Kemalist Ulus İnşa Süreci

Kemalist Ulus İnşa SüreciKemalist ulus inşa sürecinde, Osmanlı imparatorluk masla­hatlarına göre teşekkül etmiş Islâmcılık ve Türkçülük tarihin çöp sepetine atılırken, yerlerine, yeni ferdî ve kolektif kimliğin belirleyicileri olarak milliyetçilik ve medeniyetçilik esasları ika­me edilmiştir. Safa’nın da tespit ettiği gibi, tüm Kemalist re­formlar bu iki önermeden doğmuştur. Millî hakimiyetin tesisi ve Büyük Millet Meclisi’nin kuruluşu, saltanat ve hilafetin ilga­sı, millî iktisat siyaseti, Türk tarihinin Orta Asya kökenine uza­tılması ve Osmanlı-İslâm geçmişinin dışlanması, Güneş-Dil Te­orisi, Soyadı Kanunu, ezanın Türkçeleştirilmesi vb. adımların tümü, Kemalist ulusçuluk ilkesinden kaynaklanmıştır.

Medeniyetçilik şiarından türeyen Kemalist reformlar ise la­ikleştirmeye ilişkindi: Şeyhülislâmlığın kaldırılması, dinî mah­kemelerin ve medreselerin kapatılması, tekke ve zaviyelerin kapatılması, okullardan din derslerinin kaldırılması, dinî mev­zuatın yerine batılı kanunların ikamesi, çok evliliğin kaldırıl­ması, şapkanın millî başlık olarak kabulü, alaturka müziğin öğretilmesi ve çalınmasının yasaklanması, opera, bale, çok ses­li müzik, Batı tipi resim ve Mustafa Kemalin heykellerinin di­kilmesinin teşviki, Hıristiyan takviminin kabulü ve Batı giyi­minin ve adabı muaşeretinin resmileştirilmesi. Medeniyetçiliği Batıcılıkla, medeniyeti Batıyla özdeşleştiren Kemalist çağdaş­laşma projesi, İslâm’dan ve İslâmîleşmiş kültürden arındırıl­mış yeni ulusal Türk insanını, yeni Türk ulusçuluğu vasıtasıy­la Batı/Hıristiyan enternasyonali içine yerleştirmiştir.

Kemalist çağdaşlaşma projesinin ana amacı, evrensel geliş­me modeli olarak algılanan Batı gelişme modelinin monolitik kavranışı ekseninde “muasır medeniyet seviyesine ulaşmak” olarak ifade edilmiştir. Kemalist ulusçular için tek bir gelişme modeli vardı; çünkü gelişme potansiyeline sahip olan tek bir toplumsal-siyasi sistem bulunmaktaydı. Bu gelişme modelinin adı "Batılılaşmaktı". “Batı,” Kemalist çizgi için, her türlü çeliş­kiden arınmış, “moral” problemleri çözmüş, “insanlık durumu”nun mümkün olan en iyi formu, “tarihin sonu”ydu. Ke­malist çağdaşlaşma projesi, klasik oryantalizmin self-kolonizasyona dayalı bir adaptasyonudur.

Aydınlanma felsefesinin Avrupa merkezli karakteri, “iyi” Batı, “kötü" Doğu ikiliğini siyasî düzeye taşıyarak sömürgeciliğe bir meşruiyet temeli sağlamıştı. Kemalistler de bu meşruiyet zemi­nine yaslanarak, “beyaz adam”ın yükünü omuzlamış ve Cum­huriyetle birlikte nesnesini “halk”, öznesini “Kemalist aydınlan­mışların oluşturduğu bir self-kolonizasyonla, yeni baştan bir toplum “yaratma” ameliyesine girişmişlerdir. Doğu toplumlarını, değişimi kendi iç dinamikleriyle üretmesi imkânsız, bu yüz­den daha “iyiye,” dolayısıyla “ilerlemeye” kapalı, statik ve irras­yonel olarak tasvir eden bu yaklaşım, Osmanlı özelinde, bu du­rumdan İslâm’ı sorumlu tutuyordu. Bu yüzden, resmî din ola­rak Hıristiyanlığın kabulü bile “Kemalist ulusçu seçkinlerin” çözüm portföyünde yer almaktaydı. Batı, bu “zayıf tarihsellik” durumunu,giderebilecek tek değişim aktörü olarak kendisini görürken, Kemalist uygulamada, doğrudan “Batı”nın yerini, Ke­malist yönetici sınıfın temsil ettiği “vekaleten” Batı almıştır.

Gelişmeye engel İslâm anlayışı, Kemalist geleneğin laik “ref­lekslerine” paralellik arz etmiştir. “Kendi cemaati içinde kültür olarak îslâmın ‘baskıcı’ kayıtlarından kişiyi azade kılarak” ye­ni bir “ulusal insan” oluşturmayı hedefleyen Kemalist laiklik, dinin, hem siyasî hem de sosyal görünürlüğünü “sıfırlayarak,” onu “vicdanlar” ve “mabetlere” sıkıştırmış; sıkıştırmanın nes­nesi konumundaki dini de yine kendisi şekillendirmeye çalış­mıştır. Dinin bu total “özelleştirilmesi”, Kemalist Türkiye’ye pozitivist bir anıtkabir görüntüsü vermiştir.

Dinin sosyo-politikalarından kovulmasıyla doğan boşluk, din alarak algılanan “milliyet duygusu” ile doldurulmaya çalışıl­ma dinî-hanedanî siyasî-kültürel sistemin yerini cumhurî-laik sistem almıştır. Buradaki “cumhurilik” reel değil, sembolik bir mahiyet taşımış, görünür meşruiyete zemin sağlamıştır.

Hiç şüphesiz, Kemalist seçkinlerin kökendeki meşruiyetlerini Millî Mücadeledeki konumları sağlamıştır. Mustafa Kemal Pa­şa ve “kadrosu”, Millî Mücadelede cumhurî-laik duruşun tam tersi olan “sultanî-dinî” bir duruşu, taktik gereklerle benimse­miş, iktidar zeminini sağlamlaştırdıkça da, stratejik yönelimin açılımlarını kuvveden fiile çıkarmışlardır.

Millî Mücadele sonucunda siyasî bağımsızlığın sağlanmasını, sosyopolitik, kültürel ve ekonomik “ıslahat” tedbirleri izlemiş, zedelenen kolektif onuru iade edebilmek için yeni, kendine has bir “ulusal kimlik” inşasına girişilmiştir. Millî Mücadele ve cumhuriyetin ilam (siyasî bağımsızlık), ulus devlet ve laikleşti­rici reformlar (çağdaşlaşma/Batılılaşma) ve yeni etno-seküler ulusal Türk adamı (yeni ulusal kolektif kimlik), Kemalist ulus inşa sürecine damgasını vurmuştur. Türk ırkının kök ırk ilan edilmesi, böylece bütün dillere ve medeniyetlere Tûrklerin ebe­lik ettiğinin kabulü ile Türkiye’nin Batılılaşma çabalarının “öze dönüş” olarak nitelenmesi, Kemalist yönetici sınıfın muhtemel kimlik buhranını gidermeye dönük adımları oluşturmuştur.

Dinî bir toplumun ulusal bir topluma dönüştürülmesi, üm­met tahayyülünün yerini ulus tahayyülünün alması, sadakat merciinin din ve ümmetten, ulusçuluk ve ulusa yönelmesi, Ke­malist toplum projesinin temelidir. Bu projede halk, çatışmasız, uyumlu bir kitle olarak tanımlanmış, dolayısıyla “apolitik* bir kavrama dönüştürülmüştür. Toplumsal farklılıklar, ulusal ce­maatin bütünlüğüne bir tehdit olarak algılandığı için, “dirlik ve birlik” işinde engel olarak görülmüş ve reddedilmiştir. Onuncu yılını kutladığında “sınıfsız, imtiyazsız kaynaşmış bir kitle” oluşturmakla övünen tek parti Kemalizminin dinî ve etnik farklılıkların, devlerin “teşhis ve tanıma” ihtiyacı dışında, varlı­ğını kabul etmesi söz konusu olmamıştır. Bu yüzden Köker, haklı olarak, Kemalizmin eylemde olmasa bile söylem seviyesinde toplumu tepeden tırnağa dönüştürme tasavvuruna sahip olduğu Kin, totaliter bir mahiyet arz ettiğini belirtir.

