Şefaat Kuran'a Aykırı Mı ?




1. “Cehennemden bir topluluk, Muhammed’in (s.a.v.) şefaatiyle çıkar ve cennete girer. Ve onlar ‘cehennemlikler’ diye isimlen­dirilirler”.[1]

Enes b. Malik, Resûlullâh’ın (a.s.) şöyle buyurduğunu rivayet etti: " Bir kısım insanlar, kendilerine cehennem ateşi dokunduktan sonra si­yaha yakın kırmızı bir renkte oradan çıkıp cennete girecekler. Cennet ehli onlara ‘Cehennemlikler’ adını verecekler.”[2]




Bu hadis, şu ayete arz edilerek tenkîd edilmiştir: “Güzel davranan­lara hüsna (daha güzel karşılık), bir de ziyade/fazlası vardır. Onların yüz­lerine ne bir toz (kara leke) bulaşır, ne de bir zillet (gelir). İşte onlar cennet ehlidirler. Ve onlar orada ebedî kalacaklardır.” (Yunus, 26) Ayette cennet ehline toz anlamında kara leke bulaşmayacağı ifade edilmekte­dir. Hadiste ise siyaha yakın bir kırmızılık içinde olanların cennete dahil olacağı beyan edilmektedir.

Bunların arasında bir tenakuz yoktur. Ayette kara leke bulaşmayacak kimselerin “hesapsız doğrudan cennete girecek olanlar ile tartıları ağır gelip cennete dahil olanlar” olduğu anlaşılmaktadır. Üzerlerinde siyaha yakın leke bulunacak olanlar da böyle olmayan, yani sonradan cennete dahil olan müminlerdir. Ayetteki toz anlamındaki kara lekeyi mecazi olarak anlamak da mümkündür. Yani onların üzerinde hiç bir yorgunluk izi olmayacaktır.Alınları ak bir şe­kilde cennete gireceklerdir. Hadiste ise bu kişilerin hakiki olarak üzer­lerinde bir siyahlık olacağı ifade edilmektedir. Bu siyahlıkla tanınamayacaklar, ancak bu siyahlığın devam edip etmeyeceği hadislerde geçme­mektedir. Bunu en iyi bilecek olan Allah’tır.

2. “Şehîd, ev halkından yetmiş kişiye şefaat eder”.[3]

3. “Kıyâmet günü şu üç grup insan şefaatçi olacaktır: Peygamber­ler, âlimler ve şehîdler”.[4]

4. “Her Nebinin bir duası vardır. Ben ise ümmetime kıyamet gü­nü şefaat etmek üzere duamı geciktirmek istiyorum”.[5]

5. “Nebîler, melekler ve mü’minler şefaat eder. Bundan sonra Cebbâr olan Allah: ‘Geriye benim şefaatim kaldı’ der ve cehennem­den bir avuç alır ve böylece orada yanmış olan bazı toplulukla­rı çıkarır. Sonra onlar cennetin önlerindeki hayat suyu denilen bir ırmağa bırakılırlar”.[6]

6. “Kıyâmet gününde şefaatimle en ziyade mesut olacak kimse, kalbinden halis bir şekilde ‘Allâh’tan başka ilah yoktur’ diyen kimsedir”.[7]

7. “Kur’ân okuyun, çünkü o kıyamet günü okuyucusuna şefaat eder...”.[8]

8. Enes’den: “Benim şefaatim, ümmetimin büyük günah sahipleri­ne aittir”.[9] Tirmizî’ye göre hasen-sahih-garibdir. Tirmizî aynı hadisi Câbir’den nakleder ve hakkında “bu tarikten hasen-garibdir” der. Elbânî, bu hadis hakkında şöyle der: “Hadîs -gö­rüşleriyle mağrur olanların ve hevasına ittiba edenlerin hilâfı­na- sahîhdir”.[10] İlave olarak şunu söyleyelim: Elbânî, bu hadî­se aslında “bid’at sahibi hariç ümmetime şefaatim helâldir” rivayetini naklettikten sonra değinmiştir. “Bid’at sahibi...” şeklin­deki hadisin münker olduğunu belirttikten sonra ayrıca metni­nin “Benim şefaatim, ümmetimin büyük günah sahiplerine ait­tir” hadisine muhalif olduğunu belirtmiştir.

Şefaat meselesi, tarihte olduğu gibi günümüzde de tartışılan konulardan biridir. Bu konuda iki görüş ortaya çıkmıştır:

1. Şefaat diye bir şey yoktur. Çünkü bu, torpil ve iltimas anlamına gelir. En küçük detaylara varıncaya kadar adaletin gerçekleştirile­ceği kıyamet gününde böyle bir torpil uygulaması Allâh’ın adaletine uygun düşmez. Haricîlerin ve Mu’tezile’den bazılarının ileri sürdüğü bu görüşün delili, daha ziyade akıl ve mantıktır. Kur’ân-ı Kerîm’deki; “Şefâatçilerin şefaati onlara fayda vermez”[11] ayeti ile buna benzer ayetler de bu görüşe delil olarak gösterilir.

2. İslâm ulemasının çok büyük ekseriyetine göre ise şefaat vardır.Yu­karıdaki ayet ise, kâfirler hakkında ve onların asla cehennemden çıkarılmayacağı anlamındadır. Halbuki şefaat, sadece mü’minler için söz konusudur. Kâfirlerin şefaat yoluyla cehennemden çıka­rılması mümkün değildir. Ama Ebu Tâlib örneğinde olduğu gibi bazı kâfirlerin cehennemdeki azabının hafifletilmesi ise mümkün­dür. Cehennemdeki bütün kâfirlerin aynı derecede ceza görece­ğini iddia etmek doğru olmaz. Dünyada inkâr ve isyan açısından farklı oldukları gibi, ahirette de ceza itibariyle farklı olacaklardır. Şefaat konusundaki rivayetler, tevatür seviyesine varacak derecede bir yoğunluğa sahiptir. Kur’ân-ı Kerîm’de de buna delalet eden ayetler bulunmaktadır. Bunlardan bazılarını kaydedelim:

Bakara Sûresi’nde; “O’nun izni olmadan, huzurunda kim şefaat edebilir?”[12] buyurulmaktadır. Bu cümle, Allâh’ın izni dâhilinde şefaatin mümkün olacağı­nı ifade etmektedir. Enbiya Sûresi’nde;
“Onlar (Peygamberler), Allâh’ın hoşnut olduğu kimselerden başkasına şefaat etmezler.” Bu cümle de, Allâh’m hoşnut olduğu kişilere Peygamberlerin şefaat edeceklerini göstermektedir.

Yunus Sûresi’nde de; “O’nun izni olmadıkça şefaat edecek kimse yoktur” buyurulur.
Gafir Sûresi’nde; “Zâlimler için o gün ne bir dost vardır, ne de sözü dinlenen bir şefaatçi!” buyurulur. Birçok ayette geçen “onların dostu ve şefaatçisi olmayacak” anlamındaki cümle ile, zalimlerin, yani kâfirlerin kas­tedildiği bu ayette açıkça belirtilmektedir. “Sözü dinlenen bir şefâatçi”nin kâfirler için olmaması, mü’minler için de olmayacağı anlamı­na gelmez. Bu ayetlerin, özellikle müşriklerin, putların Allah katında şefaatçi olacakları şeklindeki inançları ile birlikte düşünülmesi gere­kir.

Nitekim “Onlar Allâh’ı bırakıyorlar da, kendilerine fayda ve za­rar veremeyecek olan şeylere (putlara) tapıyorlar ve; ‘Bunlar Allah katında bizim şefâatçilerimizdir’ diyorlar” (Yunus 18) ayetinde bu husus açık­ça belirtilmektedir. İşte “şefâatçi yoktur” anlamındaki ayetler, daha çok, müşriklerin bu inançları ile alakalıdır. Başka bir ayette de; “On­lar, Allâh’a ortak koştukları varlıkların hiç birinden şefaat göremeye­ceklerdir. O gün onlar ortak koştukları varlıklara da küfredecekler” (Rum 13) buyurulmaktadır. Meryem Sûresi’nde de; “O gün Rahmân’ın nezdinde bir ahd (söz) almış olanlardan başka­ları şefaat etmeye malik olamayacaklar” buyurulmaktadır. Bu ifâ­de de bazı kişilerin şefaat etme yetkisine sahip olacaklarını göster­mektedir.

Tâhâ Sûresi’nde de; “O gün ancak Rahmân’ın izin verdiği ve sözünden hoşnut olduğu kişiye şefaat fayda verecek” buyurulur.

Sebe’ Sûresi’nde de; “Allâh katında, kendisinin izin verdiklerinin dışında hiç kimsenin şefaati fayda vermez”[13] buyurulur.

Zuhruf Sûresi’ndeki;“Onların Allâh’tan başka taptıkları varlıklar, o gün şefaat etme gücüne sahip olamazlar; yalnız bilerek Hakka şâhidlik edenler müstesna!”[14] Ayeti de, daha öncekiler gibi, şefaat konusunda bazı kişilerin istisnâî bir yetkiye sahip kılınacağı belirtilmektedir. Nihayet Necm Sûresi’nde de; “Göklerde ne kadar çok melek olsa da, onların şefaati kimseye en ufak bir fayda sağlamayacaktır; yalnız Allâh’m dilediği ve razı olduğu kişiler için şefaat etmeleri müstesna!”[15] buyurulmaktadır. Bütün bu ayetler, şefaatin var olduğunu göstermektedir. Yüce Allah, bazı kişilere, kendilerinden razı olduğu bazı kişiler için şefaat yetkisi verecek ve onların, izin verdiği o kişiler hakkındaki şefaatlerini ka­bul buyuracaktır. İlave etmek gerekir ki, Peygamberler dahil hiç kim­senin, şartsız ve izinsiz şefaat etme hakkı olamaz. Çünkü Allâh’ın izni olmadan kimse kimseye şefaat edemez. Kendisine şefaat izni verilen kişi de, sadece Allâh’m affetmeyi istediği kişilere şefaat edebilir. Onlara verilen şefaat hakkı veya yetkisi de, sadece Allâh’ın o günahkârları bağışlamasının bir ifadesidir.

Müminlere şefaatin olmayacağını ifade eden Bakara, 254 ayetini nasıl anlamalıyız?

Müfessirlerle muhaddislerin ekserisine göre İsrâ Sûresi’ndeki; “Gecenin bir kısmında nafile olarak namaz kıl! Böylelikle belki Rabbin se­ni ‘Makâm-ı Mahmûd’a yükseltir” ayetinde geçen “Makâm-ı Mahmud”dan, yani hamd ve övgü makamından maksat, Hz. Peygamber’e verilen şefaat yetkisidir. Bu konuda İbn Abbas, Ebu Hureyre, Sa’d b. Ebî Vakkâs’tan gelen rivayetler vardır. Mücâhid ve Hasan el-Basri de aynı kanaattedirler.[16] Burada mü’minlere şefaatin olmayacağını gösteren bir ayet üzerin­de durmak istiyoruz. Allah şöyle buyurur: “Ey îmân edenler! Kendisin­de hiçbir alışverişin, hiçbir dostluğun ve hiçbir şefaatin bulunmadığı bir gün gelmeden önce, size verdiğimiz rızıklardan Allah yolunda harcayın. Kâfirlere gelince, onlar zalimlerdir.” (Bakara, 254) Bu ayet, zahiriyle açık olarak mü’minlere şefaatin olmadığını orta­ya koymaktadır. Bununla birlikte buradan mü’minlere ahirette şefaatin olmayacağı sonucuna varılırsa bunun diğer ayetlerle çelişeceği açıktır.

O zaman, nasıl bir metot takip etmeliyiz? Bu kadar ayeti ve bir o ka­dar hadisi birbiriyle çelişmeyecek tarzda nasıl anlayabiliriz? Önce ayet ve hadislerden ortaya çıkan tabloyu netleştirelim:

1. Allah, şirk dışında, günahları dilerse bağışlayabileceğim, dilerse azap edebileceğini beyan etmektedir.

2. Pek çok ayette şefaatin olmadığı vurgulanmaktadır. Bu ayetlerin siyak ve sibakına bakıldığında müşriklerin şefaat inancına red diye niteliği taşıdığı açıkça anlaşılmaktadır.

3. Pek çok ayette Allâh’ın şefaat izin ve yetkisinin olduğu vurgulan­makta; razı olduğu kullarına bu izni vereceği ifade edilmektedir.

4. Bunlara paralel olarak pek çok hadiste şefaatin varlığı ortaya konmaktadır.

5. Bir ayette açıkça mü’minlere şefaat olmayacağı beyan edilmek­tedir.

Bu tabloya bakıldığında, Bakara Sûresi’nin mezkûr ayeti hariç, ayet ve hadisler birbiriyle uyum içindedir. Tabii şefaati reddeden pek çok ayetin müşriklerle ilgili olduğunu kabul ettiğimiz için onları dışarıda tutuyoruz.Geriye bir ayet kalmaktadır. Şimdi bu tek ayet mi esas alı­nıp diğer ayetleri zahirinin dışında yorumlamalıyız, yoksa pek çok ayet ve hadisi mi esas alıp bu tek ayeti te’vîl etmeliyiz? Usul geleneğine bağlı kalmamız gerekirse bu tek ayetin te’vîl edilmesi gerekmektedir. Bu­na göre aslında bu ayette mü’minlerin şefaate nail olmayacağı kastedilmemektedir. Peki ne kastedilmektedir? Ayet, şu kastediliyor gibidir:

“Ey inananlar! Müşrikler, putlardan medet umarak sorumlulukları­nı unutuverdiler. Putların onlara şefaat edeceğini zannettiler. Oysa biz putlara böyle bir yetki vermedik. Sizler de bazı kulların ben yetki ver­meden kendiliğinden şefaat edeceklerini sakın zannetmeyin. Benim iz­nim olmadan hiçbir kul şefaat edemez. Dolayısıyla, kullardan bir bek­lenti içine girmeyin. Kesinlikle böyle bir şey yoktur. Siz, salih amel iş­lemeye ve razı olunan kul olmaya bakın”.

Ayeti bu çerçevede ve bu vurgu içerisinde anlarsak bundan mü’minlere şefaat olmayacağı çıkmaz. Zira ayetin vurgusu başkadır. Ayetin vurgusu, şefaatin zor bir mesele olduğunadır. Şefaati hak etmenin ko­lay olmadığınadır. Bununla birlikte yine de her şeyi zerre miktarınca hesap edip takdir edecek olan Allâh’tır. Allâh’ın rahmetinden de ümit kesilmemelidir. Allah dilerse böyle kullara azap eder, dilerse onları af­feder. Kullara düşen, salih amel işlemektir. En başta kaydettiğimiz hadisleri göz önünde bulundurursak, şu noktaların ortaya çıktığını görürüz:

a. Şefaatin bazı sınırları, kayıtları vardır. Müşrik ve kâfire, ayrıca münafığa asla şefaat yoktur. Onların şefaatle cehennemden çı­karılmasına vesile olma, bahis mevzusu değildir.

b. Burada şöyle bir soru akla gelebilir: “Bugün herkes müslümanım diyor, ancak her türlü günahı işliyor; bunlar sadece kimlik müslümanı!”. Günahların îmânı zedelediği açıktır. Ama bunlar îmâ­nı ortadan kaldırmaz. Kalbinde zerre kadar ama gerçek bir îmân bulunan insan mümindir. Fakat biz kimde, ne kadar îmân vardır, bilemeyiz. Kimin îmânı gerçek, kimin değil bilemeyiz. Buna ka­rar verecek olan Allâh’dır. Şefaate gerçekten nail olacak olanları kıyamet günü belirleyecek olan O’dur. Bu, şuna benzer: Hadiste geçtiği gibi âlimler de şehidler de şefaatçi olacaktır. Şimdi ilim­le uğraşan, ama insanları yanlış yönlendiren kişiler var; ilmi baş­ka amaçlar uğruna kullanan kimseler var vs. Buna bakıp “âlim­ler nasıl şefaatçi olur!” denemez. Kim gerçek âlim kim değil, bi­lemeyiz. Bunun nihai kararını verecek olan Allâh’dır ve O’nun izin verdiği kimse gerçek bir âlim olarak şefaatte bulunacaktır.

c. Şefaat olgusu, Hz. Peygamber’le sınırlı değil. Belki ona ait ola­nı, en özel olanıdır. Diğer peygamberler, âlimler, şehidler ve Kur’ân, şefaatte bulunacaktır.

d. Büyük günah işleyenler de şefaatten yararlanacaktır.

e. Hz. Peygamber’in şefaatinin de bazı türleri vardır. Hz. Peygam­ber, bulundukları konumun korkusundan kurtarmak suretiyle çeşitli şekillerde insanlara şefaat eder. Mesela, azaplarını hafif­letmek amacıyla bazı kâfirlere şefaat eder. Ebu Tâlib olgusu böyledir. Bazı mü’minlere cehenneme girdikten sonra çıkarmak su­retiyle şefaat eder. Bazılarına da cehenneme girmeleri gerektiği halde girmemeleri için şefaat eder. Bazılarına hesap sualsiz cen­nete sokmak süreriyle; bazılarına da cennetteki dereceleri yük­seltmek amacıyla şefaat eder. Bunların hepsi, şefaatle mutlu ol­mak konusunda ortaktır. Bununla birlikte, şefaatle en mutlu olanlar, ihlâslı mü’minlerdir”.[17]

f. Şefaat, mutlak, sınırsız, her hâlukârda, her şartta geçerli bir ta­lep değildir. Bunu sınırlayan şeyler var. Onlardan biri de kul haklarıdır. Peygamberimiz şöyle buyurur: “Ne mutlu o kimse­ye ki, haksızlık yaptığı kardeşiyle kıyamet günü gelmezden ön­ce bu dünyada iken helalleşir! Zira orada ne dinar ne de dirhem vardır. Haksızlık yapanın sevabı varsa yapılan haksızlık kadarı alınıp haklıya verilir; şayet sevabı yoksa hak sahibinin günahla­rından alınarak haksıza yüklenir”.[18] Bu hadiste mü’minler uyarılıyor. Kul haklarının şefaat konusuna dahil olmadığı anlaşılıyor. Zaten Allah Teâlâ’nın kul hakkı dışında her türlü günahı affedebileceği biliniyor.

Şefaatin temel mantığı Allâh’ın rahmeti ve mağfiretidir. Bunu şöy­le açıklayalım: Varlık düzeninde etkili olan ilke rahmettir, mutluluktur, kurtuluştur. İlahî rahmet geneldir ve kapsayıcıdır. Gaybî yardımlar ve rahmani destekler, rahmetin gazabı geçişinin belirtilerindendir. Allâh’ın mağfireti ve günahları rahmet tecellileri ile giderişi, rahmet ve şefkatin gazaba üstünlüğünün bir diğer tanığıdır. Zira Allâh’ın rahmeti, gazabı­nı geçmiştir. İnsan mutluluğa ulaşmak için adım atsa ve çabalasa bile bu her zaman yeterli olmayabilir. Allâh’ın üstün ve büyük rahmeti vardır. Allah’ın rahmetini göz ardı ederek amele güvenmek ve onun sonucunda bir karşılık beklemek, mü’min inancına yakışmaz. Söz konusu İlahî rahmet, bütün varlıkları yetenekleri ölçüsünde kapsar. Bütün kurtuluşa erenlerin gerçek mutluluğa erişlerinde bu ilke etkili olmuştur. Kur’ân’da Kim o gün azaptan kurtulmuşsa Allah ona rahmet etmiştir”[19] buyrulu­yor. Demek ki rahmet olmasa kimse azaptan kurtulamaz. Allah Resulu ile kurtuluş için iki öğeye dikkat çekiyor: Amel ve Allâh’ın varlığa yönelen rahmeti...

İşte, şefaat, bu İlahî rahmetin tecellisi ile ilgilidir. Bu rah­metin tek sahibi Allâh’tır. Konu rahmetin gerçek sahibi açısından ele alı­nınca bu rahmet tecellisine “İlâhî mağfiret” adı verilir. Buna karşılık bu mağfiretin akış yolu, mecrası göz önüne alınırsa “şefâat” adı kullanılır. Şu halde, Allâh’ın mağfiretine nail olabilmek için hangi şartlar gerekiyorsa, bunlar şefaat için de geçerlidir. Akli açıdan mağfiretin tek şartı, ilgili ki­şinin mağfiret için gerekli yeteneği ve kabiliyeti haiz olmasıdır. Bir kimse Allâh’ın rahmetinden yoksun kalırsa, bu, Allâh’ın rahmetindeki sınırlılıktan dolayı değildir. Bu yoksunluğun sebebi, o kişinin mağfireti kabul yete­neği göstermemesidir. İlahî rahmet, sınırsız ve mutlaktır. Ancak, bu rah­met tecellisinin karşısında olanların kabul yetenekleri farklıdır. Bir kimse bu kabiliyetten tamamen yoksun olursa İlahî rahmetten hiçbir payı ola­maz. Şirk ve küfür böyledir. Bunlar, insanın mağfiret ile ilişkisini keserler.

Mağfiret ve şefaate erişebilmenin zorunlu şartı, Allâh’a îmândır; ancak bu da tek başına yeterli olmayabilir. Hiç kimse de şefaat ve mağfiretin gerçekleşmesi için gerekli bütün şartları kesin biçimde açıklayamaz. Bunun bilgisi sadece Allah katındadır. “Allâh, şirkin dışındaki günahları dilediği kimse için bağışlar”[20] buyrularak bir taraftan müjde verilirken diğer taraftan “dilediği kimse için” kaydı da getirilir. Ayrıca Onlar, Allah’ın hoşnut olduğu kimseden başkasına şefaat edemezler”[21] buyruluyor. Denilebilir ki, Kur’ân, şefaatin bütün şartlarını açıkça be­lirtmeyi münasip görmemiştir. Gönüllerin havf ve reca arasında kal­masını dilemiştir.[22]

Faruk Beşer’in ifadesiyle Hz. Peygamber (s.a.v.), ümmetine şefaat edecektir. Bu şefaat, onların durumuna göre farklı etkilerde olacaktır. Günahları az olanlar, bu şefaat sayesinde azaptan tamamen kurtulacak­lardır. Bazılarının da günahlarının yarısı, ya da daha azı veya daha fazlası silinecektir. Hatta büyük günah işleyenler dahi, eğer Allâh’a şirk koşmadan ölmüşlerse, bundan nasibini alacaklardır. Bunu şöyle de düşünebiliriz: Hapis cezalarına on yıllık bir indirim geldiğini varsayalım. Dokuz yıl ve daha aşağısı cezası kalanlar tamamen tahliye olurlar. Kırk yıl cezası olanların cezası ise otuz yıla düşer. Ama müebbet ceza alanlar bu indirimden yararlanamazlar. Allâh’a (cc) şirk koşarak ölenlerin cezası müebbettir. Dolayısıyla onlar bu şefaatten yararlanamazlar. Çünkü onlar zaten Hz. Peygamber’in ona icabet eden ümmetinden değillerdir.

Şefaat; ayrıcalık gözetme, kayırmacılık, torpil ve adaletsizlik midir?

Bu noktada çoğu kez dile getirilen bir husus vardır: Şefaat; bir tür ayrıcalık gözetme, kayırmacılık, torpil ve adaletsizlik demek değil midir? Oysa burada doğru ile batıl olan şefaatin arasını iyi ayırt etmek gerekir. Gerçek şefaat, Allâh’tan başlar ve günahkâr kişiye ulaşır. Batıl anlamda şefaat anlayışında ise şefaat girişiminin günahkâr kişiden başladığı ve ara­cılar vasıtası ile Allâh’a ulaştığı sanılır. Gerçek şefaatte Allah, rahmet ve mağfiretini günahkâra eriştirebilmek için vesile, diğer bir deyişle şefaatçi tayin buyurmaktadır. Batıl şefaatte ise kendisine şefaat edileceği varsayılan kişi, diğer bir deyişle günahkâr, vesile ve aracıyı tayine kalkışmakta­dır. Dünyada örneklerine rastlanan batıl şefaatlerde suçlu kişi, şefaatçısını tayin eder. Gerçek şefaatte ise şefaatçi olan nebileri ve diğerlerini ve­sile kılan, tayin eden Allâh’tır. Diğer bir ifadeyle batıl şefaat anlayışında şefaat eden, günahkârın etkisindedir. Gerçek anlamı ile şefaatte ise durum aksinedir. Katında şefaat edilen Yüce Allah, şefaatçının şefaat etmesinde etkendir. Şefaatçi ancak O’nun iradesi ile günahkâr üzerinde etkili olur.[23]

Şefaat İtikadının Suistimali:

g. Son olarak şunu ifade edebiliriz. Günümüzde şefaat anlayışına karşı çıkışlarda pratikte görülen bazı olumsuz anlayışların etki­si vardır. Mesela, kişi şeyhinin eteğine yapışmakla kesin kurtu­lacağını düşünmektedir. Yine başkalarını da o şeyhe yapışmaya davet etmekte, onlara kesin kurtulacaklarını müjdelemektedir. Hatta ölen şeyhlerin türbesi ziyaret edilmekte, doğrudan onlar­dan şefaat beklenmektedir. Bu iş, farkında olmadan kişiyi kutsal­laştırmaya kadar varmaktadır. Ona bu yetkiyi kim verdi? Şefaatçi olduğunu nereden bilmektedir? Hele Kur’ân ve sünnete ittiba etme, cihâd ve emr-i bi’l-ma’rûf gibi konularda sıkıntılar var­sa ya da İslâm yanlış yorumlara tabi tutuluyorsa, böyle şefaat ve şefaatçi anlayışı şüpheleri kat be kat artırmaktadır. Tabii bu da şefaatin reddine sebep olmaktadır.

Bu red keyfiyeti, bir açıdan haklıdır. Ancak hadîslerde çerçevesi çizilen şefaat anlayışı böyle değildir. Yani papaza kızıp oruç bozmamak gerekir. Oysa gerçek şefaatte şefaat edecek olanı tayin edecek olan Allâh’tır. Peygam­berler bellidir. Kur’ân bellidir. Ancak, bunların kime şefaat ede­ceği çok açık değildir.Alimler şefaat edecektir. Ama hangi âlim bu belli değildir. O halde, dünyadayken falan âlim, şeyh vs. ke­sin şefaat edecek inancında olmak mümkün değildir. En fazla ya­pabileceğimiz şey, hüsn-i zanla hareket edip o insanlarla huku­kumuzu en güzel şekilde yaşamaktır. Sonuçta ahirette kimin pe­şinden gittiysek onunla birlikte haşrolacağız. Sâlih insanlarla bir­likte olmak elbette ahirette fayda verecektir.

