Sahabe ve Tabiun'da Görülen Savaşlar Hakkında

Sahabe ve Tabiun'da Görülen Savaşlar Hakkında

'Asabiyetin gereği olarak Hz.Ali ile Hz. Muaviye arasında fitne hadisesi vukua gelince, bu hususta da sahabe içtihatlarına göre hak ve doğru olan bir yol tutmuştu. Bazı kuruntulu kimselerin vehim ve mülhidlerin meylettikleri gibi yaptıkları muharebelerin sebebi dünyevî garaz ve maksat veya bâtılı tercih veya intikam hissi değildi, sadece hak olanın ne olduğu hususunda içtihatları değişiklik göstermiş, hakkın ne olduğunu tayin hususundaki içtihadına dayanarak herbiri diğerinin düşüncesini sefihlik olarak görmüştü. İşte bundan dolayı yekdiğeriyle savaşmışlardı. Her ne kadar Hz.Ali haklı, idiyse de, o hususta Hz.Muaviye’ninkasdı bâtıl peşinde koşmak değildi. Onun maksadı sadece hak idi. Ama hata etmişti. Bunların tümü (esas itibariyle değilse bile) maksatları itibariyle hak üzere bulunuyorlardı.

.........





İslâmdavâki olan sahabe ve tabiûn arasındaki savaş durumudur. Malum olsun ki, bunların  ihtilafı, sadece dinî hususlarda vâki olmuş, sahih deliller ve muteber bilgi vasıtaları üzerindeki içtihattan neşet etmiştir. Müttehitler ihtilafa  düştükleri zaman, ya içtihadı meselelerde hak iki tarafın birindedir, deriz veya hepsi  de hak üzeredir, deriz. Şayet iki taraftan biri hak üzeredir, içtihadında isabetli olmayan  ise hatalıdır, dersek, bu takdirde hak üzere olan hangi tarafın olduğu hususunun  belli olmadığı konusunda icmâ vardır. O halde her iki tarafın da hak üzere olması ve isabet kaydetmiş bulunması ihtimal dahilindedir. Bunlardan hangisinin hata üzere olduğu da tayin edilemez, kestirilemez.

Eğer hepsi de hak üzeredir, her müctehit içtihadında isabet etmiştir* dersek, bu takdirde hata ve günahı bahiskonusu etmemek daha çok uygun olur.Sahabe ve tabiûn arasında görülen ihtilaf, olsa olsa, zannî olan dinî meselelerdeki içti hadi a ilgili bir ihtilaftır, ve hükmü de budur.

İslâmda vâki olan bu nevi ihtilaflar, Ali-Muaviye ve Ali,-Aişe, Zübeyr-Talha Vakıası ile Hz.Hüseyin-Yezid ve İbnZübeyr - Abdülmelik hadiseleridir.

İlk olarak Ali hâdisesini ele alalım: Osman katlolunduğu zaman, halk çeşitli şehirlerde dağılmış bir halde bulunduğundan Ali’nin biatında hazır bulunmamışlardı. Hazır bulunanların ise bir kısmı ona biat etmiş, diğer bir kısmı, bütün halkın bir imam etrafında birleşip üzerinde ittifak edene kadar biattan geri durmuştu. Sa‘d (b. Ebu Vak- kas), Said (b. Zeyd), Ibn Ömer, Usame b. Zeyd, Muğire b. Şu‘be, Abdullah b. Selâm, Kudamebin.Maz’un, Ebu Said (Sa‘d b. Mâlik) Hudrî, Ka‘b b. Ucre, Ka‘b b. Mâlik,

Numan b. Beşir, Hassan b. Sabit, Mesleme b. Mahlad, Fudale b. Ubeyd ve bunların emsali olan daha başka büyük sahabeler böyle hareket etmişlerdi. Şehirlerde dağılmış bir halde bulunanlar da Ali’ye biattan vazgeçmişler, işi kargaşaya bırakmışlar, halife olacak zatı tayin için müslümanlar arasında bir şuranın toplanmasını beklemişler ve “Ali, katillerine karşı Osman’a yardım hususunda işi ağırdan aldı ve kendisine destek olmadı” zannında bulunmuşlardır. Fakat böyle bir şeyden Allah’a sığınırız.

