Osmanlı:Toplum ve Devlet



Devletin, kurum olarak nasıl bir yapıya sahip olduğunu anlamak için, top­lumla devlet arasındaki ilişkilerin nasıl tanımlandığını görmek gerekir. Osmanlı toplumunun, inanç, dil, yaşama tarzları açılarından oldukça karışık ve karmaşık bir yapıda olduğu bilinmektedir. Dinî ve etnik guruplardan oluşan toplumun bü­tünlüğü ve sürekliliği, Osmanlı Devleti’nin dayandığı değer dizileri sayesinde mümkün olmuştur. Aşağıda Osmanlıların toplumu nasıl gördükleri ve toplumla değer dizileri arasında nasıl bir ilişkinin olduğu ele alınmaktadır.

Osmanlı Devleti’nin kuruluş süreci göz önüne alındığında, Kayı Boyu’nun devleti birlikte oluşturdukları görülmektedir. Boy’un tümünün devletin oluşu­munda yer alması, devletin kuruluş aşamasında, halkla iç içe olduğunu gösterir. Devletin büyümesine bağlı olarak, nüfus artmış ve toplumun sorunlarını çözecek kurumlar oluşmuştur. Fleischer’in belirttiğine göre, 16. yüzyıl ortalarına kadar, Osmanlılar, kökenlerindeki askerî kabile düzenini sürdürmüşlerdir. Toplumdaki başlıca ayrım, vergi vermeyen askerler ile vergi veren reayadır. Askerlerin görev­leri reayayı korumak ve devletin askerî bel kemiğini oluşturmaktır (Fleischer 1996,4). Bürokrat ya da yargı görevlisi, yani yönetimle ilişkili olan herkes, askerî sınıf içinde kabul edilmiştir (Fleischer 1996,4).

Klasik dönemde ise Osmanlı yö­netici sınıfı, yaptıkları işlere bağlı olarak üç gruba ayrılmıştır: Seyfıye (kılıç ehli), devleti kuran gazilerden ve büyük ölçüde sarayda yetişen öbekten oluşurdu. İlmi­ye, şeriatın savunucusu olan hukuk uzmanlarını, kadıları, öğretmenleri ve devle­tin İslâmî vicdanını kapsamıştır. Kalemiye, devletin bürokratik işlerinden sorum­lu grup, diğer iki grubun işlev ve eğitiminin bazı yönlerini biraraya getiriyordu (Fleischer 1996, 5). Toplumsal sorunlarını başarıyla çözebilmek için gerekli kurumların oluşturulması, kurumlarla devletin amaçlan arasındaki uyum, devletin hem toplum nezdinde hem de dış güçler karşısında güçlü olmasını sağlamıştır.

İslam’a göre halk, statü olarak Tanrı’nın bir emaneti olarak tanımlanmakla birlikte, hem toplum hem de devlet tarafından varoluşunu sürdürebilmek için vergi ve asker kaynağı olarak da görülmüştür. Kâtip Çelebi halkın devletle iliş­kisini şöyle tanımlamıştır: “İnsansız mülk olmaz, ordusuz halk olmaz, parasız or­du olmaz, halk olmadan para toplanmaz, adalet olmasa halk da olmaz” (Kâtip Çelebi 1982, 22). Halk, devlet ve ordu arasındaki ilişkinin içsel olduğu gerçeği göz önüne alınınca, bu ilişkide düzenin tam kurulması gerekmektedir. İç ilişkierdeki düzensizlik büyük sorunlar çıkarttığından ya devlet kurulamaz ya da ku-rulsa da uzun süreli olmaz. Uzun ömürlü ve güçlü bir devletin varlığı, temel kurumlar arasındaki uyuma ve halkın bu kurumları benimsemesine bağlıdır.

Osmanlı düşünürlerine göre toplum dört unsurdan oluşur: Ulema, asker, tüc­car ve reaya (Kâtip Çelebi 1982, 22). Bu unsurların her biri insan bedenine denk getirilerek açıklanmıştır. Ulema, kanla denkleştirilir. Asker, balgam; tüccar, safra; yapısı süfli toprakta olan reaya, sevda derecesindedir (Kâtip Çelebi 1982. 22-23). Bu tanımlama tarzında, toplumu oluşturan öbekler, insan bedeninin bazı unsurlarına benzetilerek açıklanma nedeni, sağlıklı bir bedendeki denge ve düzenin, ide­al devlet düzenine model olarak görülmesindendir. Sağlıklı bir bedenin sahip ol­duğu denge ve düzenin devlette gerçekleşmesi, kurumların hem kendi iç yapıla­rında hem de birbirleriyle ilişkilerinde görülmesine bağlıdır. Bunun çok zor oldu­ğu bildirilmektedir. Kâtip Çelebi’nin görüşlerini aktardığını belirten Naima da (Naima 1967/1, 44), bireylerin geçirdikleri bedensel aşamalarla devletlerin de üç aşama geçirdiklerini kabul etmiştir. Gelişme, kemal ve gerileme (Naima 1967/1, 39). Ancak hem bireylerin hem de devletlerin yaşama süreleri bedenlerinin gücü­ne ve kendilerine bakmalarına bağlı olarak değişmektedir.

Osmanlı Devleti kuv­vetli bir bünyeye sahip olduğundan kemal devresi uzamıştır (Naima 1967/1, 39). Devletin üç esas devresini gösteren çeşitli alametleri vardır. Hastalık çıktığı za­man bunlara uygun ilaçların verilmesi gerekir. Uygun ilaçlar, uygun zamanlarda verilmezse iyi bir tedavi gerçekleştirilmemiş olur (Naima1967/1, 39). İnsan vücu­du dört unsurdan mürekkep olduğu gibi, toplum da dört rükundan (direk, esas) te­rekküp eder. Toplumu meydana getiren erkan-ı erba (dört rükün) şunlardır; Ule­ma, asker, tüccar ve reaya (Naima1967/1, 39). Ulema zümresi, insan vücudunda dolaşan kana benzer. Kalp ki hayvani ruhun kaynağıdır ve hayvani ruh bir latif cevherdir. Bu letafetinden dolayı vücutta doğrudan doğruya dolaşmaz. Kan onu dolaştırır. Ruh, vücudun ayakta durmasına sebep olduğu gibi, ilim dahi cemiyetin devamına sebep olur. Asker, balgam makamındadır, tüccar safraya ve reaya sev­daya (tutku?) benzer (Naima 1967/1, 40). Bedenin sağlıklı olması için bu dört un­surun dengede olması gerektiği gibi, toplumun sağlıklı olması da bu dört kurumun dengeli bir ilişki içinde bulunarak toplumu ve devleti taşımaları gerekmektedir.

Halk, zulüm ve kahır yüzünden kırılmış ve kazançtan kalmış olursa, hâzine­ye yardım edemeyecekleri için hazine boş kalır. O yüzden eski hükümdarlar re­ayayı zalimlere karşı himaye edip kasaba ve köylerin harap olmasına reayadan birinin şehre gelip yerleşmesinden dolayı razı olmazlardı (Naima 1967/1, 40-41). Benzer şekilde tüccarların da yeterli sayıda olması -ne fazla ne de az- gerekir. Yeterli sayıda olunca hazmedilmesi kolaydır. Sayı artınca yani tüketim malları çoğalınca, hazmı zorlaşır ve bedende rahatsızlıklar yaratır. Ayrıca tüccarlar zen­ginliği artırdıkça, tamahkârlık büyür, halk fakirleşir ve toplum bunalıma girer. Askerlerin fazla olması da halkı fakirleştirdiğinden, onların sayısı da yeteri kadar olmalıdır (Naima 1967/1,41). Askerler savaş yeteneği yüksek bir zümreyken toplumsal konumlarındaki düşme yönündeki değişiklikler görevlerini yapmada sorunlar yaratırlar. Onlara fazla itaat edildiğinde ve paraları bol verildiğinde de devlete müdahale etme eğilimleri artmaktadır (Naima 1967/1, 54-55). Koçi Bey’in ortaya koyduğu asker sayısına bağlı olarak ortaya çıkan bütçe açıklan (Koçi Bey 1993, 13-14, 27-29) gözönünde bulundurulduğunda, askerin hem sa­yıca hem de tavır açısından disiplin altına alınması gerektiği daha iyi anlaşılmak­tadır. Toplumun dört unsurundan biri bozulursa diğerlerinde de bozulmalar baş­layacağı da tespitler arasındadır (Naima 1967/1, 42). Türklerde asker devletin merkezini oluşturduğundan, onda ortaya çıkan bozulmalar çok kolaylıkla diğer kurumlan etkisi altına almaktadır.

Kâtip Çelebi, insanın bazı yetenekleriyle en üst düzey devlet yöneticileri ara­sında benzetme yapmıştır. Bu benzetmeye göre, insanın nefsi, sultana; aklı, vezi­re ve idrak gücü de şeyhülislama denk gelir (Kâtip Çelebi 1982,29). Nefs, akıl ve idrakin insanın zihinsel faaliyeti ile ahlâkî durumunu temsil etmeleri ve bunların hükümdar, vezir ve şeyhülislama karşılık gelmeleri, devletle insan bedeni arasın­daki benzetmelerin bir başka boyutunu gösterir. Akıl ve idrak, nefsin kontrolü için gerekli unsurlar olduğundan, vezir ve şeyhülislam diğer işler yanında hükümda­rın nefsine yenik düşmesini engellemekle yükümlüdürler. Sağlıklı insan bedenin­de, akıl ve idrak tarafından oluşturulan denge ve düzenin toplumsal yapıdaki kar­şılığı adalettir. Toplumsal düzenin merkezi adalet olduğundan, Osmanlı düşünür­leri adaleti devletin en önemli görevi olarak tanımlamışlardır. Adaletin gerçekleş­mesini engelleyen ve toplumsal düzeni sürekli bunalım durumunda tutan mülki­yet temelli sınıflı bir toplum olmamakla birlikte, Osmanlılar evren tasavvurunda­ki öneminden dolayı adalete özel bir önem vermişlerdir. Mülkiyetsizlik, adaletli bir yapının ve özgürce yaşamanın önemli dayanaklarından biri olmuştur.

Toplumun kurumlar üzerinden tanımlanması, topluma devlet üzerinden ba­kışın bir göstergesidir. Özellikle asker ve ulema, devletin merkezî yapısını orta­ya koymaktadır. Asker, devletin varoluşunu gerçekleştirdiği gibi aynı zamanda da devlet aracılığıyla toplumun güvenliğinden sorumludur. Benzer şekilde ule­ma devleti işleten kurum olma, memur olarak da toplumla sürekli ilişkide olma nedeniyle devleti temsil eder. Ayrıca devlet ve toplumun en önemli değerlerinden biri olan din kurumu da büyük ölçüde ulema tarafından temsil edilir. Tüccar da dış ticaret ilişkisi çerçevesinde, pazarlardaki mal ihtiyacını karşılama anlamında görev yapmaktadır. Geri kalanlar reaya adı altında anılmaktadır. Halbuki asker ulema ve tüccar yanma, çiftçi ve zanaatkârlar da konmuş olsaydı toplumsal bü­tünlük çok daha iyi bir şekilde açıklanmış olurdu.

