Bir Kader Sohbeti



Mutlak eşitlik, yâni, her şeyin her yönden aynı olması, adalete zıt!..

Bilirsin, bir şâir, kasidesinde her harfi kelimenin tamamını dikkate alarak yazar. Her kelimeyi, o şiirin bütününü nazara alarak yerleştirir. Her mısrayı da kasidenin tamamını gözeterek kaleme alır. Burada mutlak eşitlik değil, adalet söz konusu... İlk mısra başa gelir, son mısra dipte kalır, ama hepsi aynı gayeye hizmet ederler.

Bir fabrikatör, fabrikasının büyüklüğünü, bölmelerini, motorlarını, tâ en küçük cıvatasına varıncaya kadar hikmet ve adaletle tanzim eder. Ve ortaya mükemmel bir fabrika çıkar. Mutlak eşitlik, bu düzeni harap eder.

Bir ressam da öyle değil mi?.. O, çizdiği her bir tabloda, her şeyi yerli yerine oturtur. Renkleri, şekilleri mutlak eşitlikle değil, adaletle taksim eder. Neye ne yakışırsa, onu onunla boyar. Kime ne gerekliyse ona o şekli verir. Ve ortaya harika bir eser çıkar...

İşte ! Bu kâinat da mükemmel bir kaside, muazzam bir fabrika ve harika bir tablo gibi. Bizim vazifemiz, bu İlâhî eserdeki sonsuz adalet tecellilerini hayretle ve hayranlıkla seyretmek...

EŞİTLİK GÜZEL Mİ?

“Eşitlik güzel midir?” konusunda bir anket yapsanız, umarım, çoğu kimse sorunuzu tuhaf karşılayacak, “bunun da sözü mü olur?” diyecektir. Ama, meseleye dikkatle yaklaşsalar ibretle görürler ki, hemen bütün güzelliklerin kaynağında “eşit olmamak” yatar.

Şu kâinat yaratılmadan, bütün varlık âlemi yoklukta eşittiler. Cenâb-ı Hakk bu âlemi yaratmayı irade buyurunca bu eşitliğin de ömrü sona erdi.

Kâinat sarayı, bildiğimiz kadarıyla, yüz yedi elementle, yani yüz yedi tip taşla bina edildi. Böylece değişiklikler ve aykırılıklar da başlamış oldu. Zaten, “saray” dediniz mi, mutlak eşitlik kalmaz ortada. Merdivenlerle kanepeleri, panjurlarla kandilleri eşit kılabilir misiniz? Sarayı güzel yapan da bu başkalıklar, değil midir?

İşte, kâinat böylesine başkalıklarla bezendi ve sonunda bu sarayda bambaşka misafirler boy gösterdiler. Yosunundan meyve ağaçlarına kadar bütün bitkiler, karıncasından devesine kadar çeşit çeşit hayvanlar kafileler halinde dünyaya geldiler ve bu âlemi şenlendirdiler

Ve en sonunda başkaların başkası “halifeler halifesi” ufukta göründü: İnsan.

Bilindiği gibi, varlık alemi üç ana gruba ayrılıyor. Cansızlar, yarı canlılar (bitkiler) ve canlılar. Mutlak eşitliği bu sınıflandırmaya uyarak biraz tahlil edelim.

İşe cansızlardan başlayalım:


Cansızların eşit olması için ya güneş taşlaşacak, ya taş alev saçacak; ya bütün hava su olacak veya bütün denizler havaya uçacaktı. Meselâ, Güneş Sisteminde eşitlik olsaydı bu durumda herhalde Dünya Güneş'in gezegeni olmayacak, Ay da Dünya'nın eteğini bırakacaktı; her gezegen Güneş kadar büyüyecek, hepsi alev kesileceklerdi.

Kaldı ki, eşitlik için hiç olmazsa, “iki taraf” bulunması gerekmez mi? Halbuki her şey eşit olunca, her şey bir şeye iner.

Bitkilerin eşitliğine gelince, lâleden elma ağacına, ısırgan otundan çama kadar bütün bitkilerin eşit olması halinde, milyonu aşkın çeşitteki güzellikler bire inecek, ortada bir tek bitki çeşidi kalacaktı.

Cenâb-ı Hak bütün hayvanları da bir tek nev'i olarak yaratabilirdi. Ama, o zaman bülbül şakımasından serçe cıvıltısına, aslan kükreyişinden kedi miyavlamasına, öküz böğürtüsünden kuzu melemesine, kurbağa viyaklamasından sinek vızıltısına kadar bütün sesler bire iner, bu harika âhengin yerini monoton bir uğultu alırdı.

Diğer yandan, böyle bir eşitlik için ya balığın kavağa çıkması, ya bülbülün denize girmesi lâzım.

Gelelim insan nevine:


Ruhla beden eşit olsaydı, ortada ne ruh kalırdı, ne beden. İnsan, ancak ruhunun sultan, her organının da birer nefer olmasıyla güzelleşir. Sultan neferle eşit olursa ortada devlet kalmaz.

Ruh, mahiyetini ancak Yaratan'ın bildiği harika bir âlem. Bu âlemde çok değişik ülkeler var. Ruhun güzelliği akıl, kalp, hafıza, hayal gibi ana unsurların; sevgi, korku, merak, endişe gibi değişik hislerin bütününden ortaya çıkıyor. Bunları eşitlerseniz güzellikten eser mi kalır?

Ruhta uzaktan uzağa görebildiğimiz bu gerçeği, bedende çok daha açık seyredebiliriz:

Göz kapağımızla diz kapağımız aynı özellikte mi?

Göğüs çatımızla kafatasımız, içlerinde aynı şeyleri mi saklıyorlar?

Beyin hücresiyle tırnak hücresi aynı vazifeyi mi görüyorlar?

Akciğerle karaciğeri nasıl bir tutabiliriz? O zaman, alyuvarlarla akyuvarları da eşitlememiz, gözümüzün akıyla karasını birbirlerine katmamız gerekmez mi?

Organlar arasında eşitlik sağlamaya kalkarsak, ortada hiçbir şey kalmaz. Kalsa bile dövülmüş et gibi bir şey kalır ki, ona da neyin organı diyeceğiz?!..

Eşitliğin güzel olduğu bir tek saha var: Hukuk... Kanun karşısında herkesin eşit olması.

Ama, çoğu insanımız bu mânâyı pek de hatırlamıyor. Ve eşitlik denilince dünya nimetlerinden aynı miktarda faydalanmayı anlıyor.

Herkesin bir başka türlü imtihan edildiği bu dünya meydanında, böyle bir eşitliği ancak hayal âleminde yakalayabiliriz.

- Eşitlik konusunda şöyle düşünmemiz gerekiyor:

İnsanlar arasında mutlak eşitlik olsaydı; her şeyden önce, anne, baba ve evlat mefhumları kalır mıydı ortada?.. Ve yine böyle bir eşitlikte âmiri ve memuruyla, çiftçisi ve tüccarıyla, öğretmeni ve öğrencisiyle, işçisi ve işvereniyle bir bütün teşkil eden cemiyet hayatından artık söz edilebilir miydi?

Biz varlık âlemindeki farklı tecellileri ibretle seyretmeli ve şu geçici dünya hayatında insanların değişik imtihana tâbi tutulmalarını da bu şuurla değerlendirmeliyiz... Hikmeti, ancak âhirette anlaşılabilecek bazı farklılıkları, hemen itirazla karşılamamalıyız!..

- Dünya bir imtihan salonu ve imtihanlar çeşitli.. Zengin ayrı imtihan oluyor, fakir ayrı...

Zengin, kazancını meşru yolla elde edip etmemekten imtihan oluyor... Zekâttan, sadakadan imtihan oluyor... Şefkatten, merhametten imtihan oluyor...

Fakir ise sabırdan, kıskançlıktan, hasetten ve en önemlisi kadere itiraz edip etmemekten imtihan oluyor.

- Başkalıklar hep hikmet dolu. Ama insan aklı bunu anlamaktan âciz. Şimşek çakıyorsa; bulutların yükleri aynı olmadığındandır; biri negatiftir, diğeri pozitif.

- İnsanlığı bir bütün olarak düşünürsek, şu dünya, her an milyonlar, belki milyarlarca çeşit imtihana sahne olmakta... Kendisine rüşvet teklif edilen bir görevli, hastalıktan inleyen bir biçare, haram bir çehreyle karşılaşan genç... Ve daha niceleri... Hep imtihan oluyorlar. Sadece sorular farklı, o kadar.

Bunu böyle bilip, bu dünya imtihanında kul olduğumuzu unutmayacak ve haddimizi aşmayacağız. Ne kendi nefsimize, ne de bir başkasına Allah'tan daha merhametli olamayacağımızı hatırdan çıkarmayacağız. Fuzulî avukatlığını yaptığımız o sakat, kör yahut fakir insanlar hep Allah'ın kulları... Onları yokluk karanlıklarından kurtarıp varlıkla şereflendiren O. Annelerinin rahimlerinde her şeyden habersiz olarak geçirdikleri o dokuz aylık devreyi safha safha tanzim eden O. Şu anda hepsi Onun verdiği can ile yaşıyor, Onun taktığı organları kullanıyor, Onun dünyasında geziyor, Onun güneşiyle aydınlanıyorlar...

Ve hepsi âhiret yolcusu... Onun huzuruna çıkacak, Ona hesap verecekler. Salih kullar Onun Cennetine varacaklar. Küfür ve isyan yolcuları ise Onun azabına uğrayacaklar.

Şunu da unutmamak gerek:

Kimin hakkında neyin hayırlı olduğunu biz bilemeyiz!.. O, bir İlâhî sırdır.Biz gerek kendi nefsimize, gerekse başkalarına karşı vazifemizi elden geldiğince yapmakla mükellefiz.

Prof.Dr.Alaaddin Başar
Devamını Oku »

Barış — Savaş zıtlığı



(1) Zorluk, başlıbaşına bir varlık değildir. Tıpkı yakın akrabâsı, kötülük gibi, zorluk da, olumsuzluktur. Olumsuzluksa, kelimenin yapısından anlaşılacağı üzre, ‘olum’un, ‘olma’nın bulunmaması anlamındadır. Zorluk şu durumda, rahatın, düzgünlüğün yoksunluğudur. Rahat, düzgünlük ve bunların devâmı, bireysel sağlık ile onun toplumsal mukabili olan barış olağanlığın ifadesidirler. Lâkin ola­ğanlığı, yine karşıtıyla idrâk edebiliriz. İşte bundan dolayı zorluktan rahat ile düzgünlük doğar. Nitekim Alman şairi Friedrich Hölderlin (1770 - 1843) bu hususu şu unutulmaz mısrayla dile getirmiştir: “Tehlikenin başgösterdiği yerde, çâre de göğüverir.”(207)

İnsanın ‘olağan’ hâli, birey düzleminde sağlık; toplum bağlamındaysa, barış­tır, demiştik. Barış,(208) sevgi ile saygının yaygınlık kazanması durumudur. Barışın zıddı savaştır.(209) O da, öfke ile nefret duygularından kalkan teşkilâtlandırılmış maşeri eylemler dizisidir. Ne var ki, barışın da savaşın da ortak paydası, saygı­dır. O ise, önünde sonunda edebin türevi olduğuna göre, ahlâkın en önde gelen unsurlarındandır. Öyleyse barış gibi, savaş da ahlâka dayanır. Aradaki fark, sevgi — nefret zıtlığında yatar.

