Hayâ, Murakabe ve Güzel Ahlâk

Hayâ, Murakabe ve Güzel Ahlâk

Haris el-Muhâsibî’ye murakabenin başı nedir diye sorulunca o şöyle dedi: “Murâkabe, kalbin Rabbin yakınlığını bilmesidir.” Hayâdan sorulunca da: “Allah Teâlanın ona muttali olması sebebiyle içine kapanmasıdır” dedi. Ona: “Bu konudan biraz daha bahset” dediğimde “Geniş ve huzurluyken kalbin delinmesidir.” dedi.



Bu konuda onun başka bir cevabı daha vardır. O da: “Allah’tan hayâ etmenin mânası, Allah’ın razı olmadığı bütün değersiz varlıklardan kaçınmaktır” dedi. Bunun üzerine ben de ‘Peki Allah’tan hayâ edenin alâmeti nedir?’ dedim, o da: “Kişinin, hayâ edilecek mekânlarda görülmemesidir.” dedi.



Hâris el-Muhâsibî’ye hayâyı güçlendirip kıymetini artıran şeyin ne ol­duğu sorulduğunda şöyle cevap verdi: “Kalbin, şükrünün azlığı ve yeter­sizliğine rağmen Allah'ın nimetlerinin üzerindeki tezâhürlerini bilmesidir.”



Onun bu konuda başka bir cevabı daha vardır ki o da şudur “(Kıyamet gününde sorulacak) suâlbilgisini kalbin bilmesi ve yarın (kıyamette) Allah’ın huzurunda zerre kadar şeyden bile suâlolunacağına vakıf olmasıdır.” Bunun üzerine ben de O’na “Bu konuda bana daha fazla bilgi ver” dedim. O da: “Hayânın kıymetini artırıp kuvvetlendiren şey, senin her türlü hâl ve hareketinde Allah’ın gördüğünü ve O’nun gözetimi altında olduğunu, senin hiçbir hareket ve sükûnetinin O’na gizli kalmayacağını bilmendir” dedi. Bunun üzerine O’na: “Peki Rabbinden haya edenin kalbinde galip olan durum nedir?” denilince şöyle dedi: “O’nu görme perdesi baştan aşağıya kapatılmışken onu cezalandırmaya muktedir olduğu hâlde, gören kimsenin  rüyetini tazim etmektir.‘Onun görünen zahir alâmeti nedir dediğimde: “Âzâların” dedi.



Ebû Bekir (ta.) Allah’a olan hayâsında ötürü yüzünü peçe ile örtmeden helâya girmezdi.

Mâlik b. Dinar şöyle demiştir: "Helaya çok girmem sebebiyle Allah’tan hayâ ettim ve rızkımın çakıl taşı olmasını ölene kadar da onu emmeyi istedim.” Ona dedim ki: "Ruhsat hâlinde şüphelilere el uzatırlar mı?” Dedi ki: “Subhânallah! Ey genç,ey genç (Sen ne diyorsun) Onlar mübâhın fazlasına el uzatmakta bile Allah’tan hayâ ediyorken şüphelilere nasıl el uzatsınlar?” Ben ona: Bana hayâ sahibinin görünen ahlâkı hakkında biraz daha bilgi verir misin?” dedim. O da dedi ki: “O Allah’a karşı hayasından dolayı yürürken başım örterdi. İşte bu zat Atâ es-Sülemî idi.”



Bir kimseye denildi ki: “Niçin mescidin içinde namaz kılmıyorsun?” O da dedi ki: “Ben Allah’a isyan etmiş bir vaziyette iken O’nun evine gir­mekten hayâ ederim. Bu kimse sabah akşam Allah’ın sevmediklerinden ve nehyettiklerinden kendisini garanti altına alacak bir azası bulunmaz bir vaziyette akşamlayıp sabahlayan kimseye benzer ki, böylesi bir kimsenin bütün fiilleri isabetlidir, görüş ve yaşantısı rızâ-yı İlâhîye uygundur, Allah’la irtibatı çoktur, ilmi geniştir, hilmi büyüktür, düşüncesi bol, tefekkürü çoktur, ahlâkı zariftir.”



Kendisine ahlâkın zarif olmasının mânası sorulunca o şöyle dedi: “Cömertlik ve sehavete devam etmekle birlikte şüphe ahlâkını terk etmektir. Böyle bir kimsenin ahlâkı temiz, düşünceleri saf, kalbine korku ve hüzün hâkim olmalı ki, böylece o bununla ancak O’nunla huzura eren ve O’na itaate meyi eden hâlin değerine işaret eder.”



Haris el-Muhâsibî’ye hayâyı çirkinleştirip zayıflatan şey nedir?’ diye sorulunca o cevap olarak şöyle dedi: “Ruhların arzu ve isteklere yönlendirilmesidir.” Nitekim Hakim de bu konuda şöyle demiştir. “0’nu murâd edenler, O’nun onların ruhlarım O’nun dışındaki şeylere (mâsivâya) yönlendirir bir hâl üzere görmesinden hayâ ederler.” Bunun üzerine ona: “Peki şüpheli işler nelerdir?” diye sorulunca o şöyle cevap verdi: “Hırs çokluğu, himmet ve gayret kaybı, ruhsatla amel ederek yokluğu zarar vermeyecek şeyleri edinmek, tul-i emel, fakirlik; korkusu ve şükrün zâyi edilmesidir.”

İbn Furek - Tasavvuf Istılahları

(Türkiye Yazma Eserler Başkanlığı)
Devamını Oku »

Ehli Sünnet Nedir ?






ehli sünnet

Hz. Peygamber (s.a.s.)’in sünnetine ve ashâbının (r.a) yoluna bağlı olan ve onların izlediği dini yol ve metodu benimseyenler. Kitap ve Sünnet üzerinde ittifak etmiş, ihtilâf ve tefrikadan sakınmış, dinde münakaşaya sebep olan hususlarda aklı değil, Kitap ve Sünneti kaynak alan, nasları esas kabul eden topluluk. Hz. Peygamber (s.a.s.)’in sünnetine tâbı olanlara ehl-i sünnet; onun sahâbîlerini âdil kabul ederek onların din hususundaki metodunu takip edenlere de ehl-i cemaat ikisine birlikte “ehl-i sünnet ve’l-cemaat” denilmiştir.

“Ehl-i sünnet ve’l-cemaat” tabiri ile ifade edilen müslüman topluluğun, sünnet ve cemâata tabi olmak gibi ayırıcı iki önemli özelliği vardır.

Sünnet; Hz. Peygamber (s.a.s.)’in söz, fiil ve takrirleri ile ahlâki ve beşerî tavırlarıdır. Ancak konumuz itibariyle, sünnetin bu anlamda sınırlarını çizmek, hangi çeşitlerinin ne derece bağlayıcı olduğunu tesbit etmek, önemli değildir.

İslâm hukukçularının, sünnetin çeşitlerinin fıkhi bağlayıcılıkları üzerindeki görüş ayrılıkları ve bunun sonucu olarak ortaya çıkan farklı yaklaşım metodları, hep ehl-i sünnet çerçevesinde oluşmuş farklılıklardır. “Sünnet” daha ziyade metod, yol, izlenilmesi gerekli olan çizgi anlamıyla, toplulukların bir ayırdedici özelliği olması açısından karşımıza çıkmaktadır.

Bu duruma göre, sünnet şöyle tarif edilmiştir: Bir inanç ve âkide etrafında biraraya gelen topluluğun (ümmet), inanç sisteminin, akidesinin oluşmasını temin eden yola ve metoda sünnet denilir. İnsanların bu metodda görüş birliğine varıp, bunu uygulaması da, cemâat diye isimlendirilmiştir.[1]

Bu anlamda Kur’ân-ı Kerim’de de kullanılmıştır:
“Allah’ın nice sünnetleri gelip geçmiştir. Yeryüzünde dolaşın da yalanlayanların âkıbetini görün” (Ali İmrân: 3/137).

“Allah’ın sünneti kesinlikle değişmez” (el-Fâtır: 35/43).

Bu âyet-i kerime’de ifade edilen sünnet, Allahu Teâlâ’nın kâinatın yaratılması ve tedbiri için takdir ettiği yol, metod anlamındadır. Allah için cebir sözkonusu olamayacağından, bu mana İslâm tefekküründe “âdet” kelimesi ile karşılanmıştır.

Sünnet: İslâm toplumunun yani ümmetin oluşması için Hz. Peygamber’in usûlünün esas alınması ve peygamberi usûlü ittifakla takip eden sahabi cemaâtının yolunun izlenmesidir. İslâm toplumunun fikrî ve amelî oluşumunu sağlayan, Allah’ın Kitabı ve Hz. Peygamberin sünnetidir.

Bunun için Allah Teâlâ, Kur’an ile birlikte Peygambere tabı olup bağlanmanın ve ona itaat etmenin gerekli olduğunu belirtmiştir. “Allah, önceleri açık bir şaşkınlık içinde olan inananlara, Allah’ın âyetlerini okuyan, kötülükten arındıran, Kitabı (Kur’an) ve hikmeti (sünnet) öğreten ve size daha bilmediğiniz nice şeyleri de öğreten bir Peygamber gönderdi” (el-Bakara: 2/151). Kötülükten arındırmak (tezkiye), haram ve helâli Kur’an’dan öğrenmek ile tefsir edilmiş, hikmet ise, ittifakla “sünnet” olarak kabul edilmiştir.
Kur’an farzı, vâcibi tayin etme, helâli, haramı belirleme açısından Allah’ın hükmü ile, Rasûlünün hükmünü, iki temel esas kabul etmiştir. “Allah ve Rasûlünün yoluna aralarında hüküm vermesi için davet olunduklarında, inananlar; “dinledik ve itaat ettik” diye cevaplar. İşte ancak bunlardır kurtulanlar” (en-Nûr: 24/5).
Hz. Peygamber (s.a.s.), “size emrettiklerimi yerine getirin, yasaklarımı da gücünüz yettiğince terk edin” buyurmuştur.[2] Sünnete bağlılık, dinî bir zorunluluktur. Kur’an bize yeterlidir düşüncesiyle sünneti ihmal etmek tarih boyunca bütün bid’at fırkalarının ortak özelliği olan gizli bir hıyanet çeşididir.

Hz. Peygamber (s.a.s.) bu durumun ileride ortaya çıkacağını haber vererek, dinî hiçbir kaygısı olmayan bu insanlardan bizi sakındırmıştır. “Tok karınlı, koltuğuna yaslanıp size “Kur’an yeterlidir; Kur’an neyi helâl kılmışsa onu helâl bilin, neyi haram kılmışsa onu haram bilin” diyen adamların çıkması yakındır. Haberiniz olsun, dikkatli olun: Bana Kur’an ile birlikte (hüküm bakımından) onun bir benzeri (sünnet) de verilmiştir.”[3]
İmrân b. Husayn (r.a.), bize Kur’an yeterlidir, sünnete gerek yoktur, diyen bir adama şöyle seslenir: “Ahmak herif: sen Kur’an’da öğlen namazının dört rekât olduğunu, kıraatinin gizli okunacağının hükmünü bulabilir misin? Kur’an bize çok şeyleri müphem bırakmış, sünnet onları açıklamıştır.”

Abdullah b. Mesud (r.a.) “Allah’ın, yaradılış şeklini değiştirenlere lânet ettiğini” haber verirken bir kadın “bunlar Kur’an da var mı?” diye sorar.

Abdullah b. Mesud şöyle der: “Var tabii, sen şu âyeti okumuyor musun”: “Rasûlullah size neyi emrederse onu yerine getiriniz neyi yasaklarsa ondan kaçınınız” (el-Haşr: 59/7)[4]

Hz. Peygamber sünnetine uyulmasını emrettiği gibi, kendi ashabına da uyulmasını emir buyurmuştur. Ashâba uyulduğu takdirde, insanları doğru yola götüren gökteki yıldızlara benzetilmiştir. “İçinizde benden sonra yaşayanlar birçok ayrılıklara şahit olacaktır. Size sünnetimi, hidâyete erdirilmiş, doğru yolu bulmuş halifelerinin sünnetini (yolunu) tavsiye ederim. Ona sımsıkı sarılın, âdeta dişlerinizle tutun, sonradan çıkacak şeylerden sarılın. Çünkü her uydurma, bid’at; her bid’at sapıklıktır.”[5]
Kur’an-ı Kerim’de de sahâbîler hakkında şöyle buyurulur:
“İlk iman eden, en ön safta bulunan muhacirlerle ensar ve onlara iyilikle tabı olanlardan, Allah razı oldu. Onlar da Allah’dan razı oldular. Allah onlar için ebedî kalacakları, altında ırmaklar akan cennetler hazırlamıştır. İşte büyük

kurtuluş budur.” (et-Tevbe: 9/100)

.