Millî siyaseti benimseyerek, ilgilerini kendi mülkî sınırlarıyla sınırlayan Kemalist ulusçuluk, devleti kurtarma işinde Os­manlıcılık. İslamcılık ve pan-Tûrkçûlükten oluşan üç tarz-ı si­yaseti reddetmiştir. Türkiye Türklüğü, Kemalist ulusçuluk tahavvülünün sınırlarını çizmiştir. Böylece Kemalist ulusçuluk, dış politikada, kendi ayaklan üzerinde durmaya çalışan, yayıl­macılık karşıtı, içe dönük, hatta büzülmeci, ilgileri Misak-ı Millî sınırlarını bile tamamiyle kuşatmayan bir çizgi sunmuş­tur. Siyasi pan-Türkçü hareketler desteklenmediği gibi, bunla­rın Türkiye içindeki faaliyetleri de hukukî koğuşturmalara ko­nu yapılmış, dış Türkler, “uzak kuzenler” olarak yalnızca kül­türel bir ilginin konusu olmuştur.

Tüm ulusçuluklar gibi, Kemalist ulusçuluk da hem siyasî hem de etnik bileşenler içermiştir. Millî seciye teorisini veri olarak alan, bilimsel ırkçılığın sosyopolitik yansımalarından olan öjenik eğilimleri resmileştiren, ırkî süreklilik teziyle Ana­dolu halklarının dünü ve bugününü Türkleştiren, vatandaşlık­la milliyeti önce birbirinden ayırıp, sonra vatandaşlık hakları­nın fiili kullanımını milliyet bağına irca eden, özümseme ve medenileştirme politikalarına etnisizmi ikiz kılan, Türk ulusu kavramını Türk etnikligi ekseninde tanımlayan Kemalist ulus­çuluk, böylece siyasî-hukukî (seküler) boyutuyla etnik boyutu arasında sürekli bir gerilim ham oluşturmuştur.

Son tahlilde, Kemalist ulusçuluğun etnik boyutu, seküler (siyasî-hukukî) boyutu karşısında araçsal bir işleve sahip ol­muş, bu durum etnisizmden ırkçılığa kayışı engellemiştir. Çünkü, Kemalist ulusçuluk, Batının “büyüleyici” dünyası karşısında hissedilen onulmaz bir aşağılık kompleksinin tah­rik ettiği, misyoner heyecanlarına dayalı bir medeniyetçilik iradesidir. Bu iradenin temelini, dine karşıt laiklik anlayışı

olunurmuş, ulusçuluk bu sürecin gereklerine göre şekillenmişş ve ferdî ve kolektif aidiyet bağı olarak dine alternatif ek­sende konumlanmıştır. Yeni Türk adamının ulusal bilinci, K'emalizminpozitivist bilim akidesine uygun olarak, hem dindışı hem de dine karşı olarak kurgulanmıştır. “Hayattaki her şey için” “müspet ilimleri” kılavuz eden bu kaba bilimci­lik, kolektif bilinç düzeyinde çok yoğun bir duygu ve heye­can açığı meydana getirmiş, bu “açıktan” kaynaklanan “ras­yonel” olanı “nasyonel” hale getirme ihtiyacı, etnik temaların Kemalist ulusçuluğun yapısal bir parçası haline gelmesine yol açmıştır.

Türk ulusal kimliğinin etnik-soya dayalı sınırlarını belirle­me çabasında, Kemalizm, ırkı, kurucu bir unsur olarak kul­lanmıştır. Ancak bu, hiçbir zaman sistematik ırkçılık şekline bürünmemiştir. Gerçekten de, ırkçılığın, resmî bir politikaya dönüşmesi için, yaslanabileceği antropolojik ve felsefî bir gele­neğe ihtiyacı vardır; Türkiye’de ise ırkçı gelenek böyle bir po­litikayı besleyebilecek güce hiçbir zaman ulaşamamıştır. İmpa­ratorluğun “ırkçı” bir manevra alanına sahip olmayışı da bun­da etkili olmuştur. Kaldı ki, totaliter bir ideoloji olarak ırkçılı­ğın sistematik bir devlet politikasına dönüşmesi, vatandaşları­nın gündelik hayatını dahi kontrol altında tutabilecek ve de­netleyebilecek çok güçlü bir devlet cihazının varlığını gerekli kılar ki, Kemalist devlet bunu istemekle birlikte, uygulayacak güce sahip olmadığı için, mesela, kadın giyimi konusunda ya­sal bir düzenleme yapma cesaretini dahi gösterememiş, İdarî uygulamalardan medet ummuştur.

Kemalist Türk ulusal kimliğinin etnik-soya dayalı veçhesin­de, Türk ulusal cemaati -ironik de olsa Türk ulusu bir cemaat olarak kurgulanmıştır- Türk etnisi bağlamında tanımlanmıştır. Anadolu halklarının Türklüğü tezi, buna “bilimsel” destek sağlamak amacıyla geliştirilmiş, böylece asimilasyon politikalarını mümkün kılacak şekilde ulusal "biz”in tanımı, etnik niteligine rağmen, genişletilmiştir. Millî Mücadele döneminde, bütün Müslüman etnik unsurları, etnik kimliklerini ikrar ede­rek barındıran şemsiye bir kavram olarak kullanılan Türklük, Cumhuriyetten sonra giderek bu anlamını yitirmiş, sonunda söylem düzeyinde ,gayri Türk etnik unsurların varlığını red-deden, gayrimüslim azınlıkları, özellikle de Yahudileri, Lozan Anlaşmasının azınlık haklarının korunmasına ilişkin hüküm­lerine uymasa da, asimilasyon yoluyla Türklük akidesine bağ­lanmaları şartıyla kapsamı içine alan bir niteliğe bürünmüştür. Asimilasyonun kabul görmediği durumlarda ise etnisist politi­kalar devreye sokulmuş, tüm tek parti dönemi, asimilasyon- etnisizm sarkacında vatandaşlık-Türklük gerilimine sahne ol­muştur.

Türk ulusunun Türk etnisi ekseninde tanımlanması, etnik farklılıkları doğrudan ulusal farklılıklara dönüştürdüğü için, etnik farklılıkların telaffuzu bir tabu haline gelmiş, mesela,’’Kürt” kelimesinin telaffuz edilmesi, Türkiye’de ancak 1980’lerin ikinci yarısından itibaren resmî söylemde “spontane meşruiyet-” kazanabilmiştir. Kemalist ulusçuluğun etnik- soya dayalı veçhesi, ulus inşa sürecini, ortak soy ve ırkî sürek­lilik fikrinin belirlediği etnik bir projeye dönüştürmüştür. Ulusal kimliğin bu etno-seküler belirlenişi, kültürel kimliği etnik kimlikle aynileştirmiştir. Anadili Arapça ya da Kürtçe olanların, tanımsal olarak öz Türk kapsamı içinde düşünül­mesi, ortak soy fikrine dayalı etnokültürel özdeşleştirmenin bir işaretidir.