(2)Sevgi, ‘ben’in, kendini ‘ben-olmayan’a katıp karıştırma çabasıdır. ‘Ben-olmayan-sen’in duvgularına ‘ben’in katılmasına duygudaşlık(210) diyoruz. Duygudaşlık, ıztırâb ile acıda da sevinç ile neşede de görülür. Duygudaşlığın, ıztırâptaki tezâhürü, merhâmettir. Onun da, zayıf ve yüzeyde kalan hâli, acıma; en güçlü ve tanrısal kudretteki ifâdesiyse, rahmettir.

(3)Duygudaşlık, öncelikle de merhâmet ile bunun genelleşmiş devâmı olan banş, dişi, böylelikle de anne; zıddı, savaş ise, erkek, demekki baba özelliğini barındırır. Her iki özelliği dengede tutabilen toplumun sağlığı yerindedir. Böyle bir toplum, banşta savaşabilme kuvvesi ile irâdesine mâlik olup savaşta, barışma imkânını elinde tutar. Aynı durumun aile düzlemindeki yansımasına baktığımızda, annesinden şefkat dolu destek gören çocuğun, babasından yapabileceklerinin sınırlarını, erk (Fr autorité) yoluyla öğrendiğine tanık oluruz. İster ailede, ister daha geniş toplum bağlamlarında olsun, şefkat ile merhâmet çeşidinden dişilik veçheleri, tek hâkim âmil durumuna gelirlerse, yozlaşma, giderek, soysuzlaşma başgösterir.

Sertlik ile kavga şeklindeki erkeklik tezâhürleri önplana çıkarlarsa, o takdirde de, kültür, medeniyet seviyesine asla ulaşamaz, vahşîlik dediğimiz durum, ortalığı kırar geçer. Öyleyse sevgi ve nefretle dengede birarada yaşamaya da savaşmaya da, ruhça ile bedence hazır olma tavrı, aklın ve sonuçta adâletin gerektirdiklerindendirler. Aklın bildirdiklerini âdilce ifa etmek ise, Müslümanlığın başta gelen vecîbelerindendir. Nitekim Hadîse bakılırsa, aklın onayladığı her şeyi, din teyîd eder; ve, dinin tasdik ettiği her şeyiyse, akıl da benimser. Şu durumda İslâmın, gerek bireysel gerekse toplumsal hayatımıza iliş­kin buyruk ile talimâtlan akılla çelişmez. Nihâyet, aklın kendisi de, dinin aslî uzvudur.

 

Dipnotlar:

 

(207)-“Wo aber Gefahr ist, wächst das Rettende auch” —“Patmos”.

(208)-Bkz: EK 11 e

(209)-Bkz: EK 12ye

(210)-Y sümpathia; Fr&lng compassion.

 

Ş.Teoman Duralı-Sorun Nedir?,syf:211-212
Devamını Oku »

Barış Söylemi

Barış SöylemiÜstelik, barış söylemini sosyal çatışmaya ve onun önlenme­sine tevdi etmek, müşterek ve toplumsal barışın olmazsa olmazı olan bireyi ihmal etme riskini taşır. İslam'da sosyal müşterekçiliğe karşı “manevi bireyciliğin” sahneye girdiği yer burasıdır: Bireyin, barış halini sadece kamusal alanda değil aynı zamanda kendi şahsi (private) alanında da sürekli hale getiren niteliklerle donanması gerekir. Hem kendisi ile hem de parçası olduğu daha geniş gerçeklikle barış içinde olan güzel bir nefs yaratma şeklin­deki Kur'ani ideal, ahlakı ve maneviyatı pozitif barış söyleminin merkezine yerleştirir. Asli bir değer olarak barış böylece hem ah­lak hem de estetik sahasına uzanır, zira o nefste barışı tesis etme­nin ve uyumsuzluk, huzursuzluk, çirkinlik, aşağılık ve bayağılık yönündeki ayartmalara direnmenin şartlarından biridir. Bu nok­tada, Kur'an'daki anahtar kavramlardan biri olan ihsân kelime­sinin fazilet, güzellik, iyilik, uyum, itidal, sükûnet ve ‘güzel olanı yapma' anlamlarının hepsini birden taşıdığım hatırlamakta fay­da var. ismi fail kalıbı olan muhsin iyi olanı, arzulananı ve güzel olanı yapan kişiyi gösterir.

Bu bakımdan, barış sadece bir edilgenlik hali değildir. Tam aksine, içeriden veya dışarıdan gelebilecek olan kötülük, yı­kım ve keşmekeş tehdidi karşısında tümüyle etkin olmaktır.Collingvvood'un işaret ettiği üzere, barış ‘dinamik bir şeydir' ve şuurlu, uyanık olmayı, hep farkında olma halini gerektirir. Kişi müşterek  gelenekler içindeki ve gelenekler arasındaki farklılıkların ve çatışmaların şiddet ve baskı zemini haline gelmemesi için manevi ve entelektüel cihat İçinde olmak zorundadır. Dahası, pozitif ‘barış bireysel, kurumsal ve yapısal şiddet de dahil olmak üzere baskının çeşitli biçimlerinin kapsamlı bir tahlilini sunma imkanına sahip olmalıdır.

Asli bir kavram olarak barış adalet üzerine kuruludur, zira ba­rış herkesin kendi hedeflerini ve potansiyellerini gerçekleştirme­si için eşit hakların ve imkanların sunulmuş olmasına bağlıdır. Arapçada adalet kelimesinin anlamlarından biri, ‘doğruca' ve 'tarafsız', yani dosdoğru, güvenilir ve başkalarıyla yaptığı işlerde insaflı olmaktır. Böyle bir tavır, bir denge, uyum ve güven hali tesis eder ve yargı sisteminin sunduğu şeklî adaletin sınırlarının ötesine geçer. En geniş terimlerle tanımlamak gerekirse, adalet kavramı kişinin kendi bedenine özen göstermesinden uluslara­rası hukuka kadar geniş bir ilişkiler sahasını kuşatır.

Barış gibi adalet de ilahi isimlerden biridir ve İslam kelamındaki ve huku­kundaki merkezî rolüne bakılırsa asli bir önemi haizdir. Barışın, devamlı bir ahenk, güven ve birlikte-varolma hali olarak tasavvur edilebilmesi ancak adaletle birlikte olup onun tarafından des­teklendiği zaman söz konusudur, çünkü o aynı zamanda ahlakı olarak kötü ve yıkıcı olan her şeyden güvende olmak demektir. Böylece Kur'an, müminlere “adaletle ve iyilikle" (bi’l-‘adl ve’l-ih- san) (Kur’an, 16:90) davranmalarını emrederken adaleti ihsanla. ayrılmaz bir şekilde birleştirir.

İbrahim Kalın-Akıl ve Erdem
Devamını Oku »

Nizam-i Âlem "İnsan" demektir

Nizam-i Âlem "İnsan" demektir

Hiç bir işaret, simge olarak bizatihi kendisini göstermez; belirli bir duruma, eyleme işaret eder. Her bir kavram da delalet ettiği nesneyi ortaya çıkarırken diğer tüm nesneleri örter. Tüm bunların nedeni ise işaret ve kavramlarla iş gören insanın nutkiyetidir [düşünen/konuşan bir canlı olmasıdır].
Bu gerekçeyle öncelikle kadim kültürümüzde kullanılan ve hala kullanılmaya devam eden 'nizam-i âlem' terkibini oluşturan nizâm ile âlem terimlerini açıklamak; daha sonra da bu terkibin delalet ettiği muhtevayı belirlemek gerekir.

Nazm sözlükte, incileri bir ipe dizmek anlamına gelir. Terim olarak ise, bir şeyi/şeyleri aklın gerektirdiği, zorunlu kıldığı başka bir şeye delalet edecek şekilde tertip etmek demektir. Âlem'in sözlük anlamı bir şeyin kendisiyle bilindiği şeydir. Terim olarak ise ALLAH'dan başka herşeydir; öyle şeyler ki onları bilmek Allah'ın var-olanlarda tecelli eden isimlerini ve sıfatlarını bilmeye götürür. Ancak nizam-i âlem terkibinde kullanılan âlem, yalnızca Allah'ın tecelligahı olan maddî âlem anlamına gelmez. Aynı zamanda varlığı ilkece insanın nutkiyetinden kaynaklanan 'sosyal gerçeklik' [ictimaî âlem] anlamına gelir.

Öyle ise elimizde iki âlem ve iki nizam var. Birincisi maddî âlem ve bunun düzeni; ikincisi ise sosyal gerçeklik ve bunun düzeni. Maddî âlemin nizamı 'ilahî' bir içeriği sahip olmasına karşın insan aklının idrak edebileceği şekilde tertip edilmiştir; ve bir bütün olarak Allah'a delâlet eder. Sosyal gerçeklik de köklerini insan nutkiyetinde bulduğundan akla uygundur; ve bir bütün olarak insana delâlet eder; başka bir deyişle bu anlamdaki nizam-i âlem bizatihi insandır.

Dikkat edilmesi gereken noktanın bir defa daha vurgulanması gerekir ise her iki nizam-ı âlemde ortak olan özellik 'akla uygun' ve dolayısıyla insan tarafından 'idrak edilebilir' olmalarıdır. Başka bir deyişle maddî âlemin nizamına ilişkin 'kurallar' Allah tarafından konmuştur ve bizatihi maddî âleme içkindir. Ancak bu kurallar maddî âlem üzerinde tefekkür eden insan tarafından -nutkiyetteki ortaklık nedeniyle- tespit edilebilir, idrak edilebilir. Fakat bu idrak de en nihayetinde insanın nutkiyetinin, dolayısıyla değer dünyasının imkanlarıyla sınırlıdır ve anlamını değer dünyasından devşirir. Sosyal gerçeklik [ictimaî nizam] ise -şeklî olarak her ne kadar maddî dünyanın imkanlarıyla sınırlı olsa da- insan tarafından inşa edildiğinden, sürekliliği de insana bağlıdır. Başka bir deyişle sosyal gerçeklik insanın nutkiyetinin ve köklerini bu nutkiyette bulan değer dünyasının cisimleşmiş hali olduğundan maddî dünyayı da belirler, anlamlandırır.

Şimdiye kadar söylenenleri başka ifadelerle dile getirmeye çalışalım. Sosyal bir gerçeklik olarak ictimaî nizam anlamında bir âlem vardır ve bu âlem varlığını insanın eylemlerinde bulur. Yani insanın nutkiyetinden kaynaklanan eylemleri aile, devlet vb. şekillerde cisimleşerek, insanın dışında, maddî gerçeklik kazanır. Bu gerçeklik bazı ilkelere göre inşa edilir ve bu ilkelere göre yürürse 'nizam'ını korur; yürümez ise bozulur. Kısaca nizamın devam etmesi insanların eylemlerine bağlıdır. Çünkü nizam verili değildir; insan gayretiyle kurulur, elde edilir; dolayısıyla devamı da yine insanın gayretine bağlıdır. Bu açıdan nizamın tesisi ve devamı insanın imkanlarıyla sınırlıdır. Öte yandan bu âlemin varlığının insanın eylemlerine bağlı olması insanı özgür ve sorumlu bir varlık kılar. Çünkü insan nizam-i âlemi oluşturur; bu nizam içerisinde hayat sürer ve bu nizamın sürdürülebilmesi yine insanın eylemlerine bağlı kalır.