Osmanlı toplumsal yapısının en önemli yanı halkın toprakla ilişkisidir. İslam inancında mülk (toprak), Tanrı’ya aittir.* Bunun yanında zenginlik de hoş karşılanmamıştır. Bu anlayış, göçebe Arap kabileleri zihniyetiyle birleşince İslam dünyasında özel mülkiyet hakkı çok sınırlı kalmıştır. İslam öncesi Türklerin top­lumsal yapıları ve devlet anlayışları da mülkiyetsizlik ve sınıfsızlık temeline da­yandığından, Osmanlı Devleti’nde toprağa dayanan sınıflı bir yapı ortaya çıkma­mıştır. Toprakla uğraşan köylüler sadece toprağı kullanım hakkına sahiptirler (İnalcık 2000/5, 148; Veinstein 1995, 258). Mülkiyetsizlik ve sınıfsız toplum, Osmanlı değer, gelenek ve kurumlarının kendine özel yapılar şeklinde biçimlenme­lerini sağlamıştır. Özellikle devlet hakkındaki anlayış, mülkiyetsiz ve sınıfsız toplum göz önüne alınınca anlaşılabilir. Bu sorun genelde Türkleri özelde Os­manlıları Batı devlet ve toplum anlayışından kökten ayırır.

Mülkiyet temelli bir aristokrat sınıf ortaya çıkmadığından, Batı Avrupa zihni­yetinde gerçekleşen devlet ve halk ayrımı sözkonusu değildir. Halk, devleti, sınıf­lı toplumlarda olduğu gibi düşman olarak değil, baba olarak içselleştirmiştir. Çün­kü devlet, bir sınıfın devleti değil, tanrısal kutsallığa sahip hanedan ile halktan ge­len memurların oluşturduğu bir yapıdır. Devletin toplumsal düzen ve adaleti sağ­lamada öncelik verdiği görevlerin başında mal birikiminin önünü kesmek vardır. Mal birikimiyle başlayan kontrolsüz zenginlik, başkalarını sömürerek onların haklarını gasbetme nedeniyle toplumda çok büyük yaralar açtığından adaletsizli­ğin başlıca kaynaklarından biri olarak görülmüştür. İslam öncesi Türk devlet an­layışındaki hükümdarın mallarını yağmalatması ve insan hakkı yemenin İslam inancı gereği en büyük günahlar arasında olması, mallara devlet tarafından el ko­nulması, vakıf eserlerin harcanması, kişilerin zenginleşmelerinin önünü kesmiştir.

İslam öncesi dönemde toylarda hükümdarın malları yağmalandırılmıştır. Bunun başlıca iki nedeni vardır; ilki, ihtiyaç sahiplerinin ihtiyaçlarını karşılama­larıdır. İkincisi, Türk devlet anlayışında halk, hükümdarın çok zengin olmasın­dan rahatsız olmaktadır. Bu nedenlerden dolayı Türklerin zihnindeki hükümdar, mal ve hazine yığmaktan kaçınan ve adaleti esas alan bir tip olarak ortaya çıkar (İnalcık 1959, 80). Mal biriktirmenin yanlış olduğu kanaati Osmanlılarda da var­dır. Aşıkpaşazade bu konuda bazı tespitler yapmıştır: “Mal odur ki hayra sarfoluna. Padişahların dostu odur ki kamı tok ola ve doğru ola. Sağlam ordu ona der­ler ki tok ola ve kalabalık ola. Açlık kaygısı olmaya” (Aşıkpaşazade 1992, b 157). Burada ortaya konulan tespitlerden, hükümdarın elde ettiği zenginliği, halkı ve askerleriyle paylaşması gerektiği sonucu çıkmaktadır. Bu tutum, gelir dağılımı­nın dengelenmesi yanında, askerlerin haklarının verilmesinin, devlet düzeni ve toplum huzuru için birinci dereceden önemli olduğunun bilincini göstermektedir.

“Padişahlar için hazine gerekli midir?” sorusuna bir arifin verdiği cevap önemlidir: Padişahlar için asıl hazine halkın hayır duasıdır (Aşıkpaşazade 1992, bl57). Halk, ancak, kamı tok ve güvenliği tam, adalet ve huzur içinde yaşadığı sürece yöneticisi için hayır duasında bulunabilir. Dolayısıyla yöneticilerin yap­ması gereken, elde ettikleri birikimleri toplumda bu şartları sağlamak için harca­maktır. Aşıkpaşazade, padişahların elde ettikleri zenginlikleri halk için harcadık­larını gösterir örnekler vermiştir. Konu edindiği dönemin padişahlarının toplum için yaptıklarının bir listesini sunmuştur. Bu listede yer alan hizmetler şunlardır: Yoksullar için yemek pişirmek, çıplakları giydirmek, dul kadınlara yardım et­mek, Cuma günleri yoksullara para dağıtmak, seyitlere yardım etmek, imaretha­neler, medreseler, zaviyeler, camiler, hastaneler, okullar yaptırmak, Halilülrahman, Mekke ve Medine gibi İslam dünyasının kutsal şehirlerindeki yoksullara yardım göndermek, ulemaya, dervişlere, yetimlere ve dul kadınlara sürekli yar­dım sağlamak için para vakfedilmiştir (Aşıkpaşazade 1992, bl56). Bu hizmetler Osman Gazi zamanında başlamış devlet büyüdükçe ölçüleri de artmıştır. Harca­ma listesinden anlaşılacağı gibi, Osmanlı Devleti sosyal yapıda oluşan yaralan tedavi etmek için elinden gelen çabayı harcamıştır.

Aşıkpaşazade, başta hükümdarlar olmak üzere, devlet yönetiminde yer alan herkesin erdemli olmaları gerektiğini özellikle vurgulamıştır. Ancak yöneticile­rin bir şekilde erdemsiz davranışlarda bulunduklarını da sergilemiştir. Bu nokta­da hükümdarın gösterdiği tavır çok önemlidir. O, her ne olursa olsun erdemsiz davranamaz ve erdemsizliğin önüne geçmek için gerekeni yapmak zorundadır. Çünkü, ahlâkî temel bozuldukça, devlet de sallanmaya başlar, sonunda da yıkı­lır. Devletten birinci dereceden sorumlu kişinin görevi, onu sağlam tutmak için çalışmaktır. Ayrıca Tanrı’nın yeryüzündeki gölgesi olan hükümdar, kimliği gere­ği erdemli olmak durumundadır. Bu özelliğiyle başkalarına örnek olmalıdır.

Yukarıda sıralanan olumlu yorumlar yanında, Osmanlı düşünürleri, toplu­mun bunalım içinde olduğunu gerekli tedbirler alınmazsa toplumun çökeceğine de dikkati çekmişlerdir. Mustafa Alî’ye göre, karşılaştırmalı tarihsel bağlamda bakıldığında, Osmanlı Devleti de öbür devletlerin yaşadığı tarihsel süreçlere açıktır. Ne kadar hızlı yükseldiyse, yine o kadar hızla dağılabilir. Dolayısıyla hü­kümdarlar, tarihten ders alarak geçmiş hanedanların çökmesine yol açan yanlış­lardan kaçınmalı, ihmal ya da zararlı uygulamalara düşmemelidirler (Fleischer 1996, 186). Esas olan devletin temel ilkelerini geliştirirken, toplumun sorunları­nı çözen ve ihtiyaçlarını gideren yöntemler geliştirmektir. Bunlar yapılmadığı takdirde, devletin ebet müddet değil, sıradan bir devlet gibi çökeceğinin farkın­dadırlar. Kâtip Çelebi, 12 yıl dolaştığı ülkenin harap olduğunu ve devletin durak­lama döneminin sonlarında bulunduğunu kabul emiş ve Acem ülkesinin daha mamur olduğunu belirtmiştir (Kâtip Çelebi 1982, 24).

Kâtip Çelebi toplumdaki bunalımın başlıca nedenleri arasında, vergi artışı, rüşvet ve yolsuzluğu en başa koymuştur. Ona göre şeriata uymayan iğrenç rüşveti, Müslüman olmayan hükümdarlar dahi ayıplayıp yasaklarken, Osmanlı'da alabildiğine yaygınlaşması en önemli sorundur (Kâtip Çelebi 1982, 25). Rüşvet sorununa Lütfi Paşa da değin­miş ve devlet adamlarının rüşvet almasını, ilacı olmayan kötü bir hastalık olarak tanımlamıştır (Lütfi Paşa 1982, 17). Görülen o ki rüşvet ve vergi artışları en önem­li sorunlardır. Kâtip Çelebi’nin devletin bunalımdan çıkması için sıraladığı mad­delere bakıldığında, toplumun ne türden sorunlarla boğuştuğu görülmektedir.

Kâtip Çelebi (1609-1657) devletin bunalımdan çıkması için gerekli şartları şöyle sıralamıştır:

1- Halkı Hakk’a boyun eğdirecek dirayetli bir kişinin varlığı.

2-   Devletin ileri gelenlerinin, gerçek padişahın Allah olduğunu bilmeleri gerekir. Gerçekte, hazine de, asker de, halk da hep onundur. Yeryüzü padişahı onun hali­fesidir. Bu padişah, O’nun sebepleri yaratışı ile yeryüzünü yönetir.

3- Adil ve hakça tek bir gönül ve bir görüşle, terslik edenlere meydan vermeyip, devlet iş­lerinde alınması gerekli tedbirleri almak ve de hemen işe koyulmak gerekmekte­dir.

4- Ordunun belli başlı tecrübeli kişileri, gerçeklerde birleşip, sayesinde hu­zur içinde yaşadıkları devletten yana çıkarak, asker gücü ile hıyanet ve fesat er­babının kökünü kazıyıp, geçmişte birçok kere, dine ve devlete yaptıkları hizmet­leri yeniden yapmalarıdır.

5- Devleti yönetenler, doğru olanda birleşmeye gayret ve çaba gösterip, gereksiz harcamaları azaltmak için askeri kullanarak, ordunun kahredici gücü ile dirlik ve düzenliği sağlamalıdırlar. Bunlar basit ve kolay gö­zükmekle birlikte uygulaması çok zor olan durumlardır. Çünkü, devletten yana ve Hakk’a uyan kimse çok az olup, halkın çoğunluğu kendi çıkan peşindedir. Bu işin halli ancak, dirayetli bir kişi ile mümkündür (Kâtip Çelebi 1982, 31-32).

Kâtip Çelebi’nin sıraladığı her madde başlı başına bir sorundur. İlk madde, dira­yetli bir hükümdarın olması gerektiğinin vurgulanması, iş başındaki hükümdarın böyle olmadığının işaretidir. İkinci madde, inancın zayıfladığını, devlet kurulula­rının yönetiminin kişisel hırslar doğrultusunda gerçekleştiği, kişilerin o kurum ve makamın ebedî sahibi olacakmış gibi davranmaları bir başka sorun yumağına işa­ret etmektedir. Üçüncü madde, kurumların birlikte hareket etmesine işaret ettiği­ne göre, kurumlararası koordinasyon ortadan kalkmıştır. İlk maddede işaret edilen dirayetli hükümdarın olmaması, kurumlararası işbirliğinin de gerçekleşmemesi sonucunu doğurmaktadır. Dördüncü madde, orduya (Yeniçeriler) görevlerini ha­tırlattığına göre, demek ki ordu görevini yapmamaktadır. Ayrıca, toplumdaki so­runların önemli bir kısmı da ordu mensupları tarafından çıkartılmıştır. Beşinci madde, üçüncü maddeye paraleldir. Koordinasyon eksikliği, masrafların çokluğu, ordunun iyi kullanılmaması, bunalımın devam ettiğinin bir göstergesidir.

