Korkuyorum Anne !


'Çocukların hızla büyümeye zorlandığı, ‘çocuk masumi­yetinin kaybolduğu, buna mukabil erişkinlerin de çocuk­laşma temayülü içine girdiği tuhaf bir zamanda yaşıyoruz. Bugünün çocukları bilgisayardan anlıyor. Evime ilk kişisel bilgisayar girdiğinde 30 yaşımdaydım. Bugün i ki buçuk ya­şındaki afacan oğlum net üzerinde oyun oynuyor. Mouse’u kontrol etmeyi çok seviyor. En sevdiği ve ilk öğrendiği söz­cüklerden birisi, “tıkla”! Bugünün çocukları daha tüketim yönelimli; markaların farkındalar ve onları tüketmek isti­yorlar. Daha hızlı yaşıyor, duygusal, fiziksel, sosyal uğrakla­rı daha hızlı geçiyorlar. Kızlar için ilk âdet görme yaşı gün­begün düşüyor. Daha fâzla seçim yapma şansları, daha çok haklan var. Ancak bağımsızlık ve özgürlük konusunda ön­ceki nesiller kadar şanslı oldukları söylenemez. Sahip oldukları daha fâzla şeye rağmen, üzerlerinde daha fazla baskı hissediyorlar. Bir meslektaşım, sınav maratonu içinde yorulan

on yaşındaki oğlunun bir gün kendisine yaşamaktan bıktığı­nı söylediğini aktardı. Hayatın başında hayattan yorulmak...

Ne zor şey bu!

Çocuklarımızla ilgili tarifsiz korkular içindeyiz. Onla­rın çok incinebilir varlıklar olduğunu düşünüyoruz. Hayat­la başa çıkmak için yeterli düzeyde kaynaklan yok diye dü­şünüyoruz. Bu yüzden onları bir kavanozun içinde, hayata  dokunmadan, en steril ortamda yetiştirmeye çalışıyoruz. Ye­dikleri şeylerden oynadıkları oyunlara kadar her şey risk içe­riyor. Tehdit altındaki bu varlıkları korumanın bir yolunu bulmalıyız. Evet evet, en iyisi onları hiç gerçek hayada yüz­leştirmemek! Hele de erişkinler arasındaki ilişkiler bu kadar kırılganken, her iki evlilikten biri boşanmayla sonuçlanıyorken... Bütün duygusal yatırımımızı çocuğumuza yapmalıyız.

Ne de olsa o bizi terk edip gitmez, değil mi?

Ahlâkî düsturun açıklığını kaybettiği bir zamanda, her şeye daha fazla tahammül gösteriliyor. Cep telefonu edin­me yaşı giderek düşüyor. Hayatını nasıl sürdüreceği soru­suna artık çocuğun kendisinin bir cevap bulması gereki­yor. Önünde çok fazla seçenek var ve bu seçimin yükü ço­cuğun omuzlarına biniyor. Çocuklar giderek daha endişe­li hale geliyor, çünkü anne-babaların endişelerini adeta emi­yorlar. Anne-babalar sokaktan ve tabiattan korktukları için, çocuklar da korkuyor. Anne-babalar onların başına kötü bir şey gelmesinden korktukları için, çocuklar da kendilerini bir türlü güvende hissedemiyor. Biz korktukça, onlar bize daha bağımlı hale geliyor. Daha bağımlı olmaları da, kendi ayak­ları üzerinde duramamak gibi bir sonuç getiriyor.

Korkuyorum anne!

Kaynak:

Kemal Sayar-Herşeyin Bir Anlamı Var
Devamını Oku »

Bir Ruhum Var, Bak !


Ahlâk eğitimi, günübirlik etkileşimlerle, yetişkinleri göz­leyerek, hayatin içinde öğrenerek yürür. Çocuklar bizim ha­yatlarımızın tanığı olmakla bir ahlâk duygusu geliştirirler. Bir yetişkin, ancak doğru eylemlerle çocuğa ahlâk hocası olabilir. Kuru nasihat ve vaaz çocuklara sökmez. Çocuklar birbirleriyle konuşarak, çevrelerinde olup bitenleri gözleye­rek, neyin doğru neyin yanlış olduğuna dair bir kanaat edi­nirler. Anne-baba, nasıl önceki nesillerin değer ve ahlâk an­layışını miras aldıysa, kendi çocuklarına da bu mirası bırak­mak ister. Anne ve babayla kurulan iletişim, çocukların ‘iç ses’inin ayarlanmasına hizmet eder. Elbette, tutarlı bir ahlâk anlayışına sahip, davranışlarıyla örnek olan anne ve babalar çocuklarına bir ahlâk duygusu geçirebilirler, öte yanda, her çocuk, zaten ahlâkî olana ayarlı bir duyguyla doğar. Kültü­rel koşullar ve hatta kimileyin eğitim, bu ahlâkî iç sesi bastı­rır, onun yerine bencilce dürtüleri yerleştirir. Kültürel okur­yazarlık artarken, ahlâkî okuryazarlık azalır. Sadece çıkarla­rımız için seçimde bulunmak, bir yüzyıl önce ayıplanabilir- ken, yaşadığımız çağda ayakta kalmanın olmazsa olmaz bir düsturu olarak görülebilir. Geçmişin günahı, bugünün er­demi olur.

Türkiye tuhaf bir kötülükle tanışıyor. Annelerini vahşet­le katleden kız çocukları, bize her şeyin tersyüz olduğu bir dünyadan, ahlâkî görececiliğin kazandığı, evrensel doğru­nun kaybettiği bir başka gezegenden haberler getiriyor. Bu çocuklar hangi cangılda büyüdü? Onları hangi televizyon kanalları emzirdi? Onları ve masum anacıklarını neye kurban verdik?

Değersiz amoral,ahistorik bir kuşağın gelmekte olduğundan dört beş yıldır bahsediyorum. Küresel dünyanın bu topraklarda yarattığı yeni bir klon: köksüzlük ve anlamsız­lık salgınının pençesinde, ben tarikatının üyesi, depresif ve endişeli yeni bir kuşak. Baba ve anneleriyle göz göze gele­meyen, onlarla uzun uzun konuşamayan çocuklar. Tutunma zorluğu yaşayan, hayata anlam bulamayan, ya kendilerine ya başkalarına kıyan muzdarip ruhlar.

Tuhaf zamanlarda yaşıyoruz. Ne anne-babanın çocuğa tahammülü var, ne çocuğun ebeveynlerine. Herkesin sade­ce kendisi için yaşadığı bir dünyada sosyal Darwinizm “Öl­dür ya da öl!” diyor. Yok edemeyenin yok olacağının telkin edildiği vahşi bir düzen. Kötülerin kaybetmediği bir ülke ço­cuklarına ahlâkı öğretemez. Bir ülkede hırsızlar, uğursuzlar, çeteciler, katiller, zalimler hak ettikleri cezayı bulmuyorsa, o ülkenin okullarında moral eğitim verilemez. Bir ülke hâlâ kendi içinde doğru dürüst konuşma kültürünü yeşertememişse, herkes bir diğerinin sesini kısmak için uğraşıyorsa, siyasî rekabet kafa kesme ölçüsünde vahşileşmişse sokakları Vandalların tutması kaçınılmazdır.

Çocuklarımızla konuşalım. Onların gözlerinin ta içine bakarak. Acele etmeden. Dinleyerek, anlayarak. Bu ülkede, ötekini yok ederek kendine varlık alanı açacağını düşünen herkesle konuşalım. Onların gözünün içine bakarak. Yüzü­müzün farkında olmalarını sağlayarak. Bak, ben de bir insa­nım. Bir yüzüm var, o yüzün anlattığı bir hikâyem var. Bir ruhum var, bak.

Kaynak:

Kemal Sayar-Herşeyin Bir Anlamı Var
Devamını Oku »

Ahlakın Menşein Akıl Düsturunu Vicdan Görenlerin Reddiyesi



Felsefecilerin içerisinde en mükemmel görüşleri ortaya koyan Kant diyor ki: "Vazife veya vicdanî mesuliyet ahlaktır. Bunun menşei akıl, düs­turu emr ve vicdandır." Bu görüş, diğer felsefecilere nazaran birçok mes­leklerden üstündür. Lâkin Kant'ın ortaya koymuş olduğu "Ahlak, vicdanî mesuliyettir, menşei akıl, düsturu emrdir." tarifi birçok cihetlerden isabetli değildir. Kant'a göre bile akıl ve vicdanın hakîkaten ahlaka kâfi bir temel olması naklolunmuştur. Fakat Kant'ın, mücerred akıl ve vicdanı ahlakî kanunlara hâkim kılması doğru değildir. Çünkü eğer Kant yukarıdaki ta­rifiyle birlikte vahye teslim bir aklı ve vahye dayalı bir vicdanı kasdetmiş olsaydı, ahlakın temel ve menşei hakkındaki görüşleri isabetli olurdu.

Haydi biz de Spencer gibi, bir gayeye yönelmek ahlaktır dersek, şöyle itiraz olunabilir: Hiçbir gaye menfaatten hâlî olmadığına göre toplumun hayatı söz konusu olur. Binaenaleyh toplumun hayat ve refahı aleyhinde olduğu takdirde gayemi icra etmek istersem, diğer ifadeyle gayeme yönelirsem topluma zulmetmiş olurum; yönelmez isem ahlaksız olurum denilir.

Hissi insaniyyeyi ahlaka temel etsek bile yine Rousseau gibi bir felsefeci bize şöyle itiraz edebilir: İnsanın doğuştan itibaren fıtrî olan his­siyle hayrı ve şerri ayırt edeceğine kâni'yim, lâkin hissin, gayenin, emrin ahlaka menşei yahud sevk-i idare merkezi olmasına kâfi düstur olacağına kâni' değilim.

Zira insan nerede olursa olsun, çocukluğundan itibaren belli başlı terbiyelere tâbii tutuluyor. Mesela cehalet, nefsî arzu­lar, bâtıl zanlar, hatalı talimler, bozuk terbiyeler, fâsid kıyaslar, muhit, çevre ve telkinin tesirleri fıtrî olan hâlis vicdanın hislerini öldürür. Binae­naleyh böyle bir felakete mahkum vicdan, his aslâ ahlakın sevk-i idare­sini tayin edemez ve rehber de olamaz.

Rousseau'nun sözünü takdir etmekle birlikte ilaveten ahlakın men­şeini tayin edecek böyle bir vicdanı tesbit etmek için ayrıca saf bir vicda­na ihtiyaç vardır. Binaenaleyh ahlakî düsturların vicdanî kanunlarını, özellikle güzel ahlakların menşeini tayin edecek bir vicdanın da çevre, cehalet, nefsânî arzular, hayalî ve vehmî tuzaklardan tamamen kurtul­muş olması gerekir ki, artık ondan sonra ikinci bir vicdana ihtiyaç kal­masın. Bu takdirde ancak ve ancak Allah'ın seçmiş olduğu kulları olan peygamberlerin vicdanları kâfi olur.

Peygamberlerin vicdanı, çevre ve nefsin tesirinden kurtulması bakımından, özellikle vahiyle şereflenip saf­laştırılması hususunda ayrıca mucize ile teyid olunmaktan dolayı beşer hayatının saadetine hukûkî, itikadî, amelî ve ahlakî olarak kâfi bir düs­turdur. Binaenaleyh "Ahlakın menşei akıl, düsturu emirdir." sözündeki emri tahsis etmek gerekir. Yani Allah Teâlâ'dan gelen emre binaen olan vicdan mesuliyeti tayin eder, ahlaka düstur olur denilirse, Kant'ın tarifi tamamlanmış olabilir.

Her ne kadar zamanımızda peygamber yoksa da tarih, siyer âlimle­ri, vahyi müşahede edenler, mucizeleri görüp bize naklettiler. Şöyleki, yalanlamaya imkan yoktur. En başta Kur'ân-ı Kerîm'in her asırda muci­zesi tekrarlanmaktadır. Çünkü asır da ayrıca ayetleri tefsir eder. Binaen aleyh ahlakın tüm düsturlarını, vicdanın saflaştırılmasını umûmî bir emre yahud vahiyden mahrum olan hislere değil, ancak ve ancak ayet ve ha­dis temellerine dayandırmalıyız.

Kant, ahlak, vazife yahud vicdanen mesuliyet diye fikirlerini ortaya koymuştur. Avrupa felsefesini alt üst ederek yeni bir mezhebi ortaya koy­makla birçok hakîkatlere muvafakat etmişse de, ahlakın kanunî düstur­larına fikirleri aslâ kâfi gelmemektedir. Çünkü kendisi nübüvvet mesele­sini ele almamakla bir türlü kendi hisleriyle ahlakî kanunların düsturunu, menşe' ve sevk-i idare merkezini tayin edememiştir. Nitekim:

"Bütün maddeler ikiye ayrılır:

a-Tecrübe ile varlığı bilinen maddelerdir.

b-Akıl ve hisle varlığı tesbit olunan maddelerdir. Bu kısım ise mü- cerred hayalden ibaret bir şeydir." dediği halde, ahlak bahsinde hiss-i vicdâniyyeye büyük bir ehemmiyet vermiştir. Sanki kendisi böyle bir yo­lu takib etmekle, Epikorya medresesinin mensublarını ve Revâkıyye mezheblerini reddetmek istemiştir. Kant: "İnsanda hayr-ı a'lâ fazilettir; o fazileti bilfiil meydana çıkarmak ise vecibe ve vazifeden ibarettir." de­miştir. Bunu demekle Kant üç görüşü ortaya koyuyor:

1-İnsanda cüz'î irade vardır. Bu cüz'î iradenin adı hayr-ı a'lâ'dır. Onu fiile geçirmemiz vazifedir. Bunu demekle,

2-Akıl kuvvetiyle iradeyi fiile geçirmek arzu ve isteği, vazife ve vic­danın icab ettiği şeydir. Doğrusu, fiilin icra edilmesi aklî kuvvetin eseri­dir. Demek insanda idrakli ve iradeli bir akıl vardır.

3-Her akıl ve vicdan sahibi bir gayeye sahibdir. Yani insan kendisi bizzat şahsiyetini şunun bunun keyfiyle değil, ancak hem kendisinin hakkında hem de başkasının hakkında bir kanunu icra eder. Şahsiyetin emrettiği kanun ise yine akıl ve vicdanın emrettiği fiildir. İşte ahlak deni­len şey bilfiil emri yerine getirmekten ibarettir. Öyle ise sen başkasının hukukuna, şerefine riayet etmelisin, çünkü o da senin gibi bir insandır. Binaenaleyh senin ona riayet etmen bir menfaat için olmamalıdır. Çünkü insanın maddesinde bir kıymet, manevi bir değer vardır. Kant'ın hoşuma giden en isabetli görüşü budur.

Kant'a göre aklın iki türlü emri vardır; in­san hangisinin emrinden çıkarsa öbürünün dairesi altına girer; hangi dairenin emrlerini tatbik ederse, onun tatbik ettiği, fiili, ahlakı ve vazifesi­dir. Mesela "Sıhhat istersen perhiz tut." aklın şartlı olan emridir. Çünkü sıhhat bir gayedir. Bu emrin icabı olan perhiz sıhhate kavuşmanın gaye ve vesilesidir, demiştir. Çünkü Kant'a göre böylece tarif etmiş olduğu çalışmak, ahlakı icab etmeyen bir şeydir. Çünkü bundan feragat etmek mümkündür. Öyle ise şartlı olan emr ahlaka temel olamaz, çünkü aklın vermiş olduğu, şartlı ve maksadlı emrin tatbik edilmesi şart değildir. Hal­buki iş tam aksidir. Yani, şartlı emr de tatbik edilir.