Bundan dolayı tab'an medeni olan insanın toplum içerisinde kendisine en uygun işi üstlenerek yerine getirmesi kurulan nizamın devamı için elzemdir.Bu noktada şöyle bir soru sorulabilir: Sosyal gerçeklik olarak nizam-i âlem ne tür ilkelere göre inşa edilir? Her şeyden önce sosyal gerçekliğin inşasında insanın hayvaniyet [canlılık] yanı nutkiyetine bağlı olarak şekillenir. İnsanî eylemler ahlaki ilkelerini ise mensup olduğu dünya görüşünden [köklerini nutkiyette bulan dinlerden ve ideolojilerden] alır. Dolayısıyla bir sosyal düzen kendisine göre kurulduğu, maddi bir gerçeklik kazandığı dünya görüşünün ahlakî ilkelerine göre biçimlenir. Eylemler bu ilkelere dayanırsa nizam sürer, dayanmaz ise yıkılır. Din ile ideolojiler [dinleşmiş beşerî görüşler] insana hayatın anlamına ilişkin ve bütüne yönelik küllî kavramsal bir çanak verirler.

Selçuklu-Osmanlı çizgisinde seyreden kadim felsefe-bilim anlayışımızda bir siyasî ve ictimaî yapı olarak nizam-i âlem, insanın dışında, kendi başına var-olan bir yapı değildir; tersine beşerîdir. Bu yapının kendisine göre kurulduğu temel ilkeler kaynağını, dolayısıyla meşruiyetini belirli kişilerin ya da sınıfların gücünden değil, bizzatihi haber-i sadıktan alır. Buna göre dinî (teolojik) bağlarını kaybeden bir nizam-i âlem anlayışı, zamanla ahlakî ilkelerini de kaybedeceğinden yeryüzünde nizamı tesis eden değil yokeden bir tavır kazanır; böyle bir tavır saadeti değil şekaveti hakim kılar. Bu çerçevede nizam-i âlemi yalnızca 'cihan hakimiyeti' olarak anlamak doğru değildir. Çünkü amaç cihana eldeki kurallara uygun 'bilgi' ve 'adalet'e dayanan bir düzen kazandırmaktır.

Bilgi ve adaletin hakim olduğu [nizam] bir âlemde ise insan saadeti yakalayacaktır. Çünkü mülk, 'küfr' üzere baki kalır; 'zülm' üzre baki kalmaz; ancak her iki halde de temelinde bilginin olmadığı, seyrinde bilginin bulunmadığı aleme nizam uğramaz.Öte yandan nizam-i âlem insanların eylemlerinin cisimleşmiş hali olduğundan, beşerî olduğundan eskir, değişir, başkalaşır, gelişir, yenilenir. Ancak nizamın metafizik ve ahlakî ilkeleri esas itibariyle vahye dayandığıdan sabittir. Devlet bu nizamın devamı için, yine insanların kurduğu [mülk ü millet], ancak olmaz-ise-olmaz bir şarttır ve bizatihi hem insanın tabiatının medeni olmasından hem de dininin ya da dinleşmiş ideolojinin içeriğinden kaynaklanır [din ü devlet]. Bu anlamda tarihte nizam-i âlem, 'devletin birliği' olarak da anlaşılmıştır.Selçuklu-Osmanlı çizgisinde nizam-i âlemin sahih bir şekilde kurulması ve sürdürülmesi, düşünürler [hukema], bilginler [ulema] ve ariflerin [urefa] vazifelerini yerine getirmesiyle mümkündür. Çünkü müslüman bir insanın içerisinde yaşadığı nizam-i âlemin ilkeleri 'Kitab ile Sünnet'le verilmiş; sürdürülmesi ise hukukla sağlanmıştır.

Öte yandan bilgi ve adalete dayanan bir düzen ancak bu üçlünün gayretleriyle mümkündür. Elbette bir bütün olarak nizamın ahvali ile bu nizamı kuran ve sürdüren insanların ahvali arasında karşılıklı bağlar vardır. Çünkü nizamdaki değişiklikler insana, insandaki değişiklikler de nizama tesir ederek değişime ve hatta dönüşüme neden olabilirler. Nitekim Akhisarlı Hasan Kâfî'nin işaret ettiği üzere nizam-i âlemin dört unsuru vardır: Yöneticiler, bilginler, çiftçiler ve tüccarlar. Bu dört unsurun varlığı şart olduğu gibi aralarında bir uyum olması da sağlıklı iş görmeleri açısından elzemdir. Uyum hiç şüphesiz her bir unsurun kendilerini aşan, nizamın dayandığı ahlakî ilkelere uymasıyla sağlanır.Kadim kültürümüzde yalnızca maddî alem üzerinde sosyal bir gerçeklik olarak ictimaî bir nizam kurmak yeterli değildir; bizatihi ilahî nizama uygun yaşamak da önemlidir.

İlahî nizam büyük alemde [makro kosmos] sunnetullah [tabiat], küçük alem olan insanda [mikro kosmos] da fıtrat [tab'] olarak tecessüm etmiştir. Böyle bir ilke hem çevreyi, doğayı tahrip etmeyi hem de insanın fıtratını tahrif etmeyi engeller. Bu açıdan nizam-i âlem için yalnızca 'bilmek' yetmez, 'eylemek' de gerekir. Çünkü 'eylemek' hem bir bilgi kaynağıdır [dolayısıyla bilmeyi artırır] hem de bir bilme tarzıdır. Başka bir deyişle yalnızca eyleyenler bilirler; bilenler de eylerler.

İhsan Fazlıoğlu,Kendini Aramak
Devamını Oku »

Türklerin İl (Devlet) Telâkkisi ‘Devletiebedmüddet’

Türklerin İl (Devlet) Telâkkisi

Yüce Görev (Misyon) Uğruna Yaşananlarla Ülküsel Hayat İnşâa olunur: ‘Devletiebedmüddet’

 

(1)Ta Hsiung-nu varsayılı atalarından, demekki M.Ö. Dördüncü yüzyıldan beri Avrasya anakarasının bütün bellibaşlı inanç câmialarına -Kamlık, Göktanrı itikadı, Taoculuk, Burkancılık, Mazdaklık, Manicilik, Yahudilik ile Hıristiyanlığın kollarından Nasturîlik, Katoliklik ile Ortodoksluk- girip çıkmış Türklüğün,(130) hayata ve insana karşı vazgeçilmez ülküsü, yâni tarihî ödevi, îslâmın yüce çağrı­sına içkindir, mündemiçtir. Alperen, kuvveydi; Velî-Gâzîyle fiile dönüştü. Türklerin, imparatorluk devletini kurmak uğruna savaşma irâdesi, Müslümanlaşmaylarıyla manâsını kazanmıştır.

Türk tarihinin en müntâz devletadamlarından Göktürklerin veziriâzamı Bilge Tonyukuk, Türkün hasletlerinin ne olduklarını ve ülküsünün ne olması gerektiğini şöyle bildirmiştir: “Türkler, Çinde kendilerinden yüz kat kalabalık bir halkla baş edemez; mera ile pınarları izlediklerinden, belli bir yere bağlanamazlar. Gerek bun­dan dolayı gerekse yalnızca savaşma işinde kullanıldıklarından, koskoca bir impa­ratorluğa karşı çıkamazlar. Güçlü olduklarında zapdetmek üzre ilerilerler; zayıf düştüklerinde de çekilip gizlenirler. Tan hânedânının ordusu kalabalıktır; ama işe yaramaz. Bir şey daha: Burkan (Buddha) ile Lao Çe öğretileri salt insancıllık ile zaaf telkin ederler. Savaşma ile güçlenme duygusu ile irâdesini ortadan kaldırır­lar. Bu yüzden tapınaklar inşâa etmemeliyiz”(131)

Nihâyet, Orhon kitâbelerine bakarak Türklerin İl (Devlet) tellâkkisi şöyle dile getirilebilinir. Emniyeti ve adâleti sağlamağı amaç bilen, kuvvetli ve hâki­miyete itaat ve inkıyât eden teşkilâtlanmış müstâkil bir câmia”.(132)

İmdi, bu telâkkiyi en açık ve sallantıya yer bırakmadan barındıran İslâm Ülküsüdür. O, sömürü ile zulme karşı ve ihlâs ile ilim, hak ile adâlet uğruna savaş­ta ifâdesini bulan ve cihât denilen bir ulu ülküdür. İşte, İslâm ahlâkının odağını oluşturan bu ülküyü içleştirerek her hâl ile şartta yaşayıp başkalarına dahî öğret­me mücâdelesini verenler mücâhittirler. Müslümanlaştıktan sonra Türklük, cihât tarihini yaşamağa koyulmuştur. Türk tarihinin kutsallığı da bu ülküde saklıdır.

(2)Türkistanda Tanrı dağlarının güney batısındaki Talaş ırmağı kenarında Milâdî 751de vukûu bulmuş çarpışmanın, özellikle de Selçukluların 956da Müslü­manlığı resmen benimsemelerinin ardısıra Türkler, kitleler hâlinde ihtidâ etmişler­dir. Bahse konu vuruşmada Türkler, Müslüman Arab ordusuna iltihâk edip Çinli­lere karşı çarpışmışlardır.(133) Başka bir deyişle, Türkler, Arap kılıncının zoruyla Müslüman kılınmışlardır, iddiası, tarihe ilişkin bir vakanın çarpıtılmasından özge bir şey değildir.

Özellikle 956ların sonlarında sayıca da heyecân itibâriyle de Türkler, Müslü­manlığı öylesine hızlı ve kalabalık biçimde benimsemişler ki onlara hayranlık nidâsı şeklinde tezâhür eden “Türk imân!” denmiş. Deyim birleştirilip kısaltılınca, za­manla, öncelikle de Farsça telâffuzla “Turkoman”(134), o da, Türkcede “Türkmen” diye söylenir olmuştur.

Talaş vuruşmasının ardından Türk boyları Orta Asyanın doğusundan batısına dalgalar hâlinde hicret edip Müslümanlaşmış, akâbinde Dârül İslâmda, çoğunluk­la, yerleşik düzene geçmişlerdir. Nitekim, Kürt sözlükcü ve muhaddis Macideddîn İbn Athîr' in (1149 - 1210) bildirdiğine göre, sâdece 960da Mâverâünnehre ulaşıp yerleşen iki yüz bin çadırlık Türk toplulukları ihtidâ etmişler.(135) Hicret etmeyip yurtlarını terketmeyen çeşitli Türk boyları dahî, göçenlere oranla daha yavaş olmakla birlikte, zamanla Müslümanlaşmışlardır. Hıtaylar(136) gibi, Doğuda kalıp da Müslümanlaşmamış olanlarsa, git gide Türklüklerini yitirerek ya Moğollaşmış ya da Çinlileşmişlerdir. Buradan da Sekizinci ile Dokuzuncu yüzyıllardan itibaren Müslüman-olmanın, Türklüğün tarifinde baş orunu işğâl ettiğini anlıyoruz. Müslümanlığın yanısıra Türkçe, Türklük binâsını ayakta tutan öbür sütundur. Bu ikisinden biri, daha da kötüsü, ikisi birden belmi verdi, binâ çöker.