Mustafa Alî, devletteki sorunları, hükümdar ve vezirlerin görevlerini yerine getirmemekten doğan ahlâkî bir temele dayandırmıştır. Devletin gerilemesini,görevlilerin hukuk ve tarih bilmemeleri ile İktisadî düzensizlikle açıklamıştır (Fleischer 1996, 104). Mustafa Âli, toplumu rahatsız eden sorunlar olarak, yol­suzluk, sorumsuzluk, adaletsizlik, harem kadınları ile harem ağalarının siyaset üzerinde ağırlık kazanmalarını göstermiştir. Toplumsal sarsıntının simgesel ve fi­ili nedenleri, Kanuni’nin Şehzade Mustafa’yı 1553’te idam ettirmesi, II. Selim’in mutlak otoriteyi Sokullu’ya bırakması, Sultan Murat’ın rüşvet sistemine göz yumması (Fleischer 1996, 252) türünden hükümdarlardan kaynaklanan hatalar­dır. Mustafa Âli, devleti hastaya hükümdarı da doktora benzetmiş, doktorun has­ta olduğunu, dolayısıyla hastaya yardım edemeyeceğini ve adaleti sağlayamaya­cağını bildirmiştir (Fleischer 1996, 252).

Doktor-hasta benzetmesinde, ahlâk ve adalet hastalığın çaresi olarak öne çıkmaktadır. Ancak, doktor tedavi etme gücü­nü elinde bulunduramazsa, tedavi sözkonusu değildir. Mustafa Âli’nin toplumsal bunalımla, ahlâk, tarih ve hukuk arasındaki bağlantılara işaret etmesi, sorunları çok yönlü tartıştıklarının bir göstergesidir. Devletin en önemli görevi adalet ol­duğuna göre, adalet ancak ahlâkî yapılan sağlam olan yöneticiler sayesinde ger­çekleşeceğinden, ahlâk bozuk olduğu yerde adaletin olmayacağı sonucu ortaya çıkar. Aynı zamanda adaletin bir başka boyutu olan siyasal adaletin, hukukun çiğ­nenmesi nedeniyle yerine getirilememesi, yozlaşmanın ne kadar derin olduğunun da bir başka göstergesidir. Tarihin bilinmemesi, ahlâk türünden bozuklukları ya­şayan toplumların nasıl çöktüğünün bilincinde olmamaya işaret eder.

Kâtip Çelebi’nin sıraladığı maddeler, Osmanlı Devleti’nde çok ciddi sorun­ların yaşandığına işaret etmektedir. Bu sorunlardan kurtulmak için israfin gide­rilmesinin gerektiğini, Koçi Bey, Kâtip Çelebi, Naima gibi düşünürler bildirmek­tedir. Bunalımın bilincinde olan bu düşünürler, devletlerin hep iyi ya da kötü git­meyeceklerini, bazen iyi bazen kötü olduklarının da farkındadırlar. Naima bu so­runu şöyle değerlendirmiştir: Tanrı iradesine bağlı olarak, hiçbir devletin hali bir kararda devam etmez, her an muhtelif şekiller alır. Bir asrın ahvali, diğer asra uy­maz. Devlet adamları da zamanın icaplarına göre hareket ederler (Naima 1967/1, 44). İbni Haldun’un devlet öğretisine göre, devletin gelişme, olgunluk ve çöküş olmak üzere üç aşamasının bulunduğuna ve devletlerin tek düze gitmediklerine işaret etmektedir. Ayrıca toplumsal yapılardaki hareketlilikler de dönüşümlerin bir başka nedenidir. Bir yandan devletin ebet müddet olarak tanımlanması, hü­kümdarın Tanrı’nın halifesi olması, adalet vurgusu gibi ideal değerleri esas ala­rak devleti temellendirmek çabasında olan Osmanlı düşünürleri, yeri geldiğinde en ağır eleştirileri yapmışlardır. Bir yandan kendilerini devletle ifade ederlerken, diğer yandan devletin çökeceği gerçeğini de gözardı etmemişlerdir.

*Bu düşünce, İbni Haldun’dan Kınalızade Ali Efendi tarafından alınıp Ahlak-ı Alai adlı kitabında zikredilmiştir.(Naima 1967/1,49).Kutadgu Bilig’de yer alan bu görüşün,Hint-İran kökenli olduğu İnalcık tarafından belirtilmiştir.(İnalcık 2000/1,14)

* Toprak mülkiyetiyle ilgili ayetler şunlardır: 35/13, 57/10, 64/1, 67/1

Ayhan Bıçak – Türk Düşüncesi 1,syf:325-331
Devamını Oku »

(Osmanlı) Dünya Devlet Modeli



Osmanlı Devleti, dayandığı ilkeler ve gerçekleştirdiği hedefler açısından Oğuz Kağan Efsanesinde ortaya çıkan devlet tipine uygun özelliklere sahiptir. Sözkonusu özellikler çeşitli bağlamlarda ortaya çıkmaktadır. Osmanlı'nın dünya devleti olacağının göstergelerinden biri, Osmanlı tarihçilerinin üzerinde durduğu rüya motifidir. Derviş Ede Balı'nın tekkesinde misafir olan devletin kurucusu Osman Gazi, rüyasında, Derviş Ede Balı’nın koynundan çıkan ay kendi koynuna girmiş ve Osman’ın göbeğinden bir ağaç bitmiş, ağacın gölgesi bütün dünya­yı kaplamıştır. Ağacın gölgesinde dağlar, dağlardan çıkan ve çeşitli şekillerde kullanılan sular görmüştür. Derviş Ede Balı, rüyayı Osman Gazi ve neslinin hü­kümdar olacağı şeklinde yorumlamıştır (Aşıkpaşazade 1992, 16). Sözkonusu rü­ya geleceğe ilişkin bir veri olarak değerlendirilerek, Osmanlı Devleti’nin dünya devleti olmasının zeminini hazırlayan bir yorum olarak ortaya çıkmaktadır. Tan­rı’nın bir şahsa hükümdarlık ihsan etmesi ve bunu bir şaman ya da veli tarafın­dan ilgili kişiye bildirmesi, Orta Asya Türk geleneklerine geri gider (İnalcık 2005/2, 132). Ayrıca rüyada içerilen derviş, dergâh, ay, ağaç ve gölge sembolle­ri siyasî kültür açısından son derece önemli unsurlardır.

Tarihçi Oruç Bey’in anlattığı efsaneye göre, Ertuğrul Gazi rüyasında, Ay’ın Şeyh Ede Balı’nın koynundan çıkıp kendi koynuna girdiğini ve kendi göbeğinde âlemi kaplayan bir ağacın bittiğini, ağacın gölgesinde dağların kaldığını, dibin­den suların aktığını görmüştür. Bu düşü Şeyh Ede Balı, çocuklarının evleneceği­ni ve onlardan türeyen neslin büyük bir devlet kuracağı şeklinde yorumlamıştır {Oruç Bey Tarihi, 25). Benzer efsanelerin Ertuğrul ve Osman Beyler için anlatıl­dığı Osmanlı tarihçilerinin eserlerinde yer almaktadır. Ertuğrul Gazi’nin gördü­ğü kaynayıp çoğalan su, çocuklarının dünyaya hükmedeceklerinin işareti olarak görülmüştür. Hem Ertuğrul Gazi hem de Osman Bey için anlatılan Kur ’an karşı­sında ayakta sabahlamalarına karşılık gelen bir sesin, “kıyamet gününe kadar sü­recek bir ulu devletin ihsan eylenmesi”ni müjdelemesi. Şeyh Ede Balı’nın koy­nundan çıkıp da Osman Bey’in koynuna giren “ışıktan oluşan ağacın bütün dün­yayı tutması”, Mevlana’nın Osman Bey’i oğul olarak kabul etmesi, mademki “onun oğulları ve torunları benim neslime inanırlar ve bağlanırlar, devletleri daim olsun şeklinde dua etmesi, meşruluğun zeminini oluşturmaktadır. Ayrıca devletin ömrüne ilişkin dilekler de meşrulaştırma anlayışları için de sık sık dile getirilmişlerdir. Müneccimbaşı’nda geçen şu ifade, “kıyamet gününe kadar süre­cek ulu bir devlet ihsan eyledi” (Müneccimbaşı I, 44-48), devletin ebediliğini ifa­de eden “devlet-i ebed müddet” fikrini yansıtmıştır.

Anadolu ve Balkanların Türkleştirip, Müslümanlaştırılmasında ve Osmanlı Devleti’nin kuruluşunda derviş ve dergâhların büyük payının olduğu (Barkan 1942, 284) düşünülürse, rüyada ortaya çıkan devletin temelinin dergâh olması ta­rihî bir olaya işaret eder. Dervişin nitelikleri olarak keramet, içtenlik, zenginlik, misafirperverlik ve huzur vurgulanmıştır. Ayrıca, dergâhın eğitim merkezi de ol­duğu düşünülürse, devlet zihniyetinin dayandığı temellerden bazıları ortaya çık­maktadır. Birey olarak dervişin niteliklerinin genel olarak devletin niteliklerine dönüşmesi beklenmektedir. Ağaç sembolünün anlam derinliği daha fazladır. İl­kin gölgesinin bütün dünyayı tutması dünya hakimiyetinin isteğinin farklı bir şe­kilde dile getirilmesidir. İslam öncesi Türk kültüründen gelen dünya ağacı (Ögel 1995, 480) fikrinin bir devamıdır. Dünya ağacı, yer ile göğü birleştiren üzerinde bütün canlıların yer aldığı efsanevî bir semboldür. Bu sembolde esas olan, Türklerin bakış açısıyla evrenin kuruluşudur. Rüyadaki ağaç sembolü de bunu çağrış­tırmaktadır. Ağacın gölgesinin bütün dünyayı tutması, dünyanın yeni oluşan dev­letin formları içinde biçimlendirileceğini ima etmektedir.

Şecere, ailenin soy kütüğünü önemsenen ilk ataya kadar götürerek, eskiliği­ni göstermek için yazılan soy ağacıdır. Bir ailenin eskiliği, güvenilirliğinin önemli kanıtlarından biri olarak kabul edilmiştir. Özellikle, devlet idaresini elin­de bulunduranlar için şecere çok daha önemli olmuştur. Çünkü, bir ailenin atala­rı toplumun geçmişinde idareyi ellerinde bulundurmuşlarsa, onların idareleri meşrudur. Osmanlı hanedanı da meşruluğunun tam olması için kendi şecereleri­ni Oğuz Kağan’a bağlamayı uygun bulmuşlardır.

