yıllık’ simgelerini ikame etmek; Zillullah olan halife yerine, hakan’ın ‘kut’lu halesini ‘milli devlet’in kozmik çatısına kondurmaktı. Türk- İslâm sentezi olarak da adlandırılan, simgeler arasındaki uyumun ve geçişliliğin sağ­landığı bu kaygan zemin, devlet mekanizmasının tıkandığı her durumu aşmak için kullanılan güvenli bir supap vazifesi görmüştür. Zira arkaik;  mitolojisindeki ‘kut’lu devlet’ tasavvuru ile İmparatorluk geleneğindeki ‘kutsî devlet’ tasavvuru, ‘kut’un sağladığı mistifikasyon sayesinde rahatlıkla kaynaşabiliyordu.

Egemenliğin tanrısallıkla ilişkilendirilmesiyle birlikte ‘Türk Devleti’nde tecessüm eden kutluluk; devletin yayıldığı her alanı da devletlû kılıyordu. “Ama bir za­manlar ‘milli mukaddesat’ olarak anılırken bir ölçüde İslami renkleri çağrıştırdığı halde, esasen laik bir ideoloji olarak milliyetçiliğin sembolik düzeyde ihtiyaç duydu­ğu ‘morale’ muhtevayı anlatan ve giderek milli değil ulusal bir renge bürünen ‘kut­sal değerlerdin (mili maneviyat), bu uyumlu ikiliyle imtizaç edip edemediği hala kuş­kuludur. Aslında burada kuşkuya yol açan şey, ‘ecdadımızdan miras kalan mukeddasat’ın ‘Türk milletinin değerleri’ ile bu ikisinin ‘ulusumuzun kutsal değerleri’ ile ay­nı şey olup olmadığıdır”.

Hece Dergisi, Postmodernizm Özel Sayısı
Devamını Oku »