Müslümanlar ve Yunan Sanatı

Müslümanlar ve Yunan Sanatı

İbrahim içimdeki putları devir.

Asaf Hâlet Çelebi


Mimesis teorisinin, Aristo’yu Avrupa’ya öğretenler, yani müslümanlar tarafından anlaşılmaması -yahut önemsenmemesi- antik sanatlara ilgi duyulmaması yüzündendir. Antik örneklere yönelmeyen bir tecessüs, Aristo’nun mimesis görüşünü de kavrayamazdı.

Gazzali’den sonra bile medreselerde asırlarca okutulan Aristo, bilindiği gibi, müslüman filozoflar tarafından “muallim-i evvel” olarak kabul edilmişti. .Bilinen bütün eserleri, tabii bu arada Poetika da dik­katle okundu ve tartışıldı. Bununla beraber, Yunan sanatının örnekleri İslam dünyasında tanınmadığı, ta­nınsa bile benimsenmediği için, Poetika 'da belirle­nen çerçevesiyle mimesis’in anlaşıldığını söylemek zordur. Fethedilen yeni topraklarda müslümanların karşısına çıkan antik kalıntılardaki heykellerin, resim­lerin vb. onları dehşete düşürdüğünü söyleyebiliriz.

İslâmî dünya görüşünün hassasiyeti dolayısıyla Yunan sanatına pek ilgi göstermeyen müslümanlar,Eflatun’un Devletini ve Aristo’nun Poetiketsını çok iyi bildikleri halde, bu eserlerde adından sık sık söz edilen Homeros’u da hep manalı bir sükutla geçmiş, üzerinde hiç durmamışlardır. Yalnız Biruni’nin İliada  ve Odisseia’dan bazı bölümleri Arapça’ya çevirdiğini biliyoruz. İbn Haldun ise Homeros’tan sadece isim o- larak bahseder ve geçer. De Boer’e göre, müslümanlar Homeros’un “Ancak bir kişi hâkim olabilir” sö­zünden başkasını almamışlardır. “Büyük Yunan dram yazarları ve lirik şairler hakkında en küçük bilgileri bile yoktur. Eski Yunan ancak matematik, tabii ilim­ler ve felsefesiyle tesir icra etmiştir.”

Osmanlılar ise Homeros’u, mitolojiyi ve antik sanatları Ortaçağ müslümanları kadar bile tanımıyor­lardı. Yalnız Montaigne bir denemesinde, Fatih’in Pa­pa II. Pius’a şöyle bir mektup yazdığından söz eder: “İtalyanların bana düşman olmalarına şaşıyorum. Biz de Italyanlar gibi Troyalılar’ın soyundanız. Yunanlı­lardan Hektor’un öcünü almak, benim kadar onlara da düşer. Onlarsa bana karşı Yunanlılar’ı tutuyorlar." Fatih gerçekten böyle bir mektup yazmış mıdır, bil­miyoruz. Fakat kütüphanesinde Homeros’un lliada’sıyla Hesiodos’un  Theogonya’sının Yunanca yazma nüshaları bulunduğuna göre, doğru da olabi­lir. Bizde Homeros, Hesiodos ve mitolojiden ilk defa geniş olarak söz eden Kâtip Çelebi’dir.

Fatih’in özel ilgileri sayılmazsa, Osmanlılar, fet­hettikleri topraklarda âdeta kaynayan antik heykelle­re ve Bizans döneminden kalma ikonlara karşı son derece ürkek davranmış, hepsini birer “put” olarak görmüşlerdir. Kanuni devrinde yaşanan bir hadise bu bakımdan çok ilgi çekicidir. Mohaç seferinden dönü­lürken, Macar krallığı hâzinesinden İstanbul’a getiri­lenler arasında üç heykel de vardır: Apollon, Herkül ve Diana heykelleri. Sadrazam İbrahim Paşa, bunları Sultanahmet (o günkü adıyla Atmeydanı) meydanın­daki sarayının önüne diktirir. Bu durum, halkın bü­yük tepkisini çeker, hatta devrin şairlerinden biri, “Yeryüzüne iki İbrahim geldi; biri put kırdı, biri put dikti” anlamına gelen şu Farsça beyti söyler: “Dü İb­rahim âmed be-rûy-i cihân/Yekî büt şiken şüd yekî büt nişân.”

Bu beyit, devrin ünlü şairlerinden Figanî’nin -onun tarafından yazıldığı zannedilerek- suç­suz yere idam edilmesine yol açmıştır.

Heykelin putperestlik geleneklerine sıkı sıkıya bağlı olduğu, özellikle Yunan ve Roma heykelciliği­nin dinî anthrophomorphisme’e dayandığı düşünüle­cek olursa, müslümanların bu sanata niçin daima korku ve şüpheyle baktıklarını anlamak kolaylaşır. Kabe’deki putların da tamamı heykeldi. Bütün put­perestlik geleneklerine savaş açan İslam'ın, bu gele­neklere bağlılığı şüphe götürmeyen sanatlara, bilhas­sa heykele düşman olmaması düşünülemezdi. Esa­sen heykel, muhayyileyi sınırlayan, soyuta geçiş im­kânları alabildiğine kısır ve zorunlu olarak insan vü­cuduna bağlı bir sanattır. Müslümanları, putperestlik geleneklerine bağlı oluşunun yanısıra, bu yönüyle de ittiğini söylemek mümkündür. “Yunan heykeltraşı” diyor Henri Lechat, “tanrı heykelleri vücuda getirme­ye davet edilir edilmez, hedefi insana benzeyen fakat insandan üstün olan ilahlar göstermek ve bu suretle çok seçkin, çok asil ve daha güzel bir insanlığı ta­hakkuk ettirmek olacaktı.”

Tanrılarını tecessüm ettirmek gayesiyle yola çı­kan Yunanlı heykeltraş, her adımda karşılaştığı sport­menlerin güzel vücutlarını aşamıyor, yani insan vü­cudu dışında bir güzellik düşünemiyordu. Kısaca ifa­de etmek gerekirse, Yunan heykelciliğinin başlıca konusu, tanrılarla sportmen im an vücudunun karışı­mı olan ideal insandı. Ve ideal insan, hemen her za­man çıplaktı.

İnandıkları din, insan vücudunun teşhirini ya­sakladığı için örtünmeyi bir yaşama biçimi haline ge­tiren müslümanların bu çıplak heykellerle karşılaştık­ları zaman nasıl tepki gösterdiklerini tahmin etmek zor değildir. Ayrıca, putperestlikle savaşan bir dinin mensupları, yakışıksız işler yapan tanrı ve tanrıçala­rın dünyasına, yani mitolojiye ilgi duyamazlardı. Üstelik bu tanrı ve tanrıçaların insan biçiminde teces­süm ettirilmeleri, yani anthropomorphisme, bir müslümanın asla kabul edemeyeceği bir anlayıştı. Kaldı ki güzeli insan vücuduyla sınırlayan, düzen fikrinden sonsuza geçemeyen Yunan sanatının müslümanlara verebileceği bir şey yoktu.

İslam’ı kabul etmeden önce, heykelcilikte kü­çümsenemeyecek bir seviyeye ulaşan Türkler ve îranlılar da, müslüman olduktan sonra, İslam’ın yakla­şımım benimsemişlerdir. İslam’ın kendi bünyesine yabancı gelenekleri zaman içinde temessül ederek soyuta yönelttiği hemen farkedilmektedir. Mesela Türk heykelciliği, İslamiyet’le birlikte müstakil bir sanat olmaktan çıkmış, mimariye yardımcı bir unsur olarak tezyini özellikler kazanmıştır. Osmanlı döne­minde ise, müslüman hayatından tamamen çekilen heykelin, varlığını mimarinin soyut formlarında ve mezar taşlarında belli ölçüde devam ettirdiği söyle­nebilir.



Beşir Ayvazoğlu-İslam Estetiği
Devamını Oku »

Fatih Sultan Mehmed'in Medeni ve İnsan-i Tutumu

Fatih Sultan Mehmed'in Medeni ve İnsan-i Tutumu

Yirminci asırda dahi eşi olmayan şâhâne bir dev­let hukukunu dünyâya göstermiş olan ikinci Sultan Mehmed’in, Bizans’ı fethinden sonra, ülkenin sâkinlerine gösterdiği şefkat, merhamet ve âlicenapça muâmele gerçekten ne o devirlerde ne de bugün, benzeri olmayan nasıl bir medenî ve insân-i tutum idi ki, yerli halk, Bizans devrinde dahi göremediği serbestliği bul­muş, böylere de huzûrun tadını çıkarır olmuştu.

Öyle ki, Fâtih Sultan Mehmed’in başlattığı ve yüzyıllar boyunca, hakanın çizdiği yolda yürüyen to­runları, Rum cemâatten kimseyi incitmemiş, buna mukabil, bu azınlıktan Fâtih’lerin evlâtlarına, yapılmadık hiyânet kalmamıştır.



Samiha Ayverdi,Dünden Bugüne Ne Kalmıştır
Devamını Oku »

Fatih ve Bürokratik-Merkeziyetçiliğin Kurulması



Fatih ve Bürokratik-Merkeziyetçi İmparatorluğun Kurulması

Fatih Sultan Mehmed imparatorluğun gerçek kurucusudur. Fatih bildigimiz temel özellikleriyle klasik Osmanlı idare rejimini kesin biçimde yerleştirmiştir.(1) Başka bir deyimle Anadolu ve Rumeli'yi bir tek ülke halinde birleştirip, mutlak bir otorite altında imparatorlugu örgütleyen Fatih Sultan Mehmed olmuştur. İstanbul'un fethi dönüm noktasıdır.

Böylece Fatih bir anda İslam dünyasının en şanlı ve güçlü hükümdarı durumuna gelmiş ve kendi ülkesinde son derece büyük bir nüfuz ve otorite kazanmış bulunmaktaydı. Her şeyden önce o bütün saltanatı boyunca İstanbul'u Balkanlar'ın ve Anadolu'nun gerçekten siyasi-dini bir metropolü haline getirmeye çalıştı.

Bu amaçla her yandan şehre Türk, Rum, Ermeni, Yahudi nüfusu getirip yerleştirdi; Rum Patrikliği'ni eski yetki ve ayrıcalıklarıyla canlandırdı. Şehri kalkındırma amacıyla İtalyanlara geniş ticaret serbestileri tanıdı. Venedik'e karşı Floransalıları tuttu. 1478 tarihli sayıma göre Galata' da o zaman 332 Avrupalı aile vardı.

Bütün Galata nüfusu 1 .521 haneydi. İstanbul ve Galata'nın bütün nüfusu 16.324 hane (aile) idi, İstanbul' da 3.667, Galata' da 260 dükkan sayılmıştı.