Osmanlı Devleti’nin kurucu ve yöneticileri bir yandan amaçlar doğrultusun­da ilerlerken, diğer yandan, geleneksel anlayışıyla kurulan devletin manevî te­mellerini geliştirmişlerdir. Devletin olgunlaşma dönemlerinde ortaya çıkan bazı sorunlar nedeniyle, halk bilincinde yaşayan efsaneyle meşrulaştırma yazıya ge­çirilerek, Devlet’i anlatan tarihlerin başına yerleştirilmiştir. Böylelikle, Kayı Boyu’nun devlet kurma ve yönetme hakkı belgelenmiş ve bu hakkın meşru kaynak­lardan geldiği ve toplum tarafından da benimsendiği ortaya konmuştur. İlk Osmanlı tarihçilerinden itibaren, Osmanlı hanedanının Oğuz Kağan’a bağlandığı görülmektedir. Kayı'ların şeceresi, Ertuğrul ve babası Süleyman Şah üzerinden Oğuz Han’a, ondan da Nuh Peygamber’in oğullarına kadar vardırılmıştır* (Şükrullah 1939, 27, Müneccimbaşı I, 52-53; Hoca Saadettin Efendi 1974/1 27-28‘ Oruç Beğ Tarihi, 19-20; Aşıkpaşazade 1992, 12; Lütfi Paşa 2001, 153). Tarihçi Neşri Cihannuma adlı kitabında, Türklerin Orta Asya’daki devletlerinden başla­yarak Osmanlı Devletine kadar olan süreci anlatmış ve Osmanlı hanedanının bağlı olduğu Kayı Boyu’nun Oğuz Kağan’ın oğullarıyla ilişkilendirmiştir (Mehmed Neşri I 1987, 9-57). Dede Korkut kitabında Korkut Ata’nın bildirdiğine gö­re, “saltanat ve hanlık sonunda Oğuz Kağan’ın vasiyeti üzre, Kayı Han’ın oğul­larına geçecek ve ahir zamana kadar onlarda kalacaktır” (Dede Korkut 2000, 1; Müneccimbaşı I, 48) Bu fikir Yazıcızade Ali tarafından da dile getirilmiştir (akt, İnalcık 1959, 78).

Sözkonusu şecere, II. Murat döneminde ciddi bir şekilde ele alınmış ve Osmanlı Devleti geleneksel Türk devlet anlayışına bağlanmıştır. Aynı dönemde (II. Murat) paraların üstüne Kayı Boyu’nun damgasını bastırmıştır (İnalcık 1959, 78). Osman Bey’in hükümdarlığının kabul edildiği toplantıyı Müneccimbaşı şöyle anlatmaktadır: “Oğuz Han töresi üzre önünde diz çöktüler. Os­man Gazi de her birine birer kadeh kımız sundu. Aldılar, itaat edeceklerine söz vererek içtiler” (.Müneccimbaşı Tarihi 1, 70). Devletin kuruluşunun Oğuz töre- since gerçekleştirilmesi, Oğuz geleneğinin sürekliliğinin bir göstergesidir.

Osmanlıların Kayı Boyuna bağlı olduklarını gösteren şecerenin sonradan uydurulmuş olduğu ileri sürülmüş ve Köprülü bu iddiayı şöyle cevaplamıştır: Eğer Osmanlı padişahları, kendilerine devletin kuruluşundan bir asır sonra yalan­dan bir silsilename uydurmak isteselerdi, yalnız Anadolu değil bütün Yakınşark Türk ve İslam dünyasında “Sultanlar Sülalesi” olarak telakki edilen Selçuklu ha­nedanını yetiştirmiş olan Kınık Kabilesi’ne mensup olduklarını iddia etmezler mi idi? (Köprülü 1999, 81-82). Köprülü şecerenin uydurulmamış olduğunu çeşitli verilerle ortaya koymuştur. Ayrıca köken efsanelerinin toplumlar tarafından nasıl içselleştirildikleri ve toplumlar üzerindeki etkileri ile süreklilikleri gözönünde bulundurulduğunda, bir uydurmadan söz etmek imkanı ortadan kalkar. Çünkü köken efsaneleri, dönemin toplumları için töre, kutsal kitap, konuşulan dil, inanç ilkeleri gibi toplumun bütün bireylerinin bilip anlattıkları bir değerler silsilesi ol­duğundan, unutulması sözkonusu değildir. Sözkonusu şecerenin 15. yüzyılda ya­zıya geçirilmesi, onun uydurulduğunu değil, yazılı belge haline getirilmesinin gerekli olduğunun göstergesidir. Bununla birlikte, Kayıların sözkonusu şecereyi uydurmuş oldukları kabul edilse bile, burada esas olan unsurun, Oğuz Kağan şe­ceresidir. Devleti yöneteceklerin Oğuz şeceresinde kendilerine yer bulmaları ge­rekliliğidir. Başka bir deyişle, devletin yapılanmasında Oğuz Kağan Efsanesi, te­mel ilkeleri belirleyen bir güç olarak öne çıkmaktadır.

Köken efsaneleri, evren tasavvuru çerçevesinde, devletin ve devlet yöneticiIerinin, uygulanan siyasetin meşruluğunu göstermede önemli bir yer tutmuştur (İnalcık 1959, 77). Yönetimi meşrulaştırma ve devlet kurma ile rüya ve rüyada

görülen dev ağaç ya da ağaçlar, Gazneliler ve İlhanlılar gibi diğer Türk devletlerinde de görülür (Köprülü 1984, 7). Devletin ve hanedanın gelecekte büyük işler yapacağı rüyalar aracılığıyla haber verilmektedir (Roux 1994, 74). Evreni temsil eden sembollerin devletle ilişkilendirilmesi ve Oğuz Kağan Efsanesi'nin çıkış ka­bul eden bir anlayışın gerçekleştirmek istediği devlet modelinin, dünya devleti olacağı izlenimi vermesi, ilahi hakimiyet ile dünya hakimiyeti arasındaki bağın Oğuz Kağan'da olduğu gibi Şeyh Ede Bali yorumuyla Osman Bey’de de görül­mesi (Ocak 1998, 76), devlet düşüncesindeki sürekliliği göstermektedir. Kül Tıgin Yazıtı'ndaki, “üstte mavi gök altta da yağız yer yaratıldığında, ikisinin arasın­da insanoğulları yaratılmış. İnsanoğullarının üzerine de atalarım Bumin Hakan ve İstemi Hakan (hükümdar olarak) tahta oturmuştur (Kültiğin Yazıtı; Dİ); ifade­sinde ortaya çıkan anlayışla tarihçi Müneccimbaşı Ahmet Dedenin kitabında ge­çen, “Allah bu devleti dünya durdukça payidar kılsın. Duamı kabul eyle ey her an kâinata tasarruf eden Allah’ım. Uğurlu gelsin de zaman onunla sona ersin, diye Osmanlı Devleti’ni kitabımın son kısmında zikrettim”, (Müneccimbaşı I, Giriş) ve Fatih için, “Allah onun şerefli zatını dünyanın sonuna kadar saltanatı ile devam ettirsin” (Tursun Bey Tarihi, 19-20), anlayışları birlikte düşünüldüğünde, genel olarak Türk devlet anlayışında saklı olan ve Osmanlılarda sık sık ifade edilen, devlet-i ebed müddet fikrinin kaynağı ve uygulaması su yüzüne çıkmış olur. İslam inancına göre dünya ve insanlığın sonlu olduğu kabulüne rağmen, devletin ebed müddet olması, devlete verilen değerin göstergesidir. Görülen o ki, Dünya Devle­ti fikri, Türk kültürünün tarihi sürecinde, başından sonuna kadar, hep varolmuştur. Adı geçen kültürde ortaya çıkan dünya devleti düşüncesinde, devlet Türklerin ya­radılışıyla başlamakta ve dünyanın sonuyla bitirmektedirler.

Göktürklerde olsun, İslâmî dönemde olsun yönetme hakkının ata aracılığıy­la geldiği, vurgulanmıştır. Bir bakıma hükümdarın kendisi değil, babası siyasî düzenin kilit noktasıdır. Şöyle ki, Göktürklerde, Bumin ile İstemi kağanların in­sanları idare etmek için gönderildiğinin (Kül Tıgin Yazıtı; D 1) vurgulanması ile bir Dünya Devleti olan Osmanlı hükümdarlarının halifelik ve Tanrı ’nın yeryü­zündeki  gölgesi (Tursun Bey, 21, 24) unvanlarını taşımaları arasında özden bir fark yoktur. Bin yıllık zaman ve on binlerce kilometre uzaktaki mekân farkıyla hem Göktürklerde hem de Osmanlılarda yönetim, dünya düzeninden sorumlu ol­ma anlamına gelmiştir. Dünya düzeninden sorumlu olmak bilinci, yeri geldiğin­de ya açıkça ifade edilmiş ya da uygulanarak gösterilmiştir.

Köken sorununun evren tasavvuruyla bağlantılı olduğu (Eliade 1993, 27) fikri, Türk devlet anlayışının, Türk evren tasavvuru üzerine oturduğu düşüncesi­ni desteklemektedir. Türklerin Tanrı ve evren anlayışları çerçevesinde hükümda­rın nitelikleri ve görevleri tanımlandığından, hükümdarlar sürekli olarak Dünya Devleti kurma yolları aramışlardır. Oğuz Kağan Efsanesi bu amaçla kullanılmıştır. Efsane ve uygulamalarla devletin teorik çerçevesi oluşturulmuş ve bu bağ­lamda kimlerin hangi ilkelere bağlı olarak iş başına geçecekleri, ne türden so­rumluluklar yüklenecekleri tasvir edilmiştir. Şecere oluşturma ve şecerenin Oğuz Han’a bağlanması, kültürde yaşayan tarih bilincinin bir şekilde ortaya çıkması­dır. Bilinç, geçmişle gelecek arasında köprü olarak tanımlandığında (Bıçak 1996, 48-49), siyasî bilinç, geleceği kurmak için geçmişte çizilen yolların ve hazırla­nan malzemelerin kullanılmasını gerektirmektedir. Osmanlı Devleti'nin kurulu­şunda ve sonrasında bu siyasî bilinç kendini açık bir şekilde ortaya koymuştur. Devlet, tarih bilincine dayanan siyasî bilinç çerçevesinde kurulmuş, hem kültü­rün tarihinden gelen görevleri, hem topluma karşı sorumlulukları, hem zamanın koşullarına göre nasıl yapılanması gerektiği, hem de amaçlarının ne olduğu an­laşılır bir şekilde sergilenmiştir.

Ayhan Bıçak-Türk Düşüncesi 1,syf:297-301
Devamını Oku »

Osmanlı Devletinin Temel Değerleri



Düşünce ve eylemlerin dayandığı unsurlar olarak değerler, toplumsal düşün, cenin temelinde yer alırlar. Başka bir deyişle değerlerin araştırılması, toplumun nasıl düşündüğü ve bu düşüncelerini gerçekleştirmek için nasıl kurumlar oluşturduğu daha açık bir şekilde görülür. Devletin dayandığı üç temel değere yakından bakıldığında ne demek istendiği anlaşılmaktadır. Bunlar, kuruluşu ve sürekliliği sağlayan savaş, toplumsal huzuru sağlayan adalet, insanın dünyadaki konumu­nu, bütün kurumların birbirleriyle ilişkileri, değerleri ve geleneklerin bütünlüklü bir yapı olarak düşünülmesini sağlayan düzendir. Savaş değeri, ordu kurumunu ve bu kurumun ihtiyaçlarının giderilmesiyle ilgili diğer kurum ve zanaatların ya­pılan ve bu alanlarda sorun çözme yöntemlerinin gerçeklemesine neden olduğu gibi, bu alanların yeni değerler çerçevesinde de yorumlanmasını sağlamaktadır. Adalet değeri, hukuk sisteminin temellerini, yapısını, uygulayıcılarının eğitim ve becerilerini, uygulayıcı kurumlan ve dayandıkları kuralları ve hedefleri bütün­lüklü bir şekilde ortaya çıkarır. Düzen değeri, insanın ve toplumun varoluşunun sürekliliğini sağlamak için, toplum ile devletin dayandığı değerler ile kurumların yapılarım ortaya koyar. Bu kısa açıklamalardan hareketle, adı geçen üç değerin Osmanlı Devleti’nde nasıl anlaşıldığını görmek, devletin yapısını içten anlama­yı kolaylaştırmaktadır.