Artık, Müslümanlaşmakla yetinmeyip de Dokuzuncu yüzyıldan itibaren Türklük, İslâm dini ile medeniyetinin taşıyıcısı, yürütücüsü, dünya çapında öncü­sü ile savunucusu kesilmiştir. Evvelce, çoğunlukla ‘günübirlik’ bozkır devletim-sı teşkilâtlar kurmağı beceren, başta da Çin olmak üzre, yerleşik üstün medeni­yet toplumlarını ‘vur - kaç’ usuluyla sındırarak talanla geçinirken, Müslümanlığa intısâbından itibaren Türklük, hakkaniyetci-savaşcı—üretici uzun soluklu cihan devletlerini vucuda getirmeği başarmıştır. Nihâyet bu devlet kurma sanatının şahikasını, üstüne üstlük Yeniçağda altı yüz küsur yıl ömürlü ulu çınarı andırır Devletiebedmüddeti, yanî asırdîde Osmanlı Devletini teşkil etmiştir, ülkü. Devletiebedmüddet\ir. Ülkünün ete kemiğe bürünmüş biçimi, tarihte Türklüğün en parlak başarısı, Osmanlı Devletidir.

(3)İlhâmını İslâmın adalet esâsından alan Osmanlı Devleti siyâsî ile hukukî teşkilâtlanışını atası Selçuklular üzerinden, bir ölçüde, Akhamenitlerin halefleri Part ile Sâsanî devlet geleneklerinden devşirmiştir.(137)Tabîî, bunların Müslümanlaşmış hâlini ifade eden Abbasî devlet yapısı birinci derecede etkili olmuştur. Bizans aracılığıyla Romanın derpiş ettiği imparatorluk devletinin sağlamlığı ile dayanıklılığı, güvenilirliği ile şakaya gelmez ciddîliği, her bakımdan çok çeşitliliği ben imsem işlik ve ülkesiyle de milletiyle de bölünmez bütünlüğü vurgulayan vasıf­lan, Osmanlı, içleştirerek kendine mâletmiştir.

Türkler Orta Asyanın doğusunda yaşayıp hüküm sürdükleri çağlar boyunca dikkatleri Çin ile medeniyeti üstünde odaklanmıştı. Batıya kaydıkça Hint-Avrapalı, bu meyânda îranlı toplumlarla karşılaşıp temâsa geçmiş ve zamanla kaynaş­mışlardır. İlk temâslar, İranlılardan Perslerin İslâmöncesi medeniyet dönemine rast­lar. Ama asıl yoğun ilişkiler Müslümanlaşmış Iran kültürüyledir. İlkin hanlıların yaşadıkları Mâverâünnehir yörelerini ele geçirmişlerdir. Seyhun ile Ceyhun ırmak­larının ötesi, yanî Mâverâünnehir, Müslümanlaşmış Perelerin, demekki Farsların indinde Türklerin yurdu anlamında Turandır artık. Sonuçta o geniş bölge 900lerde Türkistan adıyla anılır olmuştur. Mâverâünnehirden sonra Türkleşen bir başka yöre güney Kafkasyadaki Azarbaycandır. Nihâyet 1000den itibâren de Türkler, bizzat İran topraklarında devlet kurar olmuşlardır. Bu devletlerin önde gelenleri Karahanlılar ile Selçuklulardır. Bunlardan sonra da İranı bin yıl süreyle yönetmiş hanedanlar, kültürce Farslılaşmış olsalar bile, Türk soyundandılar. Fars kültürüne intisap, daha Selçuklular devrinde başlamıştır. Farslılaşma, dil başta gelmek üzre,önemli ölçülerde Anadolu Selçuklularına da sirâyet etmiştir. Türklere Türkceyi iâde eden Anadolu Selçuklularının ardısıra gelen Osmanlıdır. Dilin yanında, İslâmî kavrayış cihetinden de Osmanlı, Farştan esen yellere karşı durmuştur.

Türk (oğuz) asıllı, hidâyette de Sünnî olup Sufî tarikattan neşet etmiş Safavî hânedânı (hükümfermâ: 1502 — 1737), Şah Ismâilin (1487 - 1524) önderliğinde İranın millî birliği ile bütünlüğünü sağlamıştır.(138) İslâm âlemini yakıp yıkmış kor­kunç Moğol ile Timur istilâlarının arkasından mezkûr dünyada dengeleri yeniden kurmağa kendini aday ilân eden iki rakîp Türk hânedânıyla karşı karşıyayız. Bunlardan biri Osmanlıyken, öbürü Safâvidir.(139) Ancak, Osmanlı, Türk Oğuz özüne bağlı kalırken Safavî hüküm sürdüğü ülke ile orada yaşayan çoğunluğun kültür belirlenimine uyarak Farslılaşmıştır. Safavîler, Osmanlı muârızlarından kendilerini ayırmak amacıyla Şîîleşirlerken, Osmanlı da onlara karşı Sünnîliği vurgulamıştır. Lâkin mezhep farkına rağmen Türk —hele Şîî Azarbaycan ile Sünnî Doğu Türk— ve İran kültürleri kaynaşarak çarpıcı raddede benzer bir görü­nüm kazanmışlar; buna da ‘Türk —Fars İslâm Kültürü’(140) denmiştir. Bunun en göz alıcı örneğini iki tarafın dilinde görebiliriz. Farscadan Türkceye büyük çapta söz aktarımı olurken, Türkçe de Farscayı, sözvarlığının yanısıra, dilbilgisi biçimi ve kuralları yönünden ziyâdesiyle etkilemiştir.(141)

Mezkûr andırışmalara rağmen, Osmanlı Türkü ile Fars yüzyıllarca çekişip durmuşlardır. Hasımlığın en olumsuz sonuçlarından biri, İranın, Türkistandan Türkiyeye akıp gelen Türk boylarının göçüne Onbeşinci yüzyıldan itibâren ket vurmasıdır. Haddizâtında Anadolu ile Rumeli, öyle, Onbirinci yüzyılda birkaç bin neferle Türkleşmiş filan değildir. Doğru olan, bu sayının ziyâdesiyle üstünde olup milyona varan bir rakam bahis konusudur.

Türk-Fars İslâm Kültürünün, Osmanlı üzerindeki etkisi, doğusundaki Türk ile Fars ülkelerine oranla daha zayıf kalmıştır. Bununla birlikte, doğusundaki Türk ile Fars toplumları gibi, belirli bazı kurucu unsurları itibâriyle Osmanlı da, ‘Türk-Fars İslâm Kültürü’ dairesinden sayılmalıdır.

Gerek insan tiplerinin, giyim kuşam ile yaşama tarzlarının, gerek hayatı ve dünyayı değerlendirişlerin, gerek mimârînin, tezyibin, edebiyat ile sözvarlığının benzeşmeleri gerekse yazıbirliğinin sağladığı özellikle aydınlar, yanî ulemâ arasın­daki bildirişme rahatlığı ile kolaylığı git gide silinip ortadan kalkmıştır. Sonuçta,Yeniçağ Batı Avrupasının tersîmlediği tasarı uyarınca öncelikle Osmanlı Türklüğü-nün İslâmsızlaştırılmasıyla bu medeniyet coğrafyasının doğusuna —İslâmî ıstılâhta buna Maşrık denir— şâmil mezkûr kültür ortaklığı da silinip gitmiştir.

Türkler ile Farslıların ortaklığını tarihte andırır tek örnek, İkinci Dünya Savaşı sonuna değin, Çinliler, Japonlar ile Koreliler arasındaki sıkı kültür birliğidir.

(4)Türklüğün öteden beri başat özelliği olan askerî savaşçılığın, herkes için geçerli kılınması, demekki belli bir zümrenin tekelinde bulunmaması keyfiyeti, Osmanlı devlet ile toplum yapısının esâsını teşkil etmiştir. Aynı durum, din yaka­sı için de söz konusudur. Nasıl, eli kılınç tutabilecek adam, muharebe meydanın­da arzıendâm ederdiyse, akılbâliğ öğrenim görmüş herkes, hinîhâcette, en azın­dan, bir cuma, bayram yahut cenâze namazını kıldırabilecek kadar dinin amelî hünerleriyle mücehezdi. İşte, bu bildirilenlerden de anlaşılacağı üzre, askerî (Fr militaire) - mülkî (Fr civile) ile ruhbân (L clericus) - ruhbân-olmayan (L laicus) ayırımının, Tanzîmât sonrası döneme değin Müslüman Türk, özellikle de Osmanlı tarihinde yeri olmamıştır.

Ruhbân - ruhbân-olmayan ayırımının olmaması, Müslümanlığın temel özelli­ğidir. Allah, kendi adına tasarrufta bulunma yetkisini hiç kimseye tanımaz. Burada Peygâmberler bile istisnâ teşkil etmez; onlar dahî beşerdirler: “Peygamberleri onla­ra —yanî ahâliye— dediler ki: ‘Biz sizin gibi beşer olmaktan başka bir şey değiliz. Ne var ki Allah, kullarından dilediğine ihsânda bulunur; Onun, izni olmadıkça sizlere hüccet getirmeğe kudretimiz yoktur...’” —İbrâhîm/ 14 (11); “Senden önce gön­derdiğimiz peygâmberler de yemek yiyen, sokaklarda yürüyen beşerdiler” —Furkân/25 (20). Hâlbuki ruhbânlık, İlahî yetkiyle mücehhez olmak anlamında­dır. Şu durumda birinin kalkıp sırtım Allaha, yaslayarak resmen ve siyâsetçe başka­larına çekidüzen vermeğe yeltenmesi İslâmın esâslarına aykırı bir işdir. Ruhbân zümrenin İlahî yetkiye ve kudrete dayalı siyâsî ve hattâ iktisâdî erki anlamındaki ‘diniktidarı’ (Fr théocratie) İslâmla bağdaşmaz. Bu sebeple geçmişte İslâm yahut Müslüman lakabı yahut ünvânını taşımış devlet yahut iktidar ad terkibiyle karşılaş­mıyoruz. Günümüzde de ilahî-dinî ünvân taşıma iddiasındaki bir kısım Müslümanın, Allahtan aldıkları hücceti göz önüne sermek zorundadırlar.

Filhakika, Allahtan ruhsat aldığımızı iddia ederek dünya işlerini tanzim etme­ğe kalkıştığımızda, kaçınılmazcasına düştüğümüz yanılgılar ile yaptığımız yanlış­larda, işlediğimiz cinâyetlerde Onu bunlara âlet etmeğe, Onun muazzez adını lekelemeğe ne hakkımız var? Böyle bir yola tevessül etmek hatâların en büyüğü­dür. İki onulmaz yanlıştan söz edilebilinir: Biri dini siyâset ile iktisâda âlet etmek, öbürü de müstehcenliktir. Birincisi manevî, İkincisiyse, maddî mahrecimizi ayağa düşürür. Kişinin birinci —yânî dünya ile âhıret— dayanağı, /fakıdır; İkincisi de Mürebbiyesi (annesi)dir. Bunlardan başta birincisi olmak üzre, ikisini de yitirir­sek, varoluşumuz çürüyüp çözülür.