Fatih, Kayser'in payitahtını almakla kendisini Roma İmparatorluğu'nun biricik haklı mirasçısı sayıyor ve fetihlerinde bu görüşten esinleniyordu.O, her şeyden önce Gazi Sultan unvanını benimsemekle beraber kişiliginde İslam, Türk ve Bizans imparatorluk geleneklerini bağdaştırarak klasik Osmanlı padişahı yaratmış oluyordu. Fatih, Macaristan ve Venedik'e Balkan işlerine karışma fırsatı verebilecek bütün yerli hanedanları ortadan kaldırarak, Yarımadayı bir tek yönetim altında birleştirme siyasetinde başanya ulaştı.

1463'te Çanakkale Boğazı'nda yaptırdığı kalelerle Boğazlarda tam egemenlik kurdu ve bir haçlı donanmasının İstanbul' a saldırması olasılığını kaldırdı. Karadeniz'i bir Osmanlı gölü haline getirme planında ona karşı yalnız Boğdan Voyvodası Büyük Stefan Lehistan' a dayanarak direniş gösterdi. 1484'te Kili ve Akkerman'ın fethiyle bu egemenlik tamamlanmıştır. Sultanu'l-Berreyn ve Hakanu'l-Bahreyn (iki kara ve iki denizin hükümdarı) unvanını kullanan Fatih, Karadeniz ve Ege üzerinde egemenliğini belirtiyor, böylece Anadolu ve Balkanlar'ı birleştirerek İstanbul etrafında 400 yıl dayanan imparatorluk çekirdeğini kurmuş oluyordu.

Öte yandan Fatih içeride merkeziyetçi-bürokratik yönetimi güçlendirmek için birtakım köklü önlemler aldı:Yeniçerileri iki katına, 10.000lere çıkardı; o zamana kadar oldukça bağımsız davranan udan merkezin daha sıkı kontrolü altına soktu. Eski vakf ve mülkleri yeniden gözden geçirip, binası yıkık olan veya zamanında devletçe onaylanmamış yalnız kadı onayı ile kalmış vakıflara ait toprakları devlete mal etti.(2)

Bu yolla 20.000' e yakın köy ve mezra' a doğrudan doğruya devlet tasarrufu altına geçti ve timar olarak sipahilere dağıtıldı. Ulema ve özellikle zaviye ve toprak sahibi şeyh ve dervişler bundan etkilendiler. Anadolu' da eski yerli,soylu kişiler elinde bıraktığı mülk topraklar için de, eşkinci adıyla orduya asker göndermeyi zorunlu kıldı. Devlet, tarım topraklarının çıplak mülkiyet hakkını,haraci-miri niteliği sebebiyle yalnız kendisine ait sayıyordu.Temlik ve vakfin dahi bu hakkı kaldırmadığı görüşü bu dönemde yerleşmiş görünmektedir. Zayıf yönetimler zamanında özel kişiler, temlik ve vakf yoluyla mırı aleyhine toprak üzerinde tasarruf haklarını ve alanlarını genişletmişlerdi. Bizans döneminde olduğu gibi, Osmanlı döneminde de, tarım topraklarının kullanımı ve kontrolü devletle özel kişiler arasında gizli-açık, sürekli bir uğraşı ve anlaşmazlık konusu olmuştur.

Osmanlılar vakf ve mülkleri, ilk kez 1. Bayezid (1389-1402) döneminde geniş ölçüde devletleştirdiler. İkinci reformu Fatih yapmıştır. Devlet, toprak üzerinde gerekli kontrolü 16. yüzyıldan sonra kaybetmeye başlayacaktır.Ayan döneminde, miri topraklar üzerinde, kişilerin kontrol ve kullanım hakları , malikane-mukataa yoluyla hayat boyu, hatta irsi bir hal alarak son derece genişlemiştir.Tanzimat döneminden sonra yavaş yavaş bu topraklar üzerinde Roma hukuku ve Batı'nın mülkiyet anlayışına yakın bir mülkiyet anlayışı yerleşecektir.

Şu bir gerçektir ki devlet toprak rejimi, timar sistemiyle sıkı sıkıya bağlıdır. Anadolu'da ve Rumeli'de 1475'te aşağı yukan 40.000 timarlı sipahi tahmin olunuyordu. Fatih'in toprak reformu sonucu özellikle vakıflardan yararlanan dini gruplar ve eski büyük toprak sahibi soylular hoşnutsuzluk gösterdi. II. Bayezid tahta geçince vakf ve mülkleri geri verdiyse de bu tepki çok genişlemedi.

Öbür taraftan Fatih ilk kez yeni akçe (devletin resmi gümüş parası)bastırdı ve her defasında eski akçayı dolaşımdan kaldırdı. Eski akçaları gümüş rayid üzerinden ödediğinden,piyasadaki gümüş stokunun altıda birini devlet geliri olarak almış oluyordu. II. Bayezid tahta çıkar çıkmaz ayaklanan yeniçeriler ona bu yöntemden de vazgeçmesini zorla kabul ettirmişlerdir.

Fatih dönemi anlatılırken Bizans etkisi sorununa da değinmek gerekir. Gerçekte N. Jorga ve başkaları bunu abartmışlardır.

M. F. Köprülü'nün eleştirileriyse yanlış anlaşılmıştır.Köprülü, saray ve merkezi devlet kurumlarında Bizans etkisini, Osmanlılardan önceki İslam devletle rinde aramanın daha doğru olduğunu söylemiş, vergilerde ve adetlerde doğrudan doğruya etki olabileceğini kabul etmiştir.(3)

Bugün bu alanda bilgilerimiz genişlemiştir.(4)Osmanlıların Balkanlar' da ve Bizans topraklarında istimaıet politikası sonucu olarak birtakım vergileri, bazı şehirlerin ve grupların bağışıklıklarını ve ayrıcalıklarını, yerli askeri sınıfları, halkın yüzyıllardan beri alışık olduğu birçok kurumu yerinde bıraktığını görmekteyiz.(5)

Halil İnalcık - Akademik Ders Notları(timaş)syf.213-215

Dipnotlar:

(1)-Bkz. H. İnalcık, "Mehmed II lA, Vıı (1957). 506-535.

(2)- 46 Bu "nesh" hareketine ilk şu yazılarımda değindim: "Mehmed II," LA, 533; "Mehmed the Conqueror ( 1432-1481) and his Time," Speculu m, XXXV-3 ( 1960). 408-427; krş. V. P. Mutaf çieva,Agreria n Relations in the Ottoman Empire in the 15th and 16th Centuries. New York 1 988; B. Cvetkova, 'Sur Certaines reformes du regime foncier au temps de Mehmed II," JESHO, vı - 1(19631, 104-120.

(3)- M. Köprülü, "Bizans Müesseselerinin Osmanlı Müessese/erine Tesiri Hakkında Bazı Mülahazalar; THİM, I ( 1931 ), 165-313.

(4)-Bkz. H.İnalcık, -The Problem of Relationship between Byzantine and Ottoman Taxation; Akten des XI. Internationalen Byzantinisten Kongresses, 1958, 237-242; B. evetkova, "Influence exercee par certaines Institutions de Byzance et des Balkans du Moyen age sur le systeme feodal
Ottoman," Byzantino-Bu/garica, i (Sofya 1962), 237-250.

(5)- M. Hadzijahic, «Die privilegierten Stiidte zur Zeit Des Osmanischen Feudalismas," Südost-Forsehungen, XX, ( 1961) 1 30-158; H. ınalcık, ·Stefan Duşandan Osmanlı ımparatorluğuna,"Fatih Devri üzerine Tetkikler ve Vesikalar, Ankara, 1954, 1 36-184; H. Beldiceanu, Les aetes des premiers su ltans conserves dans /es manuserits, 1390-1512, Paris-La Haye 1 964; H. Sabanovic, "Upravna podejela Jugoslavenskih zemlja pod turskom vladavinom do Karlovackog mire 1699 god," Godisnjak Istoriskog Drustva Bosne i Hereegovine, ıV, (1952) s.I71-204 idem, Bosanski Pasaluk, Sarajevo 1959.

Halil İnalcık - Akademik Ders Notları(timaş)syf.213-215
Devamını Oku »

Fatih,Fetih ve Osmanlı Merkeziyetçiliği

Fatih,Fetih ve Osmanlı Merkeziyetçiliği

Giriş(*)

Bu makalenin amacı,Türkçe literatürdeki yaygın deyimiyle “Istanbul'un Fethi'nin,yahut biraz daha objektif bir ifade kullanılacak olursa,'Konstantinopolis'in zaptı'nın, önce onun kahramanı olan Osmanlı'nın genç sultanı 2.Mehmed’in kendi zihniyet dünyasında nerede durduğunu, başka bir ifadeyle, tasarladığı ne tür bir projenin parçası olduğunu,bunu başardığı takdirde ne yapmak istediğini ve neler yaptığını bir parça da oksa anlayabilmektir. Aynca buradan yola çıkarak, bu olgunun Osmanlı devletinin yapısal karakterinde ne gibi bir rol oynadığını, ne gibi bir dönüşüme sebebiyet verdiğini veya bu karaktere nasıl bir katkı sağladığını anlamaya çalışmaktan ibarettir.

Şurası muhakkak ki, 21 yaşında “Konstantinopolis veya Kostantiniyye Fatihi,"’ Ebu’l-feth ve’l-megâzi olan Sultan II. Mehmed’in zihinsel arka planına nüfuz etmeye çalışmak ciddi bir meseledir ve kolayca belirlenebilecek bir şey değildir. Üstelik onun ağzından bu meseleyi açıklamaya yönelik doğrudan bir beyan, bir ifade de elimizde bulunmuyor.

Ama öyle de olsa, gerek fetih öncesindeki söz ve davranışları, gerek fetihten sonraki bizzat kendisinin tutum ve hareketleri, içeriye ve dışarıya yönelik izlediği politika ve bunlara ek olarak devrinde onunla muhatap olmuş Latin ve Grek entelektüellerinin beyanları bize ipuçları verecek niteliktedir.

Konstantinopolis’in fethi olgusunda İslamm yüzyıllardan beri bü­tün İslam devletlerinde hem bir inanç olarak benimsenen, hem de yerine göre savunma, yerine göre genişleme ve yayılma siyasetinin aracı olarak kullanılan 'cihat ve gaza' kavramının rolü muhakkak ki çok büyüktür. Ama biz, Konstantinopolis’in fethi olgusunda bu kavramın rolüne vurgu yapmakla beraber, burada onun ne İslam inançlarındaki yerini, ne de tarih bo­yunca nasıl yorumlanıp uygulandığını tartışacağız. Bizim söylemek istediğimiz, İslam uluslar arası hukukunun teorik planda yüzlerce yıl boyunca işleyerek geliştirdiği cihat ve gaza kavramının ne olup olmadığını İslamın ya yılma tarihindeki ideolojik ve siyasal rolünü tartışmaktan ziyade(1), İslami ge­leneğin Osmanlı devletine aktardığı bu kavramın nasıl bir “politik araç,” na­sıl bir imparatorluk ideolojisi olarak fetih politikasında kullanıldığını dikka­te almak gerektiğidir. Bu kavram şüphe yok ki, Konstantinopolis’in zaptı, yahut İstanbul un fethi hadisesinin, onun baş aktörünün zihinsel arka pla­nındaki amacına ulaşma konusunda en önemli itici güçlerden biriydi. Do­layısıyla fetih olgusunu bu gelenekten ayrı düşünmek doğru bir yaklaşım olmayacaktır. Hatta bunun ötesinde, tarihsel bir gerçekliği hesaba katma­mak gibi sıra dışı bir tutum olur bu.