Allah’ın sahabeleri, övmesi, sonradan gelen ümmetin onlara tabı olmasını, övülmek için onlara uyun, onlar gibi olun, manasını zımnen ifade eder. Sahabelerden sonra gelen Tabiîn cemaâtından da iyilikle sahabelere uyanların; Allahu Tealâ’nın övgüsüne dahil olduğunu görüyoruz.

Hz. Peygamber (s.a.s.) bir hadisinde bunu şöyle açıklar:
“Ümmetimin en hayırlı dönemi, benim içinde yaşadığım dönemdir. Sonra da onların peşinden gelenlerin dönemidir[6]

Sahâbilerin Allah ve Rasûlü tarafından övülmesi, sonrakilerin de onların yoluna iyilikle uymak kaydıyla bu övgüye dahil olması hadis-i şeriflerinde uyulması tavsiye edilen “cemaât”ın, sahâbîler ve tabiin cemaâtı olduğunu gösteriyor.

Hz. Peygamber (s.a.s.), “size ashabımı (onlara tâbı olmayı) tavsiye ederim, sonra onların peşinden gelenleri, sonra da onların peşinden gelenleri. Daha sonra yalan yaygınlaşacaktır.”
Başka bir hadis-i şerifte Hz. Peygamber şöyle buyurmaktadır: “Allah’ın rahmet eli cemaât ile beraberdir”[7]

Hz. Peygamber (s.a.s.)’in cemaatı tavsiye etmesi ve firka-ı nâciyenin (azabdan kurtulacak kesimin) cemaât olduğunu söylemesi, cemaât’ın kimlerden ibaret olduğunun belirlenmesini gerektirmektedir. Hz. Peygamber (s.a.s.) “Ümmetim yetmiş üç fırkaya ayrılacak, bunlardan bir topluluk hariç hepsi cehennemliktir” buyurmuştur. O topluluğun kimler olduğu sorulunca “benim ve ashabımın yolunda olanlar” diye cevaplamıştır. Bir rivâyette “cemaât” denilmiştir.

Hz. Peygamber (s.a.s.) bir hadis-i şerifinde şöyle buyurur:
“Ümmetim, sapıklık üzerinde bir araya gelmez. İhtilâf gördüğünüz zaman size ‘sevâdu’l a’zam (en büyük olan ve hak üzere bulunan topluluğa katılmayı) tavsiye ederim”[8] Sevâdu’l-a’zam: Sırât-ı Müstakim metodunu benimseme hususunda görüş birliği içinde bulunan topluluk olarak tefsir

edilmiştir.[9]

Hz. Peygamber, cemaâta, sevâdu’l a’zama tabi olunmasını emretmiştir. Cemaât; ilk dönemde, sahabîler; sonraki dönemlerde ise sâlih amel sahibi bilginlerdir. Abdullah b. Mübarek’e cemaat kimlerdir? denilince “Ebû Bekr, Ömer (r.a.)dır” diye cevap vermiş, “Onlar öldü”, denilince de yine “falan ve falandır” demiştir. Onlar da öldü, denilince “İşte şu Ebû Hamza es-Sekkerî cemaâtdır” der.[10]

İmâm Tirmizî şöyle der: Âlimler, cemaâtı şöyle tarif etmişlerdir: “Ehl-i fıkıh, ehl-i ilm ve ehl-i hadis cemaâttir”[11]

Bu anlamıyla, âlimler cemaâtının sapıtması mümkün değildir. Nitekim Hz. Peygamber (s.a.s.) “Allahu Teâlâ ümmetimi sapıklık üzerine bir araya getirmez. Allah’ın rahmet eli cemaâtledir. Kim cemaâtten ayrılırsa; cehenneme atılacaktır”[12] diye buyurmuştur.

Şehristânî’nin tarifine göre “cemaât, bir sünnet ve metod üzerinde ittifak etmiş insanlar topluluğudur”[13]

İslâm tarihinde ilk defa cemaât kelimesinin meşhur olması, Hz. Hasan (r.a.)’ın hilafeti Hz. Muaviye (r.a.)’a devretmesi yılında olmuştur. Müslümanların birliğini temin ettiği için bu yıla “senetü’l-cemâa” (birlik yılı) denilmiştir. Müslümanlar Hz. Peygamber (s.a.s.) vefat ettiğinde her bakımdan emniyete alınmış, düzenli bir sosyal yapıya sahiptiler. Ancak Hz. Osman’ın şehid edilmesi (ö.35/656) sonucu ortaya çıkan olaylar müslümanların zihinlerinde bir takım yeni soruların oluşmasına yol âçtı. Sahabîler öldürülmüş, hilâfet meselesi gündeme gelmişti. Öldürülen müslümanların durumlarının ne olduğu ve bu olaylarda kaderin tesiri meselesi gibi itikâdı meseleler konuşulur oldu.

Hz. Ali ile Hz. Muâviye arasındaki hilâfet meselesi ve bunun sonucu ortaya çıkan savaşlardan sonra, her iki tarafın sempatizanları arasındaki siyâsi sürtüşmeler söz konusu olmaya başladı. Yahudi, Hristiyan ve Mecusilerin müslüman olması ve İslâm kültürüyle tanışması sonucu, onların kültürlerindeki meselelere İslâmî nassların mütekabiliyet meselesi tartışmaları başladı. Bütün bu meseleler taraflar arasında ifrat ve tefrit nedeniyle büyük uçurumlar ortaya çıkardı. Bunlara karşı sahâbîlerin çoğunluğu mutedil bir yol takip ederek cemaâtın birliğini muhafaza etmeye, siyası meselelerde aşırı taraf olmamaya çalıştılar.

Bu zümrenin ilk mümessilleri olarak, Abdullah b. Ömer (r.a.) (74/693); İbrahim en-Nehaî (96/714); Hasanü’l-Basrî (110/728) ve İmam-ı Âzam Ebû Hanife (150/767) sayılabilir. Ortaya çıkan fırkalar hakkında görüş beyan ederek bu meseleler hakkında ilk defa merkezi zümrenin fikirlerinin temsilciliğini yapan Hasanü’l-Basri’dir. Onun ehl-i sünnetin fikrı ve itikâdı esaslarının tezahüründe önemli bir yeri vardır. Devrinin siyâsi ve itikâdı meseleleri hakkında muayyen görüşler ileri sürmüştür. Emevi idarecilerini tenkit etmiş, zâlim idareciye her konuda itaat edilmeyeceğini savunmuş ve “Allah’a karşı bir günah söz konusu olunca, mahlûka itaat gerekmez”[14]

Hadisine dayanarak Allah’a karşı gelmeyi gerektirecek bir istekte bulunduğu takdirde, idareciye itaat mecburiyetinin olmayacağını açıkça ifade etmiştir.[15] Hasanu’l Basrî, iktidar mevkiinde bulunanların uyarılmasının, ve onların cehennem azabıyle korkutulmasının, müslüman bilginlerin görevi olduğunu belirtmiştir. Ancak kılıçla karşı çıkılmasını kabul etmemiş, şöyle demiştir:

Eğer zikrettiğiniz meseleler Allah’ın azâbını gerektiriyorsa insanlar, kılıçlarıyla Allah’ın cezasını döndüremezler. Eğer onlar bir gâile ise, Allah’ın hükmünü sabırla beklemelidirler.

Hasanu’l-Basrî siyası otoriteyi elinde tutanların zâlim olabileceği hususunu kabul ederek, Peygamber (s.a.s)’in fitne anında âlimlere uyulmasını tavsiye etmesini dikkate alıp “Sizden olan ulû’l-Emre itaat edin” (en-Nisâ: 4/59) ayet-i kerimesinde geçen Ulû’l-Emr’i âlimler, fâkihler diye tefsir etmiştir. Sonraki dönemlerde İslâm ümmetinin manevi dinamiğini âlimler, İslâm hukukçuları belirlemiş, insanlar onların çevresinde toplanmıştır.[16]

Büyük günah (Kebâir) işleyenlerin âkibeti ve kader meselesinde bazı yeni görüşler ileri süren, Vâsil b. Ata’yı meclisinden “kovmuş”, haricilerin büyük günah işlediler iddiasıyle bazı sahâbîleri tekfir etmesini, bir nifak alameti saymış ve Gulât-ı Şia’yı (hulefâ-ı râşidine söven aşırı grup) reddetmiştir.

Sahâbilerin fitne çıkmadan önceki haline uyan, fitneler çıktıktan, müslümanlar fırkalara ayrıldıktan sonra da, sahabîlerin çoğunluğunun tutumunu benimseyen topluluk, kendilerini diğer bid’at fırkalarından ayırmak için, zaman zaman ehl-i sünnet, ehlü’l-hakk, “ehlu’s-sünne ve’l-İstikâme, ehlu’l-hadis, ehlu’l-cemaâ, ehlu’l-hadis ve’s-sünne ve ehlu’s-sünne ve’l-cemaâ isimlerini kullanmışlardır. Ehlu’s-Sünne terimini ilk kullanan, Muhammed b. Sirın (ö.110/728), “ehlu’l-hakk ve’l-cemâ’a” terimini ise, ilk defa kullanan Ebu’l-Leys es-Semerkandi (ö.373/898)’dir. Terim hicrî II. asır başlarından itibaren “ehlu’l-hakk ve’l-istikâme” “ehlu’s-sünne ve’n-nakl”, “ashabu’l-hadis” şekillerinde kullanılmıştır. Bu topluluk hakikatte bir fırka değil, Hz. Peygamber (s.a.s)’in ve ashabının yolunu takib eden ekseriyettir. Sonraki dönemlerde bu isimler içerisinde diğerlerindeki ortak noktalan da toplaması açısından “ehlu’s-sünne ve’l-cema’ât” ismi yaygınlaşmış ve kabul edilmiştir.

Bu kullanışa yakın bir ifadeyi Ahmed b. Hanbel (241/855) “Ehlu’s-sünne ve’l-cemâ’a ve’l-âsâr” şeklinde kullanmıştır.[17] “Ehlu’s-sünne ve’l-cemâ’â” şeklindeki ifade tarzına da elimizde bulunan eserlerden Ebûl-Leys es-Semerkandî (373/898)’nin “Şerhu’l-Fıkhı’l-Ekber” isimli eserinde rastlanmaktadır.

“Ehlu’s-sünne”, dinde bid’atlerin ve çeşitli fikirlerin ortaya çıkmasından sonra sünnetin savunulması ve Ümmetin bütünlüğünün korunması hareketi olarak ortaya çıkmıştır. Ehlu’s-sünne, bid’at fırkalarına karşı bir tepki, onların dindeki yerini belirleme onların ortaya attığı meselelerin dini cevaplarını tesbit etme ve bid’ata karşı İslâm cemaâtının tavır alma hareketidir.

Hz. Peygamber (s.a.s) bir hadis-i şerifinde şöyle buyurmuştur: “Yahudıler yetmişbir fırkaya, Hristiyanlar yetmişiki fırkaya ayrılmıştır. Benim ümmetim ise yetmişüç fırkaya ayrılacaktır. Bütün hepsi cehennemliktir. Ancak bir fırka kurtulur. O da cemaâttır”[18] Hâkim bu hadis için Sahihaynın şartlarına uygun bir hadistir der. Bu hadisi Hz. Peygamber (s.a.s)’den on sahabı rivâyet etmiştir. Hz. Ebû Bekr, Hz Ömer (r.anhum), müslümanların böyle gruplara ayrılacağını haber vermiştir.[19] Bu hadiste bildirildiği gibi müslümanlar fırkalara ayrılmıştır.