Aklın ikinci emri, mutlak emrdir; vicdana bina edilir. Bu akıl vazifeyi tayin eder. İşte vazifenin adı ahlaktır. Yukarıda belirttiğimiz gibi bu aklın emri, gaye ve maksada dayalı değildir. İşte bu aklın, insan insan olduğu için ona hürmet etmek, haysiyet ve şerefini korumak gereklidir şeklinde­ki mutlak emridir. İşte vazifeyi tayin edecek emr bu emrdlr. işte vazifeyi tayin eden ahlakın temeli olan akıl budur; tüm kanunlar, vazifeler bu ak­la yönelir, demiştir. Halbuki, kayıdlı ve kayıdsız her ikisi de emrdir. Arada fark yoktur.

Bu kadar sözü uzatmamız, Kant'ın Epikorya, Revâkıyye meşreblerini redderek ortaya koymuş olduğu görüşünü beyan etmek içindir. Kant, İslam dîninden haberdar olsaydı elbette burada fikri çok isabetli olacaktı. "İnkâd-u Akl-il-Mahz" adlı eserinin ahlak bölümündeki fikrinin özeti şu­dur: "Kul cüz'î iradesiyle fiilini kisbeder. Aynı akıl ve vicdan iradenin neti­cesi olduğundan onu sorumlu kılar." der ve bu hususta çokça bocalar. Gerçek şu ki, kul cüz'î iradesiyle fiilini kisbeder, yaratmaz, Allah yaratır. Kant, bunun üzerinde çok durmakla beraber bir türlü yaratma sıfatını kisb sıfatından ayı ramam ıştır. Gerek kendisi ve gerek reddetmiş olduğu fikirler, on üç vecihle hataya düşmüşlerdir:

1 -Kant ve benzerlerinin "Akıl ve hisle varlığı bilinen maddelerin bir kısmı mücerred hayalden ibarettin" şeklindeki fikirleri cidden insanı inka­ra sevk edicidir. Çünkü melek, cin, insanın ruhu, aklı ve hissi bilinir, ha­yalî birşey değildir. Hayal sahasında bunları saymak büyük bir hatadır. Zira bunlar tecrübe ve hayalin, hatta maddenin ötesinde kalırlar.

2-Ahlakın menşeinin tayininde "Akl-ı amelî (yani his) kuvvetli bir menşe’dir." demekle hissi, amelî ahlak olarak göstermesinde büyük bir tenâkuz vardır. Yani aklı Cenâb-ı Vâcib-ul-Vücûd'un varlığına kâfi gör­mediği halde, Vâcib-ul-Vücûd'un hükmü olan ahlak hakkında kâfi görüp hükmü ona vermesi arasında tenâkuz vardır. Yani hâkimi tanımayan aklı, hâkimin hükmünün icad edilmesinde hükme menşe' kılması tenâ- kuzdur.

3-Kant insanda olan fıtrî imanı isbat ederek "Fıtrî iman Vâcib-ul-Vü­cûd'un varlığını isbat eder." demiştir. Demek kendisi Ulûhiyet-i Mutlakayı inkar etmiyor. Fakat ahlak ve vazifeyi tayin ederken aklını, Ulûhiyyet-i Mutlaka'nın hükmüne hâkim kılmaktadır. Yani diyor ki: "İlah vardır, lâkin vazife ve ahlakı tayin etmekte vicdan hâkimdir, akıl hâkimdir.” Ona göre, sümme hâşâ Allah hâkim değildir. Bu da kendisinden sonra gelenlerin mutlak inkarına sebebiyet vermiştir. Nitekim devamen şöyle der:

4-"Vîcdan şunun bunun keyfiyle değil, bilakis kendisi bizzat ahlakî vecibeleri ve vazifeleri tesbit ve tayin eder." Yani vicdan kanunu icad eder, vicdan kanuna mahkum olamaz demek istiyor. Kant'a göre hiçbir kanun kendisine hâkim değil, lâkin kendisinin ortaya koymuş olduğu vicdanın semeresi olan ahlakî kanunları, tüm insanlara hâkimdir. Onun bu sözü evvelden nakletmiş olduğumuz "İnsanın hakkına riayet etmeli­sin" demesine muhaliftir. Çünkü Kantın tayin ettiği hayr, başkasının vic­danına göre şer olabilir. Başkasının vicdanının hükmü olan şerri kaldır­ması, başkasının hakkına tecavüzdür. Kaldırmaz ise kendi vicdanına göre hükmetmemiş olur, vicdanı hükümsüz kalmış olur. Bu takdirde hü­kümsüz bir vicdanı ortaya koymuş oluyor.

5-Aklın hükmünde iki türlü emr vardır:

a-Şartlı ve kayıdlı emrdir.

b-Mutlak emrdir.

"Kayıdlı ve şartlı emrin yerine getirilmesi, mesela, sıhhat için perhiz tut, gibi emrleri yerine getirmek şart değildir. Çünkü insan fedakârlık ya­pabilir." der. Bu takdirde Kant bu maddeyle hayrın mükafatını kaldırıyor. Böylece dînî ve dünyevi gayeleri ortadan kaldırıyor. Mesela "Korunmak istersen doğruyu söyle" cümlesindeki "doğruyu söyle" emri şartlı emrdir. Şartlı emrin yerine getirilmesi şart değildir, çünkü vesiledir. Binaenaleyh doğruluktan feragat icab eder. Böyle bir feragat -yani yalan- akıl ve bütün vicdanlara muhaliftir. Hatta kendisine göre de cinayettir.

6-Mutlak emrin tatbiki yani "İnsanın insaniyetine riayet et." emrini yerine getirmek mecburidir. Fakat Kant'ın dediği gibi, bu mutlak emrin tatbiki çok yerlerde mümkün değildir. Mesela aynı mektebde, aynı pro­fesörde tahsil eden iki insanın hisleri, akılları ve aynı aklın mutlak emrleri bir değildir. Nasıl ki cereyandan enerji, buzdolabında dondurucu, fırında kızartıcıdır, öylece aklın mutlak emri de aynı mektebde okuyan bir tale­benin dimağında gazab ve cimrilik, diğerinde yumuşaklık ve cömertlik, öbüründe korkaklık veya cesareti emreder.

Bu takdirde aklın mutlak emri iki talebeyi tenâzu' kanununa sevk eder; intihab ve mutabakat kanun­larının icra edilmesine sebeb olur. Bu da nizâm-ı âleme muhaliftir. Öyle ise ahlakî düsturların hükmüne hâkim, Allah'ın bildirisidir; akıl değildir.

Kant'ın aklı hâkim kılmasından dolayı büyük bir çılgına yol açılmış, ondan sonraki Bochner, Hegel, Kari Marks gibi bir çok felsefeciler, Kant' ın saltanat-ı fikriyyesinden yükselip materyalist fikri bir çılgın olarak mey­dana getirmişlerdir. Bunların yapmış oldukları anarşi, meydana getirdik­leri tahakkümlerin yegane sebebi Kant'tır. Çünkü Kant, mutlak hükmü vicdana, akla havale eder. Herkesin aklı bir olmadığına göre tekâmüliy- ye mezhebinin ortaya koymuş olduğu tenâzu', intihab, mutabakat, virâ­set kanunlarının tatbikatları mecburi oluyor.

Demek istiyorum ki, Kant fel­sefede gerçekte büyük bir mesafeyi aşmıştır, Ulûhiyet-i Mutlaka'yı da ka­bul etmiştir, fakat nübüvvet meselesini ve Allah'ın hükmünün ahlakın te­meli hakkında kâfi olmasını ihmal etmiştir veya inkar etmiştir. İşte onun bu ihmalkârlığı veya inkarı materyalizmin temel taşı olmuştur ve sonraki felsefecilerin inkarına sebeb olmuştur.

7-Kant bütün maddeleri ikiye ayırıp birinci kısmı, tecrübe sahasına dahil etmek istediği maddeyi, hangi tecrübe yoluyla tesblt edebilmiştir ki, diğer kısmı da akıl ve hisle tesbit olunabilsin ve ona hayalî şekil isnad edilsin? Hayale girmeyen ve sığmayan maddeyi hangi kaideye binaen keyfiyetsiz, sûretsiz bir âleme yani ruhâniyete dahil ediyor? Şöyle bir so­ru sorulabilir: Madde var mıdır, yok mudur? Şübhesiz vardır, denilir. O halde şekil ve sûretsiz maddenin tasavvuru nasıl mümkündür. Hayale gelince, hayal bir maddenin şeklinin karikatürünü veya resmini çeker. Halbuki Kant'ın kasdetmiş olduğu ruhâniyette hayal yoktur.

Işte bu nok­tayı tesbit eden Bochner ve emsâli, maddeye hasr-ı nazar ettikleri için tamamen inkara gitmişlerdir. Görülüyor ki Kant'ın felsefesi tamamen ru­hâniyete dönüşmesi gerekir iken, aksine tamamen maddeye kalbolun- maktadır. Buna sebeb de yine Kant'ın maddeleri ikiye ayırıp, birine ha­yalî şekil vererek ruhâniyet meselesine sokmasıdır.

8-Kant'ın tesbit etmiş olduğu vicdan, fıtrî iman ve aklın tahlil edici ol­ması hakkında biz de müttefikiz, bunlar vardır. Ancak aklı, vicdanı, hayra ve şerre miyar kılması doğru değildir, yani çok cüz'î yerlerde miyardır. Yukarıda dediğimiz gibi iki kişinin akılları, vicdan ve ruhları değişik sıfat­lardadır. Hatta bir vicdan, daimi olarak bir halde kalmaz değişir. Şimdi gazab halinde iken biraz sonra yumuşak olabilir. Şu halde vicdan, ahlakın menşei olamadığı gibi, akıl da ahlakın düsturu olamaz. Çünkü gözün görmesi mahdud olduğu gibi, normal vicdan ve aklın hükmü de mahduddur; bugün, yarın ve dünü bir anda göremez.

Binaenaleyh ahlakın temel düsturları ayet ve hadis olmalıdır; akıl ve vicdan da miyar olmamalıdır, alet olmalıdırlar. Allah'ın hükmü yani peygamberlerin bildi­risi bugün, yarın ve dünü bir gördüğünden, neden, nasıl, ne kadar, niçin kelimelerine de sığmadığı için mutlak hâkimdir; işte değişmeyen hüküm budur. Aksi takdirde, bir vicdanın tahakkümü altından çıksak, öbür vic­danın tahakkümü altına girmiş oluruz. İnsanın hayatı, beşer sistemiyle sınırlandırılmadığı gibi şartlandırılamaz da, çünkü bu esarettir.

9-Buraya kadar sıraladığımız izahtan anlaşılıyor ki, Kant, aklın emr- lerini ve hissi, vazifeye temel kılmakla vazifenin temelini kaybediyor. Ni­tekim kendisi de "inkâd-u Akl-il-Mahz" adlı eserinde ahlakî vazifeleri budağa benzetir ve över.

Sonra feryad ediyor:

"Ey vazife! Acaba sana layık olan menşe' nedir, senin kökünü nere­de bulabilirim?" der. Bu feryadla kendisi de akıl ve vicdanın, güzel ah­lakın ulviyetine kâfi gelmediğini itiraf eder.

10-Vicdanın tayin ettiği kanunun mutlak hâkimiyetini itiraf etmekle dostluk ve beşerî kardeşliği, samimiyeti ortadan kaldırıyor. Kant'ın ahlakî kanuna mutlak emrini hâkim kılmasını çok garib gören Schiller adlı filo­zof, onu reddetmek maksadıyla şöyle der: "Ben dostlarıma hizmet ede­rim, fakat ne fayda ki bu hizmeti nefsânî meylimden dolayı yapıyorum. Dolayısıyla faziletli olmadığıma kanaat ederim. Vicdanın mutlak hâkimi­yetinden çokça muzdaribim."

Schiller demek istiyor ki, birçok kimseler masum oldukları halde kanunun tahakkümü altında ezilirler, vicdan bun­lara yardımcı olmayı ister, lâkin aynı vicdanın daha önce çıkarmış ol­duğu kanun buna engel olur. Demek vicdan bu noktada, kula merhamet ve şefkati ortadan kaldırıyor. İlaveten şöyle deriz: Bu felsefeciler, hükmü akla vermekle aklı mahkum kılmaktadırlar.

11-Kant: "Emrler bir kemâliyet olduğu için değil, bir ahlak olduğu için ona ittibâ' lazımdır." der. Bu takdirde Kant'a göre mesela "ibadet edin." emrine itaat etmekte bir kemâliyet söz konusu olmuyor. Bilakis zannettiği gibi değil, emr kemâliyeti elde etmek için meşrû'dur. Çünkü "İbadet et." emri büyük bir saadeti taşıyor ki, o saadet dünyada şöhret, ahirette şereftir. Şu halde kemâliyetten tecrid edilen emr, güzel ahlak­tan da tecrid edilmiştir. Çünkü ahlak, kemâliyetle üstünlüğü kazanır.

12- Kant'ın ahlak ve felsefe yolundaki tekâmülü sûrî ve nazarîdir. Başkası icrâsına mecbur ise de kanunu çıkaranın hakkında bir serbesti- yeti ifade eder. Binaenaleyh kanunu çıkaran kimse, kılıfı kuzu, ruhu kurt gibidir. Bu ise İslam dîninde nifakla tabir edilir.

13-Vicdan ve aklın ortaya koymuş olduğu umum cinayetlerde cezayı icra eder amma, Kant, hayrı işleyene hiçbir mükafat vermez. Bu ise hayrılara sed çekmektir. Hülâsa kendi hayatından ilham alan tüm beşerî kanunlar, mutlak ceza vermek yolunu tercih eder. Bu ise İnsanı ıslaha değil, anarşiye sevk eder. Birkaç cihetle beşerî kanun, İslam kanununa muhaliftir:

a-Beşerî kanunun hâkimi istediği kimseyi cezadan kurtarır. Çünkü kendisinin vicdanı da kanunu ibtal ve ihlal edecek bir kanundur.

b-Beşerî kanun mutlak cezayı vermek yolunu tercih eder; İslam kanunu ıslaha çalışır.

c-Beşeri kanun "suç işlenmesin" diyemez, "suç görülmesin" der. İs­lam kanunu ise "suç işlenmesin" der. Yani tenha bir yerde bir adamı öldürmek suç değildir. Hiç adam öldürmeyen bir kimse, adam öldürmüş gibi görülürse beşer kanununa göre ceza alır.

d-lslam hukukunun tayin ettiği cezalarda afuv söz konusu değildir.

Beşer kanununda ise cânileri afuv etmekle cinayetin çoğalması usulü vardır. Netice-i meram, gerek Kant ve gerek herhangi bir indî kanun beşerin saadet ve refaha kavuşmasına kâfi gelmemektedir. Çünkü akıl, vicdan ve indî kanunlar, çoğu zaman şeytânî hislere, nefsânî arzulara, çevre telkinlerine bina edilir. Bunlar hepsi insanı yoldan çeviren nefsânî arzulardır. O halde akıl ve vicdan altın ise, özellikle ahlakî kanunların çıkarılmasında mihenk taşı lazımdır.

Mihenk taşı ise Asrı Saadete göre vahy-i İlâhiyye, Asrı Saadetten sonra kıyamete kadar ise o vahyin tesbit etmiş olduğu ve bildirdiği Kur'an ve hadistir. Kur’an ve hadîsi, akıl ve vic­dana miyar kılmayan insanlar, kıyamet gününde nedâmet ve hasret çekerek şöyle diyeceklerdir.