Dediğimiz gibi ki­min salih amel işlediğini, kimin âlim kimin zâlim olduğunu hak­kıyla bilen Allâh’tır. Bize düşen zahire bakarak hüsn-i zanla ha­reket etmektir. Kur’ân ve sünneti yaşayan ulemâ saygıdeğerdir, fakat yine de falan kimse kesin şefaat eder düşüncesinde olmak güçtür. Şefaat beklemek için türbe ziyareti yapmak ise doğru de­ğildir. Türbeler, kabirler âhireti hatırlamak ve oradakilere duâ yapmak için gidilen yerler olmalıdır. Türbelere şefaat anlayışıy­la gitmenin şirke kapı arayabileceği noktalar var ki, çok dikkatli olunmalıdır. Türbede yatan kişiyi vesile kılmak ise başka bir şey­dir. Vesile kılmak için türbelere gitmeye de gerek yoktur. Tabii şunu da belirtelim ki, duâlarımızda vesile kılmak da şart değil­dir. Böyle yapanlar varsa da kimden istediklerini çok iyi bilme­lidirler. Onun için sağlam bir itikâda sahip olmak gerekir.[24]



[1] Buhârî, Rikâk, 11.
[2] Buhârî, Rikâk, 51; Tevhîd, 25.
[3] Ebu Dâvûd, Cihâd, 28.
[4] İbn Mâce, Zühd, 137.
[5] Buhârî, Tevhîd, 31.
[6] Buhârî, Tevhîd, 24.
[7] Buhârî, İlim, 33.
[8] Müslim, Salâtü’l-müsâfirîn, 42.
[9] Tirmizî, Kıyâmet, 11; İbn Hanbel, Müsned, III, 213.
[10] Silsiletu’l-ahâdisi’z-zaîfe, hd. no. 209.
[11] Müddessir, 48.
[12] Bakara, 255.
[13] Sebe’, 23.
[14] Zuhruf, 86.
[15] Necm, 26.
[16] Bk. Kemal Sandıkçı-Muhsin Koçak, Câmi‘u’l-usûl Tercüme ve Şerhi, XVI, 693-697; Fahruddîn er-Râzî, Mu’tezile’nin şefâati reddederken kullandı­ğı delillerin ve ehl-i sünnetin bunlara verdiği cevapların hepsini tefsirinde kaydetmiştir. Bk. Tefsîr-i Kebîr, (çev.) II, 499-523.
[17] İbn Hacer, Fethu’l-bârî, I, 262.
[18] Tirmizî, Sıfatu’l-kıyâme, 2.
[19] En’âm, 16.
[20] Nisa, 116.
[21] Enbiya, 28.
[22] Mutahharî, Adl-i İlâhî, s. 308-310.
[23] Mutahharî, Adl-i İlâhî, s. 310.
[24] Bkz. Yavuz Köktaş, Tüm Yönleriyle Akaid Hadisleri, s. 244-255.
***

ŞEFAAT HAK MIDIR? KİMLER NE ÖLÇÜDE ŞEFAAT EDEBİLİRLER, İZAH EDER MİSİNİZ?

Evet, şefaat haktır. Birçok ayet ve hadiste şefaatten bahsedilmekte ve böylece onun hakkaniyeti dile getirilmektedir. Yeri geldikçe bu ayet ve hadisleri zikredeceğiz. Biz şimdi önce, sorunun ikinci şıkkı olan “Kimler ne ölçüde şefaat edebilirler?” sorularını cevaplamakla mevzua başlamak istiyoruz. Zaten bu kısma verilecek cevap bir cihetle şefaatın hakkaniyetinin de izahı olacaktır.

Peygamberler, evliya asfiyâ ve şehîdler -derecelerine göre- Cenab-ı Hakk’ın onlara bahşettiği seviyede şefaat edebilirler ve edeceklerdir. Ancak, bu mevzuda da yine, zirve Allah Rasulü’dür. O ki fetanet-i azama sahiptir. Her Nebi kendisine bahşedilen sınırsız, fakat bir defaya mahsus şefaat hakkını dünyada kullanırken o, bunu ahirete saklamıştır.. ve ahirette “şefaat-ı uzmâ”nın sahibi olacaktır. Onun “hammâdun”, denilen ümmeti, “Livaül’hamd”in altında toplanacak ve “Makam-ı Mah-mud”un sahibi unvanıyla O’nun tarafından yapılacak şefaatte herkes payına düşenle şereflenecek ve kurtuluşa ereceklerdir.

Dünya fâni ve geçicidir. Burada çekilen sıkıntılar da bir cihetle işlenen günahlara kefaret sayılır. Ancak insanların perişan ve derbeder olacakları ve kendilerini kurtaracak yeni bir amele de fırsat bulamayacakları bir gün gelecektir -ki, biz ona ahiret diyoruz-işte o gün, Allah Resulü bütün insanlığı içine alan şefaatıyla ortaya çıkacak ve “en büyük şefaat” ma’nâsına “şefaat-ı uzmâ”sıyla şefaat edecektir. Elbette Allah Rasulü’nün şefaatının da bir sınırı vardır. Zaten, bütün şefaatlar ancak Cenab-ı Hakk’ın izni ve koyduğu ölçü nispetinde olacaktır ki “İzni olmadan katında hiç bir kimse şefaat edemez” mealindeki ayet de bize bunu anlatmaktadır (Bakara, 2/ 255).

Şefaat Edecek Olanlar Hissi Davranabilir Diye...

Bunun böyle olması da gayet tabii ve normaldir; zira, şefaat edecek olanlar da hissî davranabilir, ölçüyü kaçırabilir ve merhamet-i ilahîden fazla merhamet ileri sürmüş olabilir.. böylece de Rabb’e karşı sû-i edepte bulunmuş olabilir. Onun içindir ki, Allah (c.c.) bir mizan, ölçü ve denge vaz’etmiştir. Kim, kime ve ne ölçüde şefaat edebileceği bir takdire bağlanmıştır. Cenâb-ı Hakk’ın bütün icraatında bir adalet ve denge olduğu gibi, ahirette vereceği şefaat salahiyetinde de bir adalet ve denge vardır. Eğer bu şekilde bir tahdid ve sınır konulmuş olmasaydı, bazı kimseler şefaatı da dengesiz olarak kullanırlardı. Nitekim belki de sınırsız bir şefaat salahiyeti onların hislerini galeyana getirerek mesela, bazı insanların Cehennem alevleri içinde cayır cayır yandıklarını görünce, şefkatleri kabaracak, kafir-münafık-mücrim tanımadan herkesin Cennete girmesini talep edeceklerdi. Halbuki böyle bir talep bazen, milyarlarca mü’minin hukukuna tecavüz de olabilirdi

Çünkü şefaatin, böyle şahısların hislerine bırakılmasında, günahkâr, sapık, kâfir herkesin, bu hissî şefaatten faydalanma ihtimali vardır.Bu ise, bütün varlıkların hukukuna rağmen, dağlar cesametinde günah taşıyan kâfire de merhamet edilmesi demektir. Oysaki kâfir, kainatta, Allah’a ait bütün güzellikleri, bütün nizamları, bütün hikmetleri inkâr, tezyif ve tahkir ettiğinden, mekanlar çapında cinayet işlemiş olacaktır ki, hayatının her dakikası yüzlerce cinayetle karalanmış böyle kapkaranlık bir ruha merhamet, merhamet adına saygısızlığın en büyüğü olsa gerektir. Efendimiz, şefaatının büyük günah işleyenlere olduğunu ifade etmişler ve “Benim şefaatim ümmetimden büyük günah işleyenleredir” buyurmuşlardır. O her hususta olduğu gibi bu mevzuda da bir denge ve muvazene insanıdır. Zaten bütün ümmet O’nun bu ifadeleriyle teselli bulmakta ve Allah Rasulü’nün şefaatına nail olmayı ummaktadır.

Hallac-ı Mansur İle İlgili Bir Menkıbe

Hallac-ı Mansur bir gün bu hadisi şerh ederken, cezbeye gelir ve ölçüyü kaçırarak, Efendimiz’e hitaben “Ey Nebiler Sultanı! Niçin böyle sınır koydun da bütün insanlar için demedin. Sen bütün insanlara şefaat etmeyi talep etseydin, yine de Rabbin Seni mahrum bırakmaz ve Sana bu salahiyeti bahşederdi” gibi laflar eder. Tam bu esnada Allah Rasûlü temessül ederek, başındaki sarığı onun boynuna sarar ve: “Bunu başınla öde, sen zannediyor musun ki ben o sözü kendimden söyledim” der. Hallac kolu kanadı biçilip bir ağaç gibi budanırken dahi tebessüm ediyordu. Çünkü biliyordu ki, bu hüküm âli bir mecliste verildi ve o hükme rıza göstermek gerekirdi...Evet, belki de Hallac’ın dediği gibi, Allah Resulü Cenab-ı Hakk’dan bütün insanlara şefaat etmeyi talep etseydi, Rabb’i O’na bu salahiyeti verirdi. Ancak O, Allah’a karşı bizim anlayamayacağımız ölçüler içinde saygılıydı.Rabb’in dediğinden başkasını demiyor ve verilen salahiyet sınırlarını da asla zorlamıyordu..

Şefaat Herkese Ve Sınırsız Bir Ölçüde Değildir

Rabb’in koyduğu şefaat ölçüsünde, şefaat edilecek şahısların buna hak kazanmış olmaları da yer almaktadır. Nitekim bu ma’nâ ile alakalı olarak, mealen şöyle buyurulmaktadır: “Artık şefaatçıların şefaatı onlara fayda vermez” (Müddessir, 75/48). Bununla da anlıyoruz ki, şefaat herkese ve sınırsız bir ölçüde değildir. Kim, kime şefaat ederse, muhakkak kabul görür diye bir şart da yoktur. Bütün işlerde olduğu gibi, bunda da İlâhî meşiet esastır. Kâfir işlediği küfrüyle ta işin başında, bu şefaat dairesinin dışında kalmıştır. O’na hiç kimse şefaat edemez, etse bile ona fayda vermez.

Kur’ân-ı Kerim’de Cenâb-ı Hakk bize bir dua öğretiyor. Bu dua ile himmetin âli tutulması gerektiği hususuna da işaret ediliyor. Dua şudur: “Rabbimiz, bize gözümüzü aydınlatacak eşler, zürriyetler bağışla ve bizi müttakilere imam kıl” (Furkan, 25/74). Yani, Allah’ım çocuklarımız, hanımlarımız, gözümüzü aydınlatacak hüviyette olsun. Bize öyle hayat arkadaşları ver ki, din adına bize teşviklerde bulunsun. Evlatlarımız da, daima arkamızdan hayırlar göndersin ve onlar sebebiyle rahmet çağlayanları üzerimize doğru çağlasın dursun! Bizi sadece muttaki olmakla da bırakma, onlara imam ve önder kıl. Bize öyle lütuflarda bulun ki, şu, İslam’a hizmet boyunduruğunun yere konduğu dönemde ve dine hizmetin âr kabul edildiği bir zamanda, dinine hizmet ettir ve müttakîler önünde bize, imamlık payesi ihsan eyle!

Zaten O vermek İstemeseydi, İstemeyi Vermezdi

Böyle bir anlayış, himmeti âli tutmanın ifadesidir. Cenâb-ı Hakk’dan O’nun öğrettiği usûl içinde şefaat edebilme salahiyeti talep etmektir. Zaten O vermek istemeseydi, evvela istemeyi vermezdi. Madem ki istemeyi verdi ve nasıl istememiz gerektiğini de öğretti, öyleyse istediğimizi de verecektir. O’nun sonsuz rahmetinden bunu umuyor ve bekliyoruz. O’nun için burada dikkat edilmesi gereken hususun iyi anlaşılması lazımdır. Evet, Rabbimiz’den sadece Cennetin bir köşesine bizi kabul buyurmasını istemek, himmetin düşüklüğüne delildir. Halbuki Allah (c.c.) bize himmetimizi yüksek tutmamızı öğretmektedir. Evet himmetimizi yüksek tutmalıyız, tutmalı ve O’ndan, müttakilere bizi imam kılmasını, onlara şefaat edebilme salahiyetini vermesini talep etmeliyiz...

Efendimiz bir hadislerinde, ahiretten bir tabloyu şöyle anlatırlar: Allah (c.c.), Hz. Nuh’a soracak: “Sen, sana düşen vazifeyi hakkıyla yerine getirdin mi?” O büyük peygamber cevap verir: “Evet Ya Rabbi, yerine getirdim. Bana verdiğin tebliğ vazifesini kusursuz edâ ettim.” Bunun üzerine Cenâb-ı Hakk, Hz. Nuh’dan şahid ister. O da Ümmet-i Muhammed’i şahid gösterir. Bunun nasıl olacağı sorulunca da, şöyle cevap verir: “Sen onları ümmetlere şahid kıldın.. onlar da ellerindeki Kitap’ta gördüler ki Nuh vazifesini yapmış. Ve işte ben de onları bugün kendime şahid olarak gösteriyorum.”  Evet, ayet öyle diyordu: “İşte böylece, sizin insanlar üzerinde şahidler olmanız, Rasul’ün de sizin üzerinize bir şahid olması için sizi ümmet-i vasat (dengeli ve orta bir ümmet) kıldık” (Bakara, 2/143). Şefaat haktır ve gerçektir. Bütün büyükler Cenab-ı Hakk’ın koyduğu sınır dahilinde şefaat edeceklerdir. Şahid olmak da bir bakıma şefaat kabul edilecekse, eğer, Ümmet-i Muhammed bu ma’nâda bütünüyle şefaat edecektir. Şefaatı inkar edenlerin, dünyada da ukbada da kazanacakları bir şey yoktur. Çünkü Allah (c.c.) orada kullarına, kulları O’nu nasıl bilip tanımışlarsa, öyle muamele edecektir...(2)
***

(1) Yavuz Köktaş, Kurana Aykırı Görülen Hadisler, İnsan yayınları, s. 97-107.
(2)- https://sorularlaislamiyet.com/sefaat-nedir-aciklayabilir-misiniz-kuranda-peygamberimizin-bize-sefaat-edecegine-dair-ayet-var-mi

Devamını Oku »

Ebu Talip Meselesi

Ebu Talip Meselesi




Önce konuyla alakalı rivâyetleri kaydedelim:

“Azâb bakımından cehennem ehlinin en hafif olanı Ebû Tâlib’dir. O, iki nalin giyecektir ki, onlardan beyni kaynayacaktır.”(Müslim,İman,91)

Abbâs b. Abdilmuttalib: “Yâ Resûlallah! Amcan Ebû Tâlib’e her­hangi bir şeyle fayda verdin, yarar sağladın mı? Çünkü o daima seni korur ve senin için düşmanlarına karşı öfkelenirdi!” dedi. Resûlullâh (s.a.v.) “Evet, o şimdi topuklarına kadar dibe yakın ateşten bir çukur içindedir. Eğer ben olmasaydım, muhakkak o cehennemin derin çuku­runda olacaktı” buyurdu.(Buhari,Edeb,115)

Resûlullâh (s.a.v.) amcası Ebû Tâlib’e azabının hafiflemesi için şefaat edecektir. Hz. Abbâs şöyle dedi: “Ya Resûlallah! Ebû Tâlib’e bir şeyle fayda sağladın mı? Şüphesiz o, seni daima muhafaza eder, senin için düşmanlarına karşı gazap ederdi.” Resûlullâh (s.a.v.): “Evet, o, topuklarına kadar ateş havuzunun içindedir. Ben olmasaydım muhak­kak o, ateşin en aşağı derekesinde olacaktı!’ buyurdu.” Hadîsi Müs­lim nakletmiştir.(Müslim,İman,209)

Ebû Sâid el-Hudrî anlatıyor; Resûlullâh (s.a.v.)’in yanında am­cası Ebû Tâlib’in zikri geçmiş. Bunun üzerine: “Umulur ki, kıyâmet gününde benim şefâatım ona bir fayda verir de cehennemin sığ ye­rine konur. Ateş topuklarına kadar erişir, ondan beyni kaynar” bu­yurmuştur.(Müslim,İman,210)

Hadîsin buradaki rivâyetinde Resûlullâh (s.a.v.)’in yanında amca­sı Ebû Tâlib’in zikri geçtiği meçhul siğası ile ifade olunmuştur. Bazıla­rı, yukarıdaki rivâyetin delâleti ile Ebû Tâlib hakkında sual soranın yi­ne Abbâs olduğunu söylemişlerse de Aynî, hadîsten bu mânanın kâfi olarak anlaşılmadığını; başkasının sormuş olması ihtimalinin de mev­cut bulunduğunu söylemiştir.

Sa^îd b. el-Müseyyeb’den: Müseyyeb b. Hazen anlatıyor: “Ebû Tâlib’in ölüm anı gelince, Resûlullâh aleyhissalâtu vesselâm yanına gel­di. Başucunda Ebû Cehil ile Abdullah b. Ebî Umeyye’yi buldu. “Ey Am­cacığım! Bir kelimelik Lâ ilâhe illallah de! Onunla Allâh indinde senin lehine şehadette bulunayım!” dedi. Ebû Cehil ve Abdullah atılarak (Ebû Tâlib’e): “Sen Abdulmuttalib’in dîninden yüz mü çevireceksin?” diye müdahale ettiler.. Resûlullâh aleyhissalâtu vesselâm, (kelime-i şehadeti) ona arz etmeye devam etti. Onlar da kendi sözlerini aynen tekrara devam ettiler. Öyle ki bu hal Ebû Tâlib’in son söz olarak, onlara: “Ben Abdulmuttalib’in dîni üzereyim!” demesine kadar devam etti. Resûlul­lâh aleyhissalâtu vesselâm: “Yasaklanmadığı müddetçe senin için istiğ­far edeceğim!” dedi. Bunun üzerine aziz ve celil olan Allah şu vahyi in­dirdi: “Cehennem ehli oldukları açıkça kendilerine belli olduktan son­ra, -yakınları da olsalar- Allâh’a ortak koşanlar için af dilemek ne Pey­gambere yaraşır, ne de müzminlere. (Tevbe, 113)”.(Buhari,Ensar,40-Cenaiz,81-Tefsir,Kasas,1)

Bu rivâyete Tevbe Sûresi’nin en son nâzil olan (hicretin 9. senesi) sûrelerden olduğu, Ebû Tâlib’in ise m. 619 yılında (takriben bi’setten 10 yıl sonra) öldüğü, dolayısıyla arada uzun bir zaman aralığının bu­lunduğu söylenerek itiraz edilmiştir.

Hz. Ali anlatıyor. Ben, müşrik olan anne babası için, Allâh’tan af ve mağfiret dileyen birini gördüm. Kendisine: “Sen müşrik olan anne ve baban ıçin istiğfarda mı bulunuyorsun, (olur mu bu?)” dedim. Adam bana: (Niye olmasın, Kur’ân-ı Kerîm’de) Hz. İbrâhîm (a.s.) müşrik olan ba­bası için istiğfar etmektedir” diye cevap verdi. Ben durumu Resûlullâh (a.s.)’a anlattım. Bunun üzerine şu mealdeki âyet indi: uCehennemlik ol­dukları anlaşıldıktan sonra, akraba bile olsalar, puta tapanlar için mağ­firet dilemek Peygamber’e ve mü’minlere yaraşmaz. İbrâhîm’in, babası için mağfiret dilemesi, sadece ona verdiği bir sözden ötürü idi. Allâh’ındüşmanı olduğunu anlayınca ondan uzaklaştı...(Tevbe, 113-114) Görüldüğü gibi, rivâyetler, Ebû Tâlib’in Müslüman olarak âhirete  intikal etmediğini gösteriyor. Bununla birlikte, Şî ilerin hepsi ve bazı Sünnî âlimler, Ebû Tâlib’in mü’min olarak öldüğü kanaatindedir. Bun­ların delillerine baktığımızda şunları görürüz:

a-Tevbe Sûresi’nin ilgili âyetlerinin Ebû Tâlib’in ölümüyle ilgisi yoktur.

b-Sa‘îd b. el-Müseyyeb, Emevî taraftarı olup Hz. Ali düşmanlığıy­la maruftur.

c- Buharı, şartlarına göre tek râvîsi bulunan kimselerden hadîs al­maz. Buna rağmen tek kanaldan gelen Sa‘îd ve Müseyyeb tarî­kinden hadîs almıştır.

d-Ebû Tâlib’in topuklarına kadar ateşte olduğunu ifade eden rivâyetlerin hepsi Muğîre b. Şu’be’ye dayanıyor. Şfîler, Muğîre’nin şahsından ve siyasi tutumundan hareketle rivâyetin kasıtlı ola­rak uydurulduğunu, Hz. Ali ve babasını aşağılamak amacı gü­düldüğünü iddia etmiştir.

e-Ebû Tâlib’in ölmeden önce şehadet getirdiğine dair bir rivâyeti Abbâs nakletmiştir. Ancak bu rivâyet sadece Şerhu Nehci’l-belâğa’da nakledilmiştir.

f-Hz. Peygamberim ataklarının hepsinin Müslüman olduğuna da­ir hadîs vardır.

g-Ahirette mü’minler cennete, kâfirler cehenneme girecektir. Ebû Tâlib kâfir ise cehenneme girecektir ve onun azabı da diğerle­ri gibi olacaktır. Kâfir olanların hepsi aynı konumdadır. Azap­larının hafifletilmesi mümkün değildir. Ebû Tâlib’in Hz. Peygamber’e destek ve yardımı sebebiyle azabının hafifletilmiş ol­ması bir bakıma onun şefâate mazhar olması anlamına gelir. Bu da en azından onun kâfir olarak ölmediği, günahkâr bir Müslü­man olarak canını teslim ettiği anlamına gelir.

h-Hz. Peygamber, Ebû Tâlib için hayrın tamammı dilemiş, onu hep hayırla anmıştır.

ı-Ebû Tâlib’in müşrik olduğuna dair herhangi bir rivâyet bulun­mamaktadır.



Konuyla ilgili müstakil bir çalışma yapan Halil İ. Bulut şu sonu­ca varmıştır:

“Ebû Tâlib’in küfür üzere öldüğünü benimseyenler, âhad tarîk ile gelen bazı rivâyetlere dayanırlar. Söz konusu rivâyetler, Buhârî ve Müs­lim gibi güvenilir kaynaklarda yer bulmasının akabinde, Ebû Tâlib’in küfrüne dair görüşün yaygınlık kazandığı anlaşılmaktadır... Kanaatimi­ze göre, Buhârî ve Müslim’in rivâyetlerini gerekçe göstererek Ebû Tâ­lib’in küfür üzere öldüğünü tartışmasız bir şekilde kabul edenler kadar, onun mü’min olduğunun tartışmasız olduğunu söyleyenler de hatalı­dır... Ebû Tâlib’in küfür üzere öldüğünü iddia edenler meseleyi tama­men haberler üzerinden tartışmışlar, aleyhindeki rivâyetleri delîl gös­tererek onun cehennemlik olduğunu ispata çalışmışlardır. Bunlar, Ebû Tâlib’in hayatına ve Allâh Resûlü için yaptıklarına ehemmiyet verme­dikleri gibi ondan nakledilen şiirlere de asla itibar etmemişler, bunla­rın güvenilir olmadığını iddia etmişlerdir... Ebû Tâlib’in îmânı konu­sunda ister lehte ister aleyhte olsun ileri sürülen nakli delillerin birbir­lerini nakzettikleri bilinmektedir. Hem âhad haberler olmaları hem de hem de teâruz içinde bulunmaları, bu nevi haberlerin zayıf ve tartışma­lı yönünü oluşturmaktadır. Sünnîler, Şfîleri, Şî‘îler Sünnîleri hadîs uy­durmakla itham eder. Hepsinin de kendine göre haklı gerekçeleri var­dır... Bu itibarla konu hakkındaki naklî delillerin yetersiz olduğu söy­lenebilir... Genel İslâmî anlayışa göre kimin kalbinde îmân, kimin de nifak olduğunu, dolayısıyla kimin îmânını kurtarabildiğini kimin îmân- sız gittiğini hakkıyla bilen sadece Allâh’tır... Doğrusu bu kitâbın mü­ellifi olarak ben, bu büyük insana saygı duyuyorum. Şüphesiz o, aşılmaz dağ gibi, Hz. Peygamber’in arkasında durmuş... bütün varlık, onu korumaya çalışmıştır. Allâh elçisine sarsılmaz bir güven besleye* şiirleriyle onu açıktan destekleyen... gerçek bir peygamber hâdimi ancak hayırla yadedilir”.

Öyle anlaşılıyor ki, müellifimiz, Ebû Tâlib hakkında kâfir veya mü’min yargısı vermekten kaçınmış, hayatına bakarak onu hayırla yad etmeyi tercih etmiştir.

Bununla birlikte, Ebû Tâlib’in kâfir olarak öldüğüne yapılan itiraz­lara bakıldığında çok da isabetli olmadıkları görülür. Belki de bu iti­razların en ciddi ikisi; Tevbe Sûresi’nin sebeb-i nuzûlüne getirilen eleş­tiri ile Ebû Tâlib cehennemde ise ona Hz. Peygamber’in nasıl şefâat edeceği ve kâfirlere af dilemenin yasaklandığı âyetle bunun nasıl bağ­daştırılacağıdır. Tevbe Sûresi’yle ilgili itiraz haklı olabilir. Zaten ora­da şefâatle ilgili bir durum da yoktur. Geriye en önemli itiraz, kâfirle­re şefâat kalmaktadır.

En doğrusunu Allâh bilir. Kanaatime göre mesele şöyle olabilir: Âyetlerde yasak edilen husus, ölen kâfir yakınlar için af dilemektir. On­lar için af dilemek onların affedilip cennete ilhak edilmelerini istemek­tir. Allâh, bunun mümkün olmayacağını ifade etmektedir. Dolayısıyla Resûlü’ne “af dileme!” diye vahyetmektedir. Ancak, şefâat, yani mev­zu bahis kişiye bir fayda sağlama mümkündür. Bu fayda, cehennemdeki azabın hafifletilmesi şeklinde olabilir. Burada şefâat, onun tamamen af­fedilip cennete sokulması anlamında değildir. Burada şefâat, onun aza­bının hafifletilmesi anlamındadır. Peki, böyle bir şey mümkün müdür? Bize göre mümkündür; zira her kâfir bir değildir. Cehennemin bile ye­di derecesi vardır. Her kâfirin durumunun aynı olmaması bir yana Ebû Tâlib, Hz. Peygamber’e destek olmuş, yardım etmiştir. Kâfir vardır, zâ­limdir. Kâfir vardır, insanlara faydası olmuştur. Kâfir vardır, dîne bir faydası dokunmuştur. Kâfirin de çeşitli halleri vardır. Firavun ile kendi halinde yaşayan bir kâfirin azabı da herhalde aynı olmayacaktır. Allâh âdildir ve o -en doğrusunu O bilir- her bir şeye fazlıyla, rahmetiyle tecellî eder. Dolayısıyla Ebû Tâlib elbette Yüce Peygamber’in şefâatinden fay­dalanacaktır. Belki bu ilişki, sadece Hz. Peygamber’e mahsus bir şeydir

 Yavuz Köktaş-Kurana Aykırı Görülen Hadisler
Devamını Oku »

Resûl-i Ekrem'in Şefaat ve Makâm-ı Mahmûd özellikleri



Allah Teala, Resûl-i Ekrem'ini şefâat ve Makâm-ı Mahmûd özellikle­riyle diğer peygamberlere üstün tutması konusunda şöyle buyurmaktadır:

“Umulur ki böylece Rabbin seni Makâm-ı Mahmûd'a yükseltir.”

Şerh:Âyetin tamamı şöyledir: “Gecenin bir bölümünde uyanıp kalk, sadece sana mahsus olmak üzere teheccüd namazı kıl. Umulur ki böylece Rabbin seni Makâm-ı Mahmûda yükseltir.”

Abdullah ibni Ömer radıyallahu anhümâ şöyle demiştir:

“Kıyâmet gününde insanlar gruplar hâlinde toplanır. Her ümmet peygamberinin etrafında yer alır. Ve onlara adlarıyla hitap ederek: “Ey falan, bize şefaat et!Ey falan bize şefaat et!” derler. Peygamberler şefaate yetkili olmadıklarını söyleyince, sonunda, şefaat dileğiyle Nebiyy-i Ekrem sallallahualeyhi ve sellemin yanına gelirler. O gün, Allah Teâlâ run Resü-i Ekrem'e Makâm-ı Mahmûd’u verdiği gündür.”(Buhari,Tefsir,11)

Makâm-ı Mahmûd Nedir?