Hz. Peygamber (s.a.s) din hususunda sonradan ortaya çıkan şeylerden ümmetini sakındırmış, bunların bid’at olduğunu her bid’atın da insanı cehenneme sürükleyeceğini haber vermiştir.[20] Bidat, din hususunda ashâb-ı kirâm ile tabiilerin yapmadığı ve şer’î delîlin gerektirmediği, sonradan ortaya çıkarılmış şeylerdir. Ehl-i sünnet akîdelerine aykırı itikatta bulunan ve fakat ehl-i kıble olan kimseye de “bid’atçı” denir.

Bunlar, Cebriye, Kaderiye, Rafıziler, Haricîler, Muattıla (Mu’tezile) ve Müşebbihedir. Bunların her biri oniki gruba ayrılmıştır. Toplam yetmişiki fırkadır.[21]

Bid’at; Peygamber (s.a.s)’den nakli meşhur olan şeyin aksini itikad etmektir. Fakat bu, inad sebebiyle değil, bir nevî şüphe ile olduğu ve bir delile dayandığı zaman bid’at kabul edilir. Bizim kıblemize dönenlerden hiç biri, bid’at sebebiyle tekfir edilemez… Şayet yaptıkları bu inkâr, bir tevil ve şüphe neticesi ise tekfir edilmezler. Fakat bid’atçı, asla şüphe götürmeyen katî delillere karşı inad ederek bid’ata inanırsa dinden çıkar.

Mesela: Haşrı (ba’s) veya kâinatın sonradan yaratıldığını kâbul etmemek gibi. Şüphe ile tevile kalkışanın şüphesi fâsid bile olsa, onun küfürle suçlanmasına engeldir.

Meselâ: Allah Tealâ’yı görmenin mümkün olmadığını söyleyenlerin “O azamet ve Celâl’inden dolayı görülmez” demeleri gibi. Bizim kıblemize dönenlerin hiçbiri, bir şüpheye dayanan bir bid’âttan dolayı tekfir edilemezler. Ancak zarûriyât-ı diniyeden kabul edilen dini kati hükümlerden birinin inkâr edilmesi, hilâfsız küfürdür.

Meselâ: Bu âlemin sonradan meydana getirildiğine ve cesedlerin haşr edileceğine (ba’s-ı cismânı) inanmayan kimse de dinden çıkar.

Hz. Ebû Bekr ve Ömer (r.anhum)’in hilâfetlerini inkâr eden ve onlara söven kimse, bu yaptığını bir şüpheye binâen yapsa dinden çıkmaz. Hz. Ali (r.a)’ın Allah olduğunu ve Cibril’in hata ettiğini iddia edenler, dini çizginin dışına çıkar.

Çünkü bu bir şüphe ve içtihaddan dolayı değil, sırf hevâ ve heveslerinden dolayı bir inkâr niteliğindedir. Bid’atlardan sayılan Allah’ın sıfatlarının zâtı üzerinde zâid manalar olduğunu kabul etmeyen, kabir azabını, şefaati, büyük günah işleyenin cehennemden çıkacağını ve Allah’ı görmeyi inkâr eden Mu’tezile tâifesi gibi câhil bid’atçılar tekfir edilemese de sapıklıkta sayılırlar.

Çünkü Kur’an ve sahih sünnetin bu konudaki delilleri açıktır. Çünkü ehl-i kıble tekfir edilmemiştir. Diğer yandan onların şâhidliklerinin kabul edileceğine dair icmâ vâki olmuştur. Halbuki bir kâfirin müslüman aleyhine şahidliği geçerli değildir. Günahı mübah saymanın küfür olması meselesi ise, şöyle açıklanmıştır: Şayet inaddan dolayı ve delilsiz ise küfürdür. Şer’i delilden dolayı inkâr ise, ma’zur değildir. Kullarının kalblerini en iyi Allah bilir.[22]

İtikâdı konulardaki inancımız kesin delil ve naslarla tesbit edildiği için, itikad şüphe ve tereddüd mahalli değildir. Fıkhi bir mezhebe taraftar olanlar bilmeli ki, bir konuda müctehid hatalı veya isabetli, bir diğer konuda bir başka müctehid hatalı veya isabetli olabilir. Fakat itikadi meselelerde bu hüküm geçerli değildir. Bid’atçi da haklı olabilir, biz de haklı olabiliriz denilemez. İbn

Abidin bu konuyu şöyle açıklar: İtikadımızdan murad, hiçbir kimseyi taklid etmeksizin her mükellefe inanılması vacip olan meselelerdir. Bizim itikadımız, ehlü’s-sünne ve’l-cemaât mezhebidir. Ehlü’s-sünnet; Selefiler, Eş’arîlerle Mâtûridîlerdir. Bu iki fırka itikadda genellikle bir gibidirler. Sayılı meselelerde, aralarında küçük farklar vardır. Bazıları, aralarındaki ihtilâfın genellikle lâfzı olduğunu söylemişlerdir. Hasımlarımızdan maksat, itikatları küfre varan bid’atçılarla, küfre varmayanlardır. Küfre varan bid’adlara örnek: Âlemin kadim olduğunun iddia edilmesi, Peygamberin bi’setinin inkârı gibi. Küfre varmayan bid’atlara örnek: Kur’an’ın mahlûk olduğunu ve Allah’u Teâlâ’nın kulları için kötülüğü irade etmediğinin iddia edilmesi gibi.[23]

Rafızilere ve bid’at ehline benzememeye çalışmak ve onlara muhalefet etmek gerekir. Bid’at ehline benzemek câiz değildir. Ancak onlara teşebbüh kasdıyla yapılan benzemek ve onların kötü hallerini taklid etmek uygun değildir.[24]

Bid’atçılar hakkındaki bu genel hükümlerin açıklanmasından sonra; ilk bid’at fırkalarının ortaya çıkışını ele alabiliriz: İlk çıkışları Hz. Ali (r.a.)’ın hilâfeti dönemindedir.

Şehristâni (549/1154) İslâmi fırkaları; Kaderiyye, Sıfatiyye, Hâriciyye ve Şiâ olarak dört ana gruba ayırmış, yetmişüç fırkanın bunlardan yayıldığını belirtmiştir.[25]

İbn Hazm ise, (ö.457/1065), İslâmi mezhepleri: Ehl-i sünnet ve cemaat, Mu’tezile, Mürcie, Şîâ ve Hariciler olarak beş grupta toplamış, bunlardan ehl-i sünnet’i hak ehli”, onun dışındakileri ise, bâtıl ehli” olarak belirttikten sonra, ehl-i sünnet’i, sahabe ve tabiînin seçkinleri, ehl-i hadis ile onlara uyanlar olarak tarif etmiştir.[26]

Hz. Ali (r.a.)’ın hilâfeti döneminde ortaya çıkan bid’at fırkalarının ilki olan Hâriciler başlangıçta bir siyâsi fırka olarak ortaya çıkmıştır. Şîâ ise, bir Yahûdi olan, Yemenli İbn Sebe’nin tahriki ile, Hz. Ali taraftarlığı iddiasıyla ortaya çıkmıştır.

Şîa’nın ilk ortaya çıkışında şüphesiz ki, Abdullah İbn Sebe’nin etkisi inkâr edilemez. İbn Sebe’ Yemenli bir yahudidir. İslâm’ı içten tahrip etmek için Yemen yahudilerinin planı gereği müslüman gözükerek, yahudi ve mecûsî kültüründen aktardığı sapık görüşleri İslâm’a sokmaya çalışmıştır. Velâyet, vesâyet, ric’at, ilâhı hak kavramlarını ilk defa İslâm’a sokan bu şahıstır. Şîâ âlimleri de, İbn Sebe’nin yaptığı bu tahribatı kabul ederler. Önde gelen Şiâ ulemâsından en-Nevbahtî bunlar arasındadır.

Bütün bu gelişmeler konusunda hicrî ikinci yüzyıldan itibaren İslâm ülkelerinde yaygın hale gelen siyâsi, dinî, itikâdı ve fıkhı görüşler arasında Hz. Peygamberin ve ashabının yolunu savunmak için ortaya çıkan imamlar, ehl-i sünnet akîdesini sistemleştirmişler, ehl-i bid’ate karşı mücadele etmişlerdir. Hasanü’l-Basrî (110/128). Bu hareketi sistemleştirenlerin ilki sayılmaktadır. Ehl-i sünnet akîdesinin esaslarını ortaya koyması yönüyle İmam-ı Azam Ebû Hanife’yi de bu ekolün öncülerinden saymak gerekir. Ehl-i sünnet ve’l-cemaât’in selefilerden farklı metotlarıyla tanınan Ebû Mansur-el-Mâturîdî (ö.333) ve Ebu’l-Hasan el-Eş’arî (ö.324), sünnetin izleyicisi düşüncenin olgunlaşmasında özel role sahiptirler.

İslâmî fırkaların ortaya çıkmasında siyâsi ve sosyal şartların da rolü olmuştur. Tarihin belli dönemlerinde, Sünnilik, Şîa ve Mu’tezile biribirlerine üstünlük sağlamışlar, zaman zaman sırayla devletin resmi mezhebi olmuşlardır. Bu rekabet, mezhep taassuplarına, düşmanlık ve çatışmalara sebep olmuştur.

Ehl-i sünnet âlimleri arasında, zamanla bazı görüş ayrılıkları olmuştur. Ancak hepsinin de dayandığı temel; Kitap, Sünnet ve bu iki kaynağa uygun olan sarih ve sahih akıldır. Aralarındaki bazı farklı görüşler esasa taalluk etmeyen ve teferruat sayılan konularda görülmüştür. Bu ihtilâfların çoğu, lâfzîdir.

Ehl-i sünnet, önceleri; ehl-i sünnet-i hassa olarak bilinirdi. Daha sonraları Ehl-i Sünnet-i âmme adıyla şöhret buldu.

Gerçek şu ki; Kur’an ve sünnette yer verilmeyen, ashâb ve tâbiînin de üzerinde görüş beyan etmedikleri meselelere dalmayıp, dinî nasları yorumlamadan onları olduğu gibi alanlara, Ehl-i sünnet-i hassa, ehl-i tevhid veya Selefiyye denildi. Hakkında nass, Sahabe ve tâbiînin görüşü bulunmayan bazı itikâdı meseleleri de yeni bir metodla inceleyerek, gerektikçe akli yorum ve te’vile gidenlere ise ehl-i sünneti âmme adı verildi. Eş’âriyye ve Mâtûridîyye gibi.[27]

Ehl-i Sünnet âlimleri; Başta İmam Eş’ârî, İmam Mâturîdî olmak üzere, İmam Gazâlı, Fahriddün er-Râzı, Sadeddin Taftazanî, Seyyid Ali el-Cürcânî ve İbn Teymiye, ehl-i sünnet akîdesini aklı ve naklî delillerle güçlendirmişler, başta Mu’tezile ve diğer bid’at ehl-i mezhep ve fırkalarla mücadele etmişler, onların Kitap ve sünnete aykırı, görüşlerini reddetmişler, Aristo ve O’nun gibi düşünen Yunan ve Müslüman filozofların sapık, mesnedsiz ve batıl fikirlerini çürütmüşlerdir.

Kısaca ehl-i sünnet: Selefiyye ve Mâtûridîyye ve Eş’âriyye olarak metod bakımından üçe ayrılmaktadır. Yukarıda da işaret edildiği gibi selefiyye, yorum ve teşbihe kaçmadan nasları olduğu gibi kabul edenlerin mezhebidir. Meselâ

İmam Malik: “Şüphesiz ki Rabbiniz Allah, gökleri ve yeri altı günde yarattı, sonra da Arş üzerinde istivâ etti” (el-A’râf: 7/154) âyetinin tefsirinde: “İstivâ malumdur, keyfiyyeti ise meçhuldür. Bu konuda soru sormak bid’attır” demiş, teşbih ve te’vile gitmemiştir.[28]

İmam Mâturîdî ve Eş’arî’nin temsil ettiği ehl-i sünnet-i âmme ise, Cenab-ı Hakkı mahlukata benzetmekten tenzih gayesiyle müteşâbih nassları te’vil etmişlerdir. Arş üzerinde istiva etti sözünü “Arşda hükümran oldu” Allah’ın eli sözünü Allah’ın kudreti ve rahmeti olarak te’vil etmeleri gibi.