Kemalist Türk ulusal kimliğinin bileşenleri arasında tam bir uyumdan bahsedilemez. Açıktır ki, soya dayalı Türklük tanı­mı siyasî-hukukî nitelik arz eden cumhuriyetçi Türklük tanı­mıyla uyuşmaz. Bu ikisinin de, Millî Mücadele dönemine esas oluşturan dinî tanıma dayalı şemsiye Türklük tanımıyla bağ­daşamayacağı açıktır- Keza, dil, kültür ya da ülkü açısından intisapları şüpbeli olan Türk vatandaşlarının Türk kavramı içinde mütalaa edilmesi mümkün değildir. Bu bakımdan, Kemalist ideolojiye bağlılık Türklüğün önşartları içine girmekte­dir. Soy bakımından Türk olduğu düşünülen birisi, eğer Cum­huriyetçi ülküye sadık değilse Türklüğünü yitirme durumun­da kalacağı gibi, vatandaşlık haklarının askıya alınmasıyla da karşılaşabilir. Bu çıkarımlar çoğaltılabilir.

Belirtilen kısıtlarla Kemalist “biz” kapsamının gayri Türk Müslüman unsurlarla, gayrimüslim azınlıkları içine alacak şe­kilde genişlemesi, medenileşme iradesini esas alan, asimilas­yonu da bunun aracı kılan bir yaklaşımı ortaya koymaktadır. Ancak söz konusu Türkleştirme politikalarına muhatap olan grupların ayak diremesi halinde, devreye etnisist politikalar girmiş, bu durum karşı ulusçuluk bilincinin gelişmesinde önemli bir faktör olmuştur.

Türk ulusal kimliğinin tarihsel evriminde, nihaî olarak orta­ya çıkan Kemalist Türk tanımı şu olmuştur: “Kâmil”, “hakikî” ya da “öz” Türk, Türkçe konuşan, Batılılaştırılmış yekpâre Türk kültürüne bağlı, Cumhuriyetçi ülküyü benimseyen ve Türk soylu olandır. Bu Türklük karinelerinden herhangi birin­de eksiği olanların bunu telafi etmesi, “yarım vatandaşlık”tan, “misafirlik”ten ve “kanun-u esasî Türklüğü”nden kurtulmaları için şarttır. Türkçe’nin sadece resmî değil, aynı zamanda ana­dil olarak kabul edilmesi, yeni rejimin vazettiği cumhuriyetçi ülkünün ve Batılılaştırılmış yekpâre Türk kültürünün benim­senmesi, ırkî anlık ve güçlülüğün kazanılması, önerilen telafi edici araçlardır.

1924 Anayasasının 88. maddesi üzerinde görüşülürken Celal Nuri (İleri) Türklüğün vasıflarını şöyle tanımlamıştı: bugün bizim öz vatandaşımız, Müslüman, Hanefiyyül mezhep, Türkçe konuşur bir zat” tır. Kemalist ulusçuluk bu tanımı kategorik olarak reddetmemiş, ancak “Müslüman, Ha­nefiyyül mezhep” nitelemelerinin içini boşaltarak, “devlet-i ebed müddet” düşüncesinin biçimlendirdiği, ittihat ve Terakki’ninoportünizminebenzer bir ‘’siyasi maslahat alanı’’ oluştumuştur.

 

Ahmet Yıldız-Ne Mutlu Türküm Diyebilene-İletişim Yayınları,

 

Devamını Oku »

Cumhuriyet Modernleşmesinin Din Algısı

A. Kemalist Laikliğin İnşası
Türkiye’de laiklik üzerine çalışanların birçoğu Türkiye laikliğinin özgün ta rafları olduğunu vurgulamıştır. Genel anlamıyla laiklik iki ilke üzerine kuru‐
ludur: Bunlardan birincisi din ve devlet işleri ayrılığı diğeri ise vicdan hürri‐
yetidir. Bu ayrım, dini ve inançları nedeniyle bir kimsenin veya grubun dev‐
letle ilişkilerinde ayrıma maruz kalmayacağını veya bir ayrıcalıktan yararlanamayacağını, kimsenin inanmadığı yönde davranmaya mecbur edilemeyeceğini garanti eder.44 Ancak Türkiye laikliği ne din ve devlet işleri ayrılığınısağlayabilmiş, ne de vicdan hürriyetini tanımıştır. Dinin devlet işleri üzerindeki denetimi kaldırılırken, devletin din üzerindeki denetimi devam etmiştir.Din kendi küresine çekilmeye zorlanmış ama orada da rahat bırakılmamıştır.

Türk laikliğinin bir özelliği din‐devlet ayrılığını iki taraflı karışmazlık olarak
algılanmamasıdır. Burada din ve devlet iki ayrı özerk alan değildir.

Din, devlet işlerine karışmaz, ama devlet din işlerine karışabilir, bunları düzenleyebilir ve denetleyebilir.45 Devletin dini denetim altında tutması Osmanlı devlet geleneğinin önemli bir unsuru olan din ü devlet anlayışın radikal bir devamı niteliğindedir.Türkiye Cumhuriyetinde laikliğin dini kontrol altında tuttuğunu,bu bağlamıyla din ve vicdan hürriyetini sağlayamadığını en net biçimde dile getiren Halide Edip Adıvar, Kemalist laikliği aşağıdaki gibi değerlendirmiştir: 46

Türkler sonunda Sezarınkileri veya devletinkilerini verdiler.Diğer yandan Sezar yada Devlet Tanrıya ait olanları muhafaza ediyor. Diyanet Başkanlığı özgür bırakılmadıkça, şimdi denetim altında olmuş olduğu gibi, başkanlık ofisi tarafından kontrol edilmesine son vermedikçe o daima hükümetin aracı olcaktır.

Bu bakımdan, Türkiye'deki Müslüman cemaati,Hıristiyan patriklerinden daha az imtiyazlı ve daha az bağımsızdır. Bunlar kendi özel planlarını istekleri doğrultusunda doğma ve dinin bütün meseleleri uzerinde karar veren hür müesseselerdir. Buna karşılık islam cemaati, devlet siyasetine bağlanmıştır. Bu durum Türkiye'de İslam'ın manevi gelişimi önünde büyük bir engeldir ve onda dinin siyasî amaçlar için kullanılması tehlikesi vardır. Devlet artık kendini dini kontrolden tamamen kurtarmış olduğuna göre, o da İslamı kendi başına bırakmalıdır. Devletin sadece "her yetişkin Türk vatandaşı, erkek veya kadın benimsemeyi istediği dini benimsemekte serbesttir." demesi yetmez, fakat ayrıca İslam cemaatinin kendi gençlerce dinini öğretmesine de izin vermelidir.

Şimdi okullar dini eğitim vermezken ve dini müesseseler ilga edilmişken, İslam cemaati, dini bir cemaat olarak kalmaya devam edecekse, kendi dini öğretim vasıtalarını, moral ve manevi müeyyidelerini oluşturmalıdır. Bundan başka Türkiye Müslümanları arasında ritüelde ve ıbadetin esaslarında değişiklikler olması muhtemeldir. Böylesi değişikliklerin olmasına devlet müdahalesi olmaksızın izin verilmelidir.Üniversite profesörlerinin İslam'da zaman zaman yeni ibadet biçimleri önerme teşebbüsleri -org müziğinin sesli müziğin yerine kullanılması, müminlerin ayakkabılarını çıkarmaksızın camiye girişlerine izin verilmesi, inananlar oturarak dua edebilsinler diye sıra konması ve namazda bir takım karmaşık beden hare- ketlerinin kaldırılması gibi- derin bir memnuniyetsizlikle karşılaşmıştır.''(Halide Edip Adıvar)

Türkiye laikliğinin özgün tarafının dinin denetimi, devlet kontrolünde olması, din ve devlet ayrılığının sağlanamaması olduğu konusunda uzlaşı söz konusuyken, devletin neden dini kendi küresinde rahat bırakmadığına yönelik bir anlaşma mevcut değildir. Dinin denetim altına alınması İslam'ın, Hıristiyanlık gibi bir din olmadığı, kendi küresinde bırakılırsa siyasal iktidarı almak isteyeceği gibi bir anlayışla meşrulaştırılmaya çalışılmaktadır, örneğin, Ernest Gelhner, "İslam ve laisizm arasındaki uyuşmazlık geçici bir oldu değil, aksine İslamın temel niteliğidir" der.47

İslam ve laisizm arasında dokusal bir uyumsuzluk olduğunu söyleyenler, İslam'ın doğası gereği devlet işlerini düzenlemeye çalışan bir din olduğunu vurgularlar. Peker'e göre, ‘Din güya kendi köşesinde,huşuğ içinde kendi işlerini tanzim eder görünmekle beraber, hergünku faal tesir ve teşebbüsünü içinde bulunduğu devrin en büyük siyasal çalışmalarında göstermiştir''48

Dinin devrin en karanlık siyasal çalkantılarının içinde yer alması açıklaması Kemalizm'in dinin denetim altında tutulmasını meşrulaştırmak için yeterli görülmüştür. Ancak milli bir din inşasında da görüleceği gibi, dinin denetim altında tutulması paradoksal olarak dinin siyasallaşmasına sebebiyet vermiştir.