Muaviye, Ali’yi açıktan açığa kınıyordu. O, bu nevi kınamaları Ali’ye karşı ileri sürerken, sadece onun bu meselede sükut ettiğini bahiskonusu ediyordu. Böylece bir ihtilaf başgöstermiş oluyordu. Ali, kendisine yapılan biat akdinin tam ve meşru olduğuna, Nebi’nin (s.a.) yurdu ve sahabenin vatanı olan Medine’de toplanmış bulunan Müslümanların bu biat üzerinde birleşmeleri ile, bundan geri duranlar için de biata katılmak lazım geldiği kanaatında idi. Osman’ın kanını talep (katillerini idam) işini, halkın birleşmeleri ve beraberliğin sağlanması vaktine kadar tehir etti. Bu durum meydana gelip imkân hasıl olunca, katillere kısas tatbik etmeyi düşündü.

Diğerleri ise Ali’ye yapılan biatin tam ve meşru olmadığı kanaatında idi. Zira bir meseleyi halletme ve karara bağlama durumunda olan sahabe dört bir tarafa dağılmışlar, Medine’deki biata çok azı katılmıştı. Hall ve akd sahiplerinin ittifakı olmadan biat olmazdı, bunlardan olmayanların veya bunlardan çok az kimsenin iştirak ve kabul ettiği bir biat akdi onları bağlamazdı, onlara göre bu durumda müslümanlar başsız kalmıştır, ortada bir kargaşa, anarşi (fevza), vardır. Bu takdirde önce Osman’ın kanını talep ediyor, katillerin idamını istiyor, sonra imam tayin etmek için bir araya gelmeyi düşünüyorlardı. Muaviye, Amr b. As, Ümmü’l-müminin Aişe,

Zübeyr, Oğlu Abdullah, Talha, oğlu Muhammed, Sa‘d, Said, Numan b. Beşir, Muaviye b. Hudaye bu kanaatta idi. Bahsettiğimiz gibi Medine’de bulunup da Ali’nin biatına iştirak etmemiş olan sahabeler de onların görüşüne katılmışlardı. Ancak bunlardan sonra, ikinci asırda yaşamış olanlar (yani ikinci nesil) Ali’nin biatinin muteber ve meşru olduğuna ve bu biatin bütün müslümanları bağladığına ittifak ederek savunduğu kanaatlar itibariyle Ali ’nin haklı olduğunu, hatanın ise Muaviye ve onun görüşünde olanların tarafında bulunduğunu tayin ve tesbit etmişlerdir. Bilhassa Ali - talha ve Zübeyr ihtilafında bu durum daha barizdir. Zira bunlar nakil ve rivayet edildiği gibi Ali’ye biat ettikten sonra biatlarını bozmuşlardır. Bununla beraber, müctehidlerin durumunda olduğu gibi, her iki fırkanın da günaha girmemiş olduğunu ifade etmişlerdir. Bu suretle ikinci asırdaki neslin içtimai ve birinci asırdaki neslin de ikı görüşünden biri bu olmuş oldu. Nitekim böyle de bilinmekledir.

Ali ye (r.a.) Cemel ve Sıffın vakasında maktul düşenlerden sorulduğunda;

“Ruhumu kudretli elinde tutan yüce zata andolsun ki, (iki fırkaya işaret ederek), bunlardan hiç biri yoktur ki, kalbi temiz olarak ölmüş olsun da cennete girmesin”, demişti. Bunu, Taberî ve daha başkaları rivayet etmişlerdir. O halde bunlardan hiç birinin adâleti ve dürüstlüğü hususunda şüpheye düşmeyiniz, bu konuda kimseyi karalamayınız. Zira onlar (karakter ve fazilet itibariyle) bildiğiniz zevattır. Bütün söz ve fiillerinin mutlaka bir mesnedi vardır. Ehl-i sünnete göre adâletleri ve dürüstlükle¬ri tartışılamaz. Ancak Ali’ye karşı savaşanlar hakkında Mutezilenin bir görüşü varsa da, ehl-i hakdan hiç bir kimse ona iltifat etmemiş ve üzerinde durmamıştır.