*«Şu muhakkak ki Allah kafirleri rahmetinden kovmuş, onlara çılgın bir ateş hazırlamıştır. Kendileri orada ebedî olarak kalıcıdırlar. On­lar ne bir yâr, ne de bir yardımcı bulmayacaklardır. O gün yüzleri ateşte evrilip çevrilirken: "Eyvah bize! Keşke (İslam hukukunu icra et­mekle) Allah'a itaat etseydik, Peygamber'e itaat etseydik." diyecek­lerdir. (Onlara tâbi’ olanlar da o gün:) ty Rabb'imiz! Hakikat biz reisle­rimize ve büyüklerimize uyduk. Onlar da bizi yoldan saptırdılar." demişlerdir (diyeceklerdir). "Ey Rabb'imiz! Onlara azabdan iki katını ver. Onları büyük bîr lanetle rahmetinden kov."» [El-Ahzâb 64- 68)

De­mek dünya hayatında şeriati = ayet ve hadîsi hayatına hâkim kılmayı bı­rakıp vaz'î kanunları hâkim kılanlar, kıyamet gününde çok pişman ola­caklardır. Ve “Eyvah bize! Keşke (İslam hukukunu icra etmekle) Allah'a itaat etseydik, Peygamber'e itaat etseydik, diyeceklerdir.” Bunlar vaz'î kanunları Allah'ın şeriatine kıyas ettiler yahud yetersiz görmüşlerse ebedî; inandıkları halde vaz'î kanunları hâkim kıldılarsa muvakkat ce­hennemde kalacaklardır. Artık mü'min kime itaat ettiğini ne ile amel et­tiğini ciddi bir surette bilmelidir.

İsmail Çetin - Mufassal Medeni Ahlak,dilara yay.,syf.62-69
Devamını Oku »

Güzel Ahlakın Tahsilinde Iradenin Kullanılması



"Güzel ahlakın tahsil edilmesinde azimli iradenin kullanılması üç şekildedir. Yerine göre azimle iradenin kullanılması güzel semere verir.

1 -Melekiyye kuvvetiyle azim derecesindeki iradeyi kullanmakla güzel ahlak tahsil edilir. Melekiyye kuvvet, nefs-i nâtıkanın kuvvetlerinden bir askerdir. Yerine göre nefs-i nâtıka en evvela bu kuvvetle düşünür; işini yapmakta veya terk etmekte iki taraftan bilisini tercih eder. Melekiyye kuvvetin uygun gördüğüne derhal başlamakla azim değerlendirilir. Azmi fiile geçirmekle iradenin neticesi elde edilir. Eğer terki gerekliyse o fiilin terki için subuiyye yani gazab kuvvetini tahrik etmekle nefs fiili terk eder. Fiili gerekli ise behime kuvvetinin tahrik etmesiyle işe başlanır.

Binaen aleyh riyazetten dolayı subuiyye ve behime kuvvetini yok etmek, hatta yerinde kullanmamak noksanlıktır. Bundan dolayı Seyyid Sıbğatullah Arvâsî Hazretleri: «Zina, içki ve sair büyük günahların terk edilmesinde en büyük çare, gazab kuvvetini tahrik etmektir. Yani müdrike kuvvetini kullanmakla insan, nefret arzusunu tahsil etmek için gazabiyye kuvvetini tahrik ederek günahları terk eder. Namaz ve oruç gibi büyük ibadetlerde tembelliği gidermekte en büyük çare de ahiret inancıdır. Ahiret inancının semeresi olan sevab, cennet ve nimetleri nazar-ı itibara alarak mü'min bir insan, behime kuvvetin istek ve arzusundan faydalanarak kemâlâtı kazanmaya çalışır» buyurmuştur.

Görülmez mi ki ayet-i kerîmede:*“Hem sabır (ve sebat) ile hem namazla Hakk'tan yardım isteyin. Ve hakîkaten namaz elbette büyük(ağır ve çetin bir şey)tür. Ancak Rabblerine karşılaşmayı ve O'nun huzuruna dönücü olduklarına, Rabb' terine inanarak yüksek saygı gösterenlere ağır gelmez. 0(yüksek saygı göstere)nlar ki onlar hakîkaten Rabb'lerine kavuşucu ve hakîkaten ancak O'na dönücü olduklarını bilirler (de namaziarını o vech ile kılarlar).” [El -Bakara 45-46] buyrulmuştur. Yani: "Gerek günahları terk etmekte, gerek ibadeti yapmakta gazabiyye ve behime kuvvetini kullanarak namazla Allah'tan yardımı dileyin."

Demek azmin fiile geçmesi için ve kötülükleri terk, faydaları celbetmekte, sabır ve namazla güzel ahlak tahsil edilir. Doğrusu sabırla günah terk edilir; namazla da iyiliklerin yapılması kolaylaşır. Rasûl-u Muhterem de başına bir iş geldi mi, namazı kılmakla Allah Teâlâ'ya sığınırdı. Ancak gazab ve şehvet kuvvetleri birbirine zıddır; hangisi harekete geçerse diğeri durur. Binaenaleyh şehvet ve gazabın dizginlenmesi için namaz ve sabır, azmin kullanılması için en büyük vesilelerdir.

Fahreddîn-i Râzî rahimehullah şöyle demiştir: Bu babda azmin kullanılması için iki yol vardır:

a-Müdrike kuvvetini çalıştırıp işin akıbetini düşünmekle; işin akıbeti fenalık ise gazabiyye kuvvetinin çalıştırılmasıyla iradeyi fiilin terkinde kullanmak, yok eğer işin akibeti güzellik ise behime kuvvetinin tahrikiyle azimli iradeyi fiile geçirmek gerekir.

b-Gazabiyye veya şehvet kuvvetleri fiile geçip ruhun dizginini ele almak isterlerse, mü'min bütün dikkat-i nazarını bir tek noktaya toplayarak gazab ve şehvet kuvvetlerinin arzularını hayalinde kendi nefsi aleyhinde kullanır. Şöyle düşünülür: "Eğer birisi bana zulmederek zarar vermek isterse, anneme, bacıma veya herhangi bir yakınıma kötü hislerini kullanıp tecavüzde bulunsa kabul edecek miyim?.." Böylece bir muhasebe neticesinde insan günahlarda gazabî kuvvetini kendi aleyhinde kullanır, behime kuvvetini de lehinde kulanmaya çalışır. Muhasebe mutlaka insanı güzel ahlaka sevk eder.

2-Eğer nefsi sıhhatli ise yani fıtratından ayrılmamış ise onu korumaya çalışır. Yok nefsi hastalanmış ise tedavisinin hal çaresine bakılır. Burada iradenin kullanılması, hastalığı defetmek için yine gazabiyye kuvvetinin, menfaatleri celbetmek için behime kuvvetinin çalıştırılması şarttır. Mühim olarak ilk önce bir muhasebe ile insan hislerini teşhis eder, sonra tedavi eder. İhyâu-I-Ulûm ve Sirâc-ut-Tâlibîn adlı eserlerinde İmam Gazâli şöyle demiştir: İnsanın nefsi bedeninden daha fazla terbiyeye muhtacdır. Mesela nefsin sıhhati, nefs-i nâtıkanın mutedil olmasına bağlıdır; itidalden ayrılması onun hastalığıdır.

Binaenaleyh nefs, güzel ahlakı terk, fena ahlakları yapmakla hastalanır. Normal bir beden zaman zaman yemekten içmekten, soğuktan zedelenip, mide, ciğer, böbrek gibi cihazların dengesi bozulduğu gibi, nefs de kâmil bir fıtrat üzerinde doğsa bile zaman zaman ana baba, çevre ve kötü hislerden dolayı zedelenir. Şehvet kuvveti menfaatleri celb, gazab kuvveti de zararları defeder. Bu itiş çekiş insanı fıtratından uzaklaştırır.

Binaenaleyh eğer nefs sıhhatli ise fıtratını korumaya, zedelendi ise kemâlâtı elde etmeye çalışılır. Bedeni terbiye etmekte havaya, suya, libas ve meskene ihtiyaç olduğu gibi, nefsinin terbiyesinde de insan hikmete, iffete, cesaret ve adalete muhtacdır. Her nasıl olursa olsun insan bu dâr-ı dünyaya geldikten sonra zayıf olarak doğar. Nitekim* “...Şübhesiz insan (terbiyeye muhtaç olduğu bakımından) zayıf olarak yaratılmıştır.” [En-Nisâ128] buyrulmuştur.

Bu ayet-i kerîmeye binaen bu zâfiyeti bertaraf etmek için beden ve nefsin terbiyesinde, evde anne baba, okulda muallim ve terbiyeciler, hem nefsin kemâliyetine hem bedenin sıhhatine uğraşmak mükellefiyetindedirler. Her ikisini de sıhhate ulaştırmaya çalışmak mecburiyetindedirler.

Tedavi sûreti de "Herşey zıddıyla tedavi olunur." düsturuna riayet etmekledir. Hem mesela beden sıhhate kabiliyetli, nefs de normal mizaca muvafıksa, bedenin gürbüzlüğü korunur, nefsi de mizacından uzaklaştırılmamaya çalışılır. Yok ikisinden birisi zedelenmiş ise ilaçları kullanmakla tekrar sıhhate kavuşturulması için çalışılır. Bu takdirde cehaleti ilimle, gazabı hilimle, cimriliği cömerdlikle, kibirliliği tevazu ve oburluğu da kanaatle tedavi edilir. İnsan, gayrındaki iradeyi kemiyetten keyfiyete geçirmek için şu iki yolu tatbik eder:

a-Bedenî hastalık ölümle biter. Nefsin hastalığı ise ölümden sonra daha artar diye bildiği gibi bildirmelidir. İnsan bunu idrak etti mi, nefsin zararlarını nazar-ı itibara alır. Bedeni tedavide doktorun verdiği reçete ile zorluğa katlanarak sabreder, acı dermanlara tahammül gösterir, işte bu tahammül gücü ile şehvet ve gazab kuvvetini tedavi etmekte aynı zorluğa katlanmalıdır. Fakat unutulmasın ki her bir hastalığı zıddıyla tedavi etmek lazımdır. Böylece insan fıtratını kaybetmişse de, İradenin kullanılması ile de hakîkate kavuşur.

b-Kendisindeki veya gayrındaki azim ve iradeyi fiile geçirmek için insan kendine güzel ahlak sahibi olan birisini seçer; onu ruhuna ve kalbine yardımcı kılar ve bu vesileyle içteki güzel arzularını, iradesini ve azmini kullanır. Şayet, samimi ve güzel ahlak sahibi bulamaz ise, kendisini, sevmeyenlerin sözleriyle tedavi etmesi lazımdır. Yani kınayıcıların sözlerini hasede değil nasihate çevirmeye çalışır. Böylece iradesini fiile geçirir.*“Amma kim Rabb'inin makamından korktu ve nefsini heva(ve heve- sin)dan alıkoyduysa işte muhakkak cennet, o, onun varacağı yerin ta kendisidir.” [En-Nâizat 40-41] mealindeki ayet-i kerîme de yukarıdaki manaya işaret etmektedir.

Netice-i meram, insan ya samimi arkadaşıyla yahud da sevmeyenlerin kınamasıyla içindeki güzel arzularını fiile geçirmekle güzel ve müktesibe ahlakı tahsil eder. Çünkü her bir insanın içinde yani dimağında biri güzel öbürü kötü arkadaşı vardır.

Eğer insan iyi arkadaş bulursa biri içte diğeri dışarıda olmak üzere iki hayrlı arkadaşı bulmuş olur. Hayrlı arkadaşı bulmakla hayra muvaffak olunur. Zıddı da öyledir.

Nitekim hadîs-i şerifte şöyle buyrulmuştur:*“Allah'ın göndermiş olduğu hiçbir nebî veya halîfe yoktur ki, onun gizlide iki sırdaşı olmasın. Biri ona ma'rûfu (aklı selîme ve şer'i şerife uygun işleri) emreder ve onu üzerine teşvik eder. Öbürü de ona şerri emreder ve onu ona tahrik eder. Ancak masum odur ki, Allah Teâlâ onu korumuştur.”

Yani nefs-i nâtıkanın da gizlide hayra teşvikçisi ve sırdaşı mutmainne, şerre teşvikçisi emmâredir; yahud aklın melekiyye ve behime kuvvetleridir. Aklın melekiyye kuvveti, onun hayrlı arkadaşı yani müdrike kuvvetidir; şerli arkadaşı da vehmiyye kuvvetidir. Artık behime ve subuiyye kuvvetleri akla itaat ederlerse, insanın aklının güzel arkadaşları olurlar; yok vehmî kuvvetine itaat ederlerse şerli arkadaşları olurlar.

Bir insan kendine güzel arkadaş bulup cismâniyette o güzel ahlak sahibini arkadaş edinirse, mana âleminde de melekler mutmainne nefsini yahud müdrike kuvvetini tedavi ede ede vicdanını saflaştırırlar. Aksi takdirde fena kimselerle arkadaş olanın, dışta onun telkini, içte vehmî kuvvet, histeriyle birleşirler, şeytan da gizlide vehmî kuvvetine müdahale eder; nefsi esfel-i sâfilîne indirirler. Bu hikmete binaendir ki Rasûl-u Muhterem:*Kişi kendine dost edindiği kimsenin dîni ve ahlakı üzerindedir. Sizden biriniz iyice düşünsün ki kiminle sırdaş olup dostlaşıyor.” buyurmuştur.

Yani insan cismâniyet âleminde hayrlıyı sırdaş ederse hayra, şerliyi sırdaş ederse şerre meyleder; her bir arkadaş kendi hissine göre iradesini tahrik eder. Hatta Hazreti Fahr-i âlem'den sonra Hazreti Ömer kendisine Huzeyfe adlı sahabeyi sırdaş kabul etmişti. Ona: “Ey Huzeyfe, sen Rasûl-u Ekrem'in sır arkadaşı idin, münafıkları güzelce tanıyordun, Allah için de, ben de nifak var mıdır?” O da: “Hayır Vallahi, Rasûl-u Muhterem seni emin bilirdi.” cevabını verdi. Şeyh Cüneyd Bağdâdl de: "Ben edebi edebsizlerden öğrendim." derdi. Hülâsa Hazreti Ömer radıyallahu anh dostu ile, Şeyh Cüneyd kuddise sirruh da düşmanıyla, iradesini güzel ahlakın tahsiline tahrik etmiştir.

3-Bir insan hangi fenalığı terk etmek isterse o fenalığı işleyenden kaçmakla güzel ahlakı tahsil eder ve o güzel ahlak ile ahlaklananı bulup, sırdaş olmazsa bile onunla fenalıkları terk eder. Doğrusu insan ahlaksızdan ahlaklıya sığınmakla faydalıyı celb ve zararlıyı da defeder.

Nitekim*''Eğer sen mermer taşı veya bir kaya parçası olsan bile kalb erbâbına arkadaş olup ona ulaştın mı cevher olursun.” denilmiştir.*''Allah'a ve ahiret gününe imanda sebat eden hiçbir kavmin Allah'a ve Rasûlü'ne muhalefet eden kimselerle -velev ki o(muhalefet ede)nlar bunların babaları, ya oğulları, ya biraderleri, yahud soy sopları olsunlar- dostlaşacaklarını görmezsin. Onlar (öyle hakîki iman eden kimseler)dır ki Allah Teâlâ imanı kalblerine yazmış da ve ayrıca onları Nezdi'nden bir ruhla desteklemiştir. Bunları altından ırmaklar akan cennetlere sokacaktır. Bunlar orada ebedî kalıcıdırlar. Allah onlardan razı olmuştur, onlar da Rabb'lerinden razıdırlar, işte onlar Allah fırkasıdır.
Gözünüzü açın ki Allah fırkası umduklarına erenlerin ta kendileridir.” [El-Mücadele 22] mealindeki ayet-i kerîmeden şunu anlıyoruz:

Cidden Allah Teâlâ’ya İman eden, -İçindeki burhan tezahür etsin etmesin- hakîkî bir samimiyetle fâsık ve kafir akrabasını sevemez. Tabiî olarak imana dayalı olan güzel ahlakı onları sevmeye müsaid değildir. Çünkü kalb ayna gibidir. İki cisim bir anda onda görül- mez. Binaenaleyh yukarıdaki ayetin hükmünce hakîki bir mü'min Allah ve O’nun Rasûlü'nün emri için her muhalif olanı terk eder, aksi takdirde imanı kemil bulamaz.