Maturidîler ile Eş’ariler arasında da bazı lâfzi ihtilâflar vardır. Bu ihtilâfları onüçten elliye kadar çıkaranlar olmuştur.[29]

Öte yandan mezhepler, siyâsi fıkhı ve itikâdı olarak birçok meselede biribirleriyle bağlantılıdırlar. Aynı mezhep içinde birçok farklı eğilimler bulunabilmektedir. Meselâ; Fıkhi, ameli konularda Sünnîlerin önemli bir kısmı, Hanefi’dir. Hanefilerin büyük çoğunluğu itikâdı konularda Mâtûridî’dirler. Ehl-i Sünnetten Şafîi ve Maliki olanların çoğu itikatta Eş’âri, Hanbeliler ise genelde Selefîdirler.

Ebû Hanîfe, Mâlik, Şâfii, Ahmed b. Hanbel, Mâtûridî, Eş’âri, Ebû Bekr el-Bakıllânı, Abdulkâdir el-Bağdâdi, İmamu’l-Harameyn el-Cüveyni, İmam Gazzâli, Fahreddin er-Râzî ve Nasıruddin el-Beyzâvi gibi âlimler, ehl-i sünnetin önde gelen simâlarıdır.

İbni Teymiyye ile İbnü’l-Kayyim el-Cevziyye gibi selef mesleğini tercih eden bazı âlimler son asırlarda, Selefiyye diye bilinen Ehl-i Sünnet-i Hassâ mezhebini ihya ve neşre çalışmışlardır. İslâm âleminin büyük çoğunluğu itikadda Eş’âri veya Mâtûridî diye şöhret bulan ehl-i sünnet-i Âmme mezhebi üzeredirler.

Abdulkâdir el-Bağdâdi’ye göre, ehli sünnet sekiz zümreden meydana gelmektedir:

1- Ehl-i bid’atın hatalarına düşmeyen kelâm âlimleri,

2- Sevri, Evzâî, Dâvûd ez-Zahiri dahil büyük müctehid fakihler ve mensupları,

3- Muhaddisler,

4- Ehl-i bid’ate meyletmeyen sarf, nahv, lugat ve edebiyat âlimleri,

5- Ehl-i sünnet görüşüne sadık kalan kıraat imamları ve müfessirler,

6- Müteşerrî Sufiyye, yani şeriate bağlı tasavvuf ehli,

7– Ehl-i sünnet yolundan ayrılmayan müslüman mücahidler,

8- Ehl-i sünnet akîdesinin yayıldığı memleket ahalisi.[30]

İslâm dünyasının büyük bir çoğunluğunu oluşturan Sünnîlik sadece bir isim, sıfat veya mezhep değil, bütünüyle bir yaşam tarzıdır ki, tamamen Kitap ve Sünnete uygun olarak İslâm’ın hayata tatbikidir.

İtikadda orta yol, ehl-i sünnetin yoludur. Ümmet-i Muhammed (s.a.s.)’in ana özelliği, itidaldir. Cenab-ı Hak, bunu şu şekilde belirtiyor: “İşte böylece biz, sizi orta (dengeli) bir ümmet yaptık” (el-Bakara: 2/143).

Câbir b. Abdullah’tan gelen sahih bir rivâyete göre, Hz. Peygamber, toprağa düz bir çizgi çizdi ve bu çizginin üstüne elini koyup, şöyle buyurdu: “İşte bu, Allah’ın yoludur.” Daha sonra o çizginin sağına ve soluna da çizgiler çizdi. “Bunlar da değişik tefrika yollarıdır. Herbirinin başında ona çağıran bir şeytan vardır” dedi. Bilahare şu âyeti okudu: “Bu benim dosdoğru yolumdur. Öyleyse ona uyun. Sizi o’nun yolundan ayıracak başka yollara uymayın” (en-En’âm: 6/153)[31] Hz. Peygamber (s.a.s.) burada dinde sağa sola sapmalara işaret etmiş, doğru yolun ortadaki ehl-i sünnet yolu olduğunu belirtmiştir.

İmam Tahâvî, ehl-i sünnet yolunu şöyle özetlemektedir: Bu din, ifratla tefritin ortası, teşbihle ta’tilin ortası, cebr ile kaderciliğin ortası, ümitsizlikle aşırı güvenin ortası, korku ile ümidin ortası bir yoldur. İşte dinimiz, zâhiren ve bâtınen budur. Tefrika görüşlerden, merdûd mezheplerden, müşebbihe, mûtezile, cehmiyye, cebriyye, kaderiyye v.s. gibi ehl-i sünnet ve’l cemaat’e muhalefet eden, dalâlete sapan mezheplerin görüşleri ehl-i sünnet âlimlerince incelenmiş ve delillere dayanan ikna edici cevaplar verilmiştir.[32]

---------------------------

KAYNAKLAR;

[1] Sehristânî, el-Milel ve\’n-Nihal, (el-Fisâl kenarinda), 1/47.

[2] Müslim, 412, Ibn Mâce, Mukaddime: 1.

[3] Ebû Dâvûd, Sünne: 6, Ahmed b. Hanbel, Müsned: 4/131.

[4] Abdullah b. Zeyd, Sünnetü\’r-Resûl Sakîkatu\’l-Kur\’ân, s.54).

[5] Ebû Dâvûd, Sünne: 5.

[6] Buhâri, Fedâilu\’s-Sahâbe: 1.

[7] Tirmizî, Fiten: 7.

[8] Ibn Mâce. Fiten: 8.

[9] Ibnü\’l-Esir, en-Nihâye: 2/419.

[10] Tirmizî, Fiten: 7.

[11] Tirmizî, Fiten: 7.

[12] Tirmizî, Fiten: 7.

[13] Sehristânî, el-Milel, 1/47.

[14] bk. Buhâri, Ahâd: 1; Müslim, Imâre: 39; Ebû Dâvud, Cihâd: 40, 87; Nesaî, Bia: 34; Ibn Mace, Cihad: 40; Ahmed b. Hanbel, Müsned: 1/94, 409.

[15] Mes\’ûdî, Murücüz-Zeheb: 3/201.

[16] Ibn Kesir, Tefsiru\’l Kur\’an\’il-Azîm: 2/303.

[17] Ibn Ebi Ya\’la, Tabakatu\’l-Hanâbile, Kahire 1952, I, 31.

[18] Ebû Dâvûd, Sünne: I; Tirmizî Iman: 18; Ibn Mace, Fiten: 17; Ahmed b. Hanbel, 11, 332, 111, 145; Hakim, Müstedrek: IV,430.

[19] Bagdadi, el-Fark, s. 8.9.

[20] Ebû Dâvûd, Sünne: 5.

[21] Seyyid Serif Cürcânî, et-Ta\’rifât, s.40. 43.

[22] Ibn Abidin, Reddu\’l-Muhtar: 1/560, 561.

[23] Ibn Âbidin, Reddü\’l-Muhtar: 1/48, 49.

[24] Ibn Âbidin, Reddü\’l-Muhtar: 5/472.

[25] Sehristânî, a.g.e, 1, 15.

[26] Ibn Hazm, el-Fisal: 2/113.

[27] Izmirli Ismail Hakki, Yeni Ilmî Kelâm, s.97.

[28] Kurtubî, Tefsir: 7/217-218.

[29] Bekir Topaloglu, Kelâm Ilmi, 146.

[30] el-Bagdâdi, el-Fark beynel-Firak, s.313-318; Bekir Topaloglu, a.g.e., s.109-110.

[31] Ibn Mâce, Mukaddime: 2; Dârimî, Mukaddime: 23; Ahmed b. Hanbel, Müsned: 1/435.

[32] Tahâvi, Serhû akiteti\’t- Tahaviyye, 586-588; Samil Islam Ansiklopedisi: 2/67-72.

Talat Koçyiğit –  Hadis Tarihi’nden Alıntılanmıştır

Devamını Oku »

Teokrasi

Bu bahsi bitirmeden, teokrasi konusuna da kısaca değinmenin yararlı olacağını hissediyorum. Teokrasi (theocracy) kelimesi Batı siyaset terminolojisinde aynı zamanda iki anlamı birden içermektedir. 1. Doğrudan doğruya Allah'ın hükmünün hakim olduğu hükümet sistemi, 2. Allah namına papazların (din adamlarının, ruhban sınıfının) idaresi ve böyle idare olunan ülkeler.

Herhangi bir Batı dili metninde bu kelimeyle karşılaşan birinin aklına bir "kavram" olarak bu iki anlam birden gelir. Kelimeye verilen bu iki anlamı ayn ayn düşünmek mümkün değildir. Çünkü Batının laik yönetimlerinde, Allah'ın hükmüyle (daha dar bir anlamda Hıristiyanı hükümle) hükümet etmek ancak ve yalnız "ruhban sınıfına" mahsus bir özellik diye bilinir. Başka bir ifadeyle, Batılı biri, dinî hükümle idare edilen bir hükümet sistemi denilince, bu hükümetin kadrosunu teokratların (theocrat) teşkil ettiğini tabiî olarak düşünür. Teokrasi kelimesine, anlaşılmada kolaylık olsun diye şimdi yaptığımız iki şıklı anlamı ayrı ayrı değil, fakat bir bütün olarak aynı anda verir. Böylece İslâmiyet'te teokratik idare şeklinin mümkün olmayacağını da söylemiş oluyoruz. Çünkü İslâmiyet'te ayn bir ruhban sınıfı olmadığından, ruhban sınıfına mahsus bir idare de söz konusu değildir.

Kaynak:

Rasim Özdenören-Kafa Karıştıran Kelimeler
Devamını Oku »

Avrupa'nın Yeni Bir İhraç Meta

Batılılaşma miti  eskiyince, yeni bir yalan çıktı sahneye… Daha doğrusu, aynı nâzenin taze bir makyajla arz-ı endâm etti.

Filhakika , intelijansiyamızın  şerefine şampanya şişeleri patlattığı bu sözde bâkire, Tanzimat'tan beri tanıdığımız "Batılılaşma'nın" ta kendisi.

"Çağdaşlaşmak", Avrupa'nın yeni bir ihraç metaı, kokain ve LSD  gibi… Şuuru felçe uğratan bir zehir. "Çağ-dışılık" ithamı, iftiraların en alçakçası, en abesi. Aynı çağda muhtelif çağlar vardır. Çağdaşlaşmak neden hıristiyan Batı'nın putlarına perestiş olsun?

Bu, kendi derisinden çıkmak, kendi mukaddeslerini inkar etmek ve peşin peşin köleliğe razı olmak değil mi?... Biz apayrı bir medeniyetin çocuklarıyız; düşman bir medeniyetin, bambaşka ölçüleri olan, çok daha eski, çok daha asîl, çok daha insanca bir medeniyetin.

Çağdaşlaşmanın halk vicdanında adı asrîleşmektir; asrîleşmek, yani maskaralaşmak, gâvurlaşmak. Kırk yıllık Kâni'nin Yâni olamıyacağı, Türk'ün akl-ı selimi için bedâhetlerin bedâheti; bir medeniyetin başka bir medeniyete istihale  edemeyeceği Danilevsky'den  beri bir kaziyye-ı muhkeme.


Bu Ülke, İletişim Yayınları, İstanbul 1996. s.97-98.
Devamını Oku »

Milliyetçilik ve Batı

Milliyetçilik ve Batı

Milliyetçilik mefhumu, doğrudan doğruya batıdan ithal edilen bir mefhumdur. İslamiyet bütün insaniyete şamildir ve biliyorsunuz ki kıtaları ikiye bölmüştür: Darü'l-Harp, Darü'l-iman diye.Daru'l İman,vahdet mefhumu etrafında toplanan insanlardan müteşekkil.Irk,kafatası..ayrımı yok.Avrupa bu vahdeti hiçbir zaman gerçekleştirememiş.Barbar istilalarından sonra birlik kuraramamışlardır.Hırıstiyanlık birleştirci unsur olamamıştır.Kavim kendi müşterek hareket etmiş ama,kendi arasında zaman zaman kavga da etmiş.