İnsaf nazarı ile bakarsan, Osman ve ondan sonraki sahabelerin ihtilafı hususunda herkesi mazur görürsün. Ve bilirsin ki, bu hâdiseler bir fitne idi. Allah müslümanların düşmanlarım ortadan kaldırdığı, onların topraklarına ve memleketlerine bunları mâlik kıldığı, bölgelerindeki Basra, Küfe, Şam ve Mısır gibi şehirlere müslümanlar kondukları esnada, bu ümmeti bu fitne ile imtihan etmişti. Bu şehirlere gelip yerleşmiş olan Arapların ekserisi hak - hukuk tanımayan kimselerdi. Nebi’nin (s.a.) sohbetinde fazla bulunmamışlardı. Onun huyunu tam olarak benimsememişler ve içlerine gereği gibi sindirememişlerdi. Bundan kendilerinde cahiliye dönemine ait olan haksızlık yapma, asabiyet, tefahur, imanın verdiği sekinet ve vakardan uzak bulunma gibi şeyler mevcuttu. Devlet birden bire büyüyünce, Kureyş’ten, Kinane’den, Sakiften, Huzeyl’den, Hicaz halkından ve Medinelileıden ilk önce iman etmiş olan muhacirlerin ve ensarın hâkimiyeti altına girmiş oldular. Ama onların hakimiyetini kabul etmekten çekindiler, bunu içlerine bir türlü sindiremediler. Zira nesepleri, sayılarının çokluğu, İran ve Bizans’la vuruşmaları itibariyle kendilerini daha önde görmekte idiler. Bunlar Bekr b. Vâil, Abdülkays b. Rebia kabileleri ile Yemen’den Kinde ve Ezd, Mudar’dan Temim ve Kays kabileleri idi. Bunlar Kureyş’in değerini kendilerinden aşağı görüyor, onlara karşı gururlu ve kibirli davranıyor, onlara itaat konusunda bir bahane buluyor, onlardan haksızlık gördüklerini, serkeşlikleri için bir mazeret olarak ileri sürüyor, onlara karşı kendilerine yardım edilmesini istiyor, onların kendileriyle müsavi surette savaşmaktan âciz kaldıklarından ve ganimetlerin eşit olarak bölüşülmesinde hile yaptıklarından bah-sediyorlardı.

Bu gibi söylentiler yayılmış ve Medine’ye kadar da ulaşmıştı. Bildiğiniz zevat olan Medineliler bu söylentileri büyük ve önemli saymışlar ve bunları Osman’a duyurmuşlardı. Bunun üzerine Osman, şikâyete gelen şehirlerdeki durumu araştırıp kendisine gerçek durumu bildirecek müfettişler gönderdi. İbn Ömer, Muhammed b. Mesleme, Usame b. Zeyd ve emsali olan zevat bu maksatla şikâyete gelen merkezlere gönderildi. Bunlar, emirlerin hiçbir şeyini red ve inkâr etmediler, kendilerinde tenkit ve itham mevzuu olan bir şey görmediler, durumu gördükleri gibi Osman’a intikal ettirdiler. Fakat, şehir ve büyük merkezlerden gelen şikâyetlerin sonu gelmedi, yayılan çirkin haberler artmaya devam etti. Küfe valisi Velîd b. Ukbe şarap içmekle suçlandı. Bunlardan bir cemaat bu hususta onun aleyhinde şahitlik yaptı. Bunun üzerine Osman Velîd’i azlettikten başka kendisini had cezasına da çarptırdı. Sonra büyük merkezlerden Medine’ye gelen kalabalıklar, valilerinin azledilmelerini istediler. Ayrıca durumdan Aişe, Ali, Zübeyr ve Talha nezdinde de şikâyetçi oldular. Bunun üzerine Osman valilerden bir kısmını daha azletti, ama yine de bu meseleleri konuşan diller susmadı. Tersine, davet üzerine Medine’ye gelmiş olan Küfe valisi, geri döndüğü zaman yolu kesildi ve azledilmiş olarak geri döndürüldü. Sonra ihtilaf, Osman ve onunla birlikte Medine de bulunan ashab arasına sıçradı. Valileri azletmekten kaçındığı için kendisini şiddetle tenkit ettiler. Fakat o, valilerin dürüstlüğüne ve adâletine mâni olan haklı bir kusur bulunması hali müstesna, azle yanaşmadı. Daha sonra bunun dışında kalan Osman’ın fiilleri ve icraatı da red ve inkâr konusu edilmeye başlandı. İhtilaf buralara da intikal etti.

