Müslümanlar ve Yunan Sanatı

Müslümanlar ve Yunan Sanatı

İbrahim içimdeki putları devir.

Asaf Hâlet Çelebi


Mimesis teorisinin, Aristo’yu Avrupa’ya öğretenler, yani müslümanlar tarafından anlaşılmaması -yahut önemsenmemesi- antik sanatlara ilgi duyulmaması yüzündendir. Antik örneklere yönelmeyen bir tecessüs, Aristo’nun mimesis görüşünü de kavrayamazdı.

Gazzali’den sonra bile medreselerde asırlarca okutulan Aristo, bilindiği gibi, müslüman filozoflar tarafından “muallim-i evvel” olarak kabul edilmişti. .Bilinen bütün eserleri, tabii bu arada Poetika da dik­katle okundu ve tartışıldı. Bununla beraber, Yunan sanatının örnekleri İslam dünyasında tanınmadığı, ta­nınsa bile benimsenmediği için, Poetika 'da belirle­nen çerçevesiyle mimesis’in anlaşıldığını söylemek zordur. Fethedilen yeni topraklarda müslümanların karşısına çıkan antik kalıntılardaki heykellerin, resim­lerin vb. onları dehşete düşürdüğünü söyleyebiliriz.

İslâmî dünya görüşünün hassasiyeti dolayısıyla Yunan sanatına pek ilgi göstermeyen müslümanlar,Eflatun’un Devletini ve Aristo’nun Poetiketsını çok iyi bildikleri halde, bu eserlerde adından sık sık söz edilen Homeros’u da hep manalı bir sükutla geçmiş, üzerinde hiç durmamışlardır. Yalnız Biruni’nin İliada  ve Odisseia’dan bazı bölümleri Arapça’ya çevirdiğini biliyoruz. İbn Haldun ise Homeros’tan sadece isim o- larak bahseder ve geçer. De Boer’e göre, müslümanlar Homeros’un “Ancak bir kişi hâkim olabilir” sö­zünden başkasını almamışlardır. “Büyük Yunan dram yazarları ve lirik şairler hakkında en küçük bilgileri bile yoktur. Eski Yunan ancak matematik, tabii ilim­ler ve felsefesiyle tesir icra etmiştir.”

Osmanlılar ise Homeros’u, mitolojiyi ve antik sanatları Ortaçağ müslümanları kadar bile tanımıyor­lardı. Yalnız Montaigne bir denemesinde, Fatih’in Pa­pa II. Pius’a şöyle bir mektup yazdığından söz eder: “İtalyanların bana düşman olmalarına şaşıyorum. Biz de Italyanlar gibi Troyalılar’ın soyundanız. Yunanlı­lardan Hektor’un öcünü almak, benim kadar onlara da düşer. Onlarsa bana karşı Yunanlılar’ı tutuyorlar." Fatih gerçekten böyle bir mektup yazmış mıdır, bil­miyoruz. Fakat kütüphanesinde Homeros’un lliada’sıyla Hesiodos’un  Theogonya’sının Yunanca yazma nüshaları bulunduğuna göre, doğru da olabi­lir. Bizde Homeros, Hesiodos ve mitolojiden ilk defa geniş olarak söz eden Kâtip Çelebi’dir.

Fatih’in özel ilgileri sayılmazsa, Osmanlılar, fet­hettikleri topraklarda âdeta kaynayan antik heykelle­re ve Bizans döneminden kalma ikonlara karşı son derece ürkek davranmış, hepsini birer “put” olarak görmüşlerdir. Kanuni devrinde yaşanan bir hadise bu bakımdan çok ilgi çekicidir. Mohaç seferinden dönü­lürken, Macar krallığı hâzinesinden İstanbul’a getiri­lenler arasında üç heykel de vardır: Apollon, Herkül ve Diana heykelleri. Sadrazam İbrahim Paşa, bunları Sultanahmet (o günkü adıyla Atmeydanı) meydanın­daki sarayının önüne diktirir. Bu durum, halkın bü­yük tepkisini çeker, hatta devrin şairlerinden biri, “Yeryüzüne iki İbrahim geldi; biri put kırdı, biri put dikti” anlamına gelen şu Farsça beyti söyler: “Dü İb­rahim âmed be-rûy-i cihân/Yekî büt şiken şüd yekî büt nişân.”

Bu beyit, devrin ünlü şairlerinden Figanî’nin -onun tarafından yazıldığı zannedilerek- suç­suz yere idam edilmesine yol açmıştır.