Halil Açıkgöz - Cemil Meriç İle Sohbetler
Devamını Oku »

Avrupa'nın Asya'daki Amacı Avrupalılaştırmak

Avrupa'nın Asya'daki Amacı Avrupalılaştırmak

...Demek ki, Avrupanın Asyayı hâkimiyeti altına almak temayülü tek kelimede billurlaşır: Avrupalılaştırmak. Bu emeli gerçekleştirmek için önce silaha başvurulur. Asyanın, daha doğrusu İslâm-Türkün mukabil taarruzu Haçlı emellerini akamete uğratınca, açık savaşın yerini soğuk savaş alır. Emperyalistler Asya ya dostça hulule çalışırlar. Bunun için her vasıta meşru görülür. Yalan, desise, riya... Kapitalizm Osmanlıyı hiçbir zaman emellerine râm edemez. Hıristiyan Batı nın terbiyesi çağdan çağa değişir. Sosyalizm Avrupalılaştırmanın son silahıdır. Manevi planda muzaffer olmaya başlayan bir silah. Batı nın teslim alamadığı tek kale: İslâmiyet. Yani ikbal devirlerinde Şarkın zaferini ve üstünlüğünü sağlayan, idbar devirlerinde büsbütün yok olmasını önleyen manevi güç.

Biz kıtalar arasında ezeli bir savaş olduğuna inanmıyoruz. Savaş Avrupalının ruhundadır. Sınıflar arası savaş, milletler arası savaş, tabiata karşı savaş, dünyaya karşı savaş... Nizamını bir türlü kuramayan bir tedirgin ruh... Arzı geniş bir salhaneye çevirmiştir ve çevirmektedir. Asya Avrupalılaşamaz, İslâm Hıristiyanlaşamaz. Tarih ırmağı yatağını değiştiremez. İnsanlığın fetihlerini belli bir kıtanın inhisarında görmek gafletlerin en büyüğüdür. Biz iki kıtanın, daha doğrusu kıtaların cihanşümul bir teavün içinde el ele vereceklerine inanmak istiyoruz.

Cemil Meriç İle Sohbetler - Halil Açıkgöz
Devamını Oku »

Türk-İslam Dünyasında Fikir Üretimi Neden Durdu?

Türk-İslam Dünyasında Fikir Üretimi Neden Durdu?

Efendim, son olarak şunu soracağım: Türk-İslam dünyasında fikri üretim asırlardan beri durmuş. Büyüyen, devleşen ve her gün bizi biraz daha tüketen, yutan problemlere ileri, yapıcı çözümler gelmemiş. Çözülmesi gereken temel problem bu sanıyorum. Bu konuda hareket noktamız ne olmalı, nasıl bir yol takip edilmeli sizce?

Yıllardan beri bu konular etrafında düşünenn bir insan olarak vardığım neticeleri şöyle hülasa edebilirim:

1- Batılılaşmak, Avrupalılaşmak, çağdaşlaşmak gibi maskaralıklarla alakamızı kesmeliyiz. Önce kelimelerden başlamalıyız işe. Biz ne geri kalmış, ne geri bırakılmış toplumuz. Dünya milletlerini ileri-geri diye zümreye bölmek hâmakatlerin en büyüğüdür. Bir kere bunu kabul edince Avrupa’nın mutlak vesayetine talip olmak mecburidir. Bugünkü toplumlar ikiye ayrılmıştır: sanayileşmiş, sanayileşememiş. Sanayileşmek insan saadetine ne getirmiştir ve getirebilir? Bu ayrı bir münakaşa konusu. Fakat yegâne ilmi tasnif sanayileşmiş-sanayileşmemiş tasnifi. Çağdaşlaşmak ise kaypak, karanlık, murdar bir mefhum: ölçüsü yok, hudutları belli değil. Sanayileşmenin iyi tarafı hiçbir değer hükmü belirtmemesidir. Sanayileşmenin şimdiye kadar malum olan iki modeli vardır. Kapitalizmin, başka bir tabirle liberal dünyanın takip ettiği yol ve sosyalizmlerin temsil ettiği yol.

2- Sanayileşmek istiyorsak bu iki yoldan birini seçmek zorundayız. Yalnız, sanayileşmeyi yapacak olan insandır. Yani istihsalin en büyük gücü ve yegâne mimarı insan kal’asıdır. Önce bu kafayı yaratmak zorundayız. Tarihten kopan, mazisi olmayan, kendi kendine ihanet eden, mukaddesleri olmayan bir kalabalık insan vasfına layık değildir. Önce homo sapiens, yani düşünen insan… Düşünen insanın il vasfı homo moralis, ahlaki değerleri olan insan olmaktır. Homo faber(alet yapan insan), insanın en az insan olan türü. Bir insan cemiyeti değil, bir toz yığını haline geldik. Birbirini tahripten başka kaygısı olmayan bu şuursuz yığının belli değerler etrafında toplanması, hayatiyetinin biricik şartıdır. Bu değerler sun’i olarak imal edilemez. Tarihten alınır. Dilimizi kaybettik. Hürmet edilecek tek makam, tek kişi, tek mukaddes bırakmadık. Sanayileşmeden önce insanlaşmak zorundayız; insanlaşmak, yani birbirimizi sevmek. Düşünce hiçbir milletin inhisarında değildir.

Kıta isimleri sadece coğrafyayı ilgilendirir. İnsanlığın maddi ve manevi fetihleri falan veya feşmekan ülkenin değil, insanoğlunun mâmelikidir. Avrupalılaşmak veya çağdaşlaşmak ilmin ve aklın fetihlerini benimsemekse hayhay. Ama Avrupa tarihi de cinayetlerle örülüdür. Bu cinayetlerin varisi olmak arzuya şayanmıdır? Israr ediyorum. Bu murdar kelimeleri üçten dokuza kadar boşalamayız artık. Türk’üz, İslam’ız, Asyalıyız. Bu vasıflarımızla sanayileşeceğiz. İnsanlar tarihlerini kendileri yaparlar. Ama belli bir mirasa uyarak. Bu inşânın malzemelerini tarih verir. Tarih reddedilmez.

3- Demek ki yapılacak ilk iş, kendimizi tanımak, zafer ve hezimetlerimizin muhasebesini yapmak, Türk insanının nasıl ve niçin yabancılaştığını tesbit etmektir. Bu tesbitin bize yüklediği ilk vazife, bu paramparça olmuş topluluğu tek millet halinde kaynaştırmaktır. Millet dilsiz, imansız ve tarihsiz olmaz. Bu itibarla bizi bekleyen büyük cihad, önce dilimizi, edebiyatımızı, mukaddeslerimizi içtimaileştirmektir. Biz istesek de, istemesek de sanayileşmeye mahkûmuz. Ama bu sanayileşecek ülke, üzerinde şuursuz bir kalabalığın, yani robotlaşmış esirlerin ülkesi mi olacak? Sanayileşmiş toplumların kamçısı altında çalışan bir ecinniler sürüsü mü olacağız? Yoksa tarihin en büyük medeniyetini yaratmış bir kavmin şuurlu, kaynaşmış fertleri mi? İşte bütün mesele bu.

Bulutları Delen Kartal – Cemil Meriç ile Konuşmalar(sayfa 27,29)
Devamını Oku »

Kültür Emperyalizmi

Günümüzün en büyük davalarından biri kültür emperyalizmi. Mesela yanlış konmuş. Kültür beşeri bir değerdir. İstismar hedefi güden telkin ve propagandaların adı ideolojidir, kültür değil. Kültür deyince, azıcık batılılaşmış bir münevverin aklına -meselâ Şerif Mardin'in- Beethoven, Bach, Leonardo da Vinci, Shakespeare gelir. Ne kadar lüks, ne kadar ince bir silahtır bu. Beethoven'i tanıyacaksınız ve emperyalizme kurban olacaksınız! Kim kurban olacak adam? Beethoven'i 40 milyonda kaç kişi tanıyabilir, kaç kişi zevk alır Bach'tan?

Emperyalizmin bu kadar transandantal silahlara ihtiyacı yoktur. Atom bombasıyla serçe avı! Bu manevi taarruzun önüne geçilemez, ancak tesadüfi hisarlar kurulabilir. Bunlardan birinci dildir. Dil, yani tefekkür. Dil, yani iman. Dil, yani bizi biz yapan bütün değerler. Sonra mensubu olduğumuz medeniyetin tefekkür abideleri. Tefekkürde gümrük olamaz. Bir tesiri başka bir tesirle önleyebiliriz. Pencerelerimizi bir düşünceye açalım, ama vakur, dimdik. Bütün milli ve insani değerlerimizin idrakiyle mağrur. Bu yabancı misafirlere layık oldukları şekilde ve misafir olduklarını bilerek istikbal etmek şartıyla.

Bulutları Delen Kartal - Cemil Meriç syf;47
Devamını Oku »

Varlıklarda Tekamül(Olgunlaşma,Gelişme) Mahiyeti

varlik

Gerçekten de tarihler birbirlerini hatırlatır,fakat asla tekerrür etmezler. Halbuki biz tarihçileri de teselli ederek iddia edelim ki,artık yalnız tarih değil,fizik,kimya,biyoloji,psikoloji,sosyoloji olayları da tekerrür etmezler. İnsan müdrikesi, ayniyet prensibi içinde hareket ederek,benzerlikleri birbirine irca ile tekerrürleri elde ettiğini sanmaktadır. Tekerrür dış realite ile değil,realite atı bir prensiple izah olunacak bir zihni olaydır. Duyuların realitesi,tekerrürleri değil,değişikleri,ancak bir diğerini hatırlatacak tarzda ifade etmektedir.

İçinde var olduğumuz ve içimizde taşıdığımız realitenin duyularımıza ve müdrikemize göre daima bir değişiklik içinde olduğunu görüyoruz.İçinde bulunduğumuz şu zaman ve mekanda gördüğümüz varlıklar ve olaylar yüzlerce,binlerce ve milyonlarca yıl önce aynen bu yapı ve fonksiyonları içinde değillerdi.Bunu, jeolojik, antropolojik, biyolojik, sosyolojik ve tarihi araştırmalar kesinlikle ortaya koyuyor.

Bu değişikliklerin yönü üzerinde bazı münferit tereddütlere rastlanmakla beraber, bu değişiklikleri "tekâmül" olarak isimlendirenler pek çoktur. Cansız sanılan varlıklardan, ilkel ve bitkisel canlılara, ilkel ve tek hücreli hayvansal hayata, derece derece karmaşık organizmalara ve nihayet insana kadar gelindiği sanılmaktadır.

Gerçi bu konuda, yani tekâmülün mahiyeti etrafında derin çatışmalar ve ihtilâflar olmasına rağmen "tekâmülü" prensip olarak kabul edenler ağır basmışlardır. Yüzyıllardan beri ve çağlardan beri süregelen, ister bir çizgi halinde, ister küresel bir infilâk halinde olsun, anorganik, organik, biyolojik, psikolojik ve sosyolojik değişmeleri "tereddiden" çok "tekâmül" olarak kabul etmişiz.

Varlık ve oluş mükemmele doğru değişim geçirmektedir sanıyoruz. Oluşun gerisinde ilkellik, ilerisinde ise mükemmellik var sanıyoruz. Sanki sadece müdrikemiz değil, bizzat dışımızdaki Varlıklar bile kendilerini kovalayan bir tehlikeden kaçmaktadırlar.

Her varlık kaostan kurtulmak, sağlam bir organizasyona kavuşmak için çırpınmaktadır. Elektronlar belirli bir çekirdek etrafında, belirli sayılarda kümelenirken, atomlar kendi aralarında molekülleri ve daha bü-yük kitleleri meydana getirirken, anorganik yapılardan asitlere, bazlara geçilirken aminoasitlerden koaservatlara, proteinlere, ilk canlılara ve nihayet kompleks organizasyonlara geçilirken sanki hedef kaos tehlikesini tamamen bertaraf etmektir. Tekâmül, bu değişmelerin ve gelişmelerin tam bir organizasyon halinde belirmesi demektir.