Dinin başkalarınca siyasi amaçlar için kullanılmasına engel olacak yerde, Kemalisiler dini kendi siyasi amaçlan için araç olarak kullanmışlardır. Laikliğin sağlanması için İslam dininin reforme edilmesi söz konusudur. Atay'a göre ''Mustafa Kemal büyük bir din reformcusuydu.'' 49 Devletin, dini reforme etme girişimleri, dinin içeriğine müdahale istemleri anlaşılmaksızın, Türkiye'de din eksenli siyaset yapan siyasi partilerin varlıkları doğru anlaşılamaz. Dini siyasetten uzak tutmak adına yapılan kontrol ve denetim girişimleri diyalektik karşıtını yaratmıştır.

Haddizatında İslama siyasal partiler laikliğe değil, Türkiye laikliğine yönelik bir muhalefet hattı izlemektedirler. Zira Türkiye laikliği din-devlet ayrılığı ve vicdan hürriyeti üzerine değil, dinin devlet tarafından denetimi üzerine kuruludur. Kontrol ve denetimi İslam dininin doğası gereği politik bir din olmasıyla açıklamaya çalışanların (kontrolü İslam'ın politik doğasıyla açıklamaya çalışanlar, kontrol ve denetimi zorunlu olarak meşrulaştırırlar) ihmal ettikleri nokta; İslam devlet işlerini düzenlemekten vazgeçse dahi, bunun Kemalistler için dini kendi küresinde bırakması için yeterli olup olmadığının meçhul olmasıdır. Çünkü cumhuriyetçi elitin nihai hedefinin din ve devlet işlerinin birbirinden ayrılması ve din ve vicdan hürriyetinin sağlanması anlamında laiklik mi, yoksa dinin toplum ve dünya işleri üzerinde etkisini yitirmesi anlamında sekülerizm mi olduğu muğlâktır. Erken cumhuriyet dönemi boyunca özellikle CHP programları incelendiğinde, laiklikten sadece din ve devlet işlerinin ayrılması değil, dinin dünya işleri üzerindeki etkinliğinin azaltılması ve zamanla yok edilmesi anlaşıldığı görülecektir.

CHP'nin 1931 ve 1935 parti programlarında laiklik şöyle tanımlanmıştır; “ Parti, bütün kanunların, tüzüklerin ve usullerin yapılışında ve toplanışında en son ilim ve teknik esasları ile asrın ihtiyaçlarına uygulamasını prensip olarak kabul etmiştir. Din bir vicdan işi olduğundan, Parti, dini, dünya ve devlet işleri ile siyasadan ayrı tutmayı, ulusumuzun çağdaş medeniyet yolunda ilerlemesi için başlıca şartlardan sayar.''50

Birinci kısımda sayılan kanunların, tüzüklerin ilim ve fennin ışığında yapılacağı söylemi pozitivist bilimselcilik anlamı taşır, Pozitivist düşünce,dünya toplumların selametini, dinsel metafizik düşüncenin yerini bilimsel/akılsal düşüncenin almasında görmüş, dini kurum ve düşüncenin belirlediği toplumsal hali, toplumların tarihinde bir tür çocukluk devresi olarak algılamıştır. Toplumların refaha ulaşması olgunlaşmalarına bağlıydı, olgunlaşmanın koşulu ise dinsel düşüncenin yerini bilimsel-akıla düşünceye ve buna paralel olarak, dinsel kurumların yerini seküler kurumlara bırakmasıydı.' 51İkincisi ise parti sadece din ve devlet işlerini birbirinden ayırmakla kalmamış, dini dünya ve siyasal işlerden de ayrı tutmayı hedeflemiştir. Dini dünya işlerinden ayırmak laikliğin değil, sekülerliğin işaretidir.

Dinin dünya işleri üzerindeki etkinliği kaldırılmış, din vicdanlara havale edilmiş; ancak vicdanlara havale edilen din, vicdanlarda da rahat bırakılmamıştır. Yıldız'ın yerinde tespitiyle, Kemalist ameliye, dinin hem siyasi hem de kamusal görünürlüğünü "sıfırlayarak", onu "vicdanlar" ve "mabetlere" sıkıştırmış ve bu "sıkıştırılmış" dini de yine kendisi şekillendirmeye çalışmıştır. Vicdanlara hapsedilen dini şekillendirmeye çalışması, Kemalizm'in genelde dinin, özel de ise İslam'ın karanlık çağın sebebi olduğuna yönelik algıdan kaynaklanmıştır. Kemalist aydınlardan birisi olan ve tek parti dönemi Edirne milletvekili Şeref Aykut şöyle yakınmıştır; “(Ak günleri yaşarken kara günleri unutma!)

Türk milletinin bu kara günü biraz çok sürmüş, uzunca ve korkulu bir rüya, biraz ürperten bir düştür.

Bu uzun rüya aşağı yukarı 1337 yıl sürmüştür.İşte İslam dinine girinceye kadar öteki dinlerden geçerek hep egemen, hâkim yaşamıştır. Öteki dinlerde Şaman, Budist, Zerdüşt, Musevi ve İşlevi gibi dinlere girmiştir. Ancak bu dinlere asla kökünden bağlanamamıştır. Orjinınden, aslından uzaklaştırmamıştır. İslam olduktan sonradır ki bütün fikir ve iş alanındakı savaşları. uğraşları yalnız (din) adına olmuştur.” 52Aşağı yukarı 1337 yıl süren karanlık devrin başlangıcı, aşağı yukarı İslam dininin çıkış tarihine tekabül eder. İslam dininin karanlık devrin başlamasının merkezine oturtulmasının sebebi Türklerin, Türk kimliklerini yitirmeleridir.

Vicdanlara hapsedilen dinin de akıt ilim, fen ve millilikle uyum içerisinde olması gerekir. Akıl, ilim, fen ve milli kimlikle ilgili dinin yaratılması tek parti dönemi boyunca üzerinde çok durulan konulardan birisidir. İnan'a bakılırsa,

"Türkiye Cumhuriyeti dâhilinde bilumum tekkeler ve zaviyeler ve türbeler kanunla kapatılmıştır. Tarikatlar lağvolunmuştur, Şeyhlik, dervişlik, çelebilik, halifelik, falcılık, türbedarlık v.s. memnudur. Çünkü bunlar irtica membaları ve cehalet damgalarıdır. Türk milleti böyle müesseseleri müsaade edemezdi ve etmedi."53

Dinin ne olduğuna, bir dindarın nasıl olması gerektiğine o dine mensup olanlar değil, okullar ve Diyanet İşleri Başkanlığı vasıtasıyla cumhuriyetin kurucusu elit karar verecektir. Makul ve kabul edilebilir dinin ne olduğunu tayin, Atatürk'ün söylev ve demeçlerinin merkezi temalarındandır.