Soru: Bir mü'minin babası, annesi, kardeşi yahud soyu sopu kumar, içki, zina veya başka günahlara dalarlarsa nasıl hareket etmelidir?

Cevab: Bunlar müşrik de olsalar bile, yine onlara sıla-f rahm yapar; hüsn-ü muaşeretle iyilikte bulunur; ancak kalben onlara samimi olamaz ve onların günah işlemesine malıyla, gücüyle, fikriyle yardım edemez; günahlarında hiçbir sûrette onlara hizmet edemez, günah işlemeleri halinde kaçar; sair vakitlerde onlara döner ve üç şekilde muamele eder:

a-Nasihati dinlemedikleri takdirde ve günahlara teşebbüs ederken hareketlerinden kaçar, meclislerini terk eder.

b-Günahlara dalmazdan evvel onları vazgeçirmeye, hikmetli sözlerle terk ettirmeye çalışır. Kâr etmezse,

c-Günahlarını işlemelerinde onlara hiçbir yardımda bulunmaz. Mesela "Oğlum bana şu içki şişesini getir." diyen babaya oğlu şöyle cevab verir: "Babacığım, ne olur onu içme. Ben sana o zehiri vermem." Babası ısrar ederse, sükutla meclisinden kaçar. Bilahare babası ne harekette bulunursa bulunsun kendisi gayet şuur içinde bir nezaketle babasına döner ve tebliğde kusur etmez, sövmez, dövmez ve sövmelerini sarf-ı nazar eder.

Burada düstur şu hadîs-i şeriftir:* “Allah'a isyan olacak hususlarda hiçbir mahluka itaat yoktur.” Hazreti Esmâ da Rasûl-u Muhterem'e gelerek: “Ey Allah'ın Rasûlü, benim annem müşriklerdendir. Bazan benden yardım ister; ben ona yardım edebilir miyim?” diye sordu. Bunun üzerine O da ona: * “Annene sılada bulun.” buyurmuştur. Yani, günahların dışında ona yardım et demektir.
Şihâb-i Haffâcî şöyle der: Sakın, cahilin cehaleti, sefihin sefâhati senin gazab kuvvetini tahrik etmesin. Bilakis seni yok edecek yumuşaklığın, göğsüne şifa verecek gazab ve sefâhatten daha güzeldir.

Şu halde kalbî muhabbet ve samimiyet ayrıdır, yardım da ayrıdır. Binaenaleyh günah hususunda yardım etmekten kaç; onlar günahlarından boşaldıktan sonra, yumuşaklık ve nasihatle onlara yardım et. Sakın ruhunu zedeleme haa!

Ismail Çetin - Mufassal Medeni Ahlak,dilara yay.,syf:39-44
Devamını Oku »

İmanla Güzel Ahlak Toplum Ferdlerine Huzur Kazandırır



İman ve salih amelden semerelenen güzel ahlak dünyada huzuru ahirette de ebedî saadeti kazandırır. Çünkü imana dayanmayan güzel ahlak diye bir şey yoktur. Binaenaleyh iyal ve akraba ferdlerinin hatta her toplum ferdinin manevi olgunluğunu ve olgunluğunun da görüntüsü olan ilim ve güzel ahlakı huzur ve mutlulukla tabir ederiz. Kur'an ve ha­diste buna "hayat-ı tayyibe" denilmektedir. Ruh ve bedenden ibaret insana; dimağını selamet-i fikir, kalbin âkile kuvvetini zikir ve sair azaları İslamın emretmiş olduğu ahlakla terbiye etmek huzuru ve refahı ka­zandırır. Bu takdirde nefs ve bütün organların hisleri, sürür ve zevk bu­lur, huzur ve refahı elde eder. Çoğu zaman insan İslamın emrettiği şekil­de yaşadığı vakit bu sürür ve zevki madde olarak da hisseder. Çünkü ilmî ahlakın tatbikatı önce bir nev'î vehmî ve hayalîdir. Sonunda ise vic­danî ve şuhûdîdir. Bu müşahededen mahrum kimse ilmin ve güzel ah-

lakın hissinden bîhaberdir. İnsan amelî olarak şuurlandığı zaman ancak bu huzur ve mutluluğu görür. Eğer en âlî olan huzuru, en süflî olan bir misalle tarif edersek şöyle deriz: Dil tatlıyı, tuzluyu, ekşiyi; el yumuşağı, serti; tenasül azası şehveti ve bunlara bağlı his organları kendi sahala­rında zevklenip sevinç ve sürürü müşahede ediyorlarsa, öylece İslam dîninin emrettiği şeyleri yerine getiren ve yasaklarından da sakınan, yo­lunun bitiminde her bir ibadetin lezzet ve sevincini, sürür ve zevkini bü­tün asabî damarların hisleriyle kendi nefsinde müşahede eder. Hem na­sıl ki dil acılığı hissediyorsa, beden de her bir azada öylece kendisiyle yapılan günahın acısını hisseder. İşte bu iki hissin müşahedesine hayat-ı tayyibe denilir. Süflî olan nefs vehmî kuvvetiyle aleyhinde ve lehin­de bir şeyleri hissederken zevk için yahud nefret ve kaçmak için beden­deki refleksi fiile geçirebildiği gibi, tatbikatın neticesinde ruh da aleyhin­de bir şey hissettiği zaman derhal refleksi harekete geçirir, lehinde de bir şeyleri hissettiği zaman sevinç ve sürür içinde kalır. İşte aşk bu.

Kimi­si de buna cezbe dedi. Şu kadar ki nefsin hayvânî mertebesindeki ref­leks altıncı hissin seviyesine kadar tekâmül eder. İmdada yetişmek ister­se de tedbir edemez. Korkudan ve sevinçten şuur altına düşer ki buna hayret derler. Ne hayret? Şaşkınlık bu. Hayat-ı tayyibe ile şereflenmiş in­sanın vehmî kuvveti firâsete ve keşfe dönüşür. Bedendeki refleks ise burhana dönüşür. Bu takdirde dînin aleyhinde olan bir şey keşfolundu- ğu zaman altıncı hissin fevkindeki şuur ve burhan, refleksi uyarmayla birlikte tedbir de alır. Tedbiri son derece tesirli olur. İşte bu hikmete bina­endir ki, kafirin refleksi süflî ve nefsânî olduğu için kafir harbden kaçar. Mü'minin refleksi ulvî ve ruhânî olduğu için kaçmaz, daha da cesaretle­nir ve temkinle hareket eder. Kafir korkudan saldırır, mü'min ise muhab­betten saldırır. Hayat-ı tayyibeden ibaret nefs ve his organlarının zevk içerisinde kalması şübhesiz takvânın semeresidir.

Takva kemal bul­dukça bu görülmez. Nefs-i mutmainne'nin makamı da takva makamıdır. Bir çocuk erginlik çağına ulaşmadığı müddetçe şehvet lezzetini duyup sezemediği gibi bir insan da imandan sonra cehalet ve düşük ahlaktan arınmazsa hayat-ı tayyibeye kavuşup kavrayamaz. Erginlik çağındaki bir genç şehvet zevkini ve kendisindeki hisleri inkar edemediği gibi, imanı ve nefsi mutmain olan bir mü'min de hayat-ı tayyibeyi inkar edemez olur. İşte insan inkar edemez dereceye ulaştığı andan itibaren hayat-ı tayyi­beye kavuşmuş olur. Her bir emri yerine getirmekte bir zevk bulduğu gibi, her bir günahın arzusu anında da onun ızdırabını çeker, hisseder.

Bütün ashâb-ı kiram istisnasız olarak hayat-ı tayyibenin içerisinde idiler. Hayat-ı tayyibenin zirvesine ulaşanlar da vardı. Her bir maddenin içerisinde manayı görürlerdi ve bilirlerdi. Nitekim bir gün Rasûl-u Muhte­rem yıkanma eseri olan ıslaklık üzerinde bulunduğu halde bazı ashabın yanına gidip oturmuştur. O anda kendileri hayat-ı tayyibe içerisinde muazzam hoşnud ve aşk ile dolu görülünce hayat-ı tayyibe ile şeref­lenmiş olan ashab cûşa geldiler. Onlardan biri: "Ey Allah'ın Rasûlü, hali­nizi hoşnud durumda görüyoruz." demişler. *“Evet Vallahi, hamdolsun Allah'a.” buyurmuştur. Ashab sonra zenginlikten söz açtılar. Bunun üzerine Rasûl-u Muhterem şöyle buyurdu:

*“Gerçek şudur ki, Allah Teâlâ'nın emrlerini yerine getirip yasak­larından sakınan takva sahihlerine zenginlikte zarar yoktur. Fakat takva sahibine sıhhat, zenginlikten daha hayrlıdır. Nefsin hoşnut­luğu (hayat-ı tayyibe) da büyük nimetlerden sayılır.” Hadîs-i şerifteki,''tayyib-un-nefs"in manası beşeriyete nazaran, ehli ile buluş­mak, bedeni isteklerini yerine getirmekten dolayı bedende devam eden sürür ve hoşnudluktur. Ruhâniyete nazaran da İlâhî ve rûhânî aşkın lez­zetidir. Ancak bedendeki sürür gelip geçici olup suyun yüzündeki köpük gibidir. Ruhânî lezzet ise tükenmez devamlı akan su gibidir. Arada fark çok... Ezcümle ''Sizin nezdinizdeki şey (dünya lezzeti) tükenir, Allah'ın indindeki şey(cennet ve nimetleri) ise bakîdir. (Allah yolunda sefalete, kafirlerin ezalarına, dînî tekliflerin meşakkatine katlananlar ahde vefada sebatla) Sabredenlerin mükafatlarını Biz (onların) yapmakta olduklarının daha güzeliyle ve­receğiz muhakkak. Gerek erkekten ve gerek kadından kim o mü'­min olduğu halde iyi amel(ve ahlak)de bulunursa hiç şübhesiz onu dünyada hayat-ı tayyibe ile yaşattırırız (ahirette de) ve her halde (onların) yapageldiklerinden daha güzeliyle mükafatlandırırız.” [En- Nahl 96-97] buyrulan ayet-i kerîmede de bu mana apaçık tasrih olunmak­tadır.

İşte huzur ve mutluluktan ibaret hayat-ı tayyibe dünyada iman ve salih amelin mukabili olarak verilmektedir. Bu ayet-i kerîme mü'minlere birçok müjdeleri veriyor...

İsmail Çetin - Mufassal Medeni Ahlak,syf:618-621
Devamını Oku »

İlahiyattan Kaynaklanan Felsefe Sahası:Ahlak



......

 

(2) Hâl, hareket, tarz, tutum, tavır ile davranış kurallar bütünü ahlâkı meydana getirir. Kuralların menşei vahiy tebliği verisi ana ilkelerdir. İslâm filosoflarından Ebu Yusuf Yakûb İbn Ishak el Kindi (öl 870) ile Uzlukoğlu Ebu Nasr Muhammed İbn Tarkan Farabinin (870 - 950) belirttikleri üzre, vahiyi insanlara tebliğ edip açımlayan peygamberler olup onda bildirilen ana ilke, kural ile düstûr bütünlüklerine dönüştürerek ahlâk düzenlerini kuran, bilgeler ile fılosoflar olmuştur. Söz konusu kurallar, bütün zamanları ve insanları kapsayacak kud­ret ile geçerliliktedirler. Evrenseldirler.

Doğrudan vahiyden çıkagelmeyip adına örf dediğimiz kurallar bütünüyse, belirli bir topluluğa mahsus olup bu yüzden mahallî ve mevziidir.

(3) Tekmil hâl, hareket, tutum, tavır, tarz, usul, uslub ile davranışlar, düşün­celerimizden kaynaklanır, onlar tarafından kotarılıp ayârlanırlar. Düşüncelerin kendileriyse, düşünme etkinliklerinin sonucunda belirirler. Tasavvur içeriği azalıp zayıfladığı ölçüde düşünce, ‘kavram’laşır. Tasavvur içeriği bulunmayan düşünce­ye fikir (Fr idée) diyoruz. Hâl, hareket, tutum, tavır, davranış, usul ile uslupları gerek ‘kendim’e gerekse ‘başkaları’na ifade edip açıklayan, ilgili düşüncelerin, mantık kurallarına uygun biçimde birbirleriyle ilişkilendirilmelerinden ise, yargı oluşturulur. Önünde sonunda, hâl, hareket, tutum, tavır, davranış, uslub ile usuller değerlendirmeden, anlamlandırmadan özge bir şey değildirler. Bunları taşıyan dil biçimi yargıdır. Basit bir harekete, meselâ, ‘koşmağ’a bakalım: Ânî bir ürkmenin doğurduğu tepki değilse, belirli bir kararın sonucudur. Karar da ifadesini belirli bir yargıda bulur: “Koşuyorum”, “koşayım”, “koşsam”, “koşmasam”, “koşmamalıyım” v.s. Görüldüğü gibi, ister kuvve, ister fiil hâlinde bulunsun, ‘koşmak’ cinsin­den basit bir eylemin bile, nice geniş bir imkân çeşitlemesi var.

Her yargı ifadesi, en az, bir düşünceyi barındırır. Bu düşünce yahut düşünce­ler ya tasavvurludur ya da kavramlaşmıştır. Sonuçta yargı da, kendine vucut veren düşüncelerin yapısı ile biçimi uyarınca az yahut çok tasavvurludur. Ne var ki, bütün değerlendirme-anlamlandırmalarımızın altında yatan iyidir-güzeldir yahut kötüdür-çirkindir temel éthique-esthétique yargıdır. Zikrolunan esâsa, dolaylı dahî olsa, dayanmayan değerlendirme-anlamlandırma-yargı-ifadesi olamaz.

(4)İyilik ile güzellik düşüncelerinin tasavvur içerikleri bulunmadığından,salt kavram, demekki fikirdirler. Üstelik, tecrübeden tümüyle bağımsız, yani transsendent fikirdirler. Matematik unsurlar da, haddizâtında fikirdirler. Ne var ki, aklımızda matematik işlem istidâdının yattığını söyleyebiliriz. Bir ucu dışımızdaki dünyaya uzanan tecrübelerimiz, andırışmalar (Fr analogie) yoluyla mezkûr istidadı harekete geçirip işletmektedir. Matematik işlemler, tamamıyla akıl vensı olmakla birlikte, bunlara konu olan unsurlar ile biçimlerin dışımızda­ki dünyada tam olmasa bile, yaklaşık karşılıklarını buluyoruz. İşte bu ‘yaklaşık karşılıklar , matematik unsurlar ile biçimlerin esin kaynağıdırlar. Buna karşılık, iyilik ile güzelliği bize esinleyebilecek bir dış dünya kaynağı yoktur. Tersine, iyi­lik ile güzelliği dünyaya insan yansıtır. İnsandaki iyilik ile güzellik fikirlerine dünyada tekâbül edebilecek olaylar yahut süreçler bulunmaz.

Bu fikirlere dünya- da uygun-düşen-karşılıkları tayın eden insandır. Nitekim, iyilik-güzellik fikirle­rine insanın, dünyada-uygun-düşen-karşılıkları tayın etme yetisine değerlendirme—anlamlandırma becerisi diyoruz. Mezkûr fikirler hususunda insanın, dünya­da-mürâcaat—noktalarından tamamıyla yoksun bulunması, değerlendirme— anlamlandırma biçimlerinin, toplumdan topluma ve çağdan çağa, öyleki toplumların kendi içlerinde de böylesine çeşitlilik, giderek tutarsızlık arzetmelerine yol açmıştır. Değerlendirme-anlamlandırmadaki tutarsızlıklara biçimlerinin tutarsız­lıklarına görelilik denir.(23) Göreliliğin hâkim olduğu bir toplum ortamında insanlar arasındaki bildirişme kesilir. Bildirişmenin kesildiği ortamdaysa, kırışma, böyle­likle de kargaşa başgösterir. Bu faciayı önlemek maksadıyla insan, başka bir felâ­kete yönelmiştir. Bir kişinin yahut öbeğin değerlendirme—anlamlandırma biçimi, zora başvurularak, başat kılınmıştır. Görüldüğü gibi, iki ucu pis değnek misâli, fâcia, felâketle takâs olunuyor.