S.Ahmed Arvasi-İnsan ve İnsan Ötesi
Devamını Oku »

İlkel İnsan Kavramı Üzerine

Asla unutulmamalıdır ki, "İlkel insan" terimi ile kastedi­len ne ilk insandır, ne de ilk insanlardır. İlk insan ve O’na ina­nanlar "Cennet"te İlâhi terbiyeden geçen Hz. Adem, Hz. Hav­va ve çocukları "medenî" idiler. İnsanlık, onların tebliğlerin­den uzaklaştıkça, "somut"a tapınan bir idrâke mahkûm ol­dukça ilkelleşti. "İlkel" kafaya, idrâke sahip insanlar, her de­virde mevcuttur.

20. yüzyılda, ilk feza uçuşunu yapan Rus uzay adamı Ga- garin: "Fezada Tanrı'yı bulamadım" demekle "ilkel" bir dü­şüncenin içinde bulunduğunu ortaya koymaktadır. Çünkü Tanrı'yı obje'de aramak "putperestin" özelliğidir. Duyular, Yaradanı değil, yaratıkları idrâk edebilecek güçtedir.

İlkel insanın İdrakinde,tanımak,sevmek ve tapınmak kavramları bitişik durur ve aynı mana içinde görünürler.İlkel gelişmeleri sezemezler. O, bir kaya parçasını kaos olmaktan çıkarır,  kısmen düzene sokar, ona kendinden birşeyler katar, ona aynı anda büyük bir sevgi duyar ve tapınır. Ona, güneşin oğlu, bulutların kızı olduğunu söyleyiniz, yanında oturan annesi ile  beraber buna inanırlar, duygulanırlar ve pek az hayret ederler. Ancak ilkel, kaosu sevmez, ama ondan da bir türlü kurtulamaz. İlkel insan, hürriyetten ziyade düzenin peşindedir. Mağara  duvarlarına çizdiği resimler, meydana getirdiği meskenler, yaptığı âletler kurduğu pazarlar, düğünleri, törenleri, savaşları düzen özlemine rağmen, kaosa yakın durur. İlk medeniyet kaosun yenilmesi ile kurulacaktır.

S.Ahmed Arvasi,İnsan ve İnsan Ötesi
Devamını Oku »

Tekamul ve Tekerrür

Kaostan korkuyoruz ve fakat tekerrür de midemizi bulandırıyor.

Müsbet ilimler,akıl,mantık,artık bu noktada insana yetmiyor,bize yetmiyor.

Kanunların,kaidelerin,prensiplerin kuruluğu,katılığı,mekanikliği,monotonluğu boğuyor bizi.

Çünkü; müdrikemizde bu çileyi çeken bir kaabıliyet var.Müdrikemiz,kaostan tekerrüre sığınıyor, lâkin tekerrürlerden bunalıyor, hayatın eğilimine uyarak , değişme, yenilenme ve ilerleme demek olan tekamülün hızını yavaş ve onun getirdiği yenileşmeyi az buluyor. Müthiş bir hız ve müthiş bir yenilik önlemi duyuyor varlığında. Çevresinde gördüğü katılaşmaların takozlaşmaların kendi varlığına, duygu. fikir ve davranışlarınâ sirayet edip köleleştiğini gördükçe huzursuzluğu artmaktadır. İnsan idrâki, kalıpların, kaidelerin, kanunların, prensiplerin kendini sıkboğaz ettiğini gördükçe bunalıyor. Sert bir isyan çığlığı basarak yerinden sıçrayıp derin bir nefes almak, esaret getirici kayıtlardan kurtulmak istiyor Bu ihtiyacını resim, şiir, müzik, ritim ve figürlere aksettiriyor; hayatına ve davranışlarına katıyor, tabiat ve sosyeteye yeni biçimler verme çabasına ve eserleri ile, yahut aksiyonu ile katılıyor. Böylece dev zekâlar büyük eser ve aksiyonlara vesile olurken, daha zayıf ve cılız olanları acaiplıklere ve saçmalıklara doğru anarşist ve olumsuz davranışlar ve aksiyonlar geliştirmektedirler.

Her ne ise, bu durum, insanın, tekerrürün boğucu sıkıntısını tekamulün ağır aksak yürüyüşü ile tatmin edemiyeceğini ortaya koyuyor.İnsan, kendini oluşma hamlesini kucağında görmek istiyor.



 S.Ahmed Arvasi
Devamını Oku »

Batı Uygarlığı ile İslam Uygarlığını Karşılaştıranlar Yanılıyolar

Batı Uygarlığı ile İslam Uygarlığını Karşılaştıranlar Yanılıyolar

Bazı düşünürler Batı uygarlığını,İslam uygarlığıyla izaha çalışırlar.Bunlardan kimisi,özellikle Endülüs ve Sicilya'daki İslam medreselerinin önemli rolü üzerinde durarak,buralarda birçok batılı öğrecilerin okuduğunu söz ederek,adeta Batı uygarlığının tamamen İslamdan kaynaklandığını ileriye sürerler.Bu görüş Rönesans'ı İslam uygarlığının bir uzantısı saymaktadır.

Bu düşünceye göre Batı uygarlığı bizden alarak onu işlemiş,geliştirmiş,bugünkü seviyeye ulaştırmıştır.Dolayısıyla Batı uygarlığı,özü bakımından İslam'a aittir.Şimdi biz onu alırsak , kendi kaybettiğimize,kendi malımıza kavuşmuş oluruz, diye düşünürler.

Tanzimat, Meşrutiyet ve hatta daha sonraki dönemlerimizin birçok fikir ve sanat adamları bu görüş içindedirler. Bunlar Batı uygarlığını büyük ve erişilmesi gerekli bir vakıa olacak kabul etmiş kişilerdir. Batıya açılmamızda zaruret görürler. Vaktiyle bizden alındığı gibi, onlardan da alınması gerektiğini ileri sürerler uygarlığın. Fakat bu transfer esnasında bir şeye dikkat etmemiz gerektiğini savunurlar, “örfümüzü ahlakımızı ve dinimizi koruyalım'' derler.

Şimdi bu anlayışın yanılgısı üzerinde duralım. Bilindiği gibi Batı uygarlığının yeni teşekkülü olan Rönesans aslında Batı'nın kendi tarihi uygarlık temellerine bir dönüş hareketiydi. Antik Yanan düşüncesini yeni baştan gündeme alma olayıydı. Ayrıca Roma hukuk ve nizamını tekrar canlandırma ve yorumlama hareketiydi. Ve nihayet, gerçeğinden saptırılmış olduğu kabul edilen Hıristiyan inancını, özellikle duyarlığını yeniden düzenleme faaliyetiydi. Bütün bunlarla birlikle Hristiyan imparatorluğunun denetiminde olan Avrupa’daki feodal düzeni, gelişen burjuvaziyi arkalarına alarak ulusal bir düzen anlayışıyla değiştirmekti.

Şimdi soralım: Bütün bunların hangisinde, İslam uygarlığını temel yapma gibi bir öz mevcuttur?

Rönesans'ın İslam'la ilgili yanı bir uygarlık ortaklığı şeklinde değil, bîr düşmanlık biçimindedir. Yani sadece şudur: Kutsal Kilise imparatorluğunun, yürüttüğü bütün Haçlı seferlerine rağmen, İslam dünyasına karşı hiçbir başarı kazanamamış olması üzerine, İslam’la başa çıkmak adına sevk ve idareyi kiliseden alarak yeni ulusal güçlere vermesi ve bu noktaya varabilmek için ise kendisini tarihi kaynaklarıyla donatmak ihtiyacını duyması.

Yani batılı, tam bir batılı olmanın bilincine Rönesans'la ermeye başlamıştır. İslam uygarlığına aykırı ve düşman olmanın yeni düzenlemesi Rönesans'la yürürlüğe girmiştir, önceki düşmanlıklar özellikle Haçlı Seferleri Hıristiyan dünyasının Müslümanları tanımasına geniş ölçüde fırsat vermiş; bu fırsat, İslam'a düşmanlığı daha da çoğaltmış, bu anda da İslam dünyasını alt etmenin ancak yeni bir uygarlıkla mümkün olacağı fikrinin doğmasına sebebiyet vermişti. Yani Avrupa’nın İslam'a aykırı bir uygarlık geliştirmesinin zeminini oluşturmuştu sadece. Asıl büyük düşmanlık sonradan Rönesans'la gelecektir.

Kısacası Batı uygarlığı ile İslam uygarlığı birbirinden farklı. hatta aykırı iki dünyayı belirler.

Ayrı Bir Uygarlık

Nasıl ki İslam uygarlığının temelinde yunan düşüncesi yoksa Batı uygarlığında da öylece İslam yoktur. Nasıl ki birçok uygarlıkta bir başka uygarlığı andıran bazı görüntüler bulunabilirse, ancak öylece İslam uygarlığıyla Batı uygarlığı arasında bir yakınlık söz konusudur. Bu görüntü, ya da yakınlık kesinlikle bir eşitlik, benzerlik anlamında değildir. Nasıl ki sırf ayakları var diye bir kertenkele ile bir güvercin aynı cins yaratıklar değilse; her uzuv her varlığın hilkatine göre teşekkül etmişse, uygarlıklardaki birbirini andıran hususlar da yekdiğerinin aynısı değildir.

Uygarlıklardaki birbirini andıran özellikler insanın fıtratındaki ayniyetle ilgilidir. Ama bu fıtri ayniyet, uygarlıkların farklı gelişme ortamı bulmasını önleyemiyor. Çünkü toplumların tarihi, sosyal ve kültürel kaderleri fıtrata tabi bir çizgi içinde gelişmiyor, beşeri müdahalelerin, ilahi özü çarpıttığına ve ona aykırı gelenek kurduğuna da şahit oluyoruz. Bu bakımdan uygarlıklar farklı olarak oluşmaktadır.
Bütün insanların İslam fıtratı üzere doğduğu halde, aile çevresinden başlayarak, içinde bulunduğu topluma kadar geniş bir çevre,onun farklı bir insan, yani farklı bir uygarlığın üyesi olarak yetişmesini sağlıyor.

Kişinin yetiştiği, kendisini bir üyesi olarak bulduğu toplumun uygarlığı ise, ya İslam gibi tamamen ilahi bir kaynağa, yani vahye bağlı bir uygarlık olmakta veya asıl ağırlığını insan zekâsının yoğurduğu ve tamamen ilahi Özden yoksun, doğrudan doğruya insanın zihni ve ruhi spekülasyonunun ortaya koyduğu dalalete bağlı bir uygarlık olmaktadır.Çoktanrıcı putperest inançlardan kaynaklanan uygarlıklar bu türdendir. İnsanoğlu bu iki uygarlıktan birine bağlı bir toplum içinde gözünü açmaktadır. Yani ilahi veya yarı ilahi yahut da batıl bir inanç ve inançlara bağlı olarak gelişmiş bulunan bir uygarlık ortamında doğa gelmiştir.

Bu bakımdan her uygarlığı ayrı bir bütün saymak durumundayız . Bu cümleden olarak Batı uygarlığını, İslam etkisinde, ondan yararlanarak kurulmuş bir uygarlık gibi göremeyiz. Bunun gibi, İslam uygarlığı da kesinlikle Antik Yunan düşüncesinden yararlanarak gelişmemiştir.

Gerçi birçok İslam düşünüründe Antik Yunan düşüncesine yönelme, onları yorumlama, İslam düşüncesiyle bunlar arasında bir dengelemeye gitme çabası görülmemiş değildir. Hatta bu düşünürler Antik Yunan felsefesinin unutulmamasını, onun Batı’ya geçmesini ve Rönesans'ı hazırlamasını sağlayan kişiler olmuşlardır. Bunlardan bazılarının kendilerince bir İslam felsefesi kurmaya çalıştıkları da bilinmektedir. Ne var ki bütün bu çabalan İslam uygarlığının verileri arasında göremeyiz.

İslam uygarlığının gelişmesini, yayılmasını sağlayanlar, kendini putçu Yunan düşüncesine kaptıran felsefe adamları değil; Kur'an ve Sünnet’e bağlı kalarak yorumlar getiren bilginlerdir. Bunların çalışmalarına ‘‘felsefe" değil “hikmet” diyoruz.