"Bir dinin tabii olması için akla, fenne, ilme ve mantığa tetabuk etmesi lazımdır.. Her feri dini, diyanetini, imanını öğrenmek için bir yere muhtaçtır. Orası da mekteptir.''54

Kemalizm'in İslam yorumunda, İslam'da aracı bir sınıfın olmadığı söylemi merkezi yer tutar.

''İslam hayat-ı içtimaiyesinde hiç kimsenin bir sınıfı mahsus halinde muhafaza-i mevcudiyete hakkı yoktur. Kendilerinde böyle bir hak görenler ahkam-ı diniyeye muvafık harekette bulunmuş olmazlar; Bizde ruhbanlık yoktur, hepimiz müsaviyiz ve dinimizin ahkamını mütesaviyen öğrenmeye mecburuz.''55

Atatürk'ün dinde ruhban sınıfı olmadığına yönelik belagatı, kaldırılmış olan halifeliğin, zaten dinde yeri olmadığı, dolayısıyla, halifeliğin kaldırılmasıyla İslam hakkındaki vahim bir yanlış anlaşılmanın ortadan kaldırıldığı şeklinde yorumlanma isteminin dışavurumudur. İslam'da ruhani sınıfların olmadığına yönelik belagattan da anlaşılacağı gibi Müslüman halkın dinini nereden öğreneceği sorusunu gündeme getirmiştir. Atatürk'e göre; 'Milletimizin, memleketimizin darül irfanları bir olmalıdır. Bütün memleket evladı kadın ve erkek aynı surette ovadan çıkmalıdır. Fakat nasıl ki her hususta âli meslek ve ihtisas sahipleri yetiştirmek lazım ise, dinimizin hakikat-ı felsefiyesini tetkik, tetebbu ve telkin kudret-i ilmiye ve fenniyesine tehasüp edecek güzide ve hakiki ulemayı kiram dahi yetiştirecek müessesatı aliyeye malik olmalıyız'56

...

46 Halide Edip Adıvar, “Türkiye’de Diktatörlük ve Reformlar” Çev. Mehmet Özden, Türkiye Günlüğü, 37 (Kasım‐Aralık, 1995), s. 123.

44 Ahmet İnsel, Türkiye Toplumunun Bunalımı (İstanbul: Birikim, 1990), s. 106.
45 Bülent Tanör, “Laikleş(tir)me, Kemalistler ve Din”, 75 Yılda Düşünceler, Tartışmalar, Der. Mete Tunçay (İstanbul: Tarih Vakfı Yayınları, 1999), s. 183.

46 Halide Edip Adıvar, “Türkiye’de Diktatörlük ve Reformlar” Çev. Mehmet Özden, Türkiye Günlüğü, 37 (Kasım‐Aralık, 1995), s. 123.
47 M. Rıza Şalguni, İslam ve Modernizm (Sorun Yayınları, Mart, 2005). s. 112.

48 Recep Peker, İnkılab Dersleri (Ankara: Ulus Basımevi, 1935), s. 75.
49 Atay, Çankaya, s. 502.
50 CHP, 1935 CHP Programı, (Ankara: Ulus Basımevi, 1935).

51 Nuray Mert, “ Cumhuriyet Türkiye’sinde Laiklik ve Karşı Laikliğin Düşünsel Boyutu”, Modern Türkiye’de Siyasi Düşünce, Kemalizm, Cilt:2, Der. Ahmet İnsel(İstanbul: İletişim, 2006), s. 199.
52 Şeref Aykut, Kamalizm, (C.H. Partisi Programının İzahı), (İstanbul: Muallim Ahmet Halit Kitap Evi, 1936), s. 36.
53 Afet İnan, Vatandaş İçin Medeni Bilgiler ve Atatürk’ün El Yazmaları (Ankara: Türk Tarih Ku‐
rumu, 1998), s. 56.

Muhafazakar Düşünce Dergisi - Cumhuriyet Modernleşmesi,Adem Çaylak
Devamını Oku »

Atatürk'ü Tanrıtürk Yaptılar

Tek parti doneminin Edirne (Milletvekili) Şeref Aykut, 1935 yılında yazdığı kitapla Kemalizm’i açıktan açığa bir din olarak tanıtıyorda. Mensubu olduğu CHP’nin o zamanki parti programına dayanarak yorumlarını yazan Aykut, kitabının adını da “Kamâlizm” koymuştu. “Kemal” kelimesi Arapça olduğu için o dönemdeki Türkçüler. Atatürkün ismini bir ara Kamal Atatürk” olarak kullanmışlardır Aykutun kitabından, dinle alakalı bazı cümleleri okuyalım:
“Türk devrimini son asırların değişikliklerini hazırlayan fikirlerle ve daha sonraları yürüyen, göğdelenen Rasyonel, Sosyolojik, Markisi, Faşist rejim ve ideolojileri ile izaha çalışmak da fazla bir iş olur. K amalizmin bunların üstünde yalnız yaşamak dinini aşılayan ve bütün prensiplerini ekonomik temeller üzerine kuran bir dindir. ..
"Ulusal bayramlarda bizi coşturan, millete vecit ve heyecan bu güzel ve sevimli bayramlarda caddeleri süsliyen al bayraklar anısında, görünen birçok askılarda, güzel yazılar vardır. Bunlar vecizeler, ölgerlerdir. Bunlardan birisi de şu vecizesidir;

"(Ak günleri yaşarken kara günleri unutma!)”
Türk milletinin bu kara günü biraz çok sürmüş, uzunca ve korkulu bir rüya, biraz ürperten düştür."

''Bu uzun rüya aşağı yukarı 1337 yıl sürmüştür. Bütün bu uzun yıllar içinde Türk milletinin tarih yolunda gidişi tetkike değer.''

İşte İslam dinine girinceye kadar öteki dinlerden geçerek hep egemen, hâkim yaşamıştır. Öteki dinlerde Şaman, Budist,Zerdüşt Musevi, İsevi gibi dinlere de girmiştir. Ancak bu dinler onu asla kökünden bağlamamıştır. Orıjinalinden uzaklaştırmamıştır.''

“İslâm olduktan soradır ki bütün fikir ve iş alanındaki savaşları, uğraşları yalnız (din) adına olmuştur...”

"Hayat yürüyor. Çağdaş ulusların siyasal, sosyal, ekonomik yolunda ilerleyişlerinin karşısında hep böyle mugeylân dikeninde kutsal bir varlık görenler, loş selvilerin karanlık gölgelerinde çöreklenmiş, kokmuş, hayat kuvvetini kaybetmiş kaidelere bağlı duranlar için yenilik manasız bir şey olup kalmıştır. İşte Partimiz buna kökünden bir nihayet vermek zaruretinde idi."

“Artık bugunkü ilim ve teknik yolları bu gibi urasalara, hurafelere, vehimlere ün ve önem veremezdi. Türk ulusunu benliğine kavuşturan Kamâlizmi, ulusun egemenliğine göre kanunların kaynağı olarak binlerce yıl önce başka soylar için ve başka yolda konulmuş kaidelere bağlı tutamazdı..."

“Gençlik ruhunun ihtiyacını yerine getirmek."

“Onun inanını doldurmak, vicdanını doldurmak ister."

“Bu sebepledir ki, onu Kamâlizm dininin hiç şaşmıyan, şaşırmıyan orunçlu ve coşkun tapkanı yapmak, ona bu kudsal, ulusal ve kurtarıcı dini olanca derinliği ve inceliği ile oydamlamak ister,ta ki Kamâlizm dinine inanı artsın.İşte disiplin altında gençlik böyle olcaktır.Parti bunubunu amaçlamış, hazırlamıştır.”
Kemalist şairlerden de bazılarını aktaralım.()

Behçet Kemal Çağlar

"ger dilersiz bulasız oddan necat,

mustafa-yı ba kemal'e essalât!

ol zübeyde mustafa'nın anesi,

ol sedeften doğdu ol dürdanesi!
gün gelip oldu rıza'dan hamile,
vakt erişti hafta ve eyyam ile.
geçti böyle nice ay nice sene,
vakt erişti bin sekiz yüz seksene."