Ebû Hüreyre radıyallahu anhdan rivayet edildiğine göre sahâbiler Resûlullah sallallahu aleyhi ve selleme: “Umulur ki böylece Rabbîn seni Makâm-ı Mahmûd’a yükseltir.”âyetinin anlamını sordular. O da “Makâm-ı Mahmûd şefaat makamıdır.” buyurdu.(Tirmizi,Tefsir,7)

Ashâb-ı kirâmdam Ka’b ibni Mâlik radıyallahu anh (v. 54/674) Peygam­ber aleyhisselâmın şöyle buyurduğunu rivâyet etmiştir:

“Kıyâmet gününde insanlar Mahşer yerinde toplanacak. Ben ve üm­metim bir tepe üzerinde bulunacağız. Rabbim bana yeşil bir elbise giydire­cek. Sonra konuşmama izin verilecek. Ben de Allah Teâlânın söylememi istediği şeyleri söyleyeceğim (Kendisini öveceğim; şefâat niyaz edeceğim).İşte Makâm-ı Mahmûd budur.”(Hanbeli Müsned,3,456)

Abdullah ibni Ömer radıyallahu anhümâ rivâyet ettiği bir hadiste şefâat hadisinden söz ederek şöyle buyurdu:

“Resûlullah sallallahu aleyhi ve sellem ilerler ve Cennet kapısının hal­kasını tutar. İşte o gün Allah Teâlâ onu, kendisine vaad ettiği Makâm-ı Mahmûd’a çıkaracaktır.”

Şerh:Hadisin tamamı şöyledir:“Kıyâmet gününde güneş insanların tepesine iyice yaklaşacak, ter kulaklarının yarışma kadar çıkacak. Onlar  işte bu hâldeyken Hz. Âdem’in yanına varıp kendilerine şefâat etmesini isteyecekler. O ise: “Ben bu yetkiye sahip  değilim.” diyecek. Sonra Mûsâ peygambere gidecekler o da aynı şeyi söyleyecek. Daha sonra Muhammed sallallahu aleyhi ve sellemin yanına varacaklar. Peygamber aleyhisselâm insanlara şefaat edecek ve Cennete varıp  kapısının halkasını tutacak; işte o gün Allah Teâlâ onu,  kendisine vaad ettiği Makâm-ı Mahmûd’a çıkaracak, ' bütün mahşer halkı onu övecektir.”

Abdullah ibni Mes’ûd radıyallahu anhın. Resûlullah sallallahu aleyhi ve sellemden rivayet ettiğine göre Makâm-ı Mahmûd, Allah’ın Elçisi nin Arşın sağ tarafında ayakta duracağı bir makam olup ondan başka hiç kimse orada durmayacaktır. Dünyaya önce gelen ve sonra gelecek olan bütün insanlar o makama imrenecektir.(Hanbeli,Müsned,1,398-399)

Şerh:Yukarıda Ebû Hüreyre radıyallahu anhın rivâyet ettiğii benzeri bir hadiste de, Resûl-i Ekrem Efendimiz’in şöyle  buyurduğu geçmişti:

 “Cennet elbiselerinden bir elbise giyeceğim. Sonra Arş-ı  Alâ’nın sağ tarafında, ayakta duracağım. Benden başka,  yaratılmışların hiçbiri o makamda durmayacaktır.”(Tirmizi,Menakıb,1)

Bu hadisin bir benzerini her ikisi de tabiîn âlimi olan Kâ’bu l-Ahbâr(v. 32/652) ve Hasan-ı Basrî de rivâyet etmiştir.

Bir başka rivâyete göre Resûl-i Ekrem şöyle buyurmuştur:

“Makâm-ı Mahmûd, ümmetime şefaat edeceğim makamdır.”

Yine Abdullah ibni Mes’ûd radıyallahu anhın rivâyet ettiğine göre Resûlullah sallallahu aleyhi ve sellem:

“Ben Makâm-ı Mahmûd’da duracağım.” buyurunca ashâb-ı kiram:

“Makâm-ı Mahmûd nedir?” diye sordular. O da şu cevabı verdi:

“O gün Allah Teâlâ’nın (kullarını hesaba çekmek için) Kürsî’si üzerinde tecelli edeceği gündür. ”.(Hanbeli,Müsned,1,398-399)

Şerh:Hadisin tamamı şöyledir:

“Cenâb-ı Makk’ın yer ile gök arasını dolduracak kadar geniş olan Kürsî’si, o gün zorlandığı için yeni deve semeri gibi gıcırdayacaktır. O gün siz huzûra yalın ayak, çıplak ve sünnetsiz olarak getirileceksiniz. Kendisine ilk defa elbise giydirilecek kimse Hz. İbrâhim olacaktır.

Allah Teâlâ ‘Benim dostumu giydirin!” buyuracak, he­men Cennet elbiselerinden İki beyaz elbise getirilip Hz. İbrâhim giydirilecek. Ardından beni giydirecekler. Bun-dan sonra Allah Teâlâ’nın sağında, dünyaya önce gelen ve sonra gelen bütün insanların imreneceği bir makamda duracağım.”

Peygamber Efendimizin Şefâati

Ebû Mûsâ el-Eş’arî1 radıyallahu anhın (v. 42/662) rivâyet ettiğine göre Resûlullah sallallahu aleyhi ve sellem şöyle buyurmuştur:

“Bana, ümmetinin yarısının Cennet’e girmesini mi, yoksa şefâati mi istersin diye soruldu; ben de şefâati tercih ettim; çünkü şefâat daha çok kimseyi kapsar. Siz bu şefaatin Müttakıler için olduğunu mu sanıyorsu­nuz? Hayır, şefâatim, çok hatâ eden günahkâr ümmetim içindir.”

Şerh:Ashâb-ı kirâmdan Avf ibni Mâlik el-Eşcaî radıyallahu anhın da rivâyet ettiği bu hadisin baş tarafında şöyle bir  ilâve vardır:

“Resûl-i Ekrem: ‘Bu gece Rabbim beni hangi şeyi seçmek- İ te muhayyer bıraktı, biliyor musunuz?’ diye sordu. Biz de iAllah ve Resûlü daha iyi bilir.’ dedik.” Hadisin sonunda da şöyle bir ifâde vardır: “Biz, ‘Yâ Resûlallah! Bizi de o şefâat edilenlerden kılması için Allah’a duâ et!’ dediğimizde şöyle buyurdu: ‘O şefâat bütün ümmetim içindir.’(İbn Mace,Zühd,37;nr.4317)

“Şefâatim, ümmetimden büyük günah işleyenler içindir”(Ebû Dâvûd, Sünnet 23, nr. 4739.)

Ebû Hüreyre radıyallahu anh diyor ki:

“Yâ Resûlallah! Şefaat hakkında sana ne indirildi?” diye sordum.

Şöyle buyurdu:

“Şefâatim; kalbi, dilinin söylediğini tasdik ederek, bütün samimiye­tiyle Kelime-i Tevhîd’i söyleyenler içindir.”(Hanbeli,Müsned,2;307-518..)

Mü’minlerin annesi Ümmü Habîbe radıyallahu anhâ Resûl-i Ekrem sallallahu aleyhi ve sellemin şöyle buyurduğunu söylemiştir:

"Benim vefatımdan sonra ümmetimin başına ne gibi felâketler ge­leceği, onların birbirinin kânını haksız yere nasıl dökeceği, daha önceki milletlerin uğradığı belâlara onların da uğrayacağı bana bildirildi. Ben de Cenâb-ı Hak’tan, kıyamet gününde onlara şefâat etmeyi bana nasip et­mesini istedim; niyazımı kabul buyurdu.”(Müsned,4;427-428)

Ashâb-ı kiramdan Huzeyfe ıbnü’l-Yemân radıyallahu anha. 36/66$ şöyle dedi:

“Kıyamet gününde Allah Teâlâ insanları dümdüz bir yerde toplaya­cak; onlara seslenen biri, hepsine sesini duyurabilecek, onlara bakan biri, hepsini görebilecek. İnsanlar, yaratıldıkları günkü gibi yedin ayak ve çırıl-çıplak olacak. Herkes derin bir sükût içinde olacak. Allah izin vermeden kimse konuşamayacak.

Şerh:Şu âyetler bu manzarayı tasvir etmektedir: “O gün, Ruh ve melekler saf saf olurlar. Rahmânın izin verdiklerin­den başkası konuşamaz; izin verilip konuşan da doğru­yu söyler. İşte bu gerçek olan gündür”(Nebe,38-39)

Bugün dillerinin tutulduğu gündür, izin de veril­mez ki özür dilesinler. Gerçeği yalanlayanların o gün  vay hâline! Bugün hüküm günüdür. Sizi ve öncekileri toplamışızdir.”(Mürselat,35-38)

‘Muhammedi’ diye seslenilecek. Resûl-i Ekrem de şöyle diyecek:

‘Rabbim! Ben Senin emrindeyim! Her zaman hizmetindeyim. Bütün hayırlar Senin kudret elindedir. Şerri de Sen yaratırsın, ama onun yapıl­masına razı olmazsın. Doğru yolu bulan, ancak Senin yardımınla bulur. İşte bu kulun Senin huzûrundadır. Onun hakkında hüküm vermek Sana âittir. Onun her işi Senin kudret elindedir. Senen kaçıp sığınacak ve Se­nin elinden kurtulacak bir yer varsa, o yine Sensin! Hayrın ve bereketin pek çoktur. Şânın pek yücedir. Seni her kusurdan tenzih ederim. Sen Beyt’in Rabbisin. ’

Huzeyfe Ibnü’l-Yemân sözünü şöyle tamamladı: İşte Allah Teâlâ’nın: “Umulur ki böylece Rabbin seni Makâm-ı Mahmûd’a (övgüye değer bir konuma) yükseltir. ” (isrâ 17/79) buyurduğu makam bu yerdir.(Hâkim, el-Müstedrek(Atâ), D, 395, nr. 3384; İbni Ebî Şeybe, el-Musannef (Hût), VI, 319.)

Günahkârlara Nasıl Şefâat Edecek?

Abdullah ibni Abbâs radıyallahu anhümâ şöyle demiştir:

“Cehennemlikler Cehennem’e, Cennetlikler Cennet’e girince, ge­ride Cennet ve Cehennem ehlinden birer grup kalır. Cehennemlikler, (günahları yüzünden geride kalan) Cennetliklere:

“Bakın, îmân etmiş olmanız bir fayda sağlayıp da sizi Cennet’e gö­türmedi. " derler.

Onlar da Cehennemliklerin kendilerini ayıplamasından dolayı Rablerine feryâd ederek yalvarırlar. Onların feryâdını duyan Cennet ehli, Hz. Âdem’e ve diğer büyük peygamberlere giderek onlara şefâat etmeleri­ni isterler. Peygamberler de özür beyan ederek şefâat edemeyeceklerini söylerler. Bunun üzerine Cennetlikler Muhammed sallallahu aleyhi ve Selleme başvururlar.O da bu günahkar Müslümanlara şefaat eder.İşte Makam-ı Mahmud budur.

Şerh:Ibni Abbas'ın bu sözü yani bu mevkuf hadis, Peygam­ber Efendimiz'in sözü yani merfû hadis hükmündedir.

Çünkü İbn Abbasın bu bilgiyi kendiliğinden vermesi mümkün değildir.

Bu rivayetin bir benzeri sahabeden Abdullah ibni Mes’ûd ve tâbiîn âlimlerinden Mücâhid ibni Cebr den rivayet edilmiştir.(Taberânî, el'Mu'cemü’l-kebîr (Selefi), IX, 354-357, nr. 9760; Hâkim, el-Müstedrek (Atâ), İV, 541, nr. 8519)

Aynı hadisi Hz. Hüseyin’in oğlu Zeynelâbidîn Ali de Peygamber Efendimiz'den rivâyet etmiştir.'

Ashâb-ı kiramdan Câbir ibni Abdillah radıyallahu anhumâ tâbiîn ravilerindenYezîdü l-fakîr’e;

“Allah Teâiâ nın Muhammed sallallahu aleyhi ve sellemi çıkaracağı Makâm-ı Mahmûd hakkında bir hadis duydun mu?” diye sordu. O da:

“Evet, duydum. ” deyince:

“İşte o Makâm-ı Mahmûd, Cenâb-ı Hakk’ın Resûlullah Efendimize verdiği yüce bir makamdır ki, onun sayesinde günahkâr mü’minleri Cehennemden çıkarır. dedi, ardından da günahkâr mü’minlerin dere­celerine göre Cehennemden çıkarılacağına dâir şefâat hadisini okudu.(Müslim, imân 316, nr. 191)

Bu hadisin bir benzerini Enes ibni Mâlik radıyaliahu anh rivâyet etmiş olup hadisin sonunda: “İşte bu ona vadedilen Makâm-ı Mahmûd’tur." demiştir.(Buhâri, Tevhîd 24. nr. 7440)

Şefâathadisini Selmân-i Fârisî6 de rivâyet etmiş ve şöyle demiştir:

“Makâm-ı Mahmûd, Resûl-i Ekrem’in kıyamet gününde ümmetine şefâat etmesidir.”(İbn Ebi Asın,Es-sünne(Elbani),1,369-370,nr.813)

Bu hadisin bir benzerini Ebu Hüreyre radıyallahu anh rivâyet etmiştir.(Tirzimi,Tefsir,17/7,nr.3137)

Tâbiîn âlimlerinden Katâde bin Diâme es-Sedûsî (v 117/735) şöyle de­miştir:

İlim adamlarına göre Makâm-ı Mahmûd; Resûlullah sallallahu aley­hi ve sellemin, kıyamet gününde bütün insanları mahşerdeki bekleme sıkıntısından kurtarmak için yapacağı şefaatidir. Makâm-ı Mahmûdun, Resûlullah sallallahu aleyhi ve sellemin kıyamet günündeki büyük şefâati şefâat-i kübrâ) olduğu sahâbe ve tabiîn ile müctehidlerin, müfessirlerin ve muhaddislerin de görüşüdür.”

Resûl-i Ekrem Efendimiz’den gelen sahîh hadislerde de Makâm-ı Mahmûd’un şefaat makamı olduğu belirtilmiştir. Makâm-ı Mahmûd’un ne anlama geldiği konusunda, güvenilir âlimlerin rivâyetlerinin aksine se­lef âlimlerinden biri aykırı bir görüş ileri sürmüşse de, bunu destekleyen sahîh bir rivâyet ve sağlam bir görüş olmadığı için, bu görüşe güvenme­mek gerekir. Bu tür rivâyetler sahîh olsa bile, onların anlaşılır bir açıkla­ması yapılmalıdır. Zâten Peygamber aleyhisselâmın Makâm-ı Mahmûd hakkındaki sahîh hadisleri bu tür rivâyetleri çürüttüğü için, bunlara değer vermemek gerekir. Kur’an’da ve Sünnet’te böyle bir delil bulunmadığı, Ummet-i Muhammed de böyle bir görüşü benimsemediği için onu yo­rumlamaya bile gerek yoktur. Böylesi görüşleri olduğu gibi alıp nakletmek bile son derece yanlıştır.

Şefaat-i Kübrâ Hadisi

Enes İbni Mâhk, Ebû Hureyre ve daha başka ravilerin Makâm-ı Mahmud baklandaki rivayetleri hem lafzen hem de mânen birbirine uygun­dur. Buna göre Resululah sallallahu aleyhi ve sellem şöyle buyurmuştur:

“Allah Teâlâ gelmiş, gelecek bütün İmadan bir araya toplayacak; in­sanlar kendi nefisleri için aşın derecede üzülüp hüzünlenecek veya Allah Teâlâ onlara ilham edecek de, “Allah katında şefkat ederek bizi bu hâlden kurtaracak birini bulsak..." diye konuşacaklar

Bir başka senedle Resulullah Efendırniz'in:

“İnsanlar deniz dalgalarıgibi birbirine girecektir.” buyurduğu rivâyet edilmiştir.

Şerh:Peygamber Efendimiz bu ifâde ile: "O gün Biz insanları birbiri içerisinde dalgalanır hâlde bırakacağız. Sûra üfurülecek ve insanların hepsini bir araya getireceğiz.'' (Kehf/99) âyetine işaret etmiştir.

Ebû Hüreyre radıyallahu anhdan rivâyet edildiğine göre Resûl-i Ek­rem sallallahu aleyhi ve sellem şöyle buyurmuştur:

“Güneş insanlara yaklaştırılacak, herkes sıkıntıdan ve kederden artık ,dayanamayacak hâle gelince birbirlerine:

“içinde bulunduğunuz sıkıntıyı, başınıza gelen hâli görmüyor musu­nuz? Hâlinizi Rabbinize arzederek size şefâat edecek birini bulmayı dü­şünmüyor musunuz? diye soracaklar.” Sonra Hz. Âdem’e gelip:

“Ey Âdem! Sen insanların babasısın. Seni Allah kudret eliyle yarattı. Sana Kendi rûhundan üfledi. Seni Cennet’ine yerleştirdi. Meleklerim sa­na secde ettirdi. Sana her şeyin ismini öğretti. Rabbine varıp bizim için şefâat et de,bizi şu bulunduğumuz yerden kurtarsın. İçinde bulunduğu­muz hâli görmüyor musun?” diyecekler. O da:

“Bugün Rabbim çok gazaplı. daha önce hiç böyle gazaplanmadı; bundan sonra da böyle gazaplanmaz. Rabbim, o ağaca yaklaşmamı yasakladı, ama ben O’nu dinlemedim. Asıl benim şefâate ihtiyâcım var; âh benim nefsim, âh benim nefsim! Siz başkasına gidin; Nûh’a gidin.” diyecek. Onlar da Nûh’a gidecek:

..Ey Nûh! Sen yeryüzü halkına gönderilen resûllerin ilkisin. Allah sana "çok şükreden kul” demişti. İçinde bulunduğumuz perişan hali görmüyor musun? Başımıza gelenleri görmüyor musun? Rabbinin huzûrunda bize şefâat etmeyecek misin?” diyecekler. O da:

"Bugün Rabbim çok gazaplı. Daha önce hiç böyle gazaplanmadı; bundan sonra da böyle gazaplanmaz. Asıl benim şefâate ihtiyâcım var; âh benim nefsim, âh benim nefsim”

Enes ibni Mâlik’in rivâyetine göre Resûl-i Ekrem Efendimiz şöyle bu­yurdu: ‘‘Nûh, yaptığı hatâyı bilmeden Rabbinden oğlunun kurtarılmasını istediğini söyleyecek.”(Buhari,Tevhid,24,nr.744)

 Şerh:Kur’ân-ı Kerîm’de bu olay şöyle anlatılmaktadır: “Nûh  Rabbine şöyle yalvardı: ‘Rabbim! Oğlum benim âilemdendir. Senin vaadin de elbette gerçektir. Ve Sen hüküm verenlerin en âdilisin.’ Allah şöyle buyurdu: ‘Ey Nûh! O asla senin âilenden değildir. Çünkü onun yaptığı çok  kötü bir iştir. Ayrıca, hakkında bilgi sahibi olmadığın bir şeyi sakın Benden isteme! Câhillerden olmayasın diye  sana öğüt veriyorum.’ Nûh da: ‘Rabbim! Aslını bilmediğim şeyi Senden istemekten yine Sana sığınırım. Eğer beni bağışlamaz ve bana merhamet etmezsen her şeyi kaybedenlerden olurum.’ dedi.”(Hud,45-47)

Anlaşılan Nûh Peygamber: “Aileni ve iman edenleri  gemiye al!”(Hud,40) emrini alınca, bütün âilesinin kurtulacağını ümid etti ve bu sebeple Cenâb-ı Hakk’a: “Rabbim! Oğlum benim dilemdendir!.” diyerek O’na ailesini kurtaracağı yolundaki vadini hatırlatmak istedi. Hz. Nûh,  tufandan sonra oğlunun âhiretteki durumunu düşünüp üzülmüş ve onun bağışlanması ümidiyle Cenâb-ı Hakk’a ; böyle yalvarmış da olabilir.

Ebû Hüreyre radıyaliahu anhın rivâyetine göre Hz. Nûh şöyle diye­cek:

'‘Benim bir duam vardı: onu da kavmimin aleyhine kullandım. Siz başkasına gidin. İbrâhim'e gidin; çünkü o Halîlullah’tır. ”

Onlar da İbrâhim'e giderek: “Sen, Allahın peygamberisin, bunca insan içinde Allah'ın tek dostu sensin. Rabbinin huzurunda bize şefaat et! İçinde bulunduğumuz perişan hâli görmüyor musun?” diyecekler. O da:

“Bugün Rabbim benzeri görülmedik şekilde gazaplıdır.” diyerek Hz. Adem ve Nûh gibi kendi hatâsını dile getirecek ve vaktiyle söylediği üç yalanı hatırlattıktan sonra ‘Asıl benim şefâate ihtiyâcım var; âh benim nefsim. Ben şefâat edecek durumda değilim; fakat siz Mûsâ’ya gidin. Çünkü o Cenâb-ı Hakk’ın kendisiyle konuştuğu kimsedir (Kelîmullah’tır)” diyecek.

Bir başka rivâyete göre Hz. İbrâhim sözünü şöyle tamamlayacak: “0, Allah Teâlâ’nın Tevrât’ı verdiği, kendisiyle konuştuğu, doğrudan konuş­mak için huzûruna aldığı kimsedir"(Buhari,Tevhid,24,nr.7440)

Peygamber aleyhisselâm sözüne şöyle devam etti:

Onlar da Mûsâ’ya gelecekler. Fakat Mûsâ:

“Ben şefâat edecek durumda değilim.” diyerek yaptığı hatâyı ve birisini öldürdüğünü söyleyerek Asıl benim şefaate ihtiyâcım var; âh benim nefsim; fakat siz İsa’ya gidin. Çünkü o, Allah'ın rûhu ve kelimesidir.” diyecek.

Onlar da İsa'ya gelecekler; fakat îsâ:

“Ben şefâat edecek durumda değilim. Siz Muhammed sallallahu aley­hi ve selleme gidin. O, gelmiş geçmiş bütün günahlarını Cenâb-ı Hakk'ın affettiği kimsedir. ” diyecek.

“Mahşer halkı bana gelecek; ben de: ‘Şefaat etmeye yetkili benim’ diyeceğim. Rabbimin huzûruna çıkıp şefâat için izin isteyeceğim; bana izin verilecek. Rabbimi görür görmez secdeye kapanacağım.”(Buhari,Tevhid 36,nr.7510)

Başka bir rivayet ise şöyledir:

“Arş’ın altına geleceğim, Rabbime secdeye kapanacağım.”(Buhari,Tefsir,17/1,nr.4712)

Diğer bir rivâyet şöyledir:

“Rabbimin huzûrunda duracağım. Nasıl olduğunu şimdi bilmemek­le beraber, Rabbimin bana ilhâm edeceği övgülerle O’na hamdü sena edeceğim.”(Buhari,Tevhid 36,nr.7510)

Başka bir rivayete göre Efendimiz şöyle buyurdu:

“Allah Teâlâ, daha önce hiçbir peygambere öğretmediği en güzel hamd-ü senayı bana ilhâm edecek.”

Ebû Hüreyre radıyallahu anhın rivayetine göre Resûl-i Ekrem sözüne şöyle devam etti:

“Sonra Allah Teâlâ bana hitâben:

‘’Ya Muhammed Secdeden başına kaldır ve iste ! İstediğin sana verilcek.Şefaat et, şefaatin kabul edilcek’’buyuracak.Bende başımı secdeden kaldıracağım ve"Yâ Rabbim,Ümmetimi bana bağışla !YaRabbi! Ümmetimi kurtar!”diye yalvaracağım.O zaman Rabbim bana;

“Ya Muhammedi Ümmetinden hesaba çekilmeden Cennet’e girecek olanları. Cennet kapılarının en sağındaki Ba’bül Eymenden içeri al! On­lar, başkalarıyla beraber Cennet'in diğer kapılarından da gireceklerdir.” buyuracak.1

Şerh:Kâdi lyaz’ın Saluh-i Müslim'e yazdığı şerihte belirttiğine göre, Cennet’in sekiz kapısı olup adları şöyledir: Namaz kapısı, Sadaka kapısı. Oruç (Revyin) kapısı, Cihâd ka­pısı, Tövbe kapısı. Öfkesini yenip insanların kusurları­nı bağışlayanlar kapısı, Râzı olanlar kapısı ve sorgusuz sualsiz Cennete girecek olan mütevekkilere ait Eymen kapısı.Bazı hadis şârihleri, Cennet’in sekiz kapısı ara­sında şunları da saymışlardır: Hac kapısı, Zikir kapısı,Umre kapısı, Duhâ kapısı, Ferah kapısı, Sabır kapısı.(İbn Hacer,Fethul Bari,,VII,28)

Enes ibni Mâlik in rivayet ettiği hadiste, Ebû Hûreyre tarafından riuâyet edilen bu ilâve yoktur. Bunun yerine. Peygamber aleyhisselâmin şöyle buyurduğu belirtilmiştir: “Sonra secdeye kapanacağım. Bana şöyle buyrulacak:

“Yâ Muhammed! Secdeden başını kaldır! Söyle, sözün dinlenecek. Şefaat et,şefaatin kabul edilecek. İstediğin sana verilecek." Ben de:

“Yâ Rabbî! Ümmetimi bana bağışla! Yâ Rabbi! Ümmetimi kurtar!" diye yalvaracağım. Bana şöyle buyurulacak:

“Haydi git, kalbinde buğday (veya arpa) tanesi kadar İmân eseri olanları Cehennem’den çıkar.” Ben de gidip emredileni yapacağım.

 Şerh:Yani Fahr-i Âlem Efendimiz’in, kalbinde, (kalp ile yapılan amellerden) fakirlere şefkat, Allah korkusu, iyi bir şey yapmaya niyet etmek gibi îmân eseri olanları Cehennemiden çıkarmasına izin verileceği ifâde buyurulmaktadır.

Sonra tekrar Rabbimin huzûruna çıkacağım ve yine bana ilhâm edilen  o hamdü senâlar ile Rabbimi öveceğim." Resûl-i Ekrem bundan önce söylediklerini aynen tekrarladıktan sonra sözüne şöyle devam etti: "Bana şöyle buyurulacak:

"Haydi git, kalbinde hardal tanesi kadar îmân eseri olanları Ce­hennem'den çıkar.” Ben de gidip emredileni yapacağım.

“Sonra tekrar Rabbimin huzûruna çıkacağım. Aynı şekilde yalvarıp geri kalan ümmetimin Cehennem’den çıkarılmasını isteyeceğim. Bana:

"Kalbinde hardal tanesinden daha az, çok daha az, azdan da az îmân eseri olanları Cehennem’den çıkar.” buyurulacak, ben de bana emredileni yapacağım.”

Resûlullah Efendimiz dördüncü defa Cenâb-ı Hakk’ın huzûruna çık­tığında kendisine:

“Secdeden başını kaldır! Söyle, sözün dinlenecek. Şefâat et, şefaatin kabul edilecek. İstediğin sana verilecek.” buyurulacağını söylemiştir. O zaman Allah’ın Elçisi şöyle diyecek:

“Yâ Rabbî! Lâilâhe illallah diyenleri Cehennem’den çıkarmama izin ver. Allah Teâlâ şöyle buyuracak:

“Lâilâhe İllallah diyenleri Cehennem’den çıkarmak üzere şefâat etme yetkisi sana verilmemiştir. Ancak Ben, kudretime, büyüklüğü­me, azametime ve ululuğuma yemin ederim ki, lâilâhe illallah diyen­leri Cehennem’den Ben çıkaracağım.”(Buhari,Tevhid36,nr.7510)

Tâbiîn müfessirlerinden Katâde bin Diâme es-Sedûsî’nin (v. 117/735) Enes ibni Mâlik radıyallahu anhdan rivayetine göre Resûl-i Ekrem sallallahu aleyhi ve sellem şöyle buyurmuştur:

“Cenâb-ı Hakk’ın huzûruna üçüncü veya dördüncü çıkışımda, ki bunu tam bilemiyorum, şöyle diyeceğim: ‘Yâ Rabbî! Geride sadece Kur’ân-ı Kerîm'deki emrinle ebediyen Cehennem’de yanacak kimseler kaldı.”Buhâri, Tefsir 2/1, nr. 4476; Müslim, îmân 322, nr. 193.)

Kur an ı Kerîm’in ebediyen Cehennemde kalacaklarını söylediği kimseler kâfirler ve münafıklardır.