Değil yalnız Eski Yunan düşüncesinin çizgisi içinde düşünen,fikir imal eden düşünürler, eski İran inançlarıyla İslam arasında bazı unsurlar yakalayarak yeni terkibe giden fikircilerin ürettikleri görüşleri de aynı şekilde İslam uygarlığının dışında mütalaa etmek zorundayız.

Ehl- i sünnet itikadının ötesinde kalan her türlü telifi, İslam’ın, onun uygarlığının ürünleri olarak sayamayız. Çünkü İslam kendisinin dışındaki hiçbir düşünce sistemine muhtaç olmayan büyük ve eksiksiz bir nizamdır.Uygarlığının bütün kaynağı da bizzat bu nizamdır

M.Akif İnan,Din ve Uygarlık

Devamını Oku »

Rönesans

Rönesansı da, reformu da başlatan birçok sebeplerle birlikte asıl temel sebebin, doğrudan doğruya kilisenin belli ve düzenli bir dünya görüşü hassasiyetine dayanmayan hüviyeti ve buna rağmen zor yoluyla sağladığı hâkimiyet olduğunda adeta ittifak vardır.
Nitekim kiliseyi reddetmekle işe başlayan bu hareketler, Hıristiyan dünyasında hızla, bir kamuoyu oluşturmuş, yeni ve din dışı bir uygarlığın kurulmasını gerçekleştirmiştir.

Bugünkü Batı uygarlığı ve teknolojisi içinden dini kovmuş bulunan bu gelişimini, kilise dogmatizmine bir reaksiyon olarak beliren bütün fikir hareketlerinde gördüğümüz devlet ve hukuk anlayıştan yine kilisenin dogmalarında mevcut olmayan bu anlayış boşluğunu cevaplamak ihtiyacından doğmuştur. Ve bütün bu anlayışlarda rastladığımız akılcılık, maddecilik, müspetçilik, insancılık gibi nitelikler aslında Ortaçağ skolastiğine duyulan sonu gelmez nefret dolayısıyla dini, hayattan tecrit etme duygusu ve düşüncesiyle ilgilidir.

Batıda görülen ruhçu mistik görüşlerde bile, dini hayattan kovma çabası gizlidir. Bu çaba batının düşünme temeline yerleşti. Bütün ruhçu düşünme sistemlerinde dahi Bati, aklının fitnesini kendine rehber yapmıştır. Onun ruhçuluğu da aklının ve hayalinin spekülasyonudur Rönesans’tan beri.

Akif İnan,Din ve Uygarlık
Devamını Oku »

Çağdaşlık Nedir ?

“Çağdaş uygarlık” denildiğinde, bundan Batı uygarlığını” anlamak yanlıştır. Çağ içinde var oba, hayatiyetini koruyan hangi uygarlık olursa olsun “çağdaştır” çünkü.

İslam uygarlığının düşmanları, yani batıcılar, çağdaşlaşmayı batılılaşma ile eş anlamda kullanarak, zihinleri teşevvüşe verdiler. Bütün davaları İslam düzenini yürürlükten kaldırmaktı onların. Çünkü bir düzenin ortadan kaldırılması o düzenin dayandığı uygarlığın donmasına, gelişmemesine, giderek eskimesine yani “çağdışı” kalmasına sebep olacaktır. Uygarlığı geliştiren düzendir. Sosyal ve siyasal kuramlardır.

Bazılarına göre “Çağdaş”lıktan kasıt İslam'dır.

Aslında çağımızda iki büyük uygarlık vardır biri İslam diğeri Batı uygarlığıdır. İslam uygarlının bütün unsurları İslam toplumu içinde vardır, diridir, yaşanmaktadır. Bir kültür ve yaşama biçimi olarak hayatiyetini sürdürmektedir. Ama devletten yoksundur. Batı uygarlığı ise örgüttür dış görünüşü bakımından bazı aykırılıkları var gibi görünse de yeryüzünün bütün kıtalarında çok sayıda devlete maliktir. Batı uygarlığı hele özellikle geliştirdiği teknikten de yararlanarak kendini çağdaş uygarlığın tek temsilcisi olarak ileriye sürmüştür.

Kendini çağdaş, kendi dışındakileri çağ dışı göstermek Batı uygarlığının bir aldatmacasıdır. Diğer uygarlıkları çağdan uzaklaştırmanın yolunu böyle bulmuştur Batı...

Batıcılar ise bu fikre, bu inanışa bağlanmış olanlardır. Yani çağdaşlaşmayı batılılaşma ile kaim görmüşlerdir

 M.Akif İnan


Devamını Oku »

Elhamdülillah Sözünün Manası

Elhamdulillah



Yüce Allah'ın: "el-hamdülillah" buyruğu ile ilgili olarak Cafer es-Sadık'ın şöyle dediği de zikredilmektedir: Şanı yüce Allah'ı kendi zatını nitelendirdi­ği şekilde sıfatlarıyla öven kimse Allah'a hamdetmiş olur. Çünkü "hamd" ke­limesi, "h, m, d" harflerinden meydana gelmiştir. Ha, vahdaniyyetten, mim, mülkten, dal ise deymumiyyetten (devamlılıktan, bekadan) gelmektedir. Yüce Allah'ı vahdaniyeti, deymumiyeti ve mülküyle tanıyıp bilen bir kimse gereği gibi tanımış olur. İşte "el-hamdülillah"ın hakikati de budur.

Şakik b. İbrahim de "el-hamdülillah"in tefsirinde şunları söylemektedir: Al­lah'a hamdetmek üç şekilde olur: Birincisi, Allah sana birşey verdiği takdir­de o şeyi sana kimin verdiğini bilip tanımandır. İkincisi, sana verdiği şeye ra­zı olmandır. Üçüncüsü ise onun ihsan ettiği güç senin vücudunda kalmaya devam ettiği sürece herhangi bir şekilde O'na isyan etmemektir. İşte bunlar hamdetmenin şartlarıdır.

İmam Kurtubi Tefsiri cilt:1
Devamını Oku »

Mevla ve Veli Lafızları Hakkındadır

Yüce Allah'ın: "Mevâlî" lafzı ile ilgili olarak şunu belirtelim ki, mevlâ laf­zı birkaç mana hakkında kullanılan müşterek bir lafındır. Azad edene de, edi­lene de mevlâ adı verilmiştir. el-Mevlâ el-Esteİ ve el-Mevlâ el-Âlâ da denilir. Yardımcı olan kimseye de mevla denilir. Nitekim yüce Allah'ın: "Ve çünkü kâ­firlerin ise mevlası yoktur." (Muhammed, 47/11) buyruğunda olduğu gibi. Am­ca oğluna da mevla denilir, komşuya da mevla denilir. Yüce Allah'ın: "Her-biri için mevâlî (mevlalar) kıldık" buyruğuna gelince, burada maksat asa-be bağlandır. Çünkü Peygamber (sav): "(Alacakları belli olan. mirasçıların al­dıkları) paylardan arta kalan en evla erkek asabeye verilir" buyurmuştur.

İmam Kurtubi Tefsiri,cilt:5
Devamını Oku »

Ululemrin Kimliği

Câbir b. Abdullah ile Mücahid der ki: “Emir sahipleri (ululemr)” denilen kimseler, Kur’ân ve ilim ehli olan kimselerdir. Mâlik (Allahın rahmeti üzeri­ne olsun)in tercihi de budur. ed-Dahhak’ın şu sözü de buna yakındır: Yü­ce Allah bununla, fukahayı ve din alimlerini kastetmektedir. Mücahid’den, bur-da sözü geçenlerin, özel olarak Peygamber (sav)’ın ashabı olduğunu söyledığî nakledilmiştir. İkrime’den ise, bununla özel olarak Ebû Bekir ve Ömer (Allah ikisinden de razı olsun) ‘e işaret olduğunu söylediği nakledilmiştir.

 Süf-yan b. Uyeyne, el-Hakem b. Eban’dan şunu rivayet eder:El-Hakem, İkrime’ye Um veledler, (efendilerinden çocuk sahibi olan cariyelerin durumu hakkın­da soru sormuş, o da: Bu kadınlar hür olurlar demiştir. Bunu neye dayana­rak söylüyorsun deyince, o da, Kur’ân-ı Kerime dayanarak, dedi. Ben: Kur’andaki hangi buyruğa dayanarak? diye sordum. O da şöyle dedi: Yüce Allah: “Allaha İtaat edin, Peygambere de itaat edin, sizden olan emir sa­hiplerine de” diye buyurmaktadır. Ömer de emir sahibi kimselerdendi. O de­miştir ki: (Umveled) bir düşük yapacak dahi olsa azad olur. Bu anlamdaki açıklamalar, etraflı bir şekilde, Haşr Sûresi’nde yüce Allah’ın: “Peygamber si­ze ne verdiyse onu alın ve neyi yasak ettiyse sakının (el-Haşr, 59/7) âyeti­ni açıklarken gelecektir.

 İbn Keysan der ki: Emir sahipleri, insanların işleri­ni düzgün bir şekilde çekip çeviren, akıl ve görüş sahibi kimseler demektir.Derim ki: Bu görüşlerin en sahih olanları birincisi ve ikincisidir. Birinci­sinin sahih olması şundan dolayıdır: Emir, asıl itibariyle onlardan (yönetici­lerden) dir ve hükmetmek yetkisi onlara aittir. Buharî ve Müslim de İbn Ab-bas’tan şöyle dediğini rivayet etmektedirler: “Ey iman edenler, Allah’a ita­at edin. Peygambere de itaat edin, sizden olan emir sahiplerine de” buy­ruğu, Sehmili Abdullah b. Huzafe b. Kays b. Adiyy hakkında nazil olmuştur.

Hz. Peygamber onu bir serîyeye komutan olarak göndermişti.Ebû Ömer (îbn Abdi’l-Berr) der ki: Abdullah b. Huzafe şakacılığı ile ta­nınan birisi idi. Onun şakalarından birisi de şudur: Rasullallah (sav) onu bir seriyyeye kumandan tayin etmişti. O da komutası altında bulananlara odun toplayıp ateş yakmalarını emretti. Bu ateşi yakınca, ateşin içerisine kendile­rini atmalarını emretti ve onlara: Rasûlulla(sav) size, bana itaat etmenizi em­retmedi mi? dedi ve: “Kim benim emirime itaat ederse bana itaat etmiş olur” demedi mi? Onlar da şu cevabı verdiler: Bizim Allah’a iman etmemizin, Rasûlüne tabi olmamızın tek sebebi ateşten kurtulalım diyedir. Rasûlullalh (sav) onların yaptıklarını tasvip buyurup şöyle dedi; “Yaratıcıya isyanı gerektiren hususlarda hiçbir yaratılmışa itaat yoktur.”Çünkü yüce Allah: “Kendinizi öldürmeyin” (en-Nisa, 4/29.) dîye buyurdu. Bu. isnadı sahili ve meşhur bir hadistir.



İmam Kurtubi Tefsiri,cilt:5
Devamını Oku »

Salat Nedir ?

Salat, dua ve rahmet anlamlarına gelir. "Allahumme salli ala Muhammed", yani "Allah'ım, Muhammed'e rahmet buyur" ifadesi de buradan gelmekte­dir. Salat ibadet anlamına da gelir. Yüce Allah'ın şu buyruğunda geçen "sa­lat" lafzı böyledir: "Onların Beyti Haram'ın yanındaki ibadetleri ıslık çal­maktan .... başka değildi." (el-Enfal, 8/35) Yine "es-salat" nafile anlamına da gelir. "Ehline namazı emret." (Taha, 20/İ32) buyruğunda olduğu gibi. Sa­lat, teşbih anlamına da gelir. Yüce Allah'ın: "Eğer o gerçekten teşbih eden­lerden olmasaydı" (es-Saffat, 37/143) Yani, musallilerden olmasaydı, anlamı-nadır. Nitekim kuşluk namazını ifade etmek üzere "sübhatü'd-duha" tabiri de buradan gelmektedir. "Seni hamdinle teşbih ederiz." (el-Bakara, 2/30) buy­ruğu ile ilgili olarak "namaz kılarız, salat ederiz" şeklinde de açıklanmıştır.