Bir toplum-siyâset ortamında(142) ruhbân zümre yoksa, karşıtı, ruhbân-olmayan da, tabiatıyla, bulunmayacaktır. Tıpkı, sivil zümreniz yoksa, askerinizin (OsmT seyfîyenin) de olamayacağı, ve bunun tersi durumu, gibi. Osmanlı Türk tarihinde işte bu sebeple, Clérical - Laïque ile Militaire - Civile karşıt zümrelerini ve bun­lardan kaynaklanmış siyâsî iktidarları aramak beyhûdedir. O hâlde Cumhuriyet Türkiyesindeki bu kabil sınıflamalar idhâl malı sunîliklerdir. Nitekim, dinadamı meslek öbeği dahî, sunîliklere bâriz bir misâl teşkil etmektedir.

(5)Müslüman Türk, savaşma gücü ile kâbiliyetini hep İslâmdan almıştır. İkisi el ele yürümüş süreçlerdir. İslâmın, savaşmaya, dolayısıyla da yaşamağa esin ve güç kaynağı oluşturması, bir ahlâk olayıdır. Kur’ândan kaynaklanan ahlâk gücüyle ‘özüm’ü ve ‘Dârul İslâm’ı koruyup kollama çabasında bulunurum. Özümü ve Dârul İslâmı koruyup kollama mücâdelesi meşrûu müdâfaadır. Sırf talan maksadıyla elin günün malına mülküne, ırzına canına, yerine yurduna tamah ve tecâvüz etmek, elbette, Allah yolunda gazâ etmek değildir. Tam tersine, zulümdür. Taktik icâbı yer yer ve zaman zaman hücuma geçilecekse bile, aslında ‘gazâ’, ‘meşrûu müdâfaa’dan başka bir şey olamaz. ‘Meşrûu müdâfaa’, ‘haddini bilmek’tir. ‘Haddini bilmek’se, ‘edep’tir. ‘Haddini aşmak’ da ‘kibir’dir. İşte, ‘ahlâklı yaşamak’, ‘edep’ ile ‘kibir’ uçları -‘ifrât’ ile ‘tefrît’- arasında cereyân eder. Bu uçlardan ‘edep’, ‘hayata örnek’; ‘kibir’ ise, ‘ibret’tir.

Gelişigüzel biraraya gelip talan peşinde koşan ‘güruh kavgacılığ’ından farklı olarak Osmanlı’nın ‘askerî savaşcılığ’ı (Mücâhitlik), üstün insanî değerlerin demetlenmiş hâlini dile getiren ülküyü gerçekleştirmek üzre, savaşmağı olabilir kılacak kuvvetler ile malzemelerin teşkilâtlanmış bütünlüğüdür. Toplumun bütün maddî ile fikrî imkânlarının bahsi geçen kuvvetler ile malzemelerin teşkilâtlanmalarına hasredilmiş olmaları, kendisinden önceki Türk devletleri gibi, Osmanlı’yı da yekpâre bir ordu kılmıştır. Başka türlü söylersek, Osmanlı’nın Müslüman Türk unsuru, hükümdârıyla, rençberiyle, bilgini, dervişi ve zanaatkârıyla topyekûn bir savaş gücüydü. Yalnız, İslâm öncesi Türklerden farklı olarak Müslüman, özellikle de Osmanlı Türkleri savaşmak için savaşmamışlardır. Ülkü, ülkeleri ele geçirmek sûretiyle toprakların genişletilmesi ve bu yoldan maddî servetin artırılması doğrultusundaki mücâdeleyi öngörmez.

İlk amaç, İslâm âlemini bir bayrak altında toplamak -Halîfelik(143), bu maksatla üstlenilmiştir-, bunun başarılamadığı durum ile zamanlarda, zorda kalan Müslümanlar ile diğer toplumların dahî korunup kollanmasıdır. Nitekim bu bildirdiklerimizin şüpheye yer bırakmaz örneklerini, 1492’den itibâren İspanya’daki Müslümanlar ile Yahudîlerin(144), Katolik istilâcılara; 1500’lerin ortalarında Sumatra’nın kuzeyindeki Açelilerin, Portekiz; 1800’lerin sonlarında da Kafkas boylarının, Rus saldırılarına karşı savunulmalarında görebiliriz. İmdi, Osmanlı yurdu, tarihi boyunca kolu kanadı kırılmış, aç bîilâc ve açıkta kalmış mülteciye sığınak olmuştur.

Şu hâlde, birinci amaç, kavim, dil, iytikâat, örf, âdet ayırımları gözetilmeksizin, İslâm ülküsünde biraraya toplanabilecek cümle halklara ortak bir devlet ile yurt sağlamaktı -Ümmetin barınabileceği Dârulİslâm. İkincisine gelince; bahse konu ülküyü Müslüman olmayan ellere ve halklara -Dârulharb-dahî taşımaktı. Fetholunan Dârulharb ahâlîsi dilediği inanç çerçevesinde yaşamağa mezûndu. Hedef, kılıç zoruyla halkları Müslümanlaştırmak olmayıp kendisini Osmanlı’nın kişiliğinde gösteren, tebârüz ettiren İslâm ahlâkını onlara yaşatmaktı. Sorun, kişisel inançlara düğümlenmiş olmayıp düzendi. Haksız kazanç, yanî faiz ve onun yıkıcı sonuçlarından arındırılıp kurtarılmış toplum--siyâset—iktisât düzeni.

Bahsettiğimiz şu ahlâk meselesini biraz daha deşip açalım: Tabiatça, fıtrat­ça, maddeten güçlenip kudretlenmek imkânından yoksun olanlara insanca, insan şeref ile haysiyetine uygun yaşamak fırsatını sunmak. Bu gayeyi gerçekleştire­bilmek üzre, zâten güçlü olanlar ile böyle olmağa eğilimli bulunanların ziyâde­siyle palazlanmalarını önleyecek tedbirlere başvurulmuştur. Sözgelişi, çeşitli dinî esâslı vergilendirmeler, vakıfların tesisi, verâset ile zilyetin tanzimi, toprakların işlenmesiyle ilgili düzenlemeler, hep bahse konu maksada matûftular.

İnsanlar, eşitçe yaratılmadıklarından, hukukun dışında kalan sahalarda, her­kes istidâdıyla, aklıyla, fikriyle, zikriyle, öğrenimiyle, yapıp ettikleriyle bağlan­tılı biçimde lâyıkına kavuşmalıdır. Hukuk ise, kişinin, zihnine, genel kaııâatlan- na, toplumdaki orununa bakılmaksızın, belli bir mekân ile zamanda olup bitmiş bir olaya karışmışsa, vakada onun payı nedir; neyi, nasıl, niye, niçin yapmış olduğunu sorgulayıp bulgulamağa gayret eder. Toplumun bütün katlarında kat­manlarında her şeyin ve herkesin lâyık olduğu oruna yerleştirilmesiyse, adâlettir. Giderek, adâletin, yaşatan, hayat veren uygulanışına da hukuk diyoruz. Bu yüz­den “vur deyince öldürür” düstûru doğrultusunda yürüyen bir hukuk, adâletin zıddı demek olan zulümden türemiştir. Ahmak ile yoksulu, işe yaramaz ile ten- beli, çalışkanla, zekî ve hayırlı olanla karıştırmak da; o ilk saydıklarımızı insan şeref ve haysiyetiyle bağdaşmayan bir hayata hükümlü kılmak da, aynı raddede zulümdürler. Kul hakkı yiyenlerin, kanunları fütursuzca çiğneyenlerin, cezâya çarptırılmasıyla kalınmayıp zâlimce muamelelere tâbî tutulmamaları kaydıyla. zarara uğrattıklarının, bir nebze dahî olsa, öc alma duygularına cevap vermeleri de adâletin gereğidir.

Sonuçta Müslüman Türkün savaşırlığını, İslâm ülküsünden çekip koparmak, onun mücâdele azmini dumura uğratmaktan özge bir anlam taşımaz. İngiliz Yahudî medeniyeti ile onun hareket ettiricisi olan İmperyalismin de maksadı işte budur. Bütün ezilen sınıfların, zümreler ile halkların, İslâm ülküsüne sarılmaları, bu ülkünün taşıyıcısı ile sürükleyicisinin de Müslüman Türkün olması, tarihî cihetten, akim, izânın gereğidir.

Nihâyet kulluk, insandan Allaha olup insanın insana olanı tek kelimeyle günâhtır.Yazıklar olsun, kulu kula kul kılan toplum düzenine!

(6)İktisâdı çıkar ve kâr esaslı İngiliz-Yahudî medeniyetinin desîsede tarihte çığır açan üstün zekâlı bireylerden oluşmuş gizli ve açık, resmî ve gayrıresmî önder kurmaylarının dikkati, 1800lerin başlarından itibâren bahse konu duruma odaklanır olmuştur. Adı anılan medeniyetin dünya çapında iktisâdî yayılmacılık ve bunu desteklemekle yükümlü siyâsî ile askerî hâkimiyet taşanlarının önünde göze batacakcasına belirgin pürüz, çözülmekte olan İslâm medeniyetinin yeniden dirilme ihtimâline ilişkin emârelerdir. Mezkûr ihtimâli gerçekleştirme imkânını bağrında taşıyan tek siyâsî-iktisâdî güç merkezi olan Osmanlı Devletinin başı ve gövdesiyle ortadan kaldırılması, İngiliz-Yahudî medeniyetinin karşısına vazge­çilmez bir zorunluluk olarak dikilmiştir.

İmdi, Osmanlı Devletinin başı ve göv­desiyle ortadan kaldırılma girişimi, Türklüğün ya toptan imhâsını ya da, neredey­se o anlama gelebilecek, bir başkalaşıma (métamorphose) uğratılmasını şart koş­muştur. Haddizâtında bir kültür varlığının imhâsı, tabiatının bozulması demek olan başkalaştırılmasından geçer. Türklüğü toptan imhâsı, soykırım yoluyla ger- çekleştirilebilinirdi. Bu, nitekim denenmiştir. Balkanlarda 1800lerin başlarından 1950lilerin sonuna değin Türk diye adlandırılıp kabul edilen Müslüman nüfusun kâh öldürülüşü, kâh kavmî temizlik doğrultusunda yerinden yurdundan edilmesi (Fr déportation) olayı ile bunun bir benzerinin Kafkaslarda da sahnelenmesi yukarıda bildirilenin açık bir örneğidir.(145)

Sèvresâe tasarlanmış taslaklardan biri olduğu söylenen, Müslüman Osmanlı Türkünün Anadoludan Orta Asyaya sürül­mesi, gerçekleştirilemeyince, kültür varlığının başkalaştırma yoluyla imhâsı cihetine gidilmiştir. Başta yazı düzeninin tamamıyla değiştirilmesiyle millî maşerî hâfıza silinmiş, ameliyât da böylece başarıyla sonuçlandırılmıştır. Ameliyât, kültür soykırımı anlamındadır. Dirimsel soykırımınmı yoksa kültürel olanınmı sonuçları daha ağırdır, sorusunun cevabı, İkincisidir. Olağanüstü kor­kunçluğuna rağmen, katledilen bir soya mensûp bireylerin kalıtım unsurları, başka bir/çok topluluğun döldöşüne karışarak, bir ölçüde dahî olsa, saklı kalırlar. Oysa bir toplumun, tarihi boyunca, göz nuru, alın teriyle vucuda getirmiş olduğu kültürün köküne, bir kere, kibrit suyu dökülmeğegörsün; o artık, bütün zamanlar için sırra kadem basar.