Bu hadîs-i şerifin bir benzeri, ashâb-ı kiramdan Hz. Ebû Bekir, Ukbe bin Âmir. Ebû Saîd el-Hudrî ve Huzeyfe İbnul-Yemân tarafından rivâyet edilmiş olup, onların herbiri şöyle demiştir:

“Mahşer halkı Muhammed sallallahu aleyhi ve selleme gelecek; Allah htâlâ ona şefaat izni verecek. Emânet ve sıla-i rahim Sırat’ın iki yanında ayakta duracak.

 Şerh:Emânet; emânete riayet edenlere şahitlik edecek, emâ­nete hiyânet edenleri de Cenâb-ı Hakk’a şikâyet edecek.

Aynı şekilde sıla-i rahim de, akrabasını koruyup göze­tenlere şâhitlik, akrabalık bağlarım koparanları da Allah Teâlâ’ya şikâyet edecektir.

Sırat Nasıl Geçilecek?

Ebû Mâlik’in Huzeyfe İbnul-Yemân’dan rivayetine göre Resûl-i Ek­rem şöyle buyurmuştur:

Muhammed’e gelirler; o da şefâat eder. Mahşerden sonra Sırat kurulur, insanlar onun üzerinden geçmeye başlar. İlk kafile şimşek gibi geçer, ondan sonra gelenler rüzgâr gibi, kuş gibi, koşucular gibi geçer­ler. Sizin peygamberiniz herkes geçene kadar Sırat’ın üzerinde durarak "Allahım! Selâmete çıkar, selâmete çıkar.” diye duâ eder.(Müslm,İman,329,nr.195)

Şerh:Ashâb-ı kirâmdan Huzeyfe İbnü’l-Yemân diyor ki, Resûl-i Ekrem sallallahu aleyhi ve sellem: “Sizin ilk kâfıleleriniz şimşek gibi geçer.” buyurunca, Ben: ‘Anam babam  sana fedâ olsun, şimşek gibi geçmek nedir?’ diye sordum. Resûlullah sallallahu aleyhi ve sellem de: “Şimşeği görmediniz mi? Göz açıp yumacak kadar bir zamanda geçip gidiverir!” buyurdu. Ve sözüne şöyle devam etti:

' Sonrakiler rüzgâr gibi, kuş gibi, koşucular gibi geçerler. Onların amelleri böyle süratli geçirir. Peygamberiniz Sırat üzerinde durup şöyle der: ‘Ey Rabbim! Selâmete çıkar,selamete çıkar.( Nesâi, Tatbik 81, nr. 1139; Ahmed İbni Hanbel, Mûsned, 11, 275, 533. Buhârî, Ezan 129. nr. 806)

Neticede,kulların amelleri kendileri­ni Sırat tan geçirmede aciz kalır.O kadar ki, yürümeye gücü yetmeyen bir adam kalçaları üzerinde sürünerek gelir, Sırat’ın iki tarafında asılmış çengeller vardır. Bu  çengellerin görevi, kendilerine emredilen kimseleri ya­kalamaktır. Bazıları yaralanmış vazıyette kurtulur, bazılarıda Cehenneme yuvarlanır..Ebu Hureyre(r.a) hadisi rivâyet ettikten sonra şöyle demiştir: “Ebû Hüreyre’nin canını elinde tutan Allaha yemin ederim,Cehennem o kadar derindir ki, dibine ancak yetmiş yıl da varılabilir”

Ebû Hüreyre radıyallahu ânhın rivayet ettiği hadise göre Peygamber Efendimiz “Sırat’tan ilk geçen ben olurum,” buyurmuştur.

Ümmetinin Hepsine Şefâat Edecek

Abdullah ibni Abbâs radıyallahu anhümânın rivayetine göre Resûlullah sallallahu aleyhi ve sellem şöyle buyurmuştur;

“Peygamberler, (Mahşer günü) kendileri İçin kurulacak kürsülere otu­racaklar. Ben ise kürsüme oturmayıp, Rabbimin huzûrunda ayakta dura­cağım. Allah Teâlâ bana:

“Ümmetine ne yapmamı İstiyorsun?” diye soracak. Ben de:

“Yâ Rabbî! Onların hesabını bir an Önce gör!” diyeceğim.

“Bunun üzerine ümmetim çağırılıp hesaplan görülecek.

“Onlann bir kısmı, Cenâb-ı Hakk'ın lütfuyla iyi kulluk yaptıkları için, bir kısmı da benim şefâatim ile Cennet'e girecek,

“Ben günahkâr ümmetime şefaat etmeye devam edeceğim,niha­yet bana Cehennem’e girmeleri emredilen bir grup Ümmetimin belge­leri verilecek, onlara da şefâat edeceğim. Bunu gören Cehennem’in bekçisi:

"Yâ Muhammedi Ümmetinden cezayı hak etmiş olan hiç kimseyi bırakmayıp hepsine şefâat ettin!” diyecek.(Taberani,El-Mücemül Evsad,2,208,nr.2937)

Ben övünmüyorum

Tabiîn muhaddislerinden Ziyâd ibni Abdillah en-Nümeyrî’nin, Enes ibni Mâlik’ten rivâyet ettiğine göre Resûl-i Ekrem sallallahu aleyhi ve sel lem şöyle buyurmuştur:

“Âhirette yeniden diriltilmek üzere kabri ilk açılacak olan benim; bunu övünmek için söylemiyorum. Kıyamet günü insanların efendisi ben olacağım; bunu övünmek için söylemiyorum. Kıyâmet günü Livâülhamd benim elimde olacak. Cennet’in kapısı ilk defa benim için açılacak; bunu övünmek için söylemiyorum. O gün varıp Cennet kapısının halkasını tu­tacağım. “Kim o?” diye soracaklar; “Ben Muhammed’im.” diyeceğim. Hemen kapıyı açacaklar. Cebbar olan Cenâb-ı Hak orada tecelli buyura­cak; ben de huzûrunda secdeye kapanacağım.” Daha sonra da yukarıda geçen şefâat hadisini zikretti.

Ashâb-ı kirâmdan Üneys el-Ensârî, Resûlullah sallallahu aleyhi ve sellemi şöyle buyururken dinlediğini söylemiştir:

“Kıyamet gü­nünde yeryüzündeki taş ve ağaçlardan daha çok kimseye şefâat edeceğim. ”(Müttaki,Kenzul Ummal,XIV,399,nr.39062)

Kimlere Şefaat Edecek?

Şefaat konusundaki bunca rivayetten, Resûlullah a.s’ın şefaatinin ve Makâm-ı Mahmûd’unun kapsamının ne kadar geniş olduğu ve onun şefkatinin muhtelif aşamalarda olacağı anlaşılmaktadır.Şöyle ki;

İnsanlar mahşerde toplanacak; yürekler ağızlara gelecek; güneş tepeye dikildiği. beklemek büyük bir sıkıntı verdiği için kan ter içinde kalacaklar Bu, hesap başlamadan önceki durumdur. İşte o zaman Resulluah a.s;

‘mahşerdeki bütün insanların bu sıkıntılı durumlarını rahatlatmak için onlara şefaat edecektir. Bunun hemen ardından Sırat kurulacak ve insanlar hesaba çekilecektir; Ebû Hüreyre ve Huzeyfe lbnü‘l- Yemin’in rivayetleri böyledir ve bu konudaki en sağlam hadis de budur.

İnsanlar mahşerde beklerken, Resûlullah sallallahu aleyhi ve sellem ümmetimden sorguya çekilmeyecek olanların bir an önce Cennet’e  girmesi için şefaat edecektir, yukarıda geçen hadiste de bu durum belirtilmiştir.

Sonra, yine sahih hadislerde belirtildiği üzere, azabı hak edip Cehenneme girmiş olan ümmetine de şefâat edecektir.

Ardandan, kelime-i tevhidi söylemekten başka sevâpları olmayan­lara şefaat edecektir. Bu şefâat, Resûlullah Efendimiz’den başkasına verilmeyecektir.

Efendimiz'in Makbul Duâsı

Çok meşhûr olan sahih bir hadise göre Peygamber Efendimiz şöyle buyurmuştur;

“Her peygamberin bütünümmeti için yaptığı bir duası vardır.Ben de duâmı kısmet gününde ümmetime şefâat etmek için sakladım.”(Müslim,iman,334-335,nr.198-199

Bazı âlimler bu hadisin mânasını şöyle açıklamışlardır; Sözü edilenpeygamberlere, mutlaka kabul edileceği ve arzularının gerçekleştiri­leceği Allah Teâlâ tarafından bildirilen bir duadır. Yoksa peygamberlerin pek çok duası kabul edilmiş; Peygamber Efendimiz’in de sayılamayacak kadar duası makbul olmuştur.Fakat peygamberler,mutlaka kabul edilceği bildirilmeyen dualarını yaparken,havf ile reca arasında bulunurlar.Bununla beraber peygamberlere diledikleri konuda yapacakları duanın kabul edilceği va’dedildiği için,onlar dualarının makbul olcağını bilerek dua ederler.

Her ikisi de tâbiun muhaddislerinden olan Muhammed ibni Ziyâd el- Cümah ve Ebû Salih es-Semmân’ın (v, 101/719), Ebû Hüreyre radıyallahu anhdan rivayet ettiklerine göre Resûlulllah sallallahu aleyhi ve sellem şöyle buyurmuştur:

“Her peygamberin ümmeti için yaptığı makbul bir duâsı vardır ve o duâ kabul edilmiştir. Ben de makbûl duamı kıyamet gününde ümmetime şefâat etmek için tehir etmek istiyorum.”(Buhâri, Daavât 1, nr. 6304; Müslim, îmân 340, nr. 199.)

Ebû Salih es-Semmân ın Ebû Hüreyre’den olan rivayeti ise şöyledir:

“Her peygamberin makbûl bir duası vardır ve her peygamber bu duasını dünyada iken yapmıştır’’(Müslim,iman 338,nr.199)

Tâbiîn muhaddislerinden Ebû Zür’a el-Becelî’nin Ebû Hüreyre radıyallahu anhdan olan rivayeti de böyledir. (Müslim,iman 339,nr.199)

Enes ibni Mâlik radıyallahu anhın rivâyeti de Muhammed ibni Ziyâd el-Cümahî’nin Ebû Hüreyre ra-dıyallahu anhdan olan rivâyeti gibidir.(Buhâri, Daavât 1. nr. 6305; Müslim, îmân 341, nr. 200.)

Sözü edilen bu duâ, Peygamber Efendimiz’in bütün Ümmet i Muham­medi şefaati hakkındaki makbûl duasıdır. Zira Resûl-i Ekrem Efendimiz Cenâb-ı Hak’tan din ve dünya ile ilgili bazı dileklerde bulunduğunu, bun­lardan bir kısmının kendisine verilip bir kısmının verilmediğini söylemiştir.O,bu makbul duasını insanların yardıma en  fazla muhtaç olduğu belaların sonuncusunun başa geldiği ve en büyük istek ve taleplerin yapılacağı güne saklamıştır.

Allah Teâlâ. ümmetine olan daveti sebebiyle bir peygambere verece­ği mükâfatın en mükemmelini ona ihsân buyursun ve Kâinatın Rabbi ona çok çok salâtü selâm eylesin.

Kadı İyaz-Şifa-i Şerif Şerhi,cild:1

Şerh:Prof.Dr.Yaşar Kandemir
Devamını Oku »

Âyetü'l-Kürsi'nin Tefsiri


Rahman ve rahim olan Allah’ın adıyla

Bakara,255:Allah kendisinden başka tanrı bulunmayan varlıktır. O, ebedî hayatla diridir, her şeyin varlığı kendisine bağlı olup kâinatı idare edendir. O’nu ne uyuklama tutar ne de uyku sarar. Göklerde ve yerde olan her şey O’na aittir. İzni olmadan O’nun katında kim şefaat edebilir? O, insanların yaptıklarını ve yapacaklarını bilir, fakat insanlar O’nun ilminden sadece kendisinin dilediklerini kavrayabilirler. O’nun kudret ve hâkimiyeti hem gökleri hem de yeri kaplamıştır, onları koruyup düzeninde tutmak ken­disine zor gelmez. Gerçekten yüce, aşkın ve ulu olan yalnızca O’dur.

Allah kendisinden başka tanrı bulunmayan varlıktır.” Denildi ki Allah tapınılan varlığın (ma‘bûd) adıdır. Benzer bir şekilde Araplar her tapınılan şeye ilâh demiştir. Bu İlâhî beyanın mânası -nihaî gerçeği bilen Allah’tır- şöyle olmalıdır: ibadet edilmeye lâyık olan ve tapınılması gereklilik arzeden varlık, (ey müşrikler) sizin taptığınız putlar ve kutsiyet verdiğiniz nesneler değil, ken­disinden başka tanrı bulunmayan Allah’tır; putlarınız ki onlara tapınmanız size hiçbir fayda sağlamamakta, tapmamanız da hiçbir zarar getirmemektedir.

Âyet-i kerîmenin bu ilk kısmında “de ki” mânasına gelen bir kelimenin hükmen bulunduğu da söylenebilir: “De ki: Allah kendisinden başka tanrı bulunmayan varlıktır.” Çünkü Kur’an’ın ilk muhatapları olan Araplar yaratıcı­nın ve ilâhın mevcudiyetini kabul ediyorlardı, azîz ve celîl olan Allah’ın şu beyanından anlaşıldığı üzere: “Andolsun ki onlara, ‘Gökleri ve yeri kim yarattı?’ diye soracak olsan mutlaka ‘Allah...’ diyecekler”(1); yine şu beyanı: “‘Yedi göğün ve azametli arşın sahibi ve yöneticisi kimdir?’ diye sor, mutlaka ‘Allah’ diyeceklerdir”;(2) yine O’nun beyanı: “‘Her şeyin yönetimini elinde tutan, koruyup kollayan fakat kendisinin korunmasına gerek bulunmayan kimdir, eğer biliyorsanız?’ diye sor, ‘Allah...’ diye cevap vereceklerdir.”(3)

Kur’an’ın ilk muhatapları Allah’ın varlığını kabul ettiklerine göre Âyetü-l kürsî’nin ilk kısmı, mevcudiyetini benimseyip Allah diye isimlendirdikleri varlığın, kendisinden başka ilâh bulunmayan, hay ve kayyûm niteliği taşıyan Allah olduğunu onlara haber veren bir konumdadır.

Âyetü’l-kürsî’nin bu ilk cümlesinin müslümanların bir grubunu amaçlama­sı da mümkündür, şöyle ki onlar Allah Teâlâ’yı tanımışlar, O’na iman etmişler,fakat O’nun nitelik ve sıfatını bilememişlerdir. Ayetin bu kısmı ve devamı Allah’ın hay ve kayyûm ... diye sıfatlarının bulunduğunu onlara bildirip öğretmiştir.

/“O, hay ve kayyûmdur.” Denildi ki: Allah kendinden (bizâtihî) hay ve diridir, yaratıklarda olduğu gibi zâtının dışındaki bir hayatla değil! Yaratıklar öz varlıklarının dışından gelen bir hayatla diridirler, bu sebeple de bu hayatın ardından ölüm mukadderdir. Azîz ve celîl olan Allah ise ölüme mâruz kalmak­tan münezzehtir, çünkü O, kendinden diridir, bütün yaratıklarsa kendilerinden ötürü olmayarak hayat sahibidirler. Azîz ve celîl olan Allah haktan sapanların, hakkındaki iddialardan pek yüce ve münezzehtir.

Bu meselede aslolan şudur ki duyulur âlemde hayatla nitelendirilen kimse kendisine yönelik azamet, saygınlık ve yücelik amacıyla nitelendirilmiş olur. Meselâ “filân hayat sahibidir” denilir. Bunun gibi Allah Teâlâ yeryüzünü, ilkbaharda kıpırdayıp bitki verince canlı diye vasıflandırmıştır, çünkü toprağın bu durumu insanların gözünde övgüye lâyık bir şeydir.(4) Allah Teâlâ da azamet ve yücelik mânasında, bir de her münasebetle çok fazla anılması sebebiyle hay diye nitelenmiştir,şehidlerin insan toplulukları içinde anılmaları sebebiyle canlı diye nitelendirilmesi gibi.(5)

Allah’ın, herhangi bir şeyden habersiz olmasının imkân dahilinde bulunma­ması, yanılgıya düşmemesi, ilminden ve ihtimamından hiçbir şeyin kaçmaması, gökte olsun yerde olsun zerre kadar bir nesnenin O’na gizli kalmaması gerçeğine bağlı olarak da ebedî hayatla diri diye vasıflandırılmış olması muhtemeldir. Hatadan korunma Allah sayesinde mümkündür.

“el-Kayyûm”, yani yaratıkların gerçekleştirecekleri işlerin düzenini ve rızıklarını sağlayan.

Denildi ki kayyûm her şeyin dirlik ve düzenini deruhte edip onu koruyan demektir; “Filân filânın işini üstlenmiştir” denilmesi gibi; bu ifade ile onun işlerini hiçbir kayba sebebiyet vermeden gözetip korumakta olduğu kastedilir. Denildi ki “O, hay ve kayyûmdur” demek yaratıkların hallerinden gafil ve habersiz olmaz demektir.

/“O’nu ne uyuklama tutar ne de uyku sarar.” Denildi ki âyette geçen “sine” kelimesi uyku başlangıcı (ımızganma) mânasına gelir. Yine denildi ki “sine” uy­ku ile uyanıklık arası bir haldir, bu durumda bulunan kimseye “vesnân” denil­miştir. Bir başka görüşe göre “sine” insanın başından gelen bir esinti olup göz­leri bürür; kişi uyuyanla uyanık olan arasında bir konumda bulunur (vesnân).

“O’nu ne uyuklama tutar ne de uyku sarar” meâlindeki İlâhî beyanın zât-ı ilâhiyyeden gaflet ve dalgınlığı nefyetme konumunda bulunması da muhtemel­dir. Çünkü Cenâb-ı Hakk’ı gaflet ve dalgınlık saracak olsa yenilgiye mâruz kalır, dolayısıyla hay ve kayyûm niteliği ortadan kalkar. Bu, gafleti nefyetme konumun­daki “O’ndan, zerre kadar bir nesne gizli kalmaz”(Sebe,3) beyanına benzemektedir.

Şöyle bir manâ da ihtimal dahilindedir: Allah Teâla sözü edilen halleri kendi zâtından nefyetmiştir, çünkü insanlar dinlenip bedene düzen getirmek, bir üzün­tü, sıkıntı ve yalnızlığı gidermek amacıyla kısa veya uzun süreli uyurlar. Cenâb-ı Hak “O’nu ne uyuklama tutar ne de uyku sarar” buyurmak suretiyle dinlenmeye, üzüntü ve yalnızlığı gidermeye muhtaç olmadığını haber vermiştir.

Şöyle de mâna verilmiştir: Ona bıkkınlık gelmez ve uyumaz, diye.

{İmam (r.h.) şöyle dedi:} Ayette yer alan “nevm” ve “sme” kelimeleri ârız oldukları kişinin dalgınlık ve dikkatsizliğini, dinlenmeye muhtaç bulunduğunu ve aczini gösteren iki halden ibarettir, çünkü bunlar başına üşüştükleri kimseyi baskı altında tutup yenilgiye uğratırlar. Kâinatı yaratan ve yöneten yüce var­lığın kendini, bu tür hallerden münezzeh oluşla nitelemesi çeşitli şekillerde gerçekleşmiştir. Allah yaratılmışlara has bütün hallerden yüce olup onları hâki­miyet ve tasarrufu altında tutandır; O’na herhangi bir dalgınlık ve yalnızlık hali gelmez, acz ve ihtiyaç niteliği taşıyan hiçbir vasıf O’nda bulunmaz. Bütün güç ve kudret Allah’a aittir.

“Göklerde ve yerde olan her şey O’na aittir.” Cenâb-ı Hak göklerde ve yerde bulunan her şeyin kendisine ait olduğunu haber vermiştir, kadın erkek herkes O’nun kuludur. Durum yahudi ve hıristiyanların iddia ettiği üzere “Fi­lân Allah’ın oğludur”(6) veya Mekke müşriklerinin ileri sürdüğü gibi “Melekler Allah’ın kızlandır”(7) şeklinde değildir. Aksine bunların hepsi Allah’ın erkek ve kadın kulları ve köleleridir. İnsanlar kölelerinden evlât edinmezler, Cenâb-ı Hak ise bunu yapmamaya elbette daha lâyıktır. Biz bu hususu daha önce açık­lamıştık.

“İzni olmadan O’nun katında kim şefaat edebilir ki?” Yani O’nun izni olmadan şefaate cüret edecek biri yoktur.

Şefaat hakkında farklı görüşler ileri sürülmüştür. Mu‘tezile mezhebinin mensupları şöyle demiştir: Şefaat sadece günahı olmayan veya olup da tövbe eden iyilere yönelik olacaktır. / Onlar bu görüşe Allah Teâlâ’nın şu beyanın­dan hareketle varmışlardır: “Arşı taşıyan ve bir de onun çevresinde bulunan melekler rablerini övgü ile tenzih eder, O’na iman ederler ve öteki müminler için bağışlanma dilerler: Rabbimiz! Senin rahmet ve ilmin her şeyi kuşatmıştır. Tövbe edip senin yoluna uyanları bağışla ve yakıcı ateşin azabından koru!”(Mü'min,7) Allah Teâlâ bu âyet-i kerîmede meleklerin iman eden, tövbe yolunu tutan ve Allah yoluna uyanlar için bağışlanma talebinde bulunduklarını haber vermiştir. Dünyadaki istiğfar iman eden ve tövbeyi ihmal etmeyenlere yönelik bulunduğuna göre âhiretteki şefaatin de bu nitelikleri taşıyanlar için olacağı anlaşılmaktadır.

Bize göre ise şefaat günahkârlar için olur, çünkü günahı olmayanın şefaate ihtiyacı yoktur. Âyette geçen “tövbe edenler ve senin yoluna uyanlar” ifadesine gelince, bunlar tövbe edilmesi gereken günahlara sahip olanlardır, böylelerinin günahları meleklerin istiğfarıyla bağışlanır. Böylece bağışlanma talebinin günahkârlara yönelik olduğu ortaya çıkmıştır, şefaat de aynı durumdadır.(9)

Denilirse: Adamın biri kölesine: “Şefaate hak kazanacağın bir iş görürsen hürsün” dese, senin kanaatine göre köle, şefaate hak kazanmasına ve sonuç olarak hürriyetine kavuşmasına vesile olacak hangi ameli işlemelidir: Taat mı yapmalı, yoksa mâsiyet mi işlemeli? Bu soruya mutlaka şöyle cevap verilir: Taat yapmalıdır. İşte buna bağlı olarak şefaat de günahkârlara değil taat ve iyilik yapanlara yönelik olur.

Cevap verilir: Günahkârlar lâyık oldukları şefaate, daha önce işleyip dün­yadan göçünceye kadar zayi etmedikleri taatleri sayesinde hak kazanmışlardır, çünkü müminler bazı günah ve mâsiyetler işleseler de onların gerçekleştirdik­leri taatleri de vardır. Onlar bu iyilikleri sayesinde şefaate lâyık bir durumda bulunurlar, Cenâb-ı Hakk’ın iyi bir ameli kötü olan diğer bir amelle karış­tırdılar»(9) meâlindeki beyanında olduğu gibi. Dolayısıyla müminin günahı ko­nusunda şefaatte bulunmak onun kötü hal ve amelini düzeltmesine vesile olur.

/ Mu‘tezile mensupları şöyle bir itiraz ileri sürmüşlerdir: Duyulur âlemde [- birinin diğeri hakkında iddia ettiğiniz şekilde şefaatte bulunması söz konusu değildir, çünkü şefaat birinin yanında diğer bir insanın övgüye lâyık yönleri ve meziyetlerinin anılmasından ibarettir, sadece bu kadar. Durum âhirette de farklı değildir.

Mu‘tezile’ye iki şekilde cevap verilir. Birincisi dünyada şefaat edilen ki­şinin meziyetlerinin zikredilme sebebi şefaati kabul edecek kimsenin onun durumunu bilmemesidir. Bu yüzden kişinin iyi yönleri anlatılır ki onu tanısın ve hakkındaki şefaati kabul etsin. Allah Teâlâ ise herhangi bir tanıtıma ihtiyaç olmaksızın bilendir.
İkincisi kendisi için şefaat istenen kimseye ait meziyetlerin anılmasının bir sebebi de benzer bir ihtiyacın şefaati kabul edecek kimse için de bir gün söz ko­nusu olmasıdır. Böyle bir durum özellikle âhiret planında vârit değildir. Aslmda Allah Teâlâ kullarda bulunan ihtiyaçlardan münezzehtir. Bu sebeple de dünya­daki şefaatle âhiretteki şefaat birbirinden farklı konumlara sahip olmuşlardır.

Biri sorarsa: Ayetül-kürsî’de başından sonuna kadar söz konusu edilen tevhid ilkesine ait ifadelerin hepsi iddiadan ibarettir, bu iddianın delili nedir?

Cevap verilir: Bunun delili daha önce bahis mevzuu edilen şu âyetler ola­bilir: “Sizin ilâhınız bir tek ilâhtır. O’ndan başka Tanrı yoktur. O, rahmân ve rahimdir. Şüphesiz göklerin ve yerin yaratılmasında, gece ile gündüzün birbiri ardınca gelmesinde... düşünen toplum için birçok delil vardır.”(10) İkincisi evre­nin yaratıcısını inkâr eden kimse ile önce evrenin yaratılmışlığı ve bir yaratıcıya ihtiyaç hissettirdiği hususu tartışılmalıdır. Evrenin yaratılmışlığı kanıtlanınca yaratıcının varlığı ve birliği konusunda fikir yürütülür. Başarıya ulaşmak ancak Allah’ın yardımıyla mümkündür.

/ Biraz önce zikri geçen âyette “bir tek” mânasmda yer alan vâhidin muhte­vası sayı açısından “bir” demek değildir. Çünkü sayı dizisine giren her şeyin söylenenden daha çok veya daha az olması mümkün olduğu gibi uzun, enli, kısa, kesirli ve parçalı (hacimli) olması da muhtemeldir. Binaenaleyh Allah hakkında şöyle denmelidir: O ululuk, aşkınlık ve yücelik açısından birdir. Nitekim insanlar arasında “Filân zamanının ve içinde bulunduğu topluluğun tek adamıdır” denir ve bunu söyleyenler onun topluluk içindeki seçkinliğini, yüceliğini ve onlara yönelik hâkimiyetini kastederler, evet böyle bir söylem olağandır. Ama bu söylemi kullananlar o kişinin birey olarak tek olduğunu dile getirmiş olmazlar, çünkü bireyler sayı açısından çoktur. Nihal gerçeği bilen Allah’tır.

[ *“O, insanların yaptıklarını ve yapacaklarını bilir.” Ayette yer alan “mâ beyne eydîhim” şeklindeki İlâhî beyanın “yaratılmadan önce”, “ve mâ halfehünr ’ ise “yaratıldıktan ve fiilen var olduktan sonra” mânasına gelebilir. Ya da İlâhî beyanın birinci kısmı “işledikleri ameller”, ikinci kısmı da “sonraya bırakıp yapacakları işler” anlamına gelir. Bir başka yorumda “mâ beyne eydîhim" iyi davranışlardan kinayedir, yani Allah insanların yaptıkları iyilikleri bilir. “Ve mâ halfehüm” de kötülüklerden kinayedir, işleyip arkalarına attıkları kötülük­ler. Bunun yanında âyette geçen “beyn” ve “half ’ kavramlarıyla insanlara ait bütün hallerin kastedilmesi de ihtimal dahilindedir. Buna göre âyetin bu kısmı “Allah insanların bütün hallerini ve kendilerinden sâdır olacak her türlü dav­ranışa vâkıftır” mânasına gelir.