II. Mehmed ve İslâmî “Cihat ve Gaza” Geleneği

Osmanlı Devleti’nin, daha ilk kuruluş yıllarından itibaren bir cihat ve gaza geleneğini takip ettiği, Fuad Köprülü ve Paul Wittek’ten beri ileri sürülmüş ve Halil İnalcık’ın çalışmalarıyla da teyit edilmiştir.(2) Son 15-20 yıl içerisinde Rudi Paul Lindner ve Colin Imber gibi bazı tarihçilerce reddedilse de,(3) Cemal Kafadar ve daha başkaları bu tezin kolayca yabana atılmama­sı gerektiğini gösterdiler.(4) Ancak cihadın Batı’nın zihniyet dünyasında ve tarihçiliğinde, İslam dünyasının Hıristiyan dünyasına karşı, daimi bir surette sürdürülmesi şart olan, ideolojik İslami bir zorunlu savaş gibi algılanmasına mukabil, İslam dünyasında ise, daha ziyade, kendi hayat sahasını emniyete ve korumaya almak, zaman zaman da yayılmak, genişlemek için siyasal bir araç olarak kullanıldığını görmemiz gerekiyor. Kısaca, İslam dev­letleri daha başından beri bu kavramı sadece İslami yaymak için bir ideoleojik gereklilik olarak değil, daha çok Hıristiyan dünyasıyla olan mücadele­lerini, o dünya karşısında varlığını koruyabilmek, sürdürebilmek ve ekseri­ya kendi siyasal veya ekonomik hedeflerine ulaşmak için devreye sokmuş­lardır. Bu maksatla yaptıkları savaş veya giriştikleri fetih hareketlerini da­ima cihat ve gaza kavramına referans vererek gerçekleştirmişler ve zamanlarının gerek kendi, gerekse dünya kamuoyu önünde kendilerine ve politikalarına bir meşruiyet zemini olarak takdim etmişlerdir

Son tahlilde, II. Mehmed’in de îslamın cihad ve gaza kavramını hem samimiyetle bağlı olduğu bir inanç,hem de imparatorluk ideolojisinin önemli bir parçası sıfatıyla siyasal bir araç olarak görüp kullandığını Konstantinopolis’in, yahut İstanbul’un fethini böyle bir zihniyetle devreye soktuğunu düşünebiliriz.

Belki fethi gerçekleştiren Osmanlı askerlerinin ve dönemin Müslü­man Osmanlı tebaasının fethi yalnızca ideolojik boyutuyla görüp değerlen­dirdiğini, bu arada Peygamber’den nakledilen hadislerin de onlarda bu yön­de çok önemli bir teşvik faktörü oluşturduğunu tahmin etmek, bir vakıanın da altını çizmektir. Bu doğrultuda, Sultan II. Mehmed'in, Hıristiyan ülke­lerini İslamın, dolayısıyla Osmanlı Devleti’nin siyasal hâkimiyeti altına al­mak anlamında, geleneksel bir cihat ve gaza zihniyetine sahip bulunduğu­na muhakkak nazarıyla bakabiliriz. Nitekim Sultan II. Mehmed’de böyle bir zihinsel arkaplanın bulunduğunu bir vesileyle Âşıkpaşazade’den öğ­reniyoruz. Tarihçi, 1464’teki Trabzon seferinden bahsederken, kendisini ziyaret ederek bunca zahmetlere niçin katlandığını soran Uzun Hasan'ın annesine hitaben Osmanlı sultanının ağzından şu sözü nakleder:

Bu zahmetler dîn yolunadur kim, âhiretde Allah hazretine varıcak inayet ola direm. Zîrâ kim bizim elimizde İslam kılıcı vardır ve eğer biz bu zahmeti ihtiyar itmesevüz bize gazi dimek yalan olur.(5)


MERKEZİYETÇİ-MUTLAK PADİŞAHLIK AMACI

Öyle görünüyor ki, II. Mehmed bu kavramı kendi zihniyet dünya­sında, Müslüman bir hükümdar olarak hem Allah’a karşı bir sorumluluk şeklinde değerlendiriyor, hem de -sonraki gelişmelere bakıldığında çok açık bir biçimde ortaya çıktığı üzere- tek amacına ulaşmak için siyasal bir araç olarak da kullanıyordu. Bu amaç, “mutlak güç sahibi bir padişah” ola­rak dünyayı hâkimiyeti altına almaktı. Nitekim fetih sonrası gelişmeler dik­kate alındığında, bu genç, azimli ve atak sultanın asıl amacının yalnızca Konstantinopolis’i ele geçirerek, hem Müslüman hem hıristiyan dünyaya daha Önceki Müslüman hükümdarların ve hatta kendi ecdadının başarama­dıklarını başardığını göstererek kendini yüceltmek olmadığını çok açık bir biçimde görebiliyoruz. Ama onu Konstantinopolis’i almaya ahdettiren asıl amacın, Halil İnalcık'ın isabetle vurguladığı üzere, bir merkeziyetçi imparatorluk kurarak onun tek ve mutlak hâkimi olma ideali olduğunu buğun anlayabiliyoruz. İnalcık'a göre, genç şehzadenin 1444-46 yılla­rı arasındaki ilk saltanat döneminde kapıldığı haleti ruhiye şahsiyetin­de çok kuvvetli bir etki bırakmış, mutlak padişahlık hayali kuvvetle muhtemeldir ki daha o zaman kafasında yer etmeye başlamıştı.(6 )Onun bu hedefini gerçekleştirebilmek için, Kostantiniyye’yi muhakkak fethet-mesi gerektiği fikri, o zaman Veziriazam Çandarlı Halil Paşa’nın raki­bi Zağanos Paşa'nın da kuvvetli telkinleriyle vazgeçilmez bir amaç ha­line gelmişti.(7) Nitekim bu genç Osmanlı sultanının Kostantiniyye’yi fe­tih konusundaki sarsılmaz azmini, hatta ihtirasını Tursun Beg’in kay­dettiği şu satırlar açıkça gösteriyor:

Çün hayâl-i nev-arûs-i feth-i Kostantiniyye hemîşe hem-hâbe-i pâdişâh-ı cüvan-baht olmış idi. Bu cihetten dâyima zikrini dilden ve fik­rini dilden gidermez idi ve husûlinün isti'caline işaret iderdi. Gâhı nev-arûs-i fethin eyyâm-ı visali mülâhazasi ile ruh-i dildâr gibi hurrem ü handan, ve gâhî hayâli fikri ile zülf-i pür-çîn-i yâr-i nâzenîn gi bi âşüfte vü perişan.. ..(8)

Yine İnalcık’ın da belirttiği üzere, Kostantiniyye'yi fethetmek II. Mehmed için bir anlamda asıl saltanatı fethetmek demek olacaktı.9 Ama öyle görünüyor ki, Kostantiniyye’nin fethi ve o suretle mutlak saltanat sahibi olma amacı onun nihaî amacı değil, ama nihaî amacına ulaşma yolunda, sadece bir araçtan, merhaleden ibaretti.

Dünya Hükümranliği İdeali

Genç sultanın bu mutlak saltanat hedefi sadece Çandarlı’nın nüfuz ve otoritesine karşı oluşmuş tepkinin bir sonucu olmayıp, Kostantiniyye'yi alarak Roma İmparatorluğunuun vârisi sıfatıyla iyice açığa çıktığını gördü­ğümüz dünya sultanlığı hedefiyle alakalıydı. Başka bir deyişle, Fatih Sultan Mehmed’in kendinden önceki bazı büyük Müslüman hükümdarların hayalindeki Makedonyalı İskender gibi dünyaya hâkim olma, dünyayı kendi buyruğuna amade kılma ideali herhalde fetihten önce de vardı. Fethin sağladığı prestij ve avantajlar, kendine güven, özellikle dönemin Georgi0 Amirutzes ve Georgios Trapezuntios gibi Grek entelektüellerinin fetih sonrasında ona bizzat söyledikleri “Kimse şüphe etmez ki sen Romalılar’ın impa­ratorusun. İmparatorluk merkezini elinde tutan kimse imparatordur” mealin­deki sözleri ve telkinleriyle de birleşince, muhakkak ki ondaki bu ideali pe­kiştirmişti.(10) Onun gibi çok değişik yaratılışta güçlü bir karakterin, daha ilk saltanat yıllarında yaşadıklarının etkisiyle, dünyanın en kudretli tek devleti­nin mutlak padişahı olma fikriyle birlikte bu hayali kurmuş bulunduğu ve Kostantiniyye’nin fethini de en çok bunun için istemiş olabileceğini tahmin etmek hiç de zor olmamalıdır. Zaten fetihten sonra orasını her yönden bir dünya başkenti haline getirme çabasına girmesi de herhalde böyle bir ide­alin tabii neticesi olsa gerektir.

Sonuç itibariyle hiç olmazsa şunu kuvvetli bir tahmin olarak söyle­yebiliriz: Fatih Sultan Mehmed’i Kostantiniyye’yi fethe götüren ideolojik motifler arasında, en temel olanı, orasını, kendi mutlak saltanatının hâki­miyetinde kurmayı hayal ettiği dünya imparatorluğunun her bakımdan merkezi yapmak idealiydi. Mutlak saltanatın yolu ise, hiç şüphesiz, güçlü bir mer­keziyetçilikten geçiyordu. O halde onun fetihten sonra giriştiği bütün faaliyetleri bu amaca yönelik olarak değerlendirmek yanlış olmayacaktır.


Osmanlı İmparatorluğu ve Merkeziyetçilîk

Merkeziyetçilik bir kavram olarak politik bir yönetim sistemini ifa­de eder ve geçmişte olduğu gibi, bugün de dünya üzerindeki çeşitli siyasal rejimler içinde değişik biçimlerde yürürlüktedir. Mutlakıyetçi rejimler tabi­atları itibariyle merkeziyetçi ve hatta militarist olmak zorunda bulundukla­rı gibi, demokratik veya yan demokratik rejimlerde de merkeziyetçilik ola­bilir. Dolayısıyla yarı demokratik rejimler de merkeziyetçiliğe ve özellikle militarizme yatkındırlar.