Bütün bunlar olurken Osman kendi içtihadına sıkı bir şekilde sarılmıştı. Öbürleri de böyle idi. Başıbozuk insanların toplanmasından meydana gelen bir kalabalık Medine’ye yürüdü, zahiren Osman’dan adâlet ve müsavatla muamele etmesini istiyorlardı. Ama hakikatte bunun aksi olan, onu katletme niyetlerini gizli tutuyorlardı. Bu kalabalık içinde Basra’dan, Kûfe’den ve Mısır’dan kişiler vardı. Bu hususta Ali, Aişe, Zübeyr ve Talha ve daha başkaları da onlarla beraber hareket etmişlerdi. Maksatları hâdiseleri yatıştırmak ve Osman’ı onların görüşlerine döndürmek için çalışmaktı. Osman bunlar için Mısır valisini azletti. Bunun üzerine kalabalık geri gittiyse de çok geçmeden tekrar döndüler. Ellerinde, uydurdukları sahte bir mektup vardı, iddialarına göre, bu mektubu Mısır valisine götüren bir kişinin elinde görüp almışlardı. Mektupta, şikâyetçi kişilerin Mısır’a varmaları halinde katledilmeleri, ora valisine emredilmişti. Osman bu mektuptan haberi olmadığına dair yemin etti. Öyleyse Mervan’ı bize teslim et, zira kâtibin odur, dediler. Bunun üzerine Mervan da böyle bir mektup yazmadım, diye yemin etti. Bundan sonra Osman: “Bundan fazlası hükümde yoktur” (yemin eden ve başkacada aleyhinde delil bulunmayan bir adamı size teslim edemem), dedi. Bunun üzerine Osman’ın evini muhasara ettiler, sonra geceleyin halkın dikkatsizliğinden ve uyanık olmamasından yararlanarak içeri girdiler ve Osman’ı katlettiler. Bu suretle fitne kapısı da açılmış oldu.

''İçine düştüğü hal itibariyle bunlardan herbirinin bir mazereti mevcuttur. Bunların hepsi de dinî hususlara önem veriyor ve dinle ilgisi bulunan hiçbir şeyi zayi etmiyor. Bu hadiseden sonra (gerçeği bulmak için) düşünmüşler ve içtihatta bulunmuşlardır. Allah, hallerine vâkıftır ve haklarında ilim sahibidir. Biz onlar hakkında hayırdan başka bir şey düşünmeyiz, sadece hüsn ü zanda bulunuruz. Zira halleri ve doğru sözleri buna şahadet etmekte ve bunu gerektirmektedir.'



Hüseyin konusuna gelelim: Çağında yaşamış olan herkesin nezdinde Yezid’infıskı (ve ahlâksızlığı) zahir olunca, Kûfe’dekiEhl-i beyt’in dostları (Medine’de bulunan) Hüseyin’e haber salarak, yanlarına gelmesini ve işinin başına geçmesini kendisinden istediler. Bunun üzerine Hüseyin fışkı sebebiyle Yezid’e isyan etme durumunun belirdiği kanaatına vardı. Bilhassa buna kadir olan ve gücü yeten için durum böyledir, diye düşündü. Ehliyetini ve şevketini gözönüne alarak bu kudretin kendisinde mevcut olduğunu zannetti. Gerçekten de o, zannettiği gibi hatta ziyadesiyle bu işe ehil idi. Şevket ve kudrete gelince, bu hususta galat etti, hataya düştü (Allah bu konuda da ona rahmet etsin). Zira Mudar’ın asabiyeti Kureyş’te idi. Abdülmenaf’ın asabiyeti de sadece Emevîlerde bulunuyordu. Kureyş ve diğer kabileler onların hususiyetini tanıyor ve inkâr etmiyorlardı. Bu husus sadece İslâmın  ilk  zamanlarında unutulmuştu. Çünkü halkın hârikalar, vahiy ve müslümanlara yardım ivin gelen giden meleklerle meşgul olmaları, o asabiyeti hatırdan çıkarmalarına yol açmıştı. Bundan dolayı halk ananevî işlerini ihmal etmişlerdi. Cahiliyet asabiyeti ve onun meydana getirdiği temayüller ortadan kalkmış ve unutulmuştu. Sadece himaye ve müdafaa, yani bir devleti kollama ve koruma, savunma hususunda tabiî olan asabiyet kalmıştı. Dini ayakta tutmak ve müşriklerle cihad yapmak için bu asabiyetten istifade ediliyordu. Bu asabiyete de din hâkim kılınmış, âdet (itiyat ve ananeler) tesirsiz hale getirilmişti. Nihayet nübüvvet meselesi ve yüreklere korku salan hârikalar kesilip, kısmen âdet ve ananelerin hükmü geri gelince, asabiyet eskiden olduğu gibi ve kime aitse, o biçimde avdet elti. Mudar, başkalarından çok Emevîlere itaat eder oldu. Zira daha evvel de bu hususiyet onlara aitti.