Bu yorum şu âyet-i kerîmenin dayandığı mâna zeminiyle uyum içinde bulunur: “Ona önünden de ardından da hiçbir tutarsızlık gelemez. O, hikmet sahibi ve övgüye lâyık olan Allah tarafından indirilmiştir.”(11) Yani Kur’an’a hiçbir şekilde tutarsızlık (bâtıl) gelmez, çünkü Kur’an’ın önü ve arkası (beyn, half) yoktur, bunun için murâd-ı İlâhî kaydettiğimiz mâna olmalıdır. İşte bahis konusu ettiğimiz âyet de bu çizgi üzerinde seyreder. Tef­sirini yapmakta olduğumuz âyetle ön ve art diye bir şey kastedilmeyip, İlâhî ilmin insanları kuşattığını haber verme olgusunun hedeflenmiş olması da mümkündür. Nihaî gerçeği bilen Allah’tır.]

“İnsanlar O’nun ilminden sadece kendisinin dilediklerini kavrayabilirler.” Bu İlâhî beyan Mu‘tezile’nin telakkisini reddetmektedir, çünkü Mu‘tezile mensupları Allah’ı “ilim”le nitelemezler. Halbuki O, Ayetü’l-kürsî’nin bu kısmında ilminin olduğunu haber vermektedir.(12)

/Buradaki ilim gayb ilmi mânasına gelebilir. Bazıları her şeyin bilgisi [ mânasına almıştır, çünkü insanlar nesne ve olaylar hakkında Allah’ın bildir­diğinden başka hiçbir şey bilemezler, tıpkı meleklerin “Senin öğrettiklerinden başka bizim hiçbir bilgimiz yoktur”(Bakara,32) deyişi gibi. Sözü edilen ilme gayb bilgisi anlamı veren ise Cenâb-ı Hakk’ın şu beyanına uyum sağlamaktadır: “Beşerin kavrayış sınırlarını aşan şeyleri O bilir ve O, dilediği Allah elçisi hariç gayb alanını kimseye bildirmez.”(Cin,25-26)

“O’nun kudret ve hakimiyeti hem gökleri hem de yeri kaplamıştır.” îbn Abbas (r.a.) gibi bazı müfessirler buradaki “kürsî” kelimesine “ilmi” mânası vermişlerdir.(13) Diğer bazıları da kürsüsü “kudret”i demektir demiştir. Bu da kudret ve azametle nitelemek anlamına gelir.

Denildi: “O’nun kürsüsü gökleri ve yeri kuşatmıştır”; sözlükte kürsî bir , şeyin aslı demektir, nitekim Arap dilinde “kirs” kökü kullanılarak “şunu tesis edip kurdu” denir. Ayetteki kürsüden maksat Allah’ın herkesin güvencesi ve yaratılmışların sığınağı olmasıdır. Sonuç olarak bu da azamet ve kudretle nite­leme anlamına gelir. Yine buradaki kürsünün Allah’ın bir yaratığı olduğu da ileri sürülmüştür.

Yine denildi: Kürsî bilinen kürsü olup Allah Teâlâ onu yaratıklarından dilediğine lütfetmek için halketmiştir.

Şunun da belirtilmesi gerekir ki kürsünün Allah’a nisbet edilişinden insan­lara nisbet ediliş mânası anlaşılmamalıdır; tıpkı “Bunlar Allah’ın sınırlarıdır”,(Bakara,229) Allah’ın nuru,(14) Allah’ın evi(Şûrâ,11) ve benzerlerinden yaratıklara izâfe edildiklerinde anlaşılan mânaların hedeflenmeyişi gibi. Buna bağlı olarak “O’nun kürsüsü gökleri ve yeri kuşatmıştır” meâlindeki beyân-ı İlâhî ile benzeri âyetlerden yaratıklara ilişkin sonuçlar çıkarılamaz. Bunun delili “Hiçbir şey O’nun ben­zeri değildir” meâlindeki âyet-i kerîmedir.

/“Onları koruyup düzenlerinde tutmak kendisine zor gelmez.” Yani O’na zor gelmez; bu îbn Abbas’ın (r.a.) görüşüdür denilmiştir. Yine ondan: “ona ağır gelmez” şeklindeki bir yorum da nakledilmiştir.(15) Bir görüşe göre bunun mânası “O’nu yormaz”, diğerine göre ise “Bir şeyi koruyup düzenlemek içjn insanlar gibi çaba sarfetmez” şeklindedir.

Gerçekten yüce, aşkın ve ulu olan yalnızca O’dur.” Yani zihinde can­landırılıp arşa veya kürsüye ihtiyaç hissettiren her şeyden yüce ve aşkın (alî), mahiyetinin bilinmesinden münezzeh ve ulu (azîm).

İbn Abbas (r.a.) “kürsüsü kuşatmıştır” demek “ilmi kuşatmıştır” demektir şeklinde yorum yapmış ve ilim esasını âyetin devamında da göz önünde bu­lundurmuştur: “Onları koruyup düzenlerinde tutmak kendisine ağır gelmez”, yani her şey O’nun ilmi dahilinde olup onu korumak kendisine ağır gelmez.(16) Nihaî gerçeği bilen Allah’tır.

{İmam (r.h.) şöyle dedi:} “Yüce ve aşkın” (alî) demek insanların ve benzeri yaratıkların hallerinden münezzeh demektir. Yine “alî”: Yönetim ve tasarrufu altında bulunduran, yenilgiye uğramayan demektir.

Ebû Mansûr el-Mâtürîdî,Te'vilatül Kur'an'dan Tercümeler,syf:27-34

Tercüme:Prof.Dr.Bekir Topaloğlu

Dipnotlar:

1)- Lokman 31/25; ez-Zümer 39/38.

2)- el-Mü’minûn 23/ 86-87.

3)-el-Mü’minûn 23/88-89

4)- Müellif Mâtürîdî (r.h.) şu âyet-i kerîmeye işaret etmektedir: “Sen yer yüzünü kupkuru ve ölü bir halde görürsün. Ama ona yağmur indirdiğimizde kıpırdanır, kabanr ve her türden iç açıcı bitkiler verir” (el-Hac 22/5).

5)-Müellif şu âyet-i kerîmeye işaret etmektedir: “Allah yolunda öldürülenler için ölü demeyin. Bilâkis onlar diridirler, fakat siz farkında değilsiniz” (el-Bakara 2/154; bk. Âl-i İmrân 3/169-171).

6)-Mâtürîdî şu âyete işaret etmektedir “Yahudiler ‘Üzeyir Allah’ın oğludur’ dediler. Hıristiyanlar da ‘Mesih (Isa) Allah’ın oğludur’ demektedir. Bunlar dillerine doladıkları söylenti niteliğindeki ifa­delerdir. Onlar önceki inkârcıların sözlerine özeniyorlar. Allah kahretsin onlan! Nasıl da gerçekten saptırılıyorlar!” (et-Tevbe 9/30).

7)-Şimdi puta tapanlardan cevap vermelerini iste: Senin rabbinin kızları var da onların erkek ço­cukları mı var? Yoksa biz melekleri onların gözü önünde ve dişi olarak mı yarattık? Onlar sahte ve realiteye ters temayülleri sebebiyle ‘Allah çocuk doğurdu’ diyorlar, fakat kesinlikle yalan söy­lüyorlar. O, kızlan oğullara tercih mi etmiş?” (es-Sâffat 37/149-153).

8)-Alâeddin es-Semerkandî meseleyi şöyle şekillendirmektedir: “... ve müminler için bağışlanma dilerler”, melekler küfürden dönüş (tövbe) yapıp iman eden ve O’nun yoluna uyanlar için bağış­lanma dilerler. Böyleleri daha sonra bazı günahlara yönelmiş olabilirler. Küfürden dönüş yapmakla birlikte günah hali oluşabilir, ama günah işlemekle küfürden dönüş olgusu ortadan kalkmaz. Buna göre meleklerin bağışlanma talebi bu günahkârlar için olur, şefaat de aynı konumdadır (Şerhu ’t-Te vîlât, 88b).

9)- “Diğerleri ise günahlarım itiraf ettiler, iyi bir ameli kötü olan diğer bir amelle karıştırdılar. Umu­lur ki Allah tövbelerini kabul eder. Zaten Allah çok bağışlayan ve çok esirgeyendir” (et-Tevbe 9/102).

10)- el-Bakara 2/163-164.

*)-Âyetü’l-kürsî’nin bu kısmının tefsiri ulaşabildiğimiz Tevîlât nüshalarında ve şerhinde yer alma­mıştır. Bu durum başlangıçtan itibaren müstensihlerin bir zühûlü olabilir. Aynca imamın takriri yoluyla meydana geldiği bilinen eserde bu tür hataların müelliften kaynaklanması da mümkündür. Nitekim Te’vîlât’ta bazı takdim ve tehirlerle tekrarların mevcut olduğu mâlûmdur. Biz, Ayetü'l-kürsî tefsirinin eksiksiz olması gerektiği düşüncesiyle Tâhâ sûresinde bulunan (20/110) ve aynı kelime­lerden oluşan kısmın tefsirine burada yer vermeyi münasip gördük (Süleymaniye ktp., Mihrişah Sultan, nr. 8, vr. 478b).

11)-Fussılet 41/42.

12)-Müellif İmam Mâtürîdî (r.h.) Mu‘tezile ile Ehl-i sünnet kelâmcıları arasında tartışma konusu olan “mâna sıfatları” meselesine temas etmektedir. Mu‘tezile kelâmcıları Allah’a -âyetteki örnekten hareket edilecek olursa- “alim” sıfatını nisbet ettikleri halde “ilim” sıfatını nisbet etmezler. Çünkü onlara göre “Allah alimdir” denildiğinde zihin sıfatla mevsuf arasında ayırım yapmadığı halde  “Allah’ın ilmi vardır” denildiğinde sıfat ile mevsuf ayrı kavramlar olarak zihne gelir, bu da kadîm­lerin çoğalması (taaddüd-i kudemâ) gibi bir sakınca doğurur (bk. Nûreddin es-Sâbûnî, Mâtürîdiyye Akaidi, s.71-74). Halbuki tefsiri yapılan Âyetü’l-kürsî’nin bu kısmında “ilim” kavramı Allah’a râci zamîre muzaf olmak suretiyle O’na nisbet edilmektedir.

13)- Taberî, Câmi ‘u ‘l-beyârı, III, 9; Vâhidî, Tefsîr, I, 183.

14)“Allah’ın nurunu ağızlarıyla söndürmek istiyorlar” (et-Tevbe 9/32).
“İbrahim ve İsmail’e ‘Tavaf edenler, kendilerini ibadete verenler, rükû ve secde edenler için Evimi temiz tutun’ diye emretmiştik” (el-Bakara 2/125).

15)- Taberî, a.g.e.III, 12.

16)- Taberî, a.g.e., III, 9; Vâhidî, a.g.e., I, 183.
Devamını Oku »

Şefaat hakkında İslamoğlu ve Okuyan'a reddiye



Hüseyin Avni Hoca



Besmele, hamd, salat ve selamdan sonra…

Selam hidayete tabi olanlara olsun…

Mustafa İslamoğlu, Mehmet Okuyan!. Size bu mektubumda muhterem kardeşlerim şeklinde hitap edip Rabbim size rahmet etsin ve sizi her türlü musibet ve afetten korusun diye de dua etmek çok isterdim.. Bu hitap ve duama belki sizler muhtaç değilsinizdir; ama insan ve mümin olmanın hazzını yaşamak ve tatmak isteyen biri olarak ben muhtacım.. Ancak ne yazık ki birçok meşru ve makul sebeple bunu yapamadım.. Çünkü sizler ki, Efendimiz sallallahu aleyhi ve sellem’e -Allah’ın O’na salat ve selam edin (Ahzab:56) emrine rağmen- salat ve selam getirip dua etmeyi bile yalakalık sayabildiğinize göre, isimlerinizin başına herhangi bir hürmet ifadesi kullanmaktan ve sizin için dua etmekten, inanın size yalakalık etmekte olduğumu zan ve iddia edebileceğinizden korktum.. İşte o yüzden bundan böyle size sırf isimlerinizle hitap etmekte beni lütfen okuyanlar da mazur görsünler, siz de mazur görün.. Bu hitap tarzım, bedeviliğime ve kaba sabalığıma değil de korku ve endişeme bağlansın..

Mustafa, Mehmet!.. Bir takım genç Mü’minlerden duyduğuma ve yazıya döküp bana getirdikleri konuşma metninizden okuduğuma göre şefaatin -sergilediğiniz mantık olarak- hepsini zımnen, günahların affedilmesi için olan çeşidini ise açıkça inkâr ediyormuşsunuz.. Kitap, Sünnet ve Ümmet’in icmaı ile kesin ve sabit olan bu mana ve muhtevasını doğru anlayamadığınız şefaati kabul eden Mü’minlere de olmadık hakaretler yağdırıyormuşsunuz..

Mustafa, Mehmet!.. Bilenler iyi bilirler ki, geçmişte Mutezile mezhebi imamları, aklı, -çoğu zaman- yerinde ve kaldırabileceği kadar değil de, sahasının kısmen veya tamamen dışında ve lüzumundan fazla kullandılar. Bu yüzden de -ne yazık ki- akılcı akılsızlar sürüsü haline geldiler.. Bunların bozuk anlayışları ve şeytani vesveseleri geçmişte Ehl-i Sünnet uleması tarafında tamamen çöplüğe fırlatılıp atıldı.. Sizler ise şimdilerde o çöplükleri eşeleyip bu vesveseleri çıkarıyor ve kendinize ait düşüncelermiş gibi yaymaya çalışıyorsunuz.. İlmî ve aklî kifayetiniz ile doğru anlama rüştünüzün bulunmaması yüzünden de çürüyüp fosil haline gelen bu bozuk anlayış ve inanışları çok kere yanlış anlamaktasınız.. Bunlar yetmiyormuş gibi ayrıca onlara birçok saçmalıkları ilave etmekle de işi iyice çığırından çıkarmaktasınız.. Ehl-i Sünnet uleması tarafından onlara verilen mufassal ve okkalı cevapları ya okuyamamış veya nadiren okusanız bile yanlış okuyarak hatalı anlayıp anlatmaktasınız..

Veyahut da basbayağı bir ilim hıyaneti içindesiniz.. Kesinlikle biliyorum ki, sizin kendinize ait tek bir fikriniz yoktur.. Çünkü gördüğüm kadar kabiliyet ve gayretiniz fikir imaline hiç de elverişli değildir.. Kullandığınız ifadelerden anlayabildiğime göre dağarcığınız ya müsteşriklerin/oryantalistlerin veyaMutezile’nin paket proğramlarından yer gösterilmeden alınan bilgi ifrazatı/atıkları ile doludur.. Sizin kendinize has olan işiniz ise sadece şu sözü geçen iki zümreyi kör bir şekilde ve cahilce taklit etmekten ibarettir.. Hak yolun imamlarının izinden gitmeyi zül ve ar sayar, reddedersiniz ama azat kabul etmez köleler gibi yoldan çıkmışların peşine takılırsınız.. Çizgilerinden ve gölgelerinden kıl kadar dahi ayrılmazsınız.. Onların düşüncelerini asla münakaşa etmez ve ettirmezsiniz..

Diğer yandan da herkesin sizin önünüzde el pençe divan durmasını, ardınızdan asla ayrılmamasını vücudunuzun bütün zerrelerinizin dilleriyle istersiniz.. Siz peygamber sallallahua leyhi ve sellem bile olsa herkesi münakaşa edebilir bir yana fırlatabilirsiniz ama kendinizi katiyen zerre miktarı tartıştırmaz, burnunuzdan asla kıl aldırmazsınız.. Kendi ithalpaket proğramlarınızı set haline getirip ambalajlayarak cümle aleme cebren ve hile ileyutturmaya çalışırsınız.. Sözün kısası, siz işte bu kadar çaplı ve dürüst kimselersiniz..

Mustafa, Mehmet!.. Mu’tezile’den söz etmişken, onların günahların affedilmesi için yapılacak şefaatleri inkâr ederken delil diye ileri sürdükleri şüphe ve saçmaların birkaç tanesini buraya alalım.. Sonra da Ehl-i Sünnet ulemasının onlara verdiği cevaplardan bir kısmını hulasa edelim..

Birinci şüpheleri: Ancak (Allah’ın) razı olduğu kimseye şefaat edecekler ayeti.. Oysa fasık, razı olunan bir kimse değildir..

İkinci şüpheleri: Çünkü şefaatte, Allah’tan, düşmanını dost, cehennemliği de cennetlik yapmasını istemek manası vardır ki bu güzel görülecek bir şey değildir..

Üçüncü Şüpheleri: Büyük günah sahipleri için şefaatin olduğunu söylemekte günahlara teşvik vardır ki bu caiz değildir..

Dördüncü Şüpheleri: Hiçbir kimsenin, hiçbir kimseden hiçbir şeyi (zarar ve azabı)savamayacağı ve ondan hiçbir şefaatin kabul edilmeyeceği günden sakının(Bakara:48)mealindeki ayet..

Birinci şüphelerinin cevabı.. Kur’an’da geçen mutlak zalim kâfir demektir.. Yani şöyle zalim böyle zalim gibi vasıflarla zikredilmeyip sadece zalim lafzı kullanılmış ise bunun kafir olduğu anlaşılır.. Ancak (Allah’ın) razı olduğu kimseye şefaat edecekler ayetindeki razı olunan kimse de her bir mümindir; çünkü onun imanı ve taatıi vardır. Yine ayetten anlatılmak istenen sadece(Allah’ın) kendisine şefaat edilmesine razı olduğu kimseye şefaat edeceklerdir demektir.. O halde neden ayetin anlaşılmasında zıt görüş bulunmasına rağmen Allah büyük günah sahibinden razı olmaz dediniz?..

İkinci Şüphelerinin Cevabı: Düşmanını dost, yapmasını istemektir sözleri doğru değildir.. Bu dediğinizi mümin büyük günah işlemekle imandan çıkar ve Allah’ın düşmanı haline gelirşeklindeki bozuk temel inancınızın üzerinde kurdunuz.. Bizim temel inancımıza göre ise mümin büyük günahları işlemekle Allah’ın düşmanı haline gelmez.. Ebû Hanîfe rahimehullah el-Âlim ve’l-Muteallim isimli kitabında bu görüş üzerindedir.. Yine mümin büyük günahları işlemekle mutlak olarak cehennemlik olmaz.. Aksine bunda, Allah’ın, kuluna fazlı ve keremi ile muamele etmesinin istenmesi vardır..

Üçüncü Şüphelerinin Cevabı: Büyük günah sahipleri için şefaatin olduğunu söylemekte günahlara teşvik vardır demelerine gelince.. Hayır, öyle değil.. Çünkü biz şefaatin vacipolduğuna hükmetmiyoruz ki kul azaptan emin olsun, şefaate güvenip dayansın ve günahları işlemeye cüret ve cesaret göstersin.. Aksine biz büyük günah işleyen her bir fert için bunun caizolacağına ve tasavvur edileceğine hükmetmekteyiz.. Şefaate nail olmayı umması, af ve mağfiretten de ümit kesmemesi için.. Sizin şefaatin olmaması, affın imkânsızlığı ve büyük günah işleyenlerin ebedi olarak cehennemde kalacaklarına dair dediğiniz sözlerde, insanları ümit kesmeye ve Allah’ın rahmetinden ümitsiz olmaya atmak vardır.. Bu ise küfürdür.. Allah Teala,Allah’ın rahmetinden ancak kâfirler topluluğu ümit keser (Yusuf:87) buyurmuştur.. (İbnu Kutlubuğa: Haşiyetü’l-Müsayere:217-218)

Dördüncü Şüphelerinin Cevabı: Ehl-i Sünnet alimlerinin Mu’tezile Mezhebinin bu ayetigünahların affı için şefaatin olmayacağı iddialarına delil getirmeleri karşısında verdikleri uzun ve güzel cevaplar vardır..

Birincisi:

-Bu ayetteki hüküm her bir ferdi ve bütün halleri kapsamaz.. (Îcî, Devvânî ve başkaları..)

-Bu sözün zahiri/açığı, hükmün, iki şeyi yani hem fertlerin tamamını hem de hallerin tamamını kapsamayacağıdır. Fertleri kapsamaması, umum sığalarından olan nefiyden sonra nekre ismin bulunması ile düşmüştür.. Yani bu, umum bildirdiğinden fertlerin tamamını kapsar.. Öyleyse doğrusu, şahıslar ve vakitlere nispetle umum bildirmez demektir.. Çünkü lâ teczî/defedemeyecektir, savamayacaktır sözünde devamlılık manasını gösterir bir şey yoktur.. Bu umum ifade etme/fertlerin hepsini kapsaması kabul edilecek olsa bile, (şefaat vardır veşefaat yoktur şeklindeki) delillerin mümkün mertebe tenakuzdan kurtarılması için (bu ifade umum bildirse de) umum kast edilmemiştir, kâfirlerle sınırlıdır denilir .. Onun için buna umum bildirdiğini kabul ettikten sonra bunun kâfirlerle sınırlandırılmasının manası yoktur şeklinde bir itiraz yapılamaz. Aksine biz, delilin delaletsiz olmaya tahsisinin bir manası yoktur deriz.. (Gelenbevî Ale’l-Celal, 2/271)

Mustafa, Mehmet!.. Fahruddin er-Râzî’nin, hiçbir kimsenin, hiçbir kimseden hiçbir şeyi(zarar ve azabı) savamayacağı günden sakının (Bakara:48) ayetini tefsir ederken şefaat hakkında getirdiği delilleri ve Mu’tezile’ye verdiği o güzel ve susturucu cevaplarını hiç mi okumadınız, hiç mi görmediniz, gördüysen hiç mi anlamadınız?..

Mustafa, Mehmet!.. Sözlerinizden okuduğuma ve gördüğüme göre sövdüğünüz ve savaştığınız Mü’minlerin, söz ve yazılarında kullandıkları kelime ve ıstılahlara/terimlere ne mana yüklediklerini, bu meseleye girmeden evvel bizzat onlara soracak yerde bu lafızlara sadece kendi saplantılarınız ve yakıştırmalarınızla mana veriyor ve onlara yakası açılmamış nice hakaretler ediyorsunuz.. Durmadan havayı yumrukluyorsunuz.. Hatta belli ki küfürlerinizin ve hakaretlerinizin mesnedi kalmayabilir endişesiyle ve korkusuyla bunu onlara sormaktan kasıtlı olarak çekiniyorsunuz.. Hep hakaret edebileceğiniz ve kendi o pek sevdiğiniz tabirinizle onları iyice ötekileştirebileceğiniz manalarda çakılıp kalıyorsunuz.. Hasım saydıklarınıza yani bütün bir Ümmet’e ve alimlerine her dem kendi yakıştırma, vehim, yalan ve iftiralarınız üzerinden atış yapıyorsunuz..

Mustafa, Mehmet!.. Evet, sizin bu yaptığınız, cahillikten de öte büyük bir ciddiyetsizliktir.. Birazcık aklı ve ilmi olan ciddi bir kimse, hiç değilse tezyif edeceği ve karalayacağı inanç, söz ve düşüncelerin önce ne olduğunun sınırlarını açık bir şekilde çizer, ne diyecekse ve ne yapacaksa ondan sonra der ve yapar.. Muhataplarının hiçbir şekilde söylemediklerinden hareketle asla gevezelik yapmaz.. Kur’ân ve Sünnet istikametinde şefaate imanı olan Mü’minlere çamur atarken yakışıksız ve saçma tasvirleri ve yakıştırmaları bir yana koyarak siz şu kitabınızdaki yahut konuşmanızdaki veya makalenizdeki şu sözünüzle veya başkalarına ait olup kabullendiğiniz sözlerde ŞEFAAT’a şu manayı yüklüyorsunuz; oysa bu yaptığınız, şu nakli veya akli delile göre yanlıştır, doğrusu ise budur gibi ilmi ifadelerle karşı çıkacak yerde abur cuburlarınızla şamata etmeyi marifet sayıyorsunuz..

Ciddi ilmî bir tenkıdde hasım bilinen kişilerin kelam veya kalem sürçmelerine yahut köşede bucakta kalmış ve taraftarlarınca bile kabul görmeyen şaz ifadelerine sarılmaya bile tenezzül edilmez; aksine daha çok ve asıl asla ve gövdeye bakılır.. Oysa siz böyle bile yapmıyorsunuz.. Sürçme mahsulü ifadelerine de dayanmıyorsunuz.. Daha da ileri giderek onlara sırf iftira ve yakıştırmalarınız üzerinden çamur atıyorsunuz..

Mustafa, Mehmet!.. İslam’ı bilmemenizin yanında aklın ve mantığın kanunlarından da haberiniz olmadığından hatta bu halinizi dahi göremediğinizden gelişi güzel ve saçma sapan konuşmaktasınız.. Büyümekle büyütülmenin farkını bilmediğiniz yahut bilmez gibi yaptığınız için hep zırvalıyorsunuz..

Mehmet, Mustafa!.. Biz size Mü’minlerin kabul ettikleri ve inandıkları şefaatin evvela Kur’ân’dan bazı delillerini getirip sonra da ne olduğunu gösterelim ve çerçevesini çizelim:

Rabbimiz şöyle buyurdu:

{ مَنْ ذَا الَّذِي يَشْفَعُ عِنْدَهُ إِلَّا بِإِذْنِهِ }

“O’nun yanında kimdir şu şefaat edecek olan?!. Ancak, O’nun izni ile (şefaat edecek olan)başka..” (Bekara:255)

Rabbimiz yine şöyle buyurdu:

{ وَلَا يَشْفَعُونَ إِلَّا لِمَنِ ارْتَضَى }

“Ancak Allah’ın razı olduğu kimseler için şefaat edecekler..”(Enbiya:28

Rabbimiz yine şöyle buyurdu:

{ لَا يَمْلِكُونَ الشَّفَاعَةَ إِلَّا مَنِ اتَّخَذَ عِنْدَ الرَّحْمَنِ عَهْدًا }

“Şefaate malik olamayacaklardır; ancak, Rahman’ın katında ahd edinenler başka.”(Meryem:87)

Rabbimiz yine şöyle buyurdu:

{ يَوْمَئِذٍ لَا تَنْفَعُ الشَّفَاعَةُ إِلَّا مَنْ أَذِنَ لَهُ الرَّحْمَنُ وَرَضِيَ لَهُ قَوْلًا }

“O günde şefaat fayda vermeyecektir.. Ancak Rahmanın kendisine izin verdiği ve onun için söz söylemeye razı olduğu kimse başka..”(Taha:109)

Rabbimiz yine şöyle buyurdu:

{ وَلَا تَنْفَعُ الشَّفَاعَةُ عِنْدَهُ إِلَّا لِمَنْ أَذِنَ لَهُ }

“Onun yanında şefaat fayda vermeyecektir. Ancak, kendisi izin verdiği kimse için olan başka..” (Sebe:23)

Rabbimiz yine şöyle buyurdu:

{ وَلَا يَمْلِكُ الَّذِينَ يَدْعُونَ مِنْ دُونِهِ الشَّفَاعَةَ إِلَّا مَنْ شَهِدَ بِالْحَقِّ وَهُمْ يَعْلَمُونَ }

“Ondan başkasına ibadet edenler şefaate malik olmayacaklardır.. Ancak Hakka bilerek şahitlik edenler başka..” (Zuhruf:86)

Rabbimiz yine şöyle buyurdu:

{ وَاسْتَغْفِرْ لِذَنْبِكَ وَلِلْمُؤْمِنِينَ وَالْمُؤْمِنَاتِ }

“Günahın için ve Mü’min erkeklerle Mü’min kadınlar için mağfiret iste” (Muhammed:19)

Aşağıda da anlatılacağı üzere başkasının günahı için af istemek, aslıda şefaat talep etmek demektir. Buna göre Allah celle celalühu, Resulünden Mü’minlere şefaat etmesini emretmektedir..

Mehmet!.. Sen, bunları ve benzeri nasları sadece sevabın ikiye katlanması için saymakla ayeti hem tahrif etmekte hem de -aşağıda da görüleceği üzere- kendi mantığınızla tezada düşmektesin..