Yazının değiştirilmesinin yanısıra, Osmanlı Türküne mahsûs dine, siyâsete, hukuka, kılık ile kıyâfete, ev ile aile hayatına ilişkin tekmil kurallar, örfler, âdetler, alışkanlıklar, biçimler, tavır ile tutumlar küpeşteden denize atılmışlardır. Fakat yazıya koşut bir başka bağışlanmaz, fecîi katliâm dile uygulanmıştır. 1920lere gelindiğinde, gerek söylenişindeki renklilik ile telâfuzunun soylu latîfliği,gerek dilbilgisinin tıkızlığı ile kavîliği gerekse sözvarlığının çeşitliliği ile zenginliği itibâriyle Osmanlı Türkcesi dünyanın üç beş en mutenâ ile müstesna dilinden biriydi. Bahsettiğimiz, nazmın şehinşahı Fars şiirine cepheden meydan okuyabilecek gücü kudreti kendinde gören bir şiir ve onunla içli dışlı olmuş ruh kardeşi hârikulâde bir musikî geleneğini bağrında barındıran mümtâz bir dildir. Kıyılırmı böyle bir şahesere? Yakılıp kül edilmiş bâkir orman, yerini, iç karartı­cı, susuzluğu gideremeyen, cümle umudu tüketen çöle bırakır. Klasik dilimizin katli yerlebir edilmiş bir şehre yahut yakılmış bâkir ormana nice benziyor.'

(7)Kimilerinin son yirmi yılda diline pelesenk olmuş iddiası uyarınca, Türklerin yüzde altmışı ahmakmış. Bir millet yahut kavim, fıtraten, aptal olamaz. Böyle bir şeyi kanıtlar mahiyette aklı başında delîl yok. Günü çoktan geçmiş Kuzey kavmiyetci ırkçılığını çağrıştır bir saçmalık. Şurası da var ki, seksen yıl­dır her yeni nesille duygu ile düşünme yollarında tıkanıp yoksullaştığımız gözle görülür, elle tutulur bir gerçekliktir. Gerek bireyin gerekse toplumun duygu ile düşünme ufkunu dili çizer. Dil yoksa, duygu ile düşünme de olamaz. Sözdizimi ile dilbilgisiyle birlikte dilin kurucu unsuru söz haznesini teşkil eden her bir söz, tarihi boyunca edinmiş olduğu muazzam bir müktesebâtın taşıyıcısıdır.

Belirli bir kültürün bâriz bir özelliği, karşılığını belli bir sözde bulur. Nasıl bir canlının gen havuzundaki kalıtım unsurlarını kurcalamak, onun genetik yapısını değiştirmek demekse, benzer biçimde sözlerle oynamak, onları ipe sapa gelmez gerekçelerle atmak, yerlerine saçma sapan sözümona karşılıklar koymakla dil mahvedilir. Dili mahvedilmiş bir toplum-kültürün günleri sayılıdır. Dil, düşünme ufkumuzdur. Tek tek sözler, düşüncelerimiz ile duygularımızdır. Belli bir zaman ile mekânda dile getirilen, başvurulmuş ‘söz’ün tümü tamamı değildir. Çünkü, salt kavramlar, yanî fikirler dışında kalan düşünceleri ifade eder bütün sözler, tasavvur yüklü­dürler. İşte o tasavvur yüklü söz yokmu; o, toplumun, kültürün tarihidir; üstelik resimli tarihi. Kültürü toplumu teşkil eden fertler, o ‘resimli tarih’in mihverinde buluşur, bağdaşırlar. Nitekim Osmanlı milletini kaynaştırıp birarada tutan mihver üçgeninin de köşelerinden biri, devlet-hukuk geleneği, öbürü dindarlık/dinlilik, ötekisiyse Arap asıllı harflerle yazıya geçirilmiş dil (Klasik Türkçe) olmuştur.

(8)Çağdaş Ingiliz-Yahudî medeniyeti ve onun siyâsî-iktisâdî zenbereği hür sermâyecilik, dünyada tek ve eşsiz kalmak arzusundadır. Bu medeniyeti ve onun temel ideolojisini taşıyan güç, imperyalism, mümkün ve hattâ muhtemel her medeniyet tasarısını ateş bacayı sarmadan boğmak irâdesini tereddütsüzce uygu­lamaya geçirmektedir. Bu cümleden olmak üzre, mantıkça tek mümkün gözüken seçenek İslâm medeniyetinin yeniden dirilip toparlanma istidâdını durdurup kök­ten kurutmak amacıyla onun başını ezmek zorunluluğunu duymuştur. İmdi, İslâm medeniyet davâsının bin yıldır mücâdelesini ilimle, irfanla, kan ve gözyaşıyla sürdüregelmiş Türklüğü ve onun devlet şaheseri Osmanlıyı tarih sahnesinden ebeden silmek kaçınılmazlaşmıştır. Bu maksat doğrultusunda kırımın en akıllı ve kökten olanına başvurulmuştur: Binyüz küsur yıllık yazısının iptâliyle Türklüğün tarih-kültür hâfızası silinip boşaltılmış, millî kültür bilinci yokedilmiştir. Bu, tarihte eşine menendine rastlamadığımız bir tragedyadır. Böyle bir çılgınlığa dev­rimciliğin öncüsü Lenin ile Mao bile kalkışmamalardır.

 

6- Türk Tarihinin ‘Zenbereğ’i

(1) Hukukuyla, iktisâdı ve siyâsetiyle tasvir edegeldiğimiz İslâm medeniye­ti zeminine inşâa edilmiş düzene âdil nizâm diyoruz. Teoride ilkece o düzende çok ve hayırlı iş görenin de az çalışanın da yaşama hakkı mahfuzdur. Yalnız, her birinin alacağı karşılığın niteliği ile niceliği farklı olacaktır.

Çalışmak, hizmet etmek, kendini ve başkalarını yaşatmak, kulun, Allaha, karşı ödevidir. Yemek, içmek, evlenip çoluk çocuğa karışmak, evlâdıayâlını yaşatmak, öğrenme iştiyâkını karşılamak da onun İlahî hakkıdır. Haklar ile ödevlerin, İlahî menşeli oldukları bir kez kabul edildimi, bunlardan vazgeçmek de artık imkânsızlaşır.

Dünyevî olan her şey gibi, ilahı olmayan hukuk da, gelip geçici olur, keyfîdir, öznel çıkarlara, duygulanmalar ile mülâhazalara dayanır. Her dünya varlığını, bu arada insanı dahî, aldatabilir; beşer ürünü kurallar ile kanunları çiğneyebilirsiniz. Önünde sonunda, el elden üstündür. Gelgelelim, niyetlerinizi dahî görüp okuyanı; size şahdamarınızdan da yakın olanı nasıl aldatacaksınız? Seferden zaferle dönen görkemli sultanın kulağına “büyüklenme Pâdişâhım, senden büyük Allah var!” diye fısıldayan basit yeniçerinin sözlerinde ifadesini bulan bu dünya görüşünün en bariz vasfı, kişinin, kendi sınırlarını tanıması, alçakgönüllülüğü elden bırakmaması, nihâyet Hak davâsı uğruna savaşıp direnmesidir.

İşte, sözünü ettiğimiz dünyagörüşü çerçevesinde şekillenmiş bir düzende yaşayanların meydana getirmiş oldukları genişmi geniş coğrafyaya İslâmî manâda ‘vatan’ denilmiştir. Bu vatanın bir ucu Tuna boyları, ötekisiyse on binlerce fersah uzaklardaki Cava adası olabilir. Nitekim Osmanlı Devletine katılmış her yeni ülke vatanın parçası sayılmış; imperyalism telâkkisine has sömürge - anavatan (métropole) ayırımını öngören bir mefhum dahî Osmanlı Türkünün aklına gelmemiştir.

Devlete, onun hukuk şemsiyesinde yaşayan halk anlamında millete ve mülkü demek olan vatana ilişkin temel düstûrlar bahsi geçen coğrafyada bir ve aynıdır. Değişen, yere ve yöre şartlarına bağlı algılama ile davranma tarzlarıdır. Bundan dolayı da Türk Müslümanlığı, İran, Arap, Hint, Malay, Doğu Afrika, Arnavut, Boşnak v.s. Müslümanlıkları ne dikkatten ırak tutulmalı ne de bunlara halkın gündelik yaşama düzleminin ötesinde özel anlamlar atfedilmeli.

İmdi özetlersek, İslâmın ahlâkında vurgulanan husus, edebin gerektirdiği, yanî zulmü doğurmağa yatkın aşırılıklara, özellikle de kibire karşı sapılacak olan sırâtımustakîm, doğru yol, tabiatıyla, orta yoldur. Yemede içmede, sevmede sevişmede, dostlukta düşmanlıkta, barışmada savaşmada, mal, mülk ile mesken edinmede, yetkide sorumlulukta, dünya ile âhıret hayatını gözetmede, ödüllendirme ile cezâlandırmada, hep orta yol.

Medenî yaşayış, ancak âdil düzende mümkündür. O da ‘orta yol’dan gidilerek inşâa olunabilir. O orta yoldan güvenle yürümek de yalnızca devlet çatısı altında olur. Öyleyse medenî yaşayışın teminâtı devlettir. Türkün de birinci hasleti, devlet kuruculuğudur. Devletini kurmadan, tarihte, milletini oluşturamamıştır. İslâmöncesi tarihinde iki önemli devleti vardır: Göktürk ile Uygur. Tarihî önem taşıyan bütün müteâkip devletleri İslâmî devirlerde yer almışlardır. Bunların en önde geleniyse, Osmanlı Devletidir.

İşlediğimiz bölümün başlığı “Biz Kimiz Sorunu”ydu. Bu sorun, Türk tarihin zenbereğidir. Soruyu cevaplayamadığımız, sorunu çözüme kavuşturamadığımız sürece vuzûha erişemeyeceğiz. Vuzûhsuzluksa, devlet biçiminde teşkilâtlanmış toplum demek olan millet için felâketlerin en büyüğüdür. Zirâ hiçbir vesileyle önünü göremeyecek; ayakta kalmak maksadına matûf dayanabileceği kimlik içeriğini inşâa edip geliştiremeyecektir. Daha önce de bildirildiği üzre, Türklük bir ülkünün tarihidir. Savaşçılık zihniyeti ile edebi tarafından taşman bu ülkünün adı ‘devletiebedmüddet’ olup onu şahsında temsil edense Osmanlı Devleti olmuştur.

 

i- Zenbereği Devletiebedmüddet olan Devlet: Osmanlı

İç -Doğu Sibirya, Yenisey, Tarım havzası- ile Orta Asya -Türkistan, Mâverâünnehir, Hazar Denizinin doğusu ile Aral gölü kıyılan- çıkışlı, başta Oğuzlar olmak üzre, Türk boyları, Karadenizin kuzey ile batı kıyılarından dola­narak, Balkanların doğusunu ve İranı katederek Rumeli ile Anadoluya varıp yer­leşmişlerdir. Türkün, Rumeli ile Anadoluda bin yıllık yerleşme ve yaşama serü­veninin devlet şeklindeki teşkilâtlanmış şekline Osmanlı denilmiştir.