Merkeziyetçiliği belki basit olarak “siyasal iktidarların, egemenlikle­ri altındaki halkları, tek merkezden yönetilen, kurumlaşmış bir bürokrasi aracılığıyla yakından denetleyici, otoriter ve buyurgan bir rejim aracılığıyla yönetmesi şeklinde tarif edebiliriz. Bu yüzdendir ki işin içine belli ölçüde militarizm de girmek durumundadır. Hatta çoğu defa militarist olmadan merkeziyetçi olmak mümkün değildir. Çünkü merkeziyetçilik tabiatı gereği otoriterdir ve merkeziyetçi iktidarlar da bunu da en iyi biçimde militarizmle sağlarlar.Tarihte hemen hemen uzun ömürlü bütün eski imparatorlukların merkeziyetçi ve militarist olduklarını söyleyebiliriz. Bunun en tipik ör­neklerini eski Mısır da, Mezopotamya'da, Roma’da, İran’da, Çin’de görebiliyoruz. Ortaçağlarda ise Yakındoğu’da Bizans, Emevi, Abbasi, Batı’da Charlemagne, yeniçağlarda V. Charles imparatorluklarında merkeziyetçi ve militarist örnekler bulabiliriz.

Osmanlı İmparatorluğu da yeni ve yakın çağların merkeziyetçi ve militarist imparatorluklarından biridir ve tarihteki nadir yerleşik Türk im­paratorluklarının en gelişmişi olarak aynı zamanda da söz konusu yapısıy­la öne çıkmış en güçlü olanıdır diyebiliriz. Atilla’nın Hun İmparatorluğu, Bilge Kağan’ın Göktürk İmparatorluğu, Cengiz’in Moğol İmparatorluğu, hatta Tuğrul Bey’in Büyük Selçuklu İmparatorluğu, İlhanlı (Moğol) İmpa­ratorluğu ve Timur’un Türk-Moğol İmparatorluğu gibi, büyük çoğunluğuy­la göçebe boyların tek bir otorite altında birleşmesinden oluşan imparator­luklar ise itaatlerinin sağlanması her zaman kolay olmayan göçebe boylar konfederasyonlarından oluşmaları sebebiyle, genellikle merkeziyetçi ola­mamışlardır. Bu yüzden de ömürleri daha kısa, dağılmaları veya parçalan­maları nispeten daha çabuk ve kolay olmuştur.

Osmanlı İmparatorluğu’nun merkeziyetçiliği konusu tarihçiler ara­sında bugün tartışılmakta olan bir konudur. Bu konu bir kısım tarihçilerce reddi mümkün olmayan bir gerçeklik, diğer bir kısmınca da tartışılabilir bir konudur.
Bilindiği gibi Osmanlı împaratorluğu’nda merkeziyetçilik olgusu birdenbire değil, göçebe uç beyliği statüsünden yerleşik imparatorluğa ev­rilme sürecine paralel olarak gelişmiştir. Bu gelişmenin, hiç şüphe yok ki, gerek önceki Türk devletlerinde, gerekse Fetret döneminde bizzat Osmanlı devletinde yaşanan tecrübelerle ilgili bir boyutu olduğu kadar, başlangı­cından beri sınırdaşı ve daha sonra peyderpey topraklarına vâris olduğu Do­ğu Roma’nın (Bizans) merkeziyetçi yapısıyla da yakından ilgisi olmalıdır. Her ne kadar Fuad Köprülü Bizans idari zihniyetinin ve müesseselerinin Osmanlı İmparatorluğu üzerinde çok az tesiri bulunduğuna döneminin ta­rihçilerini ikna etmeye çalışmışsa da,(11) bugün onun yaklaşımının en azın­dan bazı hususlarda tam anlamıyla geçerli olmadığı giderek daha iyi anla­şılmaktadır. Osmanlı İmparatorluğu İstanbul’u almakla yalnız Doğu Roma (Bizans) İmparatorluğu’nun bir şehir olarak başkentini ele geçirmemiş, aynı zamanda onun yapısal mirasına da (merkeziyetçilik ve militaristlik) vâris olmuştur. Bu sebeple Osmanlı İmparatorluğu’nu Üçüncü Roma İmpara­torluğu olarak değerlendirenler bu açıdan haklıdırlar.

Her halükârda Osmanlı İmparatorluğu 15. yüzyılın ikinci yarısından itibaren tam anlamıyla militarist ve merkeziyetçi bir imparatorluk olmuştur demek yanlış olmasa gerektir. Hatta modern Osmanlı tarihçileri Osmanlı İmparatorluğu’nun yapısını sosyolojik bir yaklaşımla “patrimonyal-merke- ziyetçi-militarist” tabirleriyle ifade etmektedirler. Halil İnalcık’ın çok yerin­de teşhisiyle, Osmanlı merkeziyetçi imparatorluğunun gerçek kurucusu Fatih Sultan Mehmed’dir,(12) sebebi de gayet açıktır: Çünkü ne ondan önce­ki, ne de sonraki hiçbir Osmanlı padişahı onun kadar hem kendi dönemin­de, hem de sonrasında bu devlete böyle bir imparatorluk statüsü kazandı­racak yapısal değişimlere girişmemiştir.


Fatih Sultan Mehmed ve Merkeziyetçi Politîkasinin Amaci

Sultan II. Mehmed’in fetihten hemen sonra merkeziyetçiliği geliştir­me yolunda gösterdiği çabalar topluca değerlendirildiği zaman, bunun temel bir sebebi ve amacı olduğu ve merkeziyetçiliğin belli aşamalar halinde tatbik mevkiine konulduğu dikkatimizi çekmekte gecikmez. Kanaatimizce onun böyle bir politika izlemesinin altında yatan temel sebep, belki daha çocuklu­ğundan itibaren, kısmen kişisel karakteri, kısmen gençliğinde yaşadığı peş peşe tahttan indirilmelerin tesiriyle oluşmuş olması kuvvetle muhtemel bir “kendini ispat güdüsü” olmakla beraber, yukarıda da işaret olunduğu üzere, esas itibariyle bir “cihan sultanı” olma amacı ile alakalı bulunmalıdır. Nite­kim onu fetihten sonra görmüş bir İtalyan bilgini olan Jacopo Langosebi onun “dünyada tek sultan tek iman” olması gerektiğine inandığını yazmıştır.”(13) İşte bu söz eğer gerçekten Fatih’in düşüncesini yansıtıyor olarak kabul edi­lirse, o zaman onun zihnindeki Dünya hükümranlığının yalnızca hâkim si­yasal kimliğini değil, ama hâkim dinî kimliğini de ortaya koymaktadır diye­biliriz.

Başka bir ifadeyle, Fatih Sultan Mehmed’in merkeziyetçi yönetim po­litikası onun için temel hedef değil, ama belirttiğimiz amacına, yani Müslü­manların ve Hıristiyanların mutlak ve biricik -ama “Müslüman”- hüküm­darı olma amacına ulaşmanın bir aracıdır. Hatta, daha önce de işaret olun­duğu üzere, onun Konstantinopolis’i fethe yönelik önüne geçilmez tutkusu da bu amaca veya ideale ulaşma yolunda bir aşama, bir basamak idi. Bu se­beple, kanaatimizce Konstantinopolis’in fethini, hiç şüphesiz onların da bü­yük etkisi olmakla beraber, ne sadece fetih hadisinin tebşirine mazhar ol­mak, ne de yalnızca Bizans’ın zaten çökmüş ve Osmanlı topraklarının orta­sında kalakalmış varlığına son vermek amacı ile izah etmek yeterli değildir.

O daha çok, Bizans İmparatorluğu’nu ortadan kaldırıp onun vârisi olarak hem “İslamın sultanı,” hem “Roma’nın kayseri” sıfatıyla bir cihan hüküm­darı olmanın peşindeydi. Başka bir ifadeyle, o hep “evrensel merkeziyetçi imparatorluğun tek ve mutlak hâkimi” olmayı kafasına koymuştu.


Fatih Sultan Mehmed ve Osmanli Merkeziyetçiliğinin Güçlenmesi

Tarihçi, Fatih Sultan Mehmed’in bu “evrensel merkeziyetçi impara­torluk” yaratma politikasının değişik alanlarda ve aşamalı bir şekilde yürürlü­ğe konulduğunu müşahede etmekte gecikmeyecektir. Bu alanlara bakıldığın­da, icraatının onun “cihan sultanı, cihan padişahı” yahut dünya imparatoru olma idealini yansıtan başlıca şu icraat alanlarına yöneldiğini söyleyebiliriz.

1- İmparatorluğun dahiline yönelik icraat,
2- İslam âlemine yönelik icraat,
3- Gayri müslim dünyaya yönelik icraat.

i. İmparatorluğun Dahiline Yönelik Merkeziyetçi İcraat

a) Kul sisteminin güçlendirilmesi: Bu konuda Fatih’in attığı en önem­li adım, Konstantinopolis’i alır almaz, “Osmanlı tahtının tek ve gerçek sa­hibi” sıfatıyla Bizans’ın Osmanlı devletine karşı zaman zaman devreye sok­tuğu bir şantaj aracı haline gelmiş olan şehzade Orhan’ı yakalatıp idam ettirdikten sonra,’(14) vezir-i azamlık kurumunun yetkilerini artırıp onu yalnızca kendisine karşı hesap vermekle yükümlü kılarak o vasıtayla bütün siyasi ve idari otoriteyi sadece kendi elinde toplamasıdır. Bilindiği gibi bu süreç uzun süredir Osmanlı iktidarını temsil etmekte olan büyük ve köklü bir Türkmen sülalesine mensup güçlü vezir Çandarlı Halil Paşa'yı 1453 yazın, da sat dışı etmekle başlamıştır. O bunun için yeterli gerekçelere sahipti. En büyük gerekçe ise Çandarlı'nın fetih karşıtı politikasının iflasıydı. Çok iyi bilindiği üzere, Fatih onu düzmece bir ihanet ithamıyla idam ve bütün yakınlarını tasfiye ettirdi.'(15) Böylece uzun süredir veziriazamlığı elinde tutarak padişahın otoritesine ciddi şekilde ambargo koyacak güce ulaşmış bulunan Çandarlı sülalesi bertaraf edilmiş, Osmanlı saltanatı üzerindeki önemli bir nüfuz faktörü böylece ortadan kaldırılmış oluyordu.