İmdi, İlahî tebliğin hikmetisebebi, insanı mezkûr facia ile felâket fasit dâiresinden kurtarmaktır. Tebliğ, bu bağlamda, insana iyili­ğin, dolayısıyla da güzelliğin kıstaslarını bildirir. Bildirilen kıstaslar içerisinde, şablona uygun olarak peygâmber ve bilâhare hakîm yahut ahlâk filosofu öğreti­yi dokur. Bir meşrûu öğreti, değerlendirme-anlamlandırma biçimleri arasındaki tutarsızlıkları asgariye indirmek suretiyle bir yandan göreliliği kırışmaya, dola­yısıyla da kargaşaya sebeb olmayacak seviyeye getirmeğe, öbür tarafta da istibdâtın yolunu kesmeğe yönelik olmalıdır.

 

Dipnot:

 

23-bkz.ek 3e

Ş.Teoman Duralı-Sorun Nedir?,syf;92-93

 
Devamını Oku »

Barış — Savaş zıtlığı



(1) Zorluk, başlıbaşına bir varlık değildir. Tıpkı yakın akrabâsı, kötülük gibi, zorluk da, olumsuzluktur. Olumsuzluksa, kelimenin yapısından anlaşılacağı üzre, ‘olum’un, ‘olma’nın bulunmaması anlamındadır. Zorluk şu durumda, rahatın, düzgünlüğün yoksunluğudur. Rahat, düzgünlük ve bunların devâmı, bireysel sağlık ile onun toplumsal mukabili olan barış olağanlığın ifadesidirler. Lâkin ola­ğanlığı, yine karşıtıyla idrâk edebiliriz. İşte bundan dolayı zorluktan rahat ile düzgünlük doğar. Nitekim Alman şairi Friedrich Hölderlin (1770 - 1843) bu hususu şu unutulmaz mısrayla dile getirmiştir: “Tehlikenin başgösterdiği yerde, çâre de göğüverir.”(207)

İnsanın ‘olağan’ hâli, birey düzleminde sağlık; toplum bağlamındaysa, barış­tır, demiştik. Barış,(208) sevgi ile saygının yaygınlık kazanması durumudur. Barışın zıddı savaştır.(209) O da, öfke ile nefret duygularından kalkan teşkilâtlandırılmış maşeri eylemler dizisidir. Ne var ki, barışın da savaşın da ortak paydası, saygı­dır. O ise, önünde sonunda edebin türevi olduğuna göre, ahlâkın en önde gelen unsurlarındandır. Öyleyse barış gibi, savaş da ahlâka dayanır. Aradaki fark, sevgi — nefret zıtlığında yatar.

(2)Sevgi, ‘ben’in, kendini ‘ben-olmayan’a katıp karıştırma çabasıdır. ‘Ben-olmayan-sen’in duvgularına ‘ben’in katılmasına duygudaşlık(210) diyoruz. Duygudaşlık, ıztırâb ile acıda da sevinç ile neşede de görülür. Duygudaşlığın, ıztırâptaki tezâhürü, merhâmettir. Onun da, zayıf ve yüzeyde kalan hâli, acıma; en güçlü ve tanrısal kudretteki ifâdesiyse, rahmettir.

(3)Duygudaşlık, öncelikle de merhâmet ile bunun genelleşmiş devâmı olan banş, dişi, böylelikle de anne; zıddı, savaş ise, erkek, demekki baba özelliğini barındırır. Her iki özelliği dengede tutabilen toplumun sağlığı yerindedir. Böyle bir toplum, banşta savaşabilme kuvvesi ile irâdesine mâlik olup savaşta, barışma imkânını elinde tutar. Aynı durumun aile düzlemindeki yansımasına baktığımızda, annesinden şefkat dolu destek gören çocuğun, babasından yapabileceklerinin sınırlarını, erk (Fr autorité) yoluyla öğrendiğine tanık oluruz. İster ailede, ister daha geniş toplum bağlamlarında olsun, şefkat ile merhâmet çeşidinden dişilik veçheleri, tek hâkim âmil durumuna gelirlerse, yozlaşma, giderek, soysuzlaşma başgösterir.

Sertlik ile kavga şeklindeki erkeklik tezâhürleri önplana çıkarlarsa, o takdirde de, kültür, medeniyet seviyesine asla ulaşamaz, vahşîlik dediğimiz durum, ortalığı kırar geçer. Öyleyse sevgi ve nefretle dengede birarada yaşamaya da savaşmaya da, ruhça ile bedence hazır olma tavrı, aklın ve sonuçta adâletin gerektirdiklerindendirler. Aklın bildirdiklerini âdilce ifa etmek ise, Müslümanlığın başta gelen vecîbelerindendir. Nitekim Hadîse bakılırsa, aklın onayladığı her şeyi, din teyîd eder; ve, dinin tasdik ettiği her şeyiyse, akıl da benimser. Şu durumda İslâmın, gerek bireysel gerekse toplumsal hayatımıza iliş­kin buyruk ile talimâtlan akılla çelişmez. Nihâyet, aklın kendisi de, dinin aslî uzvudur.

 

Dipnotlar:

 

(207)-“Wo aber Gefahr ist, wächst das Rettende auch” —“Patmos”.

(208)-Bkz: EK 11 e

(209)-Bkz: EK 12ye

(210)-Y sümpathia; Fr&lng compassion.

 

Ş.Teoman Duralı-Sorun Nedir?,syf:211-212
Devamını Oku »

Bireylilik-Kimlik-Kişilik Sorunları



(1)-Her canlı, başka birtakım varolanlara nice benzerse benzesin, kendine has özellikler taşır. Bu özellikler, nice özelleşirlerse, onlarla donanmış canlı, o denli karmaşıklaşır. Kendine has özelliklerince başka hiçbir şeye geri götürüle- mez, indirgenemez varolana birey diyoruz. Hücreden beşere dek istisnâsız bütün canlılar, şu durumda, bireydirler. Yalnızca insanlaşmış beşerin bireyliliği, artık eşsiz diye niteleyeceğimiz özellikleri hâizdir. Böylesi bir bireylilik, kimlik kazanmış olur. ‘Kimlikli insan’sa, ‘kişi’dir. Kimlik kazanılıp kişileşildiği ölçüde insanlaşılmış olunur. İşte böylesine, kişilikli insan diyoruz. Kişilikli insan, düşünme itiyâdındaki bireydir. Düşünme itiyâdında olmak, olup bitenler hakkın­da olup bittikleri ânda düşünmekten ibâret olmayıp düşünme işlemlerinin ürünü olan düşünceler üzerine de düşünmektir. Birincisi az yahut çok mıkyâsta bütün insanlara yaygın olmasına karşılık, İkincisi pek az kimseye nasîb olur.

(2)-Düşüncesi üstünde katlanarak düşünebilen, hareketlerini de düşüncele­riyle biçimlendirir. Düşünceler yoluyla biçimlendirilen hareketlere eylem diyo­ruz. Şu hâlde kendi başına eyleyebilmekçin kendikendine, yanî özerkçe düşün­mek gerekir. Başka bir mercie bağımlı kalmadan düşünmekse, hür olmak demek­tir. Kendi düşünmeleri doğrultusunda hareket eden yahut eyleyen de özerk kişi­dir. Düşünme dizileri arasındaki mantık bağlantılarını dikkatten kaçırmamağa özen gösteren, tutarlı düşünür. Tutarlı düşünme çabasındaki kişinin, bu uğurda, düşünme dizilerini süreklice, düşünerek, denetlemesi, onu bilinçli kılar. Böyle birinin eylemleri arasında da sıkı bir düzen bulunur. Eylemlerinde tutarsızlık bulunmayana da disiplinli kişi deriz. Buna karşılık, yargılarında, davranmaların­ca, hâl ile hareketlerinde tutarsız olan kişi, tabiatı itibâriyle böyleyse, delidir; yok, bu tavrı, sunî yollardan meydana geliyorsa, serhoştur.

Bir kimsenin davranmasını, hâl ile hareketlerini, tavır ile tutumlarını belirle­yen ahlâkıdır. Davranışlarını, hâl ile görünüme çıkan hareketlerini, yanî eylemlerini kendine ve başkalarına karşı hâlis niyet besleyerek belirleyen, ahlâklı kişi­dir. Ahlâkında oynamalar olmaz, hep aynı minvâlde yürürse, bu kişiye dürüst deriz. Dürüst kişinin en belirgin vasfı, özü ile sözünün, niyeti ile amelinin birbir­lerini tutmalarıdır. Gerçi dürüst olmayan kişinin de özü ile sözü çakışabilir, örtüşebilir.Ölçüsü nedir öyleyse? Niyetin hâlis olup olmamasıdır. Bu hususu nitekim, lmmanuel Kant, şöyle dile getirmiştir: “...irâdeni izhâr edebileceğin öyle bir kural uyarınca davran ki, sonuçta o, genelgeçer bir yasa değerini kazanabilsin.”(169)

Derin düşünmeye, yanı niyete göre düzenlenmiş eylemler, ameller, ahlâk makûlesinden sayılırlar. Ama niyetin kendisine gelince; o, dinîdir. Madem niye­te dayanır, öyleyse sonuçta ahlâk da, din çıkışlıdır. Esâsında hayatımız da tabiat talâkkîmiz de dinîdir.

(3)-Görünür düzlemde olup bitenler, dinin zahirî yakasında yer alırlar. Dışarıdan bakıldığında algılanamayan niyetse, dinin bâtınî tarafındadır. Bâtınî hususlar, gözlemlenip irdelenmeğe yatkın değildirler. O hâlde onların yalnızca görünüme çıkmış, tezâhür etmiş taraflarıyla meşğûl olabiliriz. Nitekim Hz Muhammed, “gördüklerime inanır (yanî bilir), görmediklerimiyse, Allaha, havâle ederim” demiştir. Yine aynı iddianın bir başka ifadesini Ziyâ Paşa'da (1825 - 1880) buluyoruz: “Âyinesi işdir kişinin, lâfa bakılmaz; şahsın görünür rütbe-i aklı eserinde”dir.(170)

Kişi, niyet sahihliğine, hâlisliğine fıtratından ya yatkındır ya da değildir. Şu var ki, fıtratını da, toplum, inkişâf ettirir veya ettirmez: Eğitim. Toplum, eğitme yetisini (Fr capacité) geçmiş nesillerden devralıp işler ve ileriki nesillere devre­der: Gelenekler ile görenekler. Peki, eğitimin kendilerinden kalktığı başlangıç ilkeleri nerede bulunurlar? Vahiyde. Ona sâdık kalan toplumlar, niyet sahihliğini besleyip geliştirirler. Vahiyi çarpıtan, kirleten yahut toptan unutan toplumların eğitim düzeni de iflâs eder. Eğitimi iflâs etmiş toplumlardan ahlâklı kişilerin çık­ması neredeyse mucize kabîlindendir. Ahlâk, birey düzleminde kişinin kendi kendisiyle barışık hâlde eyleme; toplumunkindeyse, öteki bireylerle, menfaati ön plana çekmeksizin, ödevi öyle gerektirdiğinden, iş görmesi kâbiliyetidir.

Kişinin kendikendisiyle barışık olması, ‘vicdân’ dediğimiz, kendi içerisindeki, Allah sesine kulak kabartması, bu seste ifadesini bulan Onun kılavuzluğuna tereddüt­süzce uyması anlamına gelir. Nitekim İslâm, Allahın kılavuzluğunu tereddüt etmeksizin kabul etmek (imân), özetle Ona teslim olmak manâsını taşır. Elçileri, Allahın buyrukları ile tavsiyelerini en eski devirlerde kendi topluluklarına, daha sonralarıysa, bütün insanlığa tebliğle yükümlüydüler. Tebliğlerde ağırlıklı biçimde bahsolunan konu, kişinin öteki insanlarla kurduğu yahut kuracağı ilişkilerdir: Kul hakkı. Bunun bulunduğu yerde ahlâk vardır.

(4)- Vahiyden doğrudan yahut dolaylı kaynaklanmayan gelenekler ile göre­nekler, ahlâk orununa çıkamazlar. Ahlâk orununa çıkamamış gelenek ile göre­nekler, aid oldukları toplumlara mahsûs kalıp cihânşumûl değerlere kavuşmuş gözükmezler. Mahallî ve mevziîdirler. Meselâ kadîm aşîret görenekleri, sizi, mensûbu olduğunuz topluluktan birini öldürdüğünüzde, katil; birinin malını çal­dığınızda hırsız olarak değerlendirir. Aynı fiilleri topluluğunuzdan olmayana karşı işlediğinizdeyse icâbı hâlinde, ödüllendirilebilirsiniz dahî.(171)

(5)-Milletleşmiş olsun olmasın, bütün toplumların dayandığı, ve kısaca din dediğimiz, inanç düzenleri vardır. Bunlardan îbrâhim dininin İlahî menşei sarih olup tamamı İslâmdır.(172) Filvakî, İslâm bütün inanç düzenlerinin toplu adıdır. Müslümanın indinde, Onun tek saptırılıp çarpıtılmamış hâli olmasından ötürü Müslümanlık, esâsında ‘din’ demek olan İslâmla örtüşür. Öbür(173) kutsal yahut öyle kabul görmüş tebliğler veya metinler, Kur ’ânın az yahut çok çarpıtılmış par­çaları yahut cüzleridir. Öyleyse Kur ’ân ile Islâm, bütünü temsil ve ifâde ederler.

Kur'ân, neye inanmamız ve bakarak görmemiz gerektiğini bize öğretir. Nite­kim, Allah, Rabbdır, öğretendir. Şüpheye düşmeden tereddütsüzce inanmak, imân­dır. Bu, çok sıkı bir iç düzen gerektirir. Bahse konu çok sıkı iç düzeni sağlayan din eğitimidir.(174) Onun, evvelemirde ibâdet alışkanlığım kazandırma ödevi vardır. Nasıl, talîm, en müşkil iş demek olan, savaşanı ölmeğe ve öldürmeğe hazırlamak­la yükümlüyse, ibâdet de, kişiyi Allahı süreklice anıp Onun buyurduğu yoldan istediği biçimde yürümeğe alıştırmakla görevlidir. Asker olmayanın, talîmin bit­eviyeliğini saçmalık olarak nitelemesi gibi, inanmayanın da ibâdeti, öncelikle de onun tören tarafını hiddet ve şiddetle yerip küçümsemesi umûruâdiyyedendir.