Bu suretle Hüseyin'in galatı ve hatası ortaya çıkmış olmaktadır. Ancak bu hata dünyevî bir mesele (olan hilafet) ile alâkalıdır. Bu gibi yerlerde vâki olan hata ona zarar vermez. Şer‘î hükümde ise yanılmamıştı. Zira meselenin şer'î ve dinî hükmü onun zannına, bağlıdır. O ise, buna kadir olacağını zannetmişti. Esasen İbn Abbas, İbnZü-beyr, İbn Ömer, kardeşi İbn Hanife’ye ve daha başkaları, Kûfe’ye gitmesi konusunda Hüseyin’i tenkit ve ikaz etmişler ve onun bu hususta yanılmakta olduğunu bilmişlerdi. O ise tuttuğu yoldan geri dönmedi. Çünkü Allah bunu böyle irade etmişti.

Hüseyin’in dışında Hicaz’da, Şam’da, Muaviye ile ve Irak’ta bulunan sahabeler ve bunlara tâbi olanlar, her nekadar fâsık olsa da Yezid’e isyan etmenin caiz olmadığı görüşünde idiler. Zira böyle bir hareket kargaşaya ve kan dökmeye yol açardı. Onun için bundan geri durdular ve Hüseyin’in peşinden gitmediler. Ama ona karşı da çıkmadılar ve günaha girmiştir de demediler. Zira o bir müetehid, hem de müctehidlere örnek olan bir müetehid idi. Bahiskonusu zeval Hüseyin’e muhalefet etmek ve kendisine yardımı bırakarak evlerinde oturmak suretiyle günaha girmişlerdir, demek suretiyle yanlış bir beyanda bulunmaktan sakının. Zira bunlar sahabenin ekseriyetini teşkil ediyorlardı ve Yezid’in yanında yer almışlardı. Bunlar Yezid’e karşı ayaklanmak gerektiği kanaatında değillerdi. Hüseyin Kerbela’da iken fazileti ve hakkı konusunda bunları şahit gösteriyor ve “Câbir b. Abdullah’a, Ebu Said Hudri’ye, Enes b. Mâlik’e, Sehl b. Said’e, Zeyd b. Erkem’e ve emsali zevata sorunuz”, (benim hakkımı ve faziletimi onlardan öğreniniz), diyor, ama kendisine yardım etmeyip evlerinde oturdukları, için onları red ve inkâr etmiyordu, ictihadlarına dayanarak böyle hareket ettiklerini bildiği için böyle bir yola girmiyordu. Nitekim onun hareket tarzı da kendi içtihadının neticesi idi. Aynı şekilde, hatalı bir kanaat onun katlinitasvib etmenize ve şöyle konuşmanıza sebep olmasın: “Katledilmesi doğru idi, zira her ne kadar Hüseyin içtihadında isabet üzere ise de, nihayet o da başka bir içtihada istinaden katlolunmuştur. Bu durum, Şafiî ve Maliki bir kadının (helal olduğunu ileri sürerek) nebiz içen bir Hanefîyi cezalandırmasına benzer”.

Bilmelidir ki, durum hiç de öyle değildir. Hüseyinin, katlolunmasıbahiskonusu zevatın içtihadına dayanmıyordu. Gerçi bu zevatın içtihadı, Hüseyin’inkine muhalif idi ama, yine de onu sadece Yezid ve yandaşları katletmişlerdi. Yezidhernekadarfâsık ise de, bu zevat ona isyan edilmesini caiz görmediklerine göre, Yezid’in fiilleri onların nazarında sıhhatli idi de diyemezsiniz. Bilinmelidir ki, fâsık olan bir kimsenin, sadece meşru olan fiilleri geçerli olur. Onlara göre isyancılarla savaşmanın şartı, âdil imamla beraber olmaktır. Halbuki bu husus bizim meselemizde mevcut değildir. İmdi Yezid’le birlik olup ve Yezid için Hüseyin’i katletmek caiz olamaz,.TamtersıneYezid'in bu hareketi, onun fâsık oluşunu tekit eden fiillerindendir. Hüseyin ise orada şehit düşmüş ve sevap almıştır. O hak ve içtihad üzere idi. Yezid'le beraber olan lama Hüseyin'in katline fiilen katılmayan) sahabe de hak ve içtihad üzere bulunuyorlardı.



Fi Avâsımve'l-kavâsım isimli eserinde “Hüseyin, ceddinin şeriatı ile katlolunmuştur*’mânasına gelen sözler söyleşen Maliki kadısı Ebu Bekir b. Arabi bu hususla yanılmıştır. Onu böyle bir hataya sevkeden husus, âdil imam şartına dikkat etmemiş olmasıdır. Bâtıl düşüncelere sahip olan kimselere karşı savaşmak hususunda adâleti ve imameti itibariyle kendi çağında Hüseyin’den daha âdil kim vardı?