Salat, okumak anlamına da gelir. Yüce Allah'ın şu buyruğunda bu anla­madır: "Dua yaparken, sesini pek yükseltme ve pek kısma da." (el-İsra, 17/110) Buna göre "salat" lafzı müşterek bir lafızdır. Yine salat içinde namaz kılınan ev anlamına da gelir. Bunu İbn Faris söylemiştir. Salat'ın bu bildiğimiz ibadet için öngörülmüş özel bir isim olduğu da söylenmiştir. Çünkü şanı yüce Allah şeriatsız hiçbir zaman bırakmadığı, namazsız hiçbir şeriat de yoktur. Bu görüşü Ebu Nasr el-Kuşeyri nakletmiştir.

İmam Kurtubi
Devamını Oku »

Türklük Kavramı Üzerine

Bernard Lewis’in de belirttiği gibi, “Türk” kavramı, İslamiyet’le öylesine eş anlamlıydı ki; bilhassa Osmanlı dönemindeki Müslüman ahali “Türk” diye adlandırıldığı gibi, bir gayrimüslimin Müslümanlığı kabul etmesi de “Türk oldu” diye ifade edilirdi. Bu durum, dünya Müslümanları içinde özellikle "sine-i selase" (üç kucak) denilen üç dilden (Arapça, Farsça vç Türkçe) biri olan Türkçenin ortak dil olarak kullanıldığı alandaki Müslüman ahali için daha fazla geçerliydi.

‘Türk’ ve “Müslüman” terimlerinin, genellikle Araplar ile Fars- lar dışındaki Müslümanlar için kullanıldığına ilk defa şahit olduğumuz eserlerden biri, Âşıkpaşazade’nin yazdığı “Tevârih-i Âl-i Osman" yani “Osmanlı Hanedanı Tarihi” diye adlandırılan tarih kitabıdır. Bekriye tarikatına mensup olduğu için kendisini “Derviş Ah- med Âşıkî” (1393-1481) diye tanıtan bu zat, Sultan İkinci Murat ve Fatih Sultan Mehmet dönemlerinde yaşamıştır. Bahsettiğimiz eserinde Osmanlı hanedanını Oğuz Han’a dayandırmış, devletin sosyal yapısını ise aynı anlamda olmak üzere bazen “Türk” bazen de “Müslüman” kelimeleriyle ifade etmiştir. Mesela Orhan Gazi’nin Bursa Tekfuruna Mihal Bey’i gönderip şehri teslim etmesini istediğinde, Tekfur’un “Türkler bizi incitmesin.” şeklinde talepte bulunduğunu söylemekte ve sonucu da “Elhâsılı Tekfur hisardan çıkınca kapılar kalabalık oldu. Her taraftan Müslümanlar girmeye başladılar.” sözleriyle anlatmaktadır.

Prof. Dr. Şerif Turan; Osmanlı tarihçilerinden Aşıkpaşazade, Yazıcıoğlu ve Neşrî’nin Osmanoğullannı Oğuz Han’a bağladıklarını, daha sonraki tarihçilerden İbn Kemal’in ise Osmanlı devlet ve askerinden “”Türk devleti, Türk askeri” diye bahsettiğini ve bunun da kavmiyete değil, bu topraklar üzerinde tarihî bir gelişmenin mahsulu olan ‘Türk Milleti’ mefhumuna işaret ettiğini söylemektedir.

ABD’nin Visconsin Üniversitesinde kürsü sahibi olan dünyaca Ünlü Türk Tarihçisi Prof. Dr. Kemal Karpat da 2009 yılı Mayıs ayında Türkiye’ye geldiğinde Kanal 24 isimli televizyon kanalındaki bir programda aynı doğrultuda açıklamalar yapmıştır. Karpat’ın söz ko- nusu açıklaması ‘Türk demek Osmanlı ve Müslüman demekti, etnik bir anlam taşımıyordu’’Fransız tarihçi Emest Renan aynı doğrultuda olarak, Türklerin milletleri dine göre anladıklarını söylemiştir Kemal Kirişçi ve Gareth M. Winrow da müşterek çalışmalarında aynı hususiyeti belirtmişlerdir ki, bu çalışmada verilen izahat, kitabımızda “Kürtçülük” başlığı altında nakledilecektir.

Tamamen din temelli olan bu millet anlayışından dolayıdır ki, Büyük Selçuklu Devletinin kurulmasından, Osmanlı’da sözde Türkçü İttihat ve Terakki’nin iktidarına kadar geçen sürede Müslümanların kavmî kimlikleri bir ayrılık olarak görülmemiştir Değişik kavimlere mensup olan şahıslar, tıpkı Hazreti Peygamber (s.a.v.) zamanındaki Bilal-i Habeşî ve Selman-ı Farisî örneklerinde olduğu gibi, Osmanlı'da da kavmi kimlikleriyle anılmışlardır. Mesela Orhan Gazi tarafından 1331 yılında İznik’te kurulan ilk Osmanlı medresesinin birinci müderrisi (profesör) ve mütevellisi (vakıf yöneticisi) Davud-ı Kayseri’dir. Onun vefatından sonra yerine gelense Taceddin-i Kürdî’dir. Napolyon’a karşı Mısırdaki Akka Kalesi’ni savunan Ahmed Paşa da “Cezzar” lakabını almadan önce kavmi- ne atıfla “Boşnak Ahmed Paşa” diye anılıyordu. Osmanlı’da Abaza (Abhaz), Arnavut, Çerkez (Adige), Gürcü gibi kendi kavim adlarıyla anılan çok sayıda devlet ve ilim adamı da olmuştur. Bu durum, sosyal yapımızdaki Müslüman kavimlerden her birinin devleti benimsemesini ve hep birlikte ‘tek millet’ halinde yaşamasını sağlıyordu./ Avnıpalı kavimlerden olup Osmanlı tarihinde çok önemli bir yer tutan Boşnakları, Sırp ve Hırvatlardan ayıran en önemli özellik, Müslüman olmalarıdır. Bu farklılıkları ile Boşnaklar, kendilerini asırlarca “Turçin” (Türk) diye adlandırmışlardır.

Avrupalılar da onları Türk diye kabullenmiştir.

Günümüzün yazarlarından Ahmet Selim de Rumelili olan babasının, şu sözlerini nakleder; "... Rumeli’de her Müslüman’a Türk diyorlardı. İhtida edene ‘Türk oldu’ diyorlardı... Etnik’le metnik’le hiç işim olmaz benim.. ”
Akifin;

Bir zamanlar biz de millet, hem nasıl milletmişiz:
Gelmişiz dünyaya milliyet nedir öğretmişiz!
Kapkaranlıkken bütün âfakı insaniyetin,
Nûr olup fışkırmışız tâ sinesinden zulmetin;
Bir taraftan dînimiz, ahlâkımız, irfanımız;
Bir taraftan seyfe makrun adlimiz, ihsânımız;
Yükselip akvâmı almış fevç fevç âguşuna;
Hepsi dalmış vahdetin âheng-i cûşâcûşuna.. .”

Akif'in, bizim milletimizi anlatırken dinle irtibatlan-dırması ve değişik kavimlerin bir avuçta toplanıp vahdeti bulmasıyla izah etmesi; bir gerçeğin dikkate şayan tespitidir, Bu durumun tasavvufi kavramlarla tam izahı, “kesretten vahdete” (çoklukta birlik) ulaşmaktır. Milletimizin böyle bir terkip ile teşekkülü de, bütün Türkçü-Kürtçü gibi ayrılıkçı teorilere ve tahriklere rağmen bütünlüğünü koruyabilmesi de; halkımızın mensubu olduğu İslam dini ve o dinin bu dünya hayatında kurdurttuğu İslam Medeniyeti sayesindedir

Peki, bir tek millet halinde tutan o İslam Medeniyeti’ni halkımızın idrakinden silmeye çalışanlar kimler oldu? Bu sorunun cevabını, yine dünyaca meşhur iki tarihçimizin anlattıklarında bulacağız. Bu tarihçilerimiz, Prof. Dr. Halil İnalcık ve Prof. Dr. İlber Ortaylı’dır.

Halil İnalcık» Türkçülüğün Osmanlıcılık karşısında doğup, laikleşme paralelinde geliştiğini belirmektedir. İnalcık, bugünkü İslam Ülkelerinde "millî irade" ve “Batılılaşma" gibi anlayışların ilk örneklerinin de Osmanlı'nın son zamanlarındaki Tanzimatçılarla İttihat ve Terakkici sivil-asker bürokratlar olduğunu söylemektedir. İlber Ortaylı da Osmanlı'daki millet anlayışının dinî esaslı olmakla, Han'daki millet (nation) anlayışından tamamen farklı olduğunu belirtmekte; hatta bu farklılığın büyüklüğünü belirtirken, “tercüme bile edilemez" açıklamasını yapmaktadır. Ortaylı, çok önemli bir farklılık olarak İslam millet anlayışında, “gayrimüslim cemaatlerle yan yana yaşama pratiği" olduğundan da bahsetmektedir.

“İslam’da Din, Medeniyet ve Millet İlişkileri” başlığı altında anlatıldığı gibi bu pratik, Hz. Muhammed (s.a.v) tarafından kurulan ilk İslam devletinden beri -bazı dönemlerde ihmal edilmiş de olsa- mevcuttur.

Görüldüğü gibi, İslam medeniyetinde hayalî bir “homojen illet”ten bahsedilmemektedir. Mimarı İslamiyet olan ve asırlarca ¡yaşamış olan gerçek bir milletten bahsedilmektedir. Türkiye’de o Beraberlikten bugüne kalan kavimleri de aynı İslâmî harç bir arada atmaktadır. Bu birliği koruyabilmek için gereken, Batı’nın batıl etnisitesine dayanan kavmiyetçiliklerden uzaklaşmak ve bu birliğin cevherini, yani İslam’ı idrak etmektir. Kısacası maharet; “tek tiplilik hayalleri’’kurmak değil, “kesrette vahdet” (çoklukta birlik) bulmanın sırrına
ermektir.

….Bugün kendilerini “ulusalcı” diye tanıtanlar, İslamiyet’i laikliğin alternatifi bir siyasî rejim diye algıladıkları için, dinden bahsedilmesinden bile rahatsız olmaktadırlar. Kendilerini “milliyetçi” diye tanıtanlar ise, milletimizi diğer Müslümanlardan ayırmak için, milletimizin iman ettiği “Allah indinde tek din” ve cihanşümul olan İslam ı, özel bir muhtevaya büründürerek “Türk Müslümanlığı” diye adlandırmak istemektedirler.
Bu milliyetçi/ulusalcı akım mensuplarının, medeniyet hakkındaki tercihleri de "Muasır (çağdaş) Medeniyet” adı altında “Garp (Batı) Medeniyetindir. İşte, “Batı’da Din, Medeniyet ve Milliyet İlişkisi” başlığı altında görüldüğü gibi şimdi o medeniyet, kendisini “Hıristiyan Medeniyeti” yahut “Protestan Medeniyeti” diye ilan etmektedir.

Hüseyin Dayı, Milliyetçiliğin Dinle Kavgası
Devamını Oku »

Vicdan

‘Vicdan', Arapça v-c-d (vecd, bulmak) kökünden gelir.İîmân cevherinin farkında olmayan kişinin vicdanı olması mümkün değildir. Bu îmândan ve kendisindeki cevherden bihaber yaşayan, vicdanlıymış gibi davranan kişi imansız olduğu halde mümin gibi görünen münâfık gibidir;Din, aşk, hak, güzellik, cennet, hizmet, sevap gibi kavramlar  hâin insanların eline düştüğünde suiistimal» edilmiş bozul-muş deformasyona uğramıştır. Bu anlam kargaşasından mânevi kirlilikten maalesef vicdan kavramı da çok ağır yaralar almıştır. Hele şu son asır kararmış ve kaybolmuş vicdanlara ‘vicdan,vicdan’ diye bağırıp yaygara kopararak kendi vicdansızlıklarını örtmeye çalışan yığınlara şahit olmaktadır.Benim  inanç ve dinim vicdanımdadır’ gibi sözler artık dini literatür olmaktan çıkmış,ateistlerin,dinsizlerin kullandıkları maskelere dönmüştür

Fatih Çıtlak, Aşkın Bir Noktası
Devamını Oku »