(6)-Dine inanmanın ve icâplarının ifasının başında ibâdet gelir. Yine de dine inanmak ile icâplarının ifası herkeste ve her vakit iç içe yürümeyebilir.(175) Yaşayan dinlerde aslî cinsten olmayan icâplar, zamanın ve zeminin gereklerine göre değişirler. Demekki durağan değildirler. Belli bir dine mensûb olamak, onun şart koştuğu ibâdetleri, muâmelâtı, usul ile erkânı, kısacası şeriatı harfi harfine yerine getiriyor olma anlamına gelmez. Çarpıtmaya uğramadıkça genelde din özellikle de Müslümanlık« inananlarının, şeriata uyup uymadıklarını, ilkece, kolluk kuvvetleri gibi, belirli bir dünyevî güç yoluyla denetleyemez. Buna tevessül ettiğinde, müellifi Tanrı olan din, dinliliğini yitirip kapalı devre çalışan felsefe sis- temi çıkışlı, demekki akıl ürünü, ideolojiye dönüşür. Nitekim bir din adının sonu­na ideolojiyi belirtir Türkcede ~cılık/~cilik, Fransızcadaysa ~isme ekinin ilâvesi Özde, dine tamamıyla aykırı bir keyfiyettir.(176) Din, önünde sonunda, demek, ideo­lojik siyâsî kuruluş, hizip filân değildir. Şeriat, gönüllü izlenmesi gereken bir yol yordamdır. Dinin manâsı, mümininin gönlüne gömülü olup ifâdesini irâdesinde bulur. Bâhusus Müslümanlıkta, başta insan olmak üzre, hiçbir dünya varlığı, yahut bir benzeri, tapınma nesnesi kılınamaz. Bundan dolayı dinin, dünyevî var­lığa tapmağı çağrıştıracak ad yahut ünvânla anılması kabule şâyân değildir.

(7)-Dinin, öncelikle de iç düzenini kişiye bahşetmeğe matûf ibâdetin zorluk­larından kaçanların, bu arada Tanrıyı reddetmeği de göze alamayanların, beğlik çâresi, “dine bağlı değilim, ama, evrensel bir düzgünlüğün ve yaratıcılığın varol­duğuna inanıyorum” kolaycılığıdır. Unutulan husus, din denilen kurumun gör­evinin, yalnızca Tanrıya yahut benzeri kudretitam manevî güce inanmanın şartla­rını sağlayıp belirlemekten ibâret kalmayıp insana yaşayışım bireysel ile toplum­sal düzlemlerde tayin ile tanzîm etmek olduğudur. Burkancılık yahut Konfuçiyusculuk gibi, öyle dinler var ki, bunların önem sıralamasında düzgün ve anlamlı yaşayışa dair sunulan reçeteler, tanrılılıkla ilgili belirlemelerin önünde ve üstündedir. Şu durumda din, daha önce de belirttiğimiz üzre, yaşanana anlam ve çekidüzen verme meselesiyle birebir ilgilidir. ‘Bu-dünya-ötesi’ demeler, anlatım­lar, yer yer ve zaman zaman, vesîle yahut araç kisvesine bürünmektedirler. Vurgu yapmak ve meşrûuluklarını temellendirmek amacıyla kullanıldıkları izlenimini vermektedirler. Nitekim neredeyse bütün dinlerde ibâdetin, genellikle öteki duyu­lara nisbetle görmeğe bunca ağırlık tanıması, tebliğ olunanı, kişinin, bizzât dünya hayatında görerek aklı ve kalbiyle tasdik etmesi maksadına matûfdur.

(8)- Görerek tasdik, dine mahsûs bir şart değildir. Bununla, başta bilim olmak üzre, inanma ile düşünme etkinliklerinin diğer kesimlerinde de karşılaşıyoruz. Bakarak görmek, aklı kullanmağı şart koşar. Sıkı ve tutarlı düşünmek demek olan ‘akılyürütme’nin kurallarını araştırıp tesbit etme sanatıysa, ‘mantık’tır. Mantık esâs­larına dayalı olarak gözlemlerde bulunup deney yapmak ve bu uğraşılardan geniş çaplı soyut gerekçelendirilebilinir ve denetlenebilir, tercihan da matematik ifâde­lerle techîz olmuş sonuçlara ulaşmak ‘bilim’in, bütün bunların nihâî değerlendirmesini yapıp sistemli bir evren tablosu yahut şablonunu çıkarmak da ‘felsefe’nin işidir. Bu hüneri edinmekse, felsefe-bilim öğrenimi yoluyla olur.

(9)-Sonuçta imân etme disiplinini edinmek ile dış fizik gerçekliğine bakıp onu görerek öğrenmek, bir ve aynı pınardan fışkırıp birbirlerini tamamlayan insanın iki meşrebidir. îlki, enine, boyuna ve derinliğine çok çeşitli hâlleri ve veçheleriyle ‘kendim’i tanımak, demekki bilinçlenmek; sonrakiyse, dış fizik ger­çekliği öğrenmek, yani bilgilenmektir. İkisinden birinin eksik kalması, daha da kötüsü ikisinin birden bulanık olması, bir medeniyeti ve onun mensûbu kültürle­ri kötürüm kılar. Kötürüm bulunan yahut öyle kılınmış olan bir kültür ortamının bireyleri de, ‘gelişen insan tipi’ anlamına gelen ‘kişilikli insan’ durumuna bir türlü intikâl edemezler. Kötürüm kültürlerin ve onlarda yer alan bireylerin insan kimlikleri, yanı kişilikleri de çözülüp çökmeğe hükümlüdür.

 

Dipnotlar:

(169)-Bkz. “Ahlâk Metafiziğinin Temeli

(170)-Bkz: "Terkibibent", 5.

(171)- Bahsi geçen kabîle-aşîret örfü çağlar boyu geçerliliğini askerî ortamlarda, yanî ordularda korumuş­tur. Birliğinizden birini vurduğunuzda, katil zanlısı olarak yargı önüne çıkarsınız. Çarpışmalar sıra­sında düşman saflarından adam öldürmek serbest olmakla kalmayıp ödevdir, ödevini yerine getiren göğsüne nişân takılarak ödüllendirilir.

(172)-Bkz: EK le

(173)-Bkz: EK 2ye

(174)-Kişiye dış, yanî giyimini, kuşamını, tavır ile davranışlarını belli bir tertibe sokmağa çaba harcayan öteden beri, genellikle, askerî eğitim olmuştur. Geleneksel Osmanlı Türk terbiyesinde, neredeyse sor dönemlere değin, din ile askerlik eğitimleri iç içe yürüyüp birbirlerini bütünlemişlerdir.

(175)-Dindar ile mütedeyyin farklı anlamlar taşırlar. ‘Dindâr’, belli bir dine mensûb olan ve bu mensûp luğunu beyân eden, mütedeyyin’se, mensûb olduğunu beyân buyurduğu dinin şeriatına harfi harfi ne uygun yaşayan kimsedir.

Bu önemli ince ayınım Türicceye dayanarak yapabiliyoruz. Haddizâtında, ‘dindar’ ile ‘mütedeyyit ayn anlamdadır. Ilkı, ‘-dar’ sonekiyle Farscayken, sonrakisi Arapcadır.

(176)- Kimi dinlerin yahut dinimsi oluşumların ~cılık/~cilik soneki almaları alelıtrâk hâle gelmiştir. Bunlar, Burkancılık, Konfuçiyusculuk gibi, kurucularının adıyla anılır olmuştur. Ancak, asla genelgeçer örnek oluşturmazlar. Meselâ İslâmî yahut Müslümanlığı 'İslâmcılık' veya 'Muhammetcilik’/ ‘Muhammediye’; Yahudiliği ‘Musâcılık’/'Musevîlik’; Hıristiyanlığı ‘İsâcılık' 'îsevîlik’ şeklinde zikretmek hatâdan da öte izânsızlık, basiretsizliktir.

 

Ş.Teoman Duralı-Sorun Nedir?,syf:181-185
Devamını Oku »

Ahlak, Mutluluk ve Özgürlük

Ahlak, Mutluluk ve Özgürlük

Said Halim Paşa İslamlaşmak risalesinde, klasik İslam düşün­cesinden süzülerek gelmiş olan ahlak tasavvurunu veciz bir şe­kilde ortaya koyar. Aynı anda hem metafizik bir ilke hem de top­lumsal bir umde olan ahlak, insanın yeryüzündeki varoluşunu anlamlandırır ve temellendirir. Ahlakın ontolojik temeli insanı aşan bir kaynaktadır. Böyle olması da kaçınılmazdır. Zira insa­nı “beşer” seviyesinden çıkartıp “Âdem” mertebesine taşıyacak olan ilkenin aşkın bir kaynaktan neşet etmesi şaşılacak birdim, değildir. Ahlak ilkeleri, insanı yükseltmek için semadan arza atılmış “sapasağlam bir ip" gibidir.

“Nasıl düşünmeliyim?” sorusunun cevabını akıl verirken, “Nasıl yaşamalıyım?” sorusunun cevabını da ahlak verir. Metafizik açıdan bakıldığında doğru ile yanlış arasında ayrım yapan akul ve iyi ile kötü arasında ayrım yapan ahlak birbirini bütünler. arka planı akılda tutarak, Said Halim Paşa’nın ahlak, mutluluk , hakikatin araştırılması ve bireyin özgürlüğü arasında kurduğa bağlantıya bakabiliriz:

‘’İslam ahlakının kaynağı, hak olan tek Allah’a imandır. Bu ah­lak bize beşeriyetin saadetinin hakikati sevmek, aramak ve tat­bik etmek olduğunu bildirmektedir. Fakat hakikatin aranması ve tatbiki, insanın ahlaki ve akli bütün kuvvetlerinin serbestçe hareketi ve gelişmesi ile mümkün olabileceğinden bu ahlak da tam ve geniş bir şahsi hürriyet esasma dayanır. Bu hürriyeti de insanlara, Allah’a imanın bir neticesi olarak kabul ettirir.

O halde İslam ahlakı, sahip olduğu tekâmül kabiliyetini gücü yettiği derecede genişletmesi için insana hür olmak vazifesi­ni yükler. Yani îslamiyete göre hürriyet, öyle insanın kullanıp kullanmamakta serbest olduğu veya kanun koyucunun istediği zaman verip, istediği zaman kısabileceği siyasi bir hak değildir. Hürriyet, Müslümana kabul ettiği din ve rehber tanıdığı ahlak tarafından verilmiş bir vazifedir. Çünkü bütün Müslümanlar doğruyu bilmeye ve tatbik etmeye mecburdurlar.’’

Said Halim Paşa’nın ahlak, hakikat ve özgürlük arasında kur­duğu bu ilişki klasik İslam düşüncesinin bir hülasası mahiyetin­dedir. özgürlük olmadan akli ilkelerin ve ahlaki değerlerin hayata geçirilmesi mümkün değildir. Tabiat kanunları insanın dışında maddi-fîziki bir zorunluluğa tekabül eder. Burada bir özgürlük alanından bahsetmek mümkün değildir. Tabiat kanunlarının katı ve kesin yapısı, insanın iradesi dışında hareket etmesini zo­runlu kılar. Fakat ahlaki ilkeler tabiat kanunlarından daha yüksek bir değere sahiptir; zira insanın kendi özünü gerçekleştirmesi ve toplumsal bir düzen kurması ancak bu ilkelere uymasıyla mümkün olabilir. Dahası, ahlaki ilkelerin hayata geçirilmesi insanın hür iradesini kullanmasına bağlıdır, özgürlüğün olmadığı yerde ahlaki sorumluluk da yoktur. Bu noktada Said Halim Paşa'nın ahlaklı olmakla özgür olmak arasında kurduğu yakın ilişki ahlak felsefesinin temel unsurlarından biridir.

Müslüman düşünürlere göre ahlak, insanı hakikat ve erdem­ler vasıtasıyla mutluluğa ulaştıran eylemler bütünüdür. İnsanın yeryüzündeki varlığını anlamlı kılan "praxis'' yani "ameller de bunlardan müteşekkildir. Farabi mutluluğu, hakikatin ifadesi olan "ma'kûlât âlemine" yakınlık olarak tanımlar. İnsan, hakikati idrak ettiği ve yaşadığı ölçüde gerçek mutluluğa erişebilir. Şehe­vi zevkler, mal, mülk, makam, güç ve benzeri haz araçları gerçek mutluluk değildir; zira bunlar hem insanın ontolojik mertebesi­nin altındadır hem de geçici oldukları için kaybedildiği zaman insanda elem, keder ve endişeye neden olurlar. İbn Sina aynı noktanın altını çizer: "Mutluluk, ancak bilgide kemâl sahibi ol­makla elde edilebilir." Gazzâlî de aynı çerçevede hareket eder ve insanın mutluluğunu ve kemâlini, hakikatlerin tam manasıyla keşf ve idrak edilmesinde arar:

‘’İnsan ruhuna özgü kemâl, onun alim ve âkil olması ve küllün suretinin, küllideki makul nizamın, ondan fezeyan eden hayrın onda resmolunmasıdır ... Ruh mutlak ve şerif ruhani cevher­lerle sülük etmeli... mutlak iyiyi, mutlak hayrı ve mutlak güzeli müşahede ederek dönmeli, mutlak güzel ile yekvücut olmalı, onun şekline ve heyetine girmeli, onun cevherinde olmalı ve onun yolunda seyretmelidir.’’

13.yüzyılın önde gelen kelamcılarından Seyfeddin el-Âmidî, insan hayatının nihai gayesini “manevi kemâl" olarak tanımlar. Manevi kemâle ulaşmanın yolu ise “ma'kûlât"ı yani eşyanın za- ti-akli hakikatini bilmekten geçer. Aynı şekilde Endülüslü mu­tasavvıf düşünür îbn Seb’in mutluluğun derecelerini "hikmetin tadılması" olarak tasvir eder. Hikmetin manası ise, " başlangıç ta eşyanın hakikatini idrak etmek ...sonuçta marifetullah ve ilk Hakıkat’e (yani Allah’a) yaklaşmaktır”. Ahlak, hakikat ve mutlulukar asındaki ilişkiyi en sarih şekilde ortaya koyan düşünürlerden Ebu Bekir er-Razî, “Felsefî Yaşam” (Es-Sîretu’l-felsefiyye) adlı eserinde meseleyi şöyle hülasa eder: “Yaradılışımızın en önemli meselesi ve yöneldiğimiz ilke, bedeni arzular değil bilginin elde edilmesi ve adaletin tatbikidir. Bu ikisi sayesinde bu dünyadan ne ölümün ne de acının olmadığı dünyaya intikal ederiz.” Bu  geleneği takip eden Molla Sadra, mutluluğu “varlık şuuru” olarak tanımlayarak ona ontolojik bir temel kazandırır. Zira gerçek  mutluluk, oluş âleminin fani istihalelerinden ve zevklerinden değil, hakikatin taşıyıcısı olan “ma‘kûlât”ın (akli cevherlerin) sabit gerçekliğinden neşet eder. Sadra’ya göre “ruhi meleklerin nur(-u maneviyi) idraki, merkebin cinsel haz ve arpa zevkinin fevkin-dedir”. Sadra varlık, hakikat ve mutluluk arasındaki ilişkiyi şöyle ifade eder:

‘’Varlıklar farklı derecelere sahip olduğu için, onların idrakine i dayalı olan mutluluk da farklı üstünlük dereceleri arz eder. Akli i melekelerin varlığı, arzu ve öfkeye ilişkin hayvani melekelerin  varlığına şüphesiz üstündür... Nefislerimiz güçlü hale geldiğin­de, bedenle olan ilişkisini kestiğinde ve kendi gerçek kimliğine  ve kaynağına döndüğünde, şehevi hazlarla mukayese bile edile­meyecek bir zevke ve mutluluğa ulaşır. Bu böyledir çünkü bu zevkin kaynağı [varlığın idrak edilmesi], bütün zevklerin en kuvvetlisi ve mükemmelidir.’’

Akıl, ahlak, özgürlük ve mutluluk arasında kurulan bu ilişki» varlıkla, evrenle ve diğer insanlarla olan ilişkimizin temelini oluş­turur. Aklım kullanan bireylerin, hür iradeleriyle ahlaki değerlere bağlı olarak kurdukları erdemli hayatın neticesinde elde edilen mutluluk, salt psikolojik bir tatmin hali değildir. Tersine, onun artık ontolojik bir temeli, kognitif bir muhtevası ve toplumsal bir karşılığı vardır.Bu ilkeler aynı zamanda bir arada yaşama ahlakının da çerçevesini çizer. Buraya kadar yaptığımız değerlen­dirmelerden de anlaşılacağı üzere böyle bir zemine oturan bir arada yaşama ahlakı, formel hukuki kurallardan, toplum sözleş­melerinden ve siyasi modellemelerden daha köklü ve kuşatıcı bir hüviyete sahiptir.