"merhaba ey baş halaskâr, merhaba!
merhaba ey ulu serdar, merhaba!
hak teala çün yarattı türk'ü ilk,
dedi 'üç kıta da olsun ona mülk...'
mustafa nurunu alnına koydu,
'bil, kemal'in nurudur ol nur!' dedi.
ger dilersiz bulasız oddan necat,
mustafa-yı ba kemal'e essalat!"

Edip Ayel


Ey dertli saray! Kâbe mi oldun bize artık?
Cennetse bu yurt, sen onu buldundu harâbe,
Bir gün olacaktır anıtın Türklüğe Kâbe.
Zindan kesilen ruhlara bir nur gibi doldun,
Türk ırkının, en son, ulu peygamberi oldun.
Tutsak seni lâyık, yüce Tanrı'yla müsâvi,
Toprak olamaz kalp doğabilmişse semâvî¦
Ölmez bize cennetlerin ufkundan inen ses,
İnsanlar ölür, Türklüğe Allah olan ölmez !


Halil Bedii Yönetken

Yürüyor, kalbimizin durduğu bir yolda değil,
Kanlı bir gözyaşı nehrinde muazzam tabutun
Ey ilâhın yüce davetlisi, göklerden eğil
Göreceksin duruyor kalbimizin üstünde putun!

Kemalettin Kamu - İstiklal Marşı Yarışması.

Ey dertli saray! Kâbe mi oldun bize artık?
Cennetse bu yurt, sen onu buldundu harâbe,
Bir gün olacaktır anıtın Türklüğe Kâbe.
Zindan kesilen ruhlara bir nur gibi doldun,
Türk ırkının, en son, ulu peygamberi oldun.
Tutsak seni lâyık, yüce Tanrı'yla müsâvi,
Toprak olamaz kalp doğabilmişse semâvî¦
Ölmez bize cennetlerin ufkundan inen ses,
İnsanlar ölür, Türklüğe Allah olan ölmez !
Faruk Nafiz Çamlıbel

On milyon bel, iki kat olmuşken eğilmeden
O’nda on beş milyonun boyu birden uzaldı.
Tanrı, peygamber diye nedir, kimdir bilmeden
Taptığımız ne varsa, hepsi ondan şekil aldı.

Hüseyin Dayı, Milliyetçiliğin Dinle Kavgası
Devamını Oku »

Atatürk ve Kemalizm

Esasen Atatürk'e, ortaya bir ideoloji koyan anlamında olmak üzere 'ideolog" demek de pek doğru değildir. Yakın arkadaşlarından Falıh Rıfkı Atay’ın söylediğine göre, 1923 yılında Halk Partisi içinde bile eski değerleri devam ettirmek isteyen "kerhen Kemalistler" ile kültürel birikimleri olmadığı hâlde tam bir inanışla Mustafa Kemal'e bağlı olanlar vardı. Atay, böyle bir ortamda kendisi ve birkaç Türkçü arkadaşının şuurlu bir şekilde devrimleri hazırladığını söylemekte ve aynen şu açıklamayı yapmaktadır:

“Saraçoğlu, Mahmut Esat, Vasıf gibi Ankara'da tanıdıklarımızla beraber biz Türkçüler, fakat Türkçülüğün tam Batılı kolu vardık. Tanzimat'tan beri devam eden kültür ve medeniyet ikizliğini tasfiye etmek, eski nizamı köklerine kadar yıkmak ve Türk milletine, Batı topluluğu içinde bir yem çağ cemiyeti olarak yer alma imkânlarını vermek için Mustafa Kemal'in zafer otoritesini fırsat biliyorduk."

Bu açıklamayı yapan Atay, o dönemde inkılaplara karşı olanların, Atatürk'e değil de “dalkavuklar, müfsitlcr, zındıklar" diyerek kendilerine kızdığından da dert yanmaktadır.,Atay. Atatürkün meslek kitapları dışında sadece genel bilgiler edindiğini, inkılapları ise uzun süren sofra sohbetlerindeki tavsiyelere uyarak yaptığını söyler.Bu meyanda olarak, Latin Harflerini kendisi ile birkaç arkadaşlarının medenî kanun fikrini ise; Mahmut Esat, Saraçoğlu, Şükrü Kaya gibi şahısların tavsiye ettiğini anlatır. Atay, yapılan inkılâplara “Kemalizm” adını yine o “ileri” Türkçülerin verdiğini de ifade eder.,(Atay,Atatürkçülük nedir?cilt:4,ss:20-34)

Hüseyin Dayı
Devamını Oku »

A'dan Z'ye Kemalizm (4 ve Son)

A'dan Z'ye Kemalizm (4 ve Son)P.

Böylesi bir perde nice gözleri bürümüşken, nice aklı meşgul edecek; yaşamayı herşeye tercih ettirecek, “dünyayı dine tercih rejimini’’ meyve verecek bir felsefenin temelleri de atılır adım adım.

Daha Cumhuriyet ilân edilmeden, bu temelin ilk direğı dikilmiştir bile.İzmir Kongresinde ‘’İktisadiyat demek, herşey demektir.’’der Mustafa Kemal. “Öyle bir iktisat devri ki, onda memleketimiz mamur olsun» milletimiz müreffeh ve zengin olsun.’’Ardindan bu açıdan da söz İslama varır.’’Kanaat, bitmez tükenmez bir hazinedir’’ hadisinden bahis açılır. Sonuç, bir idam hükmüdür sanki, "kanaati kenz-i yefna (bitmez tükenmez bir hazine) farzetmek. Fakrı fazilet bilmek felsefesine de, iktisat devri artık hitam versin. Ve infaza bir an önce başlanır. “Lüküs hayatlar devreye girer. Kaç milyonerimiz var?

‘Hiç’ der Mustafa Kemal, “Binaenaleyh, biraz parası olanlara da düşman olacak değiliz. Bilâkis, memleketimizde birçok milyonerlerin, hattâ milyarderlerin yetişmesine çalışacağız.”

Çalışır. “Biraz parası olanlar’ listesine alınan Eczacıbaşı sülâlesinden Nejat Eczacıbaşı’nın dediği gibi, CHP dördüncü kurultayında devletçiliği öneren Atatürk, o “devletçilik“ içinde, “yol işlerini, demiryolu işlerini bazı müteahhitlere verir; ortaya Vehbi Koç ve benzeri zenginler çıkar—yaşayışı ile herkesin özendiği bir Kemalist hayat örneği sergileyen; parası ile Kemalizm çizgisindeki basının, şunun, bunun destekçisi ve gen kalanların ise köstekçisi olan zenginler...

Bîr yanda bunlar olurken, diğer yanda “Allah’ı da, sultanla birlikte tahtından indirdik. Bizim mabedlerimiz fabrikalardır" diye yazar biri CHP Edime mebusu Mehmet Şeref Aykut ise, Kamalizmi anlattığı eserinde, şu tesbite erişin “Kamalizm, bunların üstünde, yalnız yaşamak dinini aşılayan ve bütün prensiplerini ekonomik temeller üzerine kuran bir dindir."

Bu din, nice dinsizi bağrına çeker. Ama ne yazık ki, nice safdil ehli dini de meşgul edip kendisine bağlar. Nice insan, Şemseddin Günaltay’ın Zulmetten Nura ’sında yazdığı gibi düşünmeyi hak bilir. Nicesi, onun gibi, “Asıl İslâmlık dünya ve âhiret için çalışmak, dünya ve âhiret için kazanmak, dünyada büyümek, kuvvetlenmek, servet ve ihtişam içinde yaşayarak, mesut ve faziletli bir dünya hayatı yaşayarak Allahın ahirettekı nimetlerine istihkak kazanmaktır'' diye düşünür. Bu, Max Weber in Kaptializmin Ruhunda örneğini verdiği -Protestan ahlâkına tıpa tıp uyan bir felsefedir. Ve görünüşte din ile hayatı, dünya ile ahireti bir arada düşünüyor gibiyse de, en nihayeti yaşama derdini dine, dünyayı ahirete tercihi netice verir. Ve dünya hayatı için istenenlerin sınırı olmadığı için, âhiret için çalışmaya bir türlü vakit kalmaz.