Savaş

Türkler için savaşın en önemli değerlerden biri olduğunu çalışmanın ilk kıs­mında ele almıştık. Savaş değerinin hiç değişmediği hatta İslam tarafından belli ölçülerde beslendiği, Osmanlı devlet düzeninde de görülmektedir. Gaza adı altın­da devletin en önemli faaliyetlerinden biri olan savaş, toplumsal varoluşun sü­rekliliği için, hayatî önemini korumuştur. İslam inancında cihad (gaza) önemli bir yere sahiptir. Özellikle İslam’ı yaymakla ilgili olarak çok önemsenen değer­lerden biridir. Arapçada “güç ve gayret sarf etmek, bir işi başarmak için elinden gelen bütün imkanları kullanmak” manasındaki “cehd” kökünden türeyen ci­had, İslâmî literatürde “dinî emirleri öğrenip ona göre yaşamak ve başkalarına öğretmek, iyiliği emredip kötülükten sakındırmaya çalışmak, İslam’ı tebliğ, nefse ve dış düşmanlara karşı mücadele vermek” şeklinde genel ve kapsamlı an­lamı yanında, fıkıh terimi olarak daha çok Müslüman olmayanlara savaş, tasav­vufta ise nefs-i emmareyi yenme çabası için kullanılmıştır (Özel 1993, 527). Ayetlerin bir kısmında (et-tevbe 9/41, 44, 81,86) cihad kelimesinden doğrudan savaş kastedilmektedir. Diğer bir kısım ayette ise, “Allah’ın rızasına uygun bir şekilde yaşama çabası” şeklinde özetlenebilecek olan genel anlamıyla geçmek­tedir (Özel 1993,527)

Cihad, hayatın gayesi olarak Allah’a kulluk etmek, Allah ve Resulü’nün koyduğu ölçülerin fert ve toplum hayatına uygulamaktan İslam’ı diğer insanlara tebliğe, İslam ülkesini ve Müslümanları her türlü tehlike ve saldırılara karşı sa­vunma ve bu konuda gerektiğinde savaşmaya kadar giden geniş bir anlama sa­hiptir. Kalp, dil, el ye silah gibi beşeri aksiyonun ortaya konulduğu her vasıta ile yapılabilmektedir (Özel 1993, 528). Hukukçular, ilgili ayet ve hadislerden hare­ketle cihadı bu en geniş anlamıyla ele alıp yorumlamaları ve nefse, şeytana, fa- sıklara ve inanmayanlara karşı olmak üzere kısımlara ayırmışlar ve bu anlamlar yanında “gayrimüslimlere savaş” şeklindeki özel manasını önplana çıkarmışlar­dır.

Cihadı, Allah yolunda can, mal, dil ve diğer vasıtalarla savaşta elden gelen güç ve gayreti sarf etmek şeklinde tarif etmişlerdir (Özel 1993, 528).

Cihadın çe­şitli anlamlara geldiği bilinmektedir:

1- Kalbin, nefis ve şeytana karşı yaptığı.

2- Dil ile iyiliği emretmek kötülüğü neyhetmek. Münafıklarla yapılan cihat bu kıs­ma girer.

3- El ile yapılan cihat, idareci ve yetkililerin, insanları haram ve bâtıl­ları irtikab etmekten ve farzlar ile emirleri terkten zorla alıkoymalarıdır.

4- Kılıç­la, din hususunda gayrimüslimlerle yapılan savaş (Özel 1998, 61).

Hanefîlerle birlikte Hanbeli ve Malikî mezheplerine mensup hukukçuların oluşturduğu ço­ğunluğa göre, İslam’da savaşın nedeni, inanmayanların Müslümanlara savaş aç­maları ve tecavüzkâr olmalarıdır. Şafiiler ise onların kâfir olmalarını başlı başı­na bir savaş nedeni saymışlar (Özel 1993, 528).

İslam, çok kısa bir sürede çok geniş coğrafyaya yayıldığına göre, cihadın, Müslüman olmayanların kontrol altına almak olduğu kolaylıkla söylenebilir. Çün­kü daha Peygamber döneminde, bu yayılma başlamış çok başarılı olmuştur. Bu­nunla birlikte nefse hakim olma, nefsi terbiye etme, toplumu dinî ilkeler doğrul­tusunda eğitme ve yönetme anlamında cihat konusunda başarılı olunduğu söyle­nemez. Çünkü daha dördüncü halife döneminde iç savaşın başlaması, Müslüman olma bilincinin Müslümanlar arasında yeterince gelişmemiş ve yaygınlaşmamış olduğunu gösterir.

Diğer taraftan, “Ey iman edenler! Allah yolunda savaşa çıktı­ğınız zaman iyi anlayıp dinleyin. Size selam verene, dünya hayatının geçici men­faatine göz dikerek “sen mümin değilsin” demeyin” (Nisa 94) mealinde bir ayet varken, Müslümanlar arasında savaş hiç eksik olmamıştır. Dolayısıyla cihat, ya­yılma, genişleme, hakimiyet anlamında siyasî ve askerî bir terim olarak anlam ka­zanmıştır. Savaş anlamında cihadın gerçekleşmesi, darülharp bölgesiyle ilişkilidir. Ancak Kur 'un ve hadislerde darülharp ve darülislam ayrımı yapılmamıştır. Bu sı­nıflamanın sonradan fıkıh âlimleri tarafından yapıldığı düşünülmektedir (Özel 1998, 75). Darülharp, Müslümanlar tarafından idare edilmeyen ve halkı Müslü­man olmayan ülkeler için kullanılan bir terimdir. Müslüman hükümdarlarca yöne­tilen ülkeler, darülislam olarak tanımlanırlar (Özel 1998,81-84). Darülharp ile darulislam arasındaki ilişkinin savaş ilişkisi şeklinde gerçekleşmesi, savaş ve onunla ilgili kurum ve değerlerin yüceltilmesine büyük katkı sağlamıştır.

Osmanlı Devleti’ni kuranlar, İslam’ın yücelttiği bu değeri, kendi tarihlerin­den gelen savaş ilkesiyle birleştirerek, toplumsal varoluşlarını kurumlaştırıp, sü­reklilik kazanmasını sağlamaya yönelmiş ve başarmışlardır. Düşmanla savaşma anlamına gelen gazâ, 13. yüzyıl sonlan ve 14. yüzyıl başlarında Anadolu’da uç boylarında yaşanan çatışmalarda, Türk beylikleri ve derviş toplulukları arasında çok defa hem bir motivasyon hem de bir meşruiyet unsuru olarak kullanılmıştır. İslamiyet'i yaymak ve İslam yönetim alanını genişletmek için cenk etmek anla­mını kazanmıştır (Kafadar 1996, 427). Osmanlı Devleti’nin kuruluşundan itiba­ren, siyasal gücünün, yayılmacılığının ve hakimiyetinin ana motorlarından biri gazâ olmuştur. Bu kabul, Osmanlı tarihçilerinin genellikle kabul ettiği bir düşün­cedir (Aşık Paşazade 2007, 53, 61-63, 65; Ocak 1998, 97; Kafadar 1996, 428)*.

Ahmedî kitabının “Osmanlılar” bölümünde gazileri neden en sonra ele aldığı­nı, onların tarihteki en önemli unsur oldukları şeklinde cevaplamıştır (Ahmedî 2000, 259; Wittek 1995, 25-26). Oruç Bey, Osmanlıların soruna nasıl yaklaştığı hakkında önemli ipuçları vermektedir. Oruç Bey, Osmanlı hanedanı hakkındaki bil­gilerin tevatür olmadığı, tersine asıl olduklarını belirttikten sonra şöyle devam et­mektedir: Zira, bunlar gaziler ve düşmanı yenicilerdir. Tanrı adına hak yoluna dur­muşlardır. Gaza malını toplayıp Hak yönüne harç edicilerdir; ve haktan yana gidi­cilerdir. Din yoluna gayretlidirler. Dünyaya mağrur değillerdir. Şeriat yolunu göze­ticilerdir. Dinsizlerden intikam alıcıdırlar ve kimsesizleri sevicidirler. Garptan şar­ka İslam dinini açıcılardır ve hakkın yolundan dışarıda olan asileri kırıcılardır. Os- manlı hanedanı sert bir ailedir. Oğuz neslinden ve Sam ailesindendir (Oruç Bey 1972, 18). Savaşın dinî zeminini ortaya koyarken aynı zamanda Oğuz’a gönderme yapmasını, Türk savaş geleneğinin devam ettiğinin işareti olarak yorumlamak ge­rekir. Kafadar’ın belirttiği gibi, Türkler gazânın (cihad) İslam’daki önemini kavra­dıklarında, kabilecilik geçmişleri canlanmıştır (Kafadar 1995, 99).

Yukarıdaki veriler göz önüne alındığında, Osmanlılarda, savaşın neden dev­letin en önemli değerlerden biri olduğu ortaya çıkmaktadır: 1- İnsanın varoluşu, savaşma gücü ve tekniklerine bağlı olduğundan, insanlık tarihi, insanın varoluş savaşının tarihi olarak anlatılabilir. 2- İslam’ın insan ve dünya anlayışı ve İslam tarihinin savaşlarla dolu olması. 3- Türklerin savaşçılık geleneği, evren tasavvu­ru ve insan anlayışında savaşa verilen değer. Bu unsurların analizleri, savaşın ne­den önemsendiğinin bir başka yönünü sergilemektedir.

İnsanın varoluş sürecinin, savaş bağlamında ele alınması kaçınılmazdır. Çünkü, tarihsel süreç içinde doğal ve kültürel ortamlarda varlığını sürdürebilmek için sürekli mücadele etmiştir. Bu mücadeleler savaş adı altında da toplanabilir. İnsanın doğayla ilişkilerinde başarılı olduğu rahatlıkla söylenebilir. Ancak insa­nın, kendi kendiyle yaptığı mücadele devam etmektedir. Savaşın birinci anlamı da insanın kendi türdeşleriyle girdiği mücadeledir. Görülen o ki, bilindiği kada­rıyla insanlık tarihi, insanlararası mücadele ve savaşlardan başka bir şey değildir. Her tür nedenlerden hareket ederek, insanlar, birbirlerini ortadan kaldırmaya ça­lışmış ve bu süreç günümüzde de sürmektedirler. “Savaş duygusu nasıl bir teme­le oturmaktadır?” sorusu iki kaynağa işaret etmektedir. İlki, bireyin varoluşuyla ilgili olarak, sahip olduğu temel haklan güvence altına almak ve bu haklan kul­lanabilmek için yaşama alanını savunmak durumunda ortaya çıkar. Aynı zaman­da bazı bireylerin kendi alanlarıyla yetinmeyip diğerlerinin alanlarına saldırmaları da savaşın nedenleri arasındadır.

Bu durum bireylerarası çekişmenin temeli­ni oluşturur. Birey, kendi kimlik ve kişiliğini oluştururken, kendisi dışında olan­lara kendini kabul ettirme çabası, çatışmanın zeminini oluşturan unsurlar arasın­dadır. İkincisi, toplum tarafından bireye yüklenilen değerler arasında, savaşa ön­celikli yer verilmesidir. Çocukluktan itibaren bireye, önce ailenin, sonra kabile­nin, sonra da toplumun ya da devletin düşmanları tanıtılır. Böylelikle savaş orta­mına doğan birey varoluşunu sürdürebilmek için savaşması gerektiğini ya da onun adına bir başkasının bu işi yapması gerektiğini öğrenir. Böylelikle savaş de­ğeri, hem bireyin hem de toplumun yaşama şartlarının bir parçası olur.