Fakat bu ilkenin toplumsal hayatın pratiklerine doğru bir şekilde aksetmesi ve adalet ve özgürlüğü teminat altına alma­sı, ahlak-hukuk ilişkisinin de doğru bir şekilde tanımlanmasına bağlıdır. Cumhuriyet tarihinin temel sorunlarından biri olan ah­lak-hukuk ilişkisi, hukuki formalizm ile maşerî vicdan arasında büyük yarılmalara neden olmuştur. Millet ile devleti, ahlak ile hukuku, hak ve hukuk ile kuralcılığı ve formalizmi karşı karşı­ya getiren bu sorun bütün boyutlarıyla henüz ele alınmamıştır. Türkiye’de teorisi ve pratiğiyle ahlak çalışmalarının son derece yetersiz olmasının sebebini de burada aramak gerekir. Yeni bir millet kuran, yeni siyasi düzen inşa eden, bir sentez olduğunu id­dia eden bir toplumun bir ahlak sistemi kuramamış olması ve bu yüzden —birkaç deneme dışında— ahlak üzerine ciddi bir literatür üretememiş olması bu sorunun boyutlarını ortaya koymaktadır. Bu muhasebeyi burada yapmamız mümkün değil.

 

İbrahim Kalın-Akıl ve Erdem
Devamını Oku »

Din

Toplum içinde dinin yaptığı iş, ruhlar için kuvvet kaynağı olmaktır. İnsanlara birtakım bilgiler sağlamak değildir. Dinî bilgi­ler, ruh kuvvetini kazanmanın yollarını öğretir. Bunlar, evrene ait açıklamalar olmayıp insanın iç hayatına düzen ve değer sunucu bilgilerdir. Din, insanlar için bilgi kaynağı değildir, kuvvet kaynağıdır. Buna örnek olarak intihar olayını alalım. Geçen asrın son- I larında Fransa'nın iki şehrinde yapılan istatistikler, dinî inançları zayıflatan öğretimin ilerlemesiyle intiharların da arttığını göster­mektedir. Eskimolar arasında yapılan araştırmalarda, toplu ola­rak dinî merasimlerle geçirilen kış mevsiminde intihar sayısının azaldığı, av yapmakla dağınık geçirilen yazın intiharların çoğal­dığı görülür. Bu gözlemler, dinî inançların, ruhu kuvvetlendirme yoluyla intihan önlediğini ortaya koymaktadır. Yalnız intihar değil, bütün ahlâk dışı haller, ruhun zayıflamasından doğarlar. Hırsızlık yapan, çok defa yoksulluğa dayanamayan zayıf ruhlu insandır. Kazanç yolunda dostluklara kıyan, başkalarının üstün varlığına tahammül edemeyen haset sahibidir. Zalimin zulmü, ruh kuvveti olmayan kişinin korkusundandır: Ya kendini koruya­mamak veyahut da etrafında kendinden başka ve kendine üstün Ikuvvetlerin bulunması korkusundan.

Yılan kendini korumak için saldırır. Toplum düzenini bozma  yoluyla anarşi çıkaranlar veya zalim hükümdarlar, etraflarında kendilerinden başka ve kendilerinden üstün kuvvetleri yaşatma­mak için saldırırlar ve zulüm yaparlar. Ruhu kuvvetli olmayanlar, kendilerine bir kötülük, bir hakaret yapılırsa bunu ellerinden gelen bir kötülükle karşılarlar. Ruhu kuvvetli olanlarsa, kendile­rine yapılan fenalığı affeder ve bunu yapan insanı kötülüğünden kurtarmaya çalışırlar. İntikam almazlar, yapılan fenalığı iyilikle karşılarlar.

Buna millî tarihimizden pek çok örnekler verebiliriz: Fatih Sultan Mehmet İstanbul’u aldıktan sonra bu şehrin Rum halkına çok iyi davrandı. Onlara imtiyazlar verdi. Dileklerini benimsedi ve onları bazı vergilerden affetti. Bu büyüklüğün karşısında! Rumlar onu çok sevdiler. Daha fethin ikinci yıllarında Türkleri İstanbul’dan çıkarmak ve Bizans’ı kurtarmak için, Avrupa'da Paris şehri etrafında Hıristiyan milletlerin katıldığı bir Haçlı ordusu hazırlanıyordu. Bundan Türk sultanı telâşlanmadı. Çünkü o  af yolu ile Bizanslıların kalbini kazanmıştı. İstanbul’dan Paris'e koşup giden bir piskoposlar (papazlar) heyeti, Haçlıları, şu sözlerle şaşırttılar ve emellerinden vaz geçirdiler:

- Sakın bizi kurtarmak için Türklerle harbe gelmeyin. Bizi karşınızda bulursunuz. Biz Türk padişahı ile çok iyi anlaştık. Onunla yaşamak istiyoruz.

Bu olay ruh kuvvetinin kılıç kuvvetine, hiçbir ölçüye vurulamayacak kadar üstünlüğünü göstermektedir.

Başka bir örneği de Haçlı Seferi’nden verelim: XI. asrın sonun­da Haçlılar, Kudüs şehrini Müslümanlardan alınca bu şehrin Müs­lüman halkından yetmiş bin insanı öldürdüler. Bu olaydan 88 yıl sonra Kudüs’ü Haçlılardan geri alan Türk hükümdarı Salâhaddin-i Eyyubî, şehre girdikten sonra hiçbir insana dokunmadı, intikam almadı, vaktiyle yapılan fenalığı, fenalıkla karşılamadı.

Bu olayların ortaya koyduğu gibi, zulüm yapmayarak kalp kazananların bu hali, ruhlarının kuvvetli oluşundan ileri gelmektedir. Böylelikle hem bu yolda hareket edenler, hem de etrafla­rındaki insanlar, fertler ve cemiyetler mutlu olurlar. Dünyamız güzel, insanlar sevimli olur. Hayat yaşanmaya değer ve yeryüzüne de sonsuz yaşamanın aşkı canlanır. Ruhu kuvvetli insan, ahlâklı insandır. Kin, zulüm, kıskançlık ve düşmanlık duyguları, ruhun kuvvetsizliğinden doğmaktadır.
Ahlâklı insan, ruhundaki kuvveti artırdıkça, kötülüklerden kurtulur, yalancılık, riyakârlık ve dalkavukluk gibi kirlerden temizlenir. Olgunlaşır ve yükselir,söyledik. Dinlerde birtakım düzenli hareketler halinde yapılan ibadetlere gelince, bunların gayesi de yine ruh kuvvetini artır­maktır. Bu gayeden ayrılınca mânâsız hareketler halinde kalırlar ve kendilerini yapan insanı otomatlaştırırlar. Hem de şuursuz ve gayesiz kalan bu hareketleriyle değerlendiğini ve Allah’a yarandı­ğını sanan insanı riya halkasıyle çevrilmiş bir benlik gururunun karanlığına gömerler. Birtakım beden hareketleri halinde yapılan ibadetlerin ruhu kuvvetlendirmesi, bedenin ruh üzerine etkisinin eseri olmaktadır. Ruha yapılan bu etki, telkin yoluyla duyguları­mızı kuvvetlendirmen, oradan da irademize yükselmelidir.

Dinî yaşayışı, yalnız ibadetlerin yapıldığı zamana sığdıranlar yanılıyor­lar. İbadetler, irademizin yapısına sindikten sonra bizi hayatın her safhasında, evde, okulda, işte, oyunda ve savaş yerinde bile idare edebilmelidirler. Böyle olmayan ibadet, boş bir yorgunluk, belki de gösteriş veya korku vehminin harekete geçirdiği bir otomatlıktan başka bir şey değildir. Halbuki gerçek dindarlık, ahlakın dayandığı ve yaşattığı ruh kuvvetinin asıl kaynağıdır. Pascal ın, “Gerçek ahlâk, ahlâkla alay eder” sözünün manası bu yolda anla­şılmalıdır.

Kaynak:

Nurettin Topçu-Ahlak
Devamını Oku »

Hoşgörü

'Olgun ve medenî insanların en değerli zihnî karakteri, hoşgö­rüdür. Hoşgörü, başkalarının görüş ve düşüncelerini, dinî, siyasî her türlü inançlarını saygı ile karşılamaktır. Başkaları bizden başka türlü düşünebilirler, bize gülünç görünen örflere bağlanabilirler, bizim küçük gördüğümüz değerleri yaşatabilirler. Bizim insanlık görevimiz, bunların hepsini saygı ile karşılamaktır. Hoşgörüye sahip olmayışın doğurduğu hamlığa taassup adı verilir. Taassup, düşüncenin her alanında hakikatla hürriyetin düşmanıdır, fikirler dünyasında yapılan zulümdür.

Tarihimizde hoşgörünün örnekleri çoktur. İleri bir şeklini Fatih Sultan Mehmet’te buluyoruz. Fatih, İstanbul’u aldıktan sonra, Bizans halkına birçok imtiyazlar tanıdı. Onlardan bazı vergileri kaldırdı. Tam serbestlik bağışladı. Hatta isterlerse bir caminin duvarına bitişik kilise yaptırabileceklerini bildirdi. Onun bu davranışı, Rumları kendisine bağladı ve milletimizi bu şehrin gerçek ve ebedî sahibi yaptı.

Gerçek vatandaş olmanın ilk şartı, kanunlara saygı duymak­tır. Kanun, milletin iradesinden doğmadır. Onu çiğnemek, millet fertlerinin insan olan varlığına saygısızlıktır. Böyle davranışlar karşısında millet vicdanının ceza halinde tepkide bulunmasını beklemek lâzımdır. Ceza, millet vicdanına saygının eseridir; hiçbir zaman başkasına acı duyurma gibi bir şey veya bir zulüm sayılmamalıdır. Fertlerle zümrelerin menfaatleri için verilen cezalarıngelişigüzel affedilmesi ise, cezayı veren millet şahsiyetinin hiçe sayılmasıdır, ona karşı yapılmış saygısızlıktır.

Bir okulun veya herhangi bir kurumun kendinde yaşattığı düzeni koruma kuvvetine disiplin denir. Disiplinsiz ne bir okul, ne bir ordu, ne de herhangi bir kurum yaşayamaz. Düzen bozulunca işler aksar. Bu halin ilerlemesi ise mutlaka yıkımdır. Disiplin bir kurumu yaşatan ruhsal bir güçtür. Ona saygı duyulmalıdır.

Her yerde toplum düzenini bozan davranışa anarşi derler. Anarşi, ahlâkın tam karşısındadır.

Hangi dinden olursa olsun, bir cemaatin ibadet haline saygı  duyulur. İbadeti güçleştiren ve ona huzursuzluk getiren hallerden  kaçınmak, saygılı olmaktır.

Bir devlet adamının, bir memurun makamına saygı duymak, o yerin millet iradesiyle ona verildiğini ve orada millet iradesinin yaşatildiğini tanımak demektir.

Toplum içinde başkalarının huzur ve istirahatına saygı duymak lâzımdır. Söz açmak için, konuşan iki kişinin sözünü bitirmesini beklemek veya radyosunu başkalarını rahatsız edecek kadar bağırtmamak, her halde başka insanları rahatsız etmemek, saygılı olmaktır. Yolda yanımızda yürüyenleri, taşıt araçlarındaki yolcu­ları rahatsız etmemeye çalışmalıyız. Millet varlığına karşı duyul­ması gerekli saygının belgelerinden biri yollardır. Vatandaşla hakkında saygının tam şuurlandığı ülkelerde şehirlerin sokaklar evlerden daha mükemmel, daha güzel ve daha temiz olur..Çünkü onlar milletindir, evler ise fertlerindir. Fertlerin millet varlığı yollara evlerinden daha çok önem ve değer vermelerini gerektirir.Bir başka belge de o milletin parasıdır. Devlet ve  milletine saygı duymasını bilen, bu şuura ermiş milletler, paralarını temiz tutarlar.Onu kirli,paçavralar haline koymazlar. Yollar ve paralar,bir milletin ahlak kültüründe ulaşabildiği hizayı gösteren yanıltmaz şahitlerdir.

İnsan, sözleriyle davranışlarında başkalarına karşı nazik olmalıdır. Nezaket, medenî ve olgun insanın karakteridir. Yapma­cık değil de samimi yani inanılmış olduğu zaman, insan karşısın­da duyulan saygının eseridir. İnsanın büyüklüğüne inanmaktan doğar. Kaba olanlar, insanı bir bedenden ibaret gören, ruh varlı­ğından bilgisi olmayanlardır. Kabalık insanı adım adım hayvan­lara yaklaştırır, insan olduğundan bile şüpheye düşürür. Bu hale gelince onda hiç sevgi kalmamış demektir.

Hep birbirimize karşı nazik davranmakla sevgimiz artar, ruhumuz kuvvetlenir ve yaşamak güzelleşir. Bütün bunlar, haya­tın bizce yaşanmaya değerli olduğuna inandıran şeylerdir.

Kaynak:

Nurettin Topçu-Ahlak
Devamını Oku »

Zulüm

Zulüm, başkalarının hürriyetlerini, yaşama hürriyetine varıncaya kadar, kendi üstün kuvvetine dayanarak ellerinden alma iradesidir. Hiç kimse hürriyetinden karşılıksız vazgeçmez. İste­meyerek verilen karşılık da zulmü ortadan kaldırmaz. Galile, "Dünya güneşin etrafında dönüyor” dediği için zamanın hâkimleri onu ölüm cezasına çarptırdılar. Bu, düşünme hürriyetine karşı en büyük zulümdü. Sonradan Galile’nin, hayatını kurtarmak için bu sözünü geri alması, zâlim mahkemeye sunulmuş bir karşılıktı Hakikat adamı, hayatı uğruna hürriyetini feda etti. Lâkin buna sebep de zâlimintehdidi idi. Zulüm ortadan kalkmış olmadı belki ikileşti. Bu hal gösteriyor ki toplum içinde hiçbir insan mutlak hürriyete, yani her istediğini yapma hürriyetine sahip değildir. Her ferdin hürriyeti başkalarının hürriyetiyle çatışabilir. Vatandaş  ve insan olarak herbirimizin başta gelen ödevi, vatandaşlarımızın  ve başka insanların hürriyetlerini yaşatabilmeleri için çalışmak  ve bunun için gerekirse kendi hürriyetimizden feda etmektir;  onların hür olması için, kendi hürriyetimizi yine kendi irademizle kısıtlamaktır.

İrademizin hür isteklerine karşı koyan kuvvetler birtakım engellerdir. Bu engeller bizde korku doğurarak irademiz tarafın­dan aşılamaz olunca insan bu engellerin esiri oluyor ve onlara yaranmaya çalışıyor. Cemiyet içinde hür iradesini kullanamayan korkakların bu yaranma davranışına dalkavukluk ve riyakârlık denir. Bu engelleri aşarak onlara esir olmayan cesur insanlar, hazlarıyla menfaatlerinden fedakârlık yapmış olsalar bile, daima insanlık tarafından takdir ve hayranlıkla karşılanmışlardır. Bede­ne ve maddî varlıklara ait engeller önünde eğilmeyip onları aşan­lar madde alanında cesaretleriyle tanınmıştırlar. Harpte kahra­manlık gösterenler bunların başında gelmektedir. Ruhî ve mânevi alanda engelleri aşabilenlerse medenî cesarete sahip olarak tanı­nırlar ki, bunun değeri maddî cesaretin değerinden çok büyüktür. İnsanlığın tarihinde zâlimlere karşı başkaldıran kahraman ruhlar bunların örneğidir.