İnsanlar, sanki insan olduklarım unutmuş gibidir. Sanki, aklıyla, kalbiyle, vicdanıyla, onca duygusuyla şu koca kâinata muhatap olan insan kalkmış; sadece mide ve dilden ibaret, başka bütün kabiliyetleri onun emrine girmiş insanlar dünyaya gelmiş gibidir.

O günleri Kastamonu sürgününde bütün gerçekliğiyle gören Bediüzzaman Said Nursî, bunun için “İşte bu dehşetli musibette, ehl-i diyanet dahi büyük bir vartaya düşüyorlar ve kısmen anlamıyorlar“ der “Bu asır hayat-ı dünvevivevi, havat-ı uhreviyeye ehl-i İslâmî da bilerek, severek tercih ettirdi.“ O kadar ki. ‘büyük makamlarda bulunan insanlar ve mesture hanımlar dahi, o cazibeye kapılıp hakiki vazifelerini tatil ederek iştirak ediyorlar.”

Said Nursî'nin buna karşı mücadelesi de dikkate değer. Bu tablo karşısında “iktisat“ın. “şükürün’’. “rızk“ın imanî tahlilini ortaya koyar Bediüzzaman.Asıl rızık vereni, asıl nimetlendireni anlatır, iktisat ve kanaatin nasıl yaşanacağını akla gösterir ve der: “Ara sıra, İhlâs ve İktisat Lem’alarını beraber okumalısınız.” Öyle bir devir yaşanmaktadır ki, “iktisat’ ın sırrını anlayıp ona göre yaşanmazsa, ihlasa erişmek de imkânsız hale gelmektedir.

Bu iki risale okunmazsa? Yaşanmazsa? Ve şu veya bu kadar olsun. israfa düşülürse? Sonra ne olur?

Sonuç, ehl-i din olsun veya olmasın, yüz binlerce, belki milyonlarca örneği ile ortadadır: “israf eden ona esir olur, onun dâmına düşer.

R

Kalpler,akıllar midenin derdine düşmüş halde 'yaşamak derdi'nin peşine düşmüş iken 'lüküs hayat'ın düşünü görmekte iken;kalbleri,akılları uyutacak başka başka şeyler de ortaya çıkıverir.Dinden imandan ancak 'bir mürteci daha' kabilinden iğrenç haberlerle bahseden gazeteler,yığınla malzeme yığar akılların önüne. 'Şu aktris şu aktörle dolaşıyor'dan,'Bilmem hangi devletin reisinin,Patagonya kralına ültümatomuna';'Para dağıtıyoruz'dan ' tayyare piyangosuna sizde katılın'a kadar,yığınla malzeme.

Radyo aynı malzemeleri saat başı iletir. Ebedî hayatını kurtarmak: onun için de şu dünyada kendisini sınayan Rabbine gerçek bir ubudıyet tavrı sergilemek durumunda olan insanlar, zihinlerini saat hası küçük, bu büyük dâvaya nisbeten ehemmiyetsiz, dünyevi meselelere mahkûm ederler. Düııvevi meselelerde boğulan her bir an, uhrevi olandan biraz daha kopuşu getirir. Üstüne üstlük eğlencesini, müiğinı de kenarına iliştirir radyo. Geriden sinema devreye girer; tiyatrosu, ve ötesi derken...

Ne gazete, ne radyo, ne sinema, ne tiyatro, eğer insanın var oluş gayesine göre gavelense bir uyuşturucu halini alacak değildir; ama “resmi dinsizlik'' dogması nın hüküm sürdüğü, ifsad komitesinın bunları bir “öncü kol“ olarak kullandığı bir devirde, hangisi insanın var oluş gayesine yönelir ki? Bilâkis, her biri aksı istikamette çalışır durur. Sonuçta, akıllar geveze, ruhlar serseri olur. Ve kalbler ölür.

 S

Ve “kadın,” Mustafa Kemal’in daha 1916 da haklarında “serbestliklerini vermek” notunu düştüğü “kadın,’ oyunun son perdesinde sahneye itelenir. Tek bir 'Selâmün aleyküm ’e bile tahammül edilmeyip, yerine '‘günaydınının getirildiği; Adab-ı Muaşeret kitabı ile birr asri işretin reklamının edildiği sırada, kadınlar yavaş yavaş “asrı hayat'' a ısındırılır. Balolar, güzel bacak müsabakaları, güzellik yarışmaları, açılıp saçılmalar birbiri ardınca gelir.

Daha Eylül 1925'te, "güzel bacak müsabakası" başlar Aynı sıralar kızlı-erkekli dans yarışmalarının başladığı tarihlerdir de. 1931'e gelindiğinde ise, güzellik yarışmaları sıraya girer. İlginçtir, ilk “kraliçe,"’ aynı zamanda bir Kemalizm öğretmenidir. İkinci “güzel" dünya güzeli seçilince, Mustafa Kemal, bunu "ırkının tabiî güzelliği ”ne bağlar ve pek memnun olur, keriman Halis’in Ata'sına çektiği telgrafa bakılırsa, işin aslı başkadır: “Bu muvaffakiyetim, sizin memleket kadınlığına telkin ettiğiniz fikirler eseridir."

İlk balo ise, Ankara Türk Ocağında yapılan tayyare balosu olur. "Gazi ve İsmet Paşalar" da katılırlar. Akabinde, her şehirdeki devlet erkânına birer balo vacip olur. Tiyatrolar sözde ve giyimde müstehcenliği ihmal etmezken, Şehzadebaşı ndaki “Millî Sinema” kabilinden sinemalar Kadın veErkekde Viicud Güzelliği, Çılgınlar Revüsü gibi filmler gösterirler. O günkü adıyla “deniz hamamı" olan plajlar da bir hayli teşvik görürler.

O yıllar—meselâ 13-14 İkinci kanun 1931 tarihli Karagöz örneğinde olduğu gibi— bugünün “Muzır Neşriyat Kanunu"na göre suç teşkil eden resimlerin rahatça basılabildiği ve de satıldığı devirlerdir. Afrodit kabilinden erotik romanlar da yayınlanma fırsatı bulur.

Sonuç, ağzından salyalar akan bir “muharririn satırlarına “Kadınların açıklığı günden güne aldı yürüdü. Şimdi doya doya güzel kadın vücudu seyrediliyor" diye akseder. “Artık bacak göstermenin ayıbı mı kaldı yahu? Kısa etekler, hepsini kabak gibi meydana koydu. Şöyle bir çarşıyı pazan dolaşın, istediğiniz kadar bacak seyredin."

Bunlar olurken; böylelikle erkekler kadınların esiri, kadınlar eâfteıinin esiri haline gelir; iki halde de olan “insan" olan insanlara olurken, “tesettür"e dair yapılanlar da dikkat çeker. Okullarda tesettürle okumak da, devlet dairelerinde mesture olarak çalışmak da yasaklanır Hemen her “devrim muhafızı," tesettüre saldırmayı bir vazife sayar. Bu cümleden olarak, Risale-i Nur müellifi Bediüzzaman Said Nursi,hayatının tek mahkumiyetini, ilginçtir, “Tesettür Risalesi'' yüzünden alır.Bir diğer mevkûfiyetinin gerekçesi ise, kâinatta görünen her bir eserin nasıl Yaratıcısını bildirdiğinin tahlilini sunan: Kainattan Hakkını soran bir seyyahın müşahedatı olan Ayetü'l Kübra'dır.