Sonra..

Şefaat ne demektir?

Seyyid Şerif Cürcânî, şefâati şöyle tarif ediyor:

“Şefaat, kendisine karşı suç işlenen kimseden suçu affetmeyi istemektir.” (Tarifat)

Buna göre şefaat, Allah’tan, O’na karşı günah işleyen bir Mü’mini affetmesini istemektir.. Yani onu bağışlaması için Allah’a dua etmektir..

Ancak, Cürcânî’nin bu tarifi, şefaat’in sadece en büyük ve en mühim kısmını teşkil eden günahlar ve azaplar için yapılacak olan şefaat’i içine almakta, sevap artırması ve mükâfat verilmesine dair olacak olan şefaati dışarıda bırakmaktadır.

Şeyhu’l-İslam İbrahîm el-Beycûrî, şöyle diyor:

“Şefaat, lügatte, vesile ve istemek, ıstılahta ise, başkasından bir başkası için hayır istemekdemektir.” (Tühfetü’l-Mürid Şerhu Cevhereti’t-Tevhîd:131, M. Behiyye,1303)

Buna göre şefaat, Allah’tan, bir Mü’min tarafından bir başka Mü’min için gerek sevabının ve ecrinin artırılması ve ona mükâfat verilmesi, gerekse azabının giderilmesi şeklinde olan bir hayrı istemekdemektir.

Yani şefaat, Allah’a bir çeşit dua etmektir..

Görüldüğü gibi Beycûrî’nin bu tarifi, kısa, özlü ve çok dikkatli bir tarif..

Tânevî de bu manadaki şefaati daha açık olarak şöyle tarif etmiştir:

Bir başkasından yine bir başkası için bir hayrın yapılmasını yahut zararın/cezanın terkedilmesini yalvararak istemektir.. (Keşşafu Istılahati’l-Fünûn)

Mustafa, Mehmet!.. Sizin anlayacağınız, Allah’tan istenilen şeyler -bir taksime göre- ikiye ayrılıyor: Kişinin Allah’tan kendisi ve başkaları için istediği şeyler..

Buna göre şefaat, Allah’tan (kendisine değil de) başkasına bir mükâfat vermesi ve günahını affetmesini yalvararak istemek demektir.. Yani Allah’ım!. Şu kuluna şu hayrı ver, veya şu kulunun şu günahını affet diye yalvarması; bunun için yana yakıla Allah’a dua etmesi.. Bu dua dünyada, herkes tarafından, her Mü’min için yapılabilir.. Ancak ahirette yapacak ve yapılacak olan şefaat Allah’ın izniyle olur.. Onun için, şefaat, ahirette bir Mü’min tarafından bir başka Mü’min için bir hayrın temini veya bir şerrin def edilmesi için Allah’a yapılacak olan belli bir duadır..

Mustafa, Mehmet!.. Yani, bir defa daha kısaca tekrar edecek olursak, Allah’a başkası için yapılan duaya şefaat de deniliyor..

Mehmet!.. Konuşmanda bunların anlattığı Âhiret'te ne yaparsanız yapın, nasıl bir hatalar zincirine bulaşmış olursanız olun sizi gelip biri kurtarıyor demekle Mü’minlere iftira ve çamur atıyorsun.. Bunun yanında aslında -belki de farkına varmadan- aklının ve anlayışının kıt olduğunu da ilan etmiş oluyorsun..

Mehmet!.. Nasıl Allah’tan korkmadan ve kullardan utanmadan bunların anlattığı, -ne yaparsanız yapın, nasıl bir hatalar zincirine bulaşmış olursanız olun- Ahiret'te sizi gelip biri kurtarıyor diyebiliyor ve hem yalan söylüyor hem de Kur’ân’da onca ayette imanlı olma ve ilahi izin şartına bağlı olarak vuku bulacağı haber verilen şefaati kabul edemiyorsun?!..

Mehmet!.. Kim demiş ne yaparsanız yapın biri gelip sizi kurtaracak diye?.. Hiçbir kimse.. Çamur atıp karalamaya çalıştığın Mü’minlere göre dinden dönen ve küfre giren ile Allah’ınşefaat için izin vermeyeceğini kimse kurtaramayacak.. Keza kul haklarında da muhtemel çok hususi olan şartlar dışında iş yine böyle olacaktır.. Buna rağmen böyle diyenler için ‘neyaparsanız yapın biri gelip sizi kurtaracak’ diyorlar iddiasında bulunmak yalancılık ve sahtekarlık değil de nedir?.. Evet, yapılan, hem yalancılık hem de sahtekarlıktır..

Mehmet!.. Siz, Allah’ın tanıdığı rahmete mani olmaya yahut sınır koymaya çalışan ve onca bol ve geniş olan ilahi rahmetin taksim amirliğine soyunanlardansınız..

Biliyor musun, Rabbimizin,{ أَهُمْ يَقْسِمُونَ رَحْمَتَ رَبِّكَ } /Onlar mıdır Rabbinin rahmetini taksim etmekte olanlar? buyurarak kınadığı müşrikler de sizin gibi yapıyorlardı..

Mehmet!.. Senin Din gününün sahibi sadece Allah’dır. Ve o gün Rabbinizin hiçbir danışmanı yoktur. Dolayısıyla buradan hiçbir kimse Allah'a orada kiminle ne karar vereceğinin dersini veremez şeklindeki bu sözlerin cidden edepsizce ve terbiyesizce sarf edilen açık inkar sözleridir.. Azıcık bir delikanlılığın ve cesaretin varsa, bu onca ayeti inkar manası taşıyan zırvalarını kalabalık bir topluluk karşısında bize söylesen ya!.. Ama sende o yürek ve cesaret ne gezer.. Sen ve senin gibilerin yaptığı, yiğitçe değil hep kaçamak güreşmektir.. Din gününün sahibi olan Allah’ın, nice hikmetlerle münasip gördüğü kimselere şefaat izni vermesini, onu müşavir/danışman mevkııne koyması yahut Allah’ın ahirette -haşa- kiminle ne karar vereceğiolarak anlayabilmek için en azından geri zekalı olmak gerekmez mi?!..

Mehmet!.. Bu sözündeki mantıkla sarf ettiğin şu endazesiz sözler, sevapların katlanmasıiçin de bahis mevzu olmaz mı?. Elbette ki olur.. Öyle ya, şefaati kökünden inkâr eden bir kimse sana, senin kabul ettiğin bu ‘sevapların katlanması’ için yapılacak şefaat da kendi şu mantık ve anlayışına göre bir danışmanlık işi olur; zira günahların affı için olan şefaat ile bunun ne farkı var? dese ona ne dersin?.. Mugalata ve kandırmaca gibi bir maksadın yoksa hiçbir şey diyemezsin.. Çünkü birisi bir şeyin olmasını diğeri de olmamasını sadece Allah’tan istemekdemektir.. İkisi de bir kimse tarafından bizzat hak edilmeyen bir şeyin ona meccanen, karşılıksız, bedelsiz lütfen verilmesini Allah’tan talep etmektir..

Mehmet!.. Bu senin ifadelerinden de açıkça görülmektedir ki, aslında ortadaki sıkıntı sadece cahillik ve imansızlık yahut iman kıtlığı değil, bütün bunlardan daha önce edepsizlik, akılsızlık, idraksizlik ve haddini bilmeme sıkıntısıdır..

Mehmet!.. O, biz Rahman ve Rahim olan Allah'a inanırız. Rabbimiz'in bağışlayıcılığına inanırız. Ama O’nun bağışlayıcılığı üzerinden Allah nasıl olsa Affeder deyip geçerseniz başka bir ayetle yüz yüze gelirsiniz o ayette der ki; Allahu Teala Ey insanlar! Sakın ola şeytan sizi Allah ile aldatmasın sözünle yine halt ettin yani karıştırdın.. Karıştırdın ama bu sefer hakla batılı birbirine karıştırdın.. Biz Rahman ve Rahim olan Allah'a inanırız. Rabbimiz'in bağışlayıcılığına inanırız derken de doğru deyip demediğini bilmiyorum ama sözünün kalan kısmında doğruyu söylüyor lakin doğru demiyorsun.. Doğru demiyorsun, çünkü bu doğruyu batılına mesnet yapacak şekilde sarf ediyorsun..

Mehmet!.. Günümüzde Sünnet taraftarı olan yegane Mü’minlerden kim Allah nasıl olsa Affeder diyor?.. Hiçbir kimse demiyor.. Böyle diyen biri asla yok.. Ben duymadım.. İnanıyorum ki sen de duymamışsındır.. Kimse duymamıştır.. Bu sözü söyleyen varsa ve hangi zındıksa, Allah ona iman versin, değilse canı cehenneme.. Burada böyle bir bahaneyle şefaati inkâr ediyorsun.. Değilse, boş gürültülerle insanları oyalıyorsun.. Üstelik bu görüşlerin sahibi olan sen, Çok aldatıcı olan, sakın ha sizi Allah ile aldatmasın.. ayetinde ikaz edilmene rağmen tezgaha gelenlerdensin.. Ğarûr seni çok feci aldatmış..

Mehmet!.. Hele bir takıma girerseniz, hele bir okulun veya ekolün mensubu olursanız, hele birileriyle anılıyor olursanız zaten isteseniz de cehenneme gidemiyorsunuz.. sözünün buraya kadar olan kısmında kimilerine ve bilhassa kendine göre diyorsan doğru söylemiş olabilirsin.. Dolayısıyla bunları önce kendi mahallende ara.. Hele sakın yanılıp da Ehl-i Sünnet diyarında ve arasında aramaya kalkma.. Bulamazsın.. Boşuna yorulma..

Mehmet!.. Ancak yani biri kurtarıyor; bu kurtarış iddiaları Kur'an'dan referans alamaz.. derken açık bir yalan söyleyip -çok aldatanların insan cinsinden olan bir ferdi olarak- Mü’minleri Allah(ın ayetleri) ile çok kötü kandırıyor ve aldatıyorsun.. Evet, onca şefaat ayetinden anlaşıldığına göre Allah’ımızın şefaat için izin verip bu hususta konuşmasına razı olacağı nebiler ve sâlihler, günahkarları, -sebep olma manasında- kurtaracaklardır.. Evet, kafirler istemeseler de bunu yapacaklardır.. İkinci şahısları, onlar için yapacakları dualarıyla kurtaracaklardır.. Ancak, kendileri için şefaat izni hiçbir zaman verilmeyecek olan kâfirler ile bazen kendileri için birilerine Mevla tarafından şefaat izni verilmeyecek günahkâr Mü’minleri kimse kurtaramayacaktır..

Mehmet!.. Ortaya attığın bu kurtarış iddiaları Kur'an'dan referans alamaz zırvası, sadece Allah’ı, Resulünü ve Kur’ân’ı yalanlama denemeleri, yonttuğunuz ve etrafında pervane olup tapındığınız bir puttur.. Nitekim aşağıda delilleri gelecektir..

Mehmet!. Sana sorulan bu şefaat işi palavra mı? şeklindeki çanak sual karşısında serf ettiğinişte bakın! Dinin, İslam kültürünün çığırından çıkarılmış en önemli kavramlarından üzgünüm biri de budur. Şimdi biz şefaatle ilgili bir şeyler anlatıyoruz diyoruz ki: Şefaatle ilgili konuşacak mısın? Kur’ân’da şefaatle alakalı otuz iki tane ayet var. Otuz ikisini de bilerek konuşacaksın. İkisini bilmekle olmaz bu iş şeklindeki sözlerin aslı ve cevheri bakımından doğru sözler.. Doğruyu söylemişsin; ancak yine doğru söylememişsin.. Çünkü maksadın ve usulün doğru değil.. Yalnız şu kadar var ki, şefaat, asla dinin kültürü, İslam kültürü değildir.. Kültür’ün ne olduğunu bilmediğin için bu ifadeyi kullanmışsın.. Ansiklopedilere bakarsan ve merhum Cemil Meriç’in kültür ile alakalı makalelerini iyi okursan dediğimi anlarsın..

Mehmet!.. Biliyor musunuz piyasada şu an şefaatle alakalı dolaşan kanaatlerin hiçbirinin Kur'an'dan referansı yok derken, şayet kendi piyasalarınızı kastediyorsan yine doğruyu söylüyorsun. Sözüne bir itiraf olmak haysiyetiyle itiraz edilemez. Hatta en büyük delil olarak da kabul edilir.. Ancak bu sözünle Ehl-i Sünnet dairesindeki Mü’minleri ve delillerini murad ediyorsan, bu, mesnedi olmayan süfli bir ithamdır. Böyle bir iddia vehme ve zanna değil, inkar edilemez delile muhtaçtır.. Gördüğümüz kadarıyla elinde çürük zanlarından, vehimlerinden ve asılsız kuruntularından başka bir şey bulunmadığına göre açıkça yalan söylüyorsun.. Nitekim yukarıda ayet delilleri geçti.. Sahih Sünnet delilleri ise hayli çoktur.. Şu kadar var ki onlar sünnetsizleri bağlamayacaklarından sana bu delilleri getirmekte fayda görmedik..

Mehmet!.. Kur'an'ın söylediği şefaatle alakalı beş argüman var. Bu beş tanesi otuz iki ayeti de içeren argümanlardır. Şefaatin kelime anlamını bile değiştirdiler derken hüccet ve delil kelimelerinin gavurcası olan argüman kelimesini kullanmakla şahsiyetinin silikliğini ortaya koyarken şefaatin kelime anlamını bile değiştirdiler demekle de Mü’minlere iftira atıyorsun.. Onlar şefaatin manasını asla değiştirmediler.. Aksine ya sen şefaatin ne olduğunu bilmiyorsun, hatta bilmediğini de bilmemekle mürekkep cehlinin içinde debelenip duruyorsun veya bilerek yalan konuşup onlara iftira atıyorsun ..

Mehmet!.. “Bunlara şefaat sizin anladığınız gibi değil dediğinizde bak, bak, şefaati inkâr ediyor deniliyor” demekle de açık bir mugalata yapıyorsun. Senin için haklı olarak bak, bak, şefaati inkâr ediyor diyenlere şefaat sizin dediğiniz gibi değildir demekle de yalan veya yanlış söylüyorsun.. Birilerini kandırıyorsun.. Zira şefaatin en mühim kısmını kökünden yalanlayan, sevap ve derece ziyadesi çeşidini de budanmış bir şekilde kabul eden, kendisi açıkça yalanlamasa hatta kabul ediyor gibi gözükse de meseleye bakış mantığı yalanlayan bir kimseyeşefaati inkâr ediyorsun pek ala denilebilir.. Şefaatin en büyük ve en mühim çeşidi olan cezaların hafifletilmesi yahut tamamen affedilmesi için olacak olanı inkar edene bak, bak, şefaati inkâr ediyor demişlerse ne olmuş?.. Sonra, doğru bulmadığınız şefaati inkâr etmenizin temelinde yatan mantığınız ile tezat teşkil eden şefaat cennete gitmiş bir adamın cennetteki ödülünün katlanmasıdır şeklindeki -ayıptır söylemesi- kıvırtmanız ne işinize yarar?..

Mehmet!.. Sen bir yanda, yav, şefaati ben nasıl inkâr ederim?!. Otuz iki tane ayet varderken, öte yanda da en mühim çeşidini inkâr ediyorsun. Kalanının da içini kısmen boşaltmakla kalmıyorsun.. Bir de başka şeylerle dolduruyorsun.. Hasılı yalan söylüyorsun.. Öyleyse sana, itibari bir kayıtla ve bir bakış zaviyesiyle şefaati inkâr ediyorsun neden denilemesin?!.. Pek ala denilebilir..

Mehmet!.. Ama senin beklediğin ve içini boşalttığın türde bir şefaat yok. İşin dürüstü şudur: Şefaat cennete gitmiş bir adamın cennetteki ödülünün katlanmasıdır. Ve bunu da Allahu teala melekler vasıtasıyla, ilgili kişileri bildirmesi kurumudur derken de belli ki ne dediğini bilmiyorsun.. Mü’minler şefaatin içini boşaltmıyorlar.. Onlar senin dediğinin aslını inkâr etmiyorlar.. Bununla beraber ziyadeleri bile var. Türkçede buna içini boşaltmak denmez.. Aksine şefaatin içini en büyük ve en mühim çeşidini inkâr etmekle sen boşaltıyorsun, siz boşaltıyorsunuz..

Eğer Mü’minler günahın affı için olan şefaati kabul ederlerken farz-ı muhal hata etmiş olsalardı buna içini boşaltmak değil, muhtevasını tahrif etmek, içini değiştirmekderlerdi.. Belli ki yaptığın işin bir iç boşaltma olduğunu sen de bildiğin ve şuur altına itmiş olduğun ve bunun ayıbından sıyrılmak istediğin için kendi sıfatını başkalarına yamamaya çabalıyorsun.. Ama nafile.. Her akıllı bilir ki, sıkıntıdan kurtulma işi, fayda elde etmek işinden daha önce ve daha mühimdir..

Dolayısıyla asıl iç boşaltma mükâfatın katlanması şeklindeki birşefaati kabul edip sıkıntıların kaldırılması için yapılacak şefaati inkâr etmek ile olur.. Üstelik senin işinde ilave olarak tahrif ve değiştirme de vardır.. Çünkü şefaatin, bu ilavenin melekler vasıtasıyla bildirilmesi şeklinde anlaşılıp anlatılması, Ehl-i Kitabınkine benzer açık bir yakıştırma ve tahriftir.. Kur’ân’da böyle bir ayet yoktur.. Varsa hangisidir?!.. Bunu başta Kur’ân’ı getiren ve beyan/açıklama vazifesi yüklenen peygamber sallallahu aleyhi ve sellem, sonra onun ilk ve en güzel tatbikçileri olan Sahabe radıyallahu anhum, sonra Ümmetin imamları, sonra da bütün bir Ümmet anlayamadı yahut yanlış anladı ama Küfür sisteminin yetiştirmeleri ve beslemeleri doğru anladı öyle mi?!.. Yazıklar olsun..

Mehmet!.. İstidatsızlar, kabiliyetsizler ve gayretsizler için bir daha tekrar edelim: Şefaatin içini, Rabbimizin izin vereceği her nevi şefaati kabul eden Mü’minler değil, batıl tevil ve yakıştırmalarla başka manalara çevirerek bunların hepsini veya en büyük ve mühim olan kısmını reddedenler boşaltmaktadırlar.. Kusura bakılmasın ama akıl almaz sahtekarlıklarla saptırmaca yapılmaya çalışılıyor.. Mü’minler, şefaatin günahların affedilmelerinde de cennette mükâfatların artırılmasında yahut akla ve hayale gelmedik sevapların verilmesinde de olacağını kabul ederlerken Mutezile sapıkları ve bu hususta onların paket programlarını mal bulmuş mağrîbî gibi kapıp alan ve kör taklitçileri olan bu vatandaşlarımızdan hiç değilse birisi sadece cennetteki mükâfatların artırılmasına dair olacak olan şefaati lütfen kabul etmektedirler.. Hangisi şefaatin içini boşaltmaktadır?.. Mü’minler mi, bunlar mı?.. İnsaflı olanlar Allah için söylesinler, hangileri?..

Mehmet!.. Allah aşkına söyler misiniz, ve bunu da Allahu teala melekler vasıtasıyla, ilgili kişilere bildirmesi kurumudur şeklindeki kelime yığınlarının manası nedir?.. Laf ola, torba dola..İlgili kişiler kimler? Şefaat edenler mi, edilenler mi?.. Üçüncü şahıslar mı, kimler?.. Mükâfatı katlamasını yahut katladığını o katlanan kişiye mi bildirecek?.. Bu gibi saçmalamalar için irtikap edilen şu canhıraş feryatlar ve yırtınmalar niye?.. Bunlara ne lüzum var?.. Bu, dinde şüpheler uyandırmak ve gedik açmak için midir?.. Bu saçmanıza haşa mesned olabilecek ayet deliliniz nedir?. Tabii ki yok..

Mehmet!.. Kur'an'ın hiçbir yerinde cehenneme atılmış bir adamın cehennemden çıkarılıp cennete gönderilmesi anlamında bir aracı olan şefaatten asla söz edilmemektedir derken ne demek istiyorsun?. Senin bu ifadelerin açık Sünnet inkârcısı zındıkların ve kâfirlerin sözlerine benzemektedir.. Ne yani, Kur’ân’da açıkça yoksa ama bunu peygamber söylüyorsa ve sabitse kabul etmeyecek misin?.. Kur’ân’da olmamasına rağmen ayetleri açıklamak adına dilinize aldığınız onca abur cubur sözler varken bunu sadece peygambere mi layık göremiyorsunuz?. Bu nasıl bir aymazlık, söyler misiniz bay Mehmet?!. Kaldı ki Kur’ân’da var ama bunu ancak gören gözü olanlar görebilir.. Körler de görecek diye bir şey mi vardı?..

Mehmet!.. Rabbimiz, Şüphesiz ki Allah, kendisine şirk koşulmasını affetmeyecektir; bundan aşağı olan(günah)ları da dileyeceğine affeder buyururken ‘Allah nasıl affeder? Allah affedemez..’ diye birileri kuduruyor.. Ya Hû!. Kime ne?. Bize mi yahut size mi, onlara mı kalmış?.. Yoksa kendinizi Allah’ın amiri olarak mı görüyorsunuz?.. İster, tevbe ile affeder, ister tevbe etmeden affeder.. İsterse şefaat etmesine izin vereceği kimselerin şefaati ile affeder.. İster şefaatsiz affeder.. İster cehenneme atmadan affeder, isterse attıktan sonra affeder.. Size ne?!.. Elinizde bunlara mani bir ayet veya hadis mi var?.. Hatta en küçük bir akli delil mi var?.. Kâfirlerin cehenneme girdikten sonra çıkmayacaklarına dair inen ayetleri tahrif edip bu zırvanıza delil yapmaya kalkmayın, Allaha iftira etmeyin.. Bu inkârınıza mesned olarak görebileceğiniz ve ileri sürebileceğiniz -putlaştırdığınız nefsani arzu ve taleplerinizden başka- hangi burhanınız yahut zayıf deliliniz var?.. Yoookkk.. Üstelik olacağına dair kesin deliller var..

Mehmet!.. Anlayışı kıt olanlara bir tekrar daha yapalım: Kur'an'ın hiçbir yerinde cehenneme atılmış bir adamın cehennemden çıkarılıp cennete gönderilmesi anlamında bir aracı olan şefaatten asla söz edilmemektedir derken hiç utanmıyor musun?.. Rahman ve Rahim olan Rabbimizin Şirkin aşağısındaki günahları dileyeceği kimselere bağışlayacağını haber verirken bunun zamanını ve mekanını sınırladığına ve tayin ettiğine dair bir ayet mi var?. Yoksa bunu sana mı soracak?.. Cehenneme atılacak kâfirler için olan oradan bir daha çıkmamaya dair gelen ayetleri, Ehl-i Kitap gibi yerlerinden oynatarak Mü’minlere de şamil görüp göstermenin sizi kurtaracağını mı zannediyorsun.. Rahman ve rahim olan Allah’ımız isterse dünyadayken, isterse kabirdeyken, isterse mahşer meydanındayken, isterse en büyük panik anında, isterse tam cehenneme atılacağı zaman, isterse cehenneme atıldıktan sonra bağışlar.. Yoksa bunun sınırlandırılmasının yetkisi sana ve senin gibilere mi verildi?.. Ğaffar olan Mevlamız dileyeceği zamanda ve zeminde Mü’minleri affeder, bize mi yahut size mi kalmış?.. Bu sınırlandırmayı buna delaleti kat’i ve tartışmasız olan hangi ayetle yapacaksın?.. Yok böyle bir şey.. Siz bir Mü’min hassasiyetiyle sadece Allah’a yalan iftira etme ihtimalinden değil, açık bir şekilde iftira atmaktan korkmayan, kullardan da utanmayan kimselersiniz!.

Mehmet!.. Evet, evet,{ وَمَا هُمْ بِخَارِجِينَ مِنَ النَّارِ }/“Onlar cehennemden çıkmayacaklardır”(Bakara:167) gibi ayetler sizin deliliniz olamaz.. Çünkü mesela bu ayetin hemen önceki “İnsanlardan bazıları da vardır ki, Allah’tan başkalarını (Allah’a) denkler edinirler…”(Bakara:165) mealindeki ayette bunların müşrikler olduğu bildirilmektedir..

Mehmet!.. Keza, { فَمَا تَنْفَعُهُمْ شَفَاعَةُ الشَّافِعِينَ }/“Artık onlara şefaatçilerin şefaati de fayda vermeyecektir” (müddesir: 489 ayeti de senin delilin olmaz.. Aksine Mü’minlerin şefaat delili olur.. Çünkü ondan evvelki, ayetlerde Mevla teala{وَكُنَّا نُكَذِّبُ بِيَوْمِ الدِّينِ حَتَّى أَتَانَا الْيَقِينُ} / “Yakîn(ölüm) bize gelene kadar din gününü (Ahiret gününü) yalanlıyorduk” buyurmakla bu şefaat vermemenin kâfirlerle alakalı olduğunu anlatıyor. Yoksa sırf kafirleri zikretmesinin bir manası olmazdı.. Mehmet!. O halde bu açık hakikati sen de anlamalısın..

Sonra, Kur’ân’da böyle bir ayet yok derken ne demek istiyorsun?!.. Hadis seni kesmiyor mu?. Kesmiyorsa, neden?..          Alimlerin, sahihliği üzerinde söz birliği ettiği hadisleri seçemiyorsan neden?.. Aşağıda gelecek ilimle uzaktan yakından alakası bulunmayan süfli gerekçelerle mi?

Mehmet! Hem, sen Sünneti inkâr etmediğini, fakat doğru olanları seçtiğini iddia ederken bu hususta onca sahih hatta meşhur, hatta birçoklarına göre tevatür mertebesine ulaşmış hadisleri inkâr ederken hangi tartışılmaz esasa ve inkar edilemez kat’î hüccet ve burhana dayanmaktasın?.. Vallahi, şeytan ve şeytanlaşmış insan kılıklıların vahiy ve vesveselerinden başka hiçbir şeye dayanmamaktasın..

Mehmet!.. Rabbimiz, birilerine şefaat izni vereceğini kendisi haber verdiğine ve bununsevap katlamak ile sınırlı olduğuna dair bir ayet bulamadığına hatta bu şefaatin cezaların affını da içine alacağını bildiren sahih hadislerin beyanları bulunduğuna göre bu şefaatin her zaman ve zeminde olmasına geriye hangi mani kalır?.. İnkarcılıktan veya kör inattan başka..

Mehmet!.. Sonra, ne demek bu? Nasıl bir algı? Cehenneme atan Allahu teala. Şimdi bir yargıç düşünün zanlıyı hapse mahkûm etti. Sonra biri geldi dedi ki: Ben açarım hapishanenin kapısını bunu buradan çıkartırım. Kim güçlü? O yargıç mı güçlü yoksa onu çıkaran mı? Çıkaran güçlü değil mi? Çünkü onun dediği oluyor. Allah cehenneme atıyor, peygamber çıkartıyor. Kim güçlü? Peygamber mi güçlü? moloz yığını şeklindeki suallerini ve bilhassa sonra ne demek bu? sualini şayet iyi niyetli olarak ve adam gibi soruyorsan, güzel dinle:

Şefaatçi olmak demek, Ey Ğaffar, Rahman, Rahîm ve hakîm olan Rabbimiz!.. Sen sonsuz rahmetin ve hikmetinle sevdiklerin ve dostların olan Nebilere, âlimlere, şehidlere ve hafızlara, bazı kulların için suçların affı veya sevap için şefaat izni vereceğini vadettin.. Ben de şimdi sana geldim.. Senin yanında bir hatırım varsa senden, bu kulunun şu günahını affetmeni yahut ona şu mükâfati vermeni istiyorum..Zaten kullarının affedilmesi için dua etmemizi onca ayetle bize söyleyen sensin gibi Allaha yalvarmak demektir. Allah dilerse bunu kabul eder dilerse etmez..