Türklerin Müslüman olma nedenleri arasında, İslam inancı çerçevesinde sa­vaşın meşru bir yere sahip olmasını saymak gerekir. Önceleri savaş esiri, sonra köle askerler, en sonra da hükümdar olarak İslam dünyasıyla ilişkileri esas itiba­riyle savaş temelli olmuştur. Ayrıca İslam’ın Türklerin yaşadığı bölgelere gitme­si ve Türklerin İslam dünyasına girişleri, sürekli savaşların olduğu dönemlerdir. Türkler Müslümanlarla savaş ortamlarında tanışmış ve yeni zihniyetin yapısını anlamaya çalışmışlardır. Sanırım Müslümanlığı kabul edişlerinde, Müslümanla­rın savaşçılığından etkilenmiş olmalarını da düşünmek gerekir. Yukarıdaki pa­ragraflarda da belirtildiği gibi, İslam’ın önemli değerlerinden biri olan cihad, dinî yayma gayesine yönelik savaştır.

Cihad bağlamında savaş, her yetişkin Müslü­man için farz kabul edildiğinden, savaşmak bir ibadet olarak algılanmıştır. Savaş, namaz gibi Müslüman toplumun Tanrı için yerine getirilmesi gereken sürekli bir yükümlülüktür (Imber 2004, 76). Başka bir deyişle cihat, Müslümanların Tanrı’ya borçlarından biridir (Imber 2004, 77). İslam dünyasında kabul edilme süre­cinde ve kendilerini kabul ettirdikten sonra Türklerin gücüne karşı ç.kan başka Ulam devletleriyle sürekli savaşmışlardır. Bir yandan hem iç savaşlar hem de dış savaşları birlikte sürdürmüşlerdir.

Osmanlı Beyliği’nin kurulduğu mekân ve zaman, savaşmak ve devletleşmek için uygun bir coğrafyadır. Anadolu’da küçük büyük beyliklerin birbirleriyle çekiştiği ve Moğollar nedeniyle merkezî otoritenin kalmadığı bir dönemde Bizans imparatorluğu sınırında tutunmaya çalışan Osmanlı Beyliği’nin, varoluşunu sür­dürmek için savaşmaktan başka bir yolu yoktu. Savaştığı için devletleşip gelişmiş, yüzyıllar boyu varlığını sürdürmüştür. Osmanlı Devleti, İslam’ın cihad an­layışını benimseyip gazâ adı altında savaşlarına yeni bir bakış açısı getirmişler­dir. Savaş, varoluş için şartların iyileştirilmesi anlamının yanında, kabul edilen değerlerin korunması ve yayılması anlamını da kazanmıştır.

Bu ikinci anlam, çok belirgin bir şekilde, dinden türetilmiştir. Müslüman olmanın gerektirdiği şartlar­dan biri olarak savaşmak, eski savaş mantığının bilinmesi anlamına gelmektedir. Çünkü, Gök Tanrı’nın buyruğu ile İslam Tanrı’sının buyruğu savaş konusunda aynıdır. Her ikisi de savaşma emrini vermiştir. Türk devlet anlayışındaki savaş ile İslam dinî çerçevesindeki savaş, aynı hedefi işaret etmektedir: Dünya düzeni.

Savaşın toplumdaki konumunu görmek için, dönemin şiir, menkıbe destan gibi yazılı kaynaklarına bakmak yeterlidir. Gazâ ve gazileri yüceltmek için kale­me alınmış Danişmendname, Battalname, Saltukname gibi çok sayıda eserler ya­zılmıştır (Kafadar 1996, 428). Aşık Paşa Garib-name’de alplerin özelliklerine yer vermiş ve savaştaki konumlarını anlatmıştır (Aşık Paşa 2000, II/ 2, 549-579). Dede Korkut kitabındaki bütün öyküler, savaşla ilgilidirler.İslam öncesi insan anlayışında belirgin bir yere sahip olan alp (savaşçı, yiğit) tipi, İslam’la birlikte yerini gazi tipine bırakmıştır (Kaplan 1996, 112). Gazilerin, savaşı dünyadaki en büyük nimet kabul etmeleri, bunu yaşama tarzı haline getirmeleri, doğayı gazâ çerçevesinde algılamaları (Kaplan 1996, 118-119), nasıl bir tipin ortaya çıktığını görmek açısından önemlidir. Savaşın, Türklerin yaşama tarzlarının temel bölüm­lerinden biri olduğu Osmanlı döneminde de görülmektedir.

Türkler, İran yaylasına yerleşip İran, Müslüman ve Hıristiyan zihniyetlerini tanıdıkça farklı bir savaş türünün daha olduğu gerçeğiyle yeniden yüzleşmişlerdir. Daha önce Çin ve Budist zihniyetlerle karşılaşmalarından edinilen tecrübe­lerle, yeni zihniyetlere daha temkinli yaklaşmış, kültür savaşlarının savaşçılarını yetiştirme sürecine girmişlerdir. Hoca Ahmet Yesevi Dergâh’ında derviş erler ye­tiştirilmiş, yeni savaşçı tipinin savaş meydanı, Anadolu ve Balkanlar olmuştur. Düşünce ve değer savaşları diyebileceğimiz bu savaş türü, çok daha çetin ve uzun süreli olmuştur. Bu savaşın araçları, kalem, kitap, defter ve terimlerdir, sa­vaş alanı, zihinler ve medeniyetlerin değer alanlarıdır. Bu savaş türü Tasavvuf ve Ulema başlıkları altında geniş bir biçimde ele alınmıştır.

Savaş, hem toplumun hem de devletin güç kaynağıdır. Devlet ve devleti ida­re etmek, insanların hiçbir zaman vazgeçmedikleri tutkulardan biridir. Bu tutkuyu yaşayanlar, her fırsatta iktidarı elde etme çabasında olmuşlardır. İktidarı elle­rinde bulunduranlar da, kontrol ettikleri güçten hiçbir zaman uzak kalmamaya çalışmışlardır. Bu iki gurup arasındaki çekişmeler şiddetlendiğinde, devlet zayıf­ladığından, güçlenen devletler tarafından ortadan kaldırılmaktadırlar. Gücün sı­nırı olmadığından, sürekli artırma peşine gidilir ve en üst noktaya ulaşırken, ter­sine dönüş başlar ve güç kaybı çöküşü birlikte getirir. Bu tecrübeleri çok fazla yaşayan Türkler, varoluşlarını sürdürebilmek için savaşı ve devleti temel değer­ler arasında kabul etmişler ve varoluşlarını onlarla açıklamışlardır.

Toplumsal ve siyasî düzenin sürekliliği, devletin savaşma gücüyle yakından ilgilidir. Osmanlı Devleti’nin kurulup geliştiği coğrafyada, devletlerin zaafları hiçbir şekilde affedilmediğinden, devletler sürekli yıkılmış ve yerlerine yenileri kurulmuştur. Osmanlı Devleti de birçok defalar yıkılma tehlikesiyle karşı karşı­ya kaldığından, gerekli tedbirleri almıştır. Bu tedbirler arasında kardeş katli ve komşu devletleri yıpratarak zayıflatma taktikleri de yer almıştır. Bütün bunlar, hem devletin hem de toplumun varoluşunun sürekliliği için gerekli çabalardır.

Devletin gücünün en iyi göstergesi, askerî yeteneklerdir. Savaş gücü yüksek ol­duğu sürece varoluşunu sürdürebilmiş bu gücü kaybettiğinde de başka devletler tarafından parçalanmıştır. Devletin varoluşunun sürekliliği, toplumun ihtiyaçla­rını nasıl karşıladığı ve sorunlarını nasıl çözdüğüyle yakından ilişkilidir. Eğer toplumsal ilişkiler ve sorunların çözümünde adalet sağlanmazsa, toplum içten içe çöker ve toplumun çöküşü, devletin de sonu olur. Bu nedenle uzun ömürlü bir devlet isteniyorsa, adalet en önemli değer olmak zorundadır.

3.2.7.2. Adalet

Adaletin, dinî, ahlâkî ve siyasî olmak üzere üç esas uygulama alanı vardır. İlahi adalet, öldükten sonra bu dünyadaki hayatının tümünün hesabının görülme­si anlamında, Tanrı’nın yargılamasına bağlı olarak gerçekleşir. Ahlâkî adalet, bi­reyin diğer bireylerle olan ilişkilerinde gerçekleşir. Bireyin kişiliğinin temel be­lirleyicileri arasında olan ahlâkın eylemlerde gerçekleşmesi, adalet temeline da­yanır. Ahlâkî eylem, bireyler arasındaki farklılıklara göre değil, bireylerin yaşa­dığı sorun karşısında kendini gösterir. Aynı sorunu yaşayan herkese, gücü yetti­ğince aynı davranmak, ahlâkî tavrı gösterdiği gibi adaletli bir tavır olarak da ger­çekleşmiş olur. Siyasî adalet, devletin sahip olduğu hukuk sisteminin herkese eşit şekilde uygulanması anlamına gelmektedir. Tanımın basitliği, siyasî adaletin ko­lay gerçekleştirilebileceği izlenimini vermekle birlikte, bunun çok da kolay ol­madığı tarihsel olarak görülmektedir.

Osmanlılardaki adalet kavrayışı, adaletin her üç uygulanışını da içermekle birlikte, uygulama esas itibariyle siyasî adalet temeline dayandırılmıştır. Hatırlanacağı gibi, Osmanlı hukuk düzeni şer’i ve törel olmak üzere iki temel kaynağa sahiptir. Şer’i olan, temelde ilahi adalete yönelik olmakla birlikte, siyasî adaletin gerçekleştirilme çabalarında çok önemli desteklerden biri olmuştur. Hem şer’i kaynak hem de ahlâk, bireyin eylemlerini doğruluk, iyilik, sevap ilkeleri çerçe­vesinde temellendirdikleri için, bu ilkeleri esas alarak yaşayan bireyler, devlet için en az sorun çıkaran ya da hiç çıkarmayanlar gurubunu oluştururlar. Bireyle­rin yürürlükteki hukuk sistemini zorlamayacak şekilde eğitilmeleri, hukuk siste­minin başarılı ve devletin iyi idare edilmesindeki esaslardan biridir. Osmanlı Devleti, kendini “ebet müddet” olarak tanımladığından, bu ilkenin gereklilikleri arasında olan adaleti temele aldığını çeşitli yollarla göstermiştir.

Devleti yöneten­ler ve ulema, adalet değerine ne kadar bağlı kalınırsa, halkın ve devletin sorun­ları adalet çerçevesinde çözülürse, halkın devlete desteğinin tam olacağının far­kındadırlar. Halkın devlete bağlılığının tam olması, devletin en temel güç kay­naklarından biridir. Bu güç kaynağını kaybetmemek için, halka adil davranmak “ebet müddet” iddiasında olan bir devletin temel siyaseti olmak zorundadır. Os­manlı Devleti de adaleti, kendi devlet anlayışının merkezî değerlerinden biri ha­line getirmiş ve bu değerin gerekliliklerine uymaya çalışmıştır. Bu kaygılarını gerçekleştirmek için, adaletname denilen geleneğe büyük önem verilmiştir.