Heykelin putperestlik geleneklerine sıkı sıkıya bağlı olduğu, özellikle Yunan ve Roma heykelciliği­nin dinî anthrophomorphisme’e dayandığı düşünüle­cek olursa, müslümanların bu sanata niçin daima korku ve şüpheyle baktıklarını anlamak kolaylaşır. Kabe’deki putların da tamamı heykeldi. Bütün put­perestlik geleneklerine savaş açan İslam'ın, bu gele­neklere bağlılığı şüphe götürmeyen sanatlara, bilhas­sa heykele düşman olmaması düşünülemezdi. Esa­sen heykel, muhayyileyi sınırlayan, soyuta geçiş im­kânları alabildiğine kısır ve zorunlu olarak insan vü­cuduna bağlı bir sanattır. Müslümanları, putperestlik geleneklerine bağlı oluşunun yanısıra, bu yönüyle de ittiğini söylemek mümkündür. “Yunan heykeltraşı” diyor Henri Lechat, “tanrı heykelleri vücuda getirme­ye davet edilir edilmez, hedefi insana benzeyen fakat insandan üstün olan ilahlar göstermek ve bu suretle çok seçkin, çok asil ve daha güzel bir insanlığı ta­hakkuk ettirmek olacaktı.”

Tanrılarını tecessüm ettirmek gayesiyle yola çı­kan Yunanlı heykeltraş, her adımda karşılaştığı sport­menlerin güzel vücutlarını aşamıyor, yani insan vü­cudu dışında bir güzellik düşünemiyordu. Kısaca ifa­de etmek gerekirse, Yunan heykelciliğinin başlıca konusu, tanrılarla sportmen im an vücudunun karışı­mı olan ideal insandı. Ve ideal insan, hemen her za­man çıplaktı.

İnandıkları din, insan vücudunun teşhirini ya­sakladığı için örtünmeyi bir yaşama biçimi haline ge­tiren müslümanların bu çıplak heykellerle karşılaştık­ları zaman nasıl tepki gösterdiklerini tahmin etmek zor değildir. Ayrıca, putperestlikle savaşan bir dinin mensupları, yakışıksız işler yapan tanrı ve tanrıçala­rın dünyasına, yani mitolojiye ilgi duyamazlardı. Üstelik bu tanrı ve tanrıçaların insan biçiminde teces­süm ettirilmeleri, yani anthropomorphisme, bir müslümanın asla kabul edemeyeceği bir anlayıştı. Kaldı ki güzeli insan vücuduyla sınırlayan, düzen fikrinden sonsuza geçemeyen Yunan sanatının müslümanlara verebileceği bir şey yoktu.

İslam’ı kabul etmeden önce, heykelcilikte kü­çümsenemeyecek bir seviyeye ulaşan Türkler ve îranlılar da, müslüman olduktan sonra, İslam’ın yakla­şımım benimsemişlerdir. İslam’ın kendi bünyesine yabancı gelenekleri zaman içinde temessül ederek soyuta yönelttiği hemen farkedilmektedir. Mesela Türk heykelciliği, İslamiyet’le birlikte müstakil bir sanat olmaktan çıkmış, mimariye yardımcı bir unsur olarak tezyini özellikler kazanmıştır. Osmanlı döne­minde ise, müslüman hayatından tamamen çekilen heykelin, varlığını mimarinin soyut formlarında ve mezar taşlarında belli ölçüde devam ettirdiği söyle­nebilir.



Beşir Ayvazoğlu-İslam Estetiği
Devamını Oku »

Saklı Tuğra

sultan Abdulaziz tugrasi

Birkaç hafta önce, kendimi ayaklarımın emrine verip aylaklık ettiğimden söz etmiştim. Bazı dostlarım bu yazıdan çok hoşlanmış ve benim yaptığım gibi çıkıp çoktandır yollarının düşmediği bazı cadde ve sokaklarda keyiflerince yürümüşler.

Böyle yürüyüşler hem çok dinlendiricidir, hem de zihninizin daha hızlı çalışmasını sağlar; evinize kafanızda yeni sorularla, hatta şaşırtıcı keşiflerle dönebilirsiniz. Ben, o gün, Bayezid Medresesi'nin önünde, rahmetli Turgut Cansever'in projesinin bir parçası olan o güzel dikdörtgen havuzun yanındaki çay bahçesinde çay içerken, zihnimde Üniversite kapısıyla ilgili bazı sorular belirmişti.

Aslında Harbiye Nezareti kapısı olan bu kapının üzerindeki kitabede Fetih ve Zafer ayetleriyle "Daire-i Umûr-ı Askeriye" ibaresi yazılıdır. Hemen üstünde de Sultan Abdülaziz tuğrası yer alır. 1927 yılında Osmanlı eserlerinde birçok kitabenin ve tuğranın kazınarak yok edilmesine yol açan "Türkiye Cumhuriyeti dâhilinde bulunan bütün mebânî-i res­miyye ve milliyye üzerindeki tuğra ve methiyelerin kaldırılması hakkında kanun" çıktığında bu tuğra ve kitabe mermer bloklarla kapatılmıştı. Birinci soru: Niçin mesela Cevri Kalfa Mektebi'ninki gibi kazınmadı? İkinci soru: Kitabenin üzerindeki mermer bloklar daha sonra kim tarafından, nasıl kaldırıldı? Ve üçüncü soru: Tuğranın üzeri niçin hâlâ kapalı?