Ünlü Abbasi halifesi Harun Reşid’in, veziri Cafer el-Bermeki’yi uy­durma bir bahaneyle idam ettirerek Bermekiler'in hilafet kurumu üzerinde­ki nüfuzunu ortadan kaldırmasına benzeyen bu olay yalnızca bir vezirin ve ailesinin iktidarına son vermekle kalmıyor, yepyeni bir uygulamanın da kapı­sını açıyordu. Yani artık vezaret makamı Türkmen soylularının inhisarından çıkarılıyor, yerine kul sistemi ikame ediliyordu. Bu çok köklü bir değişimdi. Bu sistem padişahın otoritesine direnecek bir güç odağını ortadan kaldırmak­la beraber, Türkmen soyluları ile devşirme kökenli devlet erkânı arasında za­man zaman devreye girecek amansız bir rekabeti de beraberinde getirecekti.
Her halükârda bu sistem sayesinde vezaret-i uzma makamına getiri­len vezirler sık sık azledilebilecek, Gedik Ahmed ve Zağanos Paşalar örne­ğinde olduğu üzere sürgüne yollanabilecek(16) veya Rum Mehmed Paşa ve Mahmud Paşa örneğindeki gibi idama sevk edilebilecekti.(17) Böylece bundan sonra bu makama gelenlerin Çandarlı sülalesi mensupları gibi kökleşerek asker ve bürokrasi üzerinde nüfuz ve otorite elde etmeleri, dolayısıyla sul­tanın iradesine muhalefette bulunmaları engellenmiş oluyordu. Bu suretle Fatih Osmanlı saltanatında tek gerçek söz ve yetki sahibinin kendisi oldu­ğunu göstermek istiyordu.

b) Kardeş katline cevaz: Bir ikinci adım, çok iyi bilinen “kardeş katli” meselesidir. O, kardeş katlini, yayımladığı kanunname ile meşruiyet daire­sine sokmak suretiyle, saltanat makamına gelen sultanın herhangi bir şe­kilde yalnız kardeşleri tarafından değil, onların oğulları ve hatta kendi oğul­ları tarafından ve onlara bağlı menfaat gruplarınca tehdit edilmesini, böylece Osmanlı mülkünün bölünmesini önlemek istemesi olmuştur Bunun din, hukuk ve insanlık açısından ne ölçüde meşru sayılabileceği veya sayı­lamayacağı tartışması kanaatimizce ayrı bir konudur. Ama tarihsel açıdan bakıldığında, o mevkide olan, kafasında nasıl bir dünya hükümranlığı kur­mayı tasarlayan güçlü ve iddialı bir hükümdarın başka türlü düşünemeye­ceğini görmek gerekir. Fatih, kanunnamesine koyduğu bu cevaz hükmüy­le kendinden sonra gelecek sultanlara bir emniyet süpabı yaratmış oluyor­du. Bu şekilde kanunileşmiş olan kardeş katli meselesi, bilindiği üzere, bundan böyle Osmanlı şehzadelerinin ensesinde “Demokles’in kılıcı” gibi sallanmış ve şehzadeler hep bu korkuyla yaşamışlardır.

c) Uç beylerinin ve yeniçerilerin nüfuzunun kırılması: Merkeziyetçilik yo­lundaki bir diğer aşama da uçbeyleri ve yeniçerilerin nüfuzunun kırılması ol­muştur. Bilindiği üzere erken Osmanlı dönemi fetih çağında, Rumeli toprak­larında fetihler yapan Mihalzadeler, Evrenoszadeler, Malkoçzadeler, Ishak Beyzadeler ve Turhan Beyzadeler gibi uç (yahut akıncı) beyleri yaptıkları işin kazandırdığı prestij sayesinde siyasal iktidar üzerinde etkili olabiliyor ve beylerbeyilerinin, veziriazamların, hatta zaman zaman sultanların emir ve talep­lerine aykırı davranabiliyorlardı. Bunlar, emirlerinde bulunan hudut boyların­daki tımarlı sipahiler üzerindeki nüfuzlarına dayanıyorlardı. Fatih Sultan Mehmed, Kostantiniyye fatihi sıfatıyla bu uç beylerine sözünü geçirecek bir üstünlük faktörü sağlamış ve onlara fazla yüz vermez görünmüştür. Bu tavır ister istemez onları Fatih’in otoritesi karşısında boyun eğmeye zorlamıştır.

İkinci bir muhalefet grubu, esasını Yeniçeriler’in teşkil ettiği Kapı­kulu Ocakları idi. Bunlar Çandarlı örneğinde olduğu üzere, veziriazamların sultana karşı dayandıkları en etkili kuvvetti. Fatih gerek şehzadeliğinde, ge­rekse tahta yeni çıktığı günlerde bunların çıkardıkları huzursuzluklara şa­hit olmuş ve bunu unutmamıştı. Fetihten sonra, 1456’da girişilen Belgrad seferi ve bazı diğer seferlerde gösterdikleri başarısızlıklar Fatih’e yeniçeri­ler üzerinde baskı kurmak için iyi bir fırsat verdi. Sultan pek çok yeniçeriyi İstanbul'dan sürüp sekbanlığı ihdas ederek kendine bağlı yeni yeniçeri bir­likleri meydana getirdi.

d) Ulemanın ve sufiyenin nüfuzunun kırılması: Fatih’in iceriye yönelik merkeziyetçi uygulamalarından biri de ulemanın ve sufiyenin nüfuzunu kırmak ve kontrol altına almak olmuştur. Mesela, Molla Gürani, kazas­kerliği esnasında tayinleri sultandan habersiz yapmağa kalkınca, sultan kendisini istifaya zorlamış,(18) ulemanın tayin ve azillerini veziriazama hava­le etmiştir. Fakat bu konudaki asıl adım, şeyhülislâmlık kurumunu veziri­azama, dolayısıyla kendine bağlaması olmuştur. Böylece şeyhülislamın azil ve tayin yetkisi bizzat sultana ait hale getiriliyor, bu yolla imparatorluktaki bütün ulemanın doğrudan padişahın kontrolü ve buyruğu altına girmesi sağlanmış oluyordu. Bu suretle o, ulemanın, sultanın otoritesi dışında bir çeşit ruhani otorite merkezi niteliği kazanmasını engellemiş olmaktaydı. Fatih’in bu uygulaması, Bizans’ta yürürlükte olan sisteme çok benzemek­tedir. Bilindiği gibi orada da patriklik makamı bizzat imparatora bağlıydı ve onların azil ve tayinlerinde son söz ona aitti.
Fatih’in tasavvuf çevrelerinin nüfuzunun kırılmasına yönelik politi­kasının en belirgin uygulaması ise Osmanlı devletinin kuruluş yıllarında pek çok tekke ve zaviyeye ilk sultanlar tarafından vakfedilen topraklara el koyarak bunları timara çevirmesi olmuştur.(19) Bunun tarikat çevrelerinde ya­rattığı hayal kırıklığını ve antipatiyi tahmin etmek zor değildir. Bilindiği üzere bu uygulama II. Bayezid döneminde kaldırılmış ve el konulan vakıf arazileri sahiplerine iade edilmiştir.

e) Konargöçer Türkmen boylarının yerleşikliğe ve vergiye zorlanması: Daha İran’da Büyük Selçuklular zamanında vergi vermek ve savaşa git­mek konusunda devlete direnen ve sık sık bu yüzden ayaklanan Türkmen boylarının bu tavırları Anadolu’nun fethi ve Türkiye Selçukluları zama­nında da aynen sürmüştür. Bilindiği gibi ünlü Babaîler isyanı da zaten bu bahaneyle başlatılmış ve uzun süre büyük karışıklıklara yol açmış, sonun­da Selçuklu iktidarını iyice zayıflatmış ve Moğol işgalini kolaylaştırmıştı. İşte, konargöçer Türkmen boylarının problem çıkaran bu serazad tavırla­rına bir son vermek üzere Fatih onları yerleşikliğe zorlayarak hem prob­lem olmaktan çıkarmak, hem de bu vasıtayla bilhassa vergiye tabi kılmak maksadını gütmekteydi. Bu politikanın gerek iskân, gerekse vergi toplan­ması bakımından ne ölçüde başarılı olduğunu, beklenen sonucu doğurup doğurmadığını tam olarak bilemiyoruz, ama başlatılan bu zorlayıcı politi­kanın Türkmenler’i Osmanlı yönetimi altında yaşamaktan soğuttuğunu ve 16. yüzyıl başlarında Anadolu’da Safevi propagandalarına muhatap ha-zır bir kitle meydana getirdiğini biliyoruz. Nitekim çoğu Türkmen boyu­nun bu propagandalara tabi olarak İran’a göçüp Safevi Devleti’nin hizme­tine girdiği,(20) kalanların da Anadolu’da birtakım isyanlara giriştikleri çok iyi bilinir.(21)



2. İslam Âlemine Yönelik İcraat

a) Hac yollarının emniyeti meselesi: Bu doğrultuda Fatih’in ilk teşeb­büsü, Hac yollarının emniyeti ve hacıların iaşe ve ibatelerinin sağlanması meselesine el atması olmuştur ki, bu, o zaman bu işleri üstlenmiş olan Memluk devletine bir anlamda meydan okuma manasına geliyordu ve ta­biatıyla Memluk sultanını çok kızdırmıştı. Çünkü bu hizmet, Memluk devletine İslam dünyası içinde büyük bir nüfuz ve itibar sağlamakta, onu en itibarlı İslam devleti statüsünde göstermekteydi. Memluk Devleti ken­dini İslam dünyasının en kudretli devleti olarak görüyor, ayrıca Osmanlılar’a sınırdaş olan Dulkadiroğlu ve Karamanlı Beyliklerinin de hamisi mevkiinde telakki ediyordu. Fatih onun İslam dünyası içindeki nüfuzunu kırmak için önce Karamanoğulları’nı ortadan kaldırdı, arkasından Dulkadiroğulları’na gözünü dikti. Fatih bu tutumuyla Memluk devletinin İslam dünyasındaki sözü edilen statüsünü sarsmak ve dikkatleri Osmanlı İmpa­ratorluğu üstüne çekerek bu statüye aday olduğunu göstermek istiyordu.(22)

b) Cihat ve Gaza misyonu: İkinci olarak Sultan Mehmed Kostantiniy- ye’nin fatihi sıfatıyla, İslam dünyasının Hıristiyan âlemine karşı cihat ve ga­za misyonunun artık kendisine, dolayısıyla Osmanlı devletine ait bulundu­ğu mesajını veriyordu. Bu çok önemli bir şeydi.

c) İstanbul'u Dünya başkenti yapma: Bir başka önemli iddiası, İstan­bul’u İslam dünyasının hem politik hem de bilim, sanat ve kültür merkezi haline getirme teşebbüsüydü. Bu meyanda İslam dünyasının önemli bilim, sanat ve kültür merkezlerinde yaşamakta olan alim ve sanatkârlara mektuplar yollamış, onları bu yeni merkeze davet etmişti. Bunlardan bazıları dave­ti kabul ederek İstanbul’a geldiler. Ünlü astronomi âlimi Ali Kuscu bunlar
dan biriydi. Bir kısmı ise gelmedi. Gelmeyenlerden biri de 15.yüzyılın ünlü mutasavvıf ve edibi Molla Abdurrahman Cami idi.