Türk kavmine mensûp Kayı boyunun Onüçüncü yüzyıl sonlarında (1299) Kuzey batı Anadoluda kurmuş olduğu Osmanlı devletinin çerçevesinde bir millî varlık kimliği oluşmuştur. Genelde soyca ve/ya kültürce türdeş toplumlar, teşki­lâtlanmanın en üst basamağını temsîl eden devleti kurarken, Osmanlı tarihinin başlangıcında bunun tersi cereyân etmiştir. İlkin devlet kurulmuş, akabinde mil­let oluş/turul/muştur. Baştan beri bu, İslâm ahlâkını esâs edinmiş bir imparator­luk devletidir. Kurucusu Osman Gâzî146 (1258 - 1326) ile oğlu ve vârisi Orhan Gâzî (1281 - 1360) dönemlerinde soydaş olmayan ve din ile dil birliği bulunma­yan çok çeşitli bireyler ile insan öbekleri, şaşırtıcı bir hızla kısa sürede millet teş­kil etmişlerdir. Yüzyıllar zarfında Osmanlı Devletinin milleti, soyca olmasa dahî dil, din, örf, âdet, hukuk, siyâset ile iktisât itibâriyle nisbeten mütecânisleşmiştir.

Ondokuzuncunun sonu ile Yirminci yüzyılın başlarında doruğa eriştiğini gördü­ğümüz Osmanlı millet tecânüsünün dayandığı beş sütün sayabiliriz: Çok eski Türk geleneğinin devamı, devlet-millet kaynaşmışlığının —buna ETde ‘ordu’ denmiştir— ifâdesi, Tanrının-yeryüzündeki-gölgesi ve geçmişten alıp getirdiği meşrûuluk ruhsatıyla geleceğin teminâtı hânedân mensûbu önder —devlet kuru­cusu hânedân önderleri muzaffer kumandan olmak zorundaydılar—; Matûridî-Hanefî yorumuna dayalı devletin denetimi ile gözetiminde Müslümanlık; Hz Peygâmber ile ehlibeyt aşkı; ve nihâyet yaklaşık Dokuzuncu yüzyıldan bu yana yazılı bir muhâfazakâr yazı Türkcesi. Mezkûr devlet, ruhsatı Tanrıdan almış bir ruhbân zümrenin idâresini yaşamamıştır. Bundan dolayı din devleti (Fr théocratie) ortaya çıkmamıştır. Devlet, dinin değil; tersine din, devle­tin denetiminde kalmıştır. Genelde Türk devletlerinde, özellikle de Osmanlıda ruhbân - ruhbân-olmayan ayın mı yaşanmadığı gibi, askerî - mülkî zümreler ayırışması da gün ışığına çıkmamıştır. Bu olağanüstü hayatî önem taşır hususlar göz önüne alınmaksızın Türklüğün, bâhusus Osmanlının tarihî çözümlemesi bizleri sağlıklı sonuçlara götürmez.

Osmanlı, esâs itibâriyle, Çağatay/Özbek, Kırgız/Kazak, Uygur, Tatar gibi, Türk unsurlarının teşkil ettiği makûlenin/kategorinin bir kısmı, parçası, üyesi olmuştur. Mantık lisânıyla konuşursak, ‘Türk/lük’ kaplam, ‘Osmanlı/lık’ da onun içlemindedir. Tıpkı Arab ile İsraillinin Sâmî; hasım unsurlar Alman ile İngilizin Germen; Rus, Leh, Ukranya, Bulgar, Sırp, Çek v.s. milletlerinin İslav çatısı altın­da derlenmesi gibi, bir şey. Türk/ce bir diller ile lehçeler ailesinin, belki de kavmin genel deyimlendirilişidir. Osmanlıysa, bir birlikli (Fr unitaire) imparatorluk devleti, yanî kavim esâsına oturtulmamış devlet ile temelini, özünü Türklerin teş­kil ettiği, kandaş, türdeş olmayan toplumlardan yahut halklardan kurulu milletin sam olmuştur.'Osmanlı, dilce, dince, mezhepçe, tarikatça, örfçe, âdetçe ve iktisâdî geçim araçları ile yollan itibâriyle çok çeşitli alttoplum dokularından örülmüş bir üstyapıdır. Bu devlet üstyapısı, başta hânedân olmak üzre, yönetici zümrenin ken­dine uygula/ya/madığı, öncelikle hukuk ile iktisâttaki adâleti sâyesinde, böylcsi müdhiş bir çeşitliliği, bunca uzun süre birarada tutmağı başarmıştır.

O, sonuçta, ülkü devletinin seçik örneğini teşkil etmiştir. Kendine vucut veren insanlar arasında, tekrarlamak bahâsına söyleyelim, dirimsel bağın izi dahî bulunmaz. İlk başta gelen ilkesi Allah inancı; İkincisiyse, Devlet ülküsüne olan bağlılıktır. Bu bakım­dan onu oluşturan halkın ruhuna sinmiş olan “Allah, Devlet ile Millete zevâl ver­mesin!” şiârıdır. Bu, o denli güçlü bir itikâd olmuştur ki, son Pâdişâh, memleketten sürülürken, sarayını terketmeden önce, yüzüğünü, “devlet malıdır!” diye parmağın­dan çıkarıp masaya koymuştur. Ecnebî bankalarda hesab açtırmağı akıl etmeği bir yana bırakın, sâdece, yurdu terkederken, Topkapı sarayından değerli bir mücevhe­ri yanında götüreydi, menfada ayâlıevlâdı dahî servete garkolabilirdi. Oysa borç­ları ödenemeyip cenâze masrafı karşılanamadığından, naaşı, menfadaki ikâmet­gâhının arka kapısından kaçırılmıştır.

Onsekizinci yüzyılın sonlarından itibâren dünya çapında yayılıp yükselişe geçen İngiliz-Yahudî medeniyetinin temel devindiricisi Mâlî Sermâyecilik, adâletsizliği, yanî zulmü Ondokuzuncu yüzyıl sonları ile Yirmincide iyiden iyiye küreselleştirmiştir. Mülkünün temeli adâlet olan Osmanlı, sahteciliğin, ikiyüzlülük ile zulmün dörtbir yandan, bütün cephelerden karşı koyulmaz dehşet verici saldırısına yüzyıla yakın süre direnebilmiştir. Tecâvüze uğramış öteki çağdaşı devletler, milletler ile toplumlardan daha uzun zaman boyunca ayakta kalma başansım göstererek. Katledildiğine kanâat getiril­diğindeyse, ölmediğini kanıtlamasına, İstiklâl Harbini zaferle taçlandırmak süre­riyle gömülmek istendiği mezarından fırlamıştır.

Osmanlı Türk milleti, Millî Mücâdeleye girişirken, belli bir toprak parçası anlamındaki yurdu kurtarmak amacıyla silâha sarılmamıştır.(147) Zirâ, bu milletin maşeri şuurunda böyle bir kavram yer etmemiştir. Bahis konusu olan, bütün Müslümanların yaşadığı diyârdı. Osmanlı, Millî Mücâdele esnâsında Antebi, Maraşı nice savunmuşsa, Birinci Cihân Harbi sırasında Medine yahut Akâbe uğruna da onca canhırâc savaşmıştır. Dârulîslâm, Osmanlının maşerî şuurunda bir bütünlüktür. Dârulİslâmda yaşayanlar da, bir milletin ferdidirler. Bu milleti geçmişten geleceğe taşıyan ülküsel sürekliliğinin en üst teşkilâtlanışıysa Devlettir. O Devletin ete kemiğe bürünmüş ifâdesi de, Halîfe-Kaysar-Han- Pâdişâh,(148)olan kişidir. Nasıl İslâmın âlem telâkkisi, Vahdete dayanıyorsa Devlet anlayışı da bir o kadar Birlikçidir. Aslında, bugün dahî bağlandığımız birlikçi (Fr unitariste) devlet anlayışı, Osmanlının ta derinlerimize işlemiş siyâsî şuurunun kalıntısıdır.

 

Ş.Teoman Duralı-Sorun Nedir?,syf:324-337

 

 

 

Dipnotlar:

(130)- Milâdî Altıncı yy.da kurulan Hazar (Türk) Devleti ile ahfâdı Karayım Türkleri Yahudi dinini;

Karaman Türkleri Ortodoks ve Kuman Kıpçak Türkleri ise Katolik mezheplerini benimsemişlerdir.

(131)- Bkz: L.N.Gumilyov: A.g.c., 425.s.

132-Sadri Maksudi Arsal: “Türk Tarihi ve Hukuk”, 267. s.

133-Bkz: JJ. Saunders: “A History of Medieval Islam”, 141. - 184.syflr.

134-Rivayete göre, bir ayda iki yüz bin Türk ihtidâ etmiş. Osmanlılar ile Azarbaycanlılar örneği Batı Türkleri Oğuz menşelidirler. Oğuzların konar-göçer zümresine ‘yörük’; kırlık alanlarda yerleşik yaşayanlarına ‘Türkmen’; şehirlerde oturanlarına da ‘Türk’ denmiştir. —Bkz: E.W.Lane: “Arabic- English Lexicon”, I. cilt, 305.S.

135-Bkz: Peter B.Golden: “An Introduction to the History of the Turkic Peoples'\ 185.s; konuyla ilgili olarak Peter Golden'xn zikrettiği kaynak: Ibn Athîr: “Al-Kâmil fi-t Ta'rih/Chronicon quod Perfectissimum Inscribitur', ed. C.J.Tomberg, Leiden, 1851 - 1876, reprint Beirut, 1965- 1966 with different pagination.

136-Onuncu y.yda Moğolistanın güney doğusundaki anayurtlarından hareketle Çinin kuzeyi ile Mançuryayı ele geçirip bir süre sonra  Çinlileşmiş Hıtaylara  izâfeten Orta Asya Türkleri, Çini ve Çinlileri Hıtay/lı şeklinde anar olmuşlardır.Zamanla Türklere bakarak Araplar ile Farslar 'Hıtay',Ruslar da 'Kıtai'demişlerdir. -bkz:Peter B.Golden:Aynı yer.

137- Bkz: EK 10a

138- Bkz: Jean-Louis Bacqué-Grammont: “L’Appogée de 1 'Empire Otoman: Let Evénements (1512 - 1606)”, 141 - 143.«yflr, aynca bkz; Robert L.Canfield: “Theological *Extremism* and Social Movements in Turko-Persia”, 132. - 150. syflr.

139-Bkz: EK 11e

140- ing “Turko-Persian Islamicatc Culture.” -Robert L.Canfield: “The Tnrko-Persian Tradition”,I- 34 .syflr.-Robert L. Canfield, ‘İslâmî’yi, din anlamında Islamic şeklinde kullanırken, medeniyet için islamicate demiştir —bkz: A.g. çalışma, 32 s.

141-Bkz: Gerhard Doerfer. “Türkische und Mongolische Elemente im Neupersischen", dört cilt.

142-Fr.Milieu socio-politique

143-Bkz:Ek12'ye

144-Bkz.Ek 13'e

145-Bkz.Justin McCarthy:''Death and Exile/The Ethnic Cleansing of Ottoman Muslims 1821-1922''

146- Çoğunlukla toplumlar yahut milletler,adlarını, boy yahut oymak olduktan devirlerde taptıktan kutsal varlık/lar/dan almışlardır. Bununla birlikte, belli bir kişinin adıyla anılan milletler ile devletler de vardır. Amerika kıtası, Amerika Birleşik Devletleri«—¿/nerigo Vespucci (1454 -1512); Kolombiya«— Cristofero Colombo (1451 - 1506); Bolivya«- Simon José Bolivar (1783 -1810).