Aslında "Bir Aylaklık Hikâyesi" yazısının devamı olmak üzere, bu soruların cevaplarını yazmaya niyetlenmiş, fakat araya daha âcil konular girince ertelemek zorunda kalmıştım. Tabii ilk işim, böyle konularda bilgilerine sık sık başvurduğum M. Uğur Derman ve Aykut Kazancıgil Beyleri aramak ve birçok kaynağa göz atmak olmuştu.

Soruların cevaplarına geçmeden önce, Üniversite kapısının üzerindeki kitabe hakkında Uğur Bey'in anlattığı anekdotu paylaşmak istiyorum.

Bilindiği gibi, İstanbul Üniversitesi kapısı olarak bilinen âbidevi kapı, aslında Harbiye Nezareti'nin kapısıdır. Tuğra ve kitabesi on dokuzuncu yüzyılın büyük hattatlarından Mehmed Şefik Bey'in imzasını taşır. Rivayete göre, Abdülaziz, Harbiye Nezareti'nin bir an önce açılmasını emredince hemen hazırlıklara başlanıp eksiklikler belirlenmiş. Bu eksikliklerden biri de henüz sipariş edilmeyen kitabeymiş. Tavsiye üzerine Mehmed Şefik Bey'e müracaat edilmiş ve kendisiyle altmış altına anlaşma yapılmış. Hemen işe koyulan üstad yazıyı önce küçük ebatta yazmış, daha sonra kareleme usulüyle gerekli ölçüde büyüttüğü yazı talebeleri tarafından iğnelenerek kalıp haline getirilmiş ve mermere uygulanmış. Bütün bu işleri altı saatte tamamlayan büyük sanatkârı bir sürpriz bekliyormuş: Anlaşma yaptığı erkân-ı harp yüzbaşısı, emeğinin karşılığını ödemeye yanaşmamış; çünkü kendisi altı lira maaş alıyor, altı saat çalışan bir hattata altmış altın ödenmesini haksızlık olarak görüyormuş. Durumu çıraklarından öğrenen Şefik Bey, yüzbaşıya şu haberi göndermiş:

"Bu yazı altı saatte değil, altmış senede yazılmıştır. Kendilerine altı gün değil, altı hafta, altı ay da değil, tam altı sene mühlet veriyorum. Bu müddet içinde, bu yazının bir harfini yazabilirse, istediğim paranın altı mislini kendilerine hediye olarak veririm."

Üniversite kapısındaki kitabe, Mehmed Şefik Efendi'nin en önemli eserlerinden biri olarak kabul edilmektedir. Söz konusu kanun çıktığında kazınmaktan nasıl kurtulduğuna gelince: O tarihte Darülfünun Emini, yani rektör olan İsmail Hakkı Bey (Baltacıoğlu) aynı zamanda çok iyi bir hattattı ve Mehmed Şefik Bey'in eserinin değerini bildiği için üzerini kapattırmakla yetinmişti.

1933 yılında Darülfünun ilga edilip yerine İstanbul Üniversitesi kurulunca, kitabenin "Dâire-i Umûr-ı Askeriyye" ibaresinin bulunduğu orta kısmındaki mermerin üzerine yeni harflerle "İstanbul Üniversitesi", Abdülaziz tuğrasının bulunduğu madalyonu kapatan mermere de T.C. harfleri hakkedildi. Kapının 1933 yılından sonra on altı yıl boyunca çekilen fotoğraflarında bu mermer bloklar beyaz lekeler halinde görünmektedir. 1949 yılında, rahmetli Süheyl Ünver'in yazdığı bir mektup üzerine, o tarihte rektör olan Prof. Dr. Sıddık Sami Onar, kitabenin üzerindeki mermerleri söktürmüş, fakat tuğranın üzerindekini kaldırtmaya cesaret edememiştir.

Evet, Beyazıt'taki Üniversite kapısının üzerinde, dairevî mermer parçasının altında, büyük bir Türk hattatının seçkin bir eseri gün ışığına çıkarılmayı beklemektedir. Tuğranın sahibi Sultan Abdülaziz hortlayıp saltanat dâvâsına kalkışmayacağına ve kıyamet kopmayacağına göre, bu tuğrayı daha fazla saklı tutmanın ne mânâsı var?

Kendi tarihimizden ve kültürümüzden niçin bu kadar korkuyoruz?

Kaynak:

Beşir Ayvazoğlu
Devamını Oku »