Kültür Üretebilen Bir Millet Olmak

Kültür Üretebilen Bir Millet Olmak

Türkiye’nin kültürel daralması sadece modern mimariye, şe­hirciliğe yahut müziğe geçtiği (ya da geçmeye çalıştığı) için de­ğil, öncelikle kültür üretebilen bir millet olma vasfını yitirdiği için sancılı bir süreç olmaya devam ediyor. Bireysel özgünlük ve oto­nomiyle kolektif norm ve kabiliyetlerin buluştuğu yer olan kültür, bir geleneğe bağlı kalarak yaratıcı olma imkanını sunar bize. Kül­tür üretebilen bir millet olmak, bağlı olduğunuz geleneğin size sunduğu hayat alanını canlı tutmakla mümkündür. Tıpkı Cenne Camisi’nin her yıl eriyen yüzeyinin en asli malzeme olan çamurla yeniden takviye edilmesi gibi.

Türkiye bu kabiliyetini yitirdiği için, başka kültürleri, örneğin Avrupa yahut Amerikan kültürünü ne taklit ne de tevarüs ede­biliyor. Çünkü taklidin ve adaptasyonun da bir ölçüsü, biçimi ve standardı var. Taklit ve tevarüs, İslam düşüncesinin kadim Yu­nan ve Hint medeniyetleriyle karşılaşmasında olduğu gibi, bazen yaratıcı sentezlerin doğmasına neden olabilir. Türkiye’nin kül­tür tasavvuru, bugün böyle bir sentezin inşasına imkan vermi­yor. Zira diğer alanlarda olduğu gibi kültür alanında da Avrupa- merkezci estetik hiyerarşilerden henüz bütünüyle kurtulabilmiş değiliz. Geleneksel sanatlarla modern sanatlar arasında kurulan hiyerarşik ilişki, hat, tezhip ve ebru gibi sanatları “zanaat” kate­gorisine indirgerken, resim, heykel gibi sanatları “güzel sanatlar” olarak takdim ediyor ve modernliğin bir işareti olarak kurguluyor.

Aynı şekilde gitar çalmak özgürlükçü ve kentli bir uğraş ola­rak gösterilirken, saz ya da ney çalmak köylü, kısıtlayıcı, şehirli olmayan bir faaliyet olarak takdim ediliyor. Türk sanat müziği ve halk müziğinin Türkiye radyolarında yasaklandığı, “alaturka” müziğin aşağılandığı dönemleri büyük ölçüde geride bıraktık. Ama çağdaşlığın ölçüsü olarak Mozart ve Bethoveen’ı savunan, Itriye saray artığı, Muharrem Ertaş'ın müziğine gelişmemiş mü­zik türü olarak bakan zihniyet kalıpları varlığını çeşitli şekillerde hâlâ devam ettiriyor. Bu kültürel yabancılaşma tavrının arkasın­da estetik duyarlılık kadar, Batı'nın siyasi ve ekonomik hakimiye­tine yapılan bir gönderme olduğunu söylemek mümkün. Bazen siyasi direniş kültürel, hatta sportif bir kimlik de kazanabilir.

Örneğin 19. yüzyıl Hindistan'ında kriket dönemin en siyasi oyunuydu. Müslüman, Hindu ve Sih Hindistanlılar, İngilizleri kendi oyunlarında yenmenin azımsanmayacak bir başarı oldu­ğuna inanmışlardı. Ingiliz imparatorluğunu yenmenin yolu, onu ‘imparator' olma duygusundan mahrum etmekti. Bunun tek yolu top-tüfek yığmak değildi. Aksine, top ve tüfeğin olmadığı yerde tasavvuruyla, hissedişiyle, iş tutma biçimiyle ve tutumuyla bir topluluğun “kraliçenin hükmüne” girmeyi reddetmesiydi.

Bu ruh halini sinemalaştıran Lagaan filmi, “Lagaan ’ adlı ver­giyi ödememek için gösterilen direnişin nasıl bir “pozitif asabiyye” haline gelebileceğini anlatır. Filmin kahramanı Buvan, bir ta­rafta İngiliz bölge valisinin yeni vergisine, öte tarafta valinin kız kardeşinin aşk talebine karşı direnir. Kriket maçında Ingilizleri yenmeleri halinde vergiden muaf tutulacaklarına dair söz alır. İngiliz imparatorluğunu ancak kriket maçında galip gelerek ye­nebileceklerini anlayan Buvan, en olmadık köylü karakterlerden bir takım kurar. İmparatorluğa karşı direniş, yeni bir dayanışma kültürünün doğmasına yol açar. Müslüman, Hindu, Sih ve doku­nulmazlardan müteşekkil Hindistan'ın ilk kriket takımı Ingilizleri yener. İngiliz imparatorluğu, Hindistanın en sıradan insanları tarafından alt edilir.

İbrahim Kalın,Akıl ve Erdem
Devamını Oku »