Ibn Zübeyr konusunu ele alalım: Hüseyin hangi görüş ve zan ile isyan etmişse, o da aynı görüş ve zan ile ayaklanmış, ama karşısındakinin şevketi ve kudreti konusundaki hatası daha da büyük olmuştu. Çünkü (İbnZübeyr’in mensup olduğu) Benuhsed kabilesi ne Cahiliye ne de İslâm döneminde Emevîlere mukavemet edememiştir. Ali karşısında Muaviye’nin hatalı olduğuna bakarak İbnZübeyr’i de o durumda görmenin yoiü yoktur. Zira Ali konusunda mevcut olan icmâ, Muaviye’nin hatalı olduğunu bize açık ve kesin bir şekilde göstermektedir. HalbukiİbnZübeyr lehinde böyle bir şey yoktur. Yezid meselesinde ise, onun fâsık oluşu, hatasını belli etmiştir. HalbukiibnZübeyr’in hasmı olan Abdülmelik, adalet bakımından insanların en büyüğü idi İmam Mâlik’in, onun fiilini hüccet sayması, adâletini göstermeye fazlasıyle yeter. İbn Abbas ile ibnZübeyr’in, Hicaz’da beraber bulundukları halde, İbnZübeyr’ebiattan vazgeçerek Abdulmelik’e biat etmeleri ise onun adâletinin başka bir delilidir. Buna ilave olarak, sahabenin çoğu İbnZubeyr’in biatinin münakid ve hukukî olmadığı görüşünde idi. Zira Mervan’ın biatında olduğu gibi İbnZübeyr’inbiatında da meseleleri halletme ve karara bağlama yetkisine sahip olan zevat hazır değildi. İbnZübeyr ise bu görüşe muhalif olan bir kanaata sahipti. Bunların tümü de müçtehid idi, hakkın hangi tarafa olduğu belli değilse de zahir itibariyle hepsini hak üzere saymak gerekir. Verdiğimiz bilgiler böylece tesbit edildikten sonra, İbnZübeyr’inkatlolunması fıkıh kaidelerine ve kanunlara da uygun düşer. Bununla beraber maksadı ve hakkı araştırması itibariyle o bir şehit idi, yaptığı işten sevap almıştır.

Sahabe ve tabiûndan olan selefin fiillerini böyle yorumlamak ve anlamak gerekir. Onlar bu ümmetin en hayır!ilandır. Şayet onları ithamlara maruz bırakırsak, adaleti kime tahsis edeceğiz? Onlar dürüst değilse, dürüst insanı nerede bulacağız? Halbukı Resûlüllah (s.a.) “En hayırlı  nesil benim neslim, sonra onları takib eden nesildir”, buyurmuş ve bunu iki veya uç kere tekrar ettikten sonra “Bundan sonra yalan ve sahtekârlık her tarafa yayılır”, demiş, bu suretle adalet ve dürüstlük mânaya gelen “hayırlı olma” hususunu birinci nesle, sonra onları takip edenlere tahsis etmiştir. Kendinizi veya dilinizi onlardan herhangi birine sataşma durumuna alıştırmaktan  sakınınız. Onlardan vâki olan şeylerden hiç birinde, şüphelenmek suretiyle kalbiniz müşevveş olmasın, mümkün olduğu nisbette onlar için hak olan yollar ve yöntemler bulunuz, söz ve davranışlarını, doğru olacak şekilde ve hüsn ü zan dahilinde izah ediniz. Çünkü insanlar içinde buna en fazla layık olanlar onlardır. Onların ihtilafı mutlaka bir delile dayanmaktadır. Katletme ve katlolunma gibi durumları ya cihad yolunda veya hak olanı izhar uğrunda vâki olmuştur. Bununla beraber, onlar-dan birini kendine imam, rehber ve delil seçerek ona uysun diye, onların ihtilafları, kendilerinden sonraki ümmet mensuplarından her birine rahmet olmuştur. Bunu iyi anlayınız. Mahlukatında ve mükevvenatındaki Allah'ın hikmetini kavrayınız. Biliniz ki, O her şeye kadirdir, dönülecek ve sığınılacak makam odur, Allah en iyisini bilir?

İbn Haldun,Mukaddime,cild:1
Devamını Oku »