Vasıtasız da affedecek olan Rabbimiz, şefaat vesilesiyle affetmesi yahut mükâfatlandırması, belki de kendilerine şefaat izni verilecek olan kimselere Mü’min kullarca muhtaç olunacak zaman ve zeminlerin ileride mutlaka geleceğinin unutulmaması, iyi düşünülmesi ve ona göre ayakların denk alınması ve hareket edilmesi veya şefaatçilerden olma gayretinin güdülmesi ve çabasının hasıl olması yahut onların hukukunun iyi gözetilmesi ve başka bir takım illet veya sebep yahut hikmetleriyledir..

Mehmet!.. “Cehenneme atan Allahu teala. Şimdi bir yargıç düşünün zanlıyı hapse mahkûm etti. Sonra biri geldi dedi ki: Ben açarım hapishanenin kapısını bunu buradan çıkartırım. Kim güçlü? O yargıç mı güçlü yoksa onu çıkaran mı? Çıkaran güçlü değil mi? Çünkü onun dediği oluyor. Allah cehenneme atıyor, peygamber çıkartıyor. Kim güçlü? Peygamber mi güçlü?” derken çocukların bile yapmayacağı kıyaslarla, ar damarı çatlamayanları utandıracak, kargaları bile güldürecek birçok cahillik ve anlayış kıtlığı sergiliyorsun..

Sadece birkaçı:

Birincisi: Bir kere Allah, kullarına kıyas edilmez.. Allah kanunu koyan, kulu olan hakim ise bu kanuna göre hüküm veren.. Allah’ın affetme hakkı var ama kulu olan hakimin kendine ait olmayıp başka kulların ve Allah’ın hakkını affetme hakkı yok.. Ortak bir yan olmamasına hatta fârık’a yani ayrı kılan temel vasfa rağmen yapılan cahilce bir kıyas yapıyorsun.. Senin bu anlayış seviyendeki kimseler mi vahyi doğru anlayacaklar?.. Vah başımıza gelenlere!..

İkincisi: Rabbimizin lütuf ve ihsanıyla vadettiği şefaate inanan Mü’minler, bunu Allah’ın verdiği cezayı, O’na rağmen birilerinin gelip affedebileceğini iddia etmiyorlar ki şefaatçinin ben açarım hapishanenin kapısını bunu buradan çıkartırım demek istediğini söylesinler.. Ne alakası var?.. Bu nasıl bir şeytani kıyas?.. Bu kadar bir saptırma, inanın akıl kıtlığı ile de izah edilemez.. Bunun için inanılmaz bir kast-ı mahsusaya da ihtiyaç vardır.. Bir yanda bu iş için Allahtan müsaade ve izin istenecek, O da dilerse ve izin verirse bağışlayacak.. Diğerinde ise Allah’ın verdiği cezayı zorbalıkla iptal edecek bir kimse var.. Bunlar birbirine benziyorlar, öyle mi?.. Böyle bir kıyas ve muhakeme, sığırlara yakıştırılsa ve de onlar bundan haberdar olsalar, öyle zannederim ki, buna çok üzülürler ve çok içerlerler..

Üçüncüsü: İzin Allah’tan, dileme O’ndan, affetme O’ndan; ama sadece izin dairesinde af talebi yani bir başkası için dua, şefaatçiden, dilediği takdirde bu talebi reddetme yine Allah’tan; fakat buna rağmen bu durumda şefaatçi O’ndan daha güçlü olmuş oluyor, öyle mi?.. Rabbim aklımızı zayi etmesin.. Akıl ne güzel nimet!.. Bu denli süfli bir demagoji olabilir mi?.. Asla..

Mehmet!.. Birilerinin belki kıramayacağı bir ricada bulunacak sözüne karşı Bakın bu son derece sıkıntılı bir benzetme. Şimdi buradan Ankara'ya gitseniz filanca bir bakan ile bir işiniz olsa o bakanla görüşmek için onun tanıdığı birini aracı koyarsanız daha iyi olmaz mı? Kardeşim sen yalanını dinleştirme. O bakan veya kim olursa olsun senin tanımadığı için araya birini koyuyorsun peki orada araya koyduğun varlık seni Allah'tan daha iyi mi tanıyor?

Sen kimi Allah'a kimin aracılığıyla tanıtacaksın? diyebiliyorsun.. Artık Şirretlikte sınır tanımaz bir noktaya gelmişsin.. Bu saçma kıyas, Allah’ın lütfettiği ama senin kabul edemeyip reddetmekte olduğun şefaata inanan iman sahiplerine ait olamaz.. Olsa, olsa ancak yalanlarını din haline getiren, Allah’ın hükmüne razı olamayan, kafasına göre bir şeyler uyduran ve onlara tapınan müşrik kafalı kimselere ait olabilir. Mü’minler böylesi şeytani bir kıyastan şark ile garp kadar uzaktırlar..

Mehmet!.. Din ile alakası olmadığını kendi itiraf eden birinin peki diyelim ki ben cehenneme gittim Hz. Muhammed'in de Allah katındaki yeri belli, en sevdiği peygamberi sözüne karşı, o cümle yanlış, en sevdiği peygamber yok, hepsini seviyor nasıl diyebilirsin?!. Akıllı bir kimse böyle diyebilir mi?!.. Şu mantık zırvasına bakmaz mısınız?.. Ali velinin en sevdiği kimsedirdiyene O söz yanlış, Veli, Ali’den başkalarını da seviyor demek kadar insicamsız, düşüncesizce ve mantıksızca söylenen bir söz olabilir mi?.. Bilemem.. Olsa bile ihtimal ki az olur.. Ya Hû!.

Önümüzde on tane âlim bulunsa, birisi için bunların en alimi şu kimsedir diyene öyle deme, onların hepsi alim demek, ne manaya gelir?.. Bu ne demektir? Diğerlerinin âlimliğini inkâr eden mi var?.. Ortada tıbbi bir rahatsızlık mevcut veya karşımızda üç yaşında çocuk aklı taşıyan bir kimse var demek, değil midir? Dil bilen çocuklar bile bilirler ki, en kelimesi belli bir vasıfta ortak olan birden fazla fertlerden birindeki diğerlerine olan o vasıftaki fazlalık içindir.. Demek ki, bizim birinci derdimiz ve ihtiyacımız önce kendi dilimizle beraber Kur’ân’ın dilini, ondan sonra da mantık fennini öğrenmek.. Diğerleri daha sonra.. Dediğinin ve duyduğunun ne demek olduğunu bilemeyecek bir seviyede olan biriyle neyi, nasıl konuşabileceğiz?.. Bu, aslında totem haline getirilen ahmak ve cahillerin uydurdukları peygamberler arasında her hangi bir tafdîl yoktur saçmasına dayandırılan bir neticedir.. Oysa Rabbimiz, { تِلْكَ الرُّسُلُ فَضَّلْنَا بَعْضَهُمْ عَلَى بَعْضٍ}/ “Bunlar resûllerdir; kimisini kimisinden üstün kıldık..” (Bakara:253) ve كُنْتُمْ خَيْرَ أُمَّةٍ أُخْرِجَتْ لِلنَّاسِ }{/“Siz, insanlar için çıkarılan en hayırlı ümmet oldunuz.”(Âli İmran:110) buyurmaktadır..

Şu halde, Kur’ân’ı gönderen Rabbimiz Resullerden kimisini kimisinden üstün kılmış Ümmet-i Muhammed sallallahu aleyhi ve sellem’i de en hayırlı Ümmet yaptığını haber verdiğine göre Mü’minler, en hayırlı ümmetin Resulünün üstün kılınanların en üstünü olduğunu anlamakta zorlanmazlar..

Mehmet!.. Bunun yanında Mü’minlere göre bu mevzuda Sünnet’in verdiği haber de son derece mühimdir.. Onların elenmesini ve kabul görmemesini gerektirecek olan delil nedir?.. Biliyorum, aslında böylesine bir aklî dibe vuruş ve iflastan sonra konuşmanın bir manası kalmamıştır; lakin biz başkalarını düşünerek yine de devam edeceğiz.. Bu itirazlar Ehl-i Kitab gavurları karşısındaki aşağılık kompleksi, onları razı etme düşüncesi ve çorba bedeli ile şahsiyet heyelanı esasına dayandığında artık kimsenin şek ve şüphesinin bulunmaması gerekir..

Mehmet!.. Bazı ulemanın tafdîle bir cihetle yaptıkları itirazlarının altında yatan sebep ve inceliklerin tahlil ve tafsilinin yeri ise burası değildir. Ancak biz şu kadarını söyleyelim:

Onlar, tafdıl yoktur değil, tafdıl yapmamız lazım dediler.. Zira tafdîl yoktur demek ayrı,tafdıl yapmamız doğru olmaz demek ayrı şeylerdir.. Tafdîl mutlaka vardır ve onu Allah yapmıştır; bu, ayetle sabit olup inkâr edilmesi ayeti reddetmek olacağından küfürdür.. Ancak kullar tarafından yapılacak olan muayyen bir nebinin diğerlerinden üstün gösterilmesi bazı alimler tarafından münasip görülmemiştir.. Bunun sebebi ise şimdiki şahsiyet müflislerinin yaptıkları gibi Yahudilere, Hıristiyanlara, müsteşriklere yahut bunların uşakları olan yeni lüterlere ve calvinlere şirin görünmek ve yalakalık etmek değildir.. Aksine kulların -ayet ve hadis olmadan- şu nebi, bu nebiden üstündür demeleri, Allah bunların birini diğerine üstün tuttu demek olabilir korkusudur..

Bu da Allah’a bilmeden yanlış bir şey yakıştırmaya sebep olabilir endişesidir.. Böyle bir düşüncede Beni diğer nebilere üstün tutmayın ve benzeri hadislerden kalkılmıştır. Oysa bu, diğer yanda ben adem oğlunun efendisiyim rivayeti de gelmiştir ve aralarında bir tezat ve tenakuz da yoktur.. Zira biraz ince düşünüldüğü takdirde kolayca anlaşılabileceği gibi Beni şuna üstün tutma sözü Ben ondan üstün değilim manasına gelmeyebilir.. Öyle ki: Bir kimse, birini diğerinden üstün tutarken -ikisi de büyük olduğu halde- birini küçük görebilir..

Bu bilhassa avamı izdiraya yani küçümsemeye götürebilir.. Bir büyüğün diğer büyükten daha büyük olması ile birinin mutlak küçük olması arasındaki farkı bilhassa günümüzün bücür nesli nereden bilsin?!.. Selefimiz demek ki bu günün seviyesizliğini ta o zamanlardan görebilmiş.. Peygamberlerinin hiçbirinin arasını ayırmayız ayetini tahrif etmeye yeltenen zavallı cahiller, burada ne bakımdan ayırmayız denildiğini nereden ve nasıl bilsinler?.. Her bakımdan mı, her hususta ona tabi olup olmamak bakımından mı, birini diğerinden üstün görme ve gösterme bakımından mı, yoksa iman edip etmeme bakımından mı?.. Bunların tamamı -harici akli ve nakli deliller hesaba katılmazsa- elbette ki farklı derece ve mertebelerde muhtemeldir.. Lakin şöyle bir düşünelim..

-Her bakımdan olamaz.. Çünkü.. Kimisi bir kavme kimisi ise bütün kullara, kimisi sadece insanlara, kimisi de hem insanlara hem cinlere gönderilen.. Kimisi kendinden sonra peygamber bekleyen kimisi de kendinden sonra hiçbir peygamber gelmeyecek olan ahır zaman peygamberi.. Kimisi, kitabında ve şeriatındaki ameli hükümlerin bir kısmı gelecek peygamberlerin kitabında ve şeriatında değiştirilecek olan, kimisi ise hükümlerinin hepsi kıyamete kadar devam edecek olan..

-Her hususta ona tabi olmakta da olmaz.. Çünkü kitapların ve bazı hükümlerin Allah teala tarafından değiştirildiğini inkâr etmek Kuranı ve diğer kitapları inkâr etmek olur.. Dolayısıyla geçmiş peygamberlere sonradan değiştirilen hükümlerinde uyulmaz ama herkes kendi nebisine her hükmünde uymaya mecburdur..

-Birini diğerinden üstün görme bakımından dahi olamaz.. Zira yukarıdaki ayette(Bakara:253) de görüldüğü gibi bazılarının diğerlerinden daha üstün olduğunu bizzat Allah buyuruyor..

-Şu halde iman etmek hususunda peygamberlerden hiçbirisinin arasını ayırmayız; hepsine birer nebi olarak iman ederiz.. Nitekim bu Peygamberlerinin hiçbirinin arasını ayırmayız sözü aynı ayette (Resul ve müminlerden) her biri……. (Allah’ın) resullerine de iman ederler kelamının hemen ardında gelmiştir..

Mehmet!.. Bir yanda peygamberlerin arasını kimisini diğerlerinden üstün görme işinde ayrılmayacağını iddia ederken, diğer yanda iman etme hususunda ayırıp Ehl-i Kitab’ın Âhir zaman Nebisine inanmasa da cennete gidebileceğini iddia edenlerin ayeti inkar eden kafirler olduğunu açıkça söyleyemiyorlar.. Hatta bazıları cennete gidebileceklerini iddia edebiliyorlar.. Nitekim sana bunu sorduğumda kafir olur diyememiş idin.. Hani sana Mümin olup cennete gidebilmek için son peygambere ve kitabına iman etme şartı var mıdır yok mudur diye sorduğumda Müslümanlar için şarttır demiştin.. Şimdiki Ehl-i Kitab’ın İslam’a girmese bile cennete girebileceğini söyleyenleri savunmuştun.. İman etme mezuunda peygamberlerin arasını ayıran kimseleri müdafaa edebilirken ayetlerle ve hadislerle sabit olan tafdıli inkar etmek ne ile izah edilebilir?.. Bu bir çifte terazili olmak değil de nedir?!..

Mehmet!. Sana Hepsini seviyor ama Hz. Muhammed biraz daha yakın diye biliniyor. Bütün Âlemi onun için yarattığı söylenmiyor mu? diyen bir vatandaşa o da korkunç bir hata dedikten sonra, Peki Hz Muhammed gitse Allah'a bunu cehenneme attın bir sürü günahı da var doğru ama bu özünde iyi bir adam sende biliyorsun gel şunu affedelim dese olmaz mı? demesi üzerine,Bak…! Böyle bir şey olmaz. Allah'ın kızdığını peygamberimiz savunamaz.. Allah'ın gazap ettiğine peygamberimiz avukatlık yapamaz.. Haşa Allah mı daha merhametli peygamberimiz mi daha merhametli? Kim kimi kimin elinden kurtarıyor? Peygamber'imizin sevgisini biraz daha abartalım derken haşa Allah'ı sevgisiz bir kudret olarak tanıttığımızı unutuyoruz.

Yani peygamberimiz birilerini Allah'ın elinden mi alacak? Rahman ve Rahîm olan Allah'dır. Allah'ın merhameti başkasının merhametiyle boy ölçüştürülemez. Hiç kimse Allah'ın kulunu sevdiği gibi sevemez.. Biz peygamberimizi tabi ki seviyoruz. Onun Mü’minlere merhametli olduğunu tâbî ki biliyoruz. Ama Fatiha'nın 4. ayetinde ‘Din gününün sahibi benim’ diyen Allahu teala hiçbir kimsenin fikrini alarak cennete ve cehenneme birini göndermez.. derken aklını azıcık da olsa kullanmak hiç mi o aklına gelmiyor?.. Yoksa, ne var ki, neyi kullanayım mı diyorsun?.. İşte orasını bilemem, belki de haklısındır..

Burada da akıl (İlim demiyoruz; çünkü bu meselede akıldan ilme sıra gelmemiş bir hal var) sıkıntısıyla başı dertte olan malum karakterli birilerinin seviyesiz ve dibe vurmuş laf ebelikleri var..

Mehmet!.. Sana soruyoruz: Allah’ın, kızdığı bir Mü’min’i bazen affettiği ve bağışladığı olur mu, olmaz mı?..

-Şayet, olmaz, diyorsan, Allah’ı yalanlayan bir kafir haline gelirsin, seninle bu noktada konuşacak bir şey kalmaz.. Çünkü bu takdirde sen, “Şüpheniz olmasın ki: Allah kendisine şirk koşulmasını bağışlamaz; bunun aşağısındaki günahları dileyeceği kimselere bağışlar” ayeti gibi nice ayetleri inkar etmektesin..

Mehmet!.. Şayet bazan günah işleyen bir kulunu bağışladığı olur diyorsan,

Sana soruyorum:

-Bu bağışlamayı, hiçbir talep olmadan kendi affı ile bağışladığı olduğu gibi, bu bağışlama günahkarın kendisinden veya bir başkasından gelecek bir istiğfarla yani af talebiyle de olur mu, olmaz mı?..

-Eğer, “Olmaz” diyorsan, sana bu noktada ve bu hususta iman et demekten başka diyecek bir şey kalmamıştır; zira artık sen, Allah’ı ve aşağıdaki ayetlerini açıkça inkâr eden bir kimsesin..

Nitekim Rabbimiz şöyle buyurdu:

{ رَبَّنَا اغْفِرْ لَنَا وَلِإِخْوَانِنَا الَّذِينَ سَبَقُونَا بِالْإِيمَانِ وَلَا تَجْعَلْ فِي قُلُوبِنَا غِلًّا لِلَّذِينَ آمَنُوا }/“Ey Rabbimiz!..Bizi ve imanla bizden önce geçen kardeşlerimizi bağışla”(Haşr:10)

Rabbimiz yine şöyle buyurdu:

{ قَالَ سَلَامٌ عَلَيْكَ سَأَسْتَغْفِرُ لَكَ رَبِّي إِنَّهُ كَانَ بِي حَفِيًّا}/“Senin için Rabbimden bağış isteyeceğim, dedi.”(Meryem:47)

Rabbimiz yine şöyle buyurdu:

{ وَاسْتَغْفِرْ لِذَنْبِكَ وَلِلْمُؤْمِنِينَ وَالْمُؤْمِنَاتِ }/“Kendi günahın için de Mü’min erkeklerin ve Mü’min kadınlar(ın günahları) için de istiğfar et (Allahdan bağışlamasını iste..)”(Muhammed:10),

Rabbimiz yine şöyle buyurdu:

{ وَاسْتَغْفَرَ لَهُمُ الرَّسُولُ }/“Resûl de onlar için af isterse”(Nisa:64)

Rabbimiz yine şöyle buyurdu:

{ وَاسْتَغْفِرْ لَهُنَّ اللَّهَ }/“(Biat etmek için sana gelen) kadınlar için Allah’tan mağfiret bağış iste” Mumtehine:12)

Rabbimiz yine şöyle buyurdu:

{ وَاسْتَغْفِرْ لَهُمْ}

“Ve onlar için istiğfar et (Allah’tan onları affetmesini iste”(Ali İmran:159),

Rabbimiz yine şöyle buyurdu:

{ قَالُوا يَاأَبَانَا اسْتَغْفِرْ لَنَا ذُنُوبَنَا إِنَّا كُنَّا خَاطِئِينَ قَالَ سَوْفَ أَسْتَغْفِرُ لَكُمْ رَبِّي}/“(Yusuf aleyhisselam’ın kardeşleri babaları Yakub aleyhisselam’a) Dediler ki: Ey babamız!. Bizim için (Rabbimiz’den)günahlarımızı bağışlamasını iste; çünkü hiç şüphesiz ki biz günah işleyenler olduk.. O, sizin için Rabbimden af isteyeceğim, dedi.”(Yusuf:97-98),

Rabbimiz yine şöyle buyurdu:

{ رَبَّنَا اغْفِرْ لِي وَلِوَالِدَيَّ وَلِلْمُؤْمِنِينَ يَوْمَ يَقُومُ الْحِسَابُ}/“Ey bizim Rabbimiz!. Hisabın olacağı günde, beni, anamı, babamı ve bütün Mü’minleri bağışla” (İbrahim:41)gibi nice ayeti inkar etmektesin..

Mehmet!.. Şayet bu ayetlere iman eder ve olur; Mü’min, Allah’tan kendinin veya başka bir Mü’minin günahını affetmesini isteyebilir diyorsan, sana soruyorum:

-Bu ayetlerdeki Peygamberlerin veya peygamber olmayanların Allah’tan kendilerinin veya Mü’min başkalarının günahlarını af etmesini istemeleri, Allah’ın gazap ettiğine kendileri veya başkaları adına avukatlık veya savunma yapmaları manasına gelir mi, gelmez mi?..

Şayet:

-Evet, ‘Allah’ın gazap ettiğine kendileri veya başkaları adına avukatlık veya savunma yapmaları’ manasına gelir dersen, yine soruyorum:

-(Bu dediğiniz, edepsizlikve terbiyesizlik olmakla beraber tenakuz dahi bulundurmakta ise de biz yine sualimizi tamamlayalım:) O halde ne yapacaksınız, yanlışınızı kabul edip tevbe edebilecek misiniz, etmeyecek misiniz?..

Edecekseniz, güzel.. Etmeyecekseniz, neden?

Şayet:

-“Bu manaya gelmez; çünkü avukat, hâkime, hatırlayamadığı bazı kanunları ve gözden kaçırdığı hususları hatırlatmak yahut hedef saptırtmak ve ne şekilde olursa olsun müdafaa yaptığı kişiyi kurtarmak için bir savunma yapar; bunlar ise bir Mü’mine göre Allah için düşünülemez” dersen..

Bu da güzel..

Mehmet!.. Sana son bir sual daha:Peki, kıyamet gününde Allah’ın müsaadesi ve izniyle, Ey Rabbim!.. Sana yalvarıyorum.. Senden lütfedip şu kulunu yahut şu günahını bağışlamanı istiyorum demiş olmaktan ve bir başkası için yapılan bir çeşit dua olmaktan başka hiçbir manası bulunmayan şefaati avukatlığa ve Allah’ın gazap ettiği kimseyi kurtarma işine benzetmeyi nasıl becerebildin?..

Mehmet!.. Senin anlayacağın, elinde günahların affı için Şefaat etme işini inkâr edebilmekte mesnet olabilecek Kur’ân’dan ve Sünnet’ten tek bir delil bulunmadığı gibi, en zayıf bir akli burhan dahi mevcut değildir. Senin şu itirazların aslında sadece Allah’a ve Resulüne olduğu gibi, savaşın da en önce onlarladır; sonra da Mü’minlerle..

Mehmet!.. Günahların affı veya azabın kaldırılması için yapılacak olan şefaati inkâr ederken ve Mü’minlere vesvese vermeye çalışırken Haşa Allah mı daha merhametli peygamberimiz mi daha merhametli? Kim kimi kimin elinden kurtarıyor? şeklinde de bir sual soran sen, yukarıdaki ilahi fermanlar gereği Allah’ım! Şu kulunun günahını affet, bağışla diye dua eden bir peygamberin veya başka bir Mü’min kimsenin Allah’tan daha merhametli olduğuna, onu Allah’ın elinden kurtardığına mı inanmaktasın?

Değilse:

-Sen, Allah’ın izni ile Kıyamet gününde günahın bağışlanmasının istenmesi için yapılacak bir duaolan şefaati böyle nasıl anlayabiliyor ve anlatabiliyor?.. Sen Kur’ân bilgisi iddiasından evvel bir doktora görünüp muayene olsan, vallahi hem senin hayrına hem de vesveselerinle şaşırttığın sazanların hayrına olacak..

Mehmet!.. Sen, Peygamber'imizin sevgisini biraz daha abartalım derken haşa Allah'ı sevgisiz bir kudret olarak tanıttığımızı unutuyoruz. Yani peygamberimiz birilerini Allah'ın elinden mi alacak? demekle kendini ve yoldaşlarını kast ediyorsan bir şey diyemem.. Sen bilirsin.. Değilse kendinin veya başkasının günahını affetmesi için Allah’a dua eden ve yalvaranbir Mü’minin, Allah'ı sevgisiz bir kudret olarak mı tanıtıyor, onun kendini veya birilerini Allah'ın elinden alacağına mı inanıyorsun? Aksi takdirde Allah’ın izni ile Kıyamet gününde bir başkasına ait günahın bağışlanmasının istenmesi için yapılacak bir çeşit dua olan şefaati böyle nasıl anlayabiliyor ve anlatabiliyor?..

Bu nasıl bir akıl?..

Mehmet!.. Şefaati inkâr edebilmek için Rahman ve Rahîm olan Allah'dır; Allah'ın merhameti başkasının merhametiyle boy ölçüştürülemez diyebilecek kadar aklını kullanamayan bu vatandaşımız olarak sen, kendinin veya bir başkasının günahını affetmesi için Allah’a dua eden ve yalvaran bir Mü’minin, Allah’ın Rahman ve Rahim olduğuna inanmadığını ve Allah'ın merhametini kendinin veya başkasının merhametiyle boy ölçüştürdüğünü mü düşünüyorsun?.. Değilse bir kimse tarafından Allah’ın izni ile Kıyamet gününde bir başkasına ait bir günahın bağışlanmasının istenmesi için yapılacak bir dua olan şefaati böyle nasıl anlayabiliyor ve anlatabiliyorsun?.. Aklın bu kadar mı dibe vurdu, yoksa inadına bir iş mi yapıyorsun, birilerine bir iş mi görüyorsun?..

Mehmet!.. Sen Hiç kimse Allah'ın kulunu sevdiği gibi sevemez.. derken, doğruyu söylüyorsun ancak asla doğru söylemiyorsun.. Belli ki akletmeyi hepten unutmuşsun.. Zira Allah’ın nice gazap ettiği ve hiç sevmediği Allah düşmanları vardır ki, kendileri gibi diğer Allah ve din düşmanları onları çok severler.. Allah’ın hiç mi hiç sevmediği İslam düşmanı müsteşrikleri vardır ki, Müslüman ve din alimi gibi zannedilen nice zındıklar onları çok severler ve hep onların gübreliğinde eşelenirler.. Evet, şayet sevmemeli demek istiyorsan, bak, işte bu doğru.. Lakin bunu şefaat için söylüyorsan bu söz maksadını aşan cehalet ve düşünememekten doğan süfli bir söz..

Mehmet!.. Sen, Rahman ve Ğaffar olan Rabbimiz tarafından günahların affı için izin verilenşefaati inkâr edebilmek için çırpınan ve yırtınan bir vatandaşımız olarak, Biz peygamberimizi tabi ki seviyoruz. Onun Mü’minlere merhametli olduğunu tâbî ki biliyoruz. Ama Fatiha'nın dördüncü ayetinde ‘Din gününün sahibi benim’ diyen Allahu teala hiçbir kimsenin fikrini alarak cennete ve cehenneme birini göndermez.. derken Din gününün sahibi benim diyen Allahuteala’nın Dilediğime ve razı olacak olduğum kimselere dilediğim kimseler için şefaat izni veririm; kime ne? dahi buyurabilecek olduğunu Kur’ân’daki onca ayetten okumadın mı, Allah’ın sana verdiği hiç değilse kendini mükellef kılacak kadar akılla akledemedin mi, anlayamadın mı?

Mehmet!.. Bu senin yaptığın, Allah’ın ayetleriyle oynamak, onları nefsani arzularını ve batıl düşüncelerini desteklemek için kullanıp Allah’a söylemediğini yakıştırmak ve iftira etmek.. Başka değil..