3. Gayri Müslim Dünyaya Yönelik İcraat

Fatih’in bu alandaki icraatını iki noktada toplamak gerekir, ki biri Kostantiniyye fatihi sıfatıyla Roma İmparatorluğu’ nun vârisi olma iddiası diğeri de bu prestijli şehri Katolik dünyası dışındaki bütün Doğu Hıristi­yanlığının ve Museviliğin merkezi yapması şeklinde özetlenebilir.

a) Roma'nın vârisi olma iddiası: Fatih’in bu birinci fikre kendini psiko­lojik olarak hazırladığı, nedimlerine Roma tarihi okutmak suretiyle bu impa­ratorluğu tanımaya çalıştığı biliniyor. O İstanbul'u aldıktan sonra, zamanın Rum alimlerinin “Kimse şüphe etmez ki sen Romalılar’ın imparatorusun, impa­ratorluk merkezini elinde tutan kimse imparatordur ve bu imparatorluğun merke­zi de Konstantinopolis’tir” şeklindeki ifadelerine dayanarak, Roma tahtının sa­hibi olduğunu düşünüyor ve bunun kendine dünya sultanı olma imkânı sağ­layabileceğinden emin bulunuyordu.(23) Bu fikrin onda iyice yerleşmesinde hiç şüphesiz Kritovulos, Georgios Trapezuntios, Amirutzes gibi Rum ve Benedetto Dei, Jacopo di Gaeta ve Ciriaco d’Ancona gibi Latin entelektüellerinin tel­kinlerinin de rolü olduğu biliniyor.(24) Hatta Papa II. Pius’un Fatih’e ulaşmadı­ğı bilinen, 1460’larda yazılmış ünlü mektubunda, onu hıristiyanlığa davet et­tiği, bunu kabul ettiği takdirde kendisini dünyanın en kudretli hükümdarı ve bütün doğunun ve batının imparatoru ilan edeceğini vaat ettiği malumdur.(25)

b) Rum Ortodoks Patrikliğinin ve Musevi ve Ermeni cemaatleri başhahamlığının yeniden ihdası: Fatih kendisine ulaşmayan bu teklife uygun ha­reket etmemişse de, Latin ve Ortodoks kilisesinin birleşmesine karşı çıktı­ğı için patriklik makamından azledilen Gennadios Scholarios’u bütün yet­kilerini iade etmek suretiyle bu makama tekrar tayin etmiş, ayrıca Ermeni patriğini ve hahambaşıyı da başkente getirterek,26 bir Bizans imparatorluk geleneğini de devralıyor ve merkeziyetçi politikasını bu alanda da göstermiş oluyordu. O bu uygulamasıyla, Batı hıristiyanlığına, bundan böyle Osmanlı sultanlarının, doğu hıristiyanlarının ve Yahudilerin hâmisi ve imparato­ru olduğu mesajını veriyordu.



Sonuç

Buraya kadar söylediklerimiz, bu yazının dar çerçevesi içinde söyle­nebilecek genel tespitlerden ibarettir. Temas edilen konuların tafsilatına girişilmemiştir. Bunların tartışılması hiç şüphesiz ki gereklidir ve uzun za­man ister. Ancak sonuç olarak şunu söyleyebiliriz ki, Fatih’in merkeziyetçi­lik anlayışı ve siyaseti, kanaatimizce, bir amaç değil araç ohıp, onun zihinsel arka planında yatan ve Halil İnalcık ‘ın ifadesiyle "muhtelif menşeleri Türk- Moğol hakanlık, îslami hilâfet ve Roma imparatorluk fikri olan dünya hâkimi­yeti, cihan padişahlığı amacına yöneliktir.(27) Onun cihangir olma iddiası bir yandan kendi karakterinden gelen eğilimin bir sonucu olduğu gibi, bir yan­dan da İslam tarihinde İskendername edebiyatının da gösterdiği üzere, hemen hemen bütün Müslüman hükümdarlar gibi, aynı zamanda Büyük îskender’e olan hayranlığından da kaynaklanıyordu. Zira Büyük İskender Müslüman hükümdarlar arasında gelenekselleşmiş bir imaj idi. Bu sebeple Fatih’in hem Plutarkos’un İskender hakkındaki kitabını, hem de Ahmedi’nin ve Nizami’nin İskendemamelerini okuduğunu ve İskender’i kendine bir model olarak görmüş olabileceğini tahmin etmek de yanlış olmayacaktır.

* Doğu Batı, Haki İnalcık Armağanı, Ankara 2009, c.ı, s. 89-104.

Kaynak:Ahmet Yaşar Ocak - Yeniçağ  Anadolusunda İslamın Ayak İzleri(Osmanlı Dönemi),syf;36-50


NOTLAR

1- Cihat ve gaza kavramının teorik boyutu üzerinde pek çok tartılma yapılmş ve pek çok kitap ve makale yazılmıştır. Mesela, bu konuda şu makaleler külliyatına bakılabilir .’Just war and jıhad. Hıstorical and Theoretical Perspectives on War and Peace on Western and Islamic Tradition, ed. John Keisay- J. Turner Johnson, Greenvood Press, New York 1991. Ayrıca şunlara da bakılmalıdır: Halim Sabit Şibay, “Cihad/ İA; E. Tayn, “Djihâd/ E/z: Bekir Topaloğlu. “Cihad. TDVİA.

2- F. Köprülü, Osmanlı Devleti’nin Kuruluşu. TTK, Ankara 1988 S.83-89:P.Wittek,Osmanlı İmparatorluğunun Doğuşu,Pencere yay.,İstanbul 1995,s.47-68:H.İnalcık,The Ottoman Empire;The Classical Age 1300-1600, Londra 1973.

3- Özellikle C. Imber, “The legend of Osman Gazı' The Ottoman Emirate (1300-1389) inst of Medi­terranean Studies, ed. E. Zachariadou, Girit Üni.. Rethymnon 1993. s. 73-75.

4- C Kafadar, Between Two Worlds: The Construction of the Ottoman State. Uni. of California Press,
Berkeley-Los Angeles-Londra 1995. s. 47-60. 63-90; Ayrıca. bkz Linda Darting. ‘Contested terri­tory: Ottoman holywar in comparative contexte.* S1. 91 (aooo), s. 133-164.

5- Bkz. Aşıkpaşazade Tarihi, yay. Alî Beğ, İstanbul 133a, s. 160. Nihal Atsız neşrinde bu metin biraz daha tafsilatlıdır bkz. Osmanlı Tarihleri, Türkiye Yayınevi, İstanbul 1949, s. a06

6- Halil İnalcık, “Mehmed II/ İA. c. VII, s. 511-513

7- İnalcık, aynı yerde.

8- Bkz. Tarih-i Ebul-Feth, yay. Mertol Tulum. İstanbul 1977,s.40

9- İnalcık, aynı yerde.

1o- Bu konuda Michel Balivet'nin yayımladığı makale ve kitaplardaki yazıları çok ufuk açıcı ve aydınlatıcıdır.’Pour ne Concorde İslamo-Chretienne;Demarches Byzantines et Latines a la fin de Moyen-age(de Nicolas Cuc a Georges de Trébizonde), Roma 1997; aynı yazar, "Les contacts byzantino-turcs ent­re rapprochement politique et échanges culturels (milieu XIIIV-milieu XIV," Les Turcs au Moyen- âge: Des Croisades aux Ottomans (Xle-XVe Siècles), Isis, Istanbul 2002, s. 103-116.

11- F. Köprülü, “Bizans müesseselerinin Osmanlı müesseselerine tesiri hakkında bazı mülahazat,” Türk Hukuk ve İktisat Tarihi Mecmuası, I (1931), s. 165-313 (İngilizce çevirisi: Sotne Obsarvations on the Influence of Byzantine Institutions on Ottoman Institutions, çev. Gary Leiser, TTK, Ankara 1999).

12- İnalcık, The Otoman Empire: The Classical Age 1300-1600, Londra 1973, s. 29.

13- İnalcık, “Mehmed II," JA, c. 7, s. 513.

14- Mehmed Neşri, Kitâb-ı Cihannümâ, nşr. F. Reşit Unat-M. Altay Köymen, TTK,Ankara 1957- c2,s. 207; İnalcık, Fatih Devri Üzerinde Tedkikler ve Vesikalar, Türk Tarih KurumuYay.,Ankara1954,s.119-120,132.

15- Âşıkpaşazade, s. 142; İnalcık, Fatih Devri Üzerinde Tedkikler ve Vesikalar, s. 132-133.

16- M. Halil Yinanç, “Ahmed Paşa, Gedik,” İA, c. 1, s. 195: İnalcık, a.g.e., s. 135.

17- M.C. Şehabettin Tekindağ, "Mehmed Paşa, Rum,” İA, c. VII, s. 594-595: aynı yazar, "Mahmud Pa­şa,” İA, c. 7, s. 183-188.

18- Ahmed Ateş, “Molla Gürani,” İA, c. 7, s. 407. Molla Gürani sultanın yolladığı bir fermanı şeriata aykırıdır diye yırtmış ve onu getiren çavuşbaşını da hakaretle kovmuştu. Fatih buna kızmıştı.

19- Bu yöndeki icraatı eleştiren Âşıkpaşazade bu fikrin bizzat Verziriazam Nişancı Mehmed Paşa’dan kaynaklandığını yazmaktan çekinmez: bkz. Tevarih-i Âl-i Osman, s. 192; Oktay Özel, “Limits of the almighty: Mehmed II’s ‘land reform’ revisited,n JESHO, 42, 2 (1999), s. 226-246.

20 -Oktaj Efendiev, “Le rôle des tribus de la langue turque dans la création de l’Etat safevide,” Turcica, VI (1975), s. 24-34; Faruk Sümer, Safevi Devletinin Kuruluş ve Gelişmesinde Anadolu Türklerinin Ro­lü, Selçuklu Tarih ve Medeniyeti Enstitüsü yay., Ankara 1976.

21 -H. Sohrweide, “Der Sieg der Safaviden in Persien und seine Rückwirkungen auf die Schiiten Ana­toliens im 16. Jahrhundert,” Der Islam, 41 (1965), s. 95-222.: E. Eberhard, Osmanische Polemik ge­gen die Safawiden im 16. Jahrhundert nach arabischen Handschriften, Klaus Schwarz Verlag, Freiburg 1970.; A. Allouche, The Origins and Development of the Ottoman-Safavid Conflict (906-962/1500- 1555)’ Klaus Schwarz Verlag, Berlin 1983.

22- İnalcık, a.g.e., s. 31.

23- İnalcık, “Mehmed II,” İA, c. 7, s. 511.

24- Bu konuda bilhassa bkz. Balivet, “Humanistes du quattrocento et Turcs ottomans,” Les Turcs au Moyen-âge: Des Croisades aux Ottomans (Xle-XVe Siècles), s. 121-151 (Türkçe çevirisi: Ortaçağda Türk-ler, çev. Ela Güntekin, Alkım yay., İstanbul 2005

25- Bkz. Balivet, o.g.m., s. 122-124.

26- İnalcık, The Otoman Empire, s. 29, 57; Balivet, “Entre Rome et les Turcs, un homme de dialogue: Le Patriarche de Constantinople Gennadios Scholarios (environ 1405-1472),” Les Turcs au Moyen- âge: Des Croisades aux Ottomans (Xle-XVe Siècles), s. 117-119.