Osmanlı hukuk sisteminde yer alan adaletname anlayışı, devlet otoritesini temsil edenlerin, reayaya karşı bu otoriteyi kötüye kullanmalarını, kanun, hak ve adalete aykırı tutumlarım, olağanüstü tedbirlerle yasaklayan, beyanname şeklin­de bir padişah hükmü anlamında kullanılmıştır (İnalcık 2000/4, 75). Adaletname anlayışı, yöneticilerin denetimini esas aldığından, yönetim daha sağlıklı bir hale gelmektedir. İnalcık’ın belirttiği gibi, Ortadoğu devletinde eskiden beri mutlak otorite ile adalet arasında ilişki, temel ilke olarak kabul edilmiştir.

Devlet, hü­kümdarın kuvvet ve kudretinden ve devletin gayesi de bu kudreti artırmaktan ibarettir. Fakat halkın huzursuzluğu ve hoşnutsuzluğu, fakirliği bu gayeyi tehli­keye düşüren şeydir. Bu devlet anlayışına göre, bu durumdan ancak hükümdarın “adil” olmasıyla, yani halkın üzerinden zulmü gidermek, kuvvetlinin zayıfı ez­mesine meydan vermemek, tebaanın can ve malını emniyette bulundurmakla ka­çınmak mümkündür (İnalcık 2000/4, 75). Sasani geleneğinden gelen adalet anla­yışı, İslam devletleri tarafından da benimsenmiştir. Halkın şikâyetleri, çeşitli tef­tiş ve raporlarla tespit edilen sorunlar, bizzat hükümdara iletilerek, sorunun çö­zülmesi adalet ilkesi gereği kabul edilmiştir. Selçuklu ve Osmanlılar tarafından da uygulanmıştır (İnalcık 2000/4, 75-77).

Devletin sürekliliğini sağlayan, topluma güven ve huzur veren ilke adalettir. Osmanlı Devleti için adaletin önemi, hükümdarlar, âlimler, tarihçiler, siyaset adamları tarafından sürekli vurgulanmıştır. Aşıkpaşazade kitabının başlarında şu ifadeye yer vermiştir: “Osmanlı hanedanı ne yaparsa ahlâk kanunu üzere yapar’

(Aşıkpaşazade, b8). Ahlâk ilkeleri arasında önemli bir yere sahip adalet, siyasî alanda da hayatî bir yer tutar. Bunun farkında olan Aşıkpaşazade, kitabında Os­manlı Devletinin adalete ne kadar önem verdiğini çeşitli şekillerde vurgulamıştır. “Aldıkları hisarlarda adalet üzere hareket ettiler. Bütün köylüler gelip yerlerine oturdular. Halleri kâfir zamanındakinden daha iyi oldu. Buradaki kâfirlerin rahat­lığını işitip başka yerlerden de adam geldi” (Aşıkpaşazade, bl3). Devletin kuru­luş aşamasında uygulamaya konan ilkelerin sonuçlan, devletin büyümesi için iyi sonuçlar vermiştir. Devletin büyüyüp güçlenmesinde temel bir konuma sahip olan adalet, devletin yıkılması ya da uzun ömürlü olmasıyla da yakın ilişkilidir.

Adalet sistemi öncelikle hukuk boyutu çerçevesinde ele alınmakla birlikte, onun yanında ahlâkî bir sorumluluk ve dinî bir görev şeklinde de yöneticilerin önüne serilmiştir. Adalete bu kadar çok vurgu yapmalarının bir nedeni de Na- ima’nın şu düşüncesinde görülür: “Dünya küfür ile yıkılmaz zulüm ile yıkılır’ (Naima 1967/1, 43). Akıl temelli yönetim tarzlarının Müslüman olmayan toplumlarda da olduğunu gören düşünürler, devletin yıkılma nedeni olarak küfrü yani Müslüman olmamayı değil, zulmü kabul etmişlerdir. Zulüm adaletin zıt kavram­larından biridir. İnsanlara kötü davranmak, sömürmek, haksız yere cezalandır­mak yanında akla gelebilecek her türden kötülük zulmün içeriğini oluşturur. Zu­lüm, iktidarın halka zorbalık yapması anlamına geldiğinden, halkın iktidarı des­teklemesi ortadan kalkmaktadır. Halk desteği olmayan bir devletin yaşamasının mümkün olmayacağına göre zorbalık ya da zulüm temeline dayanan devletler, kısa sürelerde yıkılmışlardır. Devletin varoluşunun sürekliliğini tehdit etmekten kaçınmak, adil davranmayı gerektirmektedir.

Halkla devlet arasındaki ilişkinin iyi bir şekilde devam etmesi için, zorba­lık ve zulümden uzak durmak yanında, halkın bazı kusurları görmezlikten gel­menin gerekli olduğu, Naima tarafından belirtilmiştir. Ayrıca Naima, zorbalık al­tında yaşayan insanların psikolojilerinin nasıl etkilendiği üzerinde de durmuştur. İnsanlar başkalarının tahakkümü altında ezilmeye ve itaat itmeye mecbur olsa, şevk ve hevesi kaçar, çalışmaz, hatta yiyip içmekten kesilir (Naima 1967/1, 52). Bu durum, toplumun, devletin güç kaynağı olmaktan çıktığının işaretidir. Toplu­mun psikolojik çöküntüyü yaşadığı bir durumda devletin, aktif halde kalmasının mümkün olmadığı açıktır.

Kişisel harsları ve gayrimeşru konumunu zorla kabul ettirmek için, zorbalık yapan yönetici ve yandaşları, devlet olma durumlarını kı­sa zamanda yok ederek eşkıya çetesine dönüşmektedirler. Zulüm temelli bu dav­ranış şekli, toplumu çökertmekte ve kurumlan işlemez hale getirmektedirler. Osmanlı yönetimi ve düşünürleri, zulmün yaratacağı sonuçların farkında olarak, yö­netim tarzlarının dayandığı ilkelerle adalet arasında sürekli ilişki kurmuşlardır. Naima, toplumla devlet arasındaki ilişkilerin iyi yürümesi için, küçük sorunlar-da yönetici ve hakimlerin cezalandırma yolunu seçmeyip, sorunu yaşayanların aralarını bulmak, küçük kusurlara göz yummak gerektiği üzerinde durmuştur. Çünkü Naima’ya göre, ufak tefek cürümler büyük bir şiddetle cezalandırırlarsa halk korkuya kapılır, zelil olur, yalana ve hileye kaçar (Naima 1967/1, 53).

Hal­kı bu türden olumsuz davranışlara yöneltmek hem halk için hem de devlet için olumlu sonuçlar vermemektedir. Dolayısıyla idari kadroların adaletin alt terimle­rinden biri olan toleransa sahip olmaları gerekmektedir. Bireylerin haklarının hu­kuk tarafından güvence altına alınması da adaleti gerçekleştirmenin bir başka yo­lu olmuştur. Hiçbir sanık, kadı’nın yazılı hükmü olmadan cezalandırılamaz ve en küçük bir para cezası bile uygulanamazdı. Kadı’nın hükümlerini yerine getirmek ancak bey sıfatını taşıyanların göreviydi. Sultan tarafından cezalandırılması iste­nen kişiler de kapıkulları tarafından kadıya getirilir ve kadı’nın vereceğe hükme göre işlem yapılırdı (İnalcık 2003, 81). Teorik temellendirmeler yanında uygula­malarda kişisel hakların gözetildiğini göstermektedir.

Osmanlı Devleti için adalet, devletin varoluş nedenlerinden biri olarak orta­ya çıkmaktadır. Çünkü adaleti sağlamayan bir devlet zulüm yapıyor anlamına gel­mektedir. Zulüm temeline oturtulmuş geniş çaplı da olsa bir teşkilatlanma, devlet olarak kabul edilmemektedir. Zulmün şiddeti ve yaygınlığına bağlı olarak teşki­latlanmanın, çok kısa bir sürede yıkılacağı kesindir. Devleti kutsallaştıran ve dev­leti temsil eden hükümdarı Tanrı’nın gölgesi ya da halifesi kabul eden bir anlayış için adalet, devletin varoluş nedeni olarak ortaya çıkar. Diğer yandan, devleti “ebet müddet” olarak tanımlayan bir zihniyet, bu özelliğin ancak adalet temeline dayalı bir sistemle mümkün olduğunun bilincindedir. Adalete vurgu her durumda, devletin gücünü, ilahi adaleti ve ebet müddeti işaret etmektedir. Bu unsurların her biri halkın rahat yaşaması için hukukî zemini oluşturmuştur.

3.2.7.3. Düzen

Devlet teriminin, ilkece düzen terimim içermesi yanında devlet, evren tasav­vurunda içkin olan düzeni temsil eden en önemli unsurlardan biridir. Düzenin aşa­maları, evrenin düzen içinde varlığını sürdürmesi, insanın yaratılmasıyla birlikte ruha ve akla sahip olması, dünyada yaşanan süreç ve ölüm sonrası hayat tümüyle düzen ilkeleri çerçevesinde tanımlanırlar. Ancak devletin düzenden sorumlu oldu­ğu alan toplum ve dünya düzenidir. Toplum ve dünya düzeninin hangi temeller üzerine nasıl kurulduğu ve değer olarak düzenin devlet ve toplumda nasıl bir ye­re sahip olduğuna yakından bakmak, Osmanlı devlet anlayışım daha açık hale ge­tirecektir. İnsan kültürel varlık olarak tanımlanması yanında, düzen varlığı olarak da tanımlanır. Çünkü kültürel yapının anlamlı olabilmesi, tümüyle düzen* ilkesi çerçevesinde mümkündür. Toplumsal kurum ve geleneklerin tümü de yine düzen çerçevesinde anlamlı hale gelirler. Devletin toplumsal düzene katkısı, toplumu oluşturan insanların haklarını, birbirleriyle ve devletle ilişkilerini belli bir hukuk çerçevesinde tanımlamaktır. Bu tanımlamalara uyulmadığı durumlarda ecza uy­gulamaktır. Devletsiz toplum yaşamayacağından, insanlar küçük gruplar halinde ya da kabileler olarak varlıklarını sürdürürler. Ancak bu küçük öbeklerin gelecek­leri daha güçlü gruplar tarafından belirlendiğinden, yeniden bir devletleşme sü­reci başlar. Toplumdan söz etmek, devletten söz etmektir.

Osmanlı Devleti ’ndeki düzen fikrinin teknik terimi nizam-ı alemdir. Alem dü­zeni anlamına gelen ifadedeki, alem dünyaya işaret etmek yanında, alemdeki tanrı­sal düzeni, dünyada devletin gerçekleştirdiğini ifade etmektedir. Ebet müddet fik­rinden doğan nizam-ı alem düşüncesi, resmi anlayışı en iyi yansıtan unsurlardan bi­ridir. Devlet, nizam-ı alemi temsil ettiğinden, nizamda ortaya çıkan her türden ra­hatsız edici unsuru etkisizleştirmek, devletin temel görevleri arasında olmuştur. Kardeş katli de nizam-ı alem için yapılmıştır (Ocak 1998, 84). Devletin ebet müd­det olarak nitelendirilmesi, devletin sonu olmayan bir kurum olduğu anlamına gel­mektedir.