Kaynak:

Nurettin Topçu - Ahlak
Devamını Oku »

İnsanına Hareket Ahlakını Aşılayamamış Bir Millet Mağluptur

Sade bir harpten muzaffer çıkmak bir milletin kurtuluşu demek değildir. Böyle bir hareket, sonsuzluğa çevrilmiş ve sonsuzluğa yönelten irade ile yapılmışsa kurtuluş getirir. Bazen esaret ve felaket dediğimiz hâllar, sonsuzluk iradesine teslimiyeti bize sağlayarak, bize hareket ahlâkını getirici oldukları takdirde, kurtarıcı oluyorlar. “Ölüden diriyi, diriden ölüyü” çıkaran kudret, sefaletlerimizden kurtuluşumuzu, bahtiyarlıklarımızdan ve en parlak emellerimizin gerçekleşmesinden de, gerçek musibetleri ve felaketlerimizin devasız olanlarını çıkartabiliyor.

Ancak şunu unutmayalım ki, felaketlerimizi kendimiz hazırlıyoruz. Harekete geçerken belli gayeler tasarlıyoruz ve hareketin bizzat kendisini bir vasıta halinde küçültüyoruz. Artık isterse davranışımız din için, devlet için veya ailemiz için olsun; bu Allah’ın unutulması demektir. Hareketlerimize Allah’ın iştiraki burada bitmiştir. Hesaplarımızı bu realitelerin en mahir muhasebe projeleri yapmasını bilenlerden öğrenerek yaptıktan sonra, ancak varacağımız muayyen gayeleri hedef tutarak yürütmeye başlıyoruz ve etraftan mahir bir kaptan arayıp buluyoruz.

“Bize kuvvet lazım, bu kaptan bu işi başaracak kadar kuvvetlidir” diyerek onunla yola çıkıyoruz. “Her harekette bir iman hareketi bulunduğunu” ve her hareketin sonsuzluğa doğru yöneltilmesi lüzumlu olduğunu unutarak bir müddet ilerledikten sonra fırtınaya tutulmamak ve gemiyi kayalara çarpmamak kabil midir?

Cemaat sevgisiyle dolup taşmayanın, servetinden cemaate hayır bekliyoruz. Ahlâksızdan ahlâk feyzi, fedakârlık nedir bilmeyenden Allah telkini, millet yerine ferdi varlığını heykelleştirme hırsında olandan cemiyete selamet müjdesi bekliyoruz, fertlerden ve zümrelerden…

İnsanına hareket ahlâkını aşılayamamış bir millet, hangi servetle ve hangi zaferlerle çılgınlaşmış olursa olsun, hakikatin ve hiç şaşmak bilmeyen gerçek akıbetlerin asla yanılmaz hakemliğiyle, mağluptur, perişandır ve şaşkındır. Böyle bir cemiyet fertlerinin hepsi de bedbaht, hepsi de muzdarip oldukları gibi, kâh bir vehimden zafer ifadesi çıkarırlar; kâh muzaffer olduklarına herkesten önce kendi hasta ve mefluç ruhlarını inandırmak için başkalarına saldırırlar. Kırarlar, devirirler. … Bir kere de sonsuzluğa götüren yol tıkandı mı şerirler, hakkı kollarıyla kararlarında, genç nesiller hayatın manasını zavallı bedenlerde, din satıcıları Allah’ı kendi seslerinde ararlar. Hoş veya boş vakit geçirmek emel olur.

Kaynak:

Nurettin Topçu-Yarınki Türkiye
Devamını Oku »

Kültürden Medeniyete

Avrupa medeniyeti ve Tanrısızlık !

 

Kültürden Medeniyete

1- Medeniyet sevîyesine erişebilmiş kültürlerde gelenekleşmiş örfler, ödev – hak dengesi gözetilerek sıkıca belirlenmiş düzenlere dönüştürülmüş, buradan da ‘hukuk’, dolayısıyla da ‘kanun’lar oluşturulmuştur. ‘Hukuk’un ise, aslı esası ‘ahlâk’tır. Geleneklere geçmiş ‘görenek’lerdeki ‘ahlâk’, yaptırım gücü bulunmayan yaşama tarzıdır. Bu hâliyle ahlâk devingen ve akışkandır. Hâlbuki özellikle yazıyla tesbîtinden itibâren hukuk, sâbitleştirilmiş bir düzendir. ‘Hukuköncesi’ dönemlerde kişiler, ‘gelenek’lerle aktarılagelinmiş gevşek ölçülerle örülmüş ‘görenek’lerde yaşardı. ‘Hukuk’un hâkim olduğu ortamlardaysa, ‘kanun’ biçimine dönüştürülmüş hâliyle yine ‘görnek’lerde, fakat bu kere sıkıca belirlenmiş ölçülerin, daha doğrusu, zorlayıcı şartlar demek olan ‘kıstas’ların ‘gölge’sinde yaşanır olmuştur. ‘Gölge’nin kapsamı artık besbelirgindir. Onun kapsamında, çerçevesinde yaşamanın mükâfâtı ‘varolma ruhsatı’dır. Bunaysa ‘meşrûuluk’ denir.

Meşrûuluk hudutlarında kalındıkca, serbestce davranılabilinir ―hak tanınmış şıklar arasında tercihte bulunulabilinilir. Sözü edilen hudutlara tecâvüz edildiğindeyse, cezâ olayıyla karşılaşılır. Bu durumda da serbestlik ortadan kalkar. Tektanrılı-Vahiy dinine ve onun âşîkâr ifâdesi olan İslâma değin meşrûuluk, belirgin, insanüstü ve doğaötesi kaynaktan yoksun bulunduğundan, değişkenlik ile göreliliğe açıktı. Her kültür ile medeniyet çevresinin kendisine mahsûs meşrûuluk kabulleri ile anlayışı vardı. Göreliliği aşan evrensel anlamda ahlâk ile hukuk bağlamındaki meşrûuluk ancak Allah varlığına ilişkin fikir çerçevesinde ortaya çıkmış ve ona dayalı olarak geçerliliğini sürdürmüştür.

Bu noktadan hareketle, dinin iç ile dış hayatımızı yönlendirdiği kabulünü reddeden Yeniçağ dindışı Batı Avrupa medeniyetinin göreliliği aşan evrensel bağlamdaki meşrûuluktan yoksun olduğu mantık gereğidir. Mademki meşrûuluğun kaynağı ahlâk, bunun da türevi hukuk olup düzenlenişi insan elinden çıkmış görülür, öyleyse o düzenleniş, tabiatıyla zamana, zemine ve belli kültür şartlarına bağlı bulunacaktır. Böylelikle dindışı ahlâk, dolayısıyla da hukuk, mantıkca, mevzi kalmağa hükümlüdür. İnsancı–Aydınlanmacı (Alm Humanistisch–Aufklärungs~) düşünürler ile filosofların, akıl ürünü sığ ahlâk ilke ile kurallarının ve bunlardan inşâa olunmuş hukuk düzeninin pekâlâ evrensel olabileceği iddiası temelsizdir. Zirâ, ahlâkın esâsı neresidir? Dışımızdaki çevremidir? Ahlâk düzenini kurup işletirken aklın, doğal 26 çevreden ‘ateşlenme’sinin, başka bir deyişle, etki almasının söz konusu olamayacağı öteden beri, özellikle de Immanuel Kant’tan (1724 – 1804) bu yana iyice bilinen bir husustur. Bu durumda, ya suyunu kendinde bulan değirmen misâli, ahlâk hakîkatini, aklın kendisinden menkul olduğunu bildirme neviinden saçmalığa düşeceğiz ya da onun, kaynağını akılüstü yahut doğaötesi bir orunda bulduğunu söyleyeceğiz.

Yeniçağ dindışı Avrupa medeniyeti, Onyedinci yüzyıldan beri birinci şıkkı kendisine fikrî ve zihnî zemin esas almak tercihinde bulunarak saçmalıktan hareket etmiştir. Saçmalığın kaynağı, en temel ilkeden yoksun olmak, daha açık bir ifâdeyle, ‘Tanrısızlık’tır. Öksüz kalmış çocuk ne ise, ‘Tanrısızlık’ çukuruna düşmüş kişinin durumu da odur: ‘Terbîye’ edici ―Rabb― ilk ve ‘Sığınılacak son merci’ ―Rahmân― inkâr eden tutamaksız hâlde kendi eksik varoluşuyla baş başa kalır. Evrende yapayalnızdır, ‘öksüz’dür.Biz insanların, beden, nefs ile ruhtan oluştuğumuz bildirilmektedir. Bedenimiz, kayıtlar ile şartlara bağlıdır. Bunların dışında zaman gelir. Bizi çevreleyen dünyada canlılık işleyişlerimizi sağlayan cisimliliğimizde ve nihâyet bunları yönetip yönlendiren nefs yanımızda cereyân eden dur durak bilmez değişmeleri zaman çerçevesinde değerlendiririz. Şu hâlde beden ile nefsimizin bâzı tezâhürleri bakımından bizler, zamanın hükmündeyiz. Bu da bize geçiciliğimizi, zaafımızı, yaralanabilirliğimizi (Fr vulnarabilité) şüpheye yer bırakmamacasına göstermektedir. Varoluşca eksik olmakla birlikte, René Descartes’ın işâret ettiği üzre, eksiksizlik, mükemmellik fikrimiz vardır.

Mükemmellik ile eksiklik mantıkca birbirlerinin zıttıdırlar. Mükemmelliğin, eksiklikten üstün olduğuysa, yine mantıkca apaçık bir hakîkattir. Bilme, kavrama, açıklama bakımından sonsuz, sınırsız güçleri de barındıran mükemmellik yönünden her anlamda sonluluk, sınırlılık, kısıtlılık demek olan eksikliğe nufuz etmek, hâliyle mümkünken, tersi, imkânsızdır. Mükemmelliğin de Mükemmeli ―‘Ekmel’―, başka bir deyimle, ‘Mükemmel’in anaörneği Allahtır. Mükemmellik, aklı aşkın âlemi tümüyle temsil eden terimdir. Bu vasfıyla dirim zeminimizin tamamıyla ötesindedir. Dirim, beşer yanımızın oturduğu tabandır. İnsanlığımızı, mükemmellik sezişine göre ayarını bulan Tanrısal kaynaklı ahlâka borçluyuz.

İşte Mevlânâ Celâleddîn Rûmî (1207 – 1273), Tanrısal ahlâkın, ‘insan yaşaması’ demek olan ‘hayat’a yol yordam gösteren ilkesi manâsındaki ‘edeb’i, özlü biçimde şöyle belirlemiştir: “Âdem-i zâde eger bîedebest, âdem nist. Fark der cism-i ben-i âdem u hayvân edebest. Çeşm bikuşâ vubibin cumle Kelâmullah râ! Âyet âyet hemegi manâ-yi Kur’ân edebest ―Kişioğlu, nasipsizse edepten, âdem (insan) değildir. İnsan ile hayvan arasındaki fark, edeptir. Gözünü aç da bak cümle Kelâmullaha! Âyet âyet Kur’ânın tüm manâsı edeptir.” Bilimin tersine, ahlâkın esâs unsurlarını vakıalardan devşirmiyoruz. Bu sebeple ahlâkın, dindışı, dünyevî, vakıaya dayalı izâhı yapılamamıştır. Nitekim şu şaşırtıcı durumu Immanuel Kant, şu unutulmaz ifâdesiyle vecîzeleştirmiştir: “Nice sıklık ve süreklilikle düşünülürse, dimâğı hep yeniden ve dahî artan hayranlık ve huşûuyla kaplayan iki husus vardır: Üstümdeki yıldızlı gökkubbe ile içimdeki ahlâk yasası.”

2- ‘Doğal’ olan ‘süreç’tir. Ona beşerî vakaların yüklenmesiyle ‘zaman’ ‘üretilir’. Demekki doğal olan sürece karşılık zaman, beşer yapısı bir veridir. İnançların, hayâllerin, tasavvurların, umutların, nihâyet akıl ile mantığın, cansız ile canlı varolanlara ve yine insanın kendisine işlenmesi, bize ‘zaman’ı verir. Öyleyse insanın, hem kendisine hem de hareket, süreç hâlindeki mekâna kendisini kazıması, işlemesi; yaşadığı mekân ile özünü bütünleştirmesiyle zamanı oluşturur. Görüldüğü gibi, zaman, insanın maddî, manevî yapıp etmelerinin tümü demek olan ‘kültür’ün hülâsasıdır (Fr quintessence). Kişi, kültürü ancak başka insanlarla birarada oluşturabilir. Bu da bize ‘toplum’u verir. Şu hâlde ‘zaman’sız ‘kültür’, ‘kültür’süz de ‘toplum’; ‘toplum’suz ‘kültür’, ‘kültür’süz de ‘zaman’ düşünülemez....

Teoman Duralı - Çağdaş Küresel Medeniyet,syf;29,30,31

 
Devamını Oku »

Ahlaki Değerler

Hangi kaynaktan çıkarsa çıksın, bütün değerler mutlaka bir inanca bağlanırlar. Bu inanç, dinde kutsallık duygusudur. Ahlâkta iyilik idealine bağlanmaktır. İnsanda iyilik iradesinin varlığına inanmadıkça ahlâkî değer hükümleri ortaya koymak imkânsızdır. İyiliğin varlığı ise bir gerçeğin ifadesi değildir, bir inanç olayıdır.

Her alanda olduğu gibi ahlâkta da insanlığın ilerleyişi ile beraber değer hükümleri çoğalıyor. İnsanlığın ilerlemesi, ortaya koyduğu değer hükümlerini artırması demektir. Eski Roma’da hukukî değerler, Rönesansda sanat değerleri, İslâmın doğuş devri ile Osmanlılarda ahlâkî değerler içerisinde doğdukları cemiyet­lerin ruhunu doldurmuştu. Bu toplumların fertlerine mutluluk getirmişti. Batının romantizmini insanlığın altın devri yapan onun, sanat ve ahlâk değerlerini birlikte yaşatan özü olmuştur. Değerlerini çürüten ve deviren cemiyet, yıkım halinde bir cemi­yettir, kapıları anarşiye açıktır.

Ahlâk değerleri, evrensel olarak kabul edilen birtakım ilkelerden çıkarılır. Bu ilkeler, her biri bir ahlâkçı tarafından ahlâkî haki­kat diye ileri sürülen adalet, merhamet, ödev... gibi temel fikirler­dir. Meselâ adalet ahlâkına bağlananlar, çeşitli alanlarda, ailede, millet ve insanlık içinde adaletin uygulanmalarından değerler çıkarırlar. Bu temel fikirlerin çokluğu gösteriyor ki bunlardan birini hakikat diye tanımak zorunlu değildir. Herkes doğru buldu­ğu birini benimseyebilir. Adaletin veya merhametin ahlâklılığın temeli olduğuna inananlar vardır. Ancak bu ilkeler matematik teoremler gibi ispatlanamazlar ama doğruluklarından şüphe edilmeyen hakikatlardır. Böyle olmakla beraber ahlâk ilkelerinin keyfi olarak ortaya koyulduklarını söylemek doğru olmaz. Onlar, fertlerin ve insanlığın bugüne kadar yaptığı denemelerin eseridir­ler.

Ahlâkın hakikati arında aklın kontrol ve tenkidine büyük yer verilmekle beraber burada aklın araştırması yetmiyor, ahlâk ola­yım kendimizin yaşamamız lâzımdır. Esasen akıl bize gerçeği yani ancak var olanı tanıtır, olması isteneni, yani ideali tanıtamaz. Var olandan, var kılınması istenen çıkarılmaz. Bunun için iradenin de harekete geçmesi lâzım geliyor. Eflatuncun dediği gibi “hakikata bütün ruhla gidilir”. Ahlâk ilkelerinin ortaya konmasında zekânın olduğu kadar kalb ve iradenin de rolü bulunmaktadır.

Kaynak:

Nurettin Topçu-Ahlak
Devamını Oku »