27- İnalcık, a.g.e., s. 57.
Devamını Oku »

Fatihler ve Zalimler

fatih-sultan-mehmed

Büyük fetihler, büyük irade hareketleridir, insanın gerçek de­ğerini teşkil eden sonsuzluğa yöneltilmiş irade, sonsuz fetihlerin ik­tidarına sahiptir. Hayati menfaatlere ve heveslerin emirlerine boyun eğen imansız irade ise, sonsuzluğu kaybetmiş, onunla rabıtayı kes­miştir. Dünya nimetlerine köle olur; menfaatlere esir, heveslere hiz­metkâr olur. Serveti, devleti, tahakkümü, zevklerle dolu gururu se­ver. Farkında olsun olmasın kendini müminlerin mürşidi sanar, kendi benliğine tapar.

İradenin böyle düşüş devirleri, milletlerin yıkılış devirleridir. İradenin iflâsı, insanın iflâsıdır. Böyle devirlerde yeryüzü zulüm ve yalanla dolar. Halkı kandırmak için kürsülerden müdahaneci ve gösterişçi nutuklar yükselir. Zümrelerin cebini dolduracak altınlar dağıtılır. Bir yanda zulüm ilerlerken öte yanda mazlumların haline deva olsun diye harekete geçenler, mazlumları da zalimlerin merte­besine yükseltici mağrur sesler çıkarırlar; mazlumlara müdahane sanatile omuzlarda taşınır, başların üstüne yükseltilirler. Bunlar da ötekiler kadar zalimdir. Ezilen iman safından yükselen gurur nara­ları kendilerine teselli oldukça zalimler kadar ve onlar gibi kuvvet­li olacaklarını, bir gün zalimlerin yerine geçebileceklerini düşüne­rek zulmü taklid ederler ve ilk fırsatta kendi etraflarında zulüm de­nemeleri yapmaktan çekinmezler. Kendi kazanç ve şöhret hırslan uğrunda halkı istismar edenler, halkı zalimlerin hizasına getirmek isterler. Zulmün dâvası, hakkın dâvası olur, Fatih, kendini kaybettiği anda zalim olur. Onun zalim olmamak için bir an bile kalbini kaybetmemesi lâzımdır. En büyük fetih esnasında irade sonsuzluk­ta rabıtasını kestiği anda en büyük musibeti doğurabilir. İşte İsken­der’lerin Sezarlar’ın, Cengiz’lerin fetihleriyle insanlığa getirdikle­ri felâketlerin sebebi budur.

Sonsuzluğun iradesinden ayrılmayan gerçek fatihler ise insan­lığa rahmet getirirler, İslâmın ruhunu, eserlerinde tanıtan vasıflardan birisi de fütuhatıdır. İnsanlığın tarihinde İslâm devletlerinin fütuha­tı gibi yayıldığı yerlere rahmet getirmiş, hakikaten kurtarıcı olmuş fetihler yoktur. İşte eski Asur ve Mısır orduları, İran ve Yunan harbleri, Hunlar ve Romalılar; işte Napolyon istilâları, İngilizlerin maz­lum milletlere saldırılan; işte varlıklariyle insanlığı ürperten Rusya ve Amerika. Bunların yaptığı fetihlerde ruhumuzun önderleri Halife Ömer’lerin, Büyük Muaviye’lerin, ulu atalarımız Fatih’lerin ve Ya­vuz’ların insanlığa rahmet getiren harblerindeki ruh ve dâva, onlar-daki kılıcı kullanan kalb kuvveti yoktur. Fethettikleri beldelerin hal­kını selâmetlere garkeden, ruhlar kurtaran müslüman orduları, kan dökücü değil, kalb kurtarıcı olmak dâvasiyle savaşmışlardır.

Midesine dolan nimetleri alkışlatmışlardır. Fatih Sultan Mehmed’in Bizans halkına bağışladığı hürriyeti, zamanımızın doğu demokrasileri, muazzam maaşlarına yan bakanlarmaktan başka irade kuvveti olmayan büyük, küçük bütün zâlimlerin karşısında gerçek fâtihler, hürriyeti alkışlata karşı bile yaşatmamaktadır. Gerçek hür­riyetin şartı, insana verilen değerdir. Kur’an’ın ve gerçek dindarlı­ğın ölçüsünü verdiği ve Allah tarafından takdir olunan bu insan de­ğeri, hepimizi eşit haklarla hürriyetlere sahip kılıcıdır. Cemaatin se­lâmeti endişesinden başka hiçbir şey hürriyetlerimizi sınırlandır­maya sebeb olamaz. Bu cemaatin içinde her ferdin hakkı bizden is­tenirken hepimiz aynı derecede âciz durumdayız. Zira hakka karşı koyulacak hiçbir haklı kuvvet olamaz. Hakka karşı gelen âsîdir, şa­kidir. İçimizden birinin hakkını ararken, herbirimiz hepimizden da­ha kuvvetliyiz.

Cemaat içinde mazlumların hakkını arayan bir ferde karşı kuv­vetin direnmesi, iktidar sahiplerinin yumruk kullanması ise zulüm­dür, şenaattir. Hakka karşı koyulan isyan ile hakkı koruyana yapı­lan zulmün ikisi de Allah’a kulluğun inkârıdır, ikisi de Allah’sız davranıştır. Haklarımızın hududunu kadar kimsenin dokunmaya hakkı olmayan hürriyetimiz, cemaatin haklarına tecavüz ettiği yer­de şiddetle karşılanır ve durdurulur. İşte insan hürriyetinin hakiki mahiyeti olan hürriyetle disiplin birbirinin öz kardeşidir. Hakka hürriyet bağışlayan fatihler, kalblerin fatihi oldular. Zülme sonsuz hürriyet sunanlarsa insanlığın gerçek düşmanlarıdır. Büyük çoğun­luğu teşkil eden bu sonuncular, sahip oldukları az veya çok kuvvet­le hodkâm ve hasis emelleri uğrunda haklan çiğnemekten usanmı­yorlar: Zümreci oluyor, zulmediyor; partici oluyor, zulmediyor; dinci geçiniyor, zulmediyor; zulüm ediyor; zulüm görüyor, zulüm ediyorlar.

Bugün Islâm’ın ufuklarını saran havada zulüm teneffüs edili­yor: Maddeyi temsil eden zümre zalim, “gençlik benim” diye hare­kete geçen kuvvet zalim, din uğruna mücahitlik yapar görünenler zâlim. Bütün bir riyayı kullanan ve sinsi kuvvet hazırlığı yapan sözde muhafazakâr zümre, komünizmin kullandığı bütün vasıtala­rın taklidini hazırlamaktadır. Sözde ruhçular, ruh dâvasının selâme­ti için maddecilerin silâhlarına sarılıyorlar: Cehalet, riyâ, sahtekâr­lık, sürü taassubu, hoyrat saldırma, gösteriş, propaganda, bunların hepsi maddeyi muzaffer kılmak için kullanılırken kendini ruhçu sa­yanların ruhun zaferi yolunda kullanmaktan çekinmedikleri vasıta­lar haline geldi. Bu hal, onların hezimeti ve dâvalarının iflâsı de­mektir. Ruh dâvası, bohça öpenlerle üstad övenlerin değil, insan oğluna Allah’ın kulu diye hörmet etmesini bilen, ilimle ahlâktan başka yol tanımayanların dâvasıdır.

Sahte Fâtih’lerin bir kısmı iştihaları fethederek insanlığa yara­nırlar. Halkın iştihalarına hürriyet sunar ve bilhassa ruhu zincirle­nerek iştahlan akim zincirlerinden boşanmış genç zümreleri minnettar bırakırlar. Bunlar zâlimlerdir. Bazıları ise insanların içinde gizlenen ve zorlandığı için yaşatamayan hırsları fethederler ve hırs­lara hürriyet bağışlamak için bağırırlar, tepinirler, yazarlar, saldırır­lar. Kendilerine idealist dedirten bu sahte mürşidler de evvelkiler kadar zâlimdir. Çünkü esir olan insanlara hürriyet sunmak idealiy­le ruhu ayaklar altına alırlar. Evvelkiler zulmü gerçek yapanlar, bunlar zulmü ideal edinenlerdir. Bütün halkı zâlim yapmak ide­aliyle hareket ederken her adımda kendi nefislerinden taşan zulmü yapmaktadırlar.

Zulüm bazı imtiyazlı ellerle yapılırken o kadar büyük, o kadar korkunç değildir, lâkin ufak ufak ufalanıp da bütün halkın eline ge­çerse pek tehlikeli, pek korkunç, pek müthiş bir şey olur. Ve böyle bir dünya, içerisinde yaşanamayacak kadar korkunç bir dünyadır.

Gerçek fatihler nefislerinin ve halkın nefsaniyetinin takdisine hizmetkâr olmadılar. Zümrelerin menfaatini yumruklaştırıp karşı zümrelere saldırtmadılar. Sultan Mehmed Han’ın, fetihten sonra Bizans’ın Rum halkına galip ve muzaffer müminlerle aynı muame­leyi yapması, onlara eşit haklar tanıması ve gönüller sultanının kalbleri fethederken meyus kalblere bazı imtiyazlar bağışlamasın­dan bize gelecek ders, mâzimizin sunduğu hikmet ve hakkın gerçek yolu olmalıydı. Öyle iken onun âdil ve otoriteli devlet anlayışı, onun gönüller fetheden kalb dâvası, devlet iradesi önünde, vezirle­ri ve kıralları dize getiren hak mefkuresi, büyük fethe hazırlanırken kumandanlardan önce şeyhine danışan Allah idealizmi çoktan unu­tuldu. Onun insanlığa şeref olan büyük mirasından; asırlar geçtik­ten sonra bize yalnız bu şehrin yaşattığı bir tabiat harikası kaldı. Geriledik, çok geriledik. Bir kısmımız bu gerileyişten meyus ve hüsran içinde bunalmış olarak düşman iradelere, düşman ruhlarına sığınıyor; esareti süslüyor, garblılaşma diyor, garp dillerinde yapı­lan öğretim diyor, garp sanayii diyor, garp terbiyesi diyor. Bu da az gelince esaret solcu dâva ile besleniyor, siyonizmin insan haklan maskesine bürünüyor.

Diğerleri ise bu soysuzlaşmaya karşı sanki cidal açarak gerilere, daima daha gerilere çekiliyorlar. İnsanlığın en geri sınıflarına sı­ğınarak orada buldukları cehaletle taassubu, soysuzlaşmaktan ko­runmanın çaresi sanıyorlar. Geri ley işlerinde kullandıkları iptidai gurur bunları acınacak hale koymakta ve zaman zaman zâlimyap­maktadır.

Bir taraf, geri saflarda kalmamak, aşağılık duygularından ken­dini kurtarmak için düşmana iltica ederken öbür taraf geriliğinde selâmet arıyor; hurafelerin ilmini, riyânın sanatım ve taassubun ah­lâkını yaymaya çalışıyor. İki taraf da hüsrandadır; her ikisi de mağ­lûptur. Atamız Fâtih'lerin vaktiyle bizi ulaştırdıkları saflarda ger­çek yerimizi almak için her iki tarafın sürüklediği uçurumdan ko­runmamız lâzım geliyor. Ancak o zaman yeni hayatın gerektirdiği yeni fetihler bize de müyesser olacaktır.