Tarihte cihangir imparatorluk devletleri belli bir milleti yahut kavmi ihsâs edebilecek adla anılmaktan kaçınmışlardın Britanya yahut Birleşik Krallık, Amerika Birleşik Devletleri, Sovyet Sosyalist GiBMycıknı Mfcimparatorluk ülkü devleti adlandır. Osmanlı, herhangi bir kavme işâret etmeme- c ve kavım,Illk Itibany,e çdcimscr olmasıyla tam anlamıyla bir imparatorluk ülkü devleri adıdır.

147 Tasvir ettiğimiz durumun veciz ifâdesini, Mustafa Kemâl Paşa’mn, 5 ağustos 1921 tarihli talîmâtın- da bulabiliriz: “Hattımüdâfaa yok; sathımüdâfaa var; o satıh da bütün vatandır...” Vatanın millî dev­let hudutlarıyla sınırlanmış olduğu bu yolla dile getirilmiş oldu.

148- Osmanlı hükümdarının taşıdığı ünvânların her biriyle devlet çatısı altında yer alan tabaanın bellibaş- lı cüzlerinden biri kastolunmuştur. ‘Hanlık’, Türklere, ve Hükümdarın Türk asıllı olduğuna; ‘Pâdişâhlık’sa, her ne kadar Osmanlı idâresinde bulunmasa dahî, İran halkına; ‘Sultanlık’ da, Araplara yöneliktir. ‘Halifelik’, Müslümanların tümünü kuşatır. ‘Kaysar’a (L caesar) gelince; onun da işaret ettiği cüz, Gayrimüslimlerdir. Burada Gayrimüslim ahâlî, adetâ Roma Devletinin emâneti gibi görülmektedir. Ancak, Osmanlı, devlet olarak kendini Romanın halefi biçiminde görmez. Onun, devlet düzeni bağlamında, gözlerini İslâm medeniyeti çerçevesinin dışına çevirmiş olduğuna ilişkin elimizde güvenilir cinsten kanıt yoktur.

 

 
Devamını Oku »

Adalet

AdaletHukukun gayesi,adalettir. Adalet, herkese lâyık olduğunu vermektir. Adalet, ilk bakışta düşüncede eşitlik fikrini doğurur ve bir terazinin kefelerinin denge halinde olması şeklinde tasarlanır. Lâkin her zaman adalet, eşitlikle beraber bulunmaz. Çünkü her­kes aynı şeylere lâyık değildir. Her ferdin lâyık olduğunu ölçen, kendi yetileri ve çalışmasıdır, bu yetilerini kullanmasıdır; yaptığı işin değeri ve çalışması oranında çok şeye lâyıktır, yani haklan artar. Bunlarla beraber bir de ihtiyaçlar, hakkın ölçüsü olmak­tadır. İlâca muhtaç olan bir hastanın, kuvvet şurubuna ihtiyacı olan bir zayıf insanın bunları elde etmeye hakkı vardır; sağlam bir insanınsa hakkı yoktur. Şu halde iki türlü adaletin bulunduğunu görüyoruz. Biri şekle bağlı adalet ki tam ve mutlak eşitlikten iba­rettir. Öbürü ideal adalet ki gayesi, insanın yetileriyle çalışmasını ve bütün ihtiyaçlarını gözönünde tuttuktan sonra bütün bunlarla tam orantı halinde haklarını verebilmektir. İnsanlığın muhtaç olduğu gerçek adalet budur. Bu adaletin gerçekleştirilmesi zor, tam olarak gerçekleştirilmesi ise imkânsızdır. İnsanlığın gayesi, mümkün olduğu kadar bu gayeye yakınlaşmaktır.

İnsanlığın tarihinde, adalet idealinin, ihtirasla arayıcısı olan büyük devlet adamlarının varlığını tanımaktayız. Nûşirevân ile Halife Ömer bunlann başındadır. Her ikisi de adalet uğrunda kendi oğullarını ölüm cezasma çarptırdılar. Halife Ömer'in bütün idare hayatı, adaletin eşsiz örnekleriyle doludur. Birkaçını söyleyelim:

Kudüs şehri İslâm ordusu tarafından kuşatıldıktan sonra Kudüs­lüler, şehri ancak halifeye teslim edeceklerini söylediler. Haber, halifeye bildirildi ve halife, kölesi ve bir devesiyle Kudüs’e gitmek üzere Medine den yola çıktı. Yalnız bir devesi bulunduğun­dan yolda köle ile nöbetleşe deveye biniyorlardı. Kudüs’e gire­cekleri zaman sıra kölede idi. Köle devenin üstünde, halife yerde devenin ipini çekerek şehre girdiler. Bir akşam çalışma yerinde yanına bir adam gelerek görüşmek istediğini söyledi.

Halife kendisine, görüşmenin devlet işi üzerinde mi, yoksa özel mi olduğunu sordu. Adam özel konu üzerinde olduğunu söyleyince halife masanın üstünde yanan devletin mumunu söndürdü ve kendi şahsî malı olan mumu yaktı; ondan sonra adamı dinledi.

Bir Arap çölden Medine’ye gitmekte iken şehrin yakınlarında iki adamın çalıştığını gördü. Bunlardan biri balçık yoğuruyor, öbürü kerpiç kesiyordu; tuğla yapıyorlardı. Arap açtı; çalışanlar­dan yiyecek istedi. Onlarınsa biraz kuru ekmekten başka şeyleri yoktu. Onu verdiler; lâkin bu ekmek, yenemeyecek kadar kuru ve lezzetsizdi. Açlığını onunla gideremeyen adama, biraz daha sab­redip Medine’ye gitmesini ve tarif ettikleri yere giderek durumu anlatmasını, orada kendisine yiyecek vereceklerini söylediler. Yolcu, Medine’de kendisine tarif edilen yeri buldu ve orada bol ve lezzetli yemeklerle kamını doyurdu. Çıkarken gizlice, o güzel yiyeceklerden birazım torbasına attığını garsonlar gördüler. Kendisine, “Bunu yapma, istediğin zaman gel, burada kamım doyurursun”, dediler. Bunun üzerine yolcu, “Kendim için değil, çölde rastladığım zavallı adamlar için alıyorum. Onların yenecek ekmekleri bile yok!” deyince kendisine güldüler ve dediler ki: “Onların biri halife Ömer, biri de Ali’dir. Bu imaret Ömer’indir. Halife maaşlarını buraya bağışlamıştır. Burada fakirlerin kamım doyurur; kendisi de o gördüğün şekilde elinin emeğiyle geçinir”.

Hukukun gayesi olarak adalet kavramının incelenmesi, huku­kun ahlâktan ayrı olmadığını düşündürüyorsa da hukuk ile ahlâk, şu farklarla birbirlerinden ayrılırlar:

1-Ahlâk örf ve âdetler halinde, hukuk ise kanunlarla yaşatılır.

2-Ahlâkın kaideleri yazılı değildir, hukukta yazılı kaideler vardır.

3-Ahlâk teşkilâtlı değildir, hukuk teşkilâtlıdır.

4-Ahlâkî davranışa sürükleyen vicdandır, hukukta ise zorla­yıcı maddî cezalar vardır.

5-Ahlâk, gaye olarak ferdî ruhun en yüksek idealini arar, hukukun gayesi ise toplumun düzenini sağlamaktır.

6-Ahlâk yalnız insanlar arasındaki bağıntıları düzenler, hukukta da esas olan insanlar arasındaki bağıntıları düzenlemek olmakla beraber, bazen hukuk (mirasın bölünmesinde olduğu gibi), insanlarla eşya arasındaki münasebetleri de düzenleyicidir.

Bu ayrılıkların ortaya koyduğu incelikler, hukukla ahlâkın arasına duvar çekmiyor. Ahlâkın vicdanlarda yaşattığı adalet ideali, toplum hayatında ve dışımızda madde alanında, hukuk tarafından gerçekleştirilmektedir.

Nurettin Topçu,Ahlak
Devamını Oku »

Adalet

Adaletİnsan etik, politik, estetik, psikolojik ve sosyolojik yanlarıyla bir­likte, her şeyden öte kâinata ve Allaha açık bir varlık olarak, kendisini ifade etmek ve gerçekleştirmekle yükümlü bir varlıktır, işte adalet, insanın tüm bu veçhelerinin birlikte ve bir bütün olarak değerlen­dirilmesi anlamına gelmektedir. Yoksa amaç, salt biçimsel anlamda bir matematiksel eşitliğin sağlanması değildir. İslam, elbette liyakate önem verir ve onu gözetir. Ama adaletsizlik, insanların temel an­lamdaki eşitliklerini dikkate almayan bir toplumsal perspektifin be­nimsenmesidir. Hatta bu, sadece Müslümanlan kapsayan bir ilke de değildir. Nitekim Ali (r.a.), konuyla ilgili olarak insanların “ya din­de kardeşimiz, ya da yaratılışta eşimiz,” olduğunu söyleyerek; “Müs­lümanların tüm Müslümanların kendilerinden emin olduğu, mü­minlerin ise tüm insanların kendilerinden emin olan kişiler olduğunu” belirtir. Ancak Müslümanlar zamanla bu hassasiyetlerini yitirerek, kavmiyetçi veya sınıfsal bir tereddinin akabinde, kendi içlerine ve belli bir tarihselliğe, tabir caizse bir “İslam ırkçılığı” anlayışına ka­panmak, tevhid ve adalet ilkesinden sapmışlar ve bu anlamda insanlığın örnekliği ve öncülüğü vasıflarından uzağa düşmüşlerdir.

İnsanların sınıf, ırk, kast, soyluluk, varsıllık gibi doğal yada reel eşitsizlikleriyle; onları baskıcı ve biçimci bir eşitçiliğin düzleştirici zorbalığı altında hizalayan bir mantık arasında adalet, insanları ken­di özgüllükleri içerisinde değerlendirmeyi; ve hatta daha da geniş bakış açısı ile, tüm canlıların yer aldığı bir yaşama dünyasının, bu dün­yaya ait türlerin ve bireylerin birbirini ezmeden, sömürmeden, istismar etmeden yaşama tarzlarını birbirinin rağmına kurmadan, herkesin asgarî ölçekte de olsa bu hayata dair imkanlardan yararlanabilece­ği; ama kendisini geliştirmesi açısından da açık uçlu olan bir top­lumsallığın/dünyanın koşullarının güvence altına alınmasıdır. Eme­ğin karşılıksız kalmadığı, yeteneklerin değerlendirildiği, ama sonuçta dünya üzerinde yaşayan herkesin temel ortak haklara sahip olduğu bir toplumsal-iktisadî-siyasî denkleştirme olarak adalet; herkesin diz­gesel bir tutarlılıkta eşitlenmesini öngörmediği gibi; bu anlamda top­lumsal farklılaşmlara da açıklığı öngörür.

Dolayısıyla adalet, ırk, üretim, tüketim, ideoloji ve hatta din gibi eksenler etrafında homojenleştirilmiş ve farklılıkları bastırılmış olan bir toplumsallığın inşasını değil; tam aksine farklılıkların be­lirginleştirilerek, toplumsallığın özgüllükleri içerisinde heterojenleştirildiği bir özgülleşme-özgürleşme perspektifidir.

İnsan ve İslam,Ümit Aktaş

 
Devamını Oku »