Boyle bir devirdir Kemalizm devri...

Ş,T,U

İsterdik ki. şu üç harfi de bir güzel tahlil edelim. Ne yazık ki, 5816 sayılı anu demokratik kanun buna izin vermiyor.

 Ü

Ve bütün bunlardan sonra, Mustafa Kemal'in ölümüne ramak kala söylediği şu söz hatırlarda canlanıverir. Şöyle demiştir “Türkün

"Bugünkü manzaramız aşağı yukarı bir dictature manzarasıdır'' ve ben öldükten sonra arkamda kalacak müessese bir istibdat müessesesidir."

Evet, doğrudur. Ama buradaki “istibdat/ sadece siyasî istibdat mıdır? Ya toplum hayatında hüküm süreni? Ya akıllardaki istibdat? Ya kalblere gem vuran istibdat? Ya nefislerin istibdadı? Okullarda, yollarda, evlerde, sohbetlerde ve iç dünyalarda akıllan boğan, kalpleri yaralayan, insanı düşünmez veya yalnız dünyayı —ve de sanki Sahibi yokmuş gibi, kendi hesabına dünyayı— düşünür kılan gizli istibdat?

 V

Yukardaki sözü 1937'de söyler M.Kemal.Ve bir sene sonra istediği kadar 'Atatürk ölmedi' diye şarkı tutturulsun,her insan gibi o da ölür.O günün akşam gaztesi Haber,o günün akşamı haberi şöyle verir;Atatürk öldü,Yaşasın Cumhuriyet !

 Y

Aradan yirmi bir sene geçer. Bu defa bir başka gazetenin yazarı. kendisini şöyle demeye mecbur hisseder.

“Demokrasiye gidilirse devrimden, devrime gidilirse demokrasiden olunacaktır. ~

Gerçekten, bugüne kadar da hep öyle olmuştur.

 Z

Dinin ortadan silinmek islendiği, kalplerin nefislerin istibdadına atıldığı, iman hakikatlerini düşünme ve hazır akılların dalâletle boğuşturulduğû bir tablo sunmuştur Kemalizm. Ve o tablo, hayatiyetini bugün de apaçık devam ettirmede Atatürk öldü, ama Kemalizm değil. O, kimi insanların hayatında açıkça, tüm bir toplumun hayatında ise üstü kapalı biçimde yaşamavı sürdürüyor. Kimi kişilerin dünyasında büsbütün yaşıyor; kimilerinin dünyasında ise parça parça. Tam anlamıyla Kemalist denilemeyecek birçok insan bile ya onun “milliyetçilik" okuna ya “devletçilik" okuna; ya dünyevileşmeci “laiklik” okuna ya da başka bir desisesine râm olmuş halde yaşıyor. Hattâ ilgili okun farkına bile varamadan...

Ve galiba onun attığı oklarla yaralanmamak, onun açtığı "çullara düşmemek için, dün olduğu kadar bugün de,sürekli bir imani uyanıklık gerekiyor...

Metin Karabaşoğlu,Kertenkele Çukuru
Devamını Oku »

Kemalizm, Pragmatik Hatta Makyavelist Bir İdeolojidir.

Kemalizm, pragmatik hatta Makyavelist bir ideolojidir.Ülke TV’de Ersoy Dede’nin hazırlayıp sunduğu Bıçak Sırtı programında bu hafta “10 Kasım ve Kemalizm” tartışıldı. Programa Özgür-Der Genel Başkan Yardımcısı Kenan Alpay, Yeni Şafak Gazetesi yazarı Hilal Kaplan ve yazar Sinan Meydan katıldı. Programda Kenan Alpay özetle şunları söyledi:

Emperyalizmin Çocuğu Kim?

“Kemalizm, pragmatik hatta Makyavelist bir ideolojidir. Kendi içinde çelişkiler taşıması döneme ve şartlara göre şekil almasıyla ilgilidir. Güçlü bir muhalefetle karşılaştığı zaman geri çekilmeyi, muhalefeti zayıflattığı zaman üzerine üzerine gitmeyi becermiştir. Bizi ilgilendiren kimin Kemalizm’e veya Atatürkçülüğe nasıl bir anlam yüklediği değildir.

Tarihi bir şahsiyet olarak tüm yönleriyle ete kemiğe bürünmüş Mustafa Kemal’i konuşmak en doğru yoldur. Henüz Cumhuriyetin kuruluş sürecinde Tek Adam olmayı kafasına koymuştur. İtiraz eden, tereddüt eden, yavaştan alan herkesi harcamayı ertelenemez bir vazife bilmiştir. 1926’da Sarayburnu’na heykelini diktirerek başlattığı Ulu Önder kültü ile ülkeyi ve toplumu kendisine boyun eğdirme girişimini zirveye taşımış ve nihayetinde kendi kendini putlaştırmış bir şahsiyettir. ‘O heykellerinin dikilmesini, övgü dolu sözler ve şiirlerle övülmeyi istemiyordu’ sözlerinin hiçbir geçerliliği yoktur. Mustafa Kemal’in akşam sofrasında oturanlar bu işleri yapıyor ve karşılığını kamu kaynaklarından fazlasıyla alıyorlardı.

Mustafa Kemal’e isteyen tapınsın; buna hiçbir itirazım yok. Fakat bütün bir toplumu tapınmaya zorlamak faşizmdir, despotizmdir. Kim, ne zaman istiyorsa Anıtkabir’e çıksın ağlasın, sızlasın, neşelensin bizi ilgilendirmez. Heykellerine, büstlerine isteyen istediği kadar saygı göstersin. Ancak bir Müslüman olarak beni ve Müslüman toplumu bu tercih hiçbir biçimde bağlamaz.

Anayasadan, yasalardan, yönetmeliklerden, eğitim öğretim müfredatından Mustafa Kemal’e yapılan bütün atıflar çıkarılmalıdır. Adaletin ve merhametin tesisi için bu bir zarurettir. Resmi İdeoloji dayatması çirkin bir insanlık suçudur.

Mustafa Kemal’e muhalif olan hemen herkesi işbirlikçilikle, ihanetle, ajan olmakla suçlamak Cumhuriyetin başından beri devam eden ve kaynağında devlet olan bir kara propagandadır. Rahmetli İskilipli Atıf, Şapka Kanununa muhalefet ettiği için Üç Aliler Divanı denen Mustafa Kemal’e bağlı çalışan cellâtlar tarafından katledilmiştir. Sinan Meydan gibi Kemalist misyonerler ise utanmaksızın İskilipli Atıf’ı İngiliz Ajanı diye yaftalıyorlar. Bu tür iğrenç iddiaların sahibi olsa olsa emperyalizmin çocuğudur. Yalanı, kara propagandayı, iftirayı meslek edinmiş bu Kemalist misyonerler geçmişten bugüne hiçbir dosyanın açılmasını istemiyorlar. Oda Tv’de, Aydınlık’ta, Ulusal Kanal’da yürüttükleri kışkırtıcı ithamları buralara da taşıyarak kirli tertiplere zemin hazırlıyorlar.

Kemalizm’e endekslenmiş tarih, Atatürkçülük tarafından ipotek edilmiş bir toplumsal kültür peşinde olanları darbe örgütlerinden, askeri cuntalardan ne kadar bağımsız düşünebiliriz. Faşizmin, Nazizmin, Stalinizmin en zorba yönlerini Türkiye toplumuna bir deli gömleği gibi giydirenler itiraz istemiyorlar. Kuşaklar boyunca bütün bir toplumu her gün Mustafa Kemal’e dua etmeye, her an Atatürk’e şükran duymaya zorlayan bu sapkın ideolojiyi de utanmaz sözcülerini de elbette sırtımızda taşımayacağız. Tersine hepsini hak ettikleri yere yani tarihin çöplüğüne göndereceğiz.
Devamını Oku »