Tohum, 11/20, Mayıs 1965.

Nurettin Topçu,Büyük Fetih
Devamını Oku »

Feth'in 7 Harikası

Feth'in 7 HarikasıBüyük fethin siyasi değerinin altında barınan derin manasının yani hikmetinin (sagesse) yanında, dış manzarası cidden küçük 'ka­lıyor. İstanbul alınmış, Bizans’ın baş tacı olan belde Türkleştirilmiş, Asya’dan kopup gelen bir millet Avrupa’nın büyük kapısının bekçi­liğini ele geçirmiş. Islâm medeniyeti. Hıristiyan dünyasile karşı kar­şıya gelmiş, tarihte yeni bir devir başlamış, bütün bunlar, bu zafer­ler ve bu inkılâplar fethin ruh dünyasında yarattığı harikaların ya­nında sönük kalmaktadır. Ruhlardaki inkılâp, fethin asıl hikmetini teşkil ediyor. Zira bu inkılâbın kahramanı, sadece kılıçların fatihi değildir; o ilimle, imanile dimağların ve kalplerin fatihi olmuştur.

Fatih’in en büyük eseri olan ruhlardaki bu inkılâp, henüz safi­yeti bozulmamış bir ırkı sonsuzluğa yönelten ruh kudretlerinin hep­sini getirdi. Milletimizi sayısız ruhî servetlerin varisi yaptı. Ruhla­rın tarihindeki seyri değiştirdi. Biz fethin getirdiği harikalardan ye­di tanesini kaydedeceğiz:

Fethin ilk ve en büyük eseri bir iman harikası oluşudur. Yirmiiki yaşındaki gencin kıtaların kilidini açma karan, bu dev irade­si, Akşemseddin’in istihare denilen Allah’a danışmasından işaret alıyor. Allah izni alındıktan sonra ne şüphe kalıyor, ne bir an tered­düt; ne yeis, ne de korku. O artık dünyalardan da kuvvetlidir. İstan­bul alınacaktır, mutlaka alınacaktır. Çünkü Allah’tan müjde gönde­rilmiştir. İman kuvveti tamam olunca gemiler dağlardan aşırılır, et ve kemikten bedenler akan ateşlere meydan okurlar. Bu hâdisede Cebrail’in yerinde Akşemseddin’igörüyoruz.

Büyük fetihle kuruluşu tamamlanan yeni devletin felsefe te­meli ruhçulukdur (spiritualisme). Orta Asya’dan Anadolu kıyıları­na kadar akıp gelen istilâcı realizm, Malazgirt kapılarında idealiz­me yerini terketti. Kesilen kafalarla kule yapma hırsı, gönüller sul­tanı Alparslan’da yerini kazanılan kalplerden kale yapma aşkına bı­raktı. İslâm idealizmi, Asya'nın putperest realizmine galebe çaldı. Bu zamana kadar göğüslerinde hançerden başka bir şey taşımayan­lar, Anadolu’ya ayak bastıktan sonra kılıcı da kalplerin futühatı için vasıta olarak kullandılar. İslâm spirtualizmini, birkaç sarsıntı devri­nin üstünden sıçrayarak, tıpkı Peygamber’in getirdiği ruhla, Osmanoğullarını yeniden yaşattılar.

Fetih, doğunun büyük beldesinde yapılacak rönesansın ka­pısı olacaktı. Fatih Mehmet, buradan Asya’ya bir aydınlık asrı ge­tirebilecek insandı. Yüksek âlim şahsiyeti, yaratıcı dehasile ilimler­de ve san’atlarda batıdaki rönesansın öncü hamlesini Peygamber’in övdüğü bu şehirden başlatabilirdi. Molla Hüsrev’lerin, Molla Zey­rek’ lerin, Hocazâde’lerin eliyle Fatih külliyesini Bizans’ta ilk İs­lâm üniversitesi olarak açan Padişah, mütefekkirler arasında yaptır­dığı İlmî münakaşalarla işe başlamıştı. Bunlardan Molla Zeyrek’ le Hocazâde arasında kendi tertiplediği Tehafüt münakaşası bir hafta sürdü. Bizzat kendisinin takip ettiği bu münakaşayı, filozoflara kar­şı îmamı Gazali’yi iltizam eden Hocazâde kazandı. Fikir hürriyeti­nin kudretli koruyucusu, Hocazâde’yi takdir etti ve bu fikirlerini bir eser halinde neşretmesini söyledi.

Topkapı Sarayı’ndan başlıyarak Türk dünyasının İstan­bul’da yeni bir san’at idealine kavuşacağını müjdeleyen rönesans sultanı batıdan MastoriParli, Matheos Bellini gibi şöhretli sanat­kârları getirtti. Cem Sultan babasına varis olsaydı, Sinan asrına ba­samak olması lâzım gelen bu hazırlık devri, Türk-Islâm dünyasının Giotto’larını, Mazoccis’leriniAndrea del Sarto’larını yetiştirebilir­di. O zaman bunlarla Leonardo de Vinci’ler, Michel-Ange’in doğu­daki muhteşem rakibi Sinan’a el vereceklerdi.

Hüdavendigâr’la Yıldırımlar’ın başlatığı Anadolu’nun millî birlik dâvası, Fatih’in kabzasına Allah adı yazılı kılıncile tamam­landı. Sonraki asırların her taraftan yıkıp da viran ettiği Anadolu milli birliği, doğunun bu rönesansasnnda bir olan Allah idealine bağlı İslâm spirtualizminin temelleri üstüne kuruldu. Birliğin mu­hafazasına muktedir, otoriteli devlet prensibi, bütün ruhî ve ahlâkî zaafların sığınağı olan Yahudi rejimlerine yerini terkedinceye ka­dar, cihan tarihinin en büyük Türk-İslâm devleti Anadolu’da hâkim yaşadı. Ancak aklın otoritesi yerini içgüdülerin hürriyetine bırak­maya mecbur olduğu zaman Ulu Devlet parçalanacaktır.

Manevî iktidarın önünde eğilen Fatih, maddî kudretlerin hep­sine diz çöktürmenin halkı Hakk’a götürecek tek yol olduğunu ilimle, imanile kavrayan bir devlet dahisi idi. Bu görüşe sahip ol­mayan oğlu Beyazıd’ın ahlâkî şahsiyeti dahi devlette ilk tehlike be­lirtilerini yok edemezdi. İslâm dünyasının masonları demek olan Şiilere karşı Yavuz Selim imdada yetişmeseydi, Anadolu Türkü İs­lâm idealizmini Avrupa’nın ortasına kadar götüremiyecekti. İlk ça­ğın Yunan dünyasını yıkıp çökerten ayağa düşürülmüş iktidar ideal olduğu zaman, hak ve adalet prensiplerini okuyan Yıldırım’larla Fatih’lerin, Yavuz’ların güneş devleti hırsların oyuncağı olacaktı.

Yeni Türk devletinin temeli adaletti. Ahlâk idealinin usan­maz hizmetkârı olan bir hanedanın, bütün mânasile büyük olan bir sülâlenin cihan tarihine yeni bir devir açan çocuğu, fethettiği şeh­rin yeni açılan külliyesinde, bu külliyenin müderrisleri talimata uy­gun bulmayarak reddettikleri için, kendisine şerefe bahşişi diye is­tediği bir küçük odaya bile sahip olamamıştı. Vazifesini suistimal ettiği için kolunu kestirdiği bir Rum duvarcı tarafından hakkında dâva açılarak hâkim huzurunda alelâde bir fert gibi ayni ceza ile hükümlenen Hükümdar, cihad yolunda Hulagü’leri değil, en büyük Islâm idealisti Ömeru’l-Faruk’u kendisine örnek almıştı, işte bu adalet iktidarı, Rum cemaatinin kendileri için ayrı mahkeme kurul­ması hususundaki isteklerini, Fatih’in hâkimlerini dinledikten son­ra, yine kendilerine geri aldırttı. Bu, adaletin Hattâbın oğlundan beri görülmemiş zaferiydi.

II. Murad’ın oğlunun kalbinden taşarak siyasî dehasile bir­leşen affu rahmet, fethin en emin bekçisi oldu. Bu şehir Hatemü’l- Enbiya’nın ruhundun kopup gelen affu rahmetle dolup taşmadan tam mânasileTürk’ün olamazdı. Ayasofya'nın kubbesinin üstüne konulan Bizans kızıl elması rahmet nurile aydınlanmadan ebedî ka­lamazdı. Genç Fatih’in kalbi kadar büyük dehası, mağrur ve mağ­lup Bizans’ın halkını kayıtsız şartsız affetmekle kalplerin fatihi ol­du. Batan medeniyet merkezinin perişan halkına tam hürriyet, tam huzur, tam selâmet sundu. Onlara her hususta serbest olduklarını, hattâ isterlerse camilerimizin duvarına bitişik kilise yaptırabilecek­lerini ilân etti. Bu hareket ile,kendisini öven büyük Peygamberin izinden yürüyordu. O Peygamber ki Mekke’yi fethettikten sonra İlâhî beldenin valiliğini, biraz önce kendisine diş bileyen Attâb İbni Esid’e vermişti, bu kalp harikasının meftunu olan II. Mehmet de, Hz. Muhammed gibi davranırken Peygamberinin yolunda yürüdü­ğünü isbat ediyordu. Kalbin harikası eseri ebedileştirdi. Fetihten sonra Bizans’tan Türkleri atmak gayretile Avrupa’da büyük bir haç­lı ordusu hazırlanıyordu. Onu Bizans’ın Fatih’i mi karşılayacaktı. Hâdise, kalpler Fatih’inin kalbine kâbus mu çöktürecekti. Hayır. Allah’ın evini koruma işini sahibine bırakan Peygamber ceddi gibi, fetholunan beldenin korunmasını da o, gerçek sahibine bıraktı. Haçlı hazırlığından Bizans halkı telâşlandı. Paris’e gönderilen pis­koposlar, orada hazırlanan yeni haçlı ordusunun önüne durdular. “Hayır, hıristiyan kardeşlerimiz” dediler, “bizi kurtarmağa gelme­yin. Biz Türk hükümdarı ile pek iyi anlaştık, sizi istemiyoruz.”

İşte fethin yedi harikası bunlardır. Hepsinde ebedî olmak iste­yen insan iradesi sonsuzluğa uzanmaktadır. Hepsinde “insanla Al­lah’ın terkibi olan hareket” insanüstü bir âleme uzanıyor. Bu yedi harikadan, daha yedi asır geçmeden elimizde kalan, sadece bu şeh­rin sakladığı bir tabiat harikasıdır.

 

Nurettin Topçu,Büyük Fetih
Devamını Oku »