İslam'a göre dünya sonluyken kıyamet fikri açık ve seçik sonluluğu or­taya koyarken, devletin ebed müddet olarak tanımlanmasının nedeni nedir? Ahmet Vasıf Efendi, hükümdarı, “Padişa-ı ru-yi zemin ve zıllu’l-lahi fi’l-alemin hazretle­rin i mede’l-eyyam serir-i şevket-masir-i saltanatta ber devam (Ahmet Vasıf Efen­di 1978,4-5) şeklinde tanımlamıştır. Aynı düşünür devleti, “Devlet-i aliye-i ebedıy- yü’l-ittisâl” (birbirine yakın olma, kavuşma, yakın) (Ahmet Vasıf Efendi 1978, 149) ve devlet-i ebed müddet olarak görmüştür (Ahmet Vasıf Efendi 1978, 1, 16, 17, 18, 123, 175, 211). Ayrıca devletin âlî şekilde tanımlanması, onun sonunun ol­madığını açıklamaktadır. Osmanlı Devleti’nin resmi adı olan Devlet-i Aliyye ya da Devlet-i Aliye-i Osmaniye'nin anlamı, her zaman, her şeyden yüce ve öyle kalacak olan Osmanlı Devleti'dir (Ocak 1998, 84). Devlete yüklenilen bu özellikler, devle­ti zaman üstü tanımlama eğilimlerini göstermektedir.

Hem insanın hem de toplumun varoluşunun temelini oluşturan devletin ebet müddet olarak tanımlanması, onun görevleri yanında, devleti ve Tanrı’yı temsil eden hükümdar çerçevesinde gerçekleşir. İslam öncesi inançta kut alma durumu, İslam’da vahiy inancıyla ilişkilendirilmiş olmalıdır. Hanedanın kutsal olduğu dü­şüncesi, eski inancın gereklerine uygun olarak devam ettiğinden, kut alma yeni medeniyetin değer dizileri çerçevesinde, Tanrı ’nın gölgesi ya da halifesine dö­nüşmüştür. Devlete yüklenilen ebedilik, yasalar çerçevesinde de değerlendirile­bilir. Şer’i ve örfi yasaların her ikisi de köken zamanıyla ilişkilidir. Şer’i olanla­rın bazıları doğrudan Tanrı tarafından verildiğinden, bazıları da tanrısal kaynaklardan türetildiğinden ebedî olarak kabul edilmektedir.

Örf ya da hükümdarın koyduğu kanunlar, atalarla ilişkilendirildiğinden, farklı bir bağlamda kökene bağlanmışlardır. Kökende varolan değerlerin ebedî olduğu kabulünden hareket­le, devletin ebediliği mümkün hale getirilmiştir. Ancak gaye ya da gelecek açı­sından ebedilik mümkün gözükmemektedir. Eğer devlet ebet müddet olarak ka­bul edilmişse, kıyamet inancını yok saymak gerekir. Fakat böyle bir belirti görül­memekte hatta kıyametin Hicri 1000 yılında gerçekleşeceğine ilişkin büyük bir beklentiye girilmiştir (Fleischer 1996, 138). Kıyamete inanç devam ettiği sürece, devletin ebedî olması retorik olmaktan öteye geçmez gibi gözükmektedir.

Diğer taraftan, İslam inancının yoğun olarak yaşandığı ve İslam’ın ilkleri çerçevesinde kurumların tanımlandığı bir dönemde, İslam ilkelerine karşı olan bir düşüncenin ortaya çıkması nasıl açıklanır? Osmanlı düşüncesinde ortaya çıkan devletin ebe­diliği sorununu, Türklerin evren tasavvuruyla yani evren ve insan anlayışıyla iliş­kili ele almak gerekir. İnsan anlayışı, devleti temel unsur olarak kullandığı süre­ce, insan ruhunun ebediliği, öte dünya gerçeğinde temellendirilirken, insan bede­ninin ebediliğini, mezar ve devlet gibi bu dünyaya özel değer ve kurumla elde et­mektedirler. Yeryüzündeki hayatın tek güvencesi olarak görülen devleti, ebed müddet olarak tanımlayarak, dinî inançla ters düşmeyi göze alarak devletin sü­rekliliğini, toplumun sürekliliğinin güvencesi olarak görmüşlerdir.

Türk ve İslam devlet anlayışlarının dayandığı ilkelerin benzerliklerine dikkat etmek gerekir. Her iki tarafın benzer özellikleri ortaya konduğunda, benzer unsur­ların özsel nitelikleri ortaya çıkar ve her iki taraf da kendi yapılan içinde daha iyi değerlendirilebilir. Tanrı’nın Peygamber göndermesi, Peygamber’in ayrıcalıklı ol­ması, insanları doğru yola davet etmesi, devlet kurarak inancı yayma çabalan, adalet ve savaşın önemsenmesi İslam’ın devlet anlayışının temel ilkeleri arasında­dır. Benzer özellikler İslam öncesi Türk devlet anlayışında da görülmektedir. İste­mi ve Bilge kağanların Tanrı tarafından gökte yaratılıp insanları yönetmek için ye­re indirilmeleri ile Oğuz Kağan’ın olağanüstü nitelikleri ve dünyayı bir bayrak al­tında toplama isteği, kağanların Tanrı’dan kut alarak meşrululuk kazanmaları, adalet, düzen ve savaşın önemsenmesi, sözkonusu benzerliklere örnek olarak ve­rilebilir.

Bu benzerlikler nedeniyle Türklerin devlete ilişkin değerleri gözardı edil­miş, İslam’ın devlet değerleri öne çıkarılmıştır. Bununla birlikte, Oğuz Kağan şe­ceresi devletin hedefleri ve yapısı, Osmanlı devlet sisteminde varoluşunu sürdür­müştür. Ayrıca çok sayıda Osmanlı düşünürü, Osmanlı Devleti’ni hem Türk hem de İslam devletleri arasında ayrıcalıkla bir yere koyarak, üstünlüklerini sıralamışlardır. Osmanlı hükümdarları, Eşrefli s-Selatin, yani Müslüman hükümdarların en şereflisi ve en seçkini olarak gösterilmişlerdir. Hatta Peygamber ve dört halifede) sonraki bütün hükümdarlardan üstün oldukları iddia edilmiştir (İnalcık 2005/1 114, 115). Örneğin Hayrullah Efendi, 1852 yılında tamamladığı Osmanlı Tarih adlı kitabında, Osmanlıların üstünlüğünü tartışmasız kabul etmiş ve üstünlüğü gerekçelerini şu maddelerle açıklamıştır:

1- Osmanlılar, devletlerini, Gazneli, Harzemşahlar ve Selçuklular gibi efendilerine isyan ederek kurmamışlardır. Sal­tanat dizgini, Selçukluların elinden tabii olarak Osmanlılara geçmiştir.

2- Osman­lı padişahtan, hiçbir vakit başka hükümdarlara boyun eğmedikleri gibi, mütegal- libe ve zorbalara da mağlup olmamışlardır. Osmanlı Devleti her zaman mutlak hakim olmuş, çağdaşı olan devlet ve milletler yanında kıymeti daima yüksek ol­muştur. Bu husus tarih bilenlerce mâlumdur.

3- Diğer İslam hükümdarları, halife­den meşhur almak zorunda olduklarından bağımlı olmuşlardır. Osmanlılar kurulduklarından itibaren tam bağımsız yaşamışlardır. Yavuz’dan sonra halifeliği salta­natla birleştirerek, adaletle yönetimlerini sürdürmüşlerdir (Hayrullah Efendi 1971/1,18-19). Hayrullah Efendi’nin değerlendirmeleri, Osmanlı Devleti’ni diğer devletlerden nasıl ayırdıklarını göstermektedir.

Çalışmada temel kaygılarından biri olan Türk devlet anlayışının genel hatla­rını belirlemek olduğundan, Türk devlet anlayışının, İslam devlet anlayışıyla benzer ve farklı yanlarını sergilemek gerekmiştir. Osmanlı Devleti’nin yapısı Oğuz Kağan Efsanesi'ndeki yapıya uygun olarak biçimlenmiş ve İslam öncesi Türk devlet anlayışının temel ilkelerini olduğu gibi korumuş ve değerlerini aynı hassasiyetle geliştirerek uygulamıştır. Türk devlet geleneğini, ilkeler ve değerler açısından korumakla birlikte, kurumlar ve hukuk açısından önemli değişiklikler geçirdiği tartışma götürmez bir gerçekliktir.

Sürekli ve düzenli ordunun oluşturul­ması, maliye, eğitim, şeyhülislamlık gibi kurumlar, devlet geleneğinde yeni un­surlar olarak yer almışlardır. Sözkonusu kurumlan kendi devlet anlayışları ve ça­ğın şartlarına göre değiştirerek kullanmışlardır. İnalcık’ın belirttiği gibi, İslam dünyasına giren Türkler, geleneksel devlet anlayışlarını sürdürmüşlerdir. 1055’de Bağdat’ta halifenin Tuğrul Bey’e devrettiği İslam dünyasının hakimiyetini, Os­manlı Devleti yıkılıncaya kadar kimseyle paylaşmamışlardır. Türk hükümdarları, kendi iktidarına ortak veya onun üstünde bir otorite tanımayan mutlak karakteri­ni daima saklamışlardır. İslam dinine büyük saygı göstermiş olmalarına rağmen, devlet otoritesini her şeyin üstünde tutmuşlardır (İnalcık 2000/2, 29).

Devletler tarihi göz önüne alınarak devlet kavramı incelendiğinde, devlet adamının gözünde, bu dünya, kısa bir misafirlik için değil, “devlet-i ebed müddet” için uygun bir mekândır. Dünya gezegen olarak durdukça ve insan yaşamına el­verişli oldukça, Türk devleti de üzerinde yer alacaktır. Bu da az bir zaman değil­dir. Ayrıca devlet, fakir değil, zengin olmak zorundadır. Çünkü, harcayacağı çok fazla kaleme sahiptir. Sahip olduklarının tümünü, halka dağıtmak keyfiyetinde de­ğildir. Halk için, doğrudan doğruya çok az harcama yapar.

Kurumlar aracılığıyla, zenginliğini halka yansıtır. Paylaşmak değil, yeterince yardım etmek zorundadır; verdiklerini bir şekilde başka yerlerden temin etmelidir. Devlet içe kapanık değil, dışa dönük, yayılmacı bir yapıya sahiptir. Devlet gücünü bu şekilde göstermekte- dir. Yayıldığı alanları, çoğunlukla, savaşla kazanmıştır; ve savaşla kaybetmediği sürece kimseye vermez. Devletin sahip olduğu bu özellikler, hem ahlâkî hem de dinî ilkelerle uyuşmaz. Devletin varoluşunun sürekliliği, kendi özünü belirleyen ilkelere bağlı kalarak onların gerekliliklerini yerine getirmekle mümkün olmakta­dır. Ancak bu ilkeler dinin temel ilkeleriyle çatışmak durumundadır. İki gerçeklik alanı, bireyin imanı, öte dünyasıyla ilişkili din ile toplumun yaşadığı dünyanın te­mel gerçeklerinden biri olan devlet, yan yana olmak zorundadır.

*Düzen ve kültürel varlık hakkında daha fazla bilgi için, Ayhan Bıçak’ın Tarih Düşüncesinin Oluşun111 adlı çalışmasına bakılabilir.

Ayhan Bıçak- Türk Düşüncesi1,syf:332-344
Devamını Oku »