Mustafa!. Hadisleri inkâr ettiğimi söyleyenlere kapak olsun diye bir şey okuyayım mı burada? Peygamberimizin tam vefat günü vefatına 1, 2 saat var. Artık vefat edeceğini de anlamış ve başucuna sevdiklerini topluyor. Teker teker onlara şöyle hitap ediyor kızına olan hitabını vereyim: Kızım Fâtıma Allah'ın elinden kendi eylemlerinle kendini satın al; vallahi Allah'ın elinden seni ben bile alamam kapak olsun hani biz hadisleri inkâr ediyormuşuz ya! Böyle diyen bir Allah Rasul'ü var orda.Peki biz ne yaptık? Torpilin adını şefaat koyduk. Aliya İzzet Begoviç’in dediği gibi: ‘Tenbelliğin adını da mehdi koyduk’ ve yatıyoruz; kitle olarak bekliyoruz. Sen gel de torpilsiz bir toplum kur. Torpili dinine ithal etmişsin. Sen torpili din edinmişsin ona îman etmişsin sen torpil olmadan nasıl bir toplum kuracaksın? derken birçok noktada çok kötü tökezlemişsin..

Kapakçı Mustafa!.. Görüyorum ki kapak olmak yahut kapak yapmak gibi yenilerde birilerinin kullandığı artistik lafları kendine mal etmekten, pek de maharet gösteriyor ve sonsuz zevk alıyorsun.. Olanca cahilliğine rağmen şüpheniz olmasın ki, insan, kendini istiğna eder (ben bana yeterim başkalarına muhtaç değilim der) halde görüyor diye elbette azıp durmaktadır (Alak:7) ayetinde de ifade edildiği gibi işine yarayacak müspet mezhep ittibasından veya taklitçiliğinden müstağni olmasına rağmen menfi taklitçiliklerden son derecede haz duymaktasın..

Bay Kapakçı Mustafa!.. Sen hadis ilimlerinden hiç anlamadığın için sahih rivayetleri bırakıpBezzar’ın ve Beyhakı’nin zayıf olan bir isnadla rivayet ettikleri metni bir yerlerden alıp laubali bir tercümesiyle tahrif etmişsin..

Kalkmışsın {يا فاطمة بنت رسول الله اشتري نفسك من الله إني لا أملك لك من الله شيئا} şeklindeki bir metni, belki de çok daha inandırıcı olması için yeminler de ilave ederek göreceğiz ne hale sokmuşsun..

Oysa bu rivayetin doğru tercümesi:

“Ey Resulüllahın kızı Fatıma!.. Kendini Allahtan satın al.. Şüphesiz ki ben, senin için Allah’tan (O’ndan sana gelebilecek azabı savma babından) hiçbir şeye malik olamayacağım..”

Metinle karşılaştıranlar görecektir ki, neler ilave edilmiş neler çıkarmış.. Belli ki bu tahrifi ve iftirayı hakikaten kapak olsun diye yapmışsın.. Görüldüğü gibi, rivayete, Allah'ın elinden kendi eylemlerinle.. ve Vallahi Allah'ın elinden seni ben bile alamam sözlerini kendi kesenden ilave etmiş. Kendini satın al ifadelerine neleri eklemiş!.. Adeta roman veya tiyatro yazmış.. Ancak Allah’ın ve Resulünün kullanabileceği Allah'ın eli gibi müteşabihattan olan bir tabiri nasıl da rahatça kullanabilmişsin; değil mi?..

Mustafa!.. Oya bu rivayetin, Müslim, Tirmiz, Nesai ve başkaları tarafından rivayet edilen sağlam şekli ise şöyle:

أَنْقِذِى نَفْسَكِ مِنَ النَّارِ فَإِنِّى لاَ أَمْلِكُ لَكُمْ مِنَ اللَّهِ شَيْئًا }[بنت محمد ]{يَا فَاطِمَةُ

“Ey [Muhammed’in kızı] Fâtıma!.. Kendini ateşten kurtar; şüphesiz ki ben, senin için Allah(teala tarafından sana gelebilecek zararı ve azabı savma babın)dan hiçbir şeye malik olamayacağım..”

Mustafa!.. Alay eder bir üslupla,hani biz hadisleri inkâr ediyormuşuz ya! demekle -ayıptır söylemesi- kıvırtıyorsun.. Evet, sen başka konuşmalarında ve videolarında Kur’ân ve Sünnetdiyen kimselere sokak ağzıyla yüklenerek saldırıyorsun.. Kur’ân’ın yanında Sünnet’in yer almasına karşı çıkıyorsun..

Mustafa!.. Kur’ân’ı uydurma olarak kabul eden Müşrikler ve Ehl-i Kitap bile işlerine geldiği yerlerde Kur’ân’dan deliller getiriyorlar.. Nitekim Siz Kıtab’ın bir kısmına inanır bir kısmını inkâr mı edersiniz?!(Bakara:85) ayeti bu hakikati haber vermektedir.. O yüzden Kapakçıların işine gelen zayıf rivayetler işlerine gelmediğini zannettikleri sağlam rivayetlerden önce gelir ve alınıp kullanılabilirler.. Müsteşrikler de öyle yaparlar; İslam’ı tahrif edip Müslümanların içindeki beslemelerinin ellerine tutuşturdukları kitaplara bir göz atın, dediğimizin misallerini bol miktarda göreceksiniz.. Mesela azılı İslam düşmanı Yehudi Müsteşrik Yusuf Şaht’ın Usul-i Fıkhına bakarsanız Kur’ân’ı çürütmek için Kur’ân’dan nasıl deliller bulup getirdiğine şahit olacaksınız.. Bildiğinizi zannetmem ama bu, -şayet kandırmak için değil de dürüst olarak yapılırsa- mantıktaki delil çeşitlerinden biri olan ilzami delildir.. Yani kaba ifadesiyle bir kimsenin -kendi kabul etmese bile- hasmını kendi kabul ettiği şeylerden hareketle vurması nevinden bir delildir..

Mustafa!.. Kısacası, burada yapılmakta olan, delikanlıca olmayan kaypak ifadelerle bir yerlere yani şefaat inkârına varma gayreti..

Mustafa!.. Sen, peki biz ne yaptık? Torpilin adını şefaat koyduk derken hem yalan söylüyor, hem de Allah’a reddiye yapıyorsun.. Tam manasıyla bir mugalata yapıyorsun. Kur’ân’ı itham edip Mü’minleri kandırmaya çalışıyorsun.. Çünkü torpil hak edilmeyen bir şeyi elde etmek için, para, mal, siyaset veya nüfüz gücünü kullanarak yapılan haksız bir kayırma demek.. Böyle bir benzetme, bizzat Allah’ın tanıdığı hakkı, yani izin verdiği ve vadettiği bir kimse namına kimi Mü’minler tarafından Allah’a yalvarma ve dua etme demek olan şefaat işini bu torpile benzetmek, çöreği tezeğe benzetip atmak akılsızlığından daha akılsızca veya tezeği çöreğe benzetip yemek iğrençliğinden daha iğrenç bir iş.. Allah’tan, dilediğini cezalandırma, dilediğini de dilediği yollarla affetme hakkını gasbetme zalimliği.. Doğrusu, Mustafa, Şefaatin adını torpilkoymuş ve edep sınırını taşmış..

Mustafa!.. Sen hakikaten dediğin gibi yaptıysan ve torpilin adını şefaat koydu isen, bu, Kur’ân’ın diliyle kötü bir şefaat olmuştur. Rabbimiz,}{وَمَنْ يَشْفَعْ شَفَاعَةً سَيِّئَةً/“Kim de kötü bir şefaat yaparsa, onun için ondan bir pay olur.”(Nisa:85) buyuruyor. Ancak, Mü’min’ler, Allah’ın, dileyeceği kimselerin affı için bir çeşit dua etme izni vereceği kimselerin O’ndan o günah işlemiş kimsenin suçunu bağışlamasını istemesini, böyle bir torpil düşüklüğüne benzetmeye asla cesaret edemezler.

Mustafa!.. Sonra, şefaat senin bu mantığına göre hakikaten bir torpil ise, mükâfatların cennette katlanacak olması da torpil olmuş olmaz mı? Aralarındaki mantık farkı nedir?. Yok, yok.. Siz Kur’ân’ı Kur’ân’ı açıkça inkar ediyorsunuz..

Mustafa!.. Şayet birileri, bu senin dediğin gibi, hakikaten Tenbelliğin adını mehdi koydu ve yatıyorlar; kitle olarak bekliyorlar ise ve sen yalan değil de doğru söylüyorsan, sözünü ettiğin kimseler bu düşüklükten derhal vaz geçmelidirler.. Yine, birileri, Mehdinin adını tenbellik koyma sapıklığını ve şerefsizliğini işlemişlerse, onlar da bundan hemen tevbe etsinler.. ÇünküTenbelliğin adını mehdi koymak ne kadar alçaklık ise, geleceği manen mütevatir Sünnetle sabit olan Mehdinin adını tenbellik koymak da en az o kadar şerefsizlik ve alçaklıktır..

Mustafa!.. Sen… Torpili dinine ithal etmişsin; sen torpili din edinmişsin ona îman etmişsin; sen torpil olmadan nasıl bir toplum kuracaksın? deyip Allah’ı ve peygamberini yalanlayan, kendi sapık ve düşük düşüncelerini dine ithal etmeye çalışan Lüter veya Calvin ikizi Mustafa!.. Biz bir dua edelim de beraberce âmin diyelim; olmaz mı?:

Kim Torpili dinine ithal etmiş; torpili din edinmiş ve ona îman etmiş ise, Allah onu tövbekâr etsin, ona iman versin; bu mukadder değilse belasını versin, başına lanet yağsın.. Kim de Kur’ân ve Sünnet’in getirdiği şefaate bu damgaları vuruyorsa, onu tövbekâr etsin; bu mukadder değilse belasını versin.. Âmîn…

Mehmet!.. Diyorsun ki:

Üstelik Bakara 254. Ayette rağmen:

{يَا أَيُّهَا الَّذِينَ آمَنُواْ أَنفِقُواْ مِمَّا رَزَقْنَاكُم مِّن قَبْلِ أَن يَأْتِيَ يَوْمٌ لاَّ بَيْعٌ فِيهِ وَلاَ خُلَّةٌ وَلاَ شَفَاعَةٌ}/Ey iman edenler! Hiçbir alışverişin, hiçbir dostluğun ve hiçbir şefaatin olmadığı kıyamet günü gelmeden önce, size rızık olarak verdiklerimizden Allah yolunda harcayın.

Ve Zumer 44. Ayet : {قُل لِّلَّهِ الشَّفَاعَةُ جَمِيعًا }/“Şefaatin tamamı Allaha aittir.”

Şefaat, biri iki yapmak demektir vetr bir, şef iki demektir. Bu da cennetteki ödülün ikiye katlanması demektir. Diğer âlemde peygamberlerle, sıddıklar ile şehitler ile salihler ile bir üst derecede ağırlanma kurumunun adını, cehennemden adamı kurtarıp cennete postalama kurumuna dönüştürdüler.

Mehmet!.. Kafadan atıyorsun.. Şu halde, şefaat demek sevabın ikiye katlanması sebebiylebiri iki yapmak imiş, o yüzden ona bu isim verilmiş imiş.. Mehmet, saçma sapan bir yakıştırma yapıyorsun.. Belki de Allah’a iftira ediyorsun.. Ne biliyorsun, belki iki değil, yirmi iki, hatta iki milyon, yahut iki yüz milyar kat yapacak.

Oysa Kur’ân’da şöyle buyrulmadı mı?:

{ مَثَلُ الَّذِينَ يُنْفِقُونَ أَمْوَالَهُمْ فِي سَبِيلِ اللَّهِ كَمَثَلِ حَبَّةٍ أَنْبَتَتْ سَبْعَ سَنَابِلَ فِي كُلِّ سُنْبُلَةٍ مِائَةُ حَبَّةٍ وَاللَّهُ يُضَاعِفُ لِمَنْ يَشَاءُ }

“Mallarını Allah yolunda harcamakta olanların misali yedi başak bitiren bir dane misali gibidir. Her bir başakta yüz dane vardır. Allah dileyeceği kimseye katlar”(Bakara:261)

Kur’ân’da yine şöyle buyrulmadı mı?:

{ مَنْ ذَا الَّذِي يُقْرِضُ اللَّهَ قَرْضًا حَسَنًا فَيُضَاعِفَهُ لَهُ أَضْعَافًا كَثِيرَةٌ }

“Kimdir o Allaha güzel bir borç verecek olan ve Allah’ın kendisine onu çok fazla kat be kat olarak katlayacak olduğu kimse?!..”(Bakara:245)

Mehmet!.. Evet, şefaat lügatte kelime manası olarak biri, ikilemek, iki yapmak demektir.. Ancak, sevabı ikiye katlamak manasında biri iki yapmak değil.. Çünkü yukarıdaki ayetten de anlaşılacağı üzere Allah isterse sevabı dileyeceği kadar fazla katlar.. Aksine, sevabı veya günahı sebebiyle sanki tek kalan bir kimsenin yanına bir başka kimsenin (onun için bağışlanma talebiyle)gidip durmasıyla onu iki yapması yüzünden bu işe şefaat ismi verilmiştir.. Nitekim en-Nibras sahibi böyle demiştir..

Şu ayet üzerinde iyi düşünelim:

{ مَنْ يَشْفَعْ شَفَاعَةً حَسَنَةً يَكُنْ لَهُ نَصِيبٌ مِنْهَا وَمَنْ يَشْفَعْ شَفَاعَةً سَيِّئَةً يَكُنْ لَهُ كِفْلٌ مِنْهَا }

“Kim güzel bir şefaat ederse, onun için ondan bir nasip olur.. Kim de kötü bir şefaat ederse, onun için de ondan bir pay olur.” (Nisa:86)

Buna göre, kim bir kimseye iyiliği ikiye katlarsa mı, yoksa kim bir kimse için bir başkasından ona iyilik yapmasını istemekle onu tek iken yanında yer durarak iki yaparsa mı?

Yine, kim bir kimseye kötülüğü ikiye katlarsa mı, yoksa kim bir kimse için bir başkasından ona kötülük yapmasını istemekle onu bir iken yanında durarak iki kişi yaparsa mı?

Mehmet!.. Diyelim ki sen ve senin gibiler, şefaat ayetlerini -inadına değil de- samimi bir şekilde dediğin gibi anladınız.. Mü’min’ler de benim dediğim gibi anladı.. Demek ki, aranızda bir niza yani çekişme var.. Bu halde Kur’ân’ın { فَإِنْ تَنَازَعْتُمْ فِي شَيْءٍ فَرُدُّوهُ إِلَى اللَّهِ وَالرَّسُولِ }/“Eğer her hangi bir şeyde çekişirseniz onu Allaha ve Resule çevirip götürün” emrine uyarak, bir de Resulüllah sallallahu teala aleyhi ve sellem Efendimiz’e götürseniz ve O’na sorsanız olmaz mı?.. Ne kaybedersiniz?. Bu ayetlerin manasını belirleyen onca sahih rivayete teslim olmayıp illa da senin gibi bir zavallının yontup put haline getirdiği düşüncelere tapınmak, onlarda ısrar etmek en azından yobazlık olmaz mı?..

Mehmet!.. Yukarıdaki iki ayet üzerinde iyi düşünecek olan bir Mü’min kolayca anlar ki: Kıyamet gününde hiçbir satma (ve satın alma) yoktur. Çünkü satma işinin olmadığı yerde tabiatıyla satın alma da olmaz. Peki, dostluk ve şefaat da yok mudur? Evet, bu ayete göre o günde Hiçbir dostluk ve şefaat da yoktur.. Ancak makbul bir imanı, biraz bilgisi ve azıcık aklı olan bir kimse, bu ayetlerin yanında o günde, muttakılerin (Mü’min’lerin) dışındaki dostların kimisi kimisine düşman(olacaklar)dır”(Zuhruf:67) ve de ki: Şefaatin tamamı Allah’a aittir”(Zümer:44) ayetlerini de göz önünde bulundurarak ve tefsirlerdeki manalarına bakarak anlar ki:

Mehmet!.. Şefaat, hem (kafirler için ve izin çıkmayanlar için) yoktur, hem de (kâfir olmayanlar için) vardır ve tamamı Allah’a aittir.. Çünkü şefaat olmasaydı, şefaatin tamamının Allah’a ait olmasının ve yapılan istisnaların hiçbir manası olmazdı.. Mü’min’e göre Allah’ın kelamında tezat bulunmayacağına göre bunun izahı, Kur’ân’a, onu getiren Resul sallallahu aleyhi ve sellem’e ve Ashab’ı radıyallahu anhum’a ve bir de imanın nuruyla ve ilimle önünü görebilen selim akla sorulur:

Mehmet!.. Demek ki, kâfirlere hiçbir şekilde şefaat edilmez. Onlar için hiçbir şefaat yoktur.. Ancak, günahkâr olsun olmasın Mü’min’lerden Allah’ın, razı olacağı ve izin vereceği kimselerin, yine O’nun dileyeceği kimselere şefaat etmesi haktır. Bu, kimi     -apaçık sapmışların iddia ettikleri gibi- bir torpil yani hakkedilmeyen bir kayırma da demek değil; aksine bir çeşit dua ile Allah’ın affedip bağışlaması veya ecir, sevap ve mükâfat vermesidir.. Bana dua edin/benden isteyin, bende icabet edeyim (Ğâfir:60) buyuran Rabbimizin af ve mağfiretine hangi zalim ve hangi fasık ambargo koyabilir?!. Hiçbir kimse..

Mustafa, Mehmet!.. Sizinle sırf ayetlerle konuştum.. Şefaat için sadece ayetlerden delil getirdim.. Aradığınıza ve hevanıza uymadıkça da sizi bağlamayacağı için hadis delillerine temas etmedim.. Sakın yanlış anlamayın, bu hususta ayet bulunmasaydı ve şefaat sadece hadislerle sabit Sünnet bulunsaydı biz Mü’minlere o da yeterdi.. Çünkü ben iman ediyorum ki, Resulüllah sallallahu aleyhi ve sellem Efendimiz Allah’ın kitabını benden çok daha iyi anlar.. Hatta bu ibare darlığıyla malul ifadelerim bile kısmi bir edepsizliği ifade eder..

Zira Onun yanında benim anlayışım bir hiçtir.. Yine Allah’a nihayetsiz hamdolsun sözleriyle açıkça veya iş ve tavırlarıyla da zımnen Kur’ân’ı ben peygamberden iyi anlarım iddiasında olan terbiyesiz ve edepsizlerden değilim.. Bir ayeti, kitap suretindeki paçavralarında onlarca sayfada sözüm ona anlatıp daha anlaşılır kılmaya çalıştığı halde bu işi Efendimiz sallallahu aleyhi ve sellem’e çok gören terbiyesiz zındıklardan olmadığıma sonsuz şükürler olsun.. Rabbim bu nimetini elimden almasın, daimi kılsın..

Mustafa, Mehmet!.. Evet, ben o terbiyesizlerden nasıl olurum, buna nasıl cesaret edebilirim?!.

Hele, Rabbimiz, Kitab’ında Musa aleyhisselam’dan haber vererek bana şöyle buyuruyorken:

{ وَإِذْ قَالَ مُوسَى لِقَوْمِهِ يَاقَوْمِ لِمَ تُؤْذُونَنِي وَقَدْ تَعْلَمُونَ أَنِّي رَسُولُ اللَّهِ إِلَيْكُمْ فَلَمَّا زَاغُوا أَزَاغَ اللَّهُ قُلُوبَهُمْ }

“Hani Mûsâ, kavmine, Ey benim kavmim!. Bana neden eziyet ediyor, beni incitiyorsunuz.. Halbuki biliyorsunuz ki, ben Allah’ın size gönderilen bir elçisiyim dedi.. İşte ne zaman ki bu (eziyetleri) yüz(ün)den kayıp yoldan çıktılar, Allah da kalplerini (düşünce ve inanışlarını) kaydırdı..” (Saff:5)

Bir peygambere açıkça veya hal diliyle Allah’ın kitabını anlamakta ve anlatmakta senin yetkin yoktur ama benim vardır veya bu hususta ben senden üstünüm yahut Allah’ın dininde senin söz hakkın yok ama benim var demek ona eziyet değil de nedir?.. O halde böyle bir densizlik Allah tarafından düşünce ve inanç heyelanlarıyla, kaymalarıyla cezalandırılma neticesini getirecektir.. Nitekim karşımızdaki manzaranız da bundan ibarettir.. Sünnet karşısındaki laubalilikler, şirretlikler ve yer yer inkarcılıklar peygamberi incitecek, inanç ve düşünce sapmalarına sebep olacaktır.. Açık olan Kur’ân’dan ben böyle anladım.. Ne o, itirazı olan mı vardı?!..

Mustafa, Mehmet!.. Beyninde ve yüreğinde böyle kaymalar meydana gelenler Allah’ın ayetlerini nasıl doğru anlayabilir.. İslami olmayan bir zeminin yaralı bereli mahsulleri olan bizler, Kur’ân’ı bu kafalar ve yüreklerle nasıl aslına uygun anlayabiliriz!.. Kur’ân’ın akletseniz ya fermanıyla amel etmeye çalışsak ve işi bizim belamızdan ve musibetimizden selamette olan eslafımıza yani gerçek erbabına havale etsek ya!..

Mustafa, Mehmet!.. Dipsiz bir kuyu misali köküne varılamayan ve ulaşılamayan bir cehaletinizin yanında şeytanda bile bulunmayan bir kibrin sahipleri Kur’ân’ı nasıl doğru anlayabilirler?!.. Asla...

Nitekim Rabbimiz şöyle buyuruyor:

{ سَأَصْرِفُ عَنْ آيَاتِيَ الَّذِينَ يَتَكَبَّرُونَ فِي الْأَرْضِ بِغَيْرِ الْحَقِّ }

“Yer yüzünde haksız yere kibirlenenleri ayetlerimden çevireceğim….”(A’raf:146)

Hangi ayetlerden?!.. Her çeşidinden… Kâinat ayetlerinden, mucizelerden ve Kur’ân ayetlerinden… Ayetlerin nesinden?!.. Onlara iman etmekten yahut anlamaktan veya yaşamaktan veya öğrenmekten yahut hepsinden.. Unutmayalım ki, Kur’ân’ı anlama şansımız Allah’ın ve kullarının karşısında nefislerimizi sıfırlayabildiğimiz nispette olacaktır.. O’nun rızasında fani olduğumuz ölçüde tahakkuk edecektir..

Mustafa, Mehmet!.. Binaen aleyh yaptığınız yanlışlıklar ve işlediğiniz günahlar size ne yazık ki, pek de süslü gösterilmiş ve siz onları artık güzel görmektesiniz.. İşte bu çok kötü..

Nitekim Rabbimiz şöyle buyuruyor:

{ زُيِّنَ لَهُمْ سُوءُ أَعْمَالِهِمْ }

“Onlara kötü işleri pek de süslü gösterildi..”(Tevbe:37)

Rabbimiz yine şöyle buyuruyor:

{ كَذَلِكَ زُيِّنَ لِلْمُسْرِفِينَ مَا كَانُوا يَعْمَلُونَ }

“İşte böylece müsriflere yapmakta oldukları pek süslü gösterildi.”(Yunus:12)

Rabbimiz yine şöyle buyuruyor:

{ كَذَلِكَ زُيِّنَ لِلْكَافِرِينَ مَا كَانُوا يَعْمَلُونَ }

“İşte böylece kâfirlere yapmakta oldukları pek süslü gösterildi.”(En’am:112)

Rabbimiz yine şöyle buyuruyor:

{ أَفَمَنْ كَانَ عَلَى بَيِّنَةٍ مِنْ رَبِّهِ كَمَنْ زُيِّنَ لَهُ سُوءُ عَمَلِهِ وَاتَّبَعُوا أَهْوَاءَهُمْ }

“Rabbinden bir beyyine uzere olan kimse hiç kötü ameli kendine pek süslü gösterilen ve nefislerinin şiddetli arzularına uyanlar gibi olur mu?!..” (Muhammed:14)

Rabbimiz yine şöyle buyuruyor:

{ أَفَمَنْ زُيِّنَ لَهُ سُوءُ عَمَلِهِ فَرَآهُ حَسَنًا فَإِنَّ اللَّهَ يُضِلُّ مَنْ يَشَاءُ وَيَهْدِي مَنْ يَشَاءُ }

“Kötü işi kendine pek süslü gösterilen ve bu yüzden onu güzel gören yok mu?!.. Çunkü şüphesiz ki Allah dileyeceğini şaşırtır dileyeceğine de hidayet eder..” (Fâtır:8)

Mustafa, Mehmet!.. Evet, -bizim yerli ve öz tabirimizle- sahasında erbab-ı salahiyet, -sizin kültürlülük damlayan ‘söylem’inizle de- otorite olan ulemayı, ikinci derecede numunelerimiz olan Ashab radıyallahu anhum’u ve hatta birinci derece ve en güzel numunemiz olan Resûlüllah sallallahu aleyhi ve sellem Efendimizi devre dışı bırakmak gibi kötü işleriniz size pek de süslü püslü gösterilmiş.. Ve işin daha da kötüsü bunu harbiden bir de güzel görmeye başlamışınız...

Mustafa, Mehmet!.. Bu süslü ve güzel göstermeyi bazen -sebep olma yoluyla- şeytanların insan cinsinden olanlar ve Allah’a koşulan ortaklar yapar.. Allah’ın ve Resulü sallallahu aleyhi ve sellem’i dinleyecek yerde Goldziher gibi İslam düşmanı müsteşrikleri veya onların gübreliklerinde yetiştirilen beslemeleri dinlediniz... Kur’ân’ı onlardan öğrenmeye kalktınız.. Onlar da yaptıklarınızı size son derece süslü göstermiş ve ne yazık ki artık siz onları güzel görmeye başladınız..

NitekimRabbimiz şöyle buyuruyor:

{ وَكَذَلِكَ زَيَّنَ لِكَثِيرٍ مِنَ الْمُشْرِكِينَ قَتْلَ أَوْلَادِهِمْ شُرَكَاؤُهُمْ لِيُرْدُوهُمْ وَلِيَلْبِسُوا عَلَيْهِمْ دِينَهُمْ }

“İşte böylece müşriklerden bir çoğuna (Allah’a koştukları) ortakları, çocuklarını öldürmeyi, onları (helake) yuvarlamaları ve dinlerini onlara karmakarışık hale sokmak için son derece güzel gösterdi...”(Enam:137)

Rabbimiz yine şöyle buyuruyor:

{ وَزَيَّنَ لَهُمُ الشَّيْطَانُ مَا كَانُوا يَعْمَلُونَ }

“Şeytan onlara yapmakta olduklarını pek de süslü gösterdi...”(Enam:43)

Rabbimiz yine şöyle buyuruyor:

{ وَإِذْ زَيَّنَ لَهُمُ الشَّيْطَانُ أَعْمَالَهُمْ }

“Hani şeytan onlara amellerini pek süslü gösterdi…”(Enfal:48)

Mustafa, Mehmet!.. Bu süsleme işini yaratma ve icat etme yönüyle tabii ki Rabbimiz yapar..

Nitekim Rabbimiz şöyle buyuruyor:

{ كَذَلِكَ زَيَّنَّا لِكُلِّ أُمَّةٍ عَمَلَهُمْ }

“İşte böylece biz her bir topluluğa amelini son derece süslü gösterdik”(Enam:108)

Mustafa, Mehmet!.. Hasılı, ayetlerdeki bu hakikat ve vakıalar sebebiyle sizler Kur’ân’ı ve İslam’ı asla doğru anlayamazsınız; buna gücünüz yetmez.. O yüzden de Kur’ân üzerindeki konuşmalarınız tahriften başka bir mana ifade etmez ve bu gidişle de asla etmeyecektir.. Lütfen, artık akıllı olun, Allah’ın diniyle ve Kitabıyla oynamayın!.. Din düşmanlarına bilerek veya bilmeyerek yardımcı olmayın!..

Selam hidayete tabi olanlara olsun.

Son sözümüz salat ve selam, son duamız da Alemlerin Rabbine hamddir.

https://darusselam.com/reddiyeler/sefaat-meselesi-hakkinda-islamoglu-mustafa-ile-okuyan-mehmete-mektub-1.html?print=print
